Sayfa 4/6 İlkİlk ... 23456 SonSon
51 sonuçtan 31 ile 40 arası

Konu: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

  1. #31
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    17-RİYA, ŞÖHRET VE TEVECCÜH-Ü NAS GİBİ ZARARLI HİSSİYATLARI TERK ETMEK

    Bediüzzaman Hazretleri kendini misal alarak umuma ders olacak irşa*dında diyor ki:

    1- «Sen, ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gurur*lanma. [1] sırrınca, mü*zekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubudiyetini, geçen ni*met*lerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farize-i hil*kat ve netice-i san’at bil, ucüb ve riyadan kurtul.» (Sözler sh: 473)

    2- «Bir müdür sebepsiz, gıyabımda tezyifkârâne, ha*karetli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana he*lâl ettirdi. O ha*kikat şudur:

    Nefsime demiştim: Eğer onun tahkiri ve beyan et*tiği kusurlar şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan razı olsun ki, benim nef*simin ayıplarını söyler. Eğer doğru söyle*mişse, beni nefsimin terbi*yesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer ya*lan söylemişse, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtar*maya yardımdır. Evet, ben nef*simle musalâha etmemi*şim.» (Mektubat sh: 64)

    3- «Eğer imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım cihe*tiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azîz-i Cebbâra havale ediyorum.

    Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kıracak bir şöh*ret-i kâzi*beyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyi hak*kımda bozmak murad ise, onlara rahmet! Çünkü te*vec*cüh-ü âmmeye mazhar olmak ve halkların na*zarında şöhret kazanmak, benim gibi adam*lara zarardır zannederim. Benimle temas edenler beni bi*lirler ki, şahsıma karşı hür*met istemiyorum, belki nef*ret ediyorum. Hattâ kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tek*dir etmi*şim.» (Mektubat sh: 65)

    Ehl-i dalâletin müslümanları kendilerine çekme planı*nın teh*likesine karşı bir ikaz:

    4- «İnsanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u cah de*nilen hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şe*ref denilen riyâ*kâ*râne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sa*hibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhret*pe*restlik hissi onu sevk eder.

    Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır, çok ahlâk-ı sey*yi*enin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarı*dır. Yani, bir in*sanı yakalamak ve kendine çekmek, onun o hissini okşa*makla kendine bağlar, hem onunla onu mağlûp eder. Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhâdın istifade etmek ihti*malidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakikî olmayan bazı biçare dost*larımı o suretle çektiler, mânen on*ları teh*likeye attı*lar.» (Mektubat sh: 412)

    5- «Hâlık-ı Rahîmime yüz binler şükrolsun ki, ken*dimi ken*dime beğendirmemiş. Nefsimin ayıplarını ve ku*surlarını bana gös*termiş. Ve o nefs-i emmâreyi başkalara beğendirmek arzusu kal*mamış. Kabir kapı*sında bekle*yen bir adam, arkasındaki fâni dün*yaya riyakârâne bakması, acınacak bir hamakat*tir ve dehşetli bir hasâret*tir.» (Mektubat sh: 465)

    Ehl-i dalâletin galebesinin sebebi:

    6- «İnsanın mahiyetinde muzır madenler hük*münde bulu*nan fena istidatları işlettirmekten ve şan ve şeref na*mıyla, ri*yâkârâne nefsin firavuniye*tini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geli*yor. Ve o misilli şeytanî desi*seler vasıtasıyla muvakkaten ehl‑i hakka galebe eder*ler.» (Lem’alar sh: 86)

    7- «Dalâlette, iktidarsızlar muktedir görünmeleri ve ehemmi*yetsizler şöhret kazanmaları içindir ki, hod*furuş, şöhretperest, riyâkâr insanlar ve az bir*şeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrar cihetinden bir mevki ka*zanmak için ehl-i hakka muhalefet vaziyetine girerler. Tâ görün*sün ve nazar-ı dikkat ona celb olunsun. Ve ikti*dar ve kud*retle değil, belki terk ve atâletle sebebiyet ver*diği tahribat ona isnad edilip ondan bahsedil*sin. Nasıl ki böyle şöh*ret divanelerinden birisi namazgâhı telvis et*miş, tâ herkes ondan bahsetsin. Hattâ ondan lâ*netle de bahsedilmiş de, şöhretperest*lik da*marı kendi*sine bu lâ*netli şöhreti hoş gös*termiş diye darbımesel ol*muş.» (Lem’alar sh: 86)

    8- «Kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğnâ etmek ci*hetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır.» (Lem’alar sh: 146)

    Teveccüh-u nasdan kaçmak:

    9- «Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki veri*lir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyâya girer. Şan ve şeref ar*zusuyla teveccüh‑ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ihlâs*sızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın za*rarına tevec*cüh-ü nâs ve şan ve şeref, kabir kapısına kadar muvak*kat olan bir lezzet-i cüz’i*yeye mukabil, kabrin öbür tara*fında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından, te*veccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şan ve şeref pe*şinde koşanların kulakları çınlasın!» (Lem’alar sh: 146)

    10- «Ehl-i hidayeti, ulüvv-ü himmetten sû-i isti*male ve dola*yısıyla ihtilâfa ve rekabete sevk eden, âhi*ret nokta-i nazarında bir haslet-i memdûha sayılan hırs-ı sevap ve vazife-i uhreviyede kana*atsizlik cihe*tinden ileri geliyor. Yani, “Bu sevabı ben kazanayım, bu insanları ben irşad edeyim, benim sözümü dinlesinler” diye, kar*şı*sındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve muave*netine ve uhuvvetine ve yardımına muhtaç bir zâta karşı rekabet*kârâne va*ziyet alır. “Şakirdlerim niçin onun ya*nına gidi*yorlar? Niçin onun kadar şakird*lerim bulun*muyor?” diye, enâniyeti oradan fırsat bu*lup, mezmûm bir haslet olan hubb-u câha tema*yül ettirir, ih*lâsı kaçırır, riyâ kapısını açar.» (Lem’alar sh: 151)

    11- «İHLÂSI KIRAN İKİNCİ MÂNİ: Hubb-u cah*tan gelen şöhretperestlik saikasıyla ve şan ve şeref per*desi al*tında tevec*cüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati ken*dine celb etmekle enâniyeti okşa*mak ve nefs-i emmâ*reye bir ma*kam ver*mektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i hafî” tabir edilen riyâkârlığa, hodfu*ruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.» (Lem’alar sh: 165)

    Bediüzzaman Hazretlerinin hayat tecrübesinden na*zara verdiği bir ikaz:

    12- «Kendi kendimi aldatmak ve yine başımı gaf*lete sokmak için, İstanbul’da haddimden çok fazla gör*düğüm makam-ı içtima*înin ezvâkına baktım, hiçbir faydası ol*madı. Bütün onların tevec*cühü, iltifatı, tesel*li*leri, yakı*nımda olan kabir kapısına kadar gele*bilir, orada söner. Ve şöhretperestlerin bir gaye‑i hayali olan şan ve şerefin süslü perdesi altında sakîl bir riyâ, soğuk bir hodfuruş*luk, muvakkat bir sersemlik suretinde gör*düğümden, anladım ki, beni şimdiye kadar aldatan bu iş*ler, hiçbir te*selli veremez ve onlarda hiçbir nur yok.» (Lem’alar sh: 231)

    13- Kendini beğenen «Kusuru nefsine almaz belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalâğalarla, belki yalanlarla nefsini medih ve tenzih ederek, adeta takdis eder ve derecesine göre, [2] âyetinin bir tokadını yer.

    Temeddühü ve sevdirmesi ise, aksülâ*melle istiskali celb eder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlâsı kaybeder, riyâyı karıştı*rır.» (Lem’alar sh: 275)

    14- «Ey şan ve şerefi, nam ve şöhreti isteyen adam! Gel, o dersi benden al. Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldü*ren zehirli bir baldır. Ve insanı in*sanlara abd ve köle ya*par. O belâ ve musibete dü*şer*sen,[3] de, o belâdan kurtul.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 83)

    Riyakârlığı şeref gösteren mimsiz medeniyet:

    15- «Fısk çamuruyla mülevves olan medeniyet, in*sanları da o çamurla telvis ediyor. Ezcümle: Riyâya şan ve şeref namını vermiş insanları da o pis ahlâka sevk edi*yor. Hakikaten in*sanlar o riyâya öyle alışmışlar ki, şahıs*lara yaptıkları gibi, millet*lere, hattâ unsurlara bile yapıyor*lar. Gazeteleri o riyâya del*lâl, ta*rihleri de alkışçı yapmış*lardır. Bu yüzden şahsî hayatlar “hamiyet-i cahiliye” ün*vanı altında unsurî ha*yatlara fedâ edilmektedir.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 188)

    16- «Ey örf-ü nâsta şan u şeref namıyla müsemma olan şöh*reti isteyen adam! Gel bu mes'eleyi benden öğ*ren. Zira ben, kat'iy*yen gördüm ki, şöhret ayn-ı riya*dır ve kalbin ölümü demek*tir. Öyle ise aman ona talib olma ki, insanlara abd ve köle olmaya*sın. Eğer sana verilmişse yani içine düşmüş isen [4] söyle.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 165, Tercüme A. Badıllı)

    17- «Ehl-i medeniyetin terakki diye zu'mettikleri şey, ancak bir sukuttur. Ve iktidar diye zannettikleri iş, ancak bir ibtizaldir, bayağılıktır ve intibah diye dem vurdukları emir, ancak nevm-i gaf*lette bir batmaktır. Ve nezaket dedikleri mes'ele, nifakî bir riyadır. Ve zekâvet diye gu*rurlandıkları keyfiyet, ancak şeytanî desiselerdir. Ve insa*niyet diye tahmin ettikleri şey, an*cak insani*yetin hayvani*yete bir inkılabıdır.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 192, Tercüme A. Badıllı)

    18- «Cahiliyet devrinin menhus bir yadigârı olan un*suriyet*perverlik taassubunun izahı ve iç yüzü şöyle*dir ki: Birbirine tesa*nüd ile katılaşan bir gaflet ve birbi*riyle yar*dımlaşarak cevablaşan bir riya ve bir zu*lümden ibarettir. Evet bu gaflet, riya ve zul*mün be*lasıdır ki un*suriyet ve milliyeti ırkçılara mabud haline ge*tirmiştir. El'iyazübillah.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 227, Tercüme A. Badıllı)

    19- «Şu fâsık medeniyet, öyle müdhiş bir riya mey*dana ge*tirmiştir ki, medeniyetçilerin o riyadan kur*tul*ma*ları çok müşkil*leşmiştir. Çünki medeniyet ri*yaya şan ü şe*ref ismini tak*mıştır.

    Evet medeniyetin bu riyası, adamı şahıslara dal*ka*vukluk ya*pıp müraîlik ettirdiği gibi, milletler ve un*sur*lara riyakâr ve tasni*atçı kılmıştır. Gazeteleri de, o riya ve mü*raîliğe dellâllar haline sokmuş, ta*rihi ise ona teşrifatçı ve alkışçı yapmıştır. Hem gaddar ve zalim hamiyet-i cahili*yenin desisesiyle mütemerrid olan unsuriyet-perverliğin hayatı içinde, şahsın mev*tini ona unuttur*muştur.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 374, Tercüme A. Badıllı)

    20- «Ya benim Rabbim ruz-u mahşerde dese ki: “Şu riya*kârı nîrana sevkediniz!.” Ne yaparım?

    İlahî! Senin bab-ı rahmetinden başka bir melce', bir kapı yoktur.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 382, Tercüme A. Badıllı)

    Riya-yı kelâmî:

    21- «Nefsimin hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannukârane ferahlana*cak kıymettar bir malı olmadığı gibi, başkasının ena*niyetle tekeddür etmiş ne*fislerine de bir kıy*met vermiyorum. Tâ ki onlara riya-yı ke*lâmî ile tasannu ve ubudiyetkâ*rane tekellüf ya*pa*yım.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 386, Tercüme A. Badıllı)

    22- «Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet ile*dir. (Yani li*vechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucb, riya ve gös*teriş iledir.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 403, Tercüme A. Badıllı)

    23- «Gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mü*te*haccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i müteces*simdir ki, beşeri zulme ve riyâya ve he*vâya, he*vesi kamçılayıp teş*vik eder.» (Sözler sh: 410)

    24- «Ey sapık mağrur, daha sana ittiba nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şa*rab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, ya*hut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındık*lığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şey*lerle sarhoş bulunması lâzımdır. » (Mesnevî–i Nuriye sh: 449, Tercüme A. Badıllı)

    Hayrı şerre çeviren riya:

    25- «Rabian: Hayır, o vakit hayır olur ki Allah için ola… Eğer Allah için olsa, o vakit kat’î Onun izniy*ledir. Tevfik Onundur. Minnet Onadır. Senin hak*kın, şükürdür, fahir değildir. Çünkü fa*hir, irae, ya*ni gösteriş ve riya iledir. Riya ise, hayrı şer eder. Şerle iftihar edersen et! İşte bu hakikati bilmedi*ğindendir ki, nefsinden mağrur, gayrıya da gu*rurlu oldun.» (Nur’un İlk Kapısı sh: 45))

    Hizmet-i diniye istiğna ile yapılabilir:

    26- «Dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düş*mez, haki*kat mukabilinde dünya malını almaz, ta*sannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i haki*kat elmas kıymetinde ise, sadaka al*maya mecbur olmuş, ehl-i ser*vete tasannua muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş gö*rünmek için riyakâr*lığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstad*dan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner.» (Barla Lâhikası sh: 123)

    Tenkidlere maruz kalmak, riyadan kurtulmaya ve*sile olur:

    27- «Süleyman’da sadakatle beraber esaslı bir ihlâs gördüm. Evet, bu günlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıra*cak derecede, hakkında işâalar izhar ettik*leri zaman, ona tesellî nevinden dedim ki: “Sana bu su-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun.” O da kemâl-i sü*rur ve ciddî bir surette o teselliyi kabul etti.» (Barla Lâhikası sh: 200)

    Riya sayılmayan hususlar ve riyakârlık sebebleri:

    28- «Bu yakında hem Isparta’da, hem bu havalide Risale-i Nur’un İhlâs Lem’aları intişara başladığı mü*na*se*betiyle ve bir iki küçük hadise cihetiyle şiddetli bir ihtar kalbe geldi. Riyaya dair Üç Nokta yazılacak.

    Birincisi: Farz ve vaciplerde ve şeâir-i İslâmiyede ve sünnet-i seniyenin ittibâında ve haramların terkinde riya giremez izharı, riya olamaz—meğer, gayet za’f-ı imanla beraber, fıt*raten riyakâr ola. Belki, şeâir-i İslâmiyeye te*mas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı ol*duğunu, Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi zat*lar beyan ediyorlar. Sâir nevafilin ihfası çok se*vaplı ol*duğu halde, şeaire temas eden, hususan böyle bi*d’alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şera*fetini gösteren ve böyle büyük kebâir içinde, haram*ların terkinde takvâyı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından pek çok derece daha se*vaplı ve hâlistir.

    İkinci nokta: Riyaya insanları sevk eden esbabın,

    Birincisi: Za’f-ı imandır. Allah’ı düşünmeyen, es*baba perestiş eder, halklara hodfuruşlukla riyakârâne vaziyet alır. Risale-i Nur şakirdleri, Risale-i Nur’dan al*dıkları kuv*vetli iman-ı tahkikî der*siyle esbaba ve nâsa ubudiyet nok*tasında bir kıymet, bir ehemmiyet vermiyor ki, ubudi*yetlerinde onlara gösterişle riya etsinler.

    İkinci sebep: Hırs ve tamah, za’f-ı fakr noktasında te*veccüh-ü nâsı celbine medar riyâkârâne vaziyet al*maya sevk ediyor.

    Risale-i Nur’un şakirdleri, iktisat ve kanaat ve te*vek*kül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i Nur’un dersin*den aldık*ları izzet-i imaniye, inşaallah onları ri*ya*dan ve dünya menfaatleri için hodfuruşluk*tan men eder.

    Üçüncü sebep: Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sa*hibi ol*mak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve in*san*lara iyi görün*mek, tasannukârâne (haddinden fazla ken*dine ehemmiyet verdir*mek) ve tekellüfkârâne (lâyık ol*madığı yüksek makamlarda gö*rünmek) tarzını ta*kın*makla riya eder.

    Risale-i Nur şakirdleri, ene’yi, nahnü’ye tebdil et*tik*leri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı mânevisinin he*sabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarikatın fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ve nefs-i emma*reyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu za*manda birisi de fenâ fi’l-ih*van, yani şahsiyetini kardeş*lerinin şahs-ı ma*neviyesi içinde eritip öyle davrandığı için, in*şaallah, ehl-i hakika*tin riyadan kurtulmaları gibi, bu sırla onlar da kurtulur*lar.

    Üçüncü nokta: Vazife-i diniye itibarıyla nâsa hüsn-ü kabul ettirmek, o makamın iktiza ettiği yüksek tavır*lar ve vaziyetler, hod*furuşluk ve riya sayılmaz ve sa*yılmamalı—meğer o adam, o va*zifeyi, kendi enaniyetine tâbi edip istimal ede.

    Evet, bir imam, imamet vazifesinde tesbihatları iz*har eder, ismâ eder hiçbir cihette riya olamaz. Fakat va*zife haricinde o tesbi*hatları âşikâre halklara işittir*meye riya gi*rebildiği için, gizlisi daha sevaplıdır.

    Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, neşriyat-ı dini*ye*le*rinde ve ittibâ-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebâ*irdeki takvâla*rında, Kur’ân hesabına vazifedar sa*yı*lırlar. İnşaallah riya olmaz. Meğer ki, Risale-i Nur’a, başka bir maksad-ı dünyeviye için girmiş ola. Daha ya*zı*lacaktı, fa*kat bir tevakkuf hali kesti.» (Kastamonu Lâhikası sh: 184)

    Riya hissini görüp izale etmek:

    29- «Hem on dakika zarfında, büyük bir müca*hede-i mânev*îde, benim cephemde, kırk ikilik bir top gibi düş*manlarıma atıp yol açtığı halde, o iki nefs‑i emmâ*renin, muvakkat bir gaflet fırsatında, hodgâmlık ve meyl-i te*fevvuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı his*siyle, büyük bir şükür ve teşekkür yerine, “Niçin ben atma*dım?” diye, en çirkin bir riya ve rekabet da*marını hissettim. Cenab-ı Hakka yüz bin şükür edi*yorum ki, Risale-i Nur ve bil*hassa İhlâs Risaleleri, o iki nefsin bütün desâisini izale ve onların açtığı yaraları tedavi ettiği gibi, o bir dakika ve on dakikadaki hâletleri birden izale etti. Ve mânevî bir istiğ*far olan kusurumu bildim. O hatânın muaccel cezası olan içindeki elemden ve azaptan kurtul*dum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 234)

    Şöhret, ihlâsa zıddır:

    30- «Hususan acip bir riyakârlık olan şöh*retperest*lik ve câzibedar bir hodfuruşluk olan tarihlere şâşaalı geç*mek ve insanlara iyi gö*rünmek ise, Nurun bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münafidir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 195)

    Merdumgirizlik ihlâsa vesile olur:

    31- «Bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara za*rar verecek haller var. Risale-i Nur’un mesleğindeki âzamî ih*lâs için bu has*ta*lık verilmiş. Çünkü bu za*manda şan, şeref perdesi altında riya*kârlık yer al*dı*ğından, âzamî ihlâs ile bütün bütün enani*yeti terk lâzımdır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 201)

    32- «Hattâ tezahüre bir riyakârlık, bir hod*furuşluk, bir enaniyet mânâsını verip halk*larla görüşmeyi de terk ettiği ve rahmet-i İlâhînin ihsa*nıyla sesi de kesilmiş ki, dostlarla görüşmeye mec*bur olmasın ve hatırları da kırıl*masın.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 237)

    Geylanî Hazretlerinin riyakârlığı tedavi eden şid*detli irşadı:

    33- «Fütuhu’l-Gayb kitabında “Yâ gulâm!” tâbir et*tiği bir ta*lebesine pek müthiş ameliyat-ı cerrahiye ya*pı*yor. Ben kendimi o gulâm yerine vaz ettim. Fakat pek şiddetli hitap ediyordu: “Eyyühe’l-münafık,” “Ey dinini dünyaya satan riyakâr” diye, diye... Yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terk ettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin ar*kasından bir lezzet geldi işti*yakla o mübarek eseri acı tiryak gibi veya sulfato gibi iç*tim. Elhamdü lillâh, kaba*hatlerimi anladım, yaralarımı his*settim, gurur bir de*rece kırıldı.” » (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 144)



    Bediüzzaman Hazretlerinin riyakârlıkdan uzak dur*ması:

    34- «Üstadımız, tekellüf ve taazzumdan asla hoş*lanmaz ve talebelerinin dahi tekellüf kaydından âzade ol*malarını emreder. Ve buyururlar ki: “Tekellüf, şer’an ve hikmeten fenadır, çünkü te*kellüf sevdası, insanı, hadd-i mârufu tecavüze sevk eder. Mütekellif olan*lar, bazan hodbinane ve tezahür ve tefâ*hur tavrı ve muvakkat so*ğuk bir riyakâr vaziyeti takın*mak*tan kurtulmaz. Halbuki bunların ikisi de ihlâsı zede*ler.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 326)

    Riyakârlık yalancılıktır:

    35- «Evet sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı iç*ti*maiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve ta*sannu, alçakça bir ya*lancılıktır. Nifak ve müna*fıklık, mu*zır bir yalancılıktır.» (Hutbe-i Şâmiye sh: 45)

    Riya, sevabı günaha çevirir:

    36- «Nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı se*vaba, sevabı günaha kalb eder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbe*der.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 51)

    37- «Hayrat ve hasenâtın hayatı niyetledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösterişledir. Ve fıtrî ola*rak vicdanda şu*urla biz*zat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyetle inkıtâ bulur.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 201)

    Merdumgirizlik ihlâsın muhafazasına vesiledir:

    38- «İnayet-i İlâhiye dahi, hizmet-i imaniyedeki ih*lâsı kır*mamak ve tasannukârâne hodfuruşluk va*ziyetine girmeye mecbur etmemek ve ziyade hüsn-ü zan edenle*rin karşı*sında beni tekellüf*lere ve gösterişlere mecbur etmemek ve bu za*manda çok tesir eden şahsıma karşı te*veccüh, mu*habbet ve hizmete zarar veren kendini ma*kam sahibi göstermek vaziyetinden kurtarmak ve Kur’ân’dan gelen Risale-i Nur’un elmas gibi hakikatle*rini bana mâletmekle cam parçalarına indir*memek hikmetle*riyle, Cenab-ı Erhamürrâhimîn bana bu hasta*lığı vermiş*tir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 61)

    Şöhretli sahalardan kaçmak:

    39- «Nur mesleğinde benlik ve gösteriş bir nevi şöh*retperestlik, merdud olduğundan, bu enaniyet zama*nında in*sanlara kendini satmaya çalış*mak ve beğendir*mek, bir anda Nur şakirdleri böyle bü*yük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mev*kilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihe*tiyle, kader-i İlâhî, Nur şakirdle*rini tam ihlâsın mu*hafazası için şimdilik müsaade etmi*yor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 257)

    40- «Ey fahre meftun, şöhrete müptelâ, medhe düş*kün, hodbinlikte bîhemtâ, sersem nefsim!

    Eğer binler meyve veren incirin menşei olan kü*çü*cük bir çe*kirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün si*yah kurucuk çubuğu, bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çu*buğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâ*zım ol*duğu hak bir dâvâ ise, senin dahi sana yüklenen nimet*ler için fahre, gu*rura belki bir hakkın var.

    Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çe*kirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyarın bulunmakla, o nimet*lerin kıymetlerini fahrinle tenkis edi*yorsun, gururunla tahrip ediyorsun ve küfra*nınla iptal ediyorsun ve temellükle gasp edi*yorsun.

    Senin vazifen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöh*ret değil, tevazudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil, istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâ*binliktedir.» (Sözler sh: 230)

    41- «Hem insanlara kendini bildirmek bir şöhretpe*restlik olmasından, bir enaniyet, bir hod*fü*ruşluk, bir ri*yakârlık ihtimali var. Bu ise, bizim gibi*lere tam zarardır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 161)

    42- «Risale-i Nur Müellifi, bütün müellif ve mu*harrir*lerin en mütevaziidir. Şöhret ve tekebbürün en büyük düşmanıdır. Bütün dünya metâına arka çe*virmiştir. Ne mal, ne şöhret, ne nü*fuz—bunların hiçbi*risi onun pâyine ulaşamamıştır ve ulaşamaz.» (Tarihçe-i Hayat sh: 654)

    43- «Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, ulûm-u ima*niye ve Kur’âniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ih*san etmiştir. Bu ihsan-ı İlâhîyi bütün hayatımda, lil*lâ*hil*hamd, tevfik-i İlâhî ile şu millet-i İslâmiyenin men*faatine, saadetine sarf ederek, hiçbir vakit vasıta-i ta*hakküm ve tagallüb olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe matlup olan te*veccüh‑ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim men*fû*rumdur, onlardan ka*çıyorum. Yirmi sene eski haya*tımı zayi ettiği için onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risale-i Nur’u beğenmelerine bir emâre biliyo*rum, onları küstürmüyorum.» (Lem’alar sh: 171)

    Kısmen tesbit edilen mezkûr ders ve ikazlar, riya ve şöhret gibi hissiyat ve hareketlerin terk edilmesinin lüzu*munu açıkça gösteriyor ve Risale-i Nur’da bir esas*tır.



  2. #32
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini



    18-REKABETİ TERK ETMEK DÜSTURU

    Rekabetin müsbet kısmı, hayırlı işlerde ve fazilet*lerde kişi*nin o iyiliklere erişebilmek isteği ve gayretini ifade eder. Rekabetin menfi ciheti ise, başka*sında olan iyiliği elinden almak ve kendini önde ve üstün göster*mek hırsıdır. Bu ise menfi mü*cadeleye kapı açar ve bü*yük zararlara ve*sile olur.

    1- «Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en teh*li*keli ciheti kıskançlıktır. Eğer sırf lillâh için ol*mazsa, kıs*kançlık müdahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına ha*set etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de, bu he*ye*timizin şahs-ı mâ*nevîsinde, herbiriniz bir duygu, bir âzâ hük*mündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilâkis birbirinizin meziye*tiyle iftihar etmek, mütelez*ziz olmak bir vazife‑i vicda*ni*yenizdir.» (Mektubat sh: 426)

    2- «Ehl-i din ve ashab-ı ilim ve erbab-ı tarikat ise, bunların herbirisinin vazifesi umuma baktığı gibi, mu*accel ücretleri de ta*ayyün ve tahassus etmediği ve herbi*rinin makam-ı içtimaîde ve te*veccüh-ü nâsta ve hüsn-ü kabul*deki hissesi tahassus etmiyor. Bir makama çok*lar namzet olur. Maddî ve mânevî herbir ücrete çok el*ler uzanabilir. O noktadan müzâhame ve rekabet te*vellüt edip vifakı ni*faka, ittifakı ihtilâfa tebdil eder.» (Lem’alar sh: 149)

    3- «Meşreplerin ihtilâfıyla, zâhir-i meşrebine mu*halif olana karşı muavenet ihtiyacını tam hissetmiyor, ittifaka ihtiyacını gö*remiyor. Belki hodgâmlık ve enâni*yet varsa, kendini haklı ve mu*ha*lifini haksız teveh*hüm ederek, itti*fak ve muhabbet yerine, ihtilâf ve re*kabet or*taya girer. İhlâsı kaçırır, vazifesi zîrüzeber olur.» (Lem’alar sh: 150)

    4- «Ey musibetzede ve ihtilâfa düşmüş ehl-i hak ve ashab-ı hakikat! Bu musibet zamanında ihlâsı kaçır*dı*ğınız*dan ve rıza-yı İlâhîyi münhasıran gaye-i maksat yapmadı*ğınızdan, ehl-i hakkın bu zillet ve mağlûbiye*tine sebebiyet verdiniz.

    Umûr-u diniye ve uhreviyede rekabet, gıpta, haset ve kıskançlık olmamalı. Ve hakikat nokta‑i nazarında olamaz. Çünkü kıskançlık ve hase*din sebebi: Birtek şeye çok eller uzanma*sından ve birtek makama çok gözler dikilmesinden ve birtek ek*meği çok mideler istemesinden, müzâhame münakaşa, müsa*baka sebebiyle gıptaya, sonra kıskançlığa düşerler. Dünyada bir şey-i vâ*hide çoklar talip olduğundan ve dünya dar ve muvakkat olması se*bebiyle insanın had*siz arzularını tatmin edemediği için, rekabete düşü*yorlar. Fakat, âhirette tek bir adama beş yüz sene mesa*felik bir cennet ihsan edilmesi ve yetmiş bin kasır ve huriler verilmesi ve ehl-i Cennetten herkes kendi his*se*sinden kemâl-i rıza ile mem*nun olması işaretiyle gösterili*yor ki, âhirette medar‑ı rekabet birşey yoktur ve rekabet de olamaz. Öyleyse, âhirete ait olan a’mâl-i salihada dahi rekabet olamaz kıskançlık yeri değildir. Kıskançlık eden ya riyâkârdır a’mâl-i saliha suretiyle dünyevî ne*ticeleri arıyor. Veyahut sâdık ca*hildir ki, a’*mâl-i saliha nereye baktığını bilmiyor ve a’*mâl-i sali*hanın ruhu, esası, ihlâs ol*duğunu derk etmi*yor.» (Lem’alar sh: 156)

    5- «Ey ehl-i hakikat ve tarikat! Hakka hizmet, bü*yük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gi*bidir. O defineyi omu*zunda taşıyanlara ne kadar kuv*vetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, mem*nun olurlar. Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardım*larını müfte*hirâne alkış*lamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârâne o hakikî kardeşlere ve fedakâr yar*dımcılara bakılıyor ve o hal ile ih*lâs kaçıyor? Vazifenizde müttehem olup, ehl-i dalâletin nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, “din ile dün*yayı kazanmak ve ilm-i hakikatle maişeti temin etmek, tamah ve hırs yolunda rekabet etmek” gibi müthiş ithamlara mâruz kalı*yorsunuz?

    Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini itham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslektaşına ta*raf*tar ol*mak... Fenn-i âdâb ve ilm-i münazaranın ule*ması mâbey*nindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu “Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına se*vinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna mem*nun olsa, insaf*sızdır.” Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği birşeyi öğrenmi*yor. Belki gurur ihtimaliyle za*rar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bil*mediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin guru*rundan kurtulur. Demek in*saflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatı*rını kırı*yor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip ta*raftar çıkar, memnun olur.

    İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarikat, ehl-i ilim kendilerine rehber itti*haz etseler, ihlâsı kaza*nırlar. Ve vazife-i uhrevi*yele*rinde muvaffak olurlar. Ve bu fecî sukut ve musi*bet-i ha*zıradan rahmet-i İlâhiye ile kurtulurlar.» (Lem’alar sh: 157)

    6- «Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet, ya*vaş yavaş ihlâsı kırar. Hem netice-i hizmeti de zede*ler. Hem o maddî menfa*ati de kaçırır.

    Evet, hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima besle*miş. Ve bilfiil onların hakikat-i ihlâslarına ve sâdıkane olan hizmet*lerine bir cihette işti*rak etmek niyetiyle, on*ların hâcât-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip hürmet etmişler. Fakat bu mu*avenet ve men*faat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip mun*tazır kalmakla, lisan-ı hal ile dahi istenilmez. Belki umma*dığı bir halde verilir. Yoksa ih*lâsı zedelenir. Hem

    [5] âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar.

    İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmâre, hodgâmlık cihe*tiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arakadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlâsı zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder, ehl-i hakikat nazarında sa*kîl bir vaziyet alır.» (Lem’alar sh: 164)

    7- «İşte, ey kardeşlerim! Madem umur-u dünye*vi*yede, kesif maddelerde böyle ittihad, ittifak ile netice*ler, böyle azîm yekûn fay*dalar verir. Acaba, uhrevî ve nu*ranî ve tecezzî ve inkısama muhtaç olmayarak ve fazl-ı İlâhî ile herbirisinin aynasına umum nur in’i*kâs etmek ve herbiri umumun kazandığı misil sevaba mâ*lik ol*mak, ne kadar büyük bir kâr olduğunu kıyas ede*bilirsi*niz. Bu azîm kâr, rekabetle ve ihlâssızlıkla kaçı*rıl*maz!

    Ey kardeşlerim! Kur’ân-ı Hakîmin hizmetin*deki mes*leğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvvetin sırrı, şahsiyetini kardeşler içinde fâni edipHAŞİYE onların ne*fislerini kendi nefsine tercih etmek olduğundan, mâ*bey*nimizde bu nevi hubb-u cahtan gelen rekabet tesir etmemek ge*rektir. Çünkü mesleğimize bütün bütün mü*nâfidir. Madem kar*deşlerin şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir o büyük şeref-i mânevîyi şahsî, hodfuruşâne, rekabetkâ*râne, cüz’î bir şerefe ve şöhrete feda etmek, Risale-i Nur şakirdle*rinden yüz derece uzak olduğu ümi*dindeyim.

    Evet, Risale-i Nur şakirdlerinin kalbi, aklı, ruhu böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmâre bulunur. Bazı da hissiyat‑ı nef*siye damar*lara ilişir, bir derece hükmünü kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı itham et*mem. Risale-i Nur’un verdiği tesire bi*naen itimad ediyo*rum. Fakat nefis ve hevâ ve his ve ve*him bazan aldatıyor*lar. Onun için bazan şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şid*det, nefis ve hevâ ve his ve vehme bakıyor ihtiyatlı dav*ranınız.» (Lem’alar sh: 165)

    8- «Aziz kardeşlerim,

    Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.» (Şualar sh: 312)

    9- «Ücret alındığı zaman veya mükâfat tevzi edil*diği vakit, rekabet, kıskançlık mikrobu oynamaya başlar. Fakat iş zama*nında, hizmet vaktinde o mikro*bun haberi olmuyor. Hattâ tembel olan adam çalışkanı sever. Zayıf olan, kavîyi takdir ve tahsin eder. Fakat ça*lışma*sını ister ki, iş hafif olsun, zahmetten kurtulsun.

    Dünya da umur-u dîniyeye ve a’mâl-i âhirete iş ve hizmet için kurulmuş bir fabrika olduğu cihetle ve o fab*rika içerisinde işlenen ve yapılan ibadetlerin seme*resi öteki âlemde göründüğüne naza*ran, ibadetlerde reka*bet edilmemelidir. Olduğu takdirde ihlâsı kay*bolur. Ve o rekabeti yapan, halkın takdir ve tahsinleri gibi dünyevî bir mükâfatı düşünür. Zavallı dü*şünmüyor ki, o düşün*ceyle amelini adem-i ihlâsla iptal eder. Çünkü, sevap itâ*sında ve ücret aldığında, nâsı Rabb-i Nâsa şerik ya*par ve halkın nefretlerine hedef olur.» (M. Nuriye sh: 227)

    10- «Derd-i maişet zaruretine karşı, iktisat ve ka*na*atle mu*kabele etmeye zaruret var. Menfaat-i dün*yeviye, çok ehl-i haki*kati, ehl-i tarikatı dahi bir nevi rekabete sevk ettiği için endişe ederim. Risale-i Nur şakirdleri içinde şimdiye kadar bu cihet on*ları zedele*memiş. İnşaallah yine zedelemez.» (Kastamonu Lâhikası sh: 223)

    11- «Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırın*gayla hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmâre ittifak edip öyle seyyiata, öyle günahlara severek giriyor. Kâinatı hiddete getiriyor. Hattâ kendim, bir dakika zar*fında, yirmi paralık bir sıkıntıyla, altmış liralık bir ha*seneye ter*cih etmeye çalıştım.

    Hem on dakika zarfında, büyük bir mücahede-i mâ*nevîde, be*nim cephemde, kırk ikilik bir top gibi düş*man*larıma atıp yol açtığı halde, o iki nefs‑i emmârenin, mu*vakkat bir gaflet fırsatında, hod*gâmlık ve meyl-i tefev*vuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı his*siyle, bü*yük bir şükür ve teşekkür yerine, “Niçin ben atma*dım?” diye, en çirkin bir riya ve rekabet damarını hisset*tim. Cenab-ı Hakka yüz bin şükür ediyorum ki, Risale-i Nur ve bil*hassa İhlâs Risaleleri, o iki nefsin bü*tün desâ*isini izale ve onların açtığı yara*ları tedavi ettiği gibi, o bir dakika ve on dakikadaki hâletleri birden izale etti. Ve mânevî bir istiğ*far olan kusurumu bildim. O hatânın muaccel cezası olan içindeki elemden ve azap*tan kurtul*dum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 233)

    12- «Mesleğimiz, sırr-ı ihlâsa dayanıp, hakaik-i ima*niye ol*duğu için, hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtima*iyeye mecbur olmadan karışmamak ve rekabet ve ta*rafgirliğe ve mübarezeye sevk eden hâlâttan te*cerrüt etmeye mes*leğimiz itibarıyla mec*buruz. Binler teessüf ki, şimdi müthiş yılanların hücumuna mâ*ruz biçare ehl-i ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ısır*ması gibi cüz’î kusuratı bahane ederek, birbirini tenkitle, yılanların ve zındık münafık*ların tahribatlarına ve kendilerini onla*rın eliyle öl*dür*mesine yardım ediyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 246)

    13- «Risale-i Nur’un bir esası, kusurunu bil*mekle mah*viyetkârane yalnız rıza-yı İlâhî için re*kabetsiz hiz*met et*mektir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 87)

    14- «Hem mesleğimiz hıllet ve uhuvvet oldu*ğun*dan, şahsiyet ve enaniyet cihetinden bir rekabet olmaz. Benim gibi çok kusurlu ve çok zayıf bir biçare*nin nok*saniyetle*rine değil, belki Risale-i Nur’un kema*lâtına bakmalı.» (Tarihçe-i Hayat sh: 434)

    15- «MÜ’MİNLERDE nifak ve şikak, kin ve adâ*vete se*be*biyet veren tarafgirlik ve inat ve ha*set, hakikatçe ve hik*metçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşe*riye için zehirdir.» (Mektubat sh: 262)

    16- «Yedinci vehim: İttihad-ı İslâm cemaati, sair cemi*yet-i diniye ile şakku’l-âsâdır. Rekabet ve münafe*ratı intaç eder.

    Elcevap: Evvelâ umur-u uhreviyede haset ve mü*za*hemet ve münakaşa olmadığından, bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.» (Hutbe-i Şâmiye sh: 98)

    18- «Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima su*ret-i hak*tan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan al*mayınız. Zira çok silik söz ticarette ge*ziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müf*sidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söyle*nen sözün kalbe girmesine yol ver*meyiniz. İşte, size söylediğim söz*ler ha*yalin elinde kal*sın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde sak*layınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı ar*kasına takı*nız, bana reddediniz, gönderiniz.» (Münâzarat sh: 14)

    Bu nakillerde, menfi rekabetin yapılmaması, Risale-i Nur mesleğinde bir esas olduğu nazara verilir ve rekabet, ihlası ve hizmeti darbeleyeceği ve terk edil*mesinin zarureti beyan edilir.

    Not: Yukarıda geçen miheng tabiriyle murad olunan mânâyı tesbit etmek için şu ifadelere bakılmalı*dır:

    19- «Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl‑i ve*lâye*tin iha*tasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan as*fiya ve muhakkik*înin, şuhuda değil, Kur’ân’a ve vahye, gaybî fa*kat daha sâfi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyele*rine dair ahkâmlarına yetişmez.

    Demek, bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve mü*şahe*datın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri, Kitap ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhak*kikînin kavânin-i hadsiyeleridir.» (Mektubat sh: 83)

    Burada geçen (miheng) tabiri, ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mâ*nâsındadır. Bu kat’î hükümleri avam-havas tef*rik edilmeden bü*tün mü’minlerin bilip kabul etme*leri ve hak ve batılın tesbitinde kıstas ve miheng yap*maları mec*burîdir.

    Nitekim Bediüzzaman Hazretleri bu kat’î hüküm*ler için:

    20- «Avâm-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders al*maya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatır*latıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik et*mekle, imtisallerine teş*vik ve tezkire ve ihtara muhtaç*tırlar.» (Sözler sh: 483)

    Diyerek bu hükümleri avamın bildiğini ve bilme*lerinin mec*buriyetini na*zara verir. Demek bu kat’î hü*kümler, kıstas ve mi*hengler mânâsında muayyen ve tesbitli olup hiçbir müslüman o hükümlere muhalefet edemez.

    21-Çünkü «“Zaruriyât-ı diniye” denilen ve kabil-i te*vil olmayan ve “muhkemat” denilen düsturları ise, hiçbir ci*hette kabil-i tebdil de*ğildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını din*den çıkarıyor.» (Mektubat sh: 435)

    Bediüzzaman Hazretleri aynı hükmü te’yiden di*yor:

    22- «Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur’âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat’îdir, esastırlar, temeldirler. [6]fermanıyla, mânâsı vâzıh oldu*ğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üze*rine dö*ner, takviye eder, be*dâhet derecesine getirir. O mensus mânâ*ları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin feh*mini tez*yif etmek çıkar.

    Demek, maânî-i mensûsa, müteselsilen menba‑ı Risaletten alınmıştır.» (Mektubat sh: 388)

    İşte bütün müslümanlar için, hak ve bâtılı ayı*ran kıs*tas ve mihengler, bu nusus ve muhkemat-ı şer’i*yedir. İttihad-ı müslimîn ancak bu esaslar dairesinde mümkündür ki bu derlemenin de asıl mevzuu budur.

    Hem de bu miheng tabirinin geçtiği Münazarat ese*rin*den anlaşılıyor ki, Bediüzzaman Hazretleri 80-90 sene önce avam tabakasına, esasat-ı şer’iyeyi esas alma*larını telkin ediyor ve re*kabet ve enaniyet hislerini tah*rik eden reislik ve kişi hâkimiyeti yerine her sahada hakkın hâki*miyetinin ve en üstün insanlık şe*refini gös*teren hürriyet-i şer’iyenin elzemi*yetini ders veriyor.




  3. #33
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    19-HUBB-U CAH’I TERK ETMEK ESASI

    Maddî ve manevî makam sevgisi ve şöhret hırsı olan bu his, hizmet-i di*niyede terk edilmesi düstur ha*linde nazara verilen bir esastır.

    Hubb-u cah hissinin getirdiği büyük mes’uliyet*ler:

    1- «Şeytan-ı ins, şeytan-ı cinnîden aldığı derse bi*naen, hizbü’l-Kur’ân’ın fedakâr hâdimlerini hubb‑u cah vasıtasıyla al*datmak ve o kudsî hiz*metten ve o mânevî ulvî cihaddan vazgeçir*mek istiyor*lar. Şöyle ki:

    İnsanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u cah deni*len hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şe*ref denilen ri*yâkârâne halklara görünmek ve na*zar-ı âmmede mevki sahibi ol*maya, ehl-i dün*yanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu var*dır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derece*sinde şöhret*pe*rest*lik hissi onu sevk eder.

    Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır, çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en za*yıf damarıdır. Yani, bir insanı yakala*mak ve ken*dine çekmek, onun o hissini okşamakla kendine bağlar, hem onunla onu mağlûp eder. Kardeşlerim hakkında en zi*yade korktuğum, bunların bu zayıf dama*rın*dan ehl-i il*hâdın istifade etmek ihti*malidir.

    Bu hal beni çok düşündürü*yor. Hakikî olmayan bazı bi*çare dostlarımı o suretle çektiler, mâ*nen onları teh*likeye at*tılar.HAŞİYE » (Mektubat sh: 412)

    2- «Ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’ân’da arka*daşlarım! Bu hubb-u cah cihetinden gelen dessas ehl-i dünyanın hafiye*lerine veya ehl-i dalâletin pro*pagandacı*larına veya şeyta*nın şakirdlerine de*yi*niz ki:

    “Evvelâ rıza-yı İlâhî ve iltifat-ı Rahmânî ve ka*bul‑ü Rabbânî öyle bir makamdır ki, insanların tevec*cühü ve is*tihsânı, ona nisbe*ten bir zerre hükmündedir. Eğer tevec*cüh-ü rahmet varsa, yeter. İnsanların tevec*cühü, o tevec*cüh-ü rahmetin in’ikâsı ve gölgesi olmak ci*hetiyle mak*buldür yoksa arzu edilecek birşey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez.”» (Mektubat sh: 413)

    Kesret-i etbaa isteği, cemaati kendine bağlama hissi, hubb-u cah’a mağ*lubiyetin fiilî bir tezahürüdür:

    3- «Ehl-i hidayeti, ulüvv-ü himmetten sû-i isti*male ve dolayı*sıyla ihtilâfa ve rekabete sevk eden, âhi*ret nokta-i nazarında bir haslet-i memdûha sayılan hırs-ı sevap ve vazife-i uhreviyede kana*atsizlik cihe*tinden ileri geliyor. Yani, “Bu sevabı ben kazanayım, bu insanları ben irşad edeyim, benim sözümü din*lesin*ler” diye, karşısındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve mu*avenetine ve uhuvvetine ve yardı*mına muhtaç bir zâta karşı reka*bet*kârâne vaziyet alır. “Şakirdlerim niçin onun yanına gidi*yorlar? Niçin onun kadar şakirdlerim bulunmuyor?” diye, enâniyeti ora*dan fırsat bulup, mez*mûm bir haslet olan hubb-u câha te*mayül etti*rir, ihlâsı kaçırır, riyâ kapısını açar.

    İşte bu hatanın ve bu yaranın ve bu müthiş ma*raz-ı ru*hanînin ilâcı şudur ki:

    Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değildir.» (Lem’alar sh: 151)

    4- «Hubb-u cahtan gelen şöhretperestlik sa*ikasıyla ve şan ve şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi ka*zanmak, nazar-ı dikkati kendine celb etmekle enâniyeti okşamak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, en mühim bir ma*raz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i hafî” tabir edilen ri*yâ*kâr*lığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihâsı zedeler.» (Lem’alar sh: 165)

    Şahsiyet kazanma sâikasıyla hizmette rekabet yap*mak, sırr-ı uhuvvetin yokluğuna alâmettir:

    5- «Ey kardeşlerim! Kur’ân-ı Hakîmin hizmetin*deki mesle*ğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvve*tin sırrı, şahsiye*tini kardeşler içinde fâni edipHAŞİYE onla*rın nefislerini kendi nefsine tercih etmek olduğundan, mâbeynimizde bu nevi hubb-u cahtan gelen rekabet tesir etmemek gerektir. Çünkü mesleğimize bütün bütün mü*nâfidir.» (Lem’alar sh: 165)

    Cemaat içinde temayüz edip kendini beğendirme ve te*vec*cühü toplama tavır ve davranışları, hubb-u cah ve hırs-ı söhret hastalığının fiilî tezahür ve emareleri*dir.

    6- «Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve in*sanlara iyi gö*rün*mek, tasannukârâne (haddinden fazla kendine ehem*miyet verdirmek) ve tekellüf*kârâne (lâyık olmadığı yük*sek makam*larda gö*rünmek) tarzını takınmakla riya eder.

    Risale-i Nur şakirdleri, ene’yi, nahnü’ye tebdil et*tik*leri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı mânevisinin he*sabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarikatın fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ve nefs-i emma*reyi öldürmek gibi riyadan kur*taran va*sıtaların bu za*manda birisi de fenâ fi’l-ihvan, yani şahsiyetini kardeşle*rinin şahs-ı maneviyesi içinde eritip öyle davrandığı için, inşaallah, ehl-i hakikatin riyadan kurtul*maları gibi, bu sırla onlar da kurtulurlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 184)

    7- «En zayıf bir damar-ı insânî olan “şan ve şeref ve rütbe” noktasında bana çok elîm bir tarzda o zayıf dama*rımı tutmak için emredilmiş. İhanetler, tahkir*lerle, damara dokunduracak işkence*lerle dahi hiçbir şeye muvaffak olamadılar. Ve kat’iyen anladılar ki, on*ların perestiş ettiği dünya şan ve şerefini bir riyakârlık ve za*rarlı bir hodfu*ruşluk biliyoruz, onların fevkalâde ehemmiyet ver*dikleri hubb-u cah ve şan ve şeref-i dünyeviyeye beş para ehemmiyet vermiyoruz, belki onları bu cihette divane bi*liyoruz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 244)

    Kısmen nakledilen mezkûr sarih beyanların kat’i bir neticesi olarak hubb-u cah’ı ve onun tezahürü olan tavır ve hareketleri terk etmek bir esas ve şarttır. Aksi halde hizmete büyük zararlar gelmesine vesile olunur.



  4. #34
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    20- MENFÎ IRKÇILIĞI BIRAKMAK İSLÂM MİLLİYETİNE DAYANMAK

    Irkçılığın verdiği zararlar:

    1- «Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadele*leri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine is*ti*nad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bı*raktık*larından, iki cihetle zarar verdiler.

    Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.

    Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine git*mez. Çünkü, unsuri*yetperver bir hâkim, millet*ta*şını tercih eder, adalet ede*mez.

    [7]

    ferman-ı kat’îsiyle, rabıta-i diniye yerine rabıta‑i mil*liye ikame edilmez. Edilse adalet edilmez, hakkani*yet gi*der.

    İşte, Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik ola*rak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam‑ı şe*hadeti ihraz et*miş.» (Mektubat sh: 54)

    2- «Eğer derseniz, “Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende un*suriyetperverlik fikri var, o işimize gelmiyor” ben de derim:

    Hey efendiler! Eski Said ve Yeni Said’in yazdık*ları meydanda. Şahit gösteriyorum ki, ben ferman-ı kat*’îsiyle, eski zaman*dan beri menfi milliyet ve unsuriyetperver*liğe, Avrupa’nın bir nevi firenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış, tâ tefrika versin, parça*lasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk il*le*tine karşı eskiden beri tedaviye ça*lıştığımı, talebele*rim ve bana temas eden*ler biliyorlar.» (Mektubat sh: 63)

    3- «Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandı*rıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar.

    Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gaflet*kâ*râne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara “Fikr-i mil*liyeti bırakınız” denilmez. Fakat fikr-i milli*yet iki kısımdır:

    Bir kısmı menfidir, şeâmetlidir, zararlıdır. Başkasını yut*makla beslenir, diğerlerine adâvetle de*vam eder, mü*teyakkız dav*ranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe se*beptir. Onun içindir ki, hadis-i şerifte fer*man etmiş: [8] ve Kur’ân da ferman etmiş:

    [9]

    İşte şu hadis-i şerif, şu âyet-i kerime, kat’î bir su*rette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuri*yeti kabul etmi*yorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç bırak*mıyor.

    Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sa*hi*bine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazan*dırsın?

    Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları gö*rülmüş. Ezcümle, Emevîler, bir parça fikr-i milliyeti si*ya*setlerine karıştır*dıkları için, hem âlem-i İslâmı küs*türdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler.

    Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şe*âmetli ebedî adâvetle*rinden başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfi mil*liyetin nev-i beşere ne kadar za*rarlı olduğunu gösterdi.

    Hem bizde, iptida-yı Hürriyette, Babil Kalesinin ha*rabiyeti zamanında “tebelbül-ü akvam” tabir edilen te*şâub-u akvam ve o te*şâub sebebiyle dağılmaları gibi, menfi milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok kulüpler namında sebeb-i tefrika-i kulûb, muh*telif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar ecnebîlerin boğazına gidenlerin ve peri*şan olan*ların halleri, menfi milliyetin zararını gösterdi.

    Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirin*den mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbi*rini düşman telâkki etmek öyle bir felâ*kettir ki, ta*rif edilmez. Adeta bir si*neğin ısırmaması için, müt*hiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı muka*bele et*mek gibi bir divanelikle, bü*yük ejderha*lar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bil*mez hırslarını, pençelerini açtık*ları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mâ*nen on*lara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vi*lâyetlerindeki vatandaş*lara veya cenup tara*fındaki din*daşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok za*rarları ve mehâli*kiyle bera*ber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’ân nuru var İslâmiyet zi*yası gelmiş o içimizde vardır ve her yerde bu*lunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatan*daşla*rın hayat-ı dünye*viye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtima*iyeye hizmet ede*yim diye iki haya*tın temel taşlarını ha*rap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!

    DÖRDÜNCÜ MESELE

    Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı da*hilî*sinden ileri geliyor. Teâvüne, tesanüde sebeptir men*faatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet‑i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur.

    Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı yerine geç*memeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir per*desi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kalenin taş*larını kale*nin içindeki elmas hazi*nesinin yerine koyup, o el*masları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cina*yet*tir.

    İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin se*nedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kale yap*tınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş te*hâ*cümâtı def ettiniz. Tâ

    [10]

    âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelin*deki hitaba mâsadak olmaktan çe*kinmelisiniz ve korkmalısınız.

    CÂ-YI DİKKAT BİR HAL: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her ta*rafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etme*miştir. Nerede Türk ta*ifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlar*dır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük un*surlarda dahi hem müs*lim ve hem de gayr-ı müslim var.

    Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milli*yetin İslâmiyetle imtizaç etmiş on*dan kabil-i tefrik de*ğil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhi*rin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yü*zünde hiçbir kuv*vetle si*linmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desise*leriyle o mefâhiri kalbinden silme.» (Mektubat sh: 322)

    4- «Tahribatçı ehl-i bid’a iki kısımdır.

    Bir kısmı, güya din hesabına, İslâmiyete sadakat namına, güya dini milliyetle takviye etmek için, “Zaafa düşmüş din şecere-i nuraniyesini milliyet toprağında dik*mek, kuvvetleştirmek istiyo*ruz” diye, dine taraftar vazi*yeti gösteriyorlar.

    İkinci kısım, millet namına, milliyet hesabına, unsu*riyete kuvvet vermek fikrine binaen, “Milleti İslâmiyetle aşılamak istiyo*ruz” diye, bid’aları icad edi*yorlar.

    Birinci kısma deriz ki:

    Ey “sâdık ahmak” ıtlakına mâsadak biçare ule*mâü’s-sû’ veya meczup, akılsız, cahil sufîler! Hakikat-i kâinat içinde kökü yerleşmiş ve hakaik-i kâ*inata kökler salmış olan şecere-i tûbâ-i İslâmiyet, mevhum, muvakkat, cüz’î, hususî, menfî, belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zul*manî unsu*riyet toprağına dikilmez. Onu oraya dikmeye çalışmak, ahmakane ve tahripkârâne, bid’akârâne bir te*şebbüstür.

    İkinci kısım milliyetçilere deriz ki:

    Ey sarhoş hamiyetfuruşlar! Bir asır evvel milliyet asrı olabi*lirdi. Şu asır, unsuriyet asrı değil. Bolşevizm, sosya*lizm meseleleri istilâ ediyor, unsuriyet fikrini kı*rıyor, un*suriyet asrı geçiyor. Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milli*yeti, muvakkat, dağdağalı unsu*riyetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da, İslâm milletini ifsad et*tiği gibi, unsu*riyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka ede*mez.

    Evet, muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir mu*vak*kat kuvvet görünüyor fakat pek muvakkat ve âkı*beti ha*tarlıdır. Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i ilti*yam ol*mamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvve*tini kır*dığı için, hiçe ine*cek. İki dağ birbirine karşı bir miza*nın iki gözünde bu*lunsa, bir batman kuvvet, o iki kuv*vetle oynayabilir, yu*karı kaldırır, aşağı indirir.» (M.sh: 439)

    5- «Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanüd edip yar*dım eden gaflet, dalâlet, riyâ ve zul*metten mürekkep bir mâ*cundur. Bunun için mil*li*yetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyor*lar. Hamiyet-i İslâmiye ise, nur-u imandan in’ikâs edip dalgala*nan bir ziyadır.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 112)

    6- «İslâmiyet milliyetiyle 400 milyon hakikî kar*deşin hergün dua-yı umumîsiyle mânevî yardım görmek ye*rine, ırkçılık 400 milyon mü*barek kar*deşleri, dört yüz serseriye ve lâübalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiri*yor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 174)

    7- «Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medre*semde hami*yetli ve gayet zeki o talebem ulûm-u dini*ye*den aldığı hamiyet der*siyle her vakit derdi: “Salih bir Türk elbette fâsık kardeşimden, ba*bamdan bana daha ziyade kardeş ve akrabadır.” Sonra aynı talebe talih*sizliğinden sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben dört sene sonra onunla görüştüm. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: “Ben şimdi Râfizî bir Kürdü, salih bir Türk ho*casına tercih ederim.” Ben de “Eyvah!” dedim. “Sen ne ka*dar bozulmuş*sun.” Bir hafta çalıştım. Onu kurtardım. Eski haki*katli hamiyetine çevirdim.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 184)

    8- «Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir teh*like ver*diği ve hürriyetin başında “kulüpler” sure*tinde büyük zararı gö*rülmesi ve Birinci Harb-i Umumîde yine ırkçılığın istimaliyle mü*barek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edile*bilir ve istira*hat-i umumiye düşmanları gizli dinsiz*ler, yine o ırk*çılıkla büyük zarar vermeye çalış*tıklarına emareler görünüyor. Halbuki, menfî ha*reketle baş*kasının zararıyla beslenmek ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde, evvelâ başta Türk milleti dün*yanın her ta*rafında Müslüman olduğundan onların ırkçı*lık*ları İslâmiyetle mezc olmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mez*colmuş ve olmak lâ*zımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 222)

    9- «Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere gitmek is*tiyordum. Âlem-i İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahme*tiyle bir fikir ru*huma verdi ki:

    Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye ol*duğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha bü*yük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâ*zımdır. Tâ ki İslâm ka*vimlerini, me*selâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki mil*letleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet mil*liyeti ile [11] Kur’ân’ın bir ka*nun-u esasî*sinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musa*lâha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i med*rese bir*birine yardımcı ola*rak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarki*yenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslû*bunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese ola*rak bir üniversite için, tam elli beş sene*dir Risale-i Nur’un ha*ka*ikine çalıştığım gibi ona da çalış*mışım.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 223)

    10- «Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrua, ha*kikî milliye*timizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimi*zin esası, ruhu ise İslâmiyettir. Ve Hilâfet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o mil*liyete bayraktarlığı itibarıyla, o İslâmiyet mil*li*yetinin sadefi ve kalesi hükmünde Arap ve Türk hakikî iki kardeş, o kale-i kudsiyenin nö*bettar*ları*dırlar.

    İşte, bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm birtek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi, İslâm taifeleri de bir*birine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine mânen—lüzum olsa madde*ten—yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır.» (H.Şamiye sh: 54)

    11- «Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle, vilâyat-ı şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir müba*hase oldu. Benden sual ettiler ki: “Hamiyet-i diniye mi, yoksa ha*mi*yet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?” O za*man dedim:

    Biz Müslümanlar, indimizde ve yanımızda din ve milliyet biz*zat müttehiddir. İtibarî, zahirî, ârızî bir ayrı*lık var. Belki din, mil*liyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbi*rinden ayrı ve farklı ba*kıldığı zaman, ha*miyet-i diniye avâm ve havassa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine (yani, menâfi-i şahsiyesini mil*lete feda edene) has kalır. Öyleyse, hukuk-u umu*miye içinde ha*miyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye, ona hâdim ve kuvvet ve ka*lesi olmalı. Hususan, biz şarklılar, garplılar gibi deği*liz. İçimizde kalblere hâkim hiss-i dinîdir. Kader-i ezelî ekser enbi*yayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî şarkı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn bunun bir burhan-ı kat’îsidir.

    Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran bu şi*mendifer denilen medrese-i seyyarede ders arka*daşla*rım! Ve şimdi, zamanın şi*mendiferinde istikbal tara*fına bizimle beraber giden bütün mektep*liler! Size de de*rim ki:

    “Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla mezc olmuş ve ka*bil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve Arştan gel*miş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrip edil*mez, mağlûp olmaz bir kudsî kal’adır”» (Hutbe-i Şamiye sh: 64)

    12- «Madem ki Meşrutiyette hakimiyet millette*dir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyettir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lâzların en kuvvetli ve hakikatli re*vâbıt ve milliyetleri İslâmiyetten başka birşey değildir. Nasıl ki az ih*mal ile te*vâif-i mülûk temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahi*liyeyi ihyâ ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gör*dük…» (Hutbe-i Şamiye sh: 93)

    13- «Fikr-i milliyetle uyanmış bir Ermeninin him*meti, mecmu-u millettir. Güya onun milleti küçül*müş, o olmuş. Veya onun kalbinde yerleşmiş. Onun ruhu ne ka*dar tatlı ve kıymettar olsa da, milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir. Bin ruhu da olsa feda etmeye iftihar eder. Çünkü kendince yüksek düşünür. Halbuki, şimdi*kilere demiyorum, lâkin sizin eskiden bir yiğidi*niz uyanmamış, nura girmemiş, İslâmiyet milletinin na*musunu bil*memiş, yalnız bir menfaat veya bir garaz veya bir adamın veya bir aşiretin namusunu mülâhaza eder, kısa düşünürdü. Elbette tatlı hayatını öyle küçük şeylere herkes feda et*mez. Faraza, İslâmî fikr-i milliyet*leHAŞİYE 2 onlar gibi te*mâşâ etseydiniz, kahramanlığı*nızı âleme tasdik ettirip yüksek tabakalara çıkacaktınız. Eğer Ermeniler sizin gibi sathî ve kısa düşünseydiler nihayette korkak ve sefil ola*caklardı. Hakikaten sizin harikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira bir menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filân yiğittir” sözlerini işitmek gibi kü*çük emirlere ha*ya*tını istihfaf eden veya ağasının namu*sunu isti’zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyan*salar, hazi*nelere değer olan İslâmiyet milliyetine, yani üç yüz milyon İslâmın uhuv*vetlerini ve mânevî yardım*larını kazandıran İslâmiyet milliye*tine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat et*mezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on li*raya binler şevkle satar.

    Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müs*limler çalmışlar. Güya bir kısım içtimaî ahlâk-ı âli*yemiz yanımızda revaç bulmadı*ğından, bize darılıp on*lara git*miş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına geti*rilmiş.

    Hem, büyük bir taaccüple görmüyor musunuz ki, te*rakkiyat-ı hâzıranın üssü’l-esası ve belki din‑i hakkın muktezâsı olan “Ben ölürsem devletim, milletim ve ah*baplarım sağdırlar” gibi kelime‑i beyza ve haslet-i ham*râyı gayr-ı müslimler çalmışlar? Çünkü on*ların bir fe*dâisi der: “Ben ölürsem milletim sağ olsun içinde bir ha*yat-ı mâneviyem vardır.” Ve bütün sefaletin ve şah*si*yatın esası olan “Ben öldükten sonra dünya ne olursa ol*sun. İsterse tûfan ol*sun” veyahut olan kelime-i humaka ve seciye-i avra, himmetimizin elini tutmuş, reh*berlik ediyor. İşte, en iyi haslet ki, di*nimizin muktezasıdır: Biz ruhu*muzla, canımızla, vic*danımızla, fikrimizle ve bü*tün kuvvetimizle demeliyiz ki: “Biz öl*sek, milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkîdir. Milletim sağ ol*sun. Sevâb-ı uhrevî bana kâfi*dir. Milletin hayatındaki ha*yat-ı mâneviyem beni yaşattırır âlem-i ul*vîde beni mütelezziz eder.» (Münazarat sh: 59)

    14- «[12]



    Bir nefer takımda, bölükte, taburda, fırkada birer rabıtası, bi*rer vazifesi olduğu gibi, herkesin heyet-i içti*ma*iyede müteselsil, re*vabıt ve vezaifi vardır. Halita şek*linde gayr-ı muayyen olsa, tearüf ve teavün olmaz.

    Unsuriyetin intibahı ya müsbettir ki, şefkat-i cinsi*yeyle inti*aşa gelir ki, tearüfle teavüne sebeptir. Veya menfidir ki, hırs-ı ırkî ile intibaha gelir ki, te*nakürle te*anüdün sebebidir. İslâmiyet bunu reddeder.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 6)

    15- «Frenk illeti tâbir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı par*çalamak için içimize bu frenk illetini aşıla*mış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve câzibe*dar bir hâlet-i ruhiye verdiği için, pek çok zararları ve tehlike*leriyle beraber, zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 163)

    16- «Yazık! Eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırk*lar, hava gibi muhtelittir. Su gibi memzuç olmamışlar. İnşaallah, elektrik-i hakaik-i İslâmiyetle imtizaç ederek, ziya-yı maarif-i İslâmiye ha*raretiyle kuvvet tevlid ede*rek bir mizâc-ı mutedile-i adalet vücuda gelecektir.» (Divan-ı Harbî Örfî sh: 49)

    Tercihli yapılan bu nakillerden bedahetle anlaşılı*yor ki, Risale-i Nur menfî ırkçılığı kat’iyyen kabul et*miyor.



  5. #35
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    21-DAR VE GENİŞ DAİRE ESASI

    (Haslar Dairesi Esasına da bakınız)

    Bediüzzaman Hazretleri Eski Said devresinde:

    1- «Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çı*ka*cak. Hattâ Hürriyetten evvel pek çok defa talebelere te*selli vermek için, “Bir nur çıkacak, gördüğümüz bü*tün fe*nalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek” di*yordu. İşte, kırk sene sonra Risale-i Nur o hakikati kör gözlere dahi gösterdi.

    İşte Nurun zahiren, kemiyeten dar cihetine bakma*yarak, hakikat cihetinde keyfiyeten ge*niş ve fevkalâde menfaatini hissetmesi suretiyle, hem de siyaset nazarıyla bü*tün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade etmiş. O büyük veli, onun dar daireyi geniş tasavvurundan ona iti*raz etmiş. Hem o zat haklı, hem Eski Said bir derece hak*lıdır. Çünkü Risale-i Nur imanı kurtarması cihetiyle o dar dairesi madem ha*yat-ı bâkıye ve ebediyeyi imanla kur*tarıyor. Bir milyon ta*lebesi bir mil*yar hük*mündedir. Yani bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebediye*sini temine çalışmak, bir mil*yar insanın hayat-ı fâniye-i dünyeviye ve medeni*yetine çalışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş ol*ması, Eski Said’in o rüya-yı sâdıka gibi olan hiss-i kablelvuku ile o dar daireyi bü*tün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. Belki, inşaallah, o görüş, yüz sene sonra nurların ektiği to*humların süm*büllenmesiyle aynen o geniş daire Nur da*iresi olacak, onun yanlış tâbi*rini sahih gösterecek.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 111)



    2- «Muhtemeldir ki, o zamanda orada bulunan bü*yük bir veli Eski Said’in Risale-i Nur’un dar da*iresini ga*yet geniş ve siyasî bir daire olarak bir hiss-i kablelvuku ile kırk beş sene evvel hissetmesinden ve bu risaledeki çok cevapları o his*ten neş’et ettiğinden, o veli yalnız bu noktada itiraz et*miş.» (Münazarat sh: 47)

    3- «Elhasıl: Sırr-ı da çok geniş bir dâ*ire, dar bir dâirede tatbik edilmiş. Nur müjdesi ise, dar ve mâ*nevî, fakat yüksek bir daireyi ge*niş ve maddî bir daire sure*tinde tasvir edil*mişti. Cenab-ı Hakka yüz bin şükür ediyorum ki, bu iki kusurumu kuvvetli bir ihtar-ı mâne*viyle ıslah etti. [13] sırrına mazhar ey*ledi.» (Kastamonu Lâhikası sh: 87)

    4- «Hem bundan on dört, on beş sene evvel, “Dinsizliği çevi*renler müthiş semavî tokatlar yiyecek*ler” diye büyük, geniş, küre-i arz dairesindeki bu deh*şetli ha*diseyi, dar bir memlekette ve mah*dut insanlarda tasavvur etmiş. Halbuki istikbal, o iki ihbar-ı gaybi*yeyi tasavvuru*nun pek fevkinde tefsir ve tâbir eyledi.

    Evet, Eski Said’in “Bir nur âlemi görece*ğiz” de*mesi, Risale-i Nur dairesinin mânâsını his*setmiş, geniş bir dâ*ire-i siyasiye tasavvur ettiği gibi sırr-ı nın remziyle, on üç, on dört sene sonra, “Dinsizliği, zındıklığı neşredenler, pek müthiş to*kat yi*yecekler” deyip o haki*katı dar bir dairede tasavvur et*miş. Şimdi zaman, o iki hakikati tam tâbir ve tefsir etti.

    Evet, başta Isparta vilâyeti olarak Risale-i Nur da*iresi birinci hakikati pek parlak ve gü*zel bir surette gös*terdiği gibi ikinci hakikati de, mede*niyet‑i sefihenin tuğyanını ve maddiyunlukHAŞİYE tâ*ununun aşılamasını çe*viren ve idare eden ervah-ı hab*îsenin başlarına gelen bu dehşetli semavî tokatlar, ge*niş bir dairede, o sırr-ı nın hakikatini tam tamına is*pat et*miş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 215)

    5- «Birisi: Bir derece dar bir dairede bir nur göste*ril*mişti geniş bir dairede mânâ verip, kırk sene evvel “Bir nur göreceğiz” diye müjde ve*riyordum. Hattâ Hürriyetten evvel, eski talebelerime de o müjdeyi müker*rer söylüyordum. Zannederdim ki, geniş siyaset da*iresinde olacak. Halbuki bu memleketin en ziyade muh*taç olduğu imanî ve İslâmî ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye dairesinde Risale-i Nur’u göreceksiniz diye hakikatten bana ihtar edilmiş bir hiss-i kablelvuku ile musırrane ve tekrarla ben de haber ve*riyordum, o hak ve hakikatlı me*selenin sûretini değiş*ti*riyordum.

    İkincisi: Şeâir-i İslâmiyeye ve siyaset-i İslâmiyeye darbe vu*ranlar on iki, on üç, on dört, on altı sene zar*fında büyük darbeler yiyecekler diye bana ihtar edildi. Evvelki meselenin aksine olarak, geniş dairede vuku bulan o hâdi*sâtı ve büyük cemaatlere gelen o to*katları, küçük bir da*irede şahıslara gelecek tokatlar suretinde mânâ vermiştim ki, tam aynen iki dairede, hem küçük, hem büyük, on iki sene sonra en müthişi dünyayı terk et*tiği gibi, büyük da*irede de onun gibi dehşetli cemaat*ler on iki, on üç, on dört, on altı tarih*lerinde aynı tokat*ları yediler ve yiyecek*ler diye ihtar edildi.

    Ben, tevilimle bu büyük daireyi yalnız küçükte tat*bik ettiğim gibi, evvelki “nur” meselesinde de bi*lâkis kü*çük daireyi ve sırf imanî hâdise-i Nuriyeyi pek geniş da*ire-i siyasiyede tevilimle mânâ vermiştim.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 208)

    6- «Hürriyetin bidayetinde, Risale-i Nur’dan çok ev*vel, kuv*vetli bir ümit ve itikatla, ehl-i imanın me*yu*si*yetle*rini izale için, “İstikbalde bir ışık var bir nur gö*rü*yorum” diye müjdeler veriyor*dum. Hattâ, Hürriyetten evvel de talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayat’ımda mer*hum Abdurrahman’ın yaz*dığı gibi, Sünuhat misilli risale*lerde dahi “Ben bir ışık görüyo*rum” diye, dehşetli hâdi*sâta karşı o ümitle da*ya*nıp mu*kabele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtima*iye-i İslâmiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur eder*dim. Halbuki, hâdisât-ı âlem beni o gaybî ihbarda ve beşa*rette bir derece tekzip edip ümidimi kı*rardı.

    Birden bir ihtar-ı gaybîyle kat’î kanaat ve*re*cek bir su*rette kalbime geldi. Denildi ki:

    “Ciddî bir alâkayla senin eskiden beri tekrar etti*ğin ‘Bir ışık var, bir nur göreceğiz’ diye müjde*lerin tevili ve tefsiri ve tâbiri, sizin hakkı*nızda belki iman cihetiyle, âlem-i İslâm hak*kında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i Nur’dur. Bu ışıktır, seni şiddetle alâkadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül ve tahmininle geniş da*irede, belki siyaset âleminde gelecek mes’udâne ve din*darâne hâletlerin ve vaziyetle*rin mukadde*mesi ve müj*decisi iken, bu muaccel ışığı o mü*eccel saadet tasavvur ederek eski zamanda si*ya*set ka*pısıyla onu arıyordun.

    “Evet, otuz sene evvel bir hiss-i kablelvukuyla his*settin. Fakat nasıl kırmızı bir perdeyle siyah bir yere ba*kılsa karayı kırmızı gö*rür. Sen dahi doğru gör*dün, fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı.”» (Kastamonu Lâhikası sh: 26)

    Merhum Hâfız Ali Ağabeyin mektubu münasebe*tiyle Hazret-i Üstadın yazdığı mektubtan bir parça:

    7- «Risale-i Nur’un sâdık şakirdleri harikulâde olarak gün*den güne yükselmeleri ve tenevvür etme*leri, bizleri, belki Anadolu’yu, belki âlem-i İslâmı mes*rur ve müferrah eden bir ha*kikatli haber telâkki ediyo*ruz.

    Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sâdıkın haber verdiği “Mânevî fü*tuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemin hemen he*men gelmesi” diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz, te*menni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirdleri ise, vazifemiz hizmettir vazife-i İlâhiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tec*rübe yap*mamak olmakla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her ci*hetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden deh*şetli esbap altında Risale-i Nur’un şimdiye kadar fütuhatı ve zın*dıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz bin*ler biçarelerin imanlarını kurtarması ve her*biri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler ha*kikî mü’min talebe*leri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vuku*atla ispat etmiş ve ediyor, inşaallah daha ede*cek. Ve öyle kök*leşmiş ki, inşaallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çı*karamaz. Tâ âhir za*manda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirdleri Cenab-ı Hakkın izniyle gelir, o da*ireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabri*mizde seyredip Allah’a şükrederiz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 107)

    8- «Hem iman ve hakikat noktasında, bu çeşit me*rakların bü*yük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti ve âhi*reti unutturacak olan en geniş daire ise siyaset daire*sidir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 57)

    9- «Ben, tevilimle bu büyük daireyi yalnız kü*çükte tatbik etti*ğim gibi, evvelki “nur” meselesinde de bilâkis küçük daireyi ve sırf imanî hâdise-i Nuriyeyi pek geniş daire-i siyasiyede tevi*limle mânâ vermiştim.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 209)

    10- «Evvelâ: Siracü’n-Nur’un sıhhatli, mükem*mel, güzel çıkması, Medresetü’z-Zehranın gayet ehemmiyetli bir yeni dersidir ki, geniş daire-i Nuriyede me*rakla oku*nacaktır, inşaal*lah.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 243)

    11- «Üçüncü hakikat: Hem Eski Said, hem Yeni Said, hem maddî, hem mânevî büyük bir hadise Osmanlı mem*leketinde bü*yük ve dehşetli ve tahribatçı bir zelzele-i be*şeriye Osmanlı memle*ketinde olacak diye, hiss-i kab*lel*vuku ile Eski Said mükerrer ve mu*sırrane haber veri*yordu. Halbuki o his ile Nur mesele*sinin ak*siyle gayet ge*niş daireyi dar görmüş. Zaman onu ikinci Harb-i Umumî ile tam tasdik ettiği halde, onun o çok geniş da*ireyi Osmanlı memleketinde gör*düğünü şöyle tâbir edi*yor ki:

    İkinci Harb-i Umumî beşere ettiği tahribat-ı azîme gerçi çok geniştir. Fakat hayat-ı dünye*vi*yeye ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde, Osmanlıdaki tahribata nis*beten dardır. Osmanlıdaki mânevî zelzele hayat-ı ebe*diye ve sa*adet-i bâkiyenin zararına bir tahribat ve bir zel*zele-i mâne*viye-i İslâmiye mânen o ikinci Harb-i Umumîden daha dehşetli olmasından, Eski Said’in o sehvini tashih ediyor ve rüya-yı sâdıka*sını tam tâbir edi*yor ve o hiss-i kablelvukuunu gözlere göste*riyor. Ve o muteriz ehl-i velâyeti zahiren haklı, fa*kat hakikaten Eski Said’in o hissi daha haklı olduğunu ispatla, o veli zatın iti*ra*zını tam reddediyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 113)

    12- «Emirdağındaki hayatı, hizmet-i Nuriyesi be*yan edilecek*tir. Emirdağındaki hayatı, evvelki hayatına nispe*ten çok daha şâ*şaalıdır. Hem, musibet ve itham*lara daha ziyade hedef olmuş, daimî tarassuda, hattâ imhaya maruz kalmıştır. Bununla beraber, Risale‑i Nur ge*niş dairede yayılmış, üniversite, me*mur*lar ve ehl-i siyaset muhi*tinde okunmaya başlanmış*tır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 454)

    13- «Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her in*sa*nın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane daire*sin*den, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve mem*leket dairesinden ve küre-i arz ve nev‑i beşer da*iresin*den tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulu*nabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat ara*sıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçük*lük ve bü*yüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.

    Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihe*tiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hiz*meti bıraktırıp lü*zumsuz, mâlâyani ve âfâkî iş*lerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder.» (Şualar sh: 202)

    14- «Evvelâ: Sırr-ı hiç yanımda bulunma*dığı*nın sebebi, eski zamanda iki hiss-i kablelvukuumda bir il*tibas olmuş.

    Birincisi: Bir hiss-i kablelvuku ile, yalnız vatanı*mızda dehşetli bir hadiseyi ve zâlimlerin musibetini his*settim. Halbuki büyük da*irede, zemin yüzünde, ha*ber verdiğimiz gibi on iki sene sonra ay*nen o sırr-ı azîm gö*rüldü. Benim istihracımı gerçi zâhiren bir parça tağyir etti. Fakat hakikat cihetinde pek doğru ve ayn-ı haki*kat meydana çıktı. Bunun için o risaleyi yanımda bulun*durmuyo*rum ve baş*kalarına vermiyorum.

    İkincisi: Kırk sene evvel tekrarla dedim: Bir nur gö*receğiz. Büyük müjdeler verdim. O nuru büyük da*ire-i vataniyede zannederdim. Halbuki o nur, Risale-i Nur idi. Nur şakird*lerinin dairesini, umum vatan ve memleket siyasî dairesi ye*rinde tahmin edip sehiv etmiştim.» (Şualar sh: 539)

    15- «Âlem-i İslâm, şimdiki intibahı, vahdet-i İslâma çalış*ması, herhalde Risale-i Nur gibi eserleri arayacak ve büyük da*irelerin geniş nazarlarına elbette büyük mec*mualar lâ*zımdır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 136)

    Yukarıda tesbit edilen sarih beyanlar, dar ve has daire tabir edilen ve üç vazifenin en birincisi olan iman hizme*tinin ve onun has daire heyetinin varlığı sarahaten ve inkıta ve tebdile uğratı*lamaz hususiyetiyle sâbit ve zahir oluyor.



  6. #36
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    22-GAYE SAHİBİ OLMAK ESASI

    Rıza-yı İlahîyi esas maksad yapıp gaye-i hayal sa*hibi ol*makla dava adamı vasfını kazanmak ve dünyayı ahirete vesile yapmak. İnsanın değeri bu gayeye bağlı*lığı derecesine göre olur. Fâni dünya hayatını gaye ya*pan insan, hakikatte değer kazana*maz.

    A- Marifetullahı Kazanmak Gayesi:

    1- «

    [14]

    Bu âyet-i uzmânın sırrıyla, insanın bu dünyaya gön*de*rilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet et*mektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zim*meti, mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vü*cudunu ve vahdetini tasdik etmek*tir.» (Şualar sh: 100)

    2- «Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört ha*vassı olan “irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye” herbiri*nin bir gayetü’l-gàyâtı var:

    İradenin ibadetullahtır. Zihnin, mârifetullahtır. Hissin, mu*habbetullahtır. Lâtifenin, müşahedetul*lahtır. Takvâ denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazam*mun eder. Şeriat, şunları hem ten*miye, hem tehzip, hem bu gaye*tü’l-gàyâta sevk eder.» (Hutbe-i Şamiye sh: 136)

    3- «Hakikat ilmini, hakikî hikmeti ister*sen, Cenâb-ı Hakkın marifetini kazan. Çünkü, bütün hakaik-ı mev*cudat, ism-i Hakkın şuââtı ve esmâ*sının tezâhürâtı ve sıfâ*tının tecelliyâ*tıdırlar. Maddî ve mânevî, cevherî-arazî, herbir şeyin, herbir insa*nın ha*kikati, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatine isti*nad ederler. Yoksa, hakikatsiz, ehemmiyetsiz bir suret*tir.» (Sözler sh: 473)

    4- «Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce ne*ticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşe*riyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en par*lak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi se*vinç, o muhabbetullah için*deki lezzet-i ruhaniyedir.» (Mektubat sh: 222)

    B-Ahireti Kazanmak Gayesi:

    5- «Hayatın başına gelen ecel ise, şuhud derece*sinde kat’î iman etmişim ki, tagayyür etmiyor, mukad*derdir. Madem böyledir hak yolunda şehadetle öl*sem, çekinmek değil, iştiyakla bekliyorum. Bahusus ben ihtiyar oldum bir seneden fazla yaşa*mayı zor düşünüyorum. Zâhirî bir sene ömrü, şehadet vası*tasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-ü bâkiye tebdil etmek, benim gibilerin en âli bir mak*sadı, bir gayesi olur.» (Mektubat sh: 424)

    6- «Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksat yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan, o vakit hayvanâtın büyük bir ku*man*danı hük*münde ve şu dünyada Cenâb-ı Hakkın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.» (Sözler sh: 24)

    7- «Eğer insan enâniyetine istinad edip, hayat‑ı dün*yevi*yeyi gaye-i hayal ederek, derd-i maişet içinde, mu*vakkat bazı lezzetler için çalışsa, ga*yet dar bir daire içinde boğu*lur, gider. Ona ve*ri*len bütün cihazat ve âlât ve letâif, ondan şikâ*yet ederek haşirde onun aleyhinde şeha*det edeceklerdir ve dâvâcı olacaklardır. Eğer kendini mi*safir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerîmin izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarf etse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder, sonra âlâ-yı illiyyîne kadar gidebilir.» (Sözler sh: 323)

    8- «Kur’ân hakikî bir şakirdine Cennet-i ebediyeyi dahi gaye-i maksat yaptırmadığı halde, bu zâil, fâni dün*yayı ona gaye-i maksat hiç yapar mı?» (Lem’alar sh: 118)

    9- «Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapsa, za*hiren bir cennet içinde olsa da, mânen cehennemde*dir. Ve her kim hayat-ı bâkıyeye ciddî mütevec*cih ise, saadet-i dâreyne maz*hardır. » (Sözler sh: 39)

    10- «Dünyada muvakkat zevkler, kerametler tam nefsini mağlûp etmeyen insanlara bir maksat olup, uh*revî ame*line bir sebep teşkil eder, ihlâsı kırılır. Çünkü amel-i uhrevî ile dünyevî maksatlar, zevkler aranılmaz aranılsa, sırr-ı ihlâsı bo*zar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 86)

    C- Kemalât-ı Maneviye Kazanmak:

    11- «Nübüvvet ise, gaye-i insaniyet ve va*zife-i be*şeri*yet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-yı hasene ile tahal*lûk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlâhiyeye iltica, zaafını gö*rüp kuvvet-i İlâhiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye iti*mad, ihtiyacını görüp gınâ-yı İlâhiyeden istimdad, ku*su*runu gö*rüp aff-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhân olmaktır diye, ubudiyetkârâne hük*metmişler.» (Sözler sh: 540)

    12- «Gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin nâmeşru te*ca*vüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissi*yat-ı ul*viyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan et*mektir.» (Sözler sh: 408)

    13- «Maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci dere*cede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî din*dar ise, “Bütün kâ*inatın en büyük gayesi ubudi*yet-i insaniyedir” diye, siya*sete, aşk-ı merak ile de*ğil, ikinci üçüncü merte*bede onu dine ve hakikate âlet et*meye—eğer müm*künse—çalışabilir. Yoksa, bâki el*mas*ları kırılacak âdi şişe*lere âlet yapar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 57)

    14- «İbadetin ancak ihlâs ile ibadet olduğuna ve iba*detin mahzan vesile olmayıp maksud‑u biz*zat olduğuna ve iba*de*tin sevap ve ikab için yapılma*ması lüzumuna işa*rettir.» (İşarat-ül İ’caz sh: 99)

    15- «Ey gafil, zannediyor musun ki, insanın dün*yaya gelme*sinden maksud-u bizzât, yalnız dünyanın imareti ve sanayiin ihtiraı ve rızkı tahsil ve saire gibi dünyaya ait şey*lerdir. Halbuki "kâf ve nûn" mabey*ninde emri cari olan sahib-ül mülk, ins ve cinni kendisine ibadet etmek için yarattığına ve insan ve hay*vanın rızkını kendisi taahhüd ettiğine dair olan fermanına hem de vücud ve kevn ve vakide olan her*şey ve fıtrat-ı insaniye techizatının dahi tasdik ettiği olan şu âyetlerine bak.» {Zariyat Suresi: 56, Ankebut Suresi: 60} (Mesnevi-i Nuriye, Tercüme A. Badıllı sh: 329)

    C- Muhabbet ve Rıza-yı İlâhîyi kazanmak gayesi:

    16- «Hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinadı, kuv*vete bedel “hakkı” kabul eder. Gayede menfaate be*del “fazilet ve rıza-i İlâhîyi” kabul eder.» (Sözler sh: 133)

    17- «Kur’ân’ın tilmizi ise, yalnız liveçhil*lah ve rıza-yı İlâhî için ve fazilet için o derece nefsinin menfaatin*den tecerrüd eder ki, Cennet-i ebediyeyi dahi hakikî mak*sat ve gaye-i ibadet yapmaz. Nerede kaldı ki, bu dünya-yı zaile*nin fâni olan menafii onu, hakikî maksat ve gayesinden çevirsin.» (Nur’un İlk Kapısı sh: 93)

    18- «Cennetin bütün letâif ve mehâsini ve lezâizi ve niamâtı bir cilve-i rahmeti olan bir Zâtın nazar-ı mu*hab*betini kendine celbe çalış*mak ne kadar mühim ve âli bir maksat olduğu bilbedâhe anlaşılır. Madem, nass-ı ke*lâmıyla, Onun muhabbetine, yalnız ittibâ-ı Sünnet-i Ahmediye (a.s.m.) ile mazhar olunur elbette ittibâ-ı Sünnet-i Ahmediye (a.s.m.) en büyük bir maksad-ı in*sanî ve en mü*him bir vazife-i beşeriye olduğu tahak*kuk eder.» (Lem’alar sh: 59)

    19- «Bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.» (Lem’alar sh: 160)

    20- «Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-yı İlâhîye ba*kar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı Haktır. Semerâtı ve fevâidi uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olma*mak, hem kasten istenilmemek şar*tıyla, dünyaya ait fay*dalar ve kendi ken*dine terettüp eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münâfi ol*maz. Belki zayıflar için müşevvik ve mürec*cih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faydalar ve menfaatler o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa, o ubudiyeti kısmen iptal eder.» (Lem’alar sh: 131)

    21- «Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, her*şey yârdır. Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez. İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli iptal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kı*rar. Eğer müşev*vik ise saffetine izale eder. Eğer sırf alâmet-i mak*buliyet olarak, istemeye*rek, Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve il*min insanlarda hüsn-ü tesîri namına kabul etmek gü*zeldir ki, buna işarettir. Said» (Barla Lâhikası sh: 78)

    D- Gaye-i hayal sahibi olmak:

    22- «Gaye-i hayal olmazsa enaniyet kuv*vet*leşir

    Bir gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenâsi edilse elbette zihinler enelere dönerler, etrafında gezerler.

    Ene kuvvetleşiyor, bazan sinirleniyor. Delinmez, tâ “nahnü” olsun. Enesini sevenler başkalarını sevmezler.» (Sözler sh: 708)

    23- «Bu musibet zamanında ihlâsı kaçırdığınız*dan ve rıza-yı İlâhîyi münhasıran gaye-i maksat yapmadığınız*dan, ehl-i hakkın bu zillet ve mağlûbiyetine sebebiyet verdiniz.» (Lem’alar sh: 156)

    24- «Müttefekun aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar et*mektir. Çünkü, Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’ân’ımız bir… Zaruriyat-ı diniyede umumumuz müt*tefik… Zaruriyat-ı dini*yeden başka olan teferruat veya tarz-ı telâkki veya tarik-i tefeh*hümdeki tefavüt, bu ittihad ve vahdeti sarsamaz, râcih de gelemez. El-hubbu fillah düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekâtımızda hâ*kim olsa—ki zaman dahi pek çok yardım ediyor—o ih*tilâfat sahih bir mecrâya sevk edilebilir.

    Esefâ, gaye-i hayalden tenâsi veya nisyan olmakla, ezhan ene’lere dönüp etrafında gezer*ler. İşte gaye-i ha*yal, maksad-ı âli bütün vuzu*huyla meydana atılmıştır.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 83)

    Bu vecizenin beyan ettiği hakikat, gayet ciddiye alın*malıdır. İnsan için kendisini ona bağladığı ebedî bir gayesi olmazsa, kendi hayatını kendisine gaye yap*maktan başka bir şık yoktur. Böylece insan faniyatta bo*ğulur gider.

    Müslümanda bulunması gereken meşru gaye-i ha*yal, hami*yet-i diniye olarak tezahür eder.

    Bu hamiyete sahib olan şahsın, derecesi nisbe*tinde millet-i İslâmın küçük bir nümunesi olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretlerinin birkaç veciz ifade*leri aynen şöy*ledir:

    25- «Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek ba*şıyla küçük bir millettir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 59)

    26- «İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmeti ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine ba*kar.» (İşarat-ül İ’caz sh: 75)

    27- «Maksadın büyümesiyle himmet de büyür. Ve hamiyet-i İslâmiyenin galeyanı ile ahlâk da tekemmül ve teâlî eder.» (Divan-ı Harbî Örfî sh: 52)

    28- «İnsanın kıymet ve mahiyeti, himmeti nispe*tin*dedir. Himmetin derecesi ise, maksat ve iştigal ettiği şeyin nispetindedir. Hem de insan teveccüh ve kastet*tiği şeyde, güya fena fi’l-maksat oluyor.» (Muhakemat sh: 127)

    Bunun gibi ifadeler, ideal sahibi bir dava adamı ol*ma*nın üs*tün derecesini nazara verir. Evet kendi ha*yatını, şahsî rahat ve menfaatını ve enaniyetini ken*dine gaye yapan ki*şinin çok basit kalacağını bildiren Bediüzzaman Hazretleri şu hususa hasseten dikkat çe*ker:

    29- «Herkes “Nefsî, nefsî” demekle ve milletin men*faatini dü*şünmemekle, menfaat-i şahsiyesini dü*şünmekle, bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.



    Yani, kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan de*ğil. » (Hutbe-i Şamiye sh: 59)

    E- Kur’ana ve imana hâlisen hizmet gayesini ta*şımak:

    30- «Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük, en mühim maksatları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur’ân’a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiyesi*nin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telâkkile*ridir.» (Barla Lâhikası sh: 21)

    31- «Hakaik-i imaniye, herşeyden evvel bu za*manda en birinci maksat olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dör*düncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la on*lara hizmet etmek en birinci vazife ve medâr-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lâzım.» (K. Lâhikası sh: 117)

    32- «Bu ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör hissi*yat bulun*duğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve din*lemiyor ki on*larla ıslah olsun ve kusurunu anla*sın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur’un er*kânları gibi, herşeyini, enaniye*tini bıraksın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 233)

    33- «Küçük Ali, Risale-i Nur hizmetini dün*yada her*şeye tercihan hayatının en büyük mak*sadı yapması ve se*beb-i ihtilâfa karşı kuvvetli muka*vemeti bulundu*ğunu bu dört mek*tubunuz bana bil*dirdi.

    Aynı sistemde, meselede alâkadar kahraman Tâhirî ve kah*raman Rüştü’nün dahi aynı hakikatte ve aynı ah*lâkta bulundukla*rını hiç şüphe etmiyoruz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 242)

    34- «Bu zamanda Risale-i Nur’da, nokta-i istinad ola*rak avam-ı mü’minînin en ziyade muhtaç oldukları ve Nurda bulduk*ları öyle bir hakikattir ki hiçbir şeye âlet ol*mayacak ve hiçbir garaz ve maksat, içine girme*ye*cek ve hiçbir şüphe ve vesveseye meydan vermeyecek ve hiçbir düşman ona bahane bulup çürütmeyecek ve yalnız hak ve hakikat için ona çalışanlar buluna*cak, dünya maksat*ları ona karışmayacak, tâ ki, uzakta olan ehl-i iman, o hakikate ve sâdık nâşirlerine tam itimad edip imanlarını, zındık*ların ve dinsizlerin, din aleyhindeki dehşetli filozof*ların itirazla*rından ve inkârlarından kurtarsınlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 214)

    35- «Risale-i Nur hiçbir şeye âlet olamadı*ğını ve rıza-yı İlâhiyeden başka hiçbir mak*sada vesile olama*dığını ve doğrudan doğruya her*şeyden evvel iman haki*katlerini ders ver*mek ve biçare zayıfların ve şüpheye düşenlerin imanlarını kurtarmak olduğunu, elbette sizin gibi nurun has şakirdleri biliyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 272)

    36- «Uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve mânevî kemalât ve terakkiyatıma ve azaptan ve Cehennemden kurtulmama ve hattâ sa*adet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir mak*sada âlet yapmaklığıma mânevî gayet kuvvetli mâ*nialar beni men ediyordu. Bu derunî hisler ve il*hamlar beni hayretler içinde bırakıyordu. Herkesin hoş*landığı mânevî makamatı ve uh*revî saadetleri a’mâl-i saliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulun*ma*dığı halde ben ruhen ve kalben men ediliyor*dum. Rıza-yı İlâhîden başka fıtrî vazife-i ilmi*yenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hu*susu bana gösterildi.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 79)

    37- «Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim va*zife-i hayati*yesini onun neşir ve hizmeti bilsin.» (Mektubat sh: 344)

    Netice: Hizmet ehli, dava ve gaye sahibi olup, bu ana gaye*leri için lüzu*munda rahatını, hissiyatını ve menfaat*le*rini feda etmekle bu meziyetini fiilen is*bat etmeğe ça*lışma*lıdır. Mezkûr mânâda gaye-i hayal sahibi olmak, Risale-i Nurda bir esastır.


  7. #37
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    23-HÜRMET ETMEK ESASI

    Risale-i Nur, meşruiyet şartları dairesindeki hürmeti, ehemmiyetli bir se*ciye ve esas olarak nazara verir.

    Hürmet: Müslüman bir cemiyette küçüklerin bü*yük*lere yaş veya diyanet, ilim, hamiyet, fedakârlık, di*rayet gibi faziletler iti*bariyle kendinden üstün olana karşı, kalbde du*yulan his ve bu hissin neticesi olarak da o şahsa karşı tavır ve hareketlerinde ğösterilen edebli davranış diye tarif edile*bilir.

    Evet hürmet, bir kimsenin şahsında bulunan İslâmî ah*lâk, fazilet ve mezi*yetlerinden dolayı o zâta karşı kalbde du*yulan bir his ve bu hissin fiilî tezahürü olduğuna binaen hürmet edenin de, hürmet etmesinin sebebi olan meziyetleri bilen ve takdir eden kâmil bir kimse olduğu anlaşılır.

    Buna göre şayan-ı hürmet olan zâtlara hürmet et*me*yen ki*şinin bu hür*metsizliği ile, sebeb-i hürmet olan kâmil sıfat ve meziyetlere takdir hisleri bu*lunma*yan sönük bir kalb ve vicdan sahibi olduğuna, manevî değerlere ehem*miyet vermeyen basit*likte kaldığına veya “enesini sevenler başka*sını sevmez*ler” (Sözler sh: 708) hükmünce hissine mağlub olduğuna bir alâmet göster*miş oluyor.

    Bu hakikî hürmetten başka, kişiden zarar görme*mek için zâhiren hürmet*kâr davranmak, hürmet değil, tabasbus*tur.

    Risale-i Nurda hürmet esası, milletin anarşiliğe düşüp düş*memesine se*bebiyet vermek gibi çok ehemmi*yetli bir un*sur ola*rak nazara verilir.

    1- «Bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siya*si*yesi anar*şilikten kurtulmak ve büyük tehlike*lerden halâs olmak için, beş esas lâzım ve zarurî*dir.

    Birincisi: merhamet.

    İkincisi: hürmet.

    Üçüncüsü: emniyet.

    Dördüncüsü: haram ve helâlı bilip haramdan çe*kil*mek.

    Beşincisi: serseriliği bırakıp itaat etmelidir.

    İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit bu beş esası temin edip, hem âsâyişin temel taşını tesbit ve temin eder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 241)

    2- «Hayat-ı içtimaiyeyi idâre eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde, gayet elîm ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler hak*kında dehşetli neticeler veriyor.

    Cenab-ı Hakka şükür ki, Risale-i Nur, bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde mukavemet ediyor, ta*mir ediyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 149)

    Hürmete liyakat ölçüsü:

    3- «İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir de*sise-i şey*taniye şudur ki: Bir mü’minin birtek seyyiesiyle bütün ha*senâtını örter. Şeytanın bu de*sisesini dinleyen in*safsızlar, o mü*’mine adâvet eder*ler.

    Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, ha*senâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmey*ler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğun*dan, bazan birtek hasene ile çok sey*yiâtını ör*ter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında mu*amele gerek*tir. Eğer bir adamın iyilikleri fena*lıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhab*bete ve hürmete müste*hak*tır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyi*âtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.

    Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeyta*nın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını bir*tek seyyie yü*zünden unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, in*san, garaz damarıyla, si*nek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü’min kardeşine adâ*vet eder, insan*ların hayat-ı içtimaiyesinde bir fe*sat âleti olur.» (Lem’alar sh: 88)

    4- «Mağlâtalı, divanecesine bir sual:

    Bir kısım ehl-i hüküm diyorlar ki: “Madem sen bu memle*kette duruyorsun. Şu memleketin cumhurî kanun*larına inkıyad etmek lâzım gelirken, sen neden inzivâ perdesi altında kendini o kanun*lardan kurtarı*yorsun? Ezcümle, şimdiki hükûmetin kanu*nunda, vazife hari*cinde bir meziyeti, bir fazileti kendine takıp, onunla bir kısım millete tahakküm edip nüfuzunu icra etmek, mü*savat esa*sına istinad eden cumhuriyetin bir düsturuna münâfi*dir. Sen ne*den vazifesiz olduğun halde elini öptü*rüyor*sun? Halk beni dinlesin diye hodfuruşâne bir vazi*yet ta*kınıyorsun?”

    Elcevap: Kanun tatbik edenler, evvelâ kendilerine tatbik ettik*ten sonra başkasına tatbik edebilirler. Siz ken*dinize tatbik etmedi*ğiniz bir düsturu başkasına tatbik et*mekle, herkesten evvel siz düs*turunuzu, kanununuzu kı*rıyorsunuz ve karşı geliyorsunuz. Çünkü bu müsa*vat-ı mutlaka kanununun bana tatbikini istiyorsu*nuz. Ben de derim:

    Ne vakit bir nefer, bir müşirin makam-ı iç*timaîsine çıkarsa ve milletin o müşire karşı gösterdikleri hürmet ve teveccühe iştirak ederse ve onun gibi o teveccüh ve hürmete mazhar olursa veyahut o müşir, o nefer gibi âdi*le*şirse ve o nefe*rin sönük vaziyetini alırsa ve o müşirin vazife hari*cinde hiçbir ehemmiyeti kalmazsa hem eğer en zeki ve bir or*dunun muzafferiyetine se*be*biyet veren bir erkân-ı harp reisi, en aptal bir ne*ferle teveccüh-ü âmmede ve hürmet ve mu*habbette müsavata girerse, o vakit sizin bu müsa*vat kanunu*nuz hükmünce bana şöyle diyebilirsiniz: “Kendine hoca deme. Hürmeti kabul etme. Faziletini inkâr et. Hizmetçine hizmet et, di*lencilere arka*daş ol!”

    Eğer deseniz: “Bu hürmet ve makam ve teveccüh, vazife ba*şında olduğu vakte mahsustur ve vazifedar*lara hastır. Sen vazife*siz bir adamsın vazifedarlar gibi mille*tin hürmetini kabul edemez*sin.”

    Elcevap: Eğer insan yalnız bir cesetten ibaret olsa ve insan dünyada lâyemûtâne daimî kalsa ve kabir ka*pısı ka*pansa ve ölüm öldürülse, o vakit vazife yalnız as*kerlik ve idare memurlarına mahsus kalırsa, sözü*nüzde dahi bir mânâ olurdu.

    Fakat madem insan yalnız cesetten ibaret değil ce*sedi besle*mek için kalb, dil, akıl, dimağ koparılıp o ce*sede yedirilmez. Onlar imhâ edilmez onlar da idare is*ter. Ve madem kabir kapısı ka*pan*mıyor. Ve madem kab*rin öbür tarafındaki endişe‑i istikbal her fer*din en mü*him mesele*sidir. Elbette milletin itaat ve hür*me*tine istinad eden va*zifeler, yalnız milletin hayat-ı dünye*viye*sine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münha*sır değildir.

    Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir va*zife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur ver*mek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife ka*dar ehemmiyetli değildir.» (Lem’alar sh: 172)

    Yukarıda ehl-i dünya tarafından ileri sürülen «Hürmet va*zife başında iken resmî vazifedarlara mah*sustur» şeklin*deki id*dia, hakikî imandan mahrum olma*nın ve bundan do*ğan anlayışın bir neticesidir. Çünkü yalnız fanî dünyayı esas bilen bu tarz anlayışta, hür*metin asil sebebi olan manevî de*ğerler ve değer öl*çüleri ve ebedî hayat inancı bulunmaz ve bulunamaz. Bu ha*kikatı nazara veren Üstad Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

    5- «Aile hayatının hayatı ve saadeti ise samimî ve ciddî ve ve*fadarâne hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fe*da*kârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakikî hürmet ve sa*mimî merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir re*fakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hudutsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne, ar*kadaşâne münasebetlerin bulunmak fik*riyle ve akidesiyle olabilir.» (Şualar sh: 183)

    Yine Bediüzzaman Hazretleri ehl-i dünyaya hita*ben diyor ki:

    6- «Senin medar-ı fahrın olan uhuvvet ve hür*met ve hamiyet gibi güzel hasletlerin, incecik bir za*mana, bü*yük bir sahradan bir parmak kadar yere inhi*sar ve had*siz za*manda yalnız hazır saate mahsus oldu*ğun*dan, su*n’i ve muvakkat ve sahtekâr ve asılsız ve gayet cüz’i olup, senin insaniyetin ve kemalâtın o nis*bette küçülür, hiçe iner. Fakat iman ehlinin uhuv*veti ve hürmeti ve mu*habbeti ve hamiyeti, iman cihetiyle mev*cut bulunan mâzi ve müs*takbeli ihata ettiğin*den, insaniyeti ve kemalâtı o nis*bette teâli eder.» (Gençlik Rehberi sh: 19)

    Hürmet ve muavenetin, hizmet-i diniyede hâli*sane çalışan*lara gösteril*mesi gereken ciheti:

    7- «Hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş. Ve bil*fiil onların hakikat-i ihlâsla*rına ve sâdıkane olan hizmet*lerine bir cihette iş*tirak etmek niyetiyle, onların hâcât-ı maddiyelerinin te*da*ri*kiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek için, sa*daka ve he*diye gibi maddî menfaatlerle yar*dım edip hürmet etmiş*ler. Fakat bu muavenet ve men*faat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla, lisan-ı hal ile dahi istenil*mez. Belki ummadığı bir halde verilir.» (Lem’alar sh: 164)

    Hürmet ve merhamet, aile hayatının temelini teş*kil eder:

    8 «Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemi*yetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir cennet, bir melce bir tahassungâh ise, aile ha*yatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise sa*mimî ve ciddî ve vefa*darâne hürmet ve hakiki ve şef*katli ve fedakârâne mer*hamet ile olabi*lir. Ve bu hakikî hürmet ve samimî mer*hamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir za*manda ve hudut*suz bir hayatta birbiriyle pede*râne, ferzendâne, karde*şâne, arkadaşâne mü*nasebet*lerin bu*lunmak fikriyle ve akidesiyle olabilir. Meselâ der: “Bu hare*mim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimî bir refika-i hayatım*dır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünkü ebedî bir gü*zelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlı*ğın hatırı için herbir fedakârlığı ve merhameti yaparım” di*yerek, o ihtiyare karı*sına, güzel bir hûri gibi muhab*betle, şef*katle, merhametle muka*bele edebilir. Yoksa, kı*ca*cık bir iki saat sûrî bir refakatten sonra ebedî bir fi*rak ve müfarakate uğrayan arkadaşlık, elbette gayet sûrî ve muvakkat ve esassız, hay*van gibi bir rikkat-i cinsiye mânâsında ve bir mecazî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi, başka menfaatler ve sair galip hisler, o hürmet ve mer*hameti mağ*lûp edip o dünya cennetini cehenneme çevi*rir.» (Şualar sh: 183)

    Demek imandan gelen hürmet ve merhamet, hakikî in*sani*yetin esasıdır.

    9- «Eğer âhirete iman o haneye girse, birden ışık*landıracak. Ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karâ*bet ve muhabbet, kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı âhirette, saadet-i ebedi*yede dahi o müna*sebetlerin de*vamı ölçüsüyle samimî hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurla*rına bakmaz gibi ahlâk yüksekle*nir. Hakikî insaniyet sa*adeti o hanede başlar inki*şafa.» (Şualar sh: 227)

    İmandan gelen hürmet ve merhamet olmazsa, anarşi doğar millî ahlâk ve aile hayatı çöker:

    10- «İhtilâl-i Fransevîde hürriyetperverlik tohu*muyla ve aşı*lamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kı*sım mukaddesatı tahrip ettiğin*den, aşı*ladığı fikir, bilâhare bolşe*vikliğe inkılâp etti. Ve bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan, elbette, ektikleri tohum*lar hiçbir kayıt ve hürmet tanımayan anarşist*lik mahsulünü verecek. Çünkü kalb-i insanî*den hürmet ve merhamet çıksa, akıl ve zekâ*vet, o insanları gayet dehşetli ve gad*dar cana*var*lar hükmüne geçirir daha siyasetle idare edil*mez.» (Şualar sh: 588)

    11- «İslâm Deccalı olan “Süfyan” dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) ebedî bir kısım ahkâmını ne*fis ve şey*ta*nın desiseleriyle kaldırmaya çalışarak, ha*yat-ı be*şeriyenin maddî ve mânevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefis*leri başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nuranî zin*cir*leri çö*zer, hevesat-ı müteaf*fine bataklığında birbirine sal*dır*mak için cebrî bir serbes*tiyet ve ayn-ı istibdat bir hürri*yet ver*mek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şid*detli bir istibdattan başka zapt altına alınamaz.» (Şualar sh: 593)

    12- «Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkar*mıştır. Halbuki, aile hayatı, kadın-erkek mabey*ninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık saçıklık, sa*mimî hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayatı ze*hirlemiş*tir.» (Sözler sh: 410)

    13- «EY HANESİNDE ihtiyar bir valide veya pe*deri veya akra*basından veya iman kardeşlerinden bir amel-mande veya âciz, alîl bir şahıs bulunan gafil! Şu âyet-i ke*rimeye dikkat et, bak: Nasıl ki bir âyette, beş ta*baka ayrı ayrı surette ihtiyar valideyne şefkati celb edi*yor!

    Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder ve valide*lerin evlâtla*rına karşı şefkatleridir. Ve en âli hukuk dahi, onların o şefkatle*rine mukabil hürmet hak*larıdır. Çünkü onlar, hayatlarını, kemâl-i lezzetle ev*lâtlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. Öyleyse, insaniyeti sukut etme*miş ve canavara inkılâp et*memiş herbir veled, o muhte*rem, sâdık, feda*kâr dostlara hâlisâne hürmet ve sami*mâne hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnut et*mektir. (Amca ve hala, peder hük*mündedir teyze ve dayı, ana hükmündedir.» (Mektubat sh: 259)

    14- «Hem peder ve valideyi şefkatle teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına on*lara hürmet ve muhab*bet, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat, lillâh için olduğunun alâ*meti şudur ki: Onlar ih*tiyar oldukları ve sana hiçbir fay*da*ları kalmadığı ve seni zahmet ve meşak*kate attıkları zaman, daha ziyade mu*habbet ve mer*hamet ve şefkat et*mektir.» (Sözler sh: 639)

    15- «Peder ve valideye karşı muhabbetin, Cenâb-ı Hak hesa*bına olduğu için, hem bir ibadet, hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve muhabbeti ziyade*leş*tirirsin. En âli bir hisle, en merdâne bir himmetle on*ların tûl‑ü öm*rünü ciddî arzu edip beka*larına dua etmek, tâ “Onların yüzünden daha ziyade sevap kaza*na*yım” diye samimî hürmetle onların elini öp*mek, ulvî bir lez*zet-i ruhanî al*maktır. Yoksa, nefsanî, dünya itiba*rıyla olsa, onlar ihtiyar oldukları ve sana bâr olacak bir vaziyete girdikleri zaman, en süflî ve en alçak bir hisle vücutlarını istiskal etmek, se*beb-i ha*yatın olan o muhte*rem zatların mevtlerini arzu etmek gibi vahşî, kederli, ruhanî bir elemdir.» (Sözler sh: 644)

    Kısmen kaydedilen mezkûr parçalarda meşru şart*ları içinde olmak şartiyle samimî hürmet, aile, cemaat ve cemi*yetin rabıtası ve ruhu hükmünde bir mezi*yet ve esastır.



  8. #38
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini



    24-KEYFİYET ESASI

    Risale-i Nurda keyfiyet: İhlâs, sadakat, fedakârlık, se*bat, iktisad ve ka*naat, maddî menfaatlerden ve tevec*cüh-ü nasdan istiğna gibi yüksek meziyet*lere sahib ol*mak mâ*nâ*sında bir tabir*dir.

    Beşeriyet âleminde kemmiyet ve keyfiyet:

    1- «Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ek*se*riyet, keyfiyete bakar...

    ...İşte, nev-i beşer, bi’set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücahede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüz binlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin gü*neşleri, ayları ve yıl*dız*ları mu*kabilinde, kemiyetçe kesretli, keyfi*yetçe ehemmiyetsiz hayvânât-ı muzırra nev’inden olan küffârı ve münafık*ları kaybetti.» (Mektubat sh: 44)

    Keyfiyetsiz kemmiyet, çoğalma nisbetinde cemaatı kıymet*ten düşürür:

    2- «Çendan, şeytan yüzünden ekser insanlar dalâ*lete gider*ler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseri*yetle keyfi*yete bakar kemiyete az bakar veya bakmaz. Nasıl ki, bin ve on çekirdeği bulunan bir zat, o çekirdekleri toprak al*tında bir muamele-i kim*ye*vi*yeye mazhar etse, ondan on tanesi ağaç olmuş, bini bo*zulmuş. O on ağaç olmuş çekir*deklerin o adama verdiği menfaat, elbette, bin bozulmuş çekirdeğin verdiği zararı hiçe indi*rir. Öyle de, nefis ve şeytanlara karşı mü*cahede ile, yıldızlar gibi nev-i in*sanı şereflen*diren ve tenvir eden on insan-ı kâmil yüzün*den o nev’e gelen menfaat ve şeref ve kıymet, elbette, ha*şa*rat nev’inden sayılacak derecede süflî ehl-i da*lâletin küfre girmesiyle insan nev*’ine vereceği zararı hiçe indi*rip göze gösterme*diği için, rahmet ve hikmet ve adalet‑i İlâhiye, şey*tanın vücuduna müsa*ade edip tasallutlarına meydan ver*miş.» (Lem’alar sh: 71)

    3- «Cemaatte vahid-i sahih olmazsa, cem ve zam, kesir darbı gibi küçültür.HAŞİYE » (Mektubat sh: 475)

    Keyfiyetli cemaatın kıymet ve kuvveti:

    4- «Elbette, dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mâ*neviyeyi te*min eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesa*nüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz.

    Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr‑ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuv*vet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o va*kit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, ha*kikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeş*lerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört bin*den geçtiğine, pek çok vu*kuat-ı tarihiye şehadet ediyor.» (Lem’alar sh: 161)

    5- «Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisi*niz.

    Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlık*ları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimi*yet yü*zünden kuvvet kaza*nıyorlar.

    Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmeti*mizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâ*vâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur. Çünkü, yirmi sene*den fazla kendi memle*ketimde ve İstanbul’da etti*ğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mu*ka*bil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleke*timde ve İstanbul’da, burada benimle çalışan kardeşle*rim*den yüz, belki bin derece fazla yardımcıla*rım varken, bu*rada ben yalnız, kimse*siz, garip, yarım ümmî insafsız memurların ta*rassudat ve tazyikatları al*tında, yedi sekiz sene sizinle etti*ğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gös*teren mânevî kuvvet, sizler*deki ihlâstan geldi*ğine kat’iyen şüphem kal*madı.» (Lem’alar sh: 161)

    6- «Bu sırada dahilde o kadar dahilî, haricî heye*canlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdut birkaç arkadaşına bedel çok diplomatları kendisine taraf*tar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışma*mak ve ihlâ*sına zarar vermemek ve hü*kûmetin nazarını kendine celb etmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bü*tün arkadaşla*rına yazıp ki, “Sakın cereyanlara ka*pıl*mayınız, siyasete girmeyiniz, âsâyişe dokun*mayınız” dediği...» (Şualar sh: 374)

    7- «Bilirsiniz ki, üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedîyle içtima etse, yüz on bir kıyme*tinde ol*duğu gibi, sizin gibi üç-dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve tak*simü’l-a’mâl olma*mak cihetiyle hareket etse*ler, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbi*rinin faziletleriyle iftihar ede*cek bir tesanüdle, birbiri*nin aynı olmak dere*cede bir tefâni sırrıyla hareket etse*ler, o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetinde*dirler.» (Barla Lâhikası sh: 124)

    Keyfiyetli hizmet tarzını tercih etmek:

    8- «Madem bu zamanda herşeyin fevkinde hiz*met-i imaniye en ehemmiyetli bir vazifedir. Hem ke*miyet ise, keyfiyete nispe*ten ehemmiyeti azdır. Hem muvakkat ve mütehavvil siyaset âlemleri ebedî, daimî, sabit hidemat-ı imaniyeye nispeten ehem*mi*yetsizdir, mikyas olamaz, medar da olamaz. Risale-i Nur’un tali*matı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 89)

    9- «Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli ma*razına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilâç*larının nâşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun me*tîn, sar*sılmaz, sebatkâr, hâlis, sâdık, fedakâr şakird*leri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun da*ire*sine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam itimadla ona yapışmak lâzım ki, o acip has*talığın tesi*rinden kurtulsun.» (Kastamonu Lâhikası sh: 105)

    10- «Biz Risale-i Nur şakirdleri ise, vazifemiz hiz*met*tir va*zife-i İlâhiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapma*mak ol*makla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bak*mak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve ha*yat-ı dünye*viyeyi her ci*hetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettir*meye sevk eden deh*şetli esbap altında Risale-i Nur’un şimdiye ka*dar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz binler biçarelerin imanla*rını kurtar*ması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mü’min talebeleri ye*tiş*tirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vuku*atla ispat etmiş ve ediyor, inşaallah daha ede*cek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşaallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sine*sinden onu çıkara*maz. Tâ âhir za*manda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirdleri Cenab-ı Hakkın izniyle gelir, o da*ireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde sey*redip Allah’a şükre*deriz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 107)

    11- «Mesleğimizde, ihlâs-ı tâmmeden sonra en bü*yük esas, sebat ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şim*diye kadar çok vu*kuat var ki, öyleler, herbiri yüze muka*bil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş âdi bir adam ve yirmi otuz ya*şında iken, alt*mış yetmiş yaşındaki velî*lere tefevvuk et*miş*ler var.» (Kastamonu Lâhikası sh: 248)

    12- «Kemiyete ehemmiyet verilmez. Sen o ha*vali*deki bir tek Âtıf’ı bulsan, yüzü bulmuş gibidir. Merak etme.» (Kastamonu Lâhikası sh: 259)

    13- «Aziz, sıddık kardeşlerim,

    [Hem mânevî, hem maddî bir kaç cihette sorulan bir su*ale mecburiyet tah*tında bir cevaptır.]

    Sual: Neden, ne dahilde, ne hariçte bulu*nan cere*yan*lara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peydâ; etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini müm*kün olduğu kadar o cereyanlara te*mas*tan men ediyor*sun? Halbuki, eğer te*mas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip, parlak hakikat*lerini neş*redeceklerdi hem bu kadar sebepsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın.

    Elcevap: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmi*yetli sebebi: Mesleğimizin esası olan ihlâs bizi men edi*yor. Çünkü, bu gaflet zamanında, hususan tarafgirâne mefkû*reler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dün*yevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki, hakaik-i ima*niye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbirşeye âlet ola*maz. Rıza-ı İlâhîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirâne çar*pışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlâsı muha*faza etmek, dinini dünyaya âlet etme*mek müş*külleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti ye*rine, inayet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmak*tır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 38)

    14- «Aziz, sıddık, sebatkâr, muhlis kardeşlerim,

    Hem maddî, hem mânevî, hem nefsim, hem be*nimle, temas edenler gayet ehemmiyetli benden suâl edi*yorlar ki: “Neden her*kese muhalif olarak, hiç kimsenin yapmadığı gibi, sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun, is*tiğna gösteriyorsun? Ve her*kes müştak ve talip ol*duğu ve Risale-i Nur’un intişarına, fütuhatına çok hiz*met edeceğine o Risale-i Nur şakirdleri*nin hasları mütte*fik oldukları ve senden ka*bul ettikleri büyük ma*kamları kabul etmiyorsun, şiddetle çekiniyor*sun?”

    Elcevap: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikate muhtaçtır*lar ki, kâinatta hiçbirşeye âlet ve tâbi ve basa*mak olamaz ve hiçbir garaz ve maksat onu kirletemez ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağ*lûp edemez bir tarzda iman hakikatlerini ders versin. Umum ehl-i imanın bin se*neden beri teraküm etmiş dalâletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.

    İşte bu nokta içindir ki, dahilî ve haricî yar*dımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet ver*miyor, onları ara*yıp tâbi olmuyor—tâ avâm-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğ*rudan doğruya hayat-ı bâkiye*den başka hiçbir şeye âlet ol*madığından, fevkalâde kuv*veti ve hakikatı, hü*cum eden şüpheleri ve tereddütleri izale eylesin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 74)

    14/1- «Elhasıl: Hakikat-i ihlâs, benim için şan ve şe*refe ve maddî ve mânevî rütbelere vesile olabilen şey*ler*den beni men edi*yor. Hizmet-i Nuriyeye, gerçi büyük za*rar olur fakat, kemiyet key*fiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâ*dim ola*rak, hakikat-i ihlâs ile, herşeyin fevkinde ha*kaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmek*ten daha ehemmiyetli görüyo*rum.

    Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin fev*kinde gördüklerinden, sebat edip, o çekir*dekler hük*münde olan kalbleri, birer ağaç ola*bilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesvese*lerle, o kutbun derslerini, “Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor” nazarıyla bakıp, mağlûp olarak dağıtılabilirler. Bu mânâ için hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyo*rum.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 75)

    Bediüzzaman Hazretlerinin, Risale-i Nur’un te’li*finden önce hiss-i kablel vuku ile müjde verdiği, Risale-i Nurun tahkiki iman dersleriyle yaptığı, iman kurtarma hizmetinin keyfiyeten yüksek kıymeti emsalsizdir.

    15- Evet, «Nurun zahiren, kemiyeten dar cihetine bakmaya*rak, hakikat cihetinde keyfiyeten geniş ve fev*ka*lâde menfaatini his*setmesi suretiyle, hem de siyaset naza*rıyla bütün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade et*miş. O büyük veli, onun dar daireyi geniş tasav*vurundan ona itiraz etmiş. Hem o zat haklı, hem Eski Said bir derece haklıdır. Çünkü Risale-i Nur imanı kurtar*ması cihetiyle o dar dairesi madem ha*yat-ı bâkıye ve ebe*diyeyi imanla kurtarıyor. Bir milyon talebesi bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebe*di*yesini temine çalışmak, bir milyar in*sanın hayat-ı fâ*niye-i dünyeviye ve medeniye*tine ça*lışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş olması, Eski Said’in o rüya-yı sâdıka gibi olan hiss-i kab*lelvuku ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. Belki, inşaallah, o görüş, yüz sene sonra nurların ektiği tohumla*rın süm*büllenme*siyle aynen o geniş daire Nur dairesi ola*cak, onun yan*lış tâbirini sahih gösterecek.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 112)

    16- «Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraf*tar*ları ara*maya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hiz*mettir, müş*terileri aramayız. Onlar gel*sinler bizi arasınlar, bulsunlar” diyor*lar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlâsı taşı*yan bir adamı, yüz adama tercih ediyor*lar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 170)

    Kur’an (2:26) âyetinde geçen iki (kesiren) keli*mesi:

    17- «Evvelki den kemiyet ve adetçe çokluk irade edilmiştir.

    İkinci den keyfiyet ve kıymetçe çokluk kaste*dilmiş*tir. Ve aynı zamanda, Kur’ân’ın nev-i be*şere rah*met olduğunun sırrına işarettir.

    Evet, insanların az bir kısmının fazilet ve hidayet*le*rini çok görmek ve göstermek, Kur’ân’ın beşere karşı merhametli ve lütuf*kâr olduğunu gösterir.

    Ve keza, bir fazilet sahibi, bin faziletsize mukabil*dir. Bu itibarla, fazileti taşıyan, az olsa da çok görünür.» (İşarat-ül İ’caz sh: 172)

    Ekser insanların Risale-i Nuru dinlememeleri se*be*biyle ümidi kırılan bir talebesini ikaz münasebetiyle, umuma key*fiyet dersi veren Bediüzzaman Hazretleri di*yor ki:

    18- «Sen orada, ‘Bu insanlar ne zaman Risale-i Nur’u dinle*yecekler?’ diye ümitsizliğe düşme, merak etme. Kat’iyen bil ki, mele-i âlânın hadsiz sakinleri, bu*gün Risale-i Nur’u alkışlıyorlar. Onun için, hiç ehem*miyeti yok. Kıymet, kemiyette değil, keyfi*yette*dir. Bazan bir halis ve fedakâr talebe, bine mu*kabil*dir” diyerek ye’sini gide*rir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 463)

    19- «Haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü netice verdiğin*den, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile, üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesanüd ve meşveretin sır*rıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuat-ı tari*hiye bize ha*ber veriyor.» (Hutbe-i Şamiye sh: 63)

    Keyfiyeti esas alan haslar dairesi makamından, kem*miyete sahib geniş da*ire makamını istemenin mah*zurlarını, kendi nokta-i nazarını misal alarak be*yan eden Bediüzzaman Hazretleri şayan-ı dikkat bir mektubunda diyor:

    20- «Nurların fütuhatını kalben temaşa ederken, bazı has kardeşlerimin Nur’un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nisbeten fütu*hat az olma*sından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i İlâhiyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler de*rece şü*kür ve sırf rıza-yı İlâhî noktasında bazı biçarele*rin Nurla imanlarını kur*tarmak cihetiyle binler hamd, sena ve şükür lâzımken bir teşekki ve sıkıntı geldi. Sonra mahviyet ve terk-i ena*niyet ve ihlas-ı tam ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki: O fütu*hatta binler hamd ve sena ve teşekkür ve manevî sürur ve sevinç ru*huma geldi. Ben o halde iken anladım ki, maka*mat-ı manev*îye dahi mesleğimizde mevzubahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşle*rimin hakkımdan yüz derece zi*yade bana verdikleri hisse ve ma*kam hakikat olsa ve hakkım da olsa, mezkûr hakikat için bırak*mağa, mes*lek-i Nuriyedeki ihlas-ı tamme bırakmağa mecbur eder.» (Osmanlıca teksir baskı Tılsımlar Mecmuası’nın zeyli, Maidet-ül Kur’an ba*şın*daki mektub*tan)

    Risale-i Nur hizmetinde, bilhassa ehl-i hizmette bu*lunması gereken key*fiyet hususiyeti ile alâkalı mezkûr bahisler, keyfiyetin sabit bir şart ve esas ol*duğunu açıkça ortaya koyuyor.






  9. #39
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    25-MEŞVERET VE ŞÛRA ESASI

    Meşveret ve şûrâ-i şer’î, dinin esasat ve müselle*mat gibi ka*t’i ve sabit hükümlerinin hâricinde ve şer’î usûlüne göre yapılır.

    Meşverette iyi niyet ve ihtisas şarttır. Yani meş*verete katı*lanlar, istişa*rede ele alınacak meselenin isa*betli olan ci*hetini ve tercihi gereken maslahat-ı umu*miyesini keş*fetmek niyet ve gay*retine sahib olmalıdır. Yoksa kendi mak*sadlarını veya bağlı ol*duğu şahsın veya cemaatin men*faatini tahak*kuk ettirmek niyetini taşıyan*larla yapılacak meşveret hak ve maslahat-ı bulmaktan daha çok karışık*lıklara ve inşikaklara sebeb olur.

    Bu meşveret, meşveret-i şer’îye değildir ve ibadet ma*hiye*tini taşımaz.

    Risale-i Nurun muhtelif yerlerinde meşveret-i şer’î*yeye çok ehemmiyet verilir. Şöyle ki:

    1- «Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadet*lerinin anahtarı, meşveret‑i şer’iye*dir. [15] âyet-i ke*rimesi, şûrâyı esas olarak em*rediyor.

    Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ün*vanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla bir*biriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünu*nun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalma*sının bir sebebi, o şûrâ-yı ha*ki*kiyeyi yapmamasıdır.

    Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şû*râdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder ta*ifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzım*dır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına ko*nulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirle*rini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şeha*met ve şefkat-i imaniyeden te*vellüd eden hürri*yet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süs*lenip garp medeniyet‑i sefihanesindeki seyyiatı atmak*tır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 60)

    2- «Eğer denilse: Neden şûrâya bu kadar ehemmi*yet veriyor*sun? Ve beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyetin hayatı ve terakkisi nasıl o şûrâ ile olabilir?

    Elcevap: Nurun Yirmi Birinci Lem’a-i İhlâsında izah edildiği gibi, haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü ne*tice verdiğin*den, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü ha*kiki ile, üç adam, yüz adam kadar mil*lete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesa*nüd ve meşveretin sır*rıyla, bin adam kadar iş gördükle*rini, çok vukuat-ı tari*hiye bize haber veriyor. Madem be*şerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz, ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î hususan dinsizlikle ca*navarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla, elbette ve elbette, o hadsiz düş*manlara ve o nihayetsiz hâ*cetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayan*dığı gibi, hayat-ı iç*timaiyesi de yine imanın ha*kaikinden gelen şûrâ-yı şer’î ile yaşaya*bilir, o düşmanları durdurur, o hâcetlerin te*minine yol açar.» (Hutbe-i Şamiye sh: 62)

    Ümmetin itimad edeceği mu’temed bir tefsirin ya*zıl*ması da bir meclis-i ilmiye ile olmasını lüzumlu gö*ren Bediüzzaman Hazretleri şu ehemmiyetli hu*susları nazara ve*rir:

    3- «Bu mukaddemeden maksadım, efkâr-ı umu*miye bir tef*sir-i Kur’ân istiyor. Evet, her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vu*kuat ise, bir keşşaftır. Efkâr-ı âmmeye hocalık edecek, yine efkâr-ı âmme-i ilmiyedir. Bu sırra binaen ve isti*naden isterim ki: Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riya*setinde, herbiri bir fende mütehassıs, mu*hakkikîn-i ule*madan müntehap bir meclis-i meb’usan-ı ilmiye teşki*liyle, meşveretle bir tef*siri telif etmekle sair tefasirdeki münkasım olan me*hasin ve kemâlâtı mühezzebe ve mü*zeh*hebe olarak cem etmelidirler. Evet, meşruti*yettir her*şeyde meşveret hü*kümfermâdır. Efkâr‑ı umu*miye dahi dide*bandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir.» (Muhakemat sh: 22)

    4- «Kur’ân-ı Azîmüşşanın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zat ol*malıdır. Bilhassa bu zaman*larda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir he*yetin tesanüdüyle ve o he*yetin telâhuk-u efkâ*rından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassupların*dan âzâde olarak tam ihlâsla*rından doğan dâhi bir şahs-ı mânevîde bulu*nur.» (İşarat-ül İ’caz sh: 7)

    5- «Saltanat-ı efkârın icrâ-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyetin güneşi, evham ve hayalât bulutla*rın*dan kurtulmuş, her yeri tenvire başlamıştır. Hattâ dinsiz*lik bataklığında taaffün eden adamlar dahi o zi*yayla istifa*deye başlamıştırlar.

    Hem de meşveret-i efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, burhan-ı kàtı’ üzerine teessüs ve her kemale mümidd olan hakk-ı sabitle hakaikı rap*tey*lemesi*dir. Bunun neticesi: Batıl, hak suretini giy*mekle efkârı al*datmaz.» (Muhakemat sh: 37)

    Meşveret-i şer’iyenin idare sistemine ve efkâr-ı milli*yeye bakan hikmet*leri:

    6- «Meşrutiyet-i meşrua denilen dünyada beşer sa*adetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makine-yi hayatın buharı olan hürriyet*teki irade-i cüz’i*yeyi istibdat ve tahakkümün be*lâsından kurtaran meşve*ret-i şer’iyenin maya*sıyla mayalandıran meşrutiyet-i meşrua sizi her*kes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülû*ğu*nuzu ve vasîye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Mevcudiyetinizi ittihadla göste*riniz ve hamiyet-i diniye-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteri*niz. Yoksa, sıfır çekecek ve şehadetnâme-i hürriyeti eli*nize vermeyecektir.» (Divan-ı Harbî Örfî sh: 53)

    7- ««S – Âlem-i İslâm ulemasının ortalarındaki müt*hiş ihti*lâfata ne dersn? Reyin nedir?

    C – Ben âlem-i İslâmiyete gayr-ı muntazam veya inti*zamı bozulmuş bir meclis-i meb’usan ve bir encü*men-i şûrâ nazarıyla bakıyorum. Şeriattan işitiyoruz ki, rey-i cum*hur budur, fetvâ bu*nun üzerinedir.» (Münazarat sh: 78)

    8- «S – Acaba kâinatta, şu meclis-i âli-i İslâm, şu ser*gerdan küre şehrinde bir intizamı daha bulamayacak mı*dır?

    C – İman ederim ki, umum âlem-i İslâm, mil*let-i insa*niyede ve Âdem kavminde bir mec*lis‑i meb’usan-ı mu*kaddese hükmüne geçecek*tir. Selef ve halef, asırlar üzerinde birbirine bakıp ma*beynle*rinde bir encümen-i şûra teşkil edecek*lerdir. Fakat, birinci kısım olan ihtiyar babalar, sâki*tane ve si*tayişkârane dinleyeceklerdir.» (Münazarat sh: 80)

    Bediüzzaman Hazretleri hem Osmanlı Devletine hem gele*cekteki ce*mahir-i müttefika-i İslâmiyyenin si*yaset eh*line, şûrâ’*nın ehemmiyet ve lüzû*munu beyan eden yazı*sının bir kısmında şu hususa dikkat çeker:

    9- «Sadaret üç mühim şûrâya bizzat istinat ediyor, yine kifa*yet etmiyor. Halbuki böyle inceleşmiş ve ço*ğal*mış münasebat içinde, içtihadattaki müthiş fevzâ, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fâsid medeni*yetin tedahülüyle ah*lâktaki müthiş te*denniyle be*ra*ber, meşihat cenahı bir şahsın içtihadına terk edil*miş.

    Fert tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Tesirat-ı hariciyeye kapılmakla çok ahkâm-ı diniye feda edildi.

    Hem nasıl oluyor ki, umurun besateti ve taklit ve teslim câri olduğu zamanda, velev ki intizamsız olsun, yine meşihat bir şû*râya, lâakal kazaskerler gibi, mühim şahsiyetlere istinat ederdi. Şimdi iş besatetten çıkmış, taklit ve ittibâ gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl ki*fayet eder?

    Zaman gösterdi ki, hilâfeti temsil eden şu me*şihat-ı İslâmiye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şâmil bir müessese-i celiledir. Bu sönük va*ziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yal*nız İstanbul’un irşadına da kâfi gel*miyor. Öyleyse, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimat ede*bilsin. Hem menba, hem mâkes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i di*niyesini hakkıyla ifa edebilsin.

    Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u ce*maatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâ*lar o ruhu temsil eder.

    Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûrâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüt eden bir şahs‑ı mânevî olmak gerek*tir. Tâ ki, sözünü ona işitti*rebilsin. Dine taal*lûk eden noktalardan, sırat‑ı müstak*îme sevk edebilsin. Yoksa, fert dâhi de olsa, cemaatin ferd-i mâ*nevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mü*him mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i ha*yatiyesini teh*likeye mâruz bı*rakıyor.

    Hattâ diyebiliriz, şimdiki zaaf-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaytlık ve içtihadattaki fevzâ, meşihatın zaafından ve sönük ol*masından meydan almıştır. Çünkü, hariçte bir adam reyini, ferdi*yete istinat eden meşihata karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şû*râya istinad eden bir şeyhülislâmın sözü, en büyük bir dâhiyi de, ya içtihadından vazgeçi*rir, ya o içtihadı ona münhasır bıra*kır.

    Her müstaid, çendan içtihad edebilir. Lâkin içti*hadı o vakit düsturü’l-amel olur ki, bir nevi icmâ veya cumhurun tasdikine ik*tiran ede. Böyle bir şeyhülislâm mânen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı garrâda daima icmâ ve rey-i cumhur medâr-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevzâ-i ârâ için, böyle bir faysala lü*zum-u kat’î vardır.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 32)

    10- «Hem de mânâ-yı meşrutiyete iptilâ ve mu*habbe*timin se*bebi şudur ki: Asya’nın ve âlem-i İslâmın istik*balde terakkisinin birinci kapısı meşrutiyet-i meş*rua ve şeriat dairesindeki hürriyet*tir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşruti*yetteki şûrâdır.» (Divan-ı Harbî Örfî sh: 48)

    11- «Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir is*tib*dadı his*setmiş. Bazı âsârında, ona hücumla beyanatı var. O müthiş istib*dâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meş*ru*ayı bir vasıta-i necat görü*yordu. Ve hürriyet-i şer’iye, Kur’ân’ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalış*mış.» (Kastamonu Lâhikası sh: 78)

    Bediüzzaman Hazretleri şurâ’ya verdiği aynı ehem*mi*yeti, Risale-i Nur dairesindeki hizmet faaliye*tinde de meş*verete ihtiyaç duyduğunu söyler. Mesela der ki:

    12- «Bu mektupta bir ince meseleyi meşveret sure*tiyle reyinizi almak için gönderdik. Münasip midir? » (Emirdağ Lahikası-ll sh: 104)

    « emriyle, kardeşlerimle bir meş*verete muhtacım.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 24)

    13- «Bu büyük ve ağır ve kıymettar hizmet-i Kur’âniyeye ke*mal-i tesanüdle çalışmak lâzımdır.

    Sakın! Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damar*larınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i da*lâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reyleri*nizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risalesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bu*lundurunuz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 236)

    14- «Nakş-ı i’câzı göstermek tarzında bir Kur’ân yazmaya dair mühim bir niyetimi, hizmet‑i Kur’ân’daki kardeşlerimin na*zarlarına arz edip meşveret etmek ve on*ların fikirlerini is*timzaç etmek ve beni ikaz etmek için şu kısmı yazdım, onlara müra*caat ediyorum.» (Mektubat sh: 405)

    15- «Hâfız Ali’nin mektubunda, medrese-i Nuriyenin üstadı olan Hacı Hâfız ile gayet samimâne ve uhuvvetkâ*râne gö*rüşmeleri ve meşveretleri bizleri çok mesrur ey*ledi.» (Kastamonu Lâhikası sh: 199)

    16- «Risale-i Nur dairesindeki şakirdler, istişare sure*tinde, tab etmek gibi çok ehemmiyetli işleri gör*meye başlamalarıdır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 129)



    17- «Aziz, sıddık kardeşlerim,

    Evvelâ: İhtiyat ve temkin ve meşveret etmek lâ*zım*dır.» (Şualar sh: 535)

    18- «Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh iki defa demesi, Risale-i Nur perde altında tenev*vür ve tenvir eder diye işa*ret ediyor. Mümkün olduğu kadar ge*çici rüzgârlara ehemmiyet vermeyiniz, bakma*yınız. Zaten mabeyninizde samimî tesanüd ve meşveret-i şer’iye, sizi öyle şeylerden muha*faza eder. İçinizdeki şahs-ı mânevi*nin fikrini, o meşve*retle bildi*rir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 130)

    19- «Hem şimdi nazar-ı dikkati Risale-i Nur şakirdle*rine celb etmemek münasiptir diye düşünüyo*rum. Fakat yedi sene Harb-i Umumîye bakmayan ve yirmi beş sene gazeteleri okumayan, din*lemeyen bu kardeşinizin fikri, bu meselede sorulmaz. Asıl fikir sahibi, sizler ve Risale-i Nur’un has şakirdleri ve mü*dakkik nâşirleri, meşveretle, hususan Ispartadakilerle, maslahat ne ise yaparsınız.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 109)

    20- «Bundan sonra her meselemizde emir, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini temsil eden has şakirdlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 223)

    21- «Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşve*ret ediniz. Çok sıkı tutmayınız herkes bir meşrepte ol*maz. Müsamahayla bir*birine bakmak şimdi elzemdir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 234)

    22- «Hizmet-i Kur’âniyeye kemal-i tesanüdle ça*lış*mak lâ*zımdır.

    Sakın! Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damar*larınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i da*lâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reyleri*nizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risalesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bu*lundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar vere*bilir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 236)

    23- «Şimdi namazda bir hâtıra kalbe geldi ki, kar*deş*lerin, zi*yade hüsn-ü zanlarına binaen, senden maddî ve mânevî ders ve yardım ve himmet bekliyor*lar. Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, erkân*ların meşveret*lerine bıraktın ve isabet et*tin. Aynen öyle de, uhrevî ve Kur’ânî ve imanî ve ilmî iş*lerinde dahi Risale-i Nur’u ve şakirdlerinin şahs-ı mâ*nevîlerini tevkil ile o hâlis, muhlis hasların şahs-ı mâ*nevîleri sen*den çok mükemmel o vazi*feni kendi vazi*feleriyle bera*ber yaparlar.» (Şualar sh: 492)

    24- «Nur fabrikasının sahibiyle kahraman Tâhirî bizi gayet mesrur eden müjdeler veriyorlar, hem bazı mesele*leri soruyorlar. Sizlerdeki erkânın verdikleri ka*rar ve mü*nasip gördüğü tarzlar, benim reyimin fev*kinde inşaallah isabet ederler. Madem benim reyimi de almak istiyorlar. Şimdilik, evvelce nazlanan matbaacı*lara lü*zum yok..» (Kastamonu Lâhikası sh: 222)

    25- «Şakirdlerin tensibiyle ve meşveretiyle inti*hap edilecek bir yeni kahraman bulununcaya kadar o vazife*leri taksimü’l-a’mâl suretinde herbir şakird bir va*zifesini yapmaya başlasın.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 189)

    Görüşerek ve müzakere ile hizmeti ifa ve icra et*menin mu*kaddemesi mânâsında olan meşveret, istişare ve şûrâ, mezkûr beyanat ve tavsiyelerin ne*ticesi olarak bir esas ve düstur olduğu zâhir oluyor.



  10. #40
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini



    26-RİSALE-İ NUR ESERLERİNİ ESAS ALMAK VE NAZARLARI ONA ÇEVİRMEK
    VE ONA TESLİMİYETLE KANAAT ETMEK



    1- «-Zâhirden hakikate geçmek iki suretledir:

    Biri: Tarikat berzahına girip, seyr ü sülûk ile kat-ı merâtip ederek hakikate geçmektir.

    İkinci suret: Doğrudan doğruya, tarikat ber*zahına uğ*ramadan, lûtf-u İlâhî ile hakikate geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yük*sek ve kısa tarik şudur. Demek, ha*kaik-i Kur’âniyeden tereşşuh eden nurlar ve o nur*lara tercümanlık eden Sözler, o hassaya mâlik ola*bi*lirler ve mâliktirler.» (Mektubat sh: 356)

    2- «Madem Kur’ân-ı Hakîm mürşidimizdir, üsta*dı*mızdır, imamımızdır, her bir âdabda rehberimizdir. O kendi kendini met*hediyor. Biz de onun dersine itti*bâen, onun tefsirini methedeceğiz.

    Hem madem yazılan Sözler onun bir nevi tef*siri*dir. Ve o risalelerdeki hakaik, Kur’ânın malıdır ve haki*katleri*dir. Ve madem Kur’ân-ı Hakîm ekser sûrelerde, hususan elif lâm râ’larda, hâ mim’lerde kendi kendini kemâl-i haşmetle gösteriyor, kemâlâtını söylüyor, lâyık olduğu medhi kendi ken*dine ediyor. Elbette, Sözlerde in’ikas et*miş Kur’ân-ı Hakîmin lemeât-ı i’câziye*sinden ve o hizme*tin makbu*liyetine alâmet olan inâyât‑ı Rabbâniyenin izha*rına mükellefiz. Çünkü o üstadımız öyle eder ve öyle ders verir.» (Mektubat sh: 368)

    3- «Sözler hakkında, tevazu suretinde demiyo*rum belki bir hakikati beyan etmek için derim ki:

    Sözlerdeki hakaik ve kemâlât benim değil, Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir.» (Mektubat sh: 369)

    4- «Risale-i Nur eczaları, bütün mühim ha*kaik-i imaniye ve Kur’âniyeyi, hattâ en mu*an*nide karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inâyet-i İlâhiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’âniye içinde öyleleri var ki, en büyük bir dâhi telâkki edilen İbni Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz” demiş. Onuncu Söz risalesi, o zâtın dehâsıyla yetişemediği hakaiki, avamlara da, çocuklara da bildi*ri*yor.

    Hem meselâ, sırr-ı kader ve cüz-i ihtiyarînin halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme, kırk elli say*fada, meşhur Mukaddemât-ı İsnâ Aşer namıyla telvih nam kita*bında ancak hal*lettiği ve ancak havassa bildir*diği aynı me*sâili, kadere dair olan Yirmi Altıncı Sözde, İkinci Mebhasın iki sayfasında ta*ma*mıyla, hem herkese bildi*recek bir tarzda be*yanı, eser-i inâyet olmazsa nedir?

    Hem bütün ukulü hayrette bırakan ve hiçbir felse*fenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tıl*sım-ı kâinat de*nilen ve Kur’ân-ı Azîmişşânın i’câzıyla keşfedilen o tıl*sım-ı müşkülküşâ ve o muammâ-yı hay*retnümâ, Yirmi Dördüncü Mektup ve Yirmi Dokuzuncu Sözün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Sözün, tahavvülât-ı zerrâtın altı adet hikme*tinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hay*retnü*mânın tılsımını ve hilkat-i kâ*inatın ve âkıbetinin mu*ammâ*sını ve tahavvülât-ı zerrat*taki harekâtın sırr-ı hikmetini keşif ve beyan etmişlerdir meydandadır, ba*kı*labilir.

    Hem sırr-ı ehadiyet ile şeriksiz vahdet-i rububi*yeti, hem niha*yetsiz kurbiyet-i İlâhiye ile nihayetsiz bu*’diye*ti*miz olan hayret-en*giz hakikatleri, kemâl-i vu*zuhla On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz beyan ettikleri gibi, kudret-i İlâhiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat mü*savi olduğunu ve haşr‑i âzamda umum zîruhun ihyâsı, bir nef*sin ihyâsı ka*dar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-i kâ*inatta müdahalesi imtinâ derecesinde akıldan uzak ol*duğunu ke*mâl-i vuzuhla gösteren Yirminci Mektuptaki Ve Hüve alâ külli şey’in kadîr kelimesi beyanında ve üç temsili hâvi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiş*tir.

    Hem hakaik-i imaniye ve Kur’âniyede öyle bir ge*nişlik var ki, en büyük zekâ-yı beşerî ihata edemediği halde, benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan, mü*ra*caat edilecek kitap yokken, sıkın*tılı ve sür’atle ya*zan bir adamda, o hakaikin ekseriyet-i mutlakası deka*ikiyle zu*huru, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin i’câz-ı mâ*nevîsinin eseri ve inâyet-i Rabbâniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir.»(Mektubat sh: 372)

    5- «Zannederim ki, o enâniyet-i ilmiyeyi fazla ta*şı*yan zatlar da anladılar ki, neşrolunan Sözler, ha*kaik-i Kur’âniyenin birer anahtarı ve o haka*iki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır. O ehl-i fazl ve kemal ve kuvvetli enâ*niyet-i ilmiyeyi taşıyan zatlar bilsinler ki, bana de*ğil, Kur’ân-ı Hakîme talebe ve şakird oluyorlar ben de onla*rın bir ders arkadaşıyım. Haydi, farz-ı muhal ola*rak, ben üstadlık dâvâ etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabaka*tını, avamdan havassa ka*dar, maruz kal*dıkları evham ve şübehattan kurtarmak çare*sini bul*duk o ulema ya daha kolay bir çaresini bul*sun*lar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versin*ler, ta*raftar ol*sunlar.» (Mektubat sh: 425)

    6- «Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olan*lar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm‑u ima*niye cihetinde, yal*nız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izah*larıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamı*şız ki, bu ulûm-u imaniye*deki fetvâ va*zifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmi*yeden aldığı bir hisle, şerh ve izah ha*ricinde birşey yazsa, soğuk bir mu*araza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne ge*çer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahak*kuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâ*tıdır bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife de*ruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyo*ruz.» (Mektubat sh: 426)

    7- «Tevfik-i İlâhî refiki olan adam, tarikat berza*hına girme*den zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’ân’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça al*dım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âli*yeyi okumaksızın isâl edici bir yol buldum.

    Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve se*lâ*met bir tar*îki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânın*dan*dır.» (Mesnevî Nuriye sh: 212)

    8- «Resâili’n-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet‑i tahsile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan ta*al*lüm edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibas olmaya muhtaç olmadan, herkes dere*cesine göre o ulûm‑u âliyeyi, meşakkat ate*şine lüzum kalmadan anla*yabilir, kendi kendine istifade eder, mu*hakkik bir âlim olabilir.» (Şualar sh: 690)

    9- «Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri an*layarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir.» (Lem’alar sh: 167)

    10- «ON ÜÇÜNCÜ ÂYET Sûre-i Âl-i İmrân’da [16]

    ON DÖRDÜNCÜ ÂYET Sûre-i Nisâ’da [17] Bu iki âyet bu asra da hususî ba*kar*lar.

    Birincisinin meâli gösteriyor ki: Ehl-i dalâlet mü*teşabi*hat-ı Kur’âniyeyi yanlış tevilât ile tahrifine ve şüp*heleri çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda ilimde rü*suhu bulunan bir taife o müteşabi*hat-ı Kur’âniyenin hakikî te*villerini beyan edip ve iman ederek o şübehatı izale eder. Bu küllî mânânın her asırda mâsadakları ve cüz’iyat*ları var. Harb-i umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur’ân aleyhinde te*râküm eden Avrupa itirazları ve ev*hamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şü*behatın bir kısmı fennî şek*lini giydi, ortaya çıktı. Bu şü*behatı ve itirazları bu za*manda def eden, başta Risalei’n-Nur ve şakirdleri görün*düğünden, bu âyet bu asra da bak*tığından, Risalei’n-Nur ve şakirdlerine rem*zen bak*makla beraber, ulema-i müte*ahhirînin mezhe*bine göre da vak*fedilmez. O halde makam-ı cifrîsi aynen [18] nın ma*kamı gibi 1344 ederek Resâili’n-Nur ve şakirdlerinin mey*dan-ı mü*ca*hede-i mâ*neviyeye atılmaları tarihine tam ta*mına te*va*fukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alı*yor.» (Şualar sh: 701)

    11- «Hem Risaletü’n-Nur, sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve ev*liya mi*silli yalnız kalbin ke*şif ve zevkiyle hareket etmi*yor. Belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sair letâ*ifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişme*diği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gös*terir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 12)

    12- «Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkı*labi*lirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkıla*cak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hük*mediyor*lar.

    Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye ait yazı*lan Sözler, şu zamanın yaralarına en mü*nasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın teha*cümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.

    Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi ko*laydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müş*küldür. Eski za*manda ikinci kısım binde bir bulu*nuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğe*niyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenâb-ı Hak şu za*manda, i’câz-ı Kur’ân’ın mâ*nevî le*meâtından olan ma*lûm Sözleri, şu dalâ*let zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş ta*savvurundayım.» (Mektubat sh: 23)

    13- «Size kat’iyen ve çok emarelerle ve kat’î kana*atimle beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükûmet, âlem-i İslâma ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak mev*cudiyetini, haysiyetini, şere*fini, mefahir-i ta*rihiye*sini onun ibrazıyla gösterecektir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 78)

    14- «Risale-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarikat ve sofî meşrep zatlar onun cereya*nına girmek ve ilim ve tarikattan gelen eski sermayele*riyle ona kuvvet vermek ve genişleme*sine çalışmak ve şakirdlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniye*tini, tam bir havuzu kazanmak için o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa, Risale-i Nur’a karşı rakîbâne başka bir çığır açmakla hem o zarar eder, hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur’âniyeye bil*meyerek zarar verir, zen*dekaya bir nevi yardım olur.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)

    15- «Eğer enâniyetli ve hodfuruş ise, Risale-i Nur şakirdleri*nin metanetlerini kırarlar, nazarlarını Risale-i Nur’un hari*cine çekip dağıtırlar. Şimdi çok dikkat ve metanet ve ihti*yat lâzım*dır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 202)

    16- «Üstad, muhtelif istidatta olan her zi*yaretçinin derece-i fehim ve idrakine göre ko*nuşur, nazarları Risale-i Nur’a ve hizmet-i imaniyeye çevirir, Risale-i Nur hakikatleriyle imana hizmetin bu millete maddeten ve mâ*nen en büyük menfaatleri temin edeceğini dâvâ ve izah ederdi.» (Tarihçe-i Hayat sh: 462)

    17- «Üstad Bediüzzaman’ın a’zamî ihlas, a’zamî sa*dakat ve a’zamî fedakârlık mânâsını ihtiva eden, göste*ren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lâzım gel*mektedir. Tâ ki, hizmet-i Nuriyede bulunacak Kur’an Şâkirdleri kıyâmete kadar bu düsturlar müvacehesinde hareket etsinler. Muvaffakiyetin ve rıza-yı İlahiye nâiliye*tin, ancak bu suretle mümkün olacağına kat’i kanaat getir*sinler.» (Hizmet Rehberi sh: 6)

    18- «Çok dikkatle üzerinde durulması, tefekkür edilmesi ge*reken bedihî bir hakikat vardır ki, o da şu*dur: Risalelerde, mektub*larda, lâhikalarda defalarca ya*zıldığı gibi mübarek Üstadımıza müracaat edenler ve ziyarete gelen bütün ziyaretçiler hemen umumiyetle dâima gö*rüyorlardı ki Üstadımız on*ların nazarlarını Risale-i Nur’a tevcih edi*yordu. Acaba bunun sırr-ı hikmeti ne idi? Mütemadiyen ne için bu noktada tah*şidat yapıyordu? Evet bu muazzam bir hakikattır. Ve Hazret-i Bediüzzaman’a kâfil bir mu*azzam hakikatın ifadesidir ki, dersi*mizi hakaik-i Kur’aniye ve envar-ı imaniye hazi*nesi olan Risale-i Nur’dan aldı*ğımız gibi, birbirimizle manevî münasebet, alâka, uhuvvet ve muhabbet düstur*larımızı da hep o Risale-i Nurdan ders alacağız.

    Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşümûl hâ*dise*ler hen*gâmında Kur’an Şakirdleri cüz’i ve küllî, ferdî ve içtimaî bütün ders ve ikazlarını Risale-i Nurla tahsil ede*ceklerdir. Çünkü, Kur’an’ın bu asra bakan vechesini ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ın bu zaman*daki vezaif-i diniye tavrını küllî bir mânâ ile şimdi, bu suretle Risale-i Nur’la görmüş, anlamış bu*lunuyoruz.» (Hizmet Rehberi sh: 7)

    19- «Risele-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğ*ruya feyz-i Kur’andan mülhem hakaik-i imaniyedir za*man ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlardır. O kudsî hakaikın ders ve tâliminde, neşir ve ilânatında da hizmete taallûk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergîbi ta*zam*mun eden şu gelecek meseleler de her halde değiş*mez dersler ve esasattır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhte*lif saha ve safhalarında onlardan isti*fade ederler, müşkilâtlarını giderirler.» (Hizmet Rehberi sh: 9)

    Daha bunlar gibi Risale-i Nurun ehemmiyetini ve hiz*met ha*yatında onu me’haz tutmak gerektiğini beyan eden ifadeler, sa*rihtir ve getirdiği hüküm esas teşkil eder.

    Nurcular bu esasa bağlılıkları nisbetinde sağlam, sü*rekli ve meşru ittifakı sağlarlar.



Sayfa 4/6 İlkİlk ... 23456 SonSon

Benzer Konular

  1. Risale-i Nur Mesleğinin Esasları
    By Konyevi Nisa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.10.08, 10:43
  2. Risale-i Nur Mesleğinin Değişmezliği Esası
    By Konyevi Nisa in forum Risale-i Nur Talebeliği
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.10.08, 09:13
  3. Büyüklere hizmet
    By SiLa in forum Menkibeler
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 15.10.08, 18:09
  4. Hizmet erleri
    By Reyhani in forum Tasavvuf Yazıları
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 12.10.08, 15:47
  5. Risale-i Nur Mesleğinin Esasları
    By Konyevi Nisa in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.07.08, 15:37

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •