3 sonuçtan 1 ile 3 arası

Konu: TevekkÜl etmek nasil olur?

    Share
  1. #1
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart TevekkÜl etmek nasil olur?

    Dinde bulunan her makâm, üç esâsa dayanır: İlm, hâl ve amel. Tevekkülün ne olduğunu bildirdik ve hâlini de anlatdık. Şimdi amelini, nasıl tevekkül edileceğini bildireceğiz. Çok kimse, tevekkülü, her işi oluruna bırakıp, ihtiyârı ile birşeyi yapmamak, para kazanmak için uğraşmamak, tesarruf yapmamak, yılandan, arslandan, zehrden sakınmamak, hasta olunca ilâc içmemek, dîni, islâmiyyeti öğrenmemek, din düşmanlarından sakınmamak sanır. [Din câhilleri, tevekküle, kanâ�at etmeğe, böyle ma�nâ vererek, islâmiyyet tenbellikdir. Din afyondur, diyor. İslâmiyyete hücûm ediyorlar. Gençleri aldatmağa, dinsiz, îmânsız yapmağa uğraşıyorlar. İslâmiyyete alçakca iftirâ ediyorlar.] Tevekkülü böyle düşünmek yanlışdır. İslâmiyyete uygun değildir. Hâlbuki, tevekkül, islâmiyyetin emr etdiği şeydir. İslâmiyyete uygun olmıyan şeyler, nasıl tevekkül olabilir?
    İhtiyârî, ya�nî istiyerek yapılan hareketlerde ve para, mal kazanmakda ve mevcûd parayı, malı tesarruf etmekde, zararlardan sakınmakda ve derdleri, hastaları tedâvî etmekde, ayrı ayrı tevekkül vardır. Bu dört tevekkülü sıra ile bildirelim:
    1 � Mal kazanmakda, fâideli şeyleri almakda tevekkül:
    Burada, bekârların, yalnız yaşıyanların tevekkülü ile evlilerin, bakacak kimsesi bulunanların tevekkülü birbirine benzemez.
    Bakacak kimsesi olmıyanların, mal kazanmasında, ihtiyâclarını gidermesinde tevekkül, sebeblere göre üç kısmdır:
    I � Birinci kısm sebebler: Allahü teâlânın birşeyi yaratması için [Yaratmak, hiç yokdan var etmek veyâ mevcûd şeyleri, fizik, şimik, fizyolojik veyâ metafizik kanûnlarla, bir şeklden başka hâssalı şekllere çevirmek demekdir], arada bulundurması, âdet-i ilâhiyyesi olan sebeblerdir. Bu sebebler, tecribe ile anlaşılır. Böyle sebeblere yapışmamak, tevekkül değil, delilik, ahmaklık olur. Meselâ, aç iken, birşey yimeyip, Allah isterse beni yimeden doyurur veyâ ben elimi sürmeden ekmeği, yemeği ağzıma gönderir demek ve nikâh etmeden, evlenmeden, bana çocuk verir demek, tevekkül değil, abdallıkdır. Tecribe ile anlaşılan, sebeblere bağlı işlerde tevekkül, sebebi bırakmak değildir. İlm ile ve hâl ile tevekkül etmekdir. İlm ile tevekkül, açlıkdan kurtulmak için sebebleri, ya�nî eli, ağzı, dişi, mi�deyi, hazm [sindirim] sebeblerini, yemekleri, ekmeği, fizyolojik hareketleri, hep Allahü teâlâ yaratmış olduğunu bilmekdir. Hâl ile tevekkül, kalbin, Allahü teâlânın ihsânına güvenmesi, yimeğe, ele, ağıza, sıhhate güvenmemesidir. El, bir ânda felc olabilir. İnsan birgün, hazm hastalıklarına tutulabilir. Yemek, fâideli olmıyabilir. O hâlde, gıdânın yaratılmasında ve önüne gelmesinde, hazm edilmesinde kendi hareketine, kuvvetine değil, Allahü teâlânın fazlına, iyiliğine güvenmelidir.
    II � İkinci kısm sebebler: Te�sîri yüzde yüz olmayan, fekat çok def�a lâzım olan sebeblerdir. Böyle sebebleri terk etmek de, tevekkül değildir. Meselâ, yola giderken yiyecek ve içeceği berâber almak, çok zemân fâideli ise de, ba�zan böyle sebeblere lüzûm kalmaz. Böyle sebeblere yapışmak, Peygamberimizin �sallallahü aleyhi ve sellem� sünneti ve âlimlerimizin âdeti idi. Tevekkül bu sebeblere güvenmemekdir ki, ba�zan fâideleri olmaz. Sebebleri yaratana ve gönderene güvenmelidir. Böyle sebebleri bırakmak günâh değildir. Tevekkülün çok olmasındandır. Demek ki, yimemek, içmemek günâhdır. Yolcunun yiyecek taşımaması günâh değildir. Fekat, günâh olmaması için iki şart vardır: Birkaç gün açlığa dayanabilecek kadar kuvvetli olması ve yolda bulunan şeyleri yimeğe alışık olmasıdır. İbrâhîm-i Havvâs �kuddise sirruh� tevekkül sâhibi idi. Uzak yolculukda, yiyecek almaz, fekat iğne, çakı, ip, kova alırdı. Çünki bunlar, yüzde yüz te�sîr eden, ya�nî her zemân fâidesi olan sebeblerdir. Çünki çölde, kuyudan su, ipsiz ve kovasız çıkmaz. Elbise yırtılınca iğnenin işini, başka birşey yapamaz. Tekrâr bildirelim ki, te�sîri kat�î olmıyan sebebleri de terk etmek tevekkül değildir. Sebebe yapışmak ve sebebe değil, Allahü teâlâya güvenmek tevekküldür. Demek ki, şehrlerden uzak, bir mağarada oturup tevekkül ediyorum demek harâmdır. Kendini ölüme atmak demekdir. Allahü teâlânın âdetine, kanûnuna karşı gelmek demekdir. Böyle kimsenin hâli, bir kimseye benzer ki, avukat tutar ve avukatının âdeti, dosyayı, kâğıdları okumadan mahkemeye gitmez olduğunu bildiği hâlde, dosyayı avukata vermeden, avukata tevekkül eder. Vaktîle bir kimse, zâhid olmak, dünyâdan el çekmek ister. Dağda bir mağaraya girip, tevekkül eder, rızk bekler. Günler geçdiği hâlde, birşey gelmez. Açlıkdan öleceği sırada, Allahü teâlâ, o zemânın Peygamberine �aleyhissalâtü vesselâm� emr eder ki, git, o ahmak adama söyle! Şehre girip insanlar arasına karışmazsa, onu açlıkdan öldürürüm. O, benim âdetimi bozmak mı istiyor? Peygamber haber verince, şehre gelir. Şehrde, her tarafdan birşey getirilir. (Kullarımın rızkını, doğrudan doğruya göndermeyip, kullarımın eli ile, onlara göndermeği severim) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Bir kimsenin, şehrde saklanıp veyâ evinde kapanarak, tevekkül etmesi harâmdır. Kat�î olan sebebleri bırakmak câiz değildir. Şehrde, evin kapısını kapamaz veyâ gelenlere açarsa, tevekkül etmiş olursa da, aklı kapıda olmamak, birşey getiren var mı diye düşünmemek lâzımdır. Kalbi Allahü teâlâ ile olmalı. İbâdet ile meşgûl olmalıdır. Hiçbir sebeb görünmese de, rızkın kesilmiyeceğini iyi bilmelidir. İnsan, rızkından kaçarsa, rızkı onu kovalar demişlerdir ki doğrudur. Bir kimse, cenâb-ı Hakka, yâ Rabbî! Bana rızk verme diye düâ etse, Allahü teâlâ buyurur ki, (Ey câhil! Seni yaratdım. Rızkını vermez miyim?). O hâlde, tevekkül etmek, sebeblere yapışmak, fekat sebeblere değil, sebebleri yaratana güvenmek demekdir. Herkes, Allahü teâlânın rızkını yimekdedir. Fekat, bir kısmı dilencilik zilletini, aşağılığını çekerek, bir kısmı da [meselâ esnâf, tüccâr] beklemek sıkıntısını çekerek, ba�zıları da [san�at sâhibleri, işçiler] yorularak, bir kısmı ise [meselâ ilm adamları], izzet ile, râhatca, Allahü teâlâdan başka, kimseden beklemeden yiyorlar.
    III � Üçüncü kısm sebebler: Te�sîri kat�î olmadığı gibi, her vakt lâzım olmıyan ve düşünerek, arayarak ele geçirilebilen sebeblerdir ki, böyle sebeblerle para kazanmak, fal ile, efsûn ile, dağlamak ile, hasta tedâvî etmeğe benzer ki, Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem�, tevekkülü anlatırken, (Tevekkül edenler, falcılık, efsûn ve dağlamak ile hastalığı tedâvî etmez!) buyurdu. Yoksa, (Tevekkül edenler, çalışmaz, şehrde yaşamaz, dağlara gider) demedi.
    Sebeblere yapışmakda, tevekkül üç mertebedir:
    a) Tevekkülün yüksek mertebesinde olan bekâr bir kimse, kul hakkı altında kalmamak için şehrden uzak yaşar. Yanına birşey almaz. Acıkdığı zemân, eline geçeni yir. Yiyecek bulamazsa, aç ölmekden korkmaz. Açlıkdan ölecek olursa, bunu kendisi için hayrlı bilir. Çünki, yanına yiyecek alan yolcunun, yolda soyulması, hattâ öldürülmesi de çok olmuşdur. Bundan sakınmak ise, vâcib değildir.
    b) İkinci mertebede olan, para kazanmaz. Fekat, şehrleri terk etmez. Câmi�lerde ibâdet eder. Kimseden birşey beklemez. Allahü teâlâdan bekler. [İstemeden gelen hediyyeyi kabûl etmenin tevekküle mâni� olmadığı, ikinci kısmın kırkıncı madde sonunda yazılıdır.]
    c) Üçüncü mertebede olan, para kazanmak için çalışır. Fekat, her hareketinde ahkâm-ı islâmiyyeyi, sünneti gözetir. Hîle yapmakdan, ince sebebler aramakdan, ticâret bilgileri ile uğraşmakdan sakınır. Bunlardan sakınmıyan kimse, üçüncü kısm sebeblere dalmış olup, tevekkül etmiş olmaz.
    Tevekkül etmek, çalışmamak demek değildir. Çünki Ebû Bekr �radıyallahü anh�, her işinde tevekkül sâhibi idi. Halîfe seçildiği zemân, çarşıda kumaş satıyordu. (Yâ Halîfe! Devlet idâre ederken, ticâret yapmak olur mu?) dediklerinde, (Çoluk çocuğuma bakmazsam, millete nasıl bakarım?) buyurdu. Bunun üzerine, halîfeye Beyt-ül-mâldan aylık vermeği uygun buldular. Bundan sonra, her sâat, millet işleri ile uğraşdı. Kendisi tevekkül edenlerin en yükseği iken, ticâret ederdi. Fekat, para kazanmağı düşünmezdi. Kazancını sermâyesinden, çalışmasından bilmez, Hak teâlâdan bilirdi. Malını, din kardeşlerinin malından dahâ çok sevmezdi.

  2. #2
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: TevekkÜl etmek nasil olur?

    Tevekkül etmek için zühd lâzımdır. Zâhid olmak için ise, tevekkül lâzım değildir. Ebû Ca�fer-i Haddâd, Cüneyd-i Bağdâdînin hocası idi �rahmetullahi teâlâ aleyhimâ�. [Haddâd, demirci demekdir.] Çok tevekkül ederdi. Yirmi sene, tevekkül etdiğini, kimseye belli etmemişdi. Hergün, pazarda bir dînâr kazanırdı. [Dînâr, bir miskal altındır. Bir miskal, dört gram ve seksen santigramdır.] Hepsini fakîrlere sadaka verirdi. Cüneyd onun karşısında tevekkülden söylemezdi. (Onun yanında, Onda bulunan şeyden konuşmağa utanırdım) buyururdu.
    Tesavvuf adamlarının çarşıda, pazarda, halk arasında dolaşmaları, tevekkülün az olduğuna alâmetdir. Evlerinde oturmaları, Allahü teâlâdan beklemeleri lâzımdır. Meşhûr yerde, tekkede oturmaları da, çarşıda oturmak gibidir ki, kalblerinin râhat etmesinin, şöhretlerinden ileri geldiği tehlükesi vardır. Fekat, şöhret hâtırlarına gelmezse, çalışan insan gibi, tevekkül etmiş olurlar.
    Hulâsa, tevekkülün esâsı, insanlardan birşey beklememek, sebeblere güvenmemek, herşeyi, yalnız Allahü teâlâdan beklemekdir. İbrâhîm-i Havvâs �rahmetullahi teâlâ aleyh� buyuruyor ki, (Hızır aleyhisselâmı gördüm. Benimle arkadaşlık etmek istedi. Ben istemedim. Kalbimin ona güvenerek, tevekkülümün azalmasından korkdum). Ahmed ibni Hanbel �rahmetullahi teâlâ aleyh�, bir işçi tutmuşdu. Talebesine, (İşçiye, gündeliğinden fazla birşey ver) dedi. İşçi, almadı. İşçi gidince, talebesine, (Arkasından gidip, o şeyi ver! Şimdi alır) dedi. Talebe, sebebini sordukda: (O zemân, birşey vereceğimizi kalbi umuyordu. Onun için almadı. Şimdi, giderken hiç ümmîdi kalmadığı için, alması, tevekkülüne zarar vermez) dedi.
    Demek ki, çalışanların tevekkülü, sermâyeye güvenmemekdir. Bunun alâmeti de, sermâye elden giderse, kalbinin hiç sıkılmaması, rızkdan ümmîdi kesilmemesidir. Çünki, Allahü teâlâya güvenen bir kimse, hiç ummadığı yerden rızk göndereceğini bilir. Eğer göndermezse, benim için böylesi hayrlı imiş der.
    Böyle bir tevekkül elde edebilmek kolay değildir. Bir kimsenin bütün malı çalınır veyâ felâkete uğrayıp da, kalbinin hiç değişmemesi, herkesin yapacağı şey değildir. Böyle tevekkül eden pek az bulunur ise de, yok değildir. Böyle tevekküle kavuşmak için, Allahü teâlânın fazl, rahmet ve ihsânının sonsuzluğuna ve kudretinin kemâl üzere büyük olduğuna, kalbin tam inanması, yakîn hâsıl etmesi lâzımdır. Birçok kimseye sermâyesiz rızk gönderdiğini, birçok sermâyenin de, felâkete sebeb olduğunu düşünmelidir. Kendi sermâyesinin elinden gitmesinin, hayrlı olduğunu bilmelidir. Resûlullah �sallallahü aleyhi ve sellem� buyurdu ki, (Bir kimse geceyi, yarın yapacağı işleri düşünmekle geçirir. Hâlbuki o iş, bu kimsenin felâketine sebeb olacakdır. Allahü teâlâ, bu kuluna acıyıp, o işi yapdırmaz. O ise, iş olmadığı için, üzülür. Bu işim neden olmıyor. Kim yapdırmıyor. Bana kim düşmanlık ediyor diye arkadaşlarına kötü gözle bakmağa başlar. Hâlbuki, Allahü teâlâ, ona merhamet ederek felâketden korumuşdur). Bunun için, Ömer �radıyallahü anh�, (Yarın fakîr, muhtâc kalırsam hiç üzülmem. Zengin olmağı da, hiç düşünmem. Çünki, hangisinin benim için hayrlı olacağını bilmem) buyurdu.
    İkinci olarak, bilmesi lâzım olan şey, fakîrlikden korkmak, uğursuzluğa inanmak şeytândandır. Nitekim, sûre-i Bekaradaki 268.ci âyet-i kerîmede meâlen, (Şeytân, muhtâc hâle düşeceğinizi, size söz veriyor) buyruldu. Allahü teâlânın merhametine güvenmek, yüksek ma�rifetdir. Ummadık yerlerden, düşünmedik sebeblerle, bol rızk gönderdiği her zemân görülmekdedir. Fekat, gizli sebeblere de güvenmemeli, sebebleri yaratana sığınmalıdır. Tevekkül eden birisi, bir mescidde ibâdet ederdi. Mescidin imâmı, buna (Fakîrsin, bir iş tutsan iyi olur) dedi. Bu da, (Bir yehûdî komşum, hergün bana lâzım olan şeyleri gönderiyor) deyince, imâm: (Öyle ise, sen işini sağlama bağlamışsın, çalışmazsan zararı yok) dedi. Bu da, imâma: (Öyle ise, sen de, herkese imâm olmakdan vazgeç ki, yehûdînin sözünü, Allahü teâlânın sözünden üstün tutan, imâm olmağa lâyık değildir) dedi. Başka bir mescid imâmı da, cemâ�atden birine, (Nereden geçiniyorsun?) dedi, o da, (Dur! Önce senin arkanda kıldığım nemâzı yeniden kılayım) dedi. Ya�nî senin, Allahü teâlânın rızk göndereceğine inancın yok. Nemâzın kabûl olmaz, demek istedi. Böyle, tâm tevekkül eden, her zemân, hiç ummadık yerlerden rızklanmış, sûre-i Hûddaki 6.cı âyet-i kerîmenin, (Yer yüzündeki her cânlının rızkını, Allahü teâlâ, elbette gönderir) meâline îmânı kuvvetlenmişdir. Huzeyfe-i Mer�aşî, İbrâhîm-i Edheme hizmet ederdi. Sebebini sorduklarında, �Mekkeye giderken çok acıkmışdık. Kûfeye gelince, açlıkdan yürüyemez oldum. (Açlıkdan kuvvetsiz mi kaldın?) dedi. (Evet!) dedim. Hokka, kalem, kâğıd istedi. Bulup getirdim. Besmele ve (Her şeyde, her hâlde sana güvenilen Rabbim! Herşeyi veren sensin! Sana her ân hamd ve şükr ederim. Seni bir ân unutmam. Aç, susuz ve çıplak kaldım. İlk üçü, benim vazîfemdir. Elbette yaparım. Son üçünü sen söz verdin. Senden bekliyorum) yazıp, bana verdi ve (Dışarı git ve Allahü teâlâdan başka kimseden birşey umma ve ilk karşılaşdığın adama bu kâğıdı ver!) dedi. Dışarı çıkdım. İlk olarak, deve üstünde biri ile karşılaşdım. Kâğıdı ona verdim. Okudu, ağlamağa başladı. (Bunu kim yazdı?) dedi. (Câmide birisi) dedim. Bana bir kese altın verdi. İçinde altmış dînâr vardı. Bunun kim olduğunu sonradan, etrâfdakilere sordum. Nasrânîdir [ya�nî hıristiyandır] dediler. İbrâhîm-i Edheme bunları anlatdım. (Keseye elini sürme! Sâhibi şimdi gelir) buyurdu. Az zemân sonra, nasrânî geldi. İbrâhîmin ayaklarına düşüp, öpdü. Müslimân oldu.� Ebû Ya�kûb-i Basrî �rahmetullahi teâlâ aleyh� buyuruyor ki, �Mekke-i mükerremede on gün aç kaldım. Dayanamaz bir hâle geldim. Sokağa atılmış bir şalgam gördüm. Almak istedim. İçimden, sanki bir ses: On gün sabr etdin de, şimdi çürümüş bir şalgamı mı yiyeceksin? dedi. Almadım. Mescid-i harâma girip oturdum. Biri gelip, önüme, yağda yeni kızarmış ekmek, şeker ve bâdem koydu ve (Denizde idim, fırtına çıkdı. Kurtulursam, ilk gördüğüm fakîre, bunları vermeği adadım) dedi. Her birinden bir avuç aldım. Artanı, sana hediyyem olsun dedim. Demek ki; Allahü teâlâ, bana rızk göndermek için, denizde fırtına çıkardı. Bu kimseyi kurtarıp, adak ile bana gönderdi diyerek şükr etdim. Sokakda rızk aradığıma pişmân oldum.� Îmânı kuvvetlendirmek için, böyle nâdir olayları okumak lâzımdır.
    Bekâr bir kimsenin îmânı kuvvetli olur, hiç günâh işlememek için para kazanmakdan kaçınırsa, rızk sebebleri onun önüne gelir. Çocuk, ana rahminde iken, çalışmakdan âciz olduğu için, göbeğinden ona rızk gönderiyor. Dünyâya gelince, anasının göğsünden gönderiyor. Birşey yiyebileceği yaşa gelince, dişleri yaratıyor. Anası, babası ölür, yetîm kalırsa, anasına babasına verdiği merhamet gibi, başkalarına da verip, herkesin kalbini, yetîme karşı merhametle dolduruyor. Önce, ona yalnız anası acırdı. Kimse bakmazdı. Anası ölünce, binlerce kişiyi, ona şefkatle bakdırıyor. Dahâ büyüyünce, çalışmak için kuvvet veriyor. Para kazanmak arzûsunu veriyor. Kendine karşı merhameti, şimdi içine yerleşdiriyor. Bir kimse, bu arzûdan vazgeçip, takvâ yolunu tutar, kendini yetîm hâline korsa, ona karşı kalbleri, yine şefkatle doldurur. Herkes, bu kimse Allah yolundadır. Herşeyin iyisini buna vermelidir der. Para kazanırken, kendine, yalnız kendi acırdı. Şimdi herkes acır. Fekat, takvâ yolundan ayrılır, nefsine uyar ve çalışmazsa, kalblerde ona karşı şefkat hâsıl etmez. Böyle kimselerin, tevekkül ediyorum diye çalışmaması, tenbel oturması, hiç câiz değildir. Kendini düşünen kimsenin, çalışıp, ihtiyâclarını elde etmeği de düşünmesi lâzımdır. Demek ki, Allah yolunda olup, yetîm gibi olana karşı, herkesin kalbinde şefkat, merhamet yaratır. Bunun için, Allah yolunda çalışan kimsenin, açlıkdan öldüğü görülmemişdir. Bir kimse, âlemlerin sâhibinin, herşeyi, ne büyük nizâm ve kemâl üzere yaratdığını anlarsa, Hûd sûresi 6.cı âyet-i kerîmesi olan, (Allahü teâlânın rızk vermediği, yer yüzünde bir mahlûk yokdur) meâlini pek kolay görür. Âlemi çok güzel idâre edip, kimseyi aç bırakmadığını bilir. Açlıkdan öldürdüğü pek az kimse varsa da, onlara hayrlı olduğu için öldürmüşdür. Yoksa, çalışmadıkları için değil. Çünki, çok mal kazanmış olanları da, ba�zan, malını alarak açlıkdan öldürür. Hasen-i Basrî �rahmetullahi teâlâ aleyh�, bu inceliği açık gördüğü için, (Basra ehâlisinin hepsi, benim çocuğum olsa ve bir buğday dânesi bir dînâr olsa, hiç sıkıntı çekmem!) buyurmuşdur. Veheb bin Verd diyor ki, (Gök demir olsa, yer tunç kesilse, rızk için üzülürsem, kendimi müslimân bilmem!). Allahü teâlâ rızkı gökden göndermekdedir.
    [Bunu âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler açıkça haber veriyor. Bugün fen adamları, bu hakîkati anlamağa başlamışdır. Yağmurlu havalarda, şimşekler sebebi ile, havanın azot gazı, oksigen gazı ile kimyâca birleşerek, azot monoksid denilen, renksiz gaz hâsıl oluyor. Bu gaz havada serbest hâlde kalamaz. Tekrâr oksigenle birleşerek azot dioksid hâline dönüyor. Turuncu renkli ve boğucu olan bu gaz da, havadaki nem [su buhârı] ile birleşerek, nitrik asid [ya�nî kezzab ismi ile satılan mâyı�] teşekkül ediyor. Yine şimşeklerin te�sîri ile havadaki su buhârının parçalanmasından serbest hâle geçen hidrogen [müvellidülmâ�] gazı da, havanın azotu ile birleşerek amonyak gazı hâsıl oluyor ki, bu gaz, o esnâda hâsıl olan nitrat asidi ile ve havada zâten mevcûd olan karbon dioksit gazı ile birleşerek amonium nitrat ve amonium karbonat tuzları meydâna geliyor. Bu iki tuz, diğer bütün alkali ma�denlerin tuzları gibi, suda eridiğinden, yağmurla toprağa iner. Toprak, bu maddeleri kalsium nitrat hâline çevirerek, nebâtlara verir. Nebâtlar, bu tuzları albüminli maddelere [proteinlere] çevirir. Proteinler, bitkiden, ot yiyen hayvanlara ve insanlara geçer. İnsanlar, nebâtâtdan ve ot yiyen hayvanlardan alır. Bu maddeler insanların ve hayvânların hücrelerinin yapı taşıdır. Kuru proteinlerin içinde % 14 [yüzde ondört] azot gazı vardır. İşte, yağmur suları vâsıtası ile toprağa, her sene dörtyüzmilyon tondan ziyâde hava azotunun gelerek gıdâ hâline döndüğü bugün hesâb edilmişdir. Denizlere gelen, elbette dahâ çokdur. Semâdan, bu sûretle rızk indiğini bugün fen yolu ile anlıyabiliyoruz. Dahâ nice şekllerde de inmekdedir. Fen, ileride bu yollardan ba�zısını da belki anlıyacakdır].
    Allahü teâlâ, herkesin rızkının gökden indirildiğini bildirmekle, kimsenin rızkına dokunulamıyacağını anlatıyor. Cüneyd-i Bağdâdîye �kuddise sirruh� (Rızkımızı arıyoruz) dediklerinde, (Nerde olduğunu biliyorsanız, orada arayınız!) buyurdu. (Allahü teâlâdan istiyoruz) dediklerinde, (Eğer, sizi unutmuş sanıyorsanız, hâtırlatınız!) buyurdu. (Tevekkül ediyoruz, bakalım ne gönderecek) dediklerinde, (İmtihân ederek, deneyerek tevekkül etmek, îmânda şübhe bulunmasını gösterir) buyurdu. (O hâlde ne yapalım?) dediklerinde, (Emr etdiği için çalışmalı, rızk için üzülmemeli, tedbîrlerin arkasında koşmamalıdır) buyurdu. Rızk için, Allahü teâlânın verdiği söze güvenmelidir. Emrine uyarak çalışanı, rızkına ulaşdırır.
    Evli olanların tevekkülü: Evli olanın, tevekkül etmek için, şehrlerden uzaklaşması doğru değildir. Çalışıp, sebeblere yapışması lâzımdır. Ya�nî, evli olanların tevekkülü, üçüncü mertebede olmak lâzımdır. Ya�nî, çalışmakla tevekkül etmelidir. Nitekim, Ebû Bekr-i Sıddîk �radıyallahü anh� çalışarak tevekkül etmişdi. Çünki, tevekkül iki kısmdır: Birisi açlığa sabr edip, bulduğunu yimekdir. İkincisi, açlık ve ölüm, başına yazılmış ise, kendisi için, bunun hayrlı olduğuna inanmakdır. Çoluğa, çocuğa bu iki tevekkülü emr etmek, kimseye câiz değildir. Hattâ, kendi sabr edemiyen kimsenin de, çalışmadan tevekkül etmesi câiz değildir. Eğer, çoluk çocuk da sabr etmeğe râzı iseler, çalışmadan tevekkül câiz olur. Kısaca deriz ki, kendini, sıkıntıya sabr etmeğe zorlamak câiz ise de, çoluk çocuğu zorlamak câiz değildir.
    2 � Mevcûd parayı, malı muhâfaza etmekde tevekkül:
    Burada da, kimsesi olmıyan bekârların tevekkülü ile bakacak kimsesi bulunanların tevekkülü başkadır.
    Bakacak kimsesi olmıyanların, bir senelik ihtiyâcını, önceden depo etmesi, tevekkülü bozar. Çünki, sebeblere güvenmiş olur. Doyacak kadar gıdâ ve giyinecek kadar elbise bulunduran bekâr kimse, tevekkül etmiş olur. Kırk günlük ihtiyâcı saklamakla tevekkül bozulmaz demişlerdir. Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî buyuruyor ki, (Bekâr bir kimsenin, gıdâ maddelerini ne kadar zemân olursa olsun saklaması tevekkülü bozar). Tesavvuf büyüklerinden, Ebû Tâlib-i Mekkî buyuruyor ki, (Sakladığına güvenmezse, kırk günden çok saklasa da, tevekkülü bozmaz). Bişr-i Hâfî, tesavvuf büyüklerindendir. Birgün, huzûruna bir müsâfir geldi. Talebesinden birine bir avuç gümüş verip, (İyi ve tatlı birşeyler alıp gel!) buyurdu. O zemâna kadar, böyle çok şey aldırdığı görülmemişdi. Müsâfir ile yidi. Müsâfir, artan yemekleri de alıp gitdi. Talebesinin, bu hâle şaşdığını görünce: (Bu müsâfir, Feth-i Mûsulî idi. Mûsuldan, bize ders vermeğe geldi. Tevekkülü sağlam olana, gıdâ saklamanın zarar vermiyeceğini gösterdi), buyurdu. Demek ki, tevekkül, ilerisi için zihni yormamakdır. Bunun için de, ilerisi için yığmamalı, sakladığını da, elinde olmayıp, Allahü teâlânın ileride göndereceği gibi bilmeli, ya�nî buna güvenmemelidir.
    Evli olanların tevekkülü: Çoluk çocuk sâhiblerinin bir senelik mal saklaması, tevekkülü bozmaz. Bir seneden fazlası bozar. Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem�, evdekiler için, onların kalbleri dayanıksız olduğu için, bir senelik eşyâ bulundururdu. Kendisi için ise, bir günlük saklamazdı. Saklasaydı, tevekkülüne ziyân vermezdi. Çünki, olup olmaması müsâvî idi. Fekat, ümmetine ders vermek için, böyle yapardı. Eshâb-ı kirâmdan �aleyhimürrıdvân� biri vefât etdikde, cebinden iki altın çıkmışdı. Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem�, (Bu iki azâb alâmetidir) buyurdu. Bu azâb, Cennetde yüksek dereceye yetişememek acısı olsa gerekdir. Nitekim, başka biri vefât edince, (Kıyâmetde bunun yüzü, ayın ondördü gibi parlar. Eğer, yazlık elbisesini kışdan ve kışlığı yazdan hâzırlamasaydı, güneş gibi parlardı), buyurdu. Bir kerre de, (Size en az verilen şey, yakîn ve saır) buyurdu. Ya�nî, elbiseyi, bir yıl önce hâzırlamak, yakînin az olmasındandır. Fekat, bütün büyükler, söz birliği ile buyuruyor ki, su kabları, su te�sîsâtı, sofra takımı, dikiş, temizlik vâsıtaları, ya�nî bir evde her zemân lâzım olan şeyleri saklamak câizdir ve lâzımdır ve tevekkülü bozmaz. Çünki, Allahü teâlâ, bu dünyâyı öyle yaratmışdır ki, gıdâ ve giyim eşyâsı her sene, tâze olarak husûle gelmekdedir. Allahü teâlânın âdetine uymamak câiz değildir. Fekat ev eşyâsı, her lâzım olduğu zemân ele geçmiyebilir.
    FASL: Bir kimse, gıdâsını ve elbisesini saklamayınca, kalbi râhat etmez, başkalarının getirmesini beklerse, böyle kimsenin saklaması, dahâ iyidir. Hattâ tarlası, tezgâhı, herhangi bir geliri olmayınca düşüncesiz, sıkıntısız ibâdet, zikr yapamıyan kimsenin, bir gelir edinmesi dahâ iyidir. Çünki, asl maksad, kalbin râhat, üzüntüsüz, Allahü teâlâyı düşünmesidir. Ba�zılarını, mal meşgûl eder. Malının hesâbını yapmakdan, râhat ibâdet edemez. Malı olmayınca düşüncesi, sıkıntısı kalmaz. Böyle kimselerin malı olmaması hayrlıdır. Ba�zıları da, geçinecek kadar malı olunca râhat eder. Bunların, geçinecek kadar gelir edinmesi dahâ iyidir. Fekat, geçinecek kadar mal ile râhat etmeyip, dahâ çoğu peşinde koşan, süs, keyf ve zevklerini düşünen kalbler, müslimânlığa bağlı olan kalblerden değildir. Bunları hesâba katmıyoruz.
    3 � Zararlardan sakınmakda tevekkül:
    İnsanı zarardan koruyan sebebler arasında da, te�sîri kat�î olan veyâ te�sîr ihtimâli çok olan sebebleri bırakmak, tevekkülün şartı değildir. Hırsız girmesin diye, evin kapısını kapamak, kilitlemek, tevekkülü bozmaz. Tehlükeli yerde silâh taşımak, düşmandan sakınmak da, tevekküle zararlı değildir. Üşümemek için fazla giyinmek de, tevekkülü bozmaz. Fekat, vücûdün ısınması için fazla kalori hâsıl olmak için, çok yimekle kışın ısınmak gibi ince düşünmek, böyle sebeblere baş vurmak, tevekkülü bozar. [Hasta olmamak için, sağlam insanı ateşle] dağlamak ve efsûn yapmak da böyledir. [Doktorun hastayı dağlaması câizdir.] Tevekkül etmek için, te�sîri kat�î olan ve herkesce bilinen sebebleri bırakmak lâzım değildir. Birgün, Resûlullah �sallallahü aleyhi ve sellem� efendimizin yanına bir köylü geldi. (Deveni ne yapdın?) buyurdu. (Allaha tevekkül edip, kendi hâline bırakdım) deyince, (Bağla ve sonra tevekkül et!) buyurdu.
    Bir insandan gelen zararı önlemeyip buna sabr etmek, tevekküldür ve iyidir. Sûre-i Ahzâbda, (Kâfirlerin ve münâfıkların zararlarına, işkencelerine karşılıkda bulunma! Ben onların cezâsını veririm. Onlardan korunmak, kurtulmak için Allahü teâlâya tevekkül et!) meâlindeki 48.ci âyet-i kerîmesi ve sûre-i İbrâhîmde, (Yapdıkları işkencelere sabr ederiz. Tevekkül ediciler, yalnız Allahü teâlâya tevekkül etmelidir) meâlindeki 12.ci âyet-i kerîmesi bunu bildiriyorlar.
    Akreb, yılan, yırtıcı hayvânların zarar vermesini önlemek lâzımdır. Tevekkülü bozmaz. [Mikropların hastalık yapmasına sabr etmemeli, bunları her sûretle men� etmelidir. Mikroplu hastalığa yakalanınca, antiseptik ilâcları, antibiyotikleri, (penicilin ve benzerleri) kullanmalıdır.]
    Düşmandan sakınmak için silâh taşıyan bir kimse, kuvvetine ve silâhına güvenmezse, tevekkül etmiş olur. Kapıyı kilidlemelidir. Fekat kilide güvenmemelidir. Nitekim, hırsızlar, çok kilidleri kırmışdır. Tevekkül edenin alâmeti şudur ki, evine gelip, eşyânın çalındığını görünce üzülmez. Allahü teâlâ, böyle takdîr etmiş deyip, kazâya râzı olur. Kapıya kilid takarken, (Yâ Rabbî! Bu kilidi, senin kazânı değişdirmek için değil, senin emrine, âdetine uymak için takıyorum. Yâ Rabbî! Eğer malıma, birini musallat edersen, senin takdîrine râzıyım! Bu malı, benim için mi yaratdın, yoksa başkası için yaratıp, bende emânet olarak mı bırakdın bilemem) diye kalbinden geçirmelidir. Bir kimse, kapısını kilidleyip gider ve gelince, eşyânın çalınmış olduğunu görüp de üzülürse, tevekkül sâhibi olmadığını anlamalıdır. Fekat, bağırıp çağırmaz, ortalığı, gürültüye boğmazsa, hiç olmazsa, sabr etmek derecesini kazanır. Eğer şikâyet eder, hırsızı araşdırırsa sabr derecesinden de düşer. Tevekkül sâhibi olmadığını, sabr edici olmadığını anlayıp da, kendini beğenmekden vaz geçerse, bu da, hırsızın sebeb olduğu fâide ve kazancıdır.

  3. #3
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: TevekkÜl etmek nasil olur?

    Süâl � Bu eşyâya muhtâc olmasaydı, kapıyı kilidlemez, bunları saklamazdı. İnsan, ihtiyâcını gidermek için sakladığı şey çalınınca üzülmemesi elinde midir?
    Cevâb � Allahü teâlâ, bu eşyâyı kendine verince, bunların gelmesini, kendi için hayrlı bilmelidir. Allahü teâlânın verdiği herşeyde, bir hayr vardır demelidir. Bunun gibi eşyâsının gitmesini de, kendi için hayrlı bilmesi lâzımdır. Allahü teâlânın, vermesi gibi, alması da hayrlıdır. Verdiği zemân, eşyânın bulunması hayrlı olduğu gibi, aldığı zemân da, eşyânın bulunmaması hayrlıdır demelidir. Hayrlı olan şeylere sevinmek lâzımdır. İnsanlar, kendilerine hangi şeyin hayrlı, fâideli olacağını iyi bilemez. Allahü teâlâ, dahâ iyi bilir. Meselâ, bir hastanın babası, mütehassıs tabîb ise, babası buna etli, tatlı verince sevinip, iyi olmasaydım, bana bunları vermezdi der. Babası, etli, tatlı gibi yemekleri vermezse, yine sevinir. Hastalığımı tedâvî etmek için bunları vermiyor der. Allahü teâlânın da vermesine ve vermemesine böyle îmân olmadıkca, tevekkül sağlam olamaz.
    Tevekkül eden, malı korumakda, altı edebi gözetmelidir:
    1) Kapıyı kilidlemeli. Fekat başka tedbîrler almağa uğraşmamalı. Odaları, pencereleri kilidlememeli, komşulara nöbet bekletmemeli. İş yerlerine bekci, kapıcı tutmak, tevekkülü bozmaz. Mâlik bin Dînâr �rahmetullahi teâlâ aleyh�, kapısını ip ile bağlardı. Hayvan girmiyeceğini bilsem, bunu da bağlamam buyururdu.
    2) Kıymetli eşyâyı, hırsızı çeken şeyleri evde bulundurmamalı, bir din kardeşinin, hırsızlık günâhını işlemesine sebeb olmamalıdır. Mugayre, Mâlik bin Dînâra zekât gönderdi. Alıp tekrâr geri gönderdi. Şeytân, hırsız çalar diye kalbime vesvese getirdi. Vesvese etmeği ve bir müslimânın hırsızlık etmesine sebeb olmağı istemem dedi. Ebû Süleymân-i Dârânî �rahmetullahi teâlâ aleyh�, bunu işitince, bu parayı geri çevirmesi, sôfîlerin kalblerinin za�îf olmasındandır. O, zâhiddir, kalbinde dünyânın yeri yokdur. Hırsız çalarsa, ona ne zararı olur buyurdu ki, Ebû Süleymânın bu sözü, görüşünün keskin olduğunu göstermekdedir.
    3) Evden çıkarken, şöyle niyyet etmelidir ki; eğer, eşyâmı hırsız çalarsa, onun olsun, ona halâl olsun! Hırsız belki fakîrdir. Bu eşyâ ile, bir hâcetini giderir. Eğer zengin ise, bu eşyâ ile gözü doyar da, başkasının malını çalmaz. Benim eşyâm, bir din kardeşimin cânının yanmasına mâni� olur. Böyle niyyet etmekle, hem hırsıza, hem de bütün müslimânlara şefkat etmiş olur. Zâten müslimânlık da, mahlûklara şefkat etmekden ibâretdir. Böyle niyyet etmekle, Allahü teâlânın kazâ ve kaderi değişmez. Fekat, eşyâ çalınsa da, çalınmasa da, kendisine, bir lirası için, yediyüz lira sadaka vermiş gibi sevâb hâsıl olur. Bu niyyet, şuna benzer ki, bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir kimse, âilesi ile buluşdukda, azl eylemez ise, ya�nî çocuk olmasına mâni� olmazsa, çocuk olsa da olmasa da, bu kimseye, şehîd oluncıya kadar cihâd eden bir yeğid sevâbı verilir). Çünki bu kimse, elinden gelebilene yapışdı. Eğer çocuk cansız olarak dünyâya gelseydi, bu kimseye, işinin sevâbı hâsıl olurdu.
    4) Eşyâ çalınırsa üzülmemeli, malın gitmesinin, kendisi için hayrlı olduğunu bilmelidir. Eğer halâl ederse, malını aramamalı, geri verirlerse, almamalıdır. Fekat, geri alırsa, kendi mülküdür. Niyyet etmekle mülkünden çıkmaz. Yalnız tevekkülü tam yapmak için, geri alınmaz. Abdüllah ibni Ömerin �radıyallahü anhümâ� devesi çalındı. Çok aradı, bulamadı. Alana halâl olsun dedi. Mescide girip nemâz kıldı. Biri gelip, deven şuradadır dedi. Na�lınlarını giyip oraya giderken, geri döndü ve halâl etmişdim, artık alamam dedi. Büyüklerden biri, kardeşini rü�yâda gördü. Cennetde idi. Fekat, üzüntülü idi. Sebebini sordukda: Kıyâmete kadar, böyle üzüleceğim. Çünki, Cennetdeki yüksek derecemi gösterdiler. Böyle güzel derece yokdu. Oraya gitmek istedim. Bunu oraya bırakmayınız! Orası, Allah için bırakanlarındır diye bir ses işitdim. Allah için bırakmak nasıl olur dedim. Sen birgün, bu malım Allah için halâl olsun demişdin, sonra sözünde durmamışdın. Sen sözünde temâm dursaydın, burası da temâmen senin olacakdı dediler, dedi. Birisi Mekke şehrinde uyumuşdu. Uyanınca, para cüzdanını göremedi. Büyüklerden biri orada idi. Paramı sen aldın dedi. Bu zât, para sâhibini evine götürüp, paran ne kadardı dedi. Söylediği kadar altını kendisine verdi. Sokağa çıkınca, bir arkadaşının çantayı, şaka olarak almış olduğunu anladı. Geri dönüp altınları geri verdi ise de, sâhibi almadı. Bu altınları verirken, Allah rızâsı için sadaka niyyeti ile vermişdim dedi. Hepsini fakîrlere dağıtmasını söyledi. Bunun gibi, eskiden meselâ, bir fakîre ekmek götürselerdi ve fakîri bulamasalardı, bu ekmeği, eve geri getirmezler, başka bir fakîre verirlerdi.
    5) Zâlime ve hırsıza bed düâ etmemelidir. Bunlara fenâ düâ edince, hem tevekkülü bozulur, hem de zühd bozulur. Çünki, elinden birşey gidince üzülen kimse, zâhid olamaz. Rebî� bin Haysemin �rahmetullahi teâlâ aleyh� birkaç bin dirhem değerinde, kıymetli bir atını çaldılar. (Çalınırken gördüm) dedi. (Göre göre, niçin ses çıkarmadın), dediklerinde, (Ondan dahâ çok sevdiğim ile berâberdim. Ondan ayrılamadım) dedi. Sonradan anladılar ki, nemâzda imiş. Hırsıza bed düâ etdiler. (Bed düâ etmeyiniz! Atımı ona halâl etdim) dedi. Zâlimin biri, büyüklerden birine zulm ederdi. Buna bed düâ et dediklerinde, o, bana değil, kendine düşmanlık etmekdedir. Kendine yapdığı bu zarar ona yetişir. Ayrıca bir zarar ilâve edemem buyurdu. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İnsan, kendine zulm edene bed düâ eder. Böylece, hakkını, dünyâda almış olur. Belki, zâlimin hakkı da, kendine geçmiş olur).
    6) Hırsıza acımalı, günâh işleyip azâba düşeceğine şefkat etmelidir. Kendinin zâlim olmayıp, mazlûm olduğuna şükr etmelidir. Dîninde noksân olacağına, malında noksânlık olduğuna sevinmelidir. Bir kimse, din kardeşinin günâh işlediğine üzülmezse, müslimânlara nasîhat ve şefkat etmemiş olur. Bişr-i Hâfînin �rahmetullahi teâlâ aleyh� eşyâsını çaldılar. Ağlamağa başladı. Fudayl bin Iyâd, (Mal için ağlanır mı?) dedikde, (Mal için değil, hırsızın günâh işlediğini, kıyâmetde, bunun azâbını çekeceğini düşünüp ağlıyorum) dedi.
    4 � Hastanın tedâvî olmasında ve ilâc kullanmasında tevekkül:
    İlâc üç dürlüdür: Birinci kısm ilâcların te�sîri, fâidesi kat�îdir, meydândadır. Ekmeğin açlığı, suyun susuzluğu gidermesi böyledir. [Kinin bileşiklerinin sıtmaya, salicylatların rumatizmaya, aşı ve serumların, antibiyotiklerin ve sülfamidlerin de bakterilere karşı te�sîri böyledir. (İbni Âbidîn) �rahmetullahi aleyh� beşinci cild, 215. ci sahîfede diyor ki, (Ölmiyecek kadar ve nemâzı ayakda kılabilecek kadar yimek, içmek farzdır. Bu kadar yimemek büyük günâhdır. İlâc kullanmayıp ölürse, günâh olmaz. Çünki, ilâcın fâidesi kat�î değildir.) Görülüyor ki, fâidesi kat�î olan ilâcları kullanmak farz olmakdadır. Te�sîri kat�î olan sebeblere yapışmanın vâcib olduğu ve bunları kullanmayıp zarar görmenin günâh olduğu, Muhammed Ma�sûm Fârûkînin �rahmetullahi aleyh� yüzseksenikinci mektûbunda ve (Hadîka)nın üçyüzkırküçüncü sahîfesinde de uzun yazılıdır.] Yangını su ile söndürmek de böyledir. Te�sîri muhakkak olan bu gibi ilâcları kullanmamak tevekkül değil, ahmaklıkdır ve harâmdır.
    İkinci kısm ilâcların te�sîri kat�î olmadığı gibi, zan ile de değildir. Fâide ihtimâli vardır. Efsûn ya�nî, fen yolu ile tecribe edilmemiş maddeler ve Kur�ân-ı kerîmden olmayan, ma�nâsız yazılar kullanmak ve ateşle dağlamak ve fal bakarak, uğurlu sanarak kullanılan şeyler böyledir. Tevekkül etmek için, bunları kullanmamak lâzımdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, bunları kullanmak, sebeblere fazla düşkün olmak alâmetidir. Bu üçünden, fâide ihtimâli çok olan [sağlam insanı] dağlamakdır. [Falcılık hakkında (Bey� ve şirâ) risâlesi sonunda geniş bilgi vardır.]
    Üçüncü kısm ilâclar, birinci ve ikinci kısm arasında olanlardır. Bunların fâideleri kat�î değilse de, fazla zan olunur. Damardan kan alma, deriden hacâmat yapmak, müshil almak, te�sîrleri şübheli olan [piyasada mevcûd yüzlerce] ilâcı kullanmak böyledir. Bunları kullanmamak, harâm değildir. Fekat, tevekkülün şartı da değildir. Çok kimseler için, bunları kullanmak dahâ iyidir. Ba�zan da, kullanmamak dahâ iyi olur. Tevekkül etmek için, bunları terk etmek lâzım değildir dedik. Çünki Peygamber efendimiz �sallallahü aleyhi ve sellem�, (Ey Allahın kulları! İlâc kullanın!) buyurdu. Bir kerre de, (Her hastalığın ilâcı vardır. Yalnız ölüme çâre yokdur) buyurdu. İlâc, kazâ ve kaderi değişdirir mi dediklerinde, (Kazâ ve kader, insana ilâcı kullandırır) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bütün Meleklerden işitdim ki, ümmetine söyle, hacâmat yapdırsınlar. Ya�nî kan aldırsınlar dediler) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Arabî ayın onyedinci veyâ ondokuzuncu veyâ yirmibirinci günleri hacâmat olunuz ki, kan artarsa [ya�nî tansiyon yükselirse], ölüme sebeb olur) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlânın ölüme sebeb yapdığı hastalıklardan birisi, kanın artmasıdır) buyurdu. Tansiyon artınca kan aldırmak ve tansiyon düşürücü ilâc almak ve mikrop hastalıklarında, antibiyotikler ve sülfamidler ve başka antiseptikler kullanmak ve dezenfekte, ya�nî mikrop imhâsı yapmak ile, elbisedeki, yatakdaki akrebi, yılanı öldürmek ve yangını söndürmek arasında bir fark yokdur. Çünki, hepsi insanı öldüren şeydir. Tevekkül için, bunları terk etmek lâzım değildir. Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem�, Sa�d bin Mu�âz �radıyallahü anh� için, fasd ya�nî damardan kan aldırmasını emr buyurmuşdu. Hazret-i Alînin �radıyallahü anh� mubârek gözü ağrıdığı zemân da, tâze hurma yimemesini, pancar yaprağı, yoğurt ve pişmiş arpa yimesini söyledi. Suheyb-i Rûmînin �radıyallahü anh� gözü ağrıyordu. Bunu hurma yirken görüp, (Gözün ağrıdığı hâlde hurma yiyorsun) buyurdukda, ağrı olmıyan tarafda çiğniyorum demiş ve Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem�, bu cevâba gülmüş idi. Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem�, her gece sürme sürerdi. Her ay hacâmat olurdu. Her sene ilâc içerdi. Vahy geldiği zemân, mubârek başı ağrırdı. Mubârek başına kına bağlardı. Bir yeri yara olsa, oraya kına kordu. Birşey bulunmadığı zemân, temiz toprak tozu ekerdi. Dahâ nice ilâc kullanmışdır. (Tıbbınnebî) ismindeki kitâblarda, bunlar yazılıdır. [Bu kitâblardan birini imâm-ı Celâleddîn-i Süyûtî �rahmetullahi teâlâ aleyh� yazmışdır. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cildinde de, oldukça geniş yazılıdır.]
    Mûsâ �aleyhisselâm� hastalanmışdı. İlâcını söylediler. İlâc istemem, Allahü teâlâ şifâsını verir dedi. Hastalık uzadı ve ağırlaşdı. Bu hastalığın ilâcı meşhûrdur ve tecribe edilmişdir, az zemânda iyi olursunuz dediler. Hayır, ilâc istemem dedi ve hastalık artdı. O zemân vahy gelip, (İlâc kullanmazsan, şifâ ihsân etmem) buyurulunca, ilâcı içdi ve iyi oldu. Fekat kalbine birşey geldi. Vahy gelip, Allahü teâlâ buyurdu ki, (Sen tevekkül etmek için, benim âdetimi, hikmetimi değişdirmek istiyorsun. İlâclara, fâideli te�sîrleri kim verdi? Elbette ben yaratıyorum) buyurdu.
    Peygamberlerden biri �aleyhimüsselâm� za�îflikden şikâyet etmişdi. Vahy gelip, (Et yi ve süt iç!) buyuruldu. Bir zemânın mü�minleri, çocuklarının çirkin olduğundan Peygamberlerine �sallallahü teâlâ aleyhim ve sellem� şikâyet etmişdi. Vahy gelip, (Ümmetine söyle, çocuğu olacak kadınlar, ayva yisin!) buyuruldu. Hâmile iken ayva, çocuk olunca hurma yirlerdi.
    Bütün bu misâllerden anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ, ilâcları, şifâ için sebeb yapmışdır. Ekmek ile suyu doyurmağa sebeb yapdığı gibi, ilâcları da, hastalıkları gidermeğe sebeb yapmışdır. Bütün sebebleri yaratan, bunlara te�sîr kuvveti veren, Allahü teâlâdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Mûsâ �aleyhisselâm�, Yâ Rabbî! Hastalığı yapan kimdir, hastalığı iyi eden kimdir, dedi. Cenâb-ı Hak, her ikisini de yapan benim, buyurdu. O hâlde, tabîbe ne lüzûm var deyince, onlar, şifâ için yaratdığım sebebleri bilir ve kullarıma verir. Ben de onlara, bu yoldan rızk ve sevâb veririm, buyurdu).
    Görülüyor ki, tabîbe gitmeli, ilâc kullanmalıdır. Fekat, doktora ve ilâca güvenmemeli, şifâyı Allahü teâlâdan istemelidir. İlâc içip de iyi olmıyan, ameliyyât masalarında kalıp can veren az değildir.

Benzer Konular

  1. TevekkÜl
    By ACİZKUL in forum İSLAM İLMİHALİ
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 20.06.09, 12:30
  2. Tavuk nasil temizlenirse helal olur?
    By mihrab in forum Serbest Kürsü
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 08.06.09, 11:29
  3. Tevekkül
    By kamilya in forum İslami Konular Ve Kaynaklar
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 12.02.09, 08:34
  4. Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 07.09.08, 11:14
  5. Nefsin tezkiyesi, temizlenmesi nasil olur?
    By Konyevi Nisa in forum Nefis(Duygular)
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 13.07.08, 10:12

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •