27-ŞAHSI DEĞİL, KİTABI ESAS ALMAK
Şahıs merciiyetine bedel, tahkik mesleğinin lâzımı ola*rak hakaik-ı Kur’aniyeyi câmi’ olan Risale-i Nur Külliyatının esas alınması ve düsturlara teba*iyet:
1- « Üstad Bediüzzaman’ın âzamî ihlâs, âzamî sa*da*kat ve âzamî fedakârlık mânasını ihtiva eden mesle*ğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Tâ ki, hizmet-i Nûriyede bulunacak Kur’an Şâkirdleri kıyâmete kadar bu düsturlar muvacehesinde hare*ket etsinler.» (Hizmet Rehberi sh: 6)
2- « Dersimizi Hakaik-ı Kur’âniye ve envar-ı îmâ*niye hazinesi olan Risale-i Nur’dan aldığımız gibi, bir*birimizle mânevî münase*bet, alâka, uhuvvet ve mu*habbet düstur*larımızı da hep o Risale-i Nur’dan ders alacağız.
Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşümûl hâ*dise*ler hen*gâmında Kur’an Şâkirdleri cüz’î ve küllî, ferdî ve içtimaî bütün ders ve îkazlarını Risale-i Nur’la tahsil ede*ceklerdir. Çünki, Kur’an’ın bu asra bakan vechesini ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bu zamandaki vezaif-i dîniye tavrını küllî bir mâna ile şimdi, bu suretle Risale-i Nur’la görmüş, anla*mış bulu*nuyoruz.» (Hizmet Rehberi sh: 8)
3- «Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğ*ruya feyz-i Kur’an’dan mülhem hakaik-ı imâniyedir za*man ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlardır. O kudsî hakaikın ders ve tâliminde, neşir ve ilânatında da hizmete taallûk eden irşad, îkaz, teşvik ve tergîbi ta*zam*mun eden şu gelecek mes’eleler de herhalde değiş*mez dersler ve esasattır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlar*dan istifade ederler, müşkilâtlarını giderirler.» (Hizmet Rehberi sh: 9)
Bediüzzaman Hazretleri diyor:
4- «Ben size nispeten kardeşim mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkada*şıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârâne dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet bekleme*niz değil, bana him*met etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana men*faatli bir hizmette taksimü’l-mesâi ka*idesiyle işti*rak etmişiz. ....
...Risale-i Nur’un talimatı dairesinde ve biz*lere bahşet*tiği hizmet noktasında feyizli makamlara ka*naat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlâs lâzım*dır. Onda te*rakki etmeliyiz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 89)
5- «Bu asrın ehemmiyetli ve mânevî ve ilmî bir mür*şidi olan Risaletü’n-Nur’un heyet-i mecmuası...» (K. Lâhikası sh: 10)
6- «Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olan*lar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm‑u ima*niye cihe*tinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimle*ridir. Çünkü, çok emârelerle an*lamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, da*iremiz içinde nefsin enâniyet-i ilmi*yeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir mu*araza veya nâkıs bir tak*litçilik hükmüne ge*çer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahak*kuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtı*dır bizler, tak*simü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife de*ruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiri*yoruz.» (Mektubat sh: 426)
7- «Yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhud*dur. Taklit değil, tah*kiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ de*ğil, dâvâ içinde bur*handır.» (Mektubat sh: 376)
8- «Hem Kur’ân-ı Hakîm lisanıyla gibi kudsî havaleler ile aklı is*tişhad edi*yor ve ikaz ediyor ve akla havale ediyor, tah*kike sevk ediyor. Onunla, ehl-i ilim ve ashab-ı akla, din namına makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i te*fekkürü sus*turmu*yor, körü körüne taklit istemiyor.» (M. sh: 436)
9- « Yani, “İşte, Risale-i Nur’un sözleri, hurufları ki, onlara işaret*ler eyledik. Sen onla*rın hassalarını topla ve mâ*nâlarını tah*kik eyle. Bütün ha*yır ve saadet onlarla tamam olur” der. “Hurufların mânâlarını tahkik et” karinesiyle mânâyı ifade etmeyen hecaî harfler mu*rad olmayıp, belki kelime*ler mânâsındaki “Sözler” na*mıyla risale*ler muraddır.» (Şualar sh: 298)
10- «Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku tevlid eden hissi*yat ve müyûlât ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-i hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyû*lâta tesir ettiren, müddeâyı müzey*yene ve şâşa*alandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatle hayale me’nus kıl*mak, burhanın yerini tu*tardı. Fakat bizi on*lara kıyas et*mek, hareket-i ric’iye ile o zamanın köşele*rine sokmak demektir. Herbir zama*nın bir hükmü var. Biz delil isteriz tasvir-i müd*deâ ile aldanma*yız.
...Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tez*yin-i müddeâ, zihnimizi işbâ’ etmiyor. Burhan is*teriz.» (Muh. sh: 36)
11- «Ben vaizleri dinledim nasihatleri bana tesir et*medi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç se*bep buldum:Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâli*feye kı*yas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâ*ğalı gös*teriyorlar. Tesir ettirmek için ispat‑ı müd*deâ ve müte*harrî-i hakikati iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib et*mekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan, hale mu*tabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete mü*nasip söz söyle*mezler. Güya insanları eski zaman köşe*lerine çe*kiyorlar, sonra konuşuyorlar.» (Divan-ı Harbi Örfî sh: 80)
12- «Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan iti*ka*dın istinad kaleleri sarsılmış ve uzaklaşmış ve perde*lenmiş olduğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukavemet et*tirecek gayet kuv*vetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lü*zumlu ve nazik bir va*kitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, ha*kaik-i Kur’âniye ve imaniyenin en derin ve en gizlile*rini gayet kuvvetli bur*hanlarla ispat ederek, o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sâdık şakird*leri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehir*lerde, hizmet-i imaniye itibarıyla âdetâ birer gizli kutup gibi, mü’*minlerin mânevî birer nokta-i istinadı olarak, bi*linme*dikleri ve gö*rünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve‑i mâneviye-i itikad*ları cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalble*rine verip mü’*min*lere mânen mukavemet ve cesaret veriyorlar.» (Mektubat sh: 466)
13- «Acaba bu yirmi sene zarfında imân-ı tahkik*îyi pek kuv*vetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı bu dehşetli asırda, acip inkı*lâp ve infi*lâklarda bu mübarek vatan, Kur’ân’ını ve imanını deh*şetli sadme*lerden tam muhafaza edebi*lir miydi?» (Mektubat sh: 482)
14- «Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin emniyet-i umumiyeyi bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şakirdleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tara*fında o müthiş ifsadı durduruyor ve kı*rıyor» (Lem’alar sh: 261)
15- «Madem, bin seneden beri iman ve Kur’ân aley*hinde te*raküm eden Avrupa filozoflarının itiraz*ları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Ve bir sa*adet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan er*kân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette herşeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuv*vetlen*dirmeliyiz.» (Şualar sh: 166)
16- «Hem âyat-ı Kur’âniye başlarında ve âhirle*rinde beşeri aklına havale eder, “Aklına bak” der. “Fikrine, kal*bine müracaat et, meşveret et, onunla gö*rüş ki bu hakikati bilesin” diyor.
Meselâ, bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz.” “Biliniz” ve “Bil” haki*katine dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürek*kebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyor*lar, di*va*neliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuş*lar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdi*sat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yo*lunu bulsun? Neden te*fekkür ve tedebbür ve aklen muha*keme etmi*yorlar, dalâlete düşü*yorlar? Ey insan*lar, ibret alınız! Geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan kurtulmaya çalışınız” mânâsında gelen âyet*lerin bu cümle*lerine kıyasen, çok âyetlerde, beşeri, aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.
Ey bu Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim gibi âlem‑i İslâmın cami-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alı*nız. Bu kırk beş senedeki bu dehşetli hadisattan ibret alı*nız. Tam aklınızı başınıza alınız, ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telâkki eden*ler!
Hâsıl-ı kelâm: Biz Kur’ân şakirdleri olan Müslümanlar, burhana tâbi oluyoruz, akıl ve fi*kir ve kalbimizle ha*kaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklit için burhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı akl*îye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit et*tiren Kur’ân hükme*decek.» (Hutbe-i Şâmiye sh: 26)
17- «Mânevî bir elektrik olan Resâili’n-Nur dahi ga*yet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet‑i tah*sile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan ta*al*lüm edil*meye ve müderrisînin ağ*zından ikti*bas olmaya muhtaç olmadan, herkes derece*sine göre o ulûm‑u âliyeyi, me*şakkat ateşine lüzum kal*madan anlayabilir, kendi ken*dine istifade eder, muhak*kik bir âlim olabilir.» (Şualar sh: 690)
18- «Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima su*ret-i hak*tan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan al*mayınız. Zira çok si*lik söz ticarette ge*ziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söyledi*ğim için hüsn-ü zan edip tama*mını kabul etmeyi*niz. Belki ben de müfsidim. Veya bil*mediğim halde if*sad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sö*zün kalbe gir*mesine yol vermeyiniz. İşte, size söyle*diğim sözler ha*yalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üs*tüne ve bed*duayı arkasına takınız, bana reddediniz, gön*deri*niz.» (Mün. sh: 14)
19- «Hattâ Said de—el’iyâzü billâh—Risale-i Nur’un aleyhine dönse, bizim sadakatimiz ve alâ*kımızı inşaallah sars*mayacak”» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 125)
20- «S – Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir bü*yük âlime karşı nasıl hür olaca*ğız? Onlar mezi*yetleri için bize tahakküm etmek hak*larıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.
C – Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni te*vazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm de*ğildir. Demek, tekeb*bür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanı*mayınız.» (Münazarat sh: 23)
21- «İlm-i mantıkta “kaziye-i makbule” tâbir et*tik*leri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini ka*bul etmektir mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmi*yor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda bur*han-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıs*lara bakmı*yor, cerh edilmez de*lile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüc*cetleri, bu burhan-ı yakinî kısmındandır.
Çünkü, ehl-i velâyetin amel ve ibadet ve sülûk ve ri*yazetle gördüğü hakikatler ve perdeler arkasında mü*şa*hede ettikleri ha*kaik-i imaniye, aynen onlar gibi, Risale-i Nur, ibadet yerinde, ilim içinde haki*kate bir yol açmış sülûk ve evrad yerinde, man*tıkî burhanlarla ilmî hüccet*ler içinde hakika*tü’l-hakaike yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve ta*rikat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akîde ve usûlü din içinde bir velâyet-i kübrâ yo*lunu açmış ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâlet*lere galebe ediyor, meydanda*dır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 91)
22- «Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mâ*nevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı mâ*nevîsi “Ferid” ma*kamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mut*lakayla Hicaz’da bulunan kutb-u âza*mın tasarru*fundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına gir*meye mecbur değil.» (Kastamonu Lâhikası sh: 196)
23- «İstibdad-ı hissiyatın seyyielerindendir ki: Mesalik ve me*zahibi ikame edecek, galiben taassup veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Halbuki üçü de nazar-ı şe*ri*atta mezmum ve uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i hem*cinsiyeye ve teâvün-ü fıtrîye münafidir. Hattâ o de*rece oluyor, bunlardan biri taassup ve safsatasını terk ederek nâsın icmâ ve tevatürünü tasdik ettiği gibi, bir*den mez*hep ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Halbuki, taas*sup ye*rinde hak ve safsata yerinde burhan ve tadlil-i gayr ye*rinde tevfik ve tatbik ve isti*şare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez. Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef‑i Salihîn za*man*larında hükümfermâ hak ve burhan ve akıl ve meş*veret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri ol*mazdı.
Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde fil*cümle, inşaallah istikbalde bitamamihî hüküm*fermâ, kuv*vete bedel hak ve safsataya bedel burhan ve tab’a bedel akıl ve he*vâya bedel hüdâ ve ta*assuba bedel metanet ve garaza bedel ha*miyet ve mü*yûlât-ı nefsani*yeye bedel temayülât-ı ukul ve his*si*yata bedel efkâr ola*caklardır—karn-ı evvel ve sanî ve salisteki gibi ve beşinci karna kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şim*diye kadar kuvvet hakkı mağ*lup eylemişti.
Saltanat-ı efkârın icrâ-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyetin güneşi, evham ve hayalât bulutla*rından kur*tulmuş, her yeri tenvire başlamıştır. Hattâ dinsizlik batak*lığında taaf*fün eden adamlar dahi o ziyayla istifadeye başlamıştır*lar.
Hem de meşveret-i efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, burhan-ı kàtı’ üzerine teessüs ve her kemale mü*midd olan hakk-ı sabitle hakaikı rapteyleme*sidir. Bunun neticesi: Batıl, hak suretini giymekle efkârı aldatmaz.» (Muhakematsh:37)
24- «Kur’ân’ın zincirini muhkem tut. Onun sözüne kulak ver. Başkaları seni aldat*masın. Şu zamanın gafil sarhoşları içinde seni, terk-i şeaire ve medeniyet-i dün*yaya davet edenlere de ki: “Hey sersem gafiller! Benim halim sizi dinlemeye müsait değil.» (Nurun İlk Kapısı sh: 143)
Daha bunun gibi tesbiti mümkün beyanlardan a*çıkça görü*lür ki: Risale-i Nur mesleğinde taklit değil tahkik esastır ve akıl*ları ta’lim, kalbleri irşad ve ten*vir eden hakaik-i Kur’aniye asıl mürşid ve mercidir.