Sayfa 2/9 İlkİlk 1234 ... SonSon
84 sonuçtan 11 ile 20 arası

Konu: çekirdekten çınara

  1. #11
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: çekirdekten çınara

    8. Plânlı ve Prensipli Yaşama

    Daha baştan hayatımızı bir “prensipler” mecmuası olarak takdir ve tayin edebilme ve ona göre yaşayabilme çok önemlidir. Evet “Benim bu yılım şöyle, gelecek yılım böyle, daha sonraki yılım da şu şekilde plânlanmıştır” diyebilmeliyiz. Bunu diyebildiğimiz takdirde, hep tasarladığımız ve projelendirdiğimiz bir kısım malumlarla yüz yüze gelecek,rahatlıkla karar verecek ve katiyen şaşkınlığa düşmeyeceğizdir. Ama eğer geleceğiniz adına bir kısım karar ve prensipleriniz yoksa; yarından itibaren, şaşkınlık içinde bir kısım meçhullere sürüklenmeye hazır olmalısınız. Şöyle bir, bu yığın meçhullerin birden üzerinize geldiğini düşünün; ihtimal ellerinizi dizlerinize vuracak ve eseflerle inleyeceksinizdir. Öyleyse bütün bunlar meydana gelmeden evvel mutlaka verilmiş bir kararımız olmalıdır.

    Şimdi bütün bunların üzerine çıkarak 1.5 milyar İslâm âleminin durumunda bakmalıyız. Babaların yandığı aynı ocakta ve alevleri göklere yükselen aynı ateş içinde, evladın, ahfadın da yandığını, biri yanarken öbürünün, olabildiğine bir umursamazlık içinde olduğunu görüyoruz. Aynı çamurun içine göz göre göre bir millet yada da milletler batarken, arkadan gelenlere de tıpkı bir yığın gibi, hiç mi hiç sağına-soluna bakmadan yürüyüp aynı bataklığa batmakta, sefalete yürümekte ve hafızalarda sevimsiz bir hatıra olarak kalmakta.

    Rasulü Ekrem (sav), o mu’cizbeyan ifadesi ile bizi ikaz sadedinde şöyle buyurur: “Sizden evvelkilerin arkasına takılıp, adım adım onları takip edeceksiniz.” [3] (Buhari, İ’tisam, 14;Enbiya, 50; Müslim, İlim, 6).

    Onun bu ifadesinden, “vaziyet alın, dikkat edin, mayınlı tarlada yürür gibi yürüyün; her an bir infilakla yüz yüze geleceğiniz endişesiyle hep temkinli olun!” ikazını çıkarmak mümkündür.

    Merhum Akif’in, alem-i İslam’ın tasviri adına şu dokunaklı mısralarını kaydedip geçelim.

    “Haya sıyrılmış inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde...
    Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!
    Vefa yok, ahde hürmet hiç, emanet lafz-ı bî medlûl;
    Yalan râiç, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhul.
    Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;
    Nazarlardan taşan ma’na ibâdullahı istihkar.
    Beyinler ürperir ya Rab, ne korkunç inkılab olmuş:
    Ne din kalmış, ne iman, din harab, iman türab olmuş!
    Mefahir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl...
    Bu izmihlal-i ahlâkî yürürken, kalmaz istiklal!”

    Sadece bir yerde değil, heryerde kargaşa ve izmihlal ahlakı. Öyleki bundan tedirgin olanlar bile, onun radyoaktif tesiriyle hissizleşmiş, duygusuzlaşmış gibi olup bitenlerden adeta habersiz...




  2. #12
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: çekirdekten çınara



    9. Öğretmen Peygamber

    Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurur: “Ben ancak, mekârim-i ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” [4] (Muvatta, Hüsnü’l-huluk, 1.)

    Üzerimizde Hakk’ın nâmütenahi nimetleri, bizim de inkişaf ettirme durumunda olduğumuz kabiliyetlerimiz var. Evet biz Mele-i A’lâ’nın sakinleri arasında yerimizi alabilecek şekilde kabiliyetlerle techiz edilmiş bulunuyoruz. O sonsuzdan gelen lütufların kadrini bilmek O’na karşı ta’zimin, bunca potansiyel imkanlarla donatılan şahsımıza karşı da saygılı olmanın gereğidir. İlahi kitaplar bu mesajın sesi-soluğu, nebiler bu gerçeğin en doğru temsilcileri, o altın zincirin son halkası ise bu hakikatın en parlak burhanı ve ahlak-ı âliyenin en müstesna sultanıdır.

    Kur’an-ı Kerim, Kalem süresinde: “Sen en yüce bir ahlâk üzeresin” (Kalem/4) Şuara suresinde de: “Bu, senden evvel gelen peygamberlerin ahlâkıdır” (Şuarâ/137) buyurularak, O’nun bu derinliğine ve enginliğine işaret edilmiştir.




  3. #13
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: çekirdekten çınara



    10. Dünya Hayatının Zinetleri

    Kur’ân-ı Kerim’de Kehf suresi: “Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.” (Kehf/46) buyurularak, genel anlamda mal ve evladın, dünya hayatının zineti, debdebesi ve ihtişamı vurgulanır. Hafife alınmaz, konumu hatırlatılır. Evet bunlar, dünyanın dünyaya bakan yönleridir ve onun bu ciheti solan, pörsüyen, bozulan, rahatsız eden cihetidir.

    Demek ki dünya malı bizzat iftihar edilecek bir şey değildir. Hadd-i zatında evlat da kendisi ile iftihar edilecek bir şey değildir. Ancak bunlar, ahirete, Allah’a müteveccih olunca kıymetler üstü kıymetlere ulaşır ve bâkiyât, sâlihât sırasına girerler. Sâlihâta dönüşünce de, burada bir tohum iken ahirette semalara ser çekmiş ağaçlar gibi salkım-salkım meyveleriyle arz-ı endam ederler.

    Arzetmeye çalıştığımız bu hususlar, Kur’ân-ı Kerim’in bizim için vaz’ ettiği prensipler olarak en doğru yöntemi tayin eden hayatbahş hususlardır. Bunlar, sadece Kur’an’ın eczahane-i kübrası ve rasulü Ekrem (sav)in uğurlu, bereketli elleriyle ördüğü, temsil buyurduğu sistem içinde mevcuttur. Vahyin, Sünnetin ulvî sadasına kulak kesilip, onunla hayatbahş olmak ise tamamen bir nasip meselesidir.




  4. #14
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: çekirdekten çınara



    11. Merhametli Olmak


    Kur’ân-ı Kerim, Hz Eyyûp (as) misalinde olduğu gibi- insanların değişik problemler karşısında, Allah’ın rahîmiyetine sığınmaları gerektiğine işaret eder. Evet, O’nun Rahmâniyet ve Rahîmiyetine sığınmak; nefsimize, ailemize, sokağa saldığımız çocuklarımıza yakınlarımıza karşı hem O’nun rahmetinden bir istimdat hem de aczimizi, zaafımızı ilan sadedinde O’nun, herşeyin hakkından gelebileceğini bir itiraftır. Ayrıca merhamet aynı zamanda bir vesile-i merhamettir. Merhametli olunursa, Allah da merhamet eder. Bozulmalar, tefessüh etmeler karşısında duyarlı olunursa, O da bozulacak şeyleri korumaya alır.

    Rasulü Ekrem (sav) şöyle ferman eder: “Yerde bulunanlara merhamet edin ki Mele-i A’la’nın sakinleri de –veya Allah- size merhamet etsin” [5] (Tirmizi, Birr, 16; Ebu Davud, Edeb 58).

    Esas ölüm ve felaket, trafik kazaları, vs. meydana gelen felaketler, ölümler değildir. En büyük ölüm ve felaket, insanın özünü gaflete salması, duygusuzlaşması ve gönül dünyasında ölmesidir. Evet en büyük bela, evin içindeki yangını bilememe, çocuğun çürüyüp gitmesi karşısında duygusuz ve hissiz olmaktır.

    Anne-baba, evin içindeki manevi yangından habersiz iseler, bundan daha büyük talihsizlik, bundan daha büyük gaflet, bundan daha büyük dalalet olamaz. Böyleleri hallerine ne kadar ağlasalar yeridir ama, ağlamak için de yine gönül gerek.



    12. A’la-yı İlliyyîn-i İnsaniyet

    Ahlâkî sukût, en korkunç bir musibettir. Bu sebeple, Kur’ân’ın ahlâk prensiplerinin, bugünün bunalmış insanlarına karşı en önemli bir şifa kaynağı olduğunu düşünüyoruz.

    Kur’ân-ı Kerim: “Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına itiverdik.” (Tîn/4) buyurur.

    Bu ayet-i kerimeyi şöyle anlamak da mümkündür: Biz insanı önce ahsen-i takvime mazhar kıldık; sonra da onu esfel-i sâfiline ittik. Yani onu nefsiyle sürekli mücadele edeceği, arasıra düşse de çok defa iman ve amel-i salih cenahlarıyla uçup a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete (insanlığın en yüce mertebesine) çıkacağı bir vaziyete dûçar ettik.

    Bu ayet-i kerime bize kol kanat geriyor, kollarımızdan tutuyor, bizi a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çıkarıyor evet, düşmüşlükten, sukuttan, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan, acizlikten, beceriksizlikten a’lâ-yı illiyyîne çıkarıyor. Kur’ân’ın bu hususlarla alakalı ışıktan mesajlarını önümüzdeki bölümlerde arz etmeye çalışacağız.



  5. #15
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: çekirdekten çınara

    1. BÖLÜM

    EVLİLİK

    1. Aile Terbiyesi


    Bir önceki bölümde üzerinde ciddi ciddi düşünmemiz ve anlaşma sağlamamız gereken bir kısım hususları irdelemiştik. Herkesin mutlaka üzerinde durup düşünmesi çok elzem olan bu hususlara; “Umûmi ahval hakkında kanaatınız nedir? Etrafınızda cereyan eden hadisleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Kabul etmediğiniz gayr-i ahlâki davranışlara karşı tavrınız nedir? Bunlara nasıl karşı koymak istiyorsunuz?” gibi sorularla dikkatleri çekmeye çalışmıştık.

    Hâl-i âlemden memnun değilsek, bazı olumsuzluklar içimize bir mızrak gibi saplanıyorsa; bu ortamı hazırlayan, sonra da bütün bu şeylere vaziyet eden kimselerden hoşnut değilsek; çare ve önerilerimiz nelerdir?. Evet bütün bunları bilmemizde zaruret var.

    İnanan insanlar, namaz kılmayı ve onu hafife almayı, oruç tutmamayı ve onu sıkıntılı bulmayı, sokaklarda avare gezmeyi ve şuna-buna dalaşmayı –bazıları bunları hürriyetin gereği görseler de- lâahlakilik saymaktadırlar. Binaenaleyh biz Kur’ân-ı Kerim’in ışığı altında ve onun prensipleri çerçevesinde analiz ederek ahlaki, lâahlakiliği; terbiyeyi ve ondan ne anladığınızı ortaya koymaya çalışacağız.

    Ahlâkın en önemli esası inanç ve akîdedir. Ancak herşey, sadece akîdeden ibaret de değildir. Akîde eğer pratik hayatla, yani amelî aktivite ile takviye edilmez ve insan, inandığı şeylere gire bir çizgi takip etmezse, o inanç sadece bir kanaat olarak kalır. Bu durum ferdin ne şahsi hayatında ne de ailevi ve içtimai hayatında bir tesirinin olmadığı gibi yönlendirici de olamaz. Gerçi iman bir ışık ve kuvvet kaynağı, imansızlık bir zaaf, bir boşluktur ama, hakiki iman, gücünü amelle ortaya koyar. İnanmamış bir insanın toplumuna faydalı olduğu görülmemiştir; faydalı olanlar da o kadar nadirdir ki, sayıları parmakla gösterilecek kadar azdır denebilir. Mesela, biri inanmaz ama, iffetlidir. Temel kıstaslarımız açısından böyle zatlar faziletli sayılır mı sayılmaz mı bilemiyeceğim. Çünkü gerçek fazilet, imana ve muhasebe duygusuna dayalı olan fazilettir. Evet Allah’a, ahirete, kitaplara, haşre ve neşre, cennet ve cehenneme iman, hayatımızı biçime koyan ve ona melekler seviyesinde bir şekil veren, sonra düzenli yaşamamızı temin eden çok önemli unsurlardır.

    İnanılan bu hususların gereğini yerine getirmek çok hayâtîdir. Ahiret, dünyada var oluşun hesabını

    vermenin mahkemesi, burada bizi insan olarak yaratan ve en mükemmel biçime koyan Allah’a şükredip etmediğimizin hesap mahallidir. Dünyada yığın yığın zalim, nankör ve Cenab-ı Hakk’ı anlamamada, O’nun gözler önüne serip teşhir ettiği sanatlarını görmeme hususunda ısrar eden, hatta gözlerini kapayıp görülecek onca güzelliği görmezlikten gelen;binlerce renk, ses, desen, şive, nizam ve ahenge rağmen bir hayli de körler, sağırlar, kalbsizler var.. Allah, işte hem bunlar için hem de inananlar için haşr u neşir yapacak, cennetini, cehennemini hazırlayacak; iyi, faziletli, kalbî ve ruhî hayata açık, maâliyâta (yüceliklere) müştak hislerle yaşayan insanları, hesapları görüldükten sonra, bu dünyada nasıl “a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyet”e çıkmış, mükemmel, faziletli kimseler olarak yaşamışlarsa, ahirette de faziletli insanlara vadedilen cennetlerle serfiraz kılacaktır.

    Evet mümin, işte bunları düşünen ve hayatını ona göre tanzim eden insan demektir. Bu itibarla evvela, hem fertle hem de cemiyette akîde ‘inanç) çok sağlam olmalıdır ki, saptırılan değişik hisler karşısında imanın gücüyle istikamet korunabilsin. Bazen inanıyor bazen inanmıyor görüne fertlerin teşkil edecekleri ailede de, toplumda da hayır yoktur. Böyle bir cemiyette ve onların teşkil edeceği millette de hayır yoktur. İnsanlar evvela çok iyi inanmalıdırlar ki; dahası, yarına çıkacağına inancından daha kat’i bir şekilde dünyanın yarını olan ahirete gidileceğine inanmalıdırlar ki, Allah’a yakın, topluma da yararlı birer unsur haline gelebilsinler.

    Evet hemen her fert, çalışmadığı zaman aç kalacağı endişesini taşıdığı kadar; amel etmediği, iş yapmadığı ve pratikte inancını yaşamadığı zaman Allah’ın huzurunda ağır bir sorguya çekileceğine inanacak kadar sağlam bir akîdeye sahip olması çok önemlidir. Böyle bir imana sahip olan fert, bu kanaatın meydana getireceği bur kuvve-i ani’l-merkez (merkez kaç kuvveti) ile salih amellere yönelecek ve yüzünün akı ile Allah’ın huzuruna çıkabilmek için yüz defa yerlere yüz sürecektir.

    Böyle fertlerden meydana gelen aileler konusunu ayrı bir bölümde; ailenin çeşitli yönlerini, aile içinde yetişecek gençlerin, delikanlıların, küçüklerin, daha küçüklerin nasıl ahlâk-ı Kerim’den ayetler ve sünnetten bazı hadislerin ışığı altında ele alacağız.

    Evet ve mal dünyanın süsü, zinetidir. (Kehf/46) Değerlendirilebilirse, ahiretin de zâd-ı zahîresidir. Allah (cc), insanların gönüllerini bunlarla sevince, sürura ulaştırır. Bunları göze zinet, kalbe gıda yapar. İnsan bu zinetleri gördükçe, pratikte dünya mutluluğunu, ümitlerinde de ötelerin saadetini duyabilir. Ne var ki siz bu zinetleri eğer bâkîleştiremezseniz, mutlu olamazsınız; olsanız da buruk yaşarsınız.. evet evladınız, torununuz, dünyanız sizi rahatsız edebilir. Aksine fâni ve zâil olan bu şeyleri bâkileştirip kâinatın yaratıcısı adına bakıp gördüğünüz, O’nun yolunda ve O’nun istediği istikamette kullandığınız ve geliştirdiğiniz zaman, son zannedilen her noktanın bir başlangıç olduğunu göreceksiniz. Dünya hayatının hitâma erip kapanmasıyla biten bütün fâni ve zâil zinet, debdebe, ihtişam öbür âlemin açılmasıyla en mükemmel şeklinde bürünerek orada da devam edecektir.


  6. #16
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: çekirdekten çınara



    2. Yuvanın Önemi

    Bir millet ve bir toplumun mükemmeliyeti aileden, eşlerin elele verip kurdukları yuvadan başlar. Bu itibarla terbiye, yuvadan başlamalı ki kalıcı olsun. Yuva terbiye esasları üzerine kurulamamışsa, cemiyetin terbiyeli olması da düşünülemez. Hatta kusursuz bir talim ve terbiye politikası ideal insan yetiştirmede çok önemli olsa da, yuva, verdiği ve vereceği şeyler açısından hep önemini koruyacaktır.

    Yuvada ve hususiyle de, şuuraltı beslenme döneminde iyi beslenebilmiş dimağlar, ciddi muhalif rüzgarlara maruz kalmazlarsa, ileride bazı küçük tembihlerle şuuraltı müktesebatlarının kahramanları olarak karşımıza çıkıp bizi şaşırtabilirler. Evet yuvada başarı, umum hayatta başarının ilk merhalesidir.. ve bu merhale de sağlıklı bir izdivaca bağlıdır.


  7. #17
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: çekirdekten çınara

    3. Evliliğin Gayesi

    Aile, bazı yazarların anladığı gibi bir çocuk yapma fabrikası değildir; o, toplumun en hayâtî bir parçası ve milletin de ilk nûvesidir. Dolayısıyla da o, ne bir kuluçka makinası ne de cismânî arzuların tatmin vasıtasıdır. O, kutsal bir müessesedir. Kutsiyetin en belirgin çizgisi de nikahtır. Dî nî prensipler çerçevesinde, meşrû bir akitle çiftlerin bir araya gelmesine nikah denir ki; bu hedefi, gayesi belli bir anlaşmadır. Allah, nikah prensibleri için olmayan bir araya gelmelere “sifah” ve “zina” nazarıyla bakar.

    Din, “nikah” adı altında böyle meşrû bir birleşmeyi iyi bir milletin temeli, rüknü, esası kabul eder. Ancak, meşrû birleşmeler bile bir gayeye bağlıdırlar. Maksatsız, gayesiz, gelişigüzel evlilikler meşrû sınırları zorlayacağından bir Müslüman bu konuda oldukça hassastır. Evet, izdivaçdaki hedef, Allah’ı hoşnut ve Rasulullah’ı memnun edecek bir neslin yetiştirilmesi olmalıdır.

    Hedefi ve gayesi olmayan izdivaçlar, niyetsiz ameller gibi bereketsizdirler. Gaye olmayınca bazen dinine-diyanetine bakılmadan hiç tanınmayan birisiyle sırf boyuna posuna bakılarak evliliğe benzeyen bir araya gelmeler uhrevî derinliğinin olmaması yanında çok defa imtizaçlıklar ve geçimsizliklerle sonuçlanır. Hele bir de, Kur’ân’a inanan ve inanmayan, Rasulullah’ı (sav) tanıyan ve tanımayan iki kişi bir araya gelmişse.. evet, aileler arasında inanma ve inanmama açısından zıt düşünceler söz konusu ise, dînî, fikrî sürtüşmeler kaçınılmaz olur ve telafisi imkansız uyuşmazlıklar baş gösterir.

    “Gayeli izdivaç”, enine-boyuna düşünülerek, hissin yanında aklî-mantıkî olan izdivaçtır. Ve evlenmede “maksat” düşünülerek hareket edildiğinden ailede huzur vardır. Neticesi düşünülmeden ve bir gaye gözetilmeden yapılan evliliklerin neticesinde ise, değişik sıkıntılar söz konusudur. Böyle bir

    yuvada, aile fertleri sürekli huzursuzluk yaşarlar.

    Din, bir taraftan evlenmeyi meşrû kılıp onu teşvik ederken diğer taraftan da meseleyi gaye ile sınırlandırmaktadır. Zaten insanın her işinde ve davranışında bir gaye olmalıdır ki, teşebbüs ve atılımlarında da kararlı olabilsin ve o hedefe ulaşmaya çalışsın. Şayet o bir gaye gözetmiyorsa, mesaisini de tanzim edemez ve hiçbir zaman hedefe ulaşamaz. Buna “metot”, “usûl” ya da gayeyi nazara almanız itibariyle “finalite” de diyebilirsiniz. Şu bir gerçek ki, hareket ve davranışlarımızda gaye gözetmiyorsak, başarı şansımızı da büyük ölçüde kaybetmiş sayılırız.




  8. #18
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: çekirdekten çınara



    4. Evlenmenin Şartları

    Din, izdivaç konusuna, tahminlerin üstünde önem verir. Buna paralel olarak İslâm fıkıhçıları da “nikah”ı mühim bir mesele olarak ele almış, konuyla alakalı ciltlerle kitap yazmış ve hassasiyetle üzerinde durmuşlardır. İzdivaç veya nikah meselesini farz, vacip, sünnet, haram, mekruh kategorilerinde mütalaa etmiş ve biraz da şahısların özel durumuna ağlamışlardır. Bu, şu demektir: herkes gelişigüzel evlenemez; bir seviyeye gelen insan evlenme mecburiyetindedir; hatta bazı kimselerin evlenmesi vacip iken; bir başka vaziyetten ötürü bir diğerinin evlenmesi mekruhtur.

    Binaenaleyh, bunları hiç hesaba katmadan, sadece cismânî duyurum nazar-ı itibara alarak izdivaç yapan bir insanın, ileride cemiyete yararlı bir aile veya bir çocuk kazandıracağı da şüphelidir.

    İslâm Hukukçularından Hanefiler ve Malikiler bu konuda birbirlerine yakın sayılırlar; aradaki farklı düşünceler teferruata aittir. Bu büyük İslâm hukukçularının tespitleri ile arz edecek olursak, nikahla alakalı, ana hatlarıyla aşağıdaki gibi bir tasnif ortaya çıkar. [6] (Bkz: Vehbe Zuhayli, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, 9/28-31).



    a) Farz Olan Evlilik

    Zinaya düşme ve haram irtikab etme tehlikesi karşısında bulunan bir kimse, mihir ödemem gücüne ve ailesini geçindirecek kadar nafaka temin etme imkanına sahipse; hatta bazılarına göre oruç da tutamıyorsa onun evlenmesi farzdır.

    Yani harama düşmemek için evlenmek esastır ve haramla yüzyüze gelen birinin başvuracağı tek çare evlenme olmalıdır. Gayr-ı tabii yollarla izdivaçla savaş, tabiatla savaştır ve böyle bir savaşa kalkışanın yenik düşmesi de kaçınılmazdır.

    b) Vacip Olan Evlilik

    Şayet evlendiği takdirde mihir ödeme ve aileyi geçindirme gücüne sahip, haram irtikabı da söz konusu değil de sırf bir “endişe” olarak bahis mevzuu ise onun evlenmesi de vaciptir. Bu tevcih de yine bazı fakihlere aittir, umumun görüşü ve içtihadı değildir.

    c) Sünnet Olan Evlilik

    Herhangi bir tehlike söz konusu değil, evlenmeye de arzu ve rağbet varsa, kısaca böyle birinin evlenmesi de sünnettir.

    d) Haram Olan Evlilik

    Evlenmekle haram irtikab edecek; evini geçindirebilmek için gayr-i meşrû kazanç yollarına girecek, irtikap, ihtilas, rüşvet.. gibi muharremâtı irtikap edecekse, bu insanın evlenmesi de haram ve en azından mekruhtur. Zevcesine zulmedecek kadar dengesiz biri için de aynı mütalaayı serdedenler vardır.

    e) Mekruh Olan Evlilik

    Bazılarına göre harama girme, cevir ve zulümde bulunma kati değil de ihtimal dahilinde ise bu durumdaki birini evlenmesi de mekruhtur.

    f) Mübah Olan Evlilik

    Helalinden kazanan, zinaya düşme ihtimali bulunmayan, mihir verecek güce ve nafakaya da gücü yeten temkinli ve tedbirli birinin izdivacı da memduh veya mübahtır. Böyle birisi ister evlenir, isterse evlenmez.

    Bu hususlarla, izdivaçta dinin nasıl bir kısım gayeler takip ettiğini, evlenmenin basit, hissî bir mesele olmadığını göstermeye çalıştık. Şayet bu önemli iş, mantıkî, hissî boşluklara sebebiyet vermeyecek şekilde sağlam esaslara bağlanmazsa, mahkeme kapıları, dul ve sahipsiz kadınlar, ortada kalmış çocuklar.. kaçınılmaz sonuç olacaktır. Din, bütün bunların önüne ta baştan bir set koyarak, neticesi bu türlü olumsuzluklara müncer olan bir izdivacı inançla, kanaat-ı vicdaniye ile zabt u rabt altına alır; his ağırlıklı bir meselede akıl, mantık ve muhakeme yolunu öne çıkarır.

    Bizim burada, vurgulamak istediğimiz husus, evlenmenin çok ciddi bin müessese olduğu, onunla toplumun en önemli unsuru olan ailenin teşekkül ettirildiğinin vurgulanmasıdır. Bu itibarla evlilik düşünülürken ferdin cismâniyetiyle alakalı alelade bir durum olarak değil; bütün bir toplumun, hatta topyekun bir milletin saadetini alakadar eden dînî, millî ve alemşümûl bir mesele olarak düşünülmelidir. Bu konuda ferdin bedenî ve nefsânî durumunu alakadar eden hususa gelince, sadece bu gâye-i uzmâ’nın husule gelebilmesi için Allah (cc) tarafından insana lutfedilmiş bir prim ve bir hahşiştir. Tabir caizse, bu bir avans olarak değerlendirilmeli ve insanlık neslinin bekası, millî istikbâlimizi bayraklaştıracak yüksek karakterli fertlerin yetiştirilmesi gibi mühim hizmetin peşin mükafâtı olarak görülmelidir.

    Doğrusu İslâm dini, bu konuya olduğundan fazla önem vermektedir.

    Öyle ki, izdivaçta herşey, inceden inceye düşünülecek, bin türlü hesap yapılacak ve hiçbir yanlışlığa meydan vermeyecek şekilde hassas davranılacaktır.. davranılacaktır ki, kurulan yuva, yuva yıkımını netice veren sebeplere bina edilmesin.

    İmam Şafii (ra) diyor ki: Nikah, haddi zatında bir muamele, yani mübah bir iştir. Fakat haramdan kaçınmak için vacip olur. Aslında burada Şafii mezhebi de Hanefilerin mülahazalarına yakın bir görüş ortaya koymaktadır. İmam Ahmed b. Hanbel, geçimini temin edebilsin, edemesin; ailesini geçindirsin, geçindiremesin, mihir verebilsin, veremesin; zinaya düşme tehlikesi karşısında herkesin evlenmesinin farz olduğu görüşündedir. Esasen bu görüşler tedkik edildiğinde birbirlerine çok da uzak olmadıkları görülecektir.



    g) Delillerin Münakaşası

    1. Sünen’de, hasen derecedeki bir hadis-i şerifte Rasulü Ekrem (sav) şöyle buyurmaktadır: “Evleniniz, çoğalınız; ben kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” [7] (Abdürrezzak, Musannef, 6/173; Aclûnî, Keşfü’l-Hafa, 1/318,319).

    2. Başka bir hadis-i şeriflerinde de: “Velûd olan yani çok doğum yapabilecek kadınlarla izdivaç yapın” [8] (Ebu Davud, nikah, 3; Nesei, Nikah, 11). buyurmaktadır.

    3. Konuyla alakalı bir ayet-i kerimede de şöyle buyurulur:

    “Aranızdaki bekârları (hürlerle mümkün olmasa da) kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanlarla evlendiriniz. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lütfu) çok geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (Nûr/32)

    Nikah yapma imkanına sahip bulunmayan, yani infak edemeyen ya da mihir veremeyen, daha doğrusu bir aileyi geçindiremeyen kimseye gelince, Allahu Teala onu, fazlıyla zengin kılacağı ana kadar sabretmeli, iffetiyle yaşamalı ve harama girmemelidir.

    Bu son nas ve onun yorumları, diğer delillerle zahiren çatışıyor gibi gürünse de temel espri açısından aynı gerçeklerin vurgulandığında şüphe yok.

    Şöyle ki: “Evlenin, çoğalın, Zira ben, kıyamet günüde sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” ([9] ( Abdürrezzak, Müsannef, 6/173; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1/318,319). hadis-i şerifi, -mazmunu mahfuz- mefhum-u muhalifi ile şunları hatırlattığı söylenebilir. Rasulü Ekrem'in (sav) şayet izdivaçla iftihar edeceği bir nesil hedeflenmemişse, o izdivaç ya da çoğalmanın hiçbir anlamı yoktur. Evet terörizme ya da sefahete bulaşmış, başı secdesiz, vicdanı paslı, gözü kanlı bir nesil ile Rasulü Ekrem'i (sav)n iftihar etmeyeceği açıktır. O’nun, çoğalmasını istediği nesil, Allah indinde de makbul olan, O’nun rızasını kazanmaya teşne bulunan din-i mübini yaşayan ve yaşatan bir nesil olmalıdır. Kur’an-ı kerim, değişik nûrefşan beyanlarıyla bu mülahazaya en sağlam referanstır: “Servet ve oğullarınız, dünya hayatının süsüdür; ebediyet vaadeden iyi işler ise, Rabbinin nezdinde sevapça daha hayırlı, ümit bağlamaya da daha layıktır.” (Kehf/46) Evet işleriniz ahirete müteveccih ise siz rabbinizden, o da sizden hoşnut olacağı bir yola girmiş sayılırsınız.

    Bu mütalaa ile vardığımız sonuç şudur: Evlenmeden asıl hedef, Allah’ı ve Rasulü’nü hoşnud edecek bir neslin yetiştirilmesidir. Onun için mütedeyyin, milletine aşık, ailesine sımsıkı bağlı, çocuklarının terbiyesi üzerinde hassasiyetle duran kimseler ,değişik çarpık düşüncelere rağmen, yoluna ve usulüne uygun şekilde çocuk sahibi olma konusunda katiyen tereddüt etmemelidirler. Zira böyle bir neslin çoğalması ümmet-i Muhammed’in yüzünü güldürecektir.

    Buraya kadar serdedilen mülahazalarla alakalı Rasulü Ekrem'in (sav) gençlere yaptığı şu tavsiye de oldukça önemlidir.

    “Ey gençler topluluğu! İçinizden evlenme imkanına sahip bulunanlar evlensen. Evlenemeyenler ise oruç tutsun. Çünkü bu, harama karşı siperdir.” [10] (Buhari, Nikah, 2; Müslim, Nikah, 1,3; Sıyam, 43; İbni Mâce, Nikah, 1).

    Evvela oruç, umumi manada bir perhiz vafizesi görür. Mide ile beraber diğer beşerî duyguları da zabt u rabt altına alıp Allah’ın emrettiği istikamette kullanmayı kolaylaştırır.

    Sâniyen, izdivaç ciddi bir hadisedir.. ve insanın, düşünüp taşınmadan hemen karar verip yapmaya teşebbüs edeceği basit bir iş değildir. Akıl, mantık süzgecinden geçirilmeden aceleye getirilmiş evliliklerde huzursuzluk çokça görülen bir hadisedir. Huzursuz bir ailede yetişen çocukların, gerekli terbiyeyi alamayacakları, anneli-babalı, fakat yetim gibi büyüyecekleri, bazen de anneye-babaya hatta cemiyete düşman, hissiz, duygusuz yetişecekleri kaçınılmazdır.

    Çoğu Avrupa ülkeleri ve Amerika’da durum bu merkezdedir.

    Evet buralarda izdivaç ciddi bir mesele olarak ele alınmamakta ve gerekli disiplinler içinde gerçekleştirilmemektedir. Bu çok ciddi ve hayâtî hadise, insanların bazı ihtiyaçlarını karşılamaya matuf, yeme-içme-ıtrahta bulunma türünden bir vaka gibi algılanmakta, gaye çerçevesi daraltılmakta ve tamamen manasızlaştırılmaktadır. Bugünkü Avrupa, dünkü Roma’nın dolaştığı uçurumların kenarında dolaşmakta ve adım adım ölüme yaklaşmaktadır; yaklaşmaktadır zira ailenin bozulduğu, fertlerin dejenere olduğu hiçbir millet ayakta kalamamıştır.

    Kilise, bu problem karşısında ne düşünür, sosyal bilimciler ne derler, terbiyeciler ne düşünürler, bunları bilemeyeceğim. Bildiğim bir şey varsa o da, bu hissizlik, bu mantıksızlıkla malul toplumların uzun ömürlü olmayacağıdır.

    Merhum Kutub, konu ile ilgili bir izlenimini şöyle nakleder: “Ben Amerika’da onların dini hayatını tedkik esnasında enteresan şeylerle karşılaştım. Bir keresinde, kadın-erkek karmakarışık kiliseye girdiler, ibadetlerini yaptılar. Papaz dua ettikten sonra onları, dans edip, eğlenecekleri ve daha başka şeyler yapacakları bir başka salona aldı, ışıkları söndürdü. Onlar eğlenirken o da zevkten dört köşe oluyordu. Evet papaz onları kiliseye getirdim diye seviniyordu.”

    Oysa ki kiliseye gelmek gaye olmadığı gibi camiye gitmek hatta Kâbe’yi tavaf etmek Beytullah’ın etrafında dönmek de gaye değildir. Gaye, Allah’ı hoşnut etmek ve Allah’ın dediği yolda olmaktır.

    Hekim olan bir arkadaşım ihtisası münasebetiyle Amerika’ya gitmişti. Geldiğinde intibalarını şöyle anlattı:

    “Amerika’da bütün büyük şehirlerin merkezlerinde, kalabalık cadde ve çarşılarda bulunan kiliselere gidenlerin büyük çoğunluğu yaşlı, iki büklüm, oturduğu yerde uyuklayan kimselerdi. Acaba Amerika gençliği tamamen tefessüh mü etmiş? diye düşündüm.

    Sonra da Newyork’un dışında bir kiliseye gittim. Kilise bir tepenin başında bulunuyordu. Oraya vardığımda, gençlerin o kiliseye adeta aktığını, kadın-erkek herkesin oraya geldiğini gördüm. Kilisede papaz devamlı olarak onlara nasihat ediyordu; ama onların nasihata aldırdıkları yoktu. Herkes kendi keyfine bakıyordu. Kilisenin içinde bulunmaları kârdır diye, papaz onların her haline göz yumuyordu. Kimisi eroin, kimisi morfin kullanıyor, kimisi de daha başka işlerle meşgul oluyordu.”

    Bilmem ki bu şekilde kiliseye gelmenin ne faydası vardı? Evet eğer kiliseye gitmek, o insanı ruhânîleştirmiyor, onun insânî duygularını harekete geçirmiyor ve onu insanca yaşamaya sevkedemiyorsa, oraya gitmenin bir manası, bir gayesi de yok demektir.


  9. #19
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: çekirdekten çınara

    5. Evlilikte Fıtrat Prensipleri


    a) Her Hayrın Başı: Bismillah

    Bizim ölçülerimiz içinde yuva kurmayı başaran eşler çok mühim bir hadiseyi gerçekleştirmiş sayılırlar. Böyle bir yuva, yerinde bir ma’bed,yerinde bir mektep gibi vazife görür ve topyekün bir millete diriliş üfleyen bir “beytullah” hizmeti verir. Allah’ın vaz’ ettiği prensiplere bağlı bir kabil yuvalar bazen umum bir toplum için DNA vazifesi görmüştür.

    Burada bir noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum. Biz yemek yerken “Bismillahirrahmanirrahim ” deriz. Hatta bunu gönülden söylersek bereket hasıl olacağına inanırız. İçimizde iyi ananmış olanlar çok defa bu bereketi açıkça da müşahede etmişlerdir.

    Keza bizler, çok işlerimizde, şeytanın şerrinden Allah’a sığınır ve Cenab-ı Hakk’ın bizi korumasını dileriz. En mahrem meselelerimize kadar her hususta bu disiplinlere dikkat ederiz. Böyle bir istiâne ve istiâze sonucu dünyaya gelen çocuklarımızın iyi, salih olacağına ve neticeye şeytanın parmak karıştıramayacağını inanırız.

    Bu istiâne ve istiâzeyi yapmayan birinin, küçük bir görünen böyle bir ihmal sonucu başına öyle gâileler gelir ki, o, nereden geldiğini bilmez ama, onların altında ezilir gider. İnsan, bu konuda hiçbir noktayı ihmal etmemelidir. Yapmakla mükellef olduğunu büyük-küçük herşeyi yapmalı, tâbi tutulduğu imtihanın bütün şartlarını yerine getirmeli, dinin kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirirken fevkalade hassas ve titiz davranarak asla gaflete düşmemelidir.

    Bazen bir anlık fütur, tıpkı dümen ve direksiyondaki kimsenin küçük bir gafletinin sebebiyet verdiği bir âkibeti netice verebilir. Evet mümin, her an Allah’a dayanıp, Allah’a sığınmalıdır. En basit bir muamele gibi görünen nikahta dahi hep bu duygu ile hareket etmelidir. Nikah, Allah adına yapılır, Allah’a bağlanmadan yapılan nikahın bereket getireceği, hayra vesile olacağı düşünülemez. Evet nikah manevi bir bağdır; kerameti de Allah’la irtibatındadır.

    Bu itibarla nikah, Allah adına olacak ki, bereketli olsun. İçinde dua olacak ve Allah’ın vaz’ ettiği prensipler çerçevesinde gerçekleşecek hatta mihir söylenecek ki istikbal vaad etsin. Allah (cc) kendi adı anılan nikahı meymûn ve mübarek kılar. Böyle bir nikah, Allah’ın (cc) teminatı altındadır. İhtimal, istikbal vaad edicidir ve eşler arası imtizaca da vesiledir.

    Günümüzde eşlerarası çok sık şekilde boşanma hadiselerine şahit olunmakta ve evliliklerde ciddi bir bereketsizlik, uğursuzluk ve hayırsızlık görülmektedir. İşlerin Allah adına yapılmaması, gelişi güzel ve hedefsiz olması, herşeyin sırf şehevi hislerini tatmin esasına bağlanması ve bütün bütün insani değerlerin gözardı edilmesi Batı aile sistemini temelden sarstığı gibi bizi de ırgalamış sayılabilir. Umumi ahval onu göstermektedir. Cenab-ı Hak’dan inayet ola...



    b) Eş Seçme

    Evliliğe teşebbüs edecek kimsenin düşüneceği ilk husus, kendi duygu ve düşüncesine uygun bir eş araştırmaktır. Şimdilerde pek çok genç bu hayâtî işi sırf hisleriyle değerlendirmekte ve sokakta, çarşıda, pazarda tanıştığı biriyle hemen yuvayı kurmaya çalışmaktadır. “Nedir, ne değildir, evlenme ve yuva kurma mantığı nasıldır?..” gibi mülahazalar gözardı edilerek gerçekleştirilen izdivaçların bir felaket getireceği açıktır. Oysa ki, kendileri dışında konuya daha farklı bir gözle bakan, daha başka hesap ve kıstaslarla değerlendiren kimselerin reylerine, görüşlerine müracaat edilebilirdi ve yararlı da olurdu.

    Bazen böyle hissî bir mülahaza ile gerçekleştirilen bir evlilik, cennet köşesi telakki edilen yuvayı bir cehennem çukuruna çevirebilir. Bildiğimiz, tanıdığımız birçok insan vardır ki bunların dînî salâbeti, aşkı, heyecanı bizce müsellemdir ama, bu mevzudaki münasebetsizlikten ya da bir hesapsızlıktan bütün hane halkı derin bir bunalım içindedirler ve adeta kaos yaşamaktadırlar.

    Böyle bir ailede, çekişme ve sürtüşmelerin ardı arkası kesilmez. Erkek dinini yaşamak ister, kadın rahatsız olur. Bunun aksi de her zaman söz konusudur. Dolayısıyla da böyle bir ailede kadın ve erkek hiçbir zaman vahdet teşkil edemezler, yuvayı paylaşamazlar, aksine hep farklı kutuplar gibi yaşarlar. Böyle bir ailede birbirine zıt iki çeşit kitap, iki çeşit gazete okunur, iki çeşit hikaye anlatılır, iki çeşit aile toplantısı yapılır. Kadın bir şey ister erkek onu reddeder. Kadın din der, iman der, ahlak der; erkek bunları kavga vesilesi yapar. Böylece bu ailede dual bir hayat yaşanır; buna da yaşama denecekse!

    Bu çarpışma ve boğuşmada çocuklar bazan bir tarafa bağlanır, bazan da bu iki cephe arasında hissiz, duygusuz; cemiyete ve aileye düşman hale gelirler. Binaenaleyh, erkek veya kadın izdivaca adım atarken, bu konuyu çok iyi düşünmeli, gerekirse tecrübe sahipleriyle istişare etmeli ve tercih sebeblerini çok iyi belirlemelidirler.

    Rasulü Ekrem (sav), konuyla alakalı şöyle ferman eder.

    “Kadın dört şeyden dolayı alınır: Malı, soyu sopu, güzelliği ve dindarlığı; sen dindar olanını seç ki huzur bulasın.” [11] (Buhari, Nikah 15; Ebu Davud, Nikah 2; Nesei, Nikah, 13; İbni Mâce, Nikah, 6).

    Din, en önemli bir tercih sebebidir. Şayet biri cemal sahibi, diğeri de orta güzellikte ama dînî duygusu mükemmel iki aday söz konusu olursa, ahlâkî ve dî nî fâikiyet tercih sebebi olmalıdır. Evet aile hayatı, sadece dünyaya ait bir hayat değildir; o evlatlarla, torunlarla devam eden ve ahirette de beraberliği söz konusu olan bir hayattır. Aslında iyi bir yuva, dünyada cennet köşelerinden bir köşe olabilecekken, bazı yanlışlıklardan ötürü kabre çevrilmiş ve tabi ötelerin mutluluğuna götüren yolları da yıkıp harab etmiştir.

    Bu itibarla, müstakbel eşin dînî düşüncesine, ameline, özellikle de akîdesine mutlaka dikkat edilmelidir. Akîde hususunda bir yanlışlığı, bir inhirafı olan erkeğe kızını veren bir kimse meydana gelecek bütün olumsuzluklardan mesul sayılır. Aynı durum erkek için de söz konusudur. Hatta, erkeğin ciddi bir akîde problemi varsa, mesela temelden olumsuz demektir; zira nikahın geçerli olmasında iman temel bir rükündür. Allah’a inanmayan, dînî emerleri hafife alan bir insanın ciddi bir “iman” problemi vardır. Dolayısı da nikah akdinin varlığı için en önemli bir unsur yok demektir.

    Sadece makam, mevki, mansıb, para, maaş deyip kızını bu değerlere göre birine verenin dini de diyaneti de hafife aldığı açıktır.. ve böyleleri kazanma kuşağında kaybetmişlerdir. Bir kere izdivaçta öncelikle aranan husus dînî vasıftır. Dinin temeli akîdedir. Akîdesi olmayan bir kimseyle izdivaç hiçbir zaman gerçek manası ile bir izdivaç değildir; o, sadece bir araya gelmedir.

    Bu tespitlerimiz elbette ki dindarlar ve dinin kanunlarını, kıstaslarını kabul edenler içindir. Şunu bir kere daha belirtmeyelim ki, izdivaç, dünyevî uhrevî mutluluğun çok önemli bir dayanağıdır; böyle ciddi bir konuda yanlış yapan her iki dünyasını da karartmış olur.

    Herşeyden evvel çevrenizi, dînî duygularla iyi beslenememiş çoluk-çocuk, evlad-ı iyal sarmış ise, zaten işe vaziyet etmeniz çok müşkül olacaktır. Bir inayet eli, harikulâde kabilinden imdadınıza yetişir, sizin ihmallerinize, yanlışlarınıza terettüb eden çarpıklıkları düzeltirse ona, “Allah’ın inayeti” der ve devamını dileriz. Ne var ki, bu her zaman da böyle olmayabilir...



    C) İyi Evlat Yetiştirme

    Anne ve baba, iyi evlat yetiştirme konusunda mutlaka mutabakat sağlamalıdırlar. Çocuk yetiştirme kabiliyet ve istidatı olmayan, olsa da sorumluluk yüklenmeyen bir anne ve onların hiçbir problemiyle meşgul olmayan bir babanın vesayetindeki çocuklar anne ve babaları olsa da yetimdirler.

    Allah’ın, şefkat, merhamet, incelik ve hassasiyetle donattığı, donatıp çocuklarını yetiştirme konusunu tabiatının bir derinliği haline getirdiği anne, ruhundaki bu potansiyeli mutlaka onları hakiki insanlığa yükseltme istikametinde kullanmalıdır. Zaten o fıtratı itibariyle bir muallime, bir mürebbiye ve bir mürşidedir. Onun en önemli vazifesi çocuğunu yetiştirme olmalıdır. “Allah, anne ile çocuğunun arasına ayıranı kıyamet gününde sevdiklerinden ayırır.” [12] (Hâkim, Müstedrek, 2/55) hadisi de annenin çok terbiyesindeki müstesna rolünü gayet net bir şekilde ortay koymaktadır.

    Anne, donanımının gereğini yerine getirirken baba da hilkat ve konumunun icabı daima temkinli, dirayetli, kiyasetli ve dikkatli olması gerekmektedir. O siyasetle, memuriyetle, ticaretle, ziraatla meşgul olur ve biraz da tabiatının gereği ailedeki ayrı bir boşluğu doldurur. Evet o, gücü, mukavemeti ve farklı yapısıyla ayrı işlere namzettir. Zaten kadimden beri o hep hususi bir sorumluluğun insanı olagelmiştir. Ormandan ağaç kesmeden alın da, sapan sürmeye, arpa, buğday ekip biçmeden inşaatlardaki ya da fabrikalardaki bütün ağır işlere kadar herşey ona bağlı devam edegelmiştir. Böyle ağır işlere, bedeniyle, iradesiyle mukavemet edebilecek erkek bence yerini korumalı, kadın işleriyle kadınlaşmamalı ve kadını da takatını aşkın ağır işlerle uğraştırmamalıdır.


    Ayrıca erkek, bir mukavemet âbidesidir ama, bir şefkat kahramanı değildir. Şefkat, annenin en önemli derinliğidir; o, 9 ay karnında gezdirir çocuğunu. Dünyaya getirir yüz zahmetiyle, bakar büyütür bin meşakkatiyle. Gece inlediği zaman hemen kalkıp imdadına koşar.. ağladığında da bağrına basar. Tabiatından kaynaklanan bir iştiyak ve insiyakla onu yaşatmak için yaşar. İşte bir tarafta kadın diğer tarafta da erkek, teşkil ettikleri aile vahdetiyle cennet saraylarını hatırlatan öyle bir yuva kurarlar ki bu yuvanın çehresinde öteleri temaşa edebilirler.

    Batı’da erkek bir dairede, kadın da bir dairede çalışır. Bu durumda çocuklar ya başkasının yanında ya da çocuk kreşlerindedir.. evet erkek ve kadın da çalışınca, çocuklar belli ölçüde de olsa yanlızlığa, sahipsizliğe terkedilirler. Sonra bu insanlar kendi kendilerine şöyle teselli olurlar: “Orada çok şefkatli, bilgili kimseler var. Çocuklara bizden daha iyi bakıyorlar.” Oysa ki çocuğun, bütün bunların ötesinde istediği daha başka şeyler de var.

    Kreşte çocuğun elbisesini yıkayabilirler.. yemeğini vaktinde yedirebilirler, teneffüs etmek istediğinde dışarıya çıkarıp gezdirebilir ya da lunaparklarda elinden tutup dolaştırabilirler; ama bunu yapanlar hiçbir azman çocuğun annesi, babası olamaz, onun en çok muhtaç olduğu şefkati ona veremezler. Şefkat, çocuğun, annesinin yüzünde okuduğu, sinesinde bulduğu, babasının kucağında hissettiği cibilli alakadır. Bunu vermedikleri takdirde onu başka hiçbir fantaziyle tatmin edemezler.

    Böyle eğitim yuvaları veya kreşlere terkedilen çocuklar bir yana, çıraklık devresinde bir ustaya veya kalfaya teslim edilen çocukları ele alalım; eğer bu usta ve kalfa şefkatten uzak ve biraz da haşin ise, mütemadiyen huşûnet gören bu çocuklar, zamanla öylesine duygusuz, öylesine katı ve öylesine merhametsiz yetişirler ki; yabancılar şöyle dursun, annelerine babalarına karşı dahi kaba davranmadan geri durmazlar. Böyle sert insanların, çıraklık devresinde, o masum çocukların mülayim ruhlarında icra ettiği menfi tesir bu ölçüde olumsuz neticeler tevlid ederse, daha dünyaya gelir gelmez götürüp yabancı kucaklara teslim ettiğimiz çocuklar, o yabancı nazarlar altında ne hal alacaklarını kestirmek zor olmasa gerek.

    Her zaman kendisini bize Rahmân ve Rahîm olarak tanıtan, Kur’an-ı Kerim’de tam yüz on dört defa “Bismillahirrahmanirrahim ” kelam-ı mübecceli içinde Rahmâniyet ve Rahîmiyetini anlatan Allah, bu mübarek isim ve sıfatlarıyla annede tecelli etmiş gibidir. Evet Allah’ın (cc) Rahmâniyet ve Rahîmiyetiyle bir haneye tecellisi, annenin binbir ihtimamla çocuklarının üzerine eğilmesi ve onları görüp gözetmesi şeklinde mütalaa edebiliriz. Böyle bir mazhariyet dünyada hiçbir şeyle değiştirilemeyecek kadar yüce olduğunda şûphe yoktur.

    Ahlak ve terbiye konusunda çocukların eğitimleri ikinci dereceden bir hedef sayılabilir. Gerçi bir dönemde üniversitede eğitim gören, hatta yüksek lisans ve doktora yapan, ama terör odaklarının eline düşmüş bazı gençler oldu ve anneyi babayı ağlatan, onların ciğerini dağlayan merhametsiz, duygusuz nesiller yetişti; ancak bunlar birer istisna idi ve okumanın, okutmanın aleyhinde delil teşkil edecek şeyler değildi. Kimse evladını, bir kurşunla vurulsun ya da toplumun huzurunu kaçırsın diye yetiştirmez; yetiştirmez ama bazan onların hiç beklenmedik cereyanlara kapılıp gitmelerini de önleyemez. İşte ister böyle sürpriz olumsuzluklar, ister muhtemel tehlikeler karşısında anne-baba her zaman yuvayı bir koruyucu sera gibi kullanmalı ve çocuklarının zâyi olmasına fırsat vermemelidirler.

    Sonuç olarak diyebiliriz ki, anne-baba, hisli, şuurlu, vatanına milletine, dinine sımsıkı bağlı bir neslin yetişmesi için gerekli olan herşeyi yapmalı ve onun aklî, kalbî, hissî, mantıkî boşluk yaşamasına fırsat vermemelidirler. Anne-baba dindar, Kur’ân’a bağlı, İslâm’ı bilen kimseler ise çocuklar da –inşaallahu teala- şuurlu yetişecek ve milletlerinin ikbal yıldızını parlatacaklardır.

    6. Annenin Yüksek Fazileti

    Anne esasen bir milleti yetiştiren ailenin en önemli unsurudur. O, İslâm nazarında o kadar mukaddestir ki, Allah Rasulü (sav): “Cennet, annelerin ayakları altındadır” [13] (Aclûni, Keşfü’l-hafâ, 1/335; ayrıca bkz; Nesei, Cihad, 6; İbni Mâce, Cihad, 12). buyurur.

    Öyledir, zira anne bir milleti yoğuran mukaddes bir el ve toplumun ilk hücresini teşkil eden yuvanın da kurucusudur; içinde cıvıl cıvıl ocukların etrafa saadet ve neş’e aksettirdikleri bir yuvanın kurucusu...

    Bu yönüyle İslam, anneye öyle yüce bir pâye verir ki, bunun ötesinde ona yeni pâyeler vermeye kalkışmak, o mukaddes varlığı hoyratlaştırmak onun başında zeberced kakmalı tacı alıp yerine cam parçalarıyla süslenmeye çalışılmış bir külah geçirmek gibi olur. kadını ve erkeği yatan Allah (cc), onların kâmet-i kıymetlerine göre onları teçhiz buyurmuş ve istidatları açısından da verdiğini vermiştir. Kadın maddeten zayıf ve nahiftir. Kadın hadiselerden daha çabuk etkilenir. İşte bu tabiattaki birini, yaratılışına mülaim gelen işlerden uzaklaştırarak onun incelik, zerafet ve saygınlığıyla telif edilemeyen işlerde istihdam etme açıktan açığa ona bir zulümdür.

    Aslında kadın dediğimiz bu nazik varlık öyle şeylerle teçhiz edilmiştir ki, o yönüyle fersah fersah erkeğin önündedir. O bir şefkat kahramanıdır; evlatları uğrunda öyle titrer ki bu konuda erkekle yarışsalar, erkek sınıfta kalır. Bu sadece insanlık alemine mahsus da değildir; tavuğun bütün sermayesi kendi hayatı olduğu halde, yavrusunu köpeğin ağzından kurtarmak için çok defa kendini feda eder. İşte bütün canlılarda yavrularına karşı, Allah tarafından verilen bu engin şefkat duygusu, anneler için öyle mualla bir sermayedir ki, bunu onun elinden alıp da ona hangi pâyeyi verirseniz veriniz, Allah’ın verdiğinin yanında çok sönük kalacaktır.

    Herşeye mahrûtî bakıp geçtiğimiz bu bölümde, yuvanın nasıl kurulması gerektiği konusunda bir fikir vermeye çalıştık. Akîde, İslâm’ın pratik yönü, eşlerin dini-diyaneti, mesai taksimi, yardımlaşma ve çocukların iyi yetiştirilmesi konuları üzerinde durduk; ve Rasulü Ekrem’in iftihar edeceği bir ümmet olma gibi hassas konulara vurgulama yapıp geçtik. Önümüzdeki bölümde aile çerçevesi üzerde durmak istiyoruz.

  10. #20
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: çekirdekten çınara

    2. BÖLÜM

    AİLE

    1. Nasıl Bir Aile?


    Bir önceki bölümde cemiyetin en mühim rükünlerinden biri olan aile veya yuvanın dînî prensiplere bağlılığı üzerinde durmuş ve her şeyin en mükemmel şekilde gerçekleştirilebilmesini, mükemmel bir plâna bağlayarak, bu fevkalade önemli işin daha düşünce safhasında iken ciddiyetle ele alınması gerektiğini hatırlatıp geçmiştik. Evet herhangi bir iş plân safhasında iken ciddiyetle ele alınmaz ve sağlam bir mantığa hasında iken ciddiyetle ele alınmaz ve sağlam bir mantığa bağlanmazsa daha sonraki dönemlerde altından kalkamayacağımız problemlere sebebiyet verebilir. Şayet bir bina yaptırırken ihtiyaç ve estetiği ile bir plâna bağlanmamışsa; sonradan “boz-yap”lardan başımızı kaldıramayız.

    Aile, cemiyetin en önemli rüknüdür. Bu rüknün sağlamlığı millet ve devletin de sağlamlığı demektir. Öyleyse milletin ve devletin bu temel rüknü katiyen projesiz ve plânsız bırakılmamalıdır. Zira bu konuda bir ihmal topyekün millet adına bir ihmal sayılır. Onun için biz aile üzerinde ciddiyetle durulması lazım geldiğine inanıyor ve bunu herşey sayıyoruz.. ve meşrû olmayan bir araya gelmelerden toplumun yara alacağı inancımızı bir kere daha vurgulamak istiyoruz.

    Evet hevesler, keyifler, ihtiraslar, kıskançlıklar üzerine bina edilen hedefsiz bir yuva istikbal vadetmeyeceği gibi millet bünyesinde de potansiyel bir olumsuzluk unsuru olarak kalacaktır. Böyle bir yuva ihtimal; sürekli sokak serserisi yetiştirecektir. Zira o kurulurken yümn ve bereket getireceği hesap ve plânıyla kurulmamıştır. Biz bu plâna nikah diyoruz ve nikaha giden yolda nefsânîlik ve heveslerin bir yana bırakılarak mantığın, fikrin ve kalbin hakim olması gerektiğini düşünüyoruz ve yine böyle bir izdivaçta dînî duygu, dînî düşüncenin esas alınmasının çok yararlı olacağına inanıyoruz. Kadın ve erkeğin Allah’la münasebeti yoksa, onlardan meydana gelecek çocukların da şuurlu, hisli, dengeli, düzenli ve sorumluluk duygusu taşıyabileceklerine ihtimal verilemez. Eğer, herşeye rağmen iyi neticeler elde edilirse –ki edilmesi çok zordur- onu da Cenab-ı Hak’ın fevkaladeden bir ihsanı sayar ve minnetle iki büklüm oluruz.

    Aslında yaşadığımız şu kevn ü fesad içinde her şey, bir sebebe bağlıdır. Sebepleri gözeterek takip ettiğimiz konuları –Allah’ın tevfik ve inayetiyle- çok defa düşündüğümüz tarzda elde edebiliriz. Teşebbüs ve değişik mualecelerimizi sebepleri, görmezlikten gelerek ele aldığımızda sonuç hiç de arzu edilen şekilde olmayabilir. Bu itibarla eğer haybet ve hüsrana düşmek istemiyorsak, her meselede, sebepleri, mukaddimeleri, kemal-i dikkatle ele alacak, ondan sonra Cenab-ı Hak’ın lütfuna, inayetine güvenerek sonuçların sıhhatli olmasını da sadece ve sadece O’ndan bekleyeceğiz.. evet, karar verirken Allah’a güven tam olmalı ama bu noktaya kadar da fiilî dua mahiyetindeki davranışlarda, sebeplere tevessülde kusur edilmemelidir. “Esbaba tevessül mâni-i tevekkül değildir” sözü bunu anlatır ve aynı zamanda İslâmî bir kuraldır. Biz aile gibi ciddi bir müessesenin kuruluşunda da bu prensiplere riayet etmenin gerekli olduğuna inanıyoruz.

    Ailenin bu şekilde kurulması mevzuu benimsendikten sonra mükemmel nesiller elde etme konusundaki prensipler de bir şey ifade edecektir. Ama meselenin temelinde bir bozukluk varsa, daha sonraki mualecelerin tesiri de o nispette azalacaktır. Temelinde yümn ve bereket olan bir ailede; yani mazbut kadın, mazbut erkek, müslim kadın, müslim erkek; mümin kadın, mümin erkek; sorumluluklarını yerine getiren kadın-getiren erkeğin bir araya geldiği bir yuvada herşey yerli yerindedir ve bu yuva cennet köşelerinden bir köşedir. Zannediyorum böyle bir çatı altında meydana gelen o yavruların cıvıl cıvıl bağırıp çağırmaları dahi Allah nezdinde meleğin tesbihi gibi mukaddestir ve dua mesabesindedir.

    Kur’ân-ı Kirim, mesut bir cemaatı, kadınıyla erkeğiyle ele alırken –ki, yukarıda onun bir-iki mübarek cümlesini iktibas etmiştik konuyu şöyle resmeder: “Müslüman erkekler, Müslüman kadınlar; mümin erkekler, mûmin kadınlar; taata devam eden erkekler, taata devam eden kadınlar; doğru (sözlü) erkekler, doğru (sözlü) kadınlar; sabreden erkekler, sabreden kadınlar; mütevazi erkekler, mütevazi kadınlar; sadaka veren erkekler, sadaka veren kadınlar; oruç tutan erkekler, oruç tutan kadınlar; ırzlarını koruyan erkekler, (ırzlarını) koruyan kadınlar; Allah’ı çok zikreden erkekler, zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için hem bir mağfiret hem de büyük bir mükâfât hazırlamıştır.” (Ahzab/35)

    Bu erkek ve kadılar, milletin en küçük hücresi olan ailede mümin ve müslim olarak bir araya gelmiş, Allah’a güvenmiş, gönülden O’na yönelmiş ve Allah maiyetine ermiş, ibadet ü taat içinde hayatlarını geçirmektedirler.

    Evet sözlerinde, davranışlarında sadık olan erkekler, sadık olan kadınların ne ağızlarından çıkan sözler davranışlarını yalanlamakta, ne de davranışları ağızlarından çıkan sözlerine ters düşmektedir. Öyleki onların teşkil ettiği yuvanın içinde hilaf-ı vâki hiçbir şeye rastlanmaz. O evde her şey doğru, olduğu gibi görünmekte; dolayısıyla da bir insan, endam aynasının karşısında kendisine çeki düzen verdiği gibi, çocuk da bu evdeki sıdk (doğruluk) tabloları karşısında hep kendisine çeki düzen verecek, hilâf-ı vâki her hangi bir beyana ve ters sayılabilecek herhangi bir davranışa şahit olmayacaktır. O evde meydana gelen her şey doğrudur. Çünkü o evde sâdık ve sâdıkalar vardır.

    Sabreden kadınlar, sabreden erkekler, ibadet ü taatın ağırlığına, başlarına gelen musibetlerin amansızlığına karşı dişlerini sıkıp dayananlar, günahlar karşısında kararlı davranıp iffetlerini koruyanlar, masiyete girmeyi cehenneme girmeye eş kabul edenler kullandıkları hal diliyle, bütün çevrelerinin yanında, çocuklar üzerinde dahi öyle müessir olacaklardır ki, zannediyorum dilleriyle anlatacakları herşey böyle bir beyanın yanında sönük kalacaktır.

    İçleri Allah’a karşı saygıyla dolup taşan, her zaman haşyetle tir tir titreyen, ciddi bir hayatın ve müthiş bir âkıbetin kendilerini beklediği düşüncesiyle mükellefiyetlerini en iyi şekilde yaşamaya çalışan, hayatlarının her lahzasında yolun sonuna ekip de, “ahirete gel” davetini bekleyen haşyet ve saygının tüllendiği böyle bir evde çocuğun göreceği şey de hep ciddiyet, vakar, hassasiyet ve titizlik olacaktır. Böyle bir ailede çocuklar, yüzlerde yumuşak bir endişe ve onu takip eden bir tatlılık, Allah ululuğunun mehâbeti ve cennet ümidinin yüzlere hasıl ettiği neşeyi içiçe görecek; rahat fakat temkinli; mutlu ama ufuklu; zevk u sefa içinde fakat istikbalin insanları olarak neşet edeceklerdir.

    Bir evde iyiliğe açık sadaka veren erkek ve sadaka veren kadın bulunmalıdır; bulunmalıdır ki, çocuklarında cömertlik ruhu gelişebilsin. Evet önce biz cömert olmalıyız ki onlar da olsunlar. Fakir, şöyle bir hadiseye şahit olmuştum: Sürekli kadın, efendisinden, efendi de hamından gizli sadaka veriyordu. Karşı karşıya geldikleri zaman birbirlerine ne diyor, nasıl düşünüyorlardı bilemem!? Ama bir şey varsa o da bunlardan biri mütesaddık (sadaka veren erkek), öbürü de mütesaddıka (sadaka veren kadın)dı.. ve bu ailede neş’et edecek çocuklar mütesaddık ve mütesaddıka olmaya namzet idiler.

    Allah’ın emrettiği oruç disiplinini yerine getiren kadın ve erkekten meydana gelen aile, bundan da meydana gelen cemiyet ve millet huzur ve emniyetin başka bir buuduna adaydır.

    Bütün bu sıfatlarının yanında bu insanlar, ırz ve namuslarını koruma, iffetlerine toz kondurmama konusunda da fevkalade hassastırlar. Yaşarlarsa dinleri, namusları için yaşarlar. İşte dünya ve ahirette mesut olanlar da bunlardır. Kur’ân-ı Kerim’in kadın ve erkeği müşterek ele alarak, bu iki varlıkla örgülediği yapı kaneviçesini bulmuşsa yapıların en mukaddesidir. Bu iki rükünden meydana gelen ailede, mili ruh meltemleri esiyorsa, onların evlatlarında, torunlarında da aynı esintiler hissedilecektir. Bu havanın bütün aile fertlerinde, yeni toplumun hücrelerinde devamı nispetinde içtimai salah söz konusudur. Aksine bütün beklentiler bir kuruntu olur.


Sayfa 2/9 İlkİlk 1234 ... SonSon

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •