Sayfa 5/6 İlkİlk ... 3456 SonSon
51 sonuçtan 41 ile 50 arası

Konu: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

  1. #41
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini



    27-ŞAHSI DEĞİL, KİTABI ESAS ALMAK

    Şahıs merciiyetine bedel, tahkik mesleğinin lâzımı ola*rak hakaik-ı Kur’aniyeyi câmi’ olan Risale-i Nur Külliyatının esas alınması ve düsturlara teba*iyet:

    1- « Üstad Bediüzzaman’ın âzamî ihlâs, âzamî sa*da*kat ve âzamî fedakârlık mânasını ihtiva eden mesle*ğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Tâ ki, hizmet-i Nûriyede bulunacak Kur’an Şâkirdleri kıyâmete kadar bu düsturlar muvacehesinde hare*ket etsinler.» (Hizmet Rehberi sh: 6)

    2- « Dersimizi Hakaik-ı Kur’âniye ve envar-ı îmâ*niye hazinesi olan Risale-i Nur’dan aldığımız gibi, bir*birimizle mânevî münase*bet, alâka, uhuvvet ve mu*habbet düstur*larımızı da hep o Risale-i Nur’dan ders alacağız.

    Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşümûl hâ*dise*ler hen*gâmında Kur’an Şâkirdleri cüz’î ve küllî, ferdî ve içtimaî bütün ders ve îkazlarını Risale-i Nur’la tahsil ede*ceklerdir. Çünki, Kur’an’ın bu asra bakan vechesini ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bu zamandaki vezaif-i dîniye tavrını küllî bir mâna ile şimdi, bu suretle Risale-i Nur’la görmüş, anla*mış bulu*nuyoruz.» (Hizmet Rehberi sh: 8)

    3- «Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğ*ruya feyz-i Kur’an’dan mülhem hakaik-ı imâniyedir za*man ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlardır. O kudsî hakaikın ders ve tâliminde, neşir ve ilânatında da hizmete taallûk eden irşad, îkaz, teşvik ve tergîbi ta*zam*mun eden şu gelecek mes’eleler de herhalde değiş*mez dersler ve esasattır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlar*dan istifade ederler, müşkilâtlarını giderirler.» (Hizmet Rehberi sh: 9)

    Bediüzzaman Hazretleri diyor:

    4- «Ben size nispeten kardeşim mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkada*şıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârâne dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet bekleme*niz değil, bana him*met etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana men*faatli bir hizmette taksimü’l-mesâi ka*idesiyle işti*rak etmişiz. ....

    ...Risale-i Nur’un talimatı dairesinde ve biz*lere bahşet*tiği hizmet noktasında feyizli makamlara ka*naat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlâs lâzım*dır. Onda te*rakki etmeliyiz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 89)

    5- «Bu asrın ehemmiyetli ve mânevî ve ilmî bir mür*şidi olan Risaletü’n-Nur’un heyet-i mecmuası...» (K. Lâhikası sh: 10)

    6- «Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olan*lar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm‑u ima*niye cihe*tinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimle*ridir. Çünkü, çok emârelerle an*lamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, da*iremiz içinde nefsin enâniyet-i ilmi*yeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir mu*araza veya nâkıs bir tak*litçilik hükmüne ge*çer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahak*kuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtı*dır bizler, tak*simü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife de*ruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiri*yoruz.» (Mektubat sh: 426)

    7- «Yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhud*dur. Taklit değil, tah*kiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ de*ğil, dâvâ içinde bur*handır.» (Mektubat sh: 376)

    8- «Hem Kur’ân-ı Hakîm lisanıyla gibi kudsî havaleler ile aklı is*tişhad edi*yor ve ikaz ediyor ve akla havale ediyor, tah*kike sevk ediyor. Onunla, ehl-i ilim ve ashab-ı akla, din namına makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i te*fekkürü sus*turmu*yor, körü körüne taklit istemiyor.» (M. sh: 436)

    9- « Yani, “İşte, Risale-i Nur’un sözleri, hurufları ki, onlara işaret*ler eyledik. Sen onla*rın hassalarını topla ve mâ*nâlarını tah*kik eyle. Bütün ha*yır ve saadet onlarla tamam olur” der. “Hurufların mânâlarını tahkik et” karinesiyle mânâyı ifade etmeyen hecaî harfler mu*rad olmayıp, belki kelime*ler mânâsındaki “Sözler” na*mıyla risale*ler muraddır.» (Şualar sh: 298)

    10- «Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku tevlid eden hissi*yat ve müyûlât ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-i hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyû*lâta tesir ettiren, müddeâyı müzey*yene ve şâşa*alandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatle hayale me’nus kıl*mak, burhanın yerini tu*tardı. Fakat bizi on*lara kıyas et*mek, hareket-i ric’iye ile o zamanın köşele*rine sokmak demektir. Herbir zama*nın bir hükmü var. Biz delil isteriz tasvir-i müd*deâ ile aldanma*yız.

    ...Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tez*yin-i müddeâ, zihnimizi işbâ’ etmiyor. Burhan is*teriz.» (Muh. sh: 36)

    11- «Ben vaizleri dinledim nasihatleri bana tesir et*medi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç se*bep buldum:Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâli*feye kı*yas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâ*ğalı gös*teriyorlar. Tesir ettirmek için ispat‑ı müd*deâ ve müte*harrî-i hakikati iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib et*mekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan, hale mu*tabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete mü*nasip söz söyle*mezler. Güya insanları eski zaman köşe*lerine çe*kiyorlar, sonra konuşuyorlar.» (Divan-ı Harbi Örfî sh: 80)



    12- «Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan iti*ka*dın istinad kaleleri sarsılmış ve uzaklaşmış ve perde*lenmiş olduğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukavemet et*tirecek gayet kuv*vetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lü*zumlu ve nazik bir va*kitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, ha*kaik-i Kur’âniye ve imaniyenin en derin ve en gizlile*rini gayet kuvvetli bur*hanlarla ispat ederek, o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sâdık şakird*leri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehir*lerde, hizmet-i imaniye itibarıyla âdetâ birer gizli kutup gibi, mü’*minlerin mânevî birer nokta-i istinadı olarak, bi*linme*dikleri ve gö*rünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve‑i mâneviye-i itikad*ları cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalble*rine verip mü’*min*lere mânen mukavemet ve cesaret veriyorlar.» (Mektubat sh: 466)

    13- «Acaba bu yirmi sene zarfında imân-ı tahkik*îyi pek kuv*vetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı bu dehşetli asırda, acip inkı*lâp ve infi*lâklarda bu mübarek vatan, Kur’ân’ını ve imanını deh*şetli sadme*lerden tam muhafaza edebi*lir miydi?» (Mektubat sh: 482)

    14- «Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin emniyet-i umumiyeyi bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şakirdleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tara*fında o müthiş ifsadı durduruyor ve kı*rıyor» (Lem’alar sh: 261)

    15- «Madem, bin seneden beri iman ve Kur’ân aley*hinde te*raküm eden Avrupa filozoflarının itiraz*ları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Ve bir sa*adet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan er*kân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette herşeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuv*vetlen*dirmeliyiz.» (Şualar sh: 166)

    16- «Hem âyat-ı Kur’âniye başlarında ve âhirle*rinde beşeri aklına havale eder, “Aklına bak” der. “Fikrine, kal*bine müracaat et, meşveret et, onunla gö*rüş ki bu hakikati bilesin” diyor.

    Meselâ, bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz.” “Biliniz” ve “Bil” haki*katine dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürek*kebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyor*lar, di*va*neliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuş*lar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdi*sat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yo*lunu bulsun? Neden te*fekkür ve tedebbür ve aklen muha*keme etmi*yorlar, dalâlete düşü*yorlar? Ey insan*lar, ibret alınız! Geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan kurtulmaya çalışınız” mânâsında gelen âyet*lerin bu cümle*lerine kıyasen, çok âyetlerde, beşeri, aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.

    Ey bu Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim gibi âlem‑i İslâmın cami-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alı*nız. Bu kırk beş senedeki bu dehşetli hadisattan ibret alı*nız. Tam aklınızı başınıza alınız, ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telâkki eden*ler!

    Hâsıl-ı kelâm: Biz Kur’ân şakirdleri olan Müslümanlar, burhana tâbi oluyoruz, akıl ve fi*kir ve kalbimizle ha*kaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklit için burhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı akl*îye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit et*tiren Kur’ân hükme*decek.» (Hutbe-i Şâmiye sh: 26)

    17- «Mânevî bir elektrik olan Resâili’n-Nur dahi ga*yet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet‑i tah*sile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan ta*al*lüm edil*meye ve müderrisînin ağ*zından ikti*bas olmaya muhtaç olmadan, herkes derece*sine göre o ulûm‑u âliyeyi, me*şakkat ateşine lüzum kal*madan anlayabilir, kendi ken*dine istifade eder, muhak*kik bir âlim olabilir.» (Şualar sh: 690)

    18- «Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima su*ret-i hak*tan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan al*mayınız. Zira çok si*lik söz ticarette ge*ziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söyledi*ğim için hüsn-ü zan edip tama*mını kabul etmeyi*niz. Belki ben de müfsidim. Veya bil*mediğim halde if*sad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sö*zün kalbe gir*mesine yol vermeyiniz. İşte, size söyle*diğim sözler ha*yalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üs*tüne ve bed*duayı arkasına takınız, bana reddediniz, gön*deri*niz.» (Mün. sh: 14)

    19- «Hattâ Said de—el’iyâzü billâh—Risale-i Nur’un aleyhine dönse, bizim sadakatimiz ve alâ*kımızı inşaallah sars*mayacak”» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 125)

    20- «S – Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir bü*yük âlime karşı nasıl hür olaca*ğız? Onlar mezi*yetleri için bize tahakküm etmek hak*larıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

    C – Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni te*vazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm de*ğildir. Demek, tekeb*bür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanı*mayınız.» (Münazarat sh: 23)

    21- «İlm-i mantıkta “kaziye-i makbule” tâbir et*tik*leri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini ka*bul etmektir mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmi*yor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda bur*han-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıs*lara bakmı*yor, cerh edilmez de*lile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüc*cetleri, bu burhan-ı yakinî kısmındandır.

    Çünkü, ehl-i velâyetin amel ve ibadet ve sülûk ve ri*yazetle gördüğü hakikatler ve perdeler arkasında mü*şa*hede ettikleri ha*kaik-i imaniye, aynen onlar gibi, Risale-i Nur, ibadet yerinde, ilim içinde haki*kate bir yol açmış sülûk ve evrad yerinde, man*tıkî burhanlarla ilmî hüccet*ler içinde hakika*tü’l-hakaike yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve ta*rikat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akîde ve usûlü din içinde bir velâyet-i kübrâ yo*lunu açmış ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâlet*lere galebe ediyor, meydanda*dır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 91)

    22- «Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mâ*nevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı mâ*nevîsi “Ferid” ma*kamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mut*lakayla Hicaz’da bulunan kutb-u âza*mın tasarru*fundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına gir*meye mecbur değil.» (Kastamonu Lâhikası sh: 196)

    23- «İstibdad-ı hissiyatın seyyielerindendir ki: Mesalik ve me*zahibi ikame edecek, galiben taassup veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Halbuki üçü de nazar-ı şe*ri*atta mezmum ve uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i hem*cinsiyeye ve teâvün-ü fıtrîye münafidir. Hattâ o de*rece oluyor, bunlardan biri taassup ve safsatasını terk ederek nâsın icmâ ve tevatürünü tasdik ettiği gibi, bir*den mez*hep ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Halbuki, taas*sup ye*rinde hak ve safsata yerinde burhan ve tadlil-i gayr ye*rinde tevfik ve tatbik ve isti*şare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez. Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef‑i Salihîn za*man*larında hükümfermâ hak ve burhan ve akıl ve meş*veret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri ol*mazdı.

    Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde fil*cümle, inşaallah istikbalde bitamamihî hüküm*fermâ, kuv*vete bedel hak ve safsataya bedel burhan ve tab’a bedel akıl ve he*vâya bedel hüdâ ve ta*assuba bedel metanet ve garaza bedel ha*miyet ve mü*yûlât-ı nefsani*yeye bedel temayülât-ı ukul ve his*si*yata bedel efkâr ola*caklardır—karn-ı evvel ve sanî ve salisteki gibi ve beşinci karna kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şim*diye kadar kuvvet hakkı mağ*lup eylemişti.

    Saltanat-ı efkârın icrâ-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyetin güneşi, evham ve hayalât bulutla*rından kur*tulmuş, her yeri tenvire başlamıştır. Hattâ dinsizlik batak*lığında taaf*fün eden adamlar dahi o ziyayla istifadeye başlamıştır*lar.

    Hem de meşveret-i efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, burhan-ı kàtı’ üzerine teessüs ve her kemale mü*midd olan hakk-ı sabitle hakaikı rapteyleme*sidir. Bunun neticesi: Batıl, hak suretini giymekle efkârı aldatmaz.» (Muhakematsh:37)

    24- «Kur’ân’ın zincirini muhkem tut. Onun sözüne kulak ver. Başkaları seni aldat*masın. Şu zamanın gafil sarhoşları içinde seni, terk-i şeaire ve medeniyet-i dün*yaya davet edenlere de ki: “Hey sersem gafiller! Benim halim sizi dinlemeye müsait değil.» (Nurun İlk Kapısı sh: 143)

    Daha bunun gibi tesbiti mümkün beyanlardan a*çıkça görü*lür ki: Risale-i Nur mesleğinde taklit değil tahkik esastır ve akıl*ları ta’lim, kalbleri irşad ve ten*vir eden hakaik-i Kur’aniye asıl mürşid ve mercidir.



  2. #42
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    28-ÂL-İ BEYT’E MUHABBET ESASI
    1- «ÜÇÜNCÜ NÜKTE


    âyetinin bir kavle göre mânâsı: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazife-i risale*tin icrasına mukabil ücret istemez yalnız Âl‑i Beytine meved*deti istiyor.”

    Eğer denilse: “Bu mânâya göre, karâbet-i nesliye cihetinden gelen bir fayda gözetilmiş görünüyor. Halbuki, [19] sırrına binaen, karâbet-i nesliye değil, belki kurbiyet-i İlâhiye nok*tasında vazife-i risalet cereyan ediyor.”

    Elcevap: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ nazarıyla görmüş ki, Âl-i Beyti, âlem‑i İslâm içinde bir şecere-i nu*raniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâmın bütün tabakatında, ke*mâlât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseri*yet-i mutlaka ile, Âl-i Beytten çıkacak. Teşehhüddeki, ümme*tin âl hakkındaki duası ki,



    dir, makbul olacağını keşfetmiş.

    Yani, nasıl ki millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mut*laka ile nuranî rehberler Hazret-i İbrahim’in (a.s.) âlinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi ümmet-i Muhammediyede de (a.s.m.), vezâif-i azîme-i İslâmiyette ve ekser turuk ve mesâlikinde, enbiya-yı Benî İsrail gibi, aktâb-ı Âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (a.s.m.) görmüş. Onun için, demesiyle emroluna*rak, Âl-i Beyte karşı ümmetin mevedde*tini istemiş.

    Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde fer*man etmiş:

    “Size iki şey bırakıyorum onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.”[20] Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle ilti*zam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir.

    İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ün*vanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risa*letçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyesine ittibâı terk eden, ha*kikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.

    Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında top*lamak ar*zu*sunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok te*kessür edece*ğini izn-i İlâhî ile bilmiş ve İslâmiyet zaafa dü*şeceğini anlamış. O halde, gayet kuv*vetli ve kesretli bir cemaat-i mütesânide lâzım ki, âlem-i İslâmın terakkiyât-ı mâneviyesinde medar ve merkez ola*bil*sin. İzn-i İlâhî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına top*lamasını arzu etmiş.

    Evet, Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman husu*sunda sairler*den çok ileri olmasa da, yine teslim, ilti*zam ve ta*rafgirlikte çok ile*ridedirler. Çünkü İslâmiyete fıtraten, nes*len ve cibilliyeten taraf*tardırlar. Cibillî ta*raf*tarlık zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa bı*rakıl*maz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref ka*zandığı ve canla*rını feda et*tikleri bir hakikate taraftar*lık, ne ka*dar esaslı ve fıtrî ol*du*ğunu bilbedâhe hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şid*det-i ilti*zam ve fıtrî İslâmiyet cihe*tiyle, din-i İslâm le*hinde ednâ bir emâreyi kuvvetli bir burhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir burhan ile sonra iltizam eder.» (Lem’alar sh: 21)

    2- «Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur’a Celcelutiye Kasidesinde rumuzlu işaratiyle pek çok alâ*ka*darlık gösteren ve benim hakaik-i imaniyede hususî üs*ta*dım, İmam-ı Ali’dir (r.a.).

    Ve [21] âyetinin nas*sıyla, Âl-i Beytin muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesle*ğimizde bir esastır ve Vehhâbîlik damarı, hiç*bir cihette Nur’un hakikî şakird*lerinde olmamak lâzım geliyor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 204)

    3- «Nur şakirdlerinin üstadı İmam-ı Ali Radıyallahu Anh’tır ve Nur’un mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt esastır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 242)

    4- «Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye is*tinaden, herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i imanı mu*hafaza etmek için, hem dehşetli hadiselerde ye’se düşme*mek için, hem âlem‑i İslâmiyetin bir sil*sile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mâ*nevî raptetmek için Mehdîyi haber vermiş.» (Mektubat sh: 95)

    5- «O hadisin ve Süfyan ve Mehdî hakkındaki ha*dis*lerin ([22]) ifade ettikleri mânâ budur ki:

    Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bu*la*cak:

    Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) in*kâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat‑ı İslâmiyenin tahri*bine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nu*ranîsine bağlanan ehl-i ve*lâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mâne*vîsi olan cereyan-ı münafı*kaneyi öldürüp dağıtacaktır.» (Mektubat sh: 56)

    6- «Felillâhilhamd,…..

    duası—umum ümmet, umum namazında, günde beş defa tekrar ettikleri bu dua—bilmüşahede kabul ol*muştur ki, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki, umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve âsârın mecmalarında o nuranî zatlar kumandan*lık edi*yor*lar.HAŞİYE Ve öyle bir kesrettedirler ki, o kuman*danla*rın mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanüdle bir fırka vaziye*tini alsalar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir mil*letin ordusu onlara karşı dayanamaz. İşte, o pek kes*retli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır ve Hazret-i Mehdînin en has ordusudur.

    Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yük*sek şe*ref ve âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir ne*sil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen sey*yidler nesli kadar kuv*vetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zaman*dan beri bü*tün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i ke*mâlin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, ke*miye*ten milyon*ları ge*çen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve ci*handeğer şeref-i inti*sabıyla serfi*razdırlar. Böyle bir ce*maat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti teh*yiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdî başına geçip tarik-i hak ve hakikate sevk edecek. Böyle ol*mak ve böyle ol*masını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âde*tullah*tan ve rahmet-i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.» (Mektubat sh: 440)

    7- «Bu defaki sualinizin iki ciheti var: Biri, sırr-ı Âl-i Abâ ci*heti ki, o sırdır. Ben o sırrın ehli değilim ki, cevap vereyim. Yahut herbir sırrın izharı kaleme gel*mez. Çünkü, hakikat-i Muhammediyenin bir cil*vesi o Âl-i Abâda tezahür ediyor. İkinci cihet-i za*hirîsi ise zahirdir. Ezcümle: Sahih-i Müslim’de Ümmü’l-Mü’minîn Âişe-i Sıddîka’dan (r.a.) mervîdir ki, demiş:

    ([23])

    İşte bu hadîs-i şerîf gibi, Kütüb-ü Sitte-i Sahiha’da bu mealde kesretli hadîsler vardır ki Âl‑i Abâyı gösterir. Bir zât def-i beliyyât için istişfâ ve istişfa’ için böyle demiş:



    ([24])» (Barla Lâhikası sh: 344)

    8- «Eğer denilse: “Âl-i Beyte muhabbeti Kur’ân em*redi*yor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teş*vik etmiş. O mu*habbet, Şîalar için belki bir özür teşkil eder. Çünkü, ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekirdir. Niçin Şîalar, husu*san Râfızîler o muhabbetten istifade et*miyorlar, belki işaret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbete mahkûmdur*lar?”

    Elcevap: Muhabbet iki kısımdır.

    Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmek*tir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbe*tini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkaları*nın zemmini ve adâvetini iktiza etmez.

    İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları se*ver. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali’nin kahramanlık*larını ve kemâ*lini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bil*mese de, Peygamberi ta*nımasa da, yine onları sever. Bu sev*mek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mu*habbe*tine ve Cenâb‑ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâve*tini iktiza eder.

    İşte, işaret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkında zi*yade mu*habbetlerinden, Hazret-i Ebu Bekri’s-Sıddık ile Hazret-i Ömer’den teberri ettiklerinden, hasârete düş*müş*ler. Ve o menfi muhabbet, sebeb-i hasârettir.» (Mektubat sh: 106)

    Âli Beyt’e hürmet ve muhabbetin lüzumunu ifade eden ve kısmen nakle*dilen mezkûr sarih beyanların hükmü muh*kemdir ve bu muhabbet ve hürmet Risale-i Nurda bir esastır.

  3. #43
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    29-HASLAR DAİRESİNİN VARLIĞI RİSALE-İ NUR’DA ESASTIR

    (Vakfı Hayat Esasına Bakınız)


    Risale-i Nur mesleğinde ve hizmet hayatında “dar da*ire” ve “haslar da*iresi” tabir edilen birinci iman hizmeti da*iresinde hiz*met edenlerin varlığı muha*faza edilip devam et*mesi, değişmez bir hususiyettir.

    Evet, Risale-i Nurda iman, şeri’at, hayat tabir edilen üç va*zifeden birinci iman hizmetini esas alanlar, medre*seler bünye*sinde ve irtibatında haslar daire*sini teşkil ederler.

    Risale-i Nur eserlerinde haslar dairesinin varlı*ğını ifade eden ve erkânlar, vârisler, nâşirler, sâhipler ve has ta*lebeler gibi tabirlerle nazara verilen ve bi*rinci iman hizme*tine bakan beyan*lardan bazı kısımlar buraya alın*mıştır.

    En birinci vazife olan iman hizmetinin has daire*sinde, saff-ı evvel maka*mını kazanan merhum Hulusî ve Sabrî Ağabeylerin haslar dairesindeki iman hizmetinde derece-i alâkalarını nazara verip bu hizmete teşvik eden Üstad Bediüzzaman Hazretleri di*yor ki:

    1- «Bu iki zat hakikî talebelerimden ve ciddî arka*daş*larımdan ve hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım içinde tale*belik ve kardeş*lik ve arkadaşlığın üç hassası var ki, bu iki zat üçünde de birin*ciliği kazanmışlar.



    Birinci hassa: Bana mensup herşeye malları gibi tesa*hup edi*yorlar. Bir Söz yazılsa, kendileri yazmış ve telif etmiş gibi zevk alı*yorlar, Allah’a şükrediyorlar. Adeta ce*setleri muhtelif, ruhları bir hükmünde, hakikî manevî ve*reselerdir.

    İkinci hassa: Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en bü*yük, en mühim maksatları, o nurlu Sözler vasıta*sıyla Kur’ân’a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i ha*kikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimi, hakaik-i imaniyeye hiz*met olduğunu telâkki*leridir.

    Üçüncü hassa: Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve ecza*hane-i mukaddese-i Kur’âniyeden aldığım ilâç*ları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilâçları mer*hem sure*tinde tecrübe ediyorlar. Aynı hissiyatımla mü*tehassis olu*yorlar. Ve ehl-i imanın iman*larını mu*hafaza etmek gay*reti, en yüksek derecede ta*şı*maları ve ehl-i imanın kal*bine gelen şübehat ve ev*hamdan hasıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yük*sek bir derece-i şefkatte his*setmeleri*dir.» (Barla Lâhikası sh: 21)

    Risale-i Nur’a haslar gibi sahib çıkılması için ya*pılan teşvik:

    2- «Isparta kahramanları gibi, Konya’nın mübarek âlimleri Risale-i Nur’a sahip çıktıklarından, daha dün*yaca, vazife-i Nuriyeye bir endişem kalmadı. O müba*rek ve kuvvetli ellere Risale-i Nur’u emanet edip ra*hat-ı kalb ile kabrime gidebilirim.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 129)

    Yine haslar dairesini teşkil eden talebeliğin şart*ları ve hu*susiyetleri hak*kında şu izahat veriliyor:

    3- «Talebeliğin hâssası şudur ki: Yazılan Sözlere kendi malı gibi sahip olmalıdır. Kendisi telif et*miş ve yaz*mış nazarıyla bakıp neşrine ve ehil olan*lara iblâğına ça*lışmaktır...

    Bir talebe, yüz dosta müreccahtır. Sözler namın*daki en*vâr-ı Kur’âniye ise, en mühim ibadet olan ibadet-i tefekküriye nev*’indendir. Şu zamanda en mühim vazife, imana hizmettir. İman saâdet-i ebe*diyenin anahtarıdır.» (Barla Lâhikası sh: 328)

    4- «Ben öldüğümde sizi arkamda vâris bıra*karak fe*rahla kedersiz kabrime girmek Rahmet-i İlâhiyeden ümit ederim.» (Barla Lâhikası sh: 115)

    5- «Abdurrahman’ın vazifesi de size ilâve edildi. O benim ha*kikî bir vârisim idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telâkki ederdi, öyle de sahip oluyordu. Sen de bun*dan sonra yazı ve söz*leri, senin hocanın yazısı diye tutma kendi malın ve se*nin sözle*rindir bil, öyle sahip ol. Hakkı Efendiye söyle ki, o da kar*deşim Abdülmecid ye*rinde kendini anlasın ve onun va*zifesiyle mükellef oldu*ğunu bilsin.» (Barla Lâhikası sh: 249)

    6- «Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî ola*rak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işle*memektir.

    Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim va*zife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.» (Mektubat sh: 344)

    Hizmet-i imaniyeyi yüklenen has daire heyeti:

    7- «Senin hakikat-i rüya nev’inden olan vakıalar, o hakikatin temessülâtıdır. Şöyle ki:

    O vâsi meydanlık, âlem-i İslâmiyettir. Meydanlığın nihaye*tindeki mescid, Isparta vilâyetidir. Etrafı bulanık, çamurlu su, hal ve zamanın sefahet ve atâlet ve bid’atlar bataklığıdır. Sen selâmetle, bulaşma*dan, sür’atle mescide eriştiğin, herkesten evvel envâr-ı Kur’âniyeye sahip çıkıp, kalbini bozmadan sağlam kal*dığına işa*rettir. Mesciddeki küçük cemaat ise, Hakkı, Hulûsi, Sabri, Süleyman, Rüştü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühtü, Lütfi, Hüsrev, Refet gibi, Sözlerin hameleleridir. Ufak kürsü ise, Barla gibi küçük bir köydür. Yüksek ses ise, Sözlerdeki kuvvet ve sür’at-i intişarlarına işarettir. Birinci safta sana tahsis edilen ma*kam ise, Abdurrahman’dan sana münhal ka*lan yerdir. O cemaat, telsiz âletlerin âhizeleri hük*münde, bütün dün*yaya ders işittirmek istemek işareti ve hakikati ise, inşaal*lah tamamıyla sonra çıkacak. Şimdi efradı birer küçük çe*kirdek iseler de, ileride tev*fik-i İlâhî ile birer şecere-i âliye hükmüne geçerler ve birer telsiz telgrafın mer*kezi olur*lar. Sarıklı, küçük, genç bir zat ise, Hulûsi’ye omuz omuza verecek, belki geçecek birisi, naşirler ve talebeler içine girmeye namzettir. Bazılarını zannederim, fakat kat’î hükme*de*mem. O genç, kuvve-i velâyetle meydana atıla*cak bir zattır.» (Mektubat sh: 349)

    İlk devredeki haslar ve sonraki ehl-i hizmet:

    8- «Üstad, tâ Barla’dan beri daima has talebele*riyle, Nurların neşrine çalışanlarla görüşmüş, onları hizmet*lerinden dolayı tebrik ve teşcî et*mişti. Bu tarihten sonra mektepliler ve memurlar Nurlara müteveccih oldular. Nur hizme*tini hayatları*nın gayesi addeden ve bu hizmetle vatan, millet ve İslâmiyete en büyük faydayı temin eden talebeler mey*dana çıkarak hizmete başladılar.» (Tarihçe-i Hayat sh: 614)

    9- «Hizmet-i Kur’âniyenin bir silsile-i kerameti ve o hizmet-i kudsiyenin etrafında izn-i İlâhî ile nezaret eden ve himmet ve du*asıyla yardım eden Gavs-ı Âzamın bir nevi kerameti beyan edile*cek. Tâ ki, bu hizmet-i kudsi*yede bulunanlar, ciddiyetle*rinde, hizmet*lerinde sebat et*sinler.

    Bu hizmet-i kudsiyenin kerameti üç nevidir.

    Birinci nevi: O hizmeti ihzar etmek ve hâdimle*rini o hiz*mete sevk etmek cihetidir.

    İkinci kısım: Mânileri bertaraf etmek ve muzırla*rın şerrini def edip onları tokatlamaktır.

    Bu iki kısmın hadiseleri çoktur, hem çok uzun*dur.HAŞİYE Başka vakte tâliken, en hafif olan üçüncü bir kı*sımdan bahsedece*ğiz.

    Üçüncü kısım şudur ki: Hizmette hâlisen çalı*şanlara fütur geldiği vakit şefkatli bir tokat yer*ler, intibaha ge*le*rek yine o hizmete girer*ler.» (Lem’alar sh: 40)

    10- «Evet bu risale, iki kısım olarak yazılmış. Birinci kısımda has ve sâdık Kur’ân Hizmetkârlarının sehiv ve hataları neti*cesinde yedik*leri tenbihkârane şefkat tokatları. İkinci kısımda zâ*hiri dost ve kalbi muarız olanların bilerek verdikleri zarara mu*ka*bil, zecirkârane yedikleri tokatla*rından bahsedile*cekti.» (Lem’alar sh: 380)

    Himayet-i ilâhiye ile dünya alâkalarını terkeden has daire hizmetkârları:

    11- «Hizmet-i Kur’âniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli—tâ, ihlâsla, ciddiyetle hiz*met-i Kur’âniyede bulunsun.» (Lem’alar sh: 42)

    12- «Cenâb-ı Hak bir abdini severse, dün*yayı ona küs*türür, çirkin gösterir. İnşaallah sen de o sevgililerin sınıfın*dansın. Sözlerin neşrine mâni*lerin çoğalması sizi müteessir etme*sin. İnşaallah, neş*rettiğin miktar bir rah*mete mazhar olduğu za*man, pek bereketli bir surette o nurlu çekirdekler, kesretli çiçekler açacaklar.» (Mektubat sh: 278)

    13- «Evet Cenab-ı Hak (C.C.), bir abdini se*verse, dünya*nın süs ve zînetlerini ona sevdir*mez. Belki bela ve musi*betlerle ona kerih gös*te*rir.» (Mesnevi-i Nuriye sh: 193, Tercüme A. Badıllı)

    Has daireyi bertaraf etmek için zendekanın değişik bir planı:

    14- «Sizin beraatiniz ve mânen galebeniz zâlim*leri şaşırttı. Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanâne taar*ruzdan vazgeçip, dostâne hulûl edip, has talebe*leri Risale-i Nur’un hizmetin*den geri bırak*mak için memu*riyet gibi bir meşgale bulu*yor*lar, veya terfian işi çok di*ğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 147)

    15- «Ehl-i dalâlet, Risale-i Nur’un intişarına set çek*mek için, has talebelerin ve ciddî çalışanların şevklerini kırmak ve onlara fütur vermek için, ayrı ayrı tarzlarda, umumî bir plân dahilinde taarruz edili*yor. Hâlislere fütur veremediklerinden, başka meşga*le*ler bulmakla çalışma*larına zarar veriyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 197)

    Has dairedeki iman hizmeti muhafızları ve bekçi*leri:

    16- «Her vakit yanımda bulunan kardeşlerim, Risale-i Nur’a sizin gibi pek ciddî sahip ve mu*hafız ve vâris ve hakikatbîn ve kıymetşinas zatların benim ye*rimde benden daha kuvvetli, ih*lâslı olarak vazife-i Kur’âniye ve imaniyede çalış*tıkla*rını gördüğümden, ke*mâl-i ferah ve sürur ve itminan ve isti*rahat-i kalble ecelimi ve mevtimi ve kabrimi karşılı*yorum, bekliyo*rum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 5)

    17- «Rabb-i Rahîmime hadsiz şükür olsun ki, si*zin gibileri Risaletü’n-Nur’a sahip ve nâşir ve muhafız halk etmiş benim gibi âciz bir biçarenin za*yıf omuzundaki ağır yükü çok hafif*leştirmiş.» (K. Lâhikası sh: 14)

    18- «Hâlık-ı Rahîme hadsiz şükrederim ki, sizler gibi se*batkâr ve fedakâr kardeşleri Risaletü’n-Nur’a sahip ve nâşir yapmış. Ben sizleri düşün*dükçe, ruhum inşirah ve kalbim ferahlarla dolar. Daha dünyadan gitmek benim için medâr-ı tees*süf olamaz. Sizler kaldıkça ben yaşıyorum diye, mevte, dostâne ba*kıyorum, ecelimi telâşsız bekliyo*rum. Allah sizden ebe*den râzı ol*sun. Âmin, âmin, âmin.» (Kastamonu Lâhikası sh: 21)

    19- «İhtiyar, zayıf, âciz bir Said yerine genç, kavî, ik*tidarlı çok Said’ler sizlerde vardır. Aynı ruh, aynı ifade, aynı iman... Hadsiz şükür ve senâ olsun ki Rabb-i Rahîm sizleri Risale-i Nur’a hâmi, nâşir, sahip, şakird eylemiş. Bizlere pek çok ağır müş*kilât içinde kudsî hizmete muvaf*fakıyet ihsan etmiş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 27)

    20- «Risale-i Nur’un iki Lütfü’leri ve Mustafa’ları ve Hâfız Ali’leri, Küçük Sabri olan Nureddin ile beraber has talebeler da*iresinde, Ramazan feyzine, mâ*nevî kazanç*lara inşaallah hissedar kabul edildi.» (Kastamonu Lâhikası sh: 36)

    21- «Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahip ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerime bugünlerde vuku bulan bir hadise münase*be*tiyle beyan ediyorum ki, Risaletü’n-Nur hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ih*tiyaç bırakmıyor. Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvet*lendir*mek ve tahkikî yapma*nın en kısa ve en kolay yolu Risaletü’n-Nur’dadır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 76)

    Şirket-i uhreviye duasına mazhar, has kardeşler da*iresi:

    22- «Bu mübarek Ramazan’da, iştirâk-i a’mâl düs*tur-u esa*siyle, herbir has kardeşimizin kırk bin dili bulunan bir melâike hükmünde, kırk bin dil*lerle, yani kardeşlerin adedince mânevî dilleriyle ettik*leri ve edecekleri dualar, rahmet-i İlâhiye nezdinde makbul olmasını, o lisanlar adedince, Cenab-ı Erhamürrâhimînden niyaz ediyoruz. Bu mahiyetteki Ramazan’ınızı tebrik ediyoruz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 94)

    23- «Bundan yirmi gün evvel, eyyam-ı mübare*ke*den sonra hatırıma geldi ki, vazifedarâne kalemi her gün istimal etmeyenler, Risale-i Nur talebeleri ünvan-ı icmâlî*sinde her yirmi dört saatte yüz defa hissedar ol*mak yeter diye, hususî isimlerle has şakird*ler da*iresi içinde bir kıs*mın isimleri muvakkaten tayye*dildi. Kardeşimiz Hakkı Efendi de onların içinde idi. Birkaç gün öyle devam etti. Sonra birden hiç sebep his*setmeden yine Hakkı, Hulûsi’ye arkadaş oldu. İsmiyle, resmiyle has dairesine girdi. Hakkı’nın “Beni du*adan unutmasın” diye, mektubunuz*daki fıkra*nın ya*zıldığı aynı zamanda, hususî duayı ka*zanmış he*sabıyla tahmin ettik.» (Barla Lâhikası sh: 372)

    24- «Merhum Hâfız Ahmed’in akrabasına benim ta*rafımdan tâziyeyle beraber de ki: Bir iki ay evvel bir*den bire dua ederken, en has akraba ve en hâlis talebele*rin dairesine Hâfız Ahmed girdi, “Benim de bu dairede hak*kım var” dedi gibi hissettim. Onu o has daire içinde her vakit mânevî kazançlarıma hissedar ol*mak için bıraktım ve öyle de kalacak inşaallah. Ve an*ladım ki, iki*niz bidâye*ten, beraber Risale-i Nur’a hizme*tiniz içindir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 34)

    25- «Sıddık Süleyman, Rüştü buraya gelmek ihti*mali var. O kahraman kardeşim yakînen bilsin ki, ben ondan ziyade ona müş*takım. Fakat o her gün, has da*iresinin bi*rinci safında mânen yanımızda bulunu*yor, mânevî ka*zançlarımıza da hissedar oluyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 214)

    26- «Umum kardeşlerime, hususan haslarına birer birer selâm ve dua ederim.» (Kastamonu Lâhikası sh: 8)

    27- «Hem sen, hem Hüsrev, Halil İbrahim’den bah*sediyorsu*nuz. O zat, Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir ta*le*besi ve iktidarlı bir nâşiridir, hem haslardan*dır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 35)

    28- «Hâfız Ali’nin kıymettar bir kardeşimiz olan Aydınlı Hasan Âtıf hakkında medhi ve tafsili bizi min*net*tar etti. O karde*şimiz haslar içinde her sabah yanımızda*dır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 108)

    29- «Salisen: Nis’li Kureyşîlerden Ahmed Kureyşî, muhterem pederiyle ve ammizadesi Ahmed ile Nurların has naşir ve ta*labelerinden olması, o havali şakirdlerinin namına Nurlar hakkında güzel manzum fıkraları Lâhikaya girdi.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 161)

    30- «Teşrik-i mesai sırrıyla ve her has Nurcu, umum Nurcuların mânevî kazancına hissedar olma*sıyla, mânen binler dille ibadet ve dua ve istiğfar ve tes*bihat yapmaya hakikî uhuvvet ve ihlâs ile mazhariyeti*nizi rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz ve öyle de ümit ediyoruz.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 17)

    31- «Hem Sav Köyünün bahadır çobanları torba*la*rında Risale-i Nur’u yazmak için taşımaları, aynı oradaki hanım*ların fedakârlıkları gibi, bu hava*lide gayet tesirli bir medar-ı teşvik olacak. O hanımla*rın ve o çobanların hu*susî isimlerini bilmek arzu ediyoruz tâ hususî isimle*riyle has talebe*ler içine girsinler.» (Kastamonu Lâhikası sh: 95)

    Has şakirdler, içtimaî ve siyasî alâkalardan uzak du*rurlar:

    32- «Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan hakaik-i imaniyenin vazifesi içinde iken zâlimlerin satranç oyun*larına bakmakla vazife-i kudsi*ye*lerine fütur vermemek ve fikirlerini onlarla bulaştır*mamak ge*rek*tir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 118)

    33- «O zatın üçüncü vazifesi, hilâfet-i İslâmiyeyi it*ti*had-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir sal*tanat ve kuvvet ve mil*yonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört de*rece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli gö*rü*nüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeş*lerimizin tâbire ve te*vile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşe verir ve ver*miş.» (Sikke-i Tasdikî Gaybî sh: 9)

    34- «Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanâne ta*ar*ruzdan vazgeçip, dostâne hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için memu*riyet gibi bir meş*gale buluyorlar, veya terfian işi çok di*ğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada, o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz, bir cihette daha zararlı gö*rünüyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 147)

    Has şakirdlerin makam-ı manevîyeleri:

    35- «Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mâ*nevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı mânevîsi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlakayla Hicaz’da bulunan kutb-u âzamın tasarru*fun*dan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mec*bur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu ta*nımaya mecbur olmuyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 196)

    36- «Hasan Feyzi’nin bir mektubu vardır. Hülâsası:

    “Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili ve hakkın il*hamı olup onun izniyle yazıldığına şüphe yok... Ben kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitaptan alınmadım, hiçbir eser*den çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur’ânîyim. Bir lâyemu*tun eserinden fışkıran kera*metli bir Nurum... Sen çok fe*yizli ve rahmetli bir hak kitapsın. Bazı has ve hâlis talebe*lerini evliya ve asfiya nişanlarıyla tal*tif ve tezyin edi*yorsun.» (Şualar sh: 436)

    37- «Bu hakaik-i imaniye-i Kur’âniye başka cere*yan*lara, başka kuvvetlere tâbi ve âlet edilmemek ve el*mas gibi o Kur’ân’ın hakikatleri, dini dünyaya satan veya âlet eden adamların naza*rında cam parçalarını indirmemek ve en kudsî ve en büyük vazife olan imanı kurtarmak hizme*tini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur’un has ve sâdık talebeleri, gayet şiddet-i nef*retle siyasetten kaçıyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 146)

    Has şakirdlere bakan işarat-ı gaybiye:

    38- «Yalnız bu kadar anlaşıldı ki, [25] fıkrası Risale-i Nur’un nâşir ve kâtiplerine mânâ-yı işârî ile ba*kıyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 82)

    39- «İşârât-ı Kur’âniye risalesinde Fatiha’nın âhi*rinde sırat-ı müstakim ashabı ki, âyetiyle tarif edilen taife içinde, hem (ilâ ahir) hadisinin âhirzamanda gös*terdikleri mücahidler içinde ve hem Ve’l-Asri Sûresinin dan başlayan üç cümlenin mânâ-yı işârisinde hu*susî bir surette bir ferdi, Risale-i Nur’un has şakird*leri olduğuna sebep nedir ve veçh-i tahsisi ne*dir?» (Kastamonu Lâhikası sh: 209)

    Mahrem risaleler haslara mahsustur:

    40- «İşârât-ı Kur’âniye ve üç keramet-i Aleviye ve keramet-i Gavsiye hakkındaki Sikke-i Gaybiye risa*le*sine bir tenbih ve ih*tardır.

    Bu gayet mahrem risaleler, nasılsa, muannit bir nâ*mahre*min eline bu risalelerden birisi geçmiş. Gayet sathî ve inat naza*rıyla bir iki yerine haksız bir itirazla ehemmi*yetli bir hadiseye se*bebiyet verdiğinden, bu mecmua, Risale-i Nur’un has talebe*lerine, belki ehass-ı havassa mahsus olduğu halde ve benim ve*fatımdan sonra intişa*rına müsaade olmasıyla beraber, şimdi mezkûr hâdisenin sebebiyle herkese de*ğil, belki ehl-i insaf ve Risale‑i Nur’la alâkadar ve tale*belerinden bulunanlara haslar*dan bir kaç şakirdin tensi*biyle gösterilebilir fikriyle yaz*dık.» (Kastamonu Lâhikası sh: 213)

    41- «İşârât-ı Selâse

    On Yedinci Lem’anın On Yedinci Notasının Üçüncü Meselesi iken, suallerinin şiddet ve şümulüne ve cevapla*rının kuvvet ve par*laklığına binaen, Otuz Birinci Mektubun Yirmi İkinci Lem’ası ola*rak Lemeâta karıştı. Lem’alar bu Lem’aya yer vermelidirler. Mahremdir, en has ve hâlis ve sâdık kardeşleri*mize mah*sus*tur.» (Lem’alar sh: 168)

    Haslarda tam fedakârlık:

    42- «Bu ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör hissi*yat bulun*duğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve din*lemiyor ki on*larla ıslah olsun ve kusurunu anla*sın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur’un er*kânları gibi, herşeyini, ena*niyetini bıraksın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 233)

    İsimleriyle bilinen has şakirdler:

    43- «Mübarek Hüsrev, mektubunda, has kar*deş*le*rimiz*den Refet, Rüştü, Kâtip Osman, Osman Nuri, Âtıf ve Feyzi’nin bir yâdigâr-ı ta*hattur olarak, birer nüsha yazı*larını bizlere he*diye edil*melerini yazıyor. Cenab-ı Hak, onlara, yazdık*ları herbir harfe mukabil bin hasene versin. Âmin.» (Kastamonu Lâhikası sh: 240)

    44- «Başta Hüsrev, Bekir Bey, Rüşdü, Hafız Ahmed, Sezâi, Keçeci Şeyh Mustafa, Tenekeci Mehmed Efendi gibi has kardeşle*rinize selâm, dua ediyorum.» (Barla Lâhikası sh: 340)

    Risale-i Nur bir daire değil:

    45- «Risale-i Nur, bir daire değil mutedahil daireler gibi tabakatı var. Erkânlar ve sahipler ve haslar ve nâşir*ler ve talebeler ve taraftarlar gibi tabakatları var. Erkân dâiresine liyakatı olma*yan Risale-i Nur’a muhalif cereyana taraf*tar olmamak şartıyla dâire haricine atılmaz. Hasların hâsiyeti, bu*lunmayan, zıt bir mesleğe girmemek şartıyla talebe ola*bilir. Bid’a ile amel eden, kalben taraftar olma*mak şar*tıyla dost olabilir. Onun için, az bir kusurla düş*man sı*nıfına iltihak etmemek için, dışarıya atmayınız. Fakat Risale-i Nur’un erkânlarında ve sahiplerindeki esrar*lar ve nazik tedbirlere onları teşrik etmemek gerektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 248)

    Has şakirdlere muhalefet etmemek:

    46- «Bu musibette biz birbirimizden şekvâ etmek hem haksız, hem mânâsız, hem zararlı, hem Risale-i Nur’dan bir nevi küsmek*tir. Sakın, sakın, has rükün*lerin gösterdikleri faaliyeti bu musibete bir se*bep görüp on*lardan gücenmek ise, Risale-i Nur’dan çekilmek ve ha*kaik-i imaniyeyi öğ*renmeden pişman olmaktır.» (Şualar sh: 322)

    Haslardan saff-ı evvel olanlar:

    47- «Risale-i Nur’un gayet ehemmiyetli bir şa*kirdi olan Hulûsi Beyin ehemmiyetli bir mektubunu gördüm. Elhak, o karde*şimiz, birinciliğini daima mu*ha*faza edi*yor. Ben onu daima kalem elinde, Risale-i Nur’un işi ba*şında biliyorum. Hem bütün muhabe*re*lerimde birinci safta muhataptır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 244)

    48- «Pek çok alâkadar olduğum Kastamonu ve için*deki ehemmiyetli kardeşlerim, Isparta şakirdle*riyle va*sıta-i irti*bat, Mustafa Osman, hakika*ten az bir zamanda çok ehemmiyetli bir iş gör*me*sinden, birinci saftaki has*lar içine girmeye hak kazanmış. Demek ihlâsı tamdır ki, az bir za*manda çok zaman işini gördü. Cenab-ı Hak, onun emsa*lini o ha*va*lide çoğaltsın ve selâmet versin. Âmin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 70)

    Hasların hayatı Risale-i Nur’a aittir:

    49- «Salâhaddin, hususî, kendine ait bir meseleyi so*ruyor. Dünya, hayat-ı içtimaiyeye bağlanmak istiyor. Madem o haslar içindedir, kat’iyen Risale-i Nur’un hiz*metine zararı varsa, girmeyecek. Eğer bilse ki, o refika-i hayatını bazı has kardeşleri*miz gibi Risale-i Nur’un hizme*tinde yardımcı olarak çalıştırsa, o hayata girebilir. Çünkü hasların hayatı, Risale-i Nur’a aittir ve şahs-ı mânevîsini temsil eden şakird*lerinin tensibiyle kayıt altına girebilir. Peder ve validesinin reyleri de varsa, in*şaallah zararı ol*maz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 80)

    Haslardan varis olan şakirdlerdir:

    50- «Vasiyetnamemdir

    Aziz, sıddık kardeşlerim ve vârislerim,

    Ecel gizli olmasından, vasiyetname yazmak sün*net*tir. Benim metrûkâtım ve Risale-i Nur’dan olan be*nim hu*susî kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmuala*rım ve sair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabri*ka*ların heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî ola*rak o heyetten on iki* kahra*man kardeşlerime va*siyet ediyorum. Onlara bırakıyo*rum ki, emr-i Hak olan ecelim gel*diği zaman, benim ar*kamda o metrûkâ*tım, benim bedelime o sâdık ve müba*rek ellerde hiz*met-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve isti*mal edilsin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 136)

    51- «Rüştü’nün çok defadır hususî selâm eden kah*raman bi*raderi Burhan, eskiden beri, ümmîliğiyle bera*ber, Nurlara lü*zumlu zamanlarda ehemmiyetli hizmet*leri için, onu da haslar sırasında her gün is*miyle kazançlarımızda hissedar edi*yoruz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 151)

    Has şakirdler taife-i nisadan da vardır:

    52- «Hüsrev’in himmetiyle daireye giren ve Nurun yeni şa*kirdlerinden bana mektup yazan Hatice ve Râbia, haslar içinde kabul edildiler.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 165)

    53- «Kastamonu’da iken nasıl hergün dualarımda ve mânevî kazançlarımda Nurun has şakirdlerin*den Âsiye, Ulviye, Lütfiye’ler, Zehra’lar, Şerife’ler, Hâcer’ler, Necmiye’ler, Nimet’ler, Aliye’ler hissedar olmak için mânen yanımda bulunuyordular aynen şimdi de öyledir*ler.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 177)

    54- «Nurlara az zamanda çok hizmet eden Mustafa Osman’ın gayet tevazukârâne ve mahviyetkâ*rane mek*tubu, tam onun hâlisane sadakatini ve ihlâ*sını ispat edip on beş senelik has*larla omuz omuza geldiğini gös*terir. Zaten yazdığı Asâ-yı Mûsâ mecmuası kuvvetli bir de*lildir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 172)

    Has şakirdler, Hazret-i Üstaddan sonra hizmeti yü*rü*tür:

    55- «Benim vazifem bitmek üzeredir. Risale-i Nur, hususan mecmuaları, herbir nüshası, Said’e karşı hüsn-ü zannınızın fev*kinde onun vazifesini görebilir ve görü*yor. Ve Nur şakirdlerinin haslardan her*bir feda*kârı, o Said’in vazifesini mükem*mel görebilir. İnşaallah ileride tam gö*recekler. Bir Said içinizde nok*san olmakla, yüzer mânevî Said olan mecmualar ve binler maddî Said’ler, içinizde halis ve mü*kemmel o vazifeyi görebilirler ve görüyor*lar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 180)

    56- «Size hayatımda vefattan sonra elinize geçe*cek mânevî malımı ve hukukumu size vermeye ve [26] sırrına bi*naen, ölümden evvel sizi bil*fiil vâris yapmaya dair bir Nur şakirdi sordu ki: “Hikmet nedir? Sizi daha çok zaman aramızda görmek istiyoruz. İnşaallah öyle kalacaksınız.”

    Ben de dedim ki: Eğer vefattan sonra bu hakikî ve hakikatli vârislerin eline bu malım geçse, dünya malı gibi bir derece tak*sim olur derecesine göre herbirisi maldan bir kısmına hakikî ma*lik olur, umumuna mâ*lik olamaz. Fakat ölümden evvel vârislere verilse em*vâl-i uhrevî gibi, herbirisi umum o mala, o nur lâmba*sına derecesine göre mâlik sayılır. Herbirisi küçük birer Said olur bir nöbetçi yerine, binler nöbet*çiler olur. Said’in, ir*siyette yalnız binden bir hisse sahibi bir Nurcu olmaz, belki tam bir genç Said olur.

    Meselâ o emvâl, emvâl-i Nuriye, faraza bir hazine kadar olsa, binler Nurculara tevziatta, taksimatta yirmi*şer, yüzer altın düşe*bi*lir. Fakat vefat etmeden onları on*lara vermek, bir sırr-ı azîme bi*naen, herbirine isti*dadına göre, haslara bir milyon birden düşebi*lir. Bu sırrın bir sırrı var, şimdi izah edemem.

    Yine o şakird dedi ki: “Herbir has şakirdin, se*nin gibi hayatını ve bütün rahatını feda edebi*lir mi ki, o koca malı bütün birden alsın?”

    Ben de dedim ki: İnşaallah, tesanüdün sırr-ı âzîmi ile—ki, üç elif tesanüdle yüz on bir kuvvetinde gösterdiği gibi—has şa*kirdlerin mabeynindeki te*sanüd-ü hakikînin verdiği kuv*vet, benim gibi bir biçarenin sizce fevkalâde zannedilen fedakârlı*ğından geri kalmayacaktır inşaallah.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 216)

    Has şakirdler, hizmetin tedvirinde söz sahibidir:

    57- «Bundan sonra her meselemizde emir, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini temsil eden has şakirdlerin ve sizle*rindir. Benim de şimdi bir reyim var.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 223)

    58- «Asıl fikir sahibi, sizler ve Risale-i Nur’un has şakirdleri ve müdakkik nâşirleri, meşveretle, hususan Ispartadakilerle, maslahat ne ise yaparsınız.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 109)

    Has şakirdliğe kabul edilme:

    59- «Alamescid imamı faal kardeşimiz İbrahim Edhem’in kendi sisteminde tam Nurcu olarak bulduğu vaiz Ali Şentürk’ün ve vâiz Osman Nuri’nin samimî ve fe*dakârane ve Nur hizmetinde azimkârane mektup*la*rında arzu ettikleri tarzda has şakirdler dairesinde kabul olmuş*lar. Cenab-ı Hak onları muvaffak eyle*sin. Âmin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 260)

    Has, vâris şakirdlerin bazısını iftiralarla çürütme planları:

    60- «Gerçi has kardeşlerim herbirisi mü*kemmel bir Said hükmünde Nura sahiptirler. Fakat ihlâstan sonra en büyük kuvvetimiz tesanüdde bu*lunduğundan ve meşrep*lerin ihtilâ*fıyla, hapiste ol*duğu gibi, bir derece tesanüd kuvveti sarsılmasıyla hizmet-i Nuriyeye büyük bir zarar gelmesi ihtimaline binaen bu bi*çare ihtiyar hasta hayatım, tâ Lem’alar, Sözler mecmu*ası da çı*kıncaya kadar ve kor*kaklık ve kıskançlık da*marıyla hocaları Nurlardan ürküt*mek be*lâsı def olun*caya kadar ve tesanüd tam muhkem*leşin*ceye kadar o hayatımı muhafazaya bir mecburiyet his*se*diyorum. Çünkü uzun imtihanlarda mahkemeler, düşman*larım, benim gizli ve mevcut kusurlarımı göre*mediklerinden, hıfz-ı İlâhî ile bütün bütün beni çürüte*mediklerinden, Risale-i Nur’a galebe edemiyorlar. Fakat hayat-ı içtima*iyede çok tecrübelerle mahiyeti bi*linmeyen, benim vâ*rislerim genç Said’lerin bir kısmını, Nurun za*rarına iftiralarla çürütebilir*ler diye o telâştan bu ehem*miyetsiz hayatımı ehemmi*yetle muhafazaya ça*lı*şıyorum.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 14)

    Haslardan vakıf şakirdler:

    61- «Üstadımızın vasiyetnâmesi

    Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur’un şahs‑ı mânevîsi*nin sermayesini, kendilerini Risale‑i Nur’un hizmetine vakfedenlerin tayınlarına ver*mek, hususan nafakasını çıkara*mayanlara vermek lâ*zımdır.

    Şimdiye kadar birkaç senedir tayınatları verilen Nur talebe*leri, haslara malum olmuş. Ben de yanımda şimdi bulunan kardeşlerimi kendime vâris ve benim vazifemi yapmaya çalışmak lâzım. Tesanüdü de muhafaza etsin*ler.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 200)

    62- «Vasiyetnamenin bir zeyli

    Eşref Edib’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat’ın otu*zuncu sayfasın*daki Said’in hususiyetlerinden altı nü*munesin*den yedinci nümu*nesi ki, mukabelesiz hedi*yeyi ömründe ka*bul etmemek, kanaat ve iktisada isti*naden, şiddet-i fak*riyle beraber, altmış yetmiş sene ev*velki kendi tale*beleri*nin tayınatını da kendisi verdiği acip vaziyetin şimdiki bir misâli ve bir sırrı kaç senedir anlaşıldı diye, vasiyet*name*nin âhirinde bunu yazma*nın zamanı geldi.

    Evet, şiddet-i fakr ve istiğna ile hediye almamakla beraber, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, yasak ol*mayan daktilo ma*kinesiyle intişar eden Risale-i Nur’un verdiği sermaye ile, şimdi mânevî Medresetü’z-Zehranın dört beş vilâyetinde hayatını Risale-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bu*lamayan fedakâr Nur ta*lebelerinin tayınatına acip bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshalarının fiyatı olan o mübarek sermayeyi ben öldük*ten sonra da o hâlis, feda*kâr kardeşlerime vasiyet ediyo*rum ki, altmış yetmiş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma aynen tatbik etsinler. İnşaallah Risale-i Nur’un tab’ serbestiyeti olsa, o düstur daha fazla inkişaf eder.

    Medâr-ı hayrettir ki, o eski zamanda evkaftan beş talebenin tayınatını Van’da Eski Said kabul etmiş, o az para ile bazan talebesi yirmiye, otuza, altmışa kadar çık*tığı halde kendi talebelerinin tayı*natını kendisi veri*yordu. O kanaat ve iktisadın bereketiyle ve kendi beş altı mavzer tüfeğini satmakla istiğna kaidesini boz*madı. O za*man meşhur Tâhir Paşa gibi çok yardımcılar varken kaidesini bozmadı. O altmış yetmiş senelik düs*tur-u ha*yatının, bir işaret-i gaybiye ile altmış yetmiş sene sonra o kanaat ve istiğnanın bir meyvesi inâyet-i İlâhiye ile ihsan edildi ki, o kadar mahkemeler ve ya*saklar ve mü*sadereler ve eski hurufla izin vermemekle beraber, kaç senedir dört beş vilâyet vüs’atindeki mâ*nevî Medresetü’z-Zehranın feda*kâr talebelerinin tayı*natını Risale-i Nur kendisi he*diye etti...

    ...Şimdi mânevî evlâtlarım, fedakâr hiz*metkârlarım olan Zübeyir, Ceylân, Sungur, Bayram, Hüsnü, Abdullah, Mustafa gibi ve has ve hâlis Nurun kahramanları olan Hüsrev ve Nazif, Tahirî, Mustafa Gül gibi zatların nezare*tinde o düsturumun mu*hafaza edilmesini vasiyet ediyo*rum.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 216)

    63- «Şimdi Risale-i Nur kendi hakikî talebeleri*nin tayınlarını neşriyatıyla mükemmel vermeye baş*lamış. Âzamî ihlâsı kırma*mak için, Risale-i Nur has tale*belerine, hususan nafakasını tedarik edemeyen*leri tam tamına idare edecek derecede Risale-i Nur’un satılan nüshalarının beşten birisi Risale-i Nur’un hakkı olduğu cihetle, şimdi elli altmış talebesine kâfi sermayesi çıkı*yor. Benim (biçare Said’in) içinde hiçbir hakkı yok*tur. Yalnız Risale-i Nur’un kıymettar hâsiyeti ve şakird*lerinin şahs-ı mânevi*sinin kemâl-i sadakati bu mânevî Nur bayramına vesile oldu.

    Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, be*nim en yakı*nımda, hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil ya*pıyorum. Ben öl*sem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizme*timin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tâhirî, Sungur, Ceylân, Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak veki*lim olarak vasiyet edi*yorum. Şimdi Risale-i Nur’un satılan nüshalarının serma*yesi, Risale-i Nur’un malıdır. Said de bir hiz*metkârdır. Hayatta tayı*nını alabilir. Hattâ bugünlerde ölüm bana çok yakın gö*ründü. Ben de altı vilâyette bulunan elli altmış talebeyi iki üç sene Nur sermayesinden tayınını vermek kat’î niyet ederken, belki bazılarını bazı mâniler on*ları talebelik hizmetinden vazgeçi*recek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 232)

    64- «Mânevî ve geniş Medresetü’z-Zehranın hâlis ve nafaka*sını temin edemeyen ve zamanını Risale-i Nur’a sarf eden talebelerine aynen ve eski zaman ihsan-ı İlâhî neticesi olarak şimdi yanımızdaki sermaye onların tayınla*rıdır ve tayınlarına sarf edilecek. Ve kaç senedir benim yaptığım gibi, benim mânevî ev*lâtla*rım, benim verese*lerim aynen öyle yapmak vasiyet ediyo*rum. İnşaallah tam Risale-i Nur intişara başlasa, o sermaye şim*diki feda*kâr, kendini Risale-i Nur’a vakfeden şakirdler*den çok ziyade feda*kâr tale*belere kâfi gelecek ve mânevî Medresetü’z-Zehra ve medrese-i Nuriye çok yerlerde açı*lacak, be*nim bedelime bu hakikate, bu hale mânevî evlat*larım ve has ve fedakâr hizmetkârlarım ve Nura ken*dini vak*feden kah*raman ve herkesçe malûm kardeşle*rim bu vasiyetin tatbi*kine yardımlarını rica ediyo*rum.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 234)

    65- «İki ehemmiyetli sebep ve bir kuvvetli ihtara bi*naen, ben bütün vazife-i müdafaatı buraya gelen ve ge*le*cek Nur erkânla*rına bırakmaya kalben mecbur ol*dum.» (Şualar sh: 492)

    Haslar, hizmetin idaresinde erkânlarla meşveret eder. Yani erkânlar has*ları istihdam eder:

    66- «Şimdi namazda bir hâtıra kalbe geldi ki, kar*deş*lerin, zi*yade hüsn-ü zanlarına binaen, senden maddî ve mânevî ders ve yardım ve himmet bekliyor*lar. Sen nasıl dünya işlerinde has*ları tevkil ettin, er*kânların meşveret*lerine bıraktın ve isa*bet ettin. Aynen öyle de, uhrevî ve Kur’ânî ve imanî ve ilmî işle*rinde dahi Risale-i Nur’u ve şakirdlerinin şahs-ı mânevîle*rini tevkil ile o hâlis, muhlis hasların şahs-ı mânevîleri sen*den çok mükemmel o vazi*feni kendi vazifeleriyle beraber yaparlar. Hem daima da şimdiye kadar yapıyorlar. Meselâ, seninle görüşen mu*vakkat bir dirhem ders ve nasihat alsa, Risale-i Nur’dan, bir cüz’ünden yüz dirhem ders alabilir. Hem senin yerinde ondan na*sihat alır, sohbet eder. Hem Nur şakirdlerinin hasları, bu vazi*feni her vakit yapıyor*lar. Ve inşaallah pek yüksek bir makamda bu*lu*nan ve duası makbul olan on*ların şahs-ı mânevî*leri, daimî beraberlerinde bir üstad ve yardım*cıdır diye ruhuma hem teselli, hem müjde, hem isti*rahat verdi.» (Şualar sh: 492)

    Hasların hizmeti her devrede devam eder. Tesbit edi*len bu birinci iman hizmeti heyeti, geniş dairedeki hâkimiyet devresinde de devam edeceği, şu ifadeden sa*rihan anlaşılı*yor. İfade aynen şöyledir:

    67- «Birincisi: Çok defa mektuplarımda işaret etti*ğim gibi, Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cema*atinin şahs-ı mânev*îsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çık*mazsa, o vazi*feleri onun cemiyeti ve seyyidler ce*maati yapacağını rah*met-i İlâhiyeden bekliyoruz. Ve onun üç bü*yük vazifesi olacak:

    Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddi*yun ve tabiiy*yun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, herşey*den evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam sustu*racak bir tarzda imanı kurtarmaktır.

    Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek ve bu va*zife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedki*kat ile meşguli*yeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdînin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetin*deki saltanatı, onunla iştigale vakit bı*rakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette gö*re*cek. O zat, o taifenin uzun tetkikatıyla yaz*dıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onunla o birinci va*zifeyi tam yap*mış olacak.

    Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mâ*nevî or*dusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahi;p olan bir kısım şakirdler*dir. Ne kadar da az da olsa*lar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılır*lar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 265)

    Has şakirdlerin resmen diyanet işlerine bakabile*cekle*rine dair bir cevaz:

    68- «Saniyen: Ankara’da dindar Ahrarların kon*gresinde beni Diyanet Riyaseti dairesinde bir vazife ile tavzif etmeyi hararetle is*temelerine ve Medresetü’z-Zehranın Nur talebelerini, bu meselede bana kabul et*tir*mekte vasıta yapmalarına karşı derim:

    O toplantıda bu teklifi yapan meb’uslara ve dindar arkadaş*larına çok teşekkür ve çok selâm ve muvaffaki*yet*lerine çok dua ederiz. Fakat ben ziyade zayıf ve şid*detli hasta ve ihtiyar ve kabir kapısında ve perişan ol*du*ğum*dan, o kudsî vazifeyi yapmaya ikti*darım olma*ma*sından, benim yerimde Risale-i Nur’un şahs-ı mâ*nevîsi, benim bedelime Nur şakirdlerinin has ve hâlis ve İslâmiyetin hakikî fedakârlıklarının şahsiyet-i mânevi*yesi, o kudsî vazifeyi şimdiye ka*dar gayr-ı resmî perde altında yaptık*ları gibi, inşaallah resmî bir surette dahi yapabilecekler. Onlara havale ederiz...» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 211)

    Yukarıda tesbit edilen sarih beyanlar ve üç vazi*fenin en bi*rincisi olan iman hizmetinin ve onun has daire heye*ti*nin varlığı sarahaten ve inkıta ve teb*dile uğratılamaz husu*siyetiyle sâbit ve zahir oluyor.


    --------------------------------------------------------------------------------

    [1] Buhari, Cihad: 182, Meğâzî: 38, Ka*der: 5; Müslim, İmân: 178; İbn-i Mâce, Fiten: 35; Dârimî, Siyer: 73; Müsned, 2:309, 5:45.)

    [2] Furkan Sûresi, 25:43.

    [3] Bakara Sûresi, 2:156.

    [4] Bakara Sûresi, 2:156.

    [5] Bakara Sûresi, 2:41.

    HAŞİYE Evet, bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden sü*zülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir. (Bediüzzaman)

    [6] Nahl Sûresi, 16:103.

    HAŞİYE O biçareler, “Kalbimiz Üstadla beraberdir” fik*riyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki, ehl-i ilhâdın cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamın “Kalbim sâfidir, Üstadı*mın mesleğine sadıktır” demesi bu misale benzer ki: Bi*risi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor, hades vuku buluyor. Ona “Namazın bozuldu” denildiği vakit, o diyor: “Neden namazım bozulsun? Kalbim sâfi*dir.” (Bediüzzaman)

    HAŞİYE Evet, bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden sü*zülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir. (Bediüzzaman)

    [7] Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4: 69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403.

    [8] Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4: 69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403.

    [9] Fetih Sûresi, 48:26.

    [10] Mâide Sûresi, 5:54.

    [11] Hucurât Sûresi, 49:10.

    HAŞİYE 2 Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır. (Bediüzzaman)

    [12] Hucurât Sûresi, 49:13.

    [13] Furkan Sûresi, 25:70.

    HAŞİYE Evet, maddiyunluk tâununun hastalığı nev-i be*şere bu dehşetli sıtmayı ve küre-i arza bu titremeyi vermiştir. (Bediüzzaman)

    [14] Zâriyat Sûresi, 51:56.

    HAŞİYE Hesapta malûmdur ki, darb ve cem ziyadeleşti*rir. Dört kere dört, on altı olur. Fakat kesirlerde, darb ve cem, bilâkis küçültür. Sülüsü sülüsle darb etmek, tüsu’ olur, yani dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa, ziyadeleşmek*le küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur. (Bediüzzaman)

    [15] Şûrâ Sûresi, 42: 38.

    [16] Âl-i İmrân Sûresi, 3:7.

    [17] Nisâ Sûresi, 4:162.

    [18] Alâk Sûresi, 96:6.

    [19] Hucurat Sûresi, 49:13.

    [20] Tirmizî, Menâkıb: 31; Müsned, 3:14, 17, 26.

    [21] Şûrâ Sûresi, 42:23.

    [22] Mehdi ve Süfyan hakkındaki hadis kaynakları için bkz. Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları (Hazırlayanlar)

    HAŞİYE Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmed es-Sünûsî, milyonlar müride kumandanlık ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zat, yüz binden fazla Müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahyâ gibi bir başka sey*yid, yüz binler adamlara emirlik ediyor, ve hâkezâ... Bu seyyitler kabilesinin efradlarında böyle zâhirî kah*ramanlar çok olduğu gibi, Seyyid Abdülkadir-i Geylânî, Seyyid Ebu’l-Hasen-i Şâzelî, Seyyid Ahmed-i Bedevî gibi mânevî kahramanların kahramanları dahi varlar*mış. (Bediüzzaman)

    [23] Müslim, Fadâilü’s-Sahâbe: 61, hadis no: 2424.

    [24] Mecmuatü’l-Ahzâb, 3:505.

    HAŞİYE Meselâ: Halk Partisi, Nur talebelerine verdikleri azap ve sıkıntı ve ihanetlerden, kendileri dünyada daha ziyade cezasını çektiler, aynını gördüler. (Bediüzzaman)

    [25] Abese Sû*resi, 80:15-16.

    * Kardeşim Abdülmecid, Zübeyir, Mustafa Sungur, Cey*lân, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüştü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillolu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Salih. (Bediüzzaman)

    * Kardeşim Abdülmecid, Zübeyir, Mustafa Sungur, Cey*lân, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüştü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillolu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Salih. (Bediüzzaman)

    [26] el-Ac*lûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:29.

  4. #44
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    30-VAKF-I HAYAT VE FEDAKARLIK ESASI

    (“Sadakat-Fedakârlık” ve “Haslar dairesi” esaslarına da bakı*nız.)


    1- «Bediüzzaman, Kur’ân, imân, İslâmiyet hiz*meti için, dün*yevî rahatlıklarını fedâ etmiş dünyevî, şahsî ser*vetler edinmemiş, zühd ve takvâ ve riyâzet, iktisad ve ka*naatla ömür geçirerek dünya ile alâkasını kesmiştir.

    Bu cümleden olarak, Müslümanların refah ve sa*adeti için, bütün ömür dakikalarını sırf imân hizme*tine vakf ve has*retmek ve ihlâsa tam muvaffak ol*mak için, kendini dünyadan tecrit ederek mücer*ret kalmıştır. Evet, Bediüzzaman imân ve İslâmiyet hizmeti için herşeyden bu derece fedakârlık yapan, fakat bütün bunlarla beraber ubudiyet, zühd ve takvâda da bir is*tisna teşkil eden tarihî bir İslâm fedâisi ve Kur’ân-ı Hakimin muhlis bir hâdimi payesine yüksel*miştir.» (Sözler sh: 758)

    2- «Bediüzzaman Said Nursî, çok ilimlerde müs*tesna birer eser yazabilirdi. Fakat o “zaman, imânı kur*tarmak zamanıdır” demiş ve bütün himmet ve me*sâ*isini ve ha*yatını, ulûm-u imâniyenin telif ve neşrine hasretmiştir.» (Sözler sh: 763)

    3- «Allâme Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi mer*humdan, feragate ait şöyle bir söz işitmiştim: “İslâm bu*gün öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil, âhiretini dahi feda etmeye hazır ola*cak.”....

    İşte, Bediüzzaman, bu müstesna tecellînin en par*lak misali*dir. Bütün ömrü boyunca mücerred yaşadı. » (Tarihçe-i Hayat sh: 11)

    4- «Daima mücerred kalmak ve dünyada hiçbir şeyle alâka peyda etmemek. Bunun içindir ki, “Bütün ma*lımı bir elimle kaldırıp götürebilmeli*yim” demiştir. Bu ha*lin sebebi soru*lunca, “Bir zaman gelecek, herkes benim halime gıpta ede*cektir. Saniyen, mal ve servet bana lezzet vermiyor dünyaya ancak bir misafirhane nazarıyla bakı*yorum” derdi.» (Tarihçe-i Hayat sh: 48)

    5- «Kırk seneden beri gayet dehşetli bir zendeka hü*cumu kar*şısında, herşeyini feda edecek hakikî fedakârlar lâzım geldiği bir zamanda, Kur’ân-ı Hakîmin hakikatına, değil dünya saadetimi belki lü*zum olsa âhiret saadetimi dahi feda etmeye ka*rar ver*dim. Değil bir sünnet olan muvakkat dünya zevcele*rini almak, belki bu dünyada on huri de bana verilse idi, bırak*maya mecburdum ki ihlâs-ı hakikî ile hakikat-ı Kur’âniyeye hiz*met ede*bileyim. .....

    Mâdem şahsî ve hususî kemalât-ı bâkıyesi için dün*yayı terk edenler, selef-i sâlihînden çok var. Elbette hususî değil, küllî ve umumî olarak çok bîçarelerin sa*adet-i bâkı*yeleri için ve dalâlete düşmemeleri ve îmân*larını takviye edip kurtarmaları için ve haki*kat-ı Kur’âniye ve îmâni*yeye tam hizmet etmek ve hariçten gelen, dahilde çıkan dinsizlere karşı dayanmak için, zail ve fânî dünya*sını terk etmek, elbette sünnet-i se*ni*yeye muhalefet değil belki hakikat-ı sünnete mutabakattır. Ve Sıddîk-ı Ekber’in: “Cehennemde vü*cudum büyüsün, tâ ehl-i îmâna yer bu*lunmasın” diye fe*dakârlıkta âzamî sadakatın bir zerresini kazan*mak fikriyle, bîçare Said bütün ömründe tecer*rüdü, is*tiğnayı ihtiyar et*miş.» (Hanımlar Rehberi sh: 25-28)

    Bir talebesinin şahsında, umuma bakan fedakâr*lığa teşvik dersi:

    6- «Madem Hacı Kılıç Ali bir buçuk sene bütün Risale-i Nur eczalarına sahip çıkmış, kısmen okumuş na*zarımızda yirmi sene*lik bir Nur talebesidir. Ben her sabah haslar içinde onun ismiyle bütün mânevî kazanç*larıma, defter-i a’mâline geçmek için hisse*dar ediyo*rum. Öyleyse o da bütün hayatını Risale-i Nur’a vermeye mükelleftir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 26)

    7- «Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâ*kam yok. O adam*lardan ücret mukabilinde iş gören*ler, belki kendilerini bir derece mazur görüyor. Fakat ücretsiz, hamiyet namına bana karşı taraf*girâne, raki*bâne vaziyet almak ve ilişmek ve eziyet etmek, gayet fena bir hatadır. Çünkü, sabıkan ispat edildiği gibi, siya*set‑i dünya ile hiç alâkadar değilim. Yalnız, bütün vaktimi ve hayatımı ha*kaik-i imaniye ve Kur’âniyeye hasr ve vakfetmişim. Madem böyle*dir bana eziyet verip rakibâne ilişen adam düşün*sün ki, o muamelesi zendeka ve imansızlık na*mına imana ilişmek hükmüne geçer.» (Mektubat sh:71)

    8- «Biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmi*şiz ki, güneş*ten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve sa*adet-i ebediye gibi şirin*dir. Elbette biz bu sıkıntılı hal*lerle müf*tehirâne, müteşekkirâne bir mücahede-i mâ*ne*viye yapı*yoruz diye, şekvâ etmemek lâzımdır.» (Şuâlar sh: 312)

    9- «Ben kusurlarımla beraber bu milletin saade*tine ve ima*nının kurtulmasına hayatımı vakfettim. Ve milyon*larla kah*raman başların feda oldukları bir ha*kikate, yani Kur’ân hakika*tine benim başım dahi feda olsun diye bü*tün kuvvetimle Risale-i Nur’la çalıştım. Bütün zâlimâne tâziplere karşı tevfik-i İlâhî ile dayan*dım. Geri çekilme*dim.» (Şuâlar sh: 446)

    10- «Benim şahsımın, hem Risale-i Nur’un şahs‑ı mânevîsi*nin sermayesini, kendilerini Risale‑i Nur’un hizmetine vakfedenlerin tayınlarına; ver*mek, hususan na*fakasını çıkara*mayanlara vermek lâ*zımdır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 200)

    11- «Ecnebîlerin entrikalarıyla ve muhalif komi*te*ci*lerin do*laplarıyla mevcut ve münteşir müteaddit cemi*yet*lerin hiçbirisiyle, Risale-i Nur’un hiçbir şakir*dinin münase*bettarlığını gösterecek hiçbir madde bu*lunma*ması, gayet zahir ve parlak bir himaye-i Rabbaniyedir. Muhafaza-i İlâhiyeye ve İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (k.s.), Risale-i Nur’a ait keramet-i gay*biyelerini cidden teyid eden bir inayet-i Rahmâniyedir. Kırk ikilik bir top güllesini, kırk iki mâsum ve mazlum kardeşle*rimizin dergâh-ı İlâhiyeye açılan elle*riyle dol*durup, geri çevirip, atanların başlarında mânen patlat*tırdı. Bizlere, yalnız ehemmiyetsiz, sevaplı, hafif birkaç yara bere*den başka olmadı. Böyle bir seneden beri dol*durulan bir top*tan, böyle pek az zararla kurtul*mak ha*rikadır. Böyle pek büyük bir ni*mete karşı, şükür ve sü*rur ve sevinçle mu*kabele etmek gerektir. Bundan sonraki hayatımız bize ait olamaz çünkü müfsid*le*rin plânlarına göre, yüzde yüz mahv idi. Demek bundan son*raki hayatı kendimize değil, belki hak ve hakikate vakf etmeliyiz. Şekvâ değil, şük*rettirecek rahmetin izini, yü*zünü, özünü görmeye ça*lışmalıyız.» (Tarihçe-i Hayat sh: 239)

    12- «Birinci Cihan Harbinde gönüllü alay kuman*danı olarak esir düştüğü Rusya’da Moskof Çarlığına karşı iz*zet-i İslâmiyeyi muhafaza edip, kurşuna di*zileceği hen*gâmda “Âhirete gitmek için bana bir pasa*port lâzımdı” diye ölümü istihkar eden böyle ni*met-i uzmâ*sına mukabil canımızı da feda etsek, ömrümüzü de ona vakfetsek, zu*lümden zulme de sürüklensek, öm*rümüzün ni*hayetine kadar şükran secdesinden de kalkmasak, bize yine ucuz*dur.» (Tarihçe-i Hayat sh: 701)

    13- «Risale-i Nur talebelerinin müdafaaları ve bu ta*lebelerin İslâmiyete hizmetleri esnasında, gizli İslâmiyet düşmanı, insafsız, cebbar zâlimlerin entrika*lariyle maruz kaldıkları işkencelerden yılmamak, şa*hıs*larını düşünme*den, yani, şahsî refahlarını İslâmın refah ve saadeti için fedâ ederek, sıddı*kıyetle sebat etmeleri ve eşedd-i zulme mukavemet etme*leri, âşikâr bir delil teşkil etmektedir.

    Evet, hem yirmi beş seneden beri Risale-i Nur’la imân hiz*metine, bütün varlığını vakfeden ve şimdiye kadar “gaddar din düşmanlarının” çok defalar tecâvüz ve taarruzuna ve taharri*yata mâruz kaldığı halde, yirmi beş senedir inziva içinde, Risale-i Nur’un nâşirliğini yapan Nur kahramanları ağabeyle*rimiz, bizlere birer nümune-i imtisal olan, imân ve İslâmiyet fedâileridir.» (Sözler sh: 766)

    14- «Risale-i Nur’un verdiği sermaye ile, şimdi mâ*nevî Medresetü’z-Zehranın dört beş vilâyetinde ha*ya*tını Risale-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalış*maya zaman bulamayan fe*dakâr Nur talebelerinin ta*yınatına acip bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshaları*nın fiyatı olan o mü*barek sermayeyi ben öldükten sonra da o hâlis, fedakâr kardeşlerime vasiyet ediyorum ki, altmış yetmiş sene ev*velki kaidemi yetmiş sene son*raki şimdiki düsturla*rıma aynen tatbik etsinler. İnşaallah Risale-i Nur’un tab’ ser*besti*yeti olsa, o düstur daha fazla inkişaf eder...

    ...kaç senedir dört beş vilâyet vüs’atindeki mâ*nevî Medresetü’z-Zehranın fedakâr talebeleri*nin tayınatını Risale-i Nur kendisi hediye etti.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 216)

    15- «Üstadımız Said Nursî’nin Risale-i Nur eser*leri basıl*maktadır. Hissesine düşen bir miktar kitap fi*yatlarını Üstadımız, hayatını Nurlara vakfedip na*fakasını çıkara*mayan Nur talebelerine tayın olarak vermektedir. Kendisi de bugün ar*tık herke*sin malûmu olmuş olan âzamî bir iktisat ve kanaatle ya*şa*maktadır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 218)

    16- «Ben de beyan ediyorum ki:

    Benim vefatımdan sonra, benim emaneten elimde bulunan Risale-i Nur sermayesi, hem mucizatlı Kur’ânımızı tab ettirmek için Eskişehir’de muhafaza edilen sermaye, o Kur’ân’ın tevafukla ve fotoğrafla tab*’ına ait.* Yanımızdaki sermaye ise, Risale-i Nur’un sermayesidir. O sermaye, Cenab-ı Erhamürrahimîne hadsiz şükür olsun ki, yetmiş küsur sene evvel, o za*ma*nın âdetine muhalif olarak, kendim fakirliğimle be*ra*ber onların tayınlarını verdiğime bir ihsan ve lütf-u Rabbânî olarak, o zamandan elli alt*mış sene sonra Cenab-ı Erhamürrâhimîn o örfî âdete muhalif ka*idemi mânevî ve geniş Medresetü’z-Zehranın hâlis ve na*fakasını temin edemeyen ve zama*nını Risale-i Nur’a sarf eden talebelerine aynen ve eski zaman ihsan-ı İlâhî neticesi ola*rak şimdi yanı*mızdaki sermaye onların tayınlarıdır ve ta*yınla*rına sarf edilecek. Ve kaç senedir benim yaptığım gibi, benim mânevî evlât*larım, benim vereselerim aynen öyle yapmak vasiyet edi*yorum. İnşaallah tam Risale-i Nur intişara başlasa, o ser*maye şimdiki fedakâr, ken*dini Risale-i Nur’a vakfeden şakirdler*den çok zi*yade fe*dakâr talebelere kâfi gelecek ve mânevî Medresetü’z-Zehra ve medrese-i Nuriye çok yer*lerde açılacak, be*nim bedelime bu hakikate, bu hale mâ*nevî evlatlarım ve has ve fe*dakâr hizmetkârlarım ve Nura kendini vakfe*den kahraman ve herkesçe malûm kardeş*lerim bu va*siyetin tatbikine yardımla*rını rica ediyorum. » (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 234)

    17- «Bediüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya ta*raflarında esarette kalır. Bütün hayatını, fîsebilil*lâh Kur’ân’a, İslâmiyete, Sünnet-i Seniyenin ihyasına hasr ve vakfeden bu fedakâr-ı İslâm, buralarda da ka*t’iyen boş durmaz. İçerisinde bulunduğu muhiti tenvir ve ir*şad için çalışır. Bu müddet içinde kendisiyle be*raber esarette bulu*nan zabitlere dersler veriyordu. » (Tarihçe-i Hayat sh: 115)

    18- «Hem madem, Risale-i Nur bu asra has husu*si*yetler ta*şıyor. Hem madem binlerce âlimlerin takdir*le*riyle karşılanıyor. Hem madem, Kur’ân’ın dellâllığını yapan kahraman Üstad, eşine rastlanmayacak bir mü*kemmeli*yetle, dürüst adımlarla, hakikî prensip*lerle, bütün haya*tını iman ve İslâmiyete vak*fet*miş, dünyevî hiçbir men*faat aramadan sırf Allah rı*zası uğ*runa çalışmıştır. Hem mâdem, bütün kuvvetiyle Nur talebeleri de, iman ve İslâmiyete Ehl-i Sünnet daire*sinde hizmet için hayatla*rını dahi çekinme*den ve*riyor ve süflî menfaat peşinde değil*dirler. Ve madem yüz binlerce Nur talebeleri bütün tazyik ve tehdit*lere rağmen bu hakikati fiilen ispat etmişler.» (Tarihçe-i Hayat sh: 624)

    19- «Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çok*tandır anladı*lar ki, Nur talebelerinin kefenleri bo*yunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve Üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için şey*tanî plânlarını, desiselerini değiş*tirdiler. Bir zayıf da*marla*rından veya sâfiyetlerinden isti*fade ederiz fik*riyle aldatmak yolunu tuttular. O münafık*lar veya o müna*fıkların adamları veya adam*larına aldan*mış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şek*line gi*rerek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hizmet*tir bu da onlarla mücadeledir. Şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eser*dir” gibi birtakım kandı*rışlarla, sırf o Nur tale*be*sinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere naza*rını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. Veyahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şeylerle al*datmaya veya korkutmakla hizmet*ten vazgeçirmeye gayret ediyorlar.

    Risale-i Nur, dikkatle okuyan kimseye öyle bir fikrî, ruhî, kalbî intibah ve uyanıklık veriyor ki, bütün böyle al*datmalar, bizi Risale-i Nur’a şiddetle sevk ve teş*vik ve o dessas münafıkların maksatla*rı*nın tam ak*sine olarak bir tesir ve bir netice hâsıl ediyor. Fesübhanallah! Hattâ öyle Nur talebeleri mey*dana gelmek*tedir ki, asıl halis niyet ve kudsî gaye*den sonra, bir sebep olarak da, münafıkların mezkûr plânlarının inadına, rağmına dünyayı terk edip kendini Risale-i Nur’a vakfediyor ve Üstadımızın dediği gibi diyorlar: “Zaman, İslâmiyet fedaisi olmak zama*nı*dır.” » (Tarihçe-i Hayat sh: 690)

    20- «Yine bu azîm sırr-ı ihlâsa binaendir ki, Risale-i Nur ta*lebeleri, iman ve İslâmiyet hizmetinde ağır şartlar ve kayıtlar ve tahdidatlar içinde muvaffak oluyorlar ve hayatlarını Risale-i Nur’a ve Üstadlarına vakfetmişler. Risale-i Nur’u, sermaye-i ömür ve gaye-i hayat edinmiş*lerdir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 700)

    21- «Risale-i Nur’un yüksek değerini anlamakta veya onu işitip tanımakta biraz gecikmiş olan gençler iç*leri sızlaya sızlaya şöyle demektedirler: “Şu geç uyanan kıy*mettar gençliğimi fâni, geçici şeylerle zayi etme*yeceğim. Ancak ve ancak Kur’ân’a ve imâna hizmet uğ*runda, sev*gili Allah’ım ve sevgili Peygamberimin emir*lerine itaat yo*lundaki hizmetlere vakfedece*ğim. Ancak böylelikle, bu muvakkat gençliğimde bâkî bir gençliği elde etmiş olaca*ğım.» (Gençlik Rehberi sh: 226)

    22- «Risale-i Nur’un hizmetine hasr-ı va*kit eden rü*künlere ve çalışanlara zekâtla yar*dım etmek de Risale-i Nur’a bir nevi hizmettir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 223)

    23- «Basiretli Nur nâşirleri, otuz beş sene evvel Risale-i Nur’daki yüksek hakikatleri görmüş, o kudsî ders*leri almış ve o zamandan beri ihlâs ve sadakatla gizli din düşmanlarına göğüs germiştir. Nur kahraman*larının ha*neleri müteaddit defalar arandığı ve kendileri defalarca hapislere atılarak orada şiddetli azaplar ve sı*kıntılar çekti*rildiği halde, elmas kalemleriyle Risale-i Nur’un bu kadar senedir nâşirliğini yapmışlardır. İstedikleri tak*dirde dünya nimetleri kendilerine yâr ol*duğu halde, her türlü şahsî, dünyevî rütbeler*den, varlıklardan feragatle, ömür*lerini Risale-i Nur’un hizmetine vakfetmişlerdir.

    “Acaba, Risale-i Nur şakirdlerindeki bu cehd ve kuv*vetin, bu feragat ve fedakârlığın ve bu derece sebat ve sa*dakatın sebebi ne*dir?” diye bir sual sorulursa, bu su*alin cevabı muhakkak ki şu ola*caktır: Risale-i Nur’daki cerh edilmez yüksek hakikatler, iman hizme*tinin yalnız ve yalnız rızâ-yı İlâhî için yapılması ve Bediüzzaman Hazretlerinin âzamî ihlâsıdır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 165)

    Risale-i Nur eserlerinden kısmen alınarak nakle*dilen mezkûr beyan ve tavsiyeler, Risale-i Nurla Kur’an ve iman hizmetine ha*yatını vakfetmek fedakâr*lığı, kıyamete kadar devam etmesi gere*ken ve Bediüzzamanın Hazretlerinin vasiyetname*leriyle de te’*yid edilen de*ğişmez bir esastır.

    Bu değişmez esası tam yerine getiremeyen talebe*ler, haya*tını hizmete vakfeden İslâm fedailerine, tam bir mu*avenet, tesa*nüd ve teşvik ile bu fazilete ortak olup manevî şirkete dâhil olurlar.


  5. #45
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    31-DERSHANE HİZMETLERİ ESASI

    Hizmet-i nuriyede, medreselerin varlığı esas olup dershane hizmeti ve tarzı değişmez ve kıyamete kadar de*vam eder.

    1- «Üstadımız on sene evvel işaret ve büyük men*faatini be*yan ettiği Nur medreselerinin şimdi bu za*manda açılma işi, tam tahakkuk safhasına girmiş bu*lunu*yor...

    Üstadımız, Barla’daki dokuz senelik ikametgâhı olan ve Risale-i Nur’un birinci dershanesi, hem altı vilâyet ge*nişliğindeki Medresetü’z-Zehranın çekirdeği bulunan hanesini medrese-i Nuriye olarak Risale-i Nur’a vakfet*mişti. Şimdi onu müteakip hem Isparta ve civarı ka*za*ları ve bazı köylerinde, hem Diyarbakır ve Şarkta Nur ders*haneleri açılmaktadır. Bu suretle o dershanelerde Nurların okunması ve Nurlarla meşguliyete devam eden*lere ve ders alanlara talebe-i ulûm şerefini kazan*dırmak*ta*dır. Talebe-i ulûmun ise, âdi harekâtı, hattâ uy*kusu dahi ibadet hükmüne geçtiğini bazı büyük müçtehid*ler beyan etmiş*ler.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 231)

    Câmii-ül Ezher Üniversitesinde okumak yerine, Risale-i Nur Medresesinde okuyup hizmet etmeyi tav*siye eden bir mektub:

    2- «“Risale-i Nur bu zamanda kâfidir. On sene med*resede okuyanlar, Risale-i Nur’la bir se*nede aynı istifa*deyi et*tiklerine şahit, binler ehl-i ilim var. Madem Hacı Kılıç Ali bir buçuk sene bütün Risale-i Nur eczalarına sahip çıkmış, kısmen okumuş nazarımızda yirmi senelik bir Nur talebesidir. Ben her sa*bah haslar içinde onun ismiyle bü*tün mâ*nevî kazançlarıma, def*ter-i a’mâline geçmek için hisse*dar ediyorum. Öyleyse o da bütün hayatını Risale-i Nur’a vermeye mükelleftir.

    “Demek şimdiye kadar Câmiü’l-Ezher’e gitmeye muvaffak olmaması ehemmiyetli bir hikmet içindir ki, Nurlar ona kâfi imiş. Şimdi Şam’a, Halep’e yakın olan Urfa’da bir Medrese-i Nuriye ileride teşekkül etmesini kuvvetli ümit ediyoruz.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 26)

    3- «Aziz, sıddık kardeşim Osman Nuri

    Madem Cenab-ı Hak, senin kudsî niyet ve ihlâ*sınla Ankara’da en mühim genç Said’leri senin etrafına toplat*mış. Madem Ankara’da benim bulunmamı lü*zumlu görü*yorsunuz. Ben de şimdi nafakamla tedarik ettiğim nüsha*larımı o küçük med*rese-i Nuriyeme benim bedelime gönderiyorum. Onların adedince Said’ler, seninle komşu olurlar.

    Hem fedakâr evlâdın çok fevkinde sadakatle şim*diye kadar hizmetleriyle herbiri birer genç Said olarak beş-on Abdurrahmanlarım hükmünde Sungur, Ceylân, Salih, Abdullah, Ahmed, Ziya gibi genç ve çalışkan Saidleri senin yanına hem be*nim vekilim, hem senin ta*lebelerin olarak benim bedelime o kü*çücük med*rese-i Nuriyeye nezaret ve bir nevi dershane olarak reyinize bırakıyo*rum.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 44)

    4- «Hadsiz şükrolsun ki, şimdi Ankara içinde kü*çük bir medrese-i Nuriye mânâsında, küçük Said’ler ve Nurun fedakârları her gece birisi bir mecmuayı okur, ötekiler ders alır gibi din*liyor*lar. Bazı vakit konferans zamanında bazı mühim adamlar da iştirak ediyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 60)

    5- «Urfa ve Diyarbakır’daki faal Nur talebeleri bi*rer med*rese-i Nuriye kurdular. Risale-i Nur’u her sınıf halk*tan, bilhassa talebelerden, genç*lerden gelen cemaate okumak suretiyle ilmî derslere başladılar. Bu zamanda pek ehemmi*yetli olan talebe‑i ulûmun şerefini ihya ettiler. Şark havali*sinde bü*yük hizmet-i imaniye ifa olundu.» (Tarihçe-i Hayat sh: 673)

    6- «Barla sıddıkları Nurların yazmasına tam ça*lışma*ları, herkesten evvel onların vazifeleridir. Çünkü Barla, birinci med*rese-i Nuriye şerefini ka*zanmasından, o mü*barek medre*seyi talebesiz bırakmak câiz değil.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 152)

    Vakıf talebelerin artması nisbetinde, tayinatları veri*lecek fedakârların, devamlı kalacağı medrese-i nuri*yelerin açılması.

    7- «İnşaallah tam Risale-i Nur intişara baş*lasa, o sermaye şimdiki fedakâr, kendini Risale-i Nur’a vakfe*den şakirdlerden çok zi*yade fedakâr talebelere kâfi gele*cek ve mânevî Medresetü’z-Zehra ve medrese-i Nuriye çok yer*lerde açılacak, benim bedelime bu hakikate, bu hale mâ*nevî evlatlarım ve has ve fedakâr hizmetkârla*rım ve Nura kendini vakfeden kahraman ve herkesçe malûm kardeşlerim bu vasiyetin tatbikine yardımlarını rica ediyo*rum.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 234)

    Bediüzzaman Hazretleri; Nur Medreselerine gidip ders dinlemenin, eski medreselerden daha faideli olaca*ğını ve daha çok istifade edileceğini beyan eder.

    Belki ibadet-i tefekküriye, marifet ve huzur ka*zanmak gibi feyizleri oldu*ğundan devamlı okumak veya dinlemek gerek*tiğini bildiren bir mektubunda şöyle der:

    8- «Elbette bizlere lâzım ve millete elzem, şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için hususî dershane*ler açılmasına ve izin verilmesine binaen, Nur şakird*leri, mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi her*kes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes herbir meselesini tam anlamaz. Hem iman haki*katlerinin izahı olduğu için, hem ilim,HAŞİYE hem mârifet, hem ibadet*tir. Eski medrese*lerde beş on seneye mukabil, inşaallah Nur medreseleri, beş on haftada aynı neticeyi temin ede*cek ve yirmi sene*dir ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 248)

    İslâmın hâkimiyet devresinde de medrese hizmet*le*ri*nin de*vam etmesine de bakan iki bahis.

    9- «Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek is*tikbali*nize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyo*rum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşaal*lah cen*net-âsâ bir baharda ge*lirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica ederim ki, mâzi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğ*rayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini, me*zartaşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın ka*pıcısının başına ta*kınız... Medresetü’z-Zehranın mekteb-i iptidaîsi ve Van’ın yekpare taşı olan kalesinin altında bulunan Horhor med*resemin vefat et*mesi ve Anadolu’da bütün medreselerin kapatılmasıyla vefat etme*lerine işa*ret ederek, umumunun bir mezar-ı ek*beri hükmünde ol*masına bir alâmet olarak, o azametli mezara azametli Van Kalesi mezartaşı olmuş. “Ey yüz sene sonra ge*lenler! Şu kalenin başında bir med*rese-i Nuriye çiçeğini yapınız.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 110)

    İman, hayat, şeri’at olarak tabir edilen üç vazife*nin tahak*kuk ettiği hâki*miyet devrinde, birinci vazife olan iman hizmetinin, haslar dairesine istinad edeceğine bakan şu ifade mânidardır.

    10- «O zat, o taifenin uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri ken*dine hazır bir program yapacak, onunla o bi*rinci vazifeyi tam yap*mış olacak.

    Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mâ*nevî or*dusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakird*lerdir. Ne kadar da az da olsa*lar, mânen bir ordu ka*dar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 266)

    Yukarıda kısmen kaydedilen beyan ve ifadelerin sara*ha*tiyle, bu dersha*ne*lerde münhasıran Risale-i Nur eser*lerinin okun*masına, iman hizmetine ait olan bu medrese*lerin varlığına ve kıyamete kadar değişmez bir esas ol*duğuna açık beyandır.

    Bundan başka, bu eserde tesbit edilen “Haslar Da*iresi” ve “Vakf-ı Hayat” esaslarına da bakılırsa, bu esas, daha kuvvet ve vüzuh kazanacağı gibi, bir asra yaklaşan ve te*amülen medreseye istinad eden Nurculuk hareketinin de aynı esasa kuvvet verdiği görülecektir.


  6. #46
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    32-HATT-I KUR’ÂNÎ’NİN MUHAFAZA ESASI

    1- «Kur’ân kelimesi, ebced hesabıyla 351’dir. İçinde iki elif var. Mahfî elif, “elfün” okunsa, “bin” mânâsın*daki elfün’dür.HAŞİYE Demek 1351 senesine “sene-i Kur’âniye” tabir edilebilir. Çünkü, lâfz-ı Kur’ân’daki te*vafukatın sırr-ı acibi, Kur’ân’ın tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında o sene göründü. Ve Kur’ân’daki Lâfz-ı Celâlin i’câzkârâne sırr-ı tevafuku aynı senede tezahür etti. Ve bir nakş-ı i’câzîyi gösterecek bir Kur’ân’ın yeni bir tarzda yazılması, aynı senede olu*yor. Ve hatt-ı Kur’ân’ın tebdiline karşı, Kur’ân şakirdlerinin bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur’ânîyi muha*fazaya çalışması aynı senede*dir.» (Mektubat sh: 428)

    2- «Bazı ulemanın yeni eserlerinde meslek ve meş*rep ayrı ve bid’atlara müsait gittiği için, Risaletü’n-Nur zındıkaya karşı hakaik-i ima*ni*yeyi muhafazaya çalış*ması gibi, bid’ata karşı da huruf ve hatt-ı Kur’ânı muha*faza et*mek bir va*zifesi iken, has talebelerden birisi bil*fiil hu*ruf ve hatt-ı Kur’âniye’yi ders verdiği halde, sırrı bilinmez bir he*vesle, huruf ve hatt-ı Kur’âniyeye, ilm-i din perdesinde tesirli bir su*rette darbe vuran bazı hoca*ların darbede is*ti*mal ettikleri eserleri almışlar. Haberim ol*ma*dan, dağda, şiddetli bir tarzda o has talebe*lere karşı bir gerginlik hissettim, sonra ikaz ettim. Elhamdü lillâh ayıldılar. İnşaallah ta*mamen kurtuldular.» (Kastamonu Lâhikası sh: 77)

    3- «İki genç muallim daha eski yazı ile Nurlara gir*mesi ve çocukların, huruf-u Kur’âniyeyi öğ*renmeye başlaması ile Risale-i Nur’ları da yazmaya girmeleri, büyük bir fa’l-i hayırdır. Cenab-ı Hak o mâsumları mu*vaffak etsin.» (E.L.-l sh: 226)

    4- «Risale-i Nur’un neşir keyfiyeti de tarihte hiç*bir eserde gö*rülmemiştir. Şöyle ki:

    Kur’ân hattını muhafaza etmek hizmetiyle de mu*vazzaf olan Risale-i Nur’un, muhakkak Kur’ân yazısıyla neşredilmesi lâzımdı. Eski yazı yasak edilmiş ve matba*aları kaldırılmıştı.» (Tarihçe-i Hayat sh: 162)

    5- «Bediüzzaman hapiste olduğu günler dahi Risale-i Nur’un neşriyatı durmamış, perde altında yüz binlerce nüshaları eski yazı ile neşretmeye, Nur kahramanı Hüsrev gibi Nur ta*lebeleri mu*vaffak olmuşlardır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 545)

    6- «Risale-i Nur’dan eskimez yazı öğren*meye ge*lince Kur’ân yazısıyla olan Nur Risalelerini yazmaktaki ka*zancımız çok bü*yük*tür. Eskimez yazıyı kısa bir za*manda öğre*niyo*ruz, hem yazarken malûmat elde ediyo*ruz. Hem, Risale‑i Nur eczalarını çoğaltmakla imâna ve Kur’ân’a hizmet edildiği için pek büyük mânevi kazançlar elde ediyoruz. Hem yazı*larak edinilen bilgi hâfızaya daha esaslı yerleşiyor. Bunun için şimdiye kadar binlerce genç Risale-i Nur’u yazarak Kur’ân yazısını öğ*renmiş ve öğ*renmektedir.» (Gençlik Rehberi sh: 236)

    7- «Yeni hurufla yazdığınız iki mesele, cidden te*sirini gös*terdi. Birinci, İkinci, Üçüncü Meseleleri de ya*zılsa çok iyi olur. Fakat Hüsrev ve Tahirî gibi ka*lemleri Kur’ân’a ve Kur’ân hattına mahsus ve memur olmalarından bana endişe ve*rir. Başkalar yazsalar daha münasiptir.» (Şualar sh: 303)

    8- «Risale-i Nur’un bir vazifesi huruf-u Kur’âniyeyi muhafaza olduğundan yeni hurufa zaruret derecesinde inşaallah müsaade olur.» (Kastamonu Lâhikası sh: 210)

    9- «Risale-i Nur’un mühim bir vazifesi, âlem-i İslâmın ekseriyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan hu*ruf-u Arabiyeyi muhafaza et*mek olduğundan, tab’ yo*luyla işe girişilse, şimdi ekser halk yalnız yeni hurufu bildikleri için, en çok risaleleri yeni hurufla tab etmek lâzım gelecek. Bu ise, Risale-i Nur’un yeni hu*rufa bir fetvası olup şakirdleri de o kolay yazıyı tercih etmeye se*bep olur. Onun için, şimdiye kadar pek çok müstehak ve lâyık iken, Risale-i Nur’a serbesti*yet ve*rilmemişti. Lillâhilhamd, şimdi hakikatlerinin kuvve*tiyle serbestiyeti kazandı. Hattâ eski harfle tab’ ya*sak iken, Âyetü’l-Kübrâ’yı bize teslim ettirip bir kera*met-i ekber gösterdi.

    Biz şimdi gayet mühim ve herkese lâzım Meyve ile Hüccetü’l-Bâliğa’yı ikisi bir cilt olarak yeni hurufla tab et*mek için Tahirî ile İstanbul’a gönderdim.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 82)

    10- «Risale-i Nur kendi şakirdleri ile lâakal yüzer ka*lemle yüz parça Risale-i Nur’un eczalarıyla ve intişar eden yirmi bin nüshasıyla lâakal yüz bin adamı hu*ruf-u Kur’âniye lehine ve sünnet-i seniyeye it*tibaa ve imanla*rının takviyesine ve Hz. Ali’nin (r.a.) hiddet ettiği iki ce*reyana karşı tama*mıyla mukavemet ettiklerinden elbette Hz. Ali’nin (r.a.) tabir ettiği ihvanları içinde hususî bir surette onlara bakıyor.» (O. Lem’alar sh: 316)

    Hatt-ı Kur’ânî, milletimizin yazısıdır:

    11- «Hata 59: Hüsrev Altınbaşak, Türk Harfleri Kanununa aykırı olarak Asâ-yı Mûsâ ve Zülfikar gibi mecmuaları Arap harfleriyle yazmış.

    Cevap: Şimdiye kadar Kur’ân harfleri ve hattı, Türk milletinin hatt-ı kadîmi olduğu halde, Lâtin harflerini Türk harfleri deyip Kur’ân harfleriyle Asâ-yı Mûsâ’yı yazan Hüsrev’i mes’ul etmek birkaç vecihle yanlış ol*du*ğunu ehl-i insaf anlar.» (Şualar sh: 415)

    Hatt-ı Kur’ânî’nin tebdiline cevaz verenlere karşı gös*terilen şiddet:

    12- «Hz. Ali (r.a.) huruf-u ecnebiyi İslâmlar içinde cebren kabul ettirmek hadisesi ile ulemaü’s-su’un bid’a*lara yardımlarından teessüfle bahsedip bu iki hadise or*ta*sında irşadkâ*rane bazılarından bahsediyor ki, o Sekine olan İsm-i Âzamla ecnebi hurufuna karşı mukabele edi*yor. Hem ule*maü’s-su’a muhalefet ediyor. İşte bu za*manda o adamlar Risale-i Nur şakirdleri ve naşirleri ol*dukları şüphesizdir. Çünkü onlardır ki hatt-ı Kur’ân’ı muhafaza ediyorlar ve bid’a*kâr bir kı*sım ulemalara karşı da mukavemet ediyorlar.» (Osmanlıca 18. Lem’a sh: 314)

    13- «Beşinci emare: Ecnebi hurufatını ehl-i İslâmın en mü*him hükümeti resmi bir surette kabul ve neşir ve ceb*rettiği halde Risale-i Nur şakirdleri bütün kuv*vetleriyle hatt-ı Kur’âniyeyi neşir ve tamim ve muhafazasına ça*lıştıkları bir zamanda Hz. Ali (r.a.) tarihiyle ondan haber vermekle gaybî ke*ramatı be*yan ettiği yerde ulema içinde birisine iltifat gösteriyor. Elbette bu iltifatın gerçi çok ef*radı olabilir. Fakat bu ka*rine-i hal gösteriyor ki Risale-i Nur şakird*leri bir husu*siyet kesbetmiş ki Hz. Ali (r.a.) ilti*fatla Risale-i Nur’u alkışlıyor.» (Osmanlıca 18. Lem’a sh: 316)

    14- «Hazret-i İmam-ı Ali radiyallahu anhu, Kaside-i Ercûzesinde deyip, bu za*manda tamim edilen ecnebi harflerine bakıp, bu cüm*ledeki harflerin cifri ve ebcedi rakamla*rının bu zamana parmak basma*larıyla vaki ce*reyan-ı küfriyâneye işaret ettiği.» (Lem’alar sh: 447)

    15- Hem yine « Yani, ecnebi hurufları 1348’de tâmim edilecek, çoluk-çocuk emirler ve fa*kirler icbar suretinde, gece dersleriyle öğ*renmeye çalışacaklar.» (Şualar sh: 736)

    Yukarıda kısmen nakledilen sarih ifade ve be*yanlar, Kur’ân yazısı hem bir şeair, hem bu milletin ve âlem-i İslâmın müşterek esas yazısı olduğunu ifade eder.

    Ve bu yazıyı muha*faza etmek, Risale-i Nur’un bir va*zifesi*dir. Bu beyan*lar, bu sarih hükmün kat’iyetle te’vili mümkün ol*madığını gösterir.


  7. #47
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    33-VAZİFE-İ İLÂHİYEYE KARIŞMAMAK DÜSTURU VE ESASI

    Bu düstur ve esas; hak ve hikmete tam muvafık mu*amele yapmak, ancak sonsuz hikmet-i İlâhiyenin tercihi ile oldu*ğunu anlamakla O’na teslim olmak ve tevekkül etmek sırrını ifade eder. Bunun için Bediüzzaman Hazretleri hizmette isti*kamet ehlini şöyle tavsif eder.

    1- «[1] sırrına mazhar olup, hüsnü kabul ve hüsn-ü tesir ve teveccüh-ü nâsı kazanmak nok*talarının Cenâb-ı Hakkın vazifesi ve ihsanı olduğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde da*hil olmadığını ve lâzım da olmadığını ve onunla mü*kel*lef olmadığını bilmekle ihlâsa muvaffak olur. Yoksa ih*lâsı kaçırır.» (Lem’alar sh: 133)

    2- «Tarik-i hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakka ait vazi*feyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşer*ler. Edebü’d-Din ve’d-Dünya risalesinde vardır ki:

    Bir zaman şeytan, Hazret-i İsâ Aleyhisselâma iti*raz edip demiş ki: “Madem ecel ve herşey kader-i İlâhî iledir sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl ölecek*sin.”

    Hazret-i İsâ Aleyhisselâm demiş ki: Yani, “Cenâb‑ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: ‘Sen böyle yapsan sana böyle ya*pa*rım. Göreyim seni, ya*pabilir misin?’ diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: ‘Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?’ diye tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakkın rubu*biyetine karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, ubudiyete mü*nâ*fi*dir.”

    Madem hakikat budur insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.

    Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanların*dan ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve et*bâı ona demişler:

    “Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.”

    O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda ha*re*ket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine ka*rışmam. Muzaffer et*mek veya mağlûp etmek Onun va*zifesidir.”

    İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.

    Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî ile işle*dikleri ef’al*lerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemek ge*rektir. Meselâ, kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risale-i Nur’a iltihakları şevk*lerini ziyadeleştiriyor, gay*rete getiriyor. Dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâ*neviyeleri kı*rılıyor, şevkleri bir derece sönü*yor. Halbuki, üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber‑i ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, [2] olan ferman-ı İlâhîyi kendine reh*ber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve din*leme*me*siyle daha ziyade sa’y ve gayret ve cid*diyetle tebliğ et*miş. Çünkü

    [3] sırrıyla anla*mış ki, insan*lara dinlettirmek ve hidayet ver*mek, Cenâb-ı Hakkın va*zifesidir Cenâb-ı Hakkın vazifesine karış*mazdı.

    Öyleyse, işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olma*yan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tec*rübe vaziyetini almayı*nız.» (Lem’alar sh: 130)

    3- «İhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlâhiyeye karışmamalı.» (Lem’alar sh: 133)

    4- «Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır kes*ret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değildir. Çünkü onlar, vazife-i İlâhiyeye ait olduğu için, iste*nilmez, belki bazan verilir.» (Lem’alar sh: 152)

    5- «Hüner, kesret-i etbâ’ ile değildir. Belki hüner, rıza-yı İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyor*sun ki, böyle hırsla “Herkes beni dinlesin?” diye, vazi*feni unutup va*zife-i İlâhiyeye karışıyor*sun? Kabul et*tirmek, senin etra*fına halkı toplamak Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah’ın vazi*fe*sine karışma.» (Lem’alar sh: 152)

    6- «Vazifemiz olan hizmet-i imaniyeyi ihlâsla yap*maya ça*lışmalı, vazife-i İlâhiye olan muvaffaki*yet ve ha*yırlı neticeleri vermek cihetine karışmamalı*yız.» (Şualar sh: 482)

    7- «Bu sırada, böyle evhamlı ve telâşlı bir za*manda, bizim için en selâmetli yer hapistir. İnşaallah Nurlar hem kendimizin, hem kendilerinin serbestiye*tini kazandıracak*lar. Madem emsalsiz bir tarzda, çok ağır şerait altında, pekçok muarızlar karşısında bu de*rece Nurlar kendilerini okutturuyorlar, talebelerini hapiste çeşit çeşit suretlerde çalıştırıyor, perişaniyetle*rine inâ*yet-i İlâhiye ile meydan vermiyorlar biz bu de*receye ka*naat edip şekvâ yerinde şük*retmekle mükelle*fiz. Benim bütün şiddetli sıkıntılara karşı ta*hammü*lüm bu kanaat*ten geliyor. Vazife-i İlâhiyeye karış*mam.» (Şualar sh: 518)

    8- «Biz Risale-i Nur şakirdleri ise, vazifemiz hiz*mettir va*zife-i İlâhiyeye karışmamak ve hizmeti*mizi onun vazi*fesine bina etmekle bir nevi tecrübe yap*mamak olmakla beraber, kemi*yete değil, keyfiyete bakmak..» (Kastamonu Lâhikası sh: 107)

    9- «Risale-i Nur şakirdleri, hizmet-i Nuriyeyi ve*lâ*yet maka*mına tercih eder keşif ve kerâmâtı aramaz ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz ve va*zife-i İlâhiye olan muvaf*fakiyet ve halka ka*bul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettir*mek ve müstahak oldukları şan ve şeref ve ezvak ve inâyetlere mazhar etmek gibi, kendi vazifelerinin hari*cinde bulu*nan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhli*sen çalışır*lar, “Vazifemiz hizmettir, o yeter” derler.» (Kastamonu Lâhikası sh: 263)

    10- «Vazifemiz, ihlâs ile ve sebat ve tesanüdle ve mümkün olduğu kadar ihtiyatla, “sırren tenevve*ret” irşad-ı Alevîyi fiilen tasdik etmek, ona göre hareket et*mektir. Yoksa, muarızlara mu*kabele etmek ve on*la*rın hücumun*dan telâş etmek değil. Muvaffakiyet ve fütuhat-ı Nuriye ve revaç ile intişarı ise, va*zife-i İlâhiyedir. Vazifemizi yapıp, vazife-i İlâhiyeye karış*mamak gerektir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 212)

    11- «Her vakit ihtiyat, ihlâs, tesanüd, sebat, sarsıl*ma*mak ve vazifemizi yapmak ve vazife-i İlâhiyeye ka*rışmamak “sırran tenevveret” düsturuna göre hareket etmek ve telâş ve me*yus olmamak lâ*zım ve elzemdir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 14)

    12- «Vazifemiz ihlâs ile iman ve Kur’ân’a hizmet et*mektir. Amma bizi muvaffak etmek ve halka ka*bul et*tirmek ve muarız*ları kaçırmak ise, o vazife-i İlâhiyedir. Biz buna karışmayacağız. Mağlûp da ol*sak, kuvve-i mâ*neviyeye ve hizmetimize nok*sanlık vermeyecek. O noktada kanaat etmek lâ*zımdır.

    Meselâ, bir zaman İslâmın büyük bir kahramanı Celâleddin Harzemşah’a demişler: “Cengiz’e karşı mu*zaf*fer olacaksın.”

    O demiş: “Vazifemiz cihad etmektir. Bizi galip et*mek vazife-i İlâhiyedir. Ona karışmam.”

    Sizin şimdiye kadar sarsılmadan hâlis hizmeti*nizin delâle*tiyle, siz de bu kahramana iktida etmişsiniz. Binden bir iki adam sizden kabul etse, yine sar*sılmamak gerek*tir. Bazan bir iki adam, bine mu*kabil geliyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 55)

    13- «Bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışma*mak ha*ki*kati için, bana karşı yapılan muamelelere sa*bırla, rıza ile mukabele ettim... ...Cihad-ı mânevi*yenin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışma*maktır ki, “Bizim vazi*femiz hizmettir netice Cenab-ı Hakka âit*tir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mü*kellefiz.”

    Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, “Benim va*zi*fem hiz*met-i imaniyedir muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir” de*yip ihlâs ile hareket et*meyi Kur’ân’dan ders almı*şım.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 241)

    14- «Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftar*ları aramaya kendilerini mecbur bil*mi*yorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasın*lar, bulsunlar” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyor*lar. Hakikî ih*lâsı taşıyan bir adamı, yüz adama tercih edi*yorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 170)

    15- «Risale-i Nur’un mesleği ise, vazifesini yapar, Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmaz. Vazifesi tebliğ*dir kabul ettir*mek, Cenab-ı Hakkın vazifesi*dir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 259)

    Bu nakillerden açıkça ve kat’iyetle anlaşıldı ki, emir ve tav*siye edilenleri, emr edildiği için ve emre*dildiği gibi ve bir ibadet anlayışıyla yapmaya çalışarak neticeleri Allahın hik*metine bıra*kıp düşünmemek ve is*tememek bir esas ve düs*turdur.


  8. #48
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ KİMDİR?

    Bediüzzaman kelimesi zamanın bedii olan, zama*nında ben*zeri olmayan, zamanının garib ve acibi olan mânalarına gelir. Fevkalâde meziyetlere sahib ol*duğun*dan dolayı mu*asırları olan âlimler, Said Nursî Hazretlerine Bediüzzaman lakabını vermişler*dir. Bediüzzaman lakabının mefhumu kendi ifadesiyle şöyle*dir:

    «Sual: Sen imzanı bazen “Bediüzzaman” yazıyor*sun. Lâkap medhi imâ eder.

    Cevap: Medih için değildir. Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu ünvan ile ibraz ediyorum. Zira bedi, garip demektir. Benim ahlâkım, sure*tim gibi ve üslûb-u beyanım, elbisem gibi ga*riptir, muhaliftir. Görenekle revaçta olan muhakemat ve esalibi, benim üslûp ve muhakematımla mikyas ve mihenk itibar yapma*mayı bu ünvanın lisan-ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım, “bedî,” acip demektir.



    masadak oldum. Bir misali budur: Bir senedir İs*tanbul’a gel*dim, yüz senenin inkılâbatını gör*düm. » (Hutbe-i Şamiye sh: 101)

    Bu kısım, Bediüzzaman Hazretlerinin kendi Tarihçe-i Hayatından alınan kısa parçalardan derlen*miş olup, ço*cukluk ve tahsil hayatı devresi alınmamıştır. Uzun olma*ması için tafsilata girilmemiştir. Tafsilatı merak edenle*rin, mezkûr Tarihçe-i Hayatını mütalaa etmeleri gerekiyor.

    Hayat safhalarındaki tarihleri merak edenler, bu ki*ta*bın so*nundaki krono*lojik tarih listesine bakabilirler.

    Şimdi Tarihçe-i Hayat eserinden alınan parçalarla ic*malen ve anahatlarıyla Bediüzzaman Hazretlerinin hayat safhalarına geçiyoruz:

    «Üstadın hayatı, küllî hizmeti noktasından top*luca iki büyük safha arzetmektedir:

    Birincisi: Doğuşundan itibaren tahsil hayatı, Van’daki ika*meti, İstanbul’a gelişi, siyasî hayatı, seya*hat*leri, harb-i umumîye iştiraki, Rusya’daki esareti, İstanbul’da Dar-ül Hikmet-il İslâmiye azalığında bulu*nuşu, Kuva-yı Milliyede İstanbul’daki hizmeti, Ankara’ya gele*rek ilk Meclis-i Mebusandaki faaliyetleri ve kısa bir müd*det sonra Van’a çekilip inzivayı ihtiyar etmesi gibi herbiri ayrı bir hayat sahnesi olan Üstadın hayatının bu birinci safhası iman ve Kur’an hizmeti iti*barıyla ikinci safha ha*yatının mukaddemesi hükmün*dedir. İkinci büyük hizme*tine hazırlıktır. Ömrünün el*linci senesine kadardır.

    İkincisi: Van’da inzivada iken Garb’a nefyedilip Isparta’nın Barla Nahiyesinde ikamete memur edildiği zamandan başlar ki Risale-i Nur’un zuhuru ve intişarı*dır. Azamî ihlas, azamî fe*dakârlık, azamî sadakat, me*tanet ve dikkat ve iktisad içinde Risale-i Nur’la giriştiği hizmet-i imaniye ve ma*nevî cihad-ı diniyedir.

    Hayatının bu ikinci safhası: Harb-i Umumî netice*sinde İmparatorluğumuzun inkıraz bulmasıyla insan*lık âleminde me*deniyet-i beşeriyeyi mahveden ve se*mavî dinlerle mücadeleyi esas ittihaz edinen komü*nizm reji*mi*nin insaniyetin yarısını istila ede*rek dün*yayı dehşete sal*dığı ve memleketimizi tehdide yelten*diği ve manevî tah*ribatının tehlikesine maruz kaldı*ğımız bir devreye rast*lar. Bu devre, bin senedir Kur’ana bayraktarlık yapmış, İslâmiyet’e asırlarca hizmet etmiş kahraman bir millet için dikkatle incelen*mesi lâzım ge*len bir devre*dir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 27)

    «Molla Said, Şarkın büyük ülemâ ve meşayihin*den olan Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tagî, Şeyh Fehim ve Şeyh Mehmed Küfrevî gibi zevat-ı âliye*nin herbiri*sinden ilm ü irfan hususunda ayrı ayrı ders*lere nail olduğundan, onları fevkalâde severdi. Ülemadan Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah Efendilere de ziyade muhabbeti vardı.

    Van’da maruf ülema bulunmadığından, Hasan Paşa’nın da*veti üzerine Molla Said, Van’a gitti. Van’da on*beş sene kalarak, aşâirin irşadı için aralarında seya*hatla tedris ve tederrüs vazife*siyle hayat geçirdi. Van’da bulun*duğu müddet, vali ve memurîn ile ihtilat ederek, bu asırda yalnız eski tarzdaki İlm-i Kelâm’ın İslâm dini hakkın*daki şek ve şüphelerin red*dine kâfi ol*madığına kanaat hasıl etmiş ve fü*nunun tahsiline lüzum görmüştür...

    Bu kanaatı hasıl ettiği o zamanda, ulûm-u müs*bete denilen bütün fenleri tetebbua başlayarak pek kısa bir zamanda Tarih, Coğrafya, Riyaziyat, Jeoloji, Fizik, Kimya, Astronomi, Felsefe gibi ilimlerin esasla*rını elde etmiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 46)

    «Molla Said Van’da bulunduğu zamanlarda bazı hu*suslarda o havalinin ülemasına muhalif bulunu*yordu...

    Kat’iyyen hiç kimseden hediye olarak para alma*mak ve maaş bile kabul etmemek.. daima mücerred kalmak ve dünyada birşeyle alâka peyda etmemek... Bunun içindir ki: “Bütün malımı bir elimle kaldı*rıp götürebilmeliyim” demiştir. Bu halin sebebi so*ru*lunca: “Bir zaman gelecek herkes benim halime gıbta edecek*tir. Saniyen mal ve ser*vet bana lezzet vermiyor, dünyaya ancak bir misafirhane nazarıyla bakıyorum.” derdi.» (Tarihçe-i Hayat sh: 47-48)

    «Bediüzzaman, Van’daki ikameti esnasında Âlem-i İslâm’ın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunu*yordu. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müdhiş haberi ona gös*termişti. Haber şu idi:

    İngiliz Meclis-i Meb’usanında Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur’an-ı Kerim’i göstererek söylediği bir nutukta:

    Bu Kur’an, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalı*yız, bu Kur’an’ı on*la*rın elinden kaldırmalıyız yahut Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş.

    İşte bu müdhiş haber, onda tarifin fevkinde bir te*sir uyan*dırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bü*tün letaifi uyanık ve ilim, irfan, ihlâs, cesaret ve şe*caat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman’ın bu havadis üzerine: “Kur’an’ın sön*mez ve söndürülmez manevî bir güneş hük*münde olduğunu, ben dünyaya is*bat edeceğim ve gös*tereceğim!” diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu sâikle çalışır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 51)

    «Bediüzzaman, Şarkî Anadolu’da “Medresetüzzehra” na*mında bir dâr-ül fünun aç*mak, ya Van’da veyahut da Diyarbakır’da dâr-ül fü*nun derece*sinde bir medrese te’si*sine çalışmak için İstanbul’a geldi.» (Tarihçe-i Hayat sh: 54)

    «İstanbul’daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi: “Burada her müşkül halledilir, her suale cevap veri*lir; fakat sual sorulmaz.”HAŞİYE 2

    İstanbul’da grup grup gelen ulemanın suallerini cevaplan*dırıyordu. Genç yaşında böyle bilâ istisna bütün suallere cevap vermesi ve gayet mukni ve beliğ ifade ve harika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevk ediyordu. Ve “Bediüzza*man” ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zatı, bir “nâdire-i hilkat” olarak tavsif ediyorlardı.

    Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmiü’l-Ezher Üni*versitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi İstanbul’a bir seya*hat için geldiğinde, Kürdistan’*ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstan*bul’da bulunan Bediüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İstanbul uleması, Şeyh Bahît’ten bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Ba*hîd de bu teklifi kabul ederek bir müna*zara ze*mini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Camiin*den çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telâkki eden Şeyh Bahît Efendi, yanında ulema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman’a hi*taben,



    yani, “Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyor*sunuz, fikri*niz ne*dir?” der.

    Şeyh Bahît Efendinin bu sualden maksadı, Be*diüzzaman’ın şek olmayan bir bahr-ı umman gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını tecrübe etmek değil, belki, zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak idi. Buna karşı Bediüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:



    Yani, “Avrupa bir İslâm devletine hâmiledir, gü*nün birinde onu doğuracak. Osmanlılar da Av*rupa ile hâmi*ledir; o da onu doğuracak.”

    Bu cevaba karşı Şeyh Bahît Hazretleri,

    “Bu gençle münazara edilmez. Ben de aynı ka*naatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifade etmek, an*cak Bediüzzaman’a has*tır”* demiştir.” (Tarihçe-i Hayat sh: 52-54)

    «Japon Başkumandanı bir heyetle birlikte İstanbul’a gelmiş. İslâm Dinini tedkik etmiş olan bu kumandan, zih*nindeki bazı istifhamları gidermek ama*cıyla, İslâm Hilafetinin payitahtı olan İstanbul’un bü*yük ülemasından çeşitli sualler sormuştu. O sıra Bediüzzaman Said-i Kürdî Hazretlerinin sît ü şöhreti de âfâkı kapladığı günler idi. İstanbul üleması, altından kalkamadık*ları çetin ve mu’dil sualleri gelip Bediüzzaman’a sorarlar. Ona so*rulan bu sual*lerin ekse*risi müteşabih olan bazı hadîs-i şeriflerin hakikat*lerine dairdir. Bu hâdiseyi Bediüzzaman bilâhare Denizli ve Afyon Mahkeme Müdafaatında bir münasebetle şöyle an*latır:

    Hürriyet’ten bir sene evvel İstanbul’a geldim. O za*man Japonya’nın başkumandanı, İslâm ülema*sından dinî bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hoca*ları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sual ettiler. Ezcümle, bir hadîste: “Âhirzamanda dehşetli bir şahıs sa*bah kalkar, alnında “Hâzâ kâfirun” yazılmış bulunur” diye hadîs var deyip benden sordu*lar. Dedim: “Bir acib şahıs, bu milletin ba*şına geçer ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydi*rir.” Bu cevab*dan sonra bunu sordu*lar: “Acaba o zaman onu giyen kâ*fir olmaz mı?” Dedim: “Şapka başa gele*cek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah müslüman edecek.” Sonra dediler: “Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hâdise ile Süfyan olduğu bili*necek?” Ben de cevaben dedim: “Bir darb-ı mesel var: Çok israflı adama “eli deliktir” denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi’ oluyor, deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya mübtela olup, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak.” Sonra birisi sordu ki: “O öldüğü zaman İstanbul’da Dikili Taş’ta şeytan dünyaya bağıra*cak ki fi*lan öldü.” O vakit ben dedim: “Telgrafla ha*ber verile*cek.” Fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işit*tim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Sekiz sene sonra Dar-ül Hikmet’te iken dedim: “Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek.” Sonra Sedd-i Zülkarneyn ve Ye’cüc ve Me’cüc ve dabbet-ül arz ve Deccal ve nüzûl-ü İsa (A.S.) hakkında sualler sormuş*lardı. Ben de cevab vermiştim. Hattâ eski risalelerimde onlar kıs*men ya*zılmışlar. (Şualar sh: 358)

    «Bediüzzaman Hazretleri bu acib tevillerle mana*lan*dırdığı ve istikbale rasihane nüfuz eden cevabları, o za*man Japon Başkumandanına verilir. Başkumandan bunun üzerine Bediüzzaman’ı görmeyi ve onunla görüşmeyi arzu eder ve gö*rüşürler.» (B.S.N. Mufassal Tarihçe-i Hayatı sh: 186)

    «Hürriyetten sonra mücahid arkadaşlarıyla bera*ber İttihad-ı Muhammedî (A.S.M.) Cemiyeti’ni kurmuşlar, cemiyet pek kısa bir zamanda inkişafa baş*lamış, hattâ Bediüzzaman’ın bir makalesiyle Adapazarı ve İzmit ha*valisinde elli bin kişi cemiyete dâhil olmuştu.

    Hürriyeti sû’-i tefsir etmemek ve meşrutiyeti meş*rutiyet-i meşrua olarak kabul etmek lâzım geldiğini ileri sürerek bu hu*susta dinî gazetelerde makaleler neş*rediyor ve hitabelerde bulunu*yordu. Bu makale ve hi*tabeleri, em*salsiz denecek kadar beliğ ve mukni’ idi. Ehl-i ilim ve ehl-i siyaset, Said Nursî’nin bu yazıların*dan ve dersle*rinden çok istifade etmişlerdir. O zaman*daki intibah-ı millîyi, Anadolu ve Asya’nın saadet-i dünyeviyesinin fecr-i sâdıkı olarak müjde veriyor, fakat elden kaçma*ması için evamir-i şer’i*yeyi çabuk imtisal etmenin za*rurî olduğunu ileri sürü*yordu. “Eğer meş*rutiyeti hürriyet-i şer’iye ile kabul et*mezsek ve öyle tat*bik edilmezse, elimizden kaçacak, müstebid bir idareye yerini terkedecek” diye ih*tar edi*yordu.» (Tarihçe-i Hayat sh: 54)

    «Nihayet menhus Otuzbir Mart hâdisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan onbeş ka*dar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme bina*sının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pen*cereden onları gördüğü bir halde mu*hakeme olu*nur.

    Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar: “Sen de şeriat is*te*mişsin?..”

    Bediüzzaman cevap verir: “Şeriatın bir haki*ka*tına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i sa*adet ve adalet-i mahz ve fazi*lettir. Fakat, ihtilalcilerin is*teyişi gibi de*ğil!”

    Bediüzzaman’ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tab’edilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid’den tâ Sultanahmet’e kadar arkasında kalabalık bir halk kit*lesi mevcut olduğu halde: “Zâlimler için yaşasın Cehennem! Zâlimler için yaşasın Cehennem!” ni*dalarıyla ilerlemiş*tir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 60)

    Bediüzzaman’ın bu mahkemedeki uzun müdafa*asından iki parça:

    «Eğer medeniyet, böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak ve*rici iftiralara ve insafsızcasına intikam fi*kir*le*rine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâ*üba*lice*sine hareketlere müsaid bir zemin ise, herkes şa*hid olsun ki o “saadet-saray-ı medeniyet” tes*miye olunan böyle mahall-i ağraza bedel Vilâyat-ı Şarkiyenin hür*ri*yet-i mut*lakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki be*deviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz me*deni*yette görmediğim hürriyet-i fi*kir ve serbesti-i ke*lâm ve hüsn-ü niyet ve selamet-i kalb, Şarkî Anadolu’nun dağla*rında tam mânasıyla hükümfermâ*dır...» (Tarihçe-i Hayat sh: 77)

    «Bu hükûmet, zaman-ı istibdadda akla husumet edi*yordu şimdi de hayata adavet ediyor... Eğer hükûmet böyle olursa, yaşasın cünun!.. Yaşasın mevt!.. Zâlimler için de yaşasın Cehennem!.. Ben zaten bir zemin istiyor*dum ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.» (Tarihçe-i Hayat sh: 61)

    (Tafsilat için aynı kaynak kitaba bakınız)

    «Bundan sonra İstanbul’da fazla kalmaz, Van’a git*mek üzere İstanbul’dan ayrılır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 78)

    «Van’a muvasalat ettikten sonra, aşâiri (aşiretleri) dolaşarak içtimaî, medenî, ilmî derslerle onları irşada ça*lışmıştır. Bu hu*susta, sual-cevab halinde, “Münâzarat” isimli bir kitab neşret*miştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 79)

    «Sonra Van’dan Şam’a gider. Şam ülemâsının ilhahı ve ısrarı üzerine, Câmi-ül Emevî’de on bine yakın ve içeri*sinde yüz ehl-i ilim bulunan azîm bir cemaata karşı bir hutbe irad eder. Bu hutbe fevkalâde takdir ve tahsin ile kabule mazhar olur. Bilâhare buradaki hutbesi, “Hutbe-i Şâmiye” na*mıyla tabedilmiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 88)

    «Şam’da fazla kalmadı. Şarkî Anadolu’da Medreset-üz Zehra namıyla vücuda getirmek istediği dâ*rülfünunun küşadı için ça*lışmak üzere İstanbul’a geldi. Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahatı münasebe*tiyle, Vilâyât-ı Şarkiye na*mına refakat etti.» (Tarihçe-i Hayat sh: 101)

    «O vakit Kosova’da, büyük bir İslâm dârülfü*nununun tesisine teşebbüs edilmişti. Orada hem İttihadçılara, hem Sultan Reşad’a der ki: “Şark, böyle bir dârülfünuna daha ziyade muhtaç ve Âlem-i İslâm’ın merkezi hükmündedir.” Bunun üzerine şarkta bir dârül*fünun açılacağını va’dederler. Bilâhare Balkan Harbi çık*masıyla o medrese yeri, yâni Kosova istila edilir. Bunun üzerine müracaatla Kosova’daki dâ*rülfünun için tahsis edi*len on*dokuz bin altın liranın şark dârülfünunu için veril*mesini taleb eder, bu talebi kabul edilir.

    Bediüzzaman tekrar Van’a hareket eder. Van Gölü kena*rındaki Artemit’te (Edremit) o dârül*fünunun temeli atı*lır. Fakat ne çare ki Harb-i Umumî’nin zuhuruyla, te*şebbüs geri kalır. Zaten o kış Molla Said talebelerine: “Hazır olunuz, büyük bir mu*sibet ve felaket bize yaklaşı*yor” diye haber vermişti.» (Tarihçe-i Hayat sh: 105)

    Said Nursi Hazretleri, Birinci Cihan Harbinde gönüllü alay kumandanı ola*rak bü*yük fedakârlık*lar göstermiştir.

    «Bediüzzaman, Kafkas cephesinde Enver Paşa ve fırka ku*mandanının hayranlıkla takdir ettikleri hiz*met-i cihadiyeyi yaptık*tan sonra, Rus kuvvetlerinin iler*lemesin*den dolayı Van’a çekildi. Van’ın tahliyesi ve Rusların hü*cumu sırasında, bir kısım talebe*le*riyle Van kal’asında şe*hid oluncaya kadar müdafaaya kat’î ka*rar verdikleri halde, geri çekilen Van Valisi Cevdet Bey’in ısra*rıyla, Vastan kasabasına çekildi. Vali, kaymakam, ahali ve asker Bitlis tarafına çekilirken, bir alay Kazak süvarisi Vastan üzerine hücum etmişti. Molla Said, Van’dan kaçan ahalinin mal ve çoluk-çocukla*rının düşman eline geçmemesi için otuz-kırk kadar kaça*ma*mış asker ve bir kısım telebele*riyle o Kazaklara karşı koymuş ve hepsi*nin kurtulmasını sağlamıştır. Hattâ hü*cum eden Kazaklara deh*şet vermek için, geceleyin onla*rın üstündeki yüksek bir tepeye hü*cum tarzında çıkıyor güya büyük bir imdat kuvveti gelmiş zan*netti*rerek, Kazakları oyalayıp ilerletmiyordu.

    Böylelikle Vastan’ın Rus istilasından kur*tulmasına sebeb olmuştur.

    O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymettar talebesi Molla Habib ile “İşârât-ül İ’caz” na*mındaki tefsirini te*’lif ediyordu. Bazan avcı hattında, ba*zan at üzerinde, bazan da si*pere girdikleri zaman kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. İşârât-ül-İ’caz’ın bü*yük bir kısmı bu vaziyette te’lif edilmiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 107)

    «Bediüzzaman, o harbde gönüllülere cesaret ver*mek için si*pere girmeyerek avcı hattında dolaşırdı.» (Tarihçe-i Hayat sh: 111)

    «Avcı hattında dolaşırken, vücuduna dört gülle isa*bet etmiş, fakat geri çekilmemiş ve gönüllülerin ce*sareti kırılmaması için si*pere dahi girmemiştir. Hattâ bunu işiten Vali Memduh Bey ve Kumandan Kel Ali, “Aman geri çe*kilsin!” diye haber gönderdikleri zaman, demiş:

    Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek...

    Hakikaten üç gülle, ölecek yerine isabet ettiği halde biri han*çerini, diğeri tütün tabakasını delip geç*miş ve kendisine bir zarar vermemiştir. Sabahleyin düşmanın bir taburu ile müsademe eder*ler, arkadaşla*rının çoğu şehid olur. Hattâ yeğeni ve fedakâr bir ta*le*besi olan Ubeyd dahi kendi bedeline şehid düştükten sonra düş*manın üç sıra askerini yararak geçip, hayatta kalan üç talebesiyle pek acib bir surette su üzerinde bu*lunan bir sütreye girer. Hem ya*ralı, hem ayağı kırık bir halde, otuzüç saat su ve çamur içinde ka*lır.

    Latif bir inayet-i İlahiyedir ki otuzüç saat onlar Rus askerle*rini gördükleri ve Ruslar da onları aradık*ları halde bulamadılar. Bu esnada Bediüzzaman, talebe*leri olan gö*nüllü fedâilere hitaben:

    Arkadaşlar! Durmayınız... Sizlere hakkımı helâl et*tim, beni bırakınız, siz kendinizi kurtarmaya çalışı*nız, de*mesi üzerine, fe*dakâr ve kahraman talebe*ler:

    Sizi bu halde bırakıp gidemeyiz şehid olur*sak, yine hizmetinizde olsun, deyip kalır*lar. Sonra Ruslar esir edip Van, Celfa, Tiflis, Kiloğrif, Kosturma’ya sevkederler.» (Tarihçe-i Hayat sh: 113-114)

    «Bediüzzaman’ı üserâ kampına götürürler. Burada şu şe*kilde şayan-ı takdir bir hâdise cereyan eder. Şöyle ki:

    Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe ge*lir. Teftiş es*nasında, Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamış*tır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vası*tasıyla der: “Beni herhalde tanımadılar?”

    Bediüzzaman: “Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.”

    Kumandan: “Şu halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorlar.”

    Bediüzzaman: “Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenab-ı Hakk’ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam et*mem.” der.

    Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe veri*lir. Birkaç zâ*bit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahim neti*ce*nin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.

    Fakat Bediüzzaman: “Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasa*port hükmünde*dir.”deyip kemal-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet ver*mez.

    Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edi*le*ceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister vazife-i dini*yesini ifadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gerece*ğini beyan eder. Tam bu es*nada, namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek, Bediüzzaman’dan özür dileyip:

    O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affedi*niz, diyerek verilen idam hük*münü geri aldırır.

    Bediüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraf*la*rında esa*rette kalır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 114-115)

    «Nihayet esaretten firar ile kurtulup Petersburg ve Varşova’ya gelmeye muvaffak olur. Bilâhare Viyana ta*rikiyle (R. 1334) sene*sinde İstanbul’a teşrif eder.» (Tarihçe-i Hayat sh: 116)

    O tarihte memleketin büyük bir kısmı çeşitli düş*man devletler tarafından işgal edildiği gibi, İstanbul da İngilizlerin işgali altın*daydı.

    «İstanbul’da İngilizler desiseleriyle Şeyhülislâmı ve diğer bazı ülemayı lehlerine çevirmeğe çalışmala*rına mu*kabil, Bediüzzaman “Hutuvat-ı Sitte” adlı eseri ve İstanbul’daki faali*yeti ile İngiliz’in âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyase*tini ve entri*kalarını, tarihî düş*manlığını et*rafa neşrederek Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu hususta en büyük âmiller*den birisi ol*muştu.» (Tarihçe-i Hayat sh: 138)

    Bediüzzaman 1920’de neşrettiği mezkûr Hutuvat-ı Sitte eserinde İngiliz’in aleyhimizdeki aldatıcı propa*gan*dasının içyü*zünü efkâr-ı ammeye şöyle beyan edi*yor:

    «Herbir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi be*şerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gad*dar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kundak so*kan “El-Hannas” altı hutuvatıyla âlem-i İslâm’ı ifsad için insan*larda ve insan cemaatlarındaki ha*bis menba*ları ve tabiat*larındaki muzır madenleri fiilî propaganda ile işlettiriyor, zaif damarları buluyor.

    Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı ca*hını, ki*mi*nin tamaını, kiminin humkunu, kimi*nin dinsizliğini, hattâ en garibi kiminin de taassu*bunu işletip siyasetine vasıta ediyor.» (Asar-ı Bediiye sh: 114)

    ...diyerek devam eden Altı Hatve, yani İngiliz’in İslâm aleyhindeki menfî ve aldatıcı propagandalarının içyüzünü efkâr-ı ammeye, hayatını tehlikeye ata*rak açık*lar ve İngilizlere karşı mücadele verir.

    Hem yine 1921 senesinde İngiltere’nin en büyük dinî da*iresi olan Anglikan Kilisesi başpapazının Meşihat-ı İslâmiye’den sorduğu bir suale, o za*man Dar-ül Hikmet-il İslâmiye azası olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin ver*diği nim-manzum ce*vabı şöyledir:

    «Bir zaman bî-aman İslâm’ın düşmanı, siyasî bir des*sas, yüksekte kendini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niye*tiyle, hem inkâr suretinde, hem de bo*ğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde, pek şe*matetkârane bir istifhamiyle dört şey sordu bizden. Altıyüz kelime is*tedi.

    Şematetine karşı, yüzüne “tuh!” demek desisesine karşı, küsmekle sükût etmek inkârına karşı da, tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatab et*mem. Bir hak-perest adama böyle cevabımız var:

    O dedi birincide: “Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) dini nedir?”

    Dedim: İşte Kur’ân’dır. Erkân-ı sitte-i iman, erkân-ı hamse-i İslâm esas maksad-ı Kur’ân.

    Der ikincisinde: “Fikir ve hayata ne ver*miş?”

    Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet.

    Buna dair şahidim:

    [4] [5]

    Der üçüncüsünde: “Mezâhim-i hazıra nasıl te*davi eder?”

    Derim: Hurmet-i ribâ, hem vücub-u zekâtla.

    Buna dair şahidim [6] da.

    [7] [8]

    Der dördüncüsünde: “İhtilâl-i beşere ne na*zarla bakı*yor?”

    Derim: Sa’y asıl, esastır. Servet-i insaniye zalim*lerde toplanmaz saklanmaz ellerinde.

    Buna dair şahidim:

    [9]

    [10]

    (Sözler sh: 746)

    «İstanbul’daki bu çok ehemmiyetli ve muvaffaki*yetli hizme*tinden, Türk Milletine pek ziyade menfaat*ler husule geldiğini mü*şahede eden Ankara Hükûmeti Bediüzzaman’ın kıymet ve ehem*miyetini takdir ederek Ankara’ya davet ederler. M. Kemal Paşa şifre ile davet etmiş ise de, cevaben:

    Ben tehlikeli yerde mücahede etmek isti*yo*rum. Siper arkasında mücahede etmek ho*şuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade, burayı daha teh*likeli görüyorum, demiştir.

    Üç defa şifre ile davet ediliyor. Eski Van Valisi, dostu mebus Tahsin Bey vasıtasıyla davet edildiği için, nihayet karar verir ve Ankara’ya gelir. Ankara’da al*kış*larla karşı*lanır. Fakat ümid et*tiği muhiti bulamaz. Kendisi Hacı Bayram civarında ikamet eder.

    Meclis-i Meb’usanda dine karşı gördüğü lâkaydlık ve garblılaşmak bahanesi altında, Türk Milleti’nin kudsî mefahir-i tarihiyesi olan Şeair-i İslâmiyeden bir soğuk*luk gördüğü için, meb’usların ibadete, bilhassa namaza müda*vim olmalarının lüzum ve ehemmiyetine dair bir beyan*name neş*reder ve meb’uslara dağıtır. (Tarihçe-i Hayat sh: 138)

    Bediüzzaman Hazretleri bu hâdiseyi kendileri şöyle anlatı*yor:

    «Ankara’da divan-ı riyasetinde pek çok meb’uslar varken Mustafa Kemal şiddetli bir hiddet ile divan-ı riya*setine girip, bana karşı bağırarak: “Seni buraya ça*ğırdık ki, bize yüksek fikir be*yan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin.” Ben de onun hiddetine karşı dedim: “Namaz kıl*ma*yan haindir, hainin hükmü merduddur.” Dehşetli bir pot kırdım. Hâzır meb’us dost*larım telaş ettikleri ve herhalde beni eze*ceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nevi tarziye verip o meclisde hid*detini geri al*ması, âdeta dehşetli bir kuvveti ve haki*katı his*sedip geri çekilmesi, ikinci gün hususi riyaset oda*sında: “Hücumat-ı Sitte”nin “Birinci Desise” içinde bu*lunan “Meselâ: Ayasofya Camii ehl-i fazl ve kemalden ilâ âhir...” cümle*sinden başlıyan, tâ “İkinci Desise” ye kadar, bir saat tamamen ona söyle*dim.[11] Bütün hissiyatını ve prensi*bini rencide ettiğim halde bana ilişmemesi, hattâ taltifime çok çalışması, kat’iyyen bu üç cebbar fevkalâde kuman*danların [12] bu üç acib hâletleri, âdeta Eski Said’den korkmaları, şüphesiz ki Risale-i Nur’un, ileride kahra*man şâkirdlerin şahs-ı mânevîsinin hârika bir kuv*veti ve Risale-i Nur’un parlak bir kerametidir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 246)

    «Bediüzzaman İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsa*nıyla, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir te*şekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de beraber çalış*mak ümidiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlâhî ve mucize-i Peygamberî ile düşman taarruz*larını def’eden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur’an’a is*ti*nad eden ve Âlem-i İslâm’ın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyet’in hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti mey*dana getirecek bir niyet ve gayeyi bulun*durmak ve aşı*lamak üzere mecliste çalışıyordu.

    Fakat pek kuvvetli mâniler karşısına çıktı. Âlem-i İslâm’ı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, deh*şetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allah’a sığındığı) bir za*manı ve fitneyi ateşlendire*ceklerin kimler olduğunu an*lamış bulunuyordu. Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşman*larının arasında nam kazanmak eme*liyle, Şeair-i İslâmiyeyi tahrib etmenin, bu millet ve va*tan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edece*ğini eğer bir in*kılâb yapmak icab ediyorsa, doğ*rudan doğruya İslâmiyet’e mü*teveccihen Kur’an’ın kudsî kanun-u esas*îsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtar*larda bu*lunur.» (Tarihçe-i Hayat sh: 145)

    «M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nü*fuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a meb’us*luk, hem Darülhikmet’teki eski vazife*sini, hem Şark’ta Şeyh Sünusî’nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tah*sisi gibi teklifler ya*par.

    Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirza*mana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da te’vilini söyle*diği Hadîslerin ihbar et*tiği âhirzamanın deh*şetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve in*saniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine gelen rivayet*lerden, on*lara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül-Kur’an hak*kında, “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset cânibiyle on*lara galebe edilmez ancak manevî kılınç hükmünde i’*caz-ı Kur’an’ın nur*larıyla mukabele edilebilir.” ([13]) tavsi*yesine müra*atla, Ankara’da teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendi*sine tevdi edilmek istenen mebusluk, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye gibi Diyanet’teki azalığı, hem Vilayat-ı Şarkiye vaiz-i umumîliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fik*rinden vazgeçirmek için çalı*şan ve Ankara’dan ayrıl*mamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım me*busların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada ha*yat-ı içti*ma*iyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağa*racıkta idame-i hayat etmeye baş*lar.» (Tarihçe-i Hayat sh: 147)

    Bundan sonraki hayatında, iman hizmeti yolunda kar*şılaş*tığı meşakkat*lara, sabır ve sebatla mukabele eder.

    Yukarıda bahsi geçen hâdise ile alâkalı olarak Kur’an (68:9) âyeti, dinî şahsiyetlerin siyasetin içine girip âlet edil*memeleri dersini verir.

    Evet Kur’anın (68: 8,9,10) ayetleri bizzat Resulullaha (asm) ve ikinci dere*cede ve mânâ-yı külli*siyle de O’nun yo*lundan gi*den dinî şahsiyetlere bakar. Ayette geçen (tüdhinu)kelimesi: yu*muşak davranmak, müsamaha göster*mek demektir.

    Bu âyet ümmeti ikaz makamında diyor ki:

    «Ehli dalâlet isterler ki, ehl-i ilim, kendilerine müsa*maha göstersin, dalâletlerinin çirkinliğini beyan etmesin, sefahetlerine medenî hayat diye baksın ve bak*tırsın ve övsün.

    O zaman bunlar da, bu tavizkâr din adamını öve*cek, gerçek din adamı budur deyip lehinde teşvikatta bu*luna*caklar ve böylece kendi maksadlarına âlet ede*cek*ler.

    Halbuki bu ehl-i dalâlet âyetin ifadesiyle (mükezzib) tirler. Asıl mahiyetlerinde inkârcılık var. Hem de (hallaf) tırlar. Yani halkı aldatmak için çok ye*min eden ve aldatıcı ve fikirleri karıştı*rıcı sözleri ya*yan müfsidlerdir.

    Ve yine onlar, (mehîn) yani, alçak şahsiyetsiz ve an*layışsız kimselerdir. Onun için sakın bunlara itaat etmeyi*niz, müsamaha göstermeyiniz diyerek bu âyetler küllî mânâsiyle her asra bakıp dersini verir, ikazını ya*par.» (Mutemed Kur’an Lügatından ve Elmalılı Tefsirinden tahkiken tesbittir)

    «Van’da, mezkûr mağarada yaşamakta iken, Şark’ta ihtilal ve isyan hareketleri oluyor. “Sizin nüfu*zunuz kuv*vetlidir” diyerek yardım isteyen bir zâtın mek*tubuna: “Türk Milleti asırlardan beri İslâmiyet’e hizmet etmiş ve çok veliler yetiş*tirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çe*kilmez, siz de çekmeyiniz teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edil*melidir!” diye cevab gönderi*yor. Fakat yine hükûmet, Bediüzzaman’ı Garbî Anadolu’ya nefyediyor.

    Evvelâ, Burdur Vilayetine askerî muhafızlarla nef*yediliyor. Nihayet Burdur’da Said Nursî boş durmu*yor, dinî musahabelerde bulunuyor, diye gizli din düş*manları tarafından rapor tanzim etti*riliyor ve gurbet ha*yatı içinde kendi kendine ölür gider düşünce*siyle dağlar arasında tenha bir yer olan Isparta Vilayetine bağlı Barla Nahiyesine gönderilmeye karar veriliyor.» (T. Hayat sh: 150-151)

    Barla’ya 1926 senesinde gelen Bediüzzaman, Risale-i Nur namındaki eserlerini te’life başlıyor. Eserler el*yazma olarak ço*ğaltılıp okunuyor.

    «Risale-i Nur’un gittikçe inkişaf ettiğini, iman ve İslâmiyet’in kuvvetlenmeye başladığını anlayan gizli din düşmanları, “Bediüzzaman gizli cemiyet kuruyor, rejim aleyhindedir, rejimin temel nizamlarını yıkıyor!” gibi uy*durma ve hükûmeti aldatıcı ter*tib ve ittiham*larla 1935 se*nesinde Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde, idam kas*dıyla ve muhakkak su*rette mahkûm edilmesi direktifiyle hakkında dâva açtı*rılıyor. Bunun üzerine, Dâhiliye Vekili ve Jandarma Umum Kumandanı, teçhiz edilmiş askerî bir kıt’a ile birlikte Isparta’ya geliyorlar. Isparta-Afyon yolu boyunca süvari askerleri yerleştiriliyor. Isparta Vilayeti ve ci*varı, askerî birliklerle kontrol altında bulunduruluyor. Bir sabah vakti mâsum ve mazlum Bediüzzaman inziva*gâhından çıkarılarak, ta*lebeleriyle beraber, elleri kelep*çeli olarak kamyonlarla Eskişehir’e sevkediliyor. Yolda, Bediüzzaman ve talebelerine yakın bir alâka duyan Müfreze Kumandanı Ruhi Bey, kelepçeleri çözdürüyor. Bu suretle, namazlar kazaya bırakılmadan yola devam edili*yor. Hakikatı ve Bediüzzaman’ın masumiye*tini idrak eden Müfreze Kumandanı, Bediüzzaman ve talebeleri*nin bir dostu olmuş*tur...

    Yüzyirmi talebesiyle Eskişehir Hapishanesine geti*ri*len Said Nursî, tam bir tecrid-i mutlak içerisine alına*rak, kendisine ve tale*belerine dehşetli işkenceler tatbi*kine başlanıyor. Bediüzzaman Said Nursî, kendisine ya*pılan bu işkence ve azablara rağmen, Otuzuncu Lem’a ve Birinci ve İkinci Şualar’ı te’lif ediyor. Hapisteki bir*çok kimseler Üstad Bediüzzaman hapse girdikten sonra ıs*lah-ı nefs ede*rek mütedeyyin bir hale geliyorlar.» (T. Hayat sh: 215)

    27 Mart 1936’da Eskişehir hapsinden tahliye edi*len Bediüzzaman, Kastamonu’da ikamete mecbur edildi.

    «Risale-i Nur’un neşriyat ve fütuhat dairesi git*tikçe genişli*yor... İştiyakla Nurları okuyanlar, günden güne zi*yadeleşiyor. Risale-i Nur’daki hârika kuvvet ve tesira*tın neticesini müşahede eden gizli İslâmiyet düş*manları, yine bir entrika çevirip Risale-i Nur’a ve mü*ellifi Bediüzzaman’a suikasdla: “Bediüzzaman gizli ce*miyet kuruyor, halkı hükûmet aleyhine çevi*ri*yor, inkı*labları kökünden yıkıyor, Mustafa Kemal’e deccal, süf*yan, din yıkıcısı diyor, bunu Hadîslerle isbat ediyor.” gibi bir sürü bahane*ler ve plânlarla ittiham edilerek Kastamonu’dan Denizli Ağırceza Mahkemesine, yüz yir*mialtı talebesiyle bera*ber 1943 senesinde sevkediliyor. Sonra, Risale-i Nur Külliyatında siyasî bir mevzu olup ol*madığını tedkik için bir kaç memurdan müte*şek*kil bir ehl-i vukuf teşkil edilerek, müsadere edilen Nur Risaleleri ve mektublar tedkike başlanınca, Bediüzzaman “Bu vu*kufsuz ehl-i vu*kuf, Risale-i Nur’u tedkik edemez. Ankara’da yük*sek, ilmî bir ehl-i vukuf teşkil ettirilsin. Avrupa’dan fey*lesoflar geti*rilsin. Eğer onlar bir suç bulurlarsa, en ağır cezaya razı*yım.” der.

    Bunun üzerine Risale-i Nur Külliyatı ve bütün mek*tublar Ankara’da profesörler ve yüksek âlim*lerden mü*rekkeb bir ehl-i vukufa satır satır tedkik ettirilir. Ehl-i vukuf tara*fından “Bediüzzaman’ın siyasî bir faaliyeti yoktur. Onun mesleğinde cemiyetçilik ve tarikatçılık mevcud değildir. Eserleri ilmî ve imanîdir, Kur’an’ın bir tefsiridir” diye ra*por veriliyor. Mahkemeye verilişindeki ittihamlar, delilsiz ve isbat*sız olduğu için, bir takım uy*durma bahane ve tertiblerden ibaret ol*duğu anlaşılıyor. Neticede, Bediüzzaman bü*yük bir müdafaa yapı*yor. Nihayet, mahkeme ittifakla 15/6/1944 tarih ve 199/136 sayılı be*raet kararını veriyor. Yüzotuz parça Risale-i Nur Külliyatının hep*sine serbes*ti*yet verip, sahiblerine tama*men iade ediyor. Beraet ka*ra*rını, Temyiz Birinci Ceza Dairesi, 30/12/1944 ta*rihli ilamla ittifakla tasdik edip, Risale-i Nur dâvâ*sının hakkaniyeti kaziyye-i muhkeme ha*lini alıyor.

    Bediüzzaman ve talebelerinden bir kısmı hapiste dokuz ay kaldıktan sonra beraet kararı üzerine tahliye ediliyor. Fakat Said Nursî Hazretlerini hapishanede ze*hir*liyorlar, ölüm tehlikesi geçi*riyor. Cenab-ı Hakk’ın inaye*tiyle kurtuluyor.» (Tarihçe-i Hayat sh: 399)

    «Denizli Ağırceza Mahkemesinin Haziran 1944 ta*rihli beraet kararı ile hapisten tahliye olunan Nur tale*be*leri memleketlerine gitmişler, Üstad ise Ankara’dan bir emir alıncaya kadar Denizli’de Şehir Otelinde kal*mış*tır...

    Said Nursî Denizli’de iki ay kaldıktan sonra, Afyon vilayetinin Emirdağ kazasında ikamete memur edilir. Emirdağ’ına 1944 se*nesi Ağustos ayında nefyedi*lir. İlk önce onbeş gün kadar bir otelde kalır, sonra kira ile bir eve yerleşir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 458)

    Emirdağ’da Bediüzzaman’ın zehirlenmesi:

    «Bir siyasî memurun iğfali ve “imhası için yuka*rıdan emir aldık” demesine aldanan bir bekçibaşı, Üstad’ın pen*ceresine gece*leyin merdivenle çıkarak ye*meğine zehir atmış, ertesi gün Üstad zehirlene*rek kıvranmaya başla*mıştır. Zehirin tesiri çok azîm ol*duğu halde, kendisi “Cevşen-ül Kebir gibi ev*rad-ı kudsi*yelerin feyziyle ölüm*den muhafaza olunu*yorum. Fakat hastalık, ızdırab çok şiddetlidir.” derdi. Bir hafta kadar aç susuz denecek bir halde perişan bir vazi*yette inlemiş, sonra biiznillah şifa bulup, tek*rar tashihat gibi Risale-i Nur vazifeleriyle işti*gale başlamıştı.

    Bu şiddetli hastalık zamanlarında aslâ namazla*rını terket*medi. Yalnız ikinci ve üçüncü zehirlenmek zama*nında, taham*mülü gayrıkabil bir hastalıkta iki üç gün far*zını yatağında ancak kılabildi.

    Ölüm tehlikesi geçirdiği günlerde, bir gece sabaha kadar ya*nında nöbet bekleyip gözyaşları içinde Üstad’a dikkat eden iki tale*besi diyor:

    “Sabaha yakın, gözleri kapalı olduğu halde doğ*ruldu, ellerini dergah-ı İlahiyeye açıp yavaş bir sesle birkaç kelime ile Risale-i Nur hizmetinin inkişafına ve talebeleri*nin selâmetine dua etti. Sonra bayılmış vazi*yette yatağa düştü.”

    Hizmetini sıra ile iki üç genç talebesi ifa ederdi. Bir müddet onlar da men’edilmişse de, çalışkan talebeleri hizmetinden aslâ vazgeçmi*yerek yüksek bir fedakârlık gösterdiler.» (Tarihçe-i Hayat sh: 461)

    «Bediüzzaman 1944’te Denizli Mahkemesinde be*raet ettiği halde, Afyon vilayetine bağlı Emirdağ kaza*sında ikamete memur ediliyor. Orada kendi âhireti ve Risale-i Nur’la meşgul olurken 1948 senesinde bir sürü bahane*lerle, elli Risale-i Nur talebesiyle birlikte Afyon Ağırceza Mahkemesine sevk ediliyor ve hapse konu*lu*yor.

    Yapılan derin ve uzun tahkikat neticesinde, bir tek suç delili bulunamıyor. Fakat ne oldu ise oldu, ne yaptı*larsa yaptılar, nihayet mahkeme güya kanaat-ı vic*da*niye ile Bediüzzaman’a 20 ay ve mü*dakkik bir âlime 18 ay, yirmiiki kişiye de altışar ay hüküm veriyor. Diğerlerine de beraet veriyor.

    Mahkûmiyet kararı hemen temyiz ediliyor. Temyiz Mahkemesi kısa bir zamanda tedkikatını bitire*rek:

    “Madem Bediüzzaman Said Nursî Denizli Mahkemesinde aynı suçtan beraet etmiş. Denizli Mahkemesinin kararı hatalı da olsa, Temyiz’in tas*dikinden geçen bir dava tekrar taht-ı muhake*meye alı*namaz.” diye, verilen mahkûmiyet kararını esastan bo*zu*yor.

    Afyon Mahkemesi, Temyiz’in kararına uyulup uyulmayaca*ğını uzun uzadıya düşünüyor... Nihayet uyulmasına karar veriyor. Sonra da noksanların ikmali için çalışmaya başlıyor. Fakat bu ça*lışma bir türlü ta*mam*lanmıyor... Bediüzzaman ve talebeleri, hü*küm kat’iyet kesbetmeden, verilen ceza müdde*tini ha*pishanede ge*çirdikten sonra tahliye edilmişlerdir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 543)

    «Üstad Said Nursî, Afyon hapishanesinden 1949’da bir Eylül sabahı tahliye edildi. İki komiser ara*sında fay*tonla bir eve geldi. Üstad Afyon’da iki ay kadar ikamet*ten sonra da Emirdağı’na geldi. Emirdağı’nda bir çok Risale-i Nur talebeleri vardı. Oradaki hizmet-i Nuriyeyi bu talebe*ler ifa ettiler.» (Tarihçe-i Hayat sh: 612)

    «Afyon’da mahkeme devam ederken iktidarı ele alan Demokrat Parti hükûmeti, umumî af ilân etti. Afyon mah*kemesi de Af Kanunu’nun daire-i şü*mu*lüne girdiği için dosya or*tadan kaldırıldı. Fakat mah*keme heyeti, Risale-i Nur eserlerinin beraetine ka*rar vermedi, müsade*resine karar verdi. Bu karar 1956 tari*hine kadar devam etti. Mahkeme iki defa Nur Risalelerine mü*sadere kararı verdi. Temyiz Mahkemesi bu iki kararı da bozdu. Afyon Mahkemesi Temyiz’in ka*rarına uyarak Nurların beraetine karar verdi. Bu sefer Temyiz, usûlde noksanlık yüzünden bozdu ve eserlerin Diyanet İşlerince tedkikini istedi. Diyanet İşleri Müşavere Kurulunca bütün eserler tedkik etti*rildi. Neticede Nurların hakikatını bir derece belirten bir rapor verildi.

    Ehl-i vukufun mezkûr raporuna istinaden Afyon Mahkemesi, Haziran 1956 tarihinde ittifakla Nurların beraetine ve serbestiyetine karar verdi. Karar kat’ileşti. Artık bu tarihten sonra, merkez-i hükûmette Risale-i Nur mecmu*aları matbaalarda tab’ edilmeye başladı.» (Tarihçe-i Hayat sh: 614)


  9. #49
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    RİSALE-İ NUR NEDİR?

    RİSALE-İ NUR, Kur’anın i’caz-ı manevîsinin tefsiri olup, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri tara*fından 1920-1960 sene*leri arasında telif edilmiş olan eserlerdir.

    Risale-i Nur isminin verilişi eserlerinde şöyle ifade edilir:

    «Kur’an-ı Kerim’in feyzinden kalbime doğan fü*yu*zatı yanım*daki kimselere yazdırarak birtakım risale*ler vü*cuda geldi. Bu risa*lelerin heyet-i mecmuasına Risale-i Nur ismini verdim. Hakikaten Kur’an’ın nuruna istinad edil*diği için bu isim vicda*nımdan doğ*muş. Bunun ilham-ı İlahî olduğuna bütün ima*nımla kaniim.» (Şualar sh: 496)

    Risale-i Nur’un Barla’da başlayan te’lifi ve o dev*rin çok ağır tahakküm ve istibdadı, Bediüzzaman Hazretlerinin Tarihçe-i Hayatı’nda şöyle beyan ve tasvir edilir:

    «Barla, ehl-i imanın manevî imdadına gönderi*len Risale-i Nur Külliyatının te’lif edilmeye başlandığı ilk mer*kezdir. Barla, Millet-i İslâmiyenin hususan Anadolu hal*kının başına gelen deh*şetli bir dalalet ve dinsizlik cereya*nına karşı, Kur’andan gelen bir hidayet nurunun, bir sa*adet güneşinin tulu’ ettiği beldedir. Barla, rahmet-i İlahiyenin ve ihsan-ı Rabbanînin ve lütf-u Yezdanînin bu mübarek Anadolu hakkında, bu kahraman İslâm Milletinin evlad*ları ve âlem-i İslâm hakkında, hayat ve mematlarının, ebedî sa*adetlerinin medarı olan eserlerin lemean ettiği bahtiyar yerdir.

    Bediüzzaman Said Nursî Barla nahiyesinde daimî ve çok şiddetli bir istibdad ve zulüm ve tarassud altında bulun*duruluyordu. Barla’ya ne*fiy sebebi ise kalabalık şe*hirlerden uzaklaştırıp, böyle hücra bir köye atılarak ru*hunda mevcud hami*yet-i İslâmiyenin feveran etmesine mani olmak, onu konuş*tur*ma*mak, söyletmemek, İslâmî imanî eserler yazdır*mamak, âtıl bir vaziyete düşürup din*sizlerle mücahe*deden ve Kur’ana hizmetten men’etmek idi. Bediüzzaman ise, bu plânın tamamen aksine hare*ket etmekte muvaffak oldu bir an bile boş durmadan, Barla gibi tenha bir yerde Kur’an ve iman hakikatlarını ders ve*ren Risale-i Nur eserlerini te*’lif ederek perde altında neş*rini temin etti. Bu mu*vaffa*kiyet ve bu muzafferiyet ise çok muazzam bir galibiyet idi. Zira o pek dehşetli dinsizlik devrinde, ha*kikî bir tek dinî eser bile yazdırılmıyordu. Din adamları susturulup, yok edilmeğe çalışılıyordu. Dinsizler, Bediüzzaman’ı yok edememişler, uyuşmuş kalb ve akılları ihtizaza getiren İslâmî ve imanî neşri*yatına mani olamamışlardı.

    Bediüzzaman’ın yaptığı bu dinî neşriyat, yirmibeş senelik eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak devrinde hiç*bir zatın yapama*dığı bir iş idi.

    Bediüzzaman, Barla’ya 1925-1926 senelerinde nefyedilmiştir. Bu tarihler, Türkiye’de yirmi beş sene de*vam edecek bir istibdad-ı mutlakın icra-yı faaliyetinin ilk seneleri idi. Gizli dinsiz komiteleri, “İslâmî şeair*leri birer birer kaldıra*rak İslâm ruhunu yok etmek, Kur’anı topla*tıp imha et*mek” plânlarını güdüyorlardı. Buna muvaffak olunamayacağını ibli*sane düşünerek, “Otuz sene sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’anı imha etmesini intac ede*cek bir plân yapa*lım” demişler ve bu plânı tatbike koyulmuş*lardı. İslâmiyeti yok etmek için, tarihte görül*memiş bir tahribat ve tecavüzat hüküm sürmüştür.

    Evet altıyüz sene, belki Abbasîler zamanından beri yani bin seneden beri Kur’an-ı Hakîm’in bir bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyan Türk Milletini, bu vatan evladlarını, İslâmiyetten uzaklaştırmak ve mahrum bırakmak için, müs*lümanlığa ait her türlü bağların koparılmasına çalı*şılıyor ve bilfiil de muvaffak olunuyordu. Bu vâkıa cüz’î de*ğil, küllî ve umumî idi. Milyonlarca insanın hususan gençlerin ve milyonlar ma*sumların, talebelerin iman ve itikadlarına dünyevî ve uh*revî fe*la*ketlerine taalluk eden çok geniş ve şümullü bir hâ*dise idi. Ve kıyamete kadar gelip geçecek Anadolu hal*kının ebedî hayat*larıyla alâkadardı.

    O zaman ve o senelerde, bin yıllık parlak mazinin delalet ve şehadetiyle, Kur’anın bayraktarı olarak en yük*sek bir mevki-i mu*allayı ihraz etmiş bulunan kah*raman bir milletin hayatında, İslâmiyet ve Kur’an aleyhinde dehşetli tahavvüller ve tahribler ya*pılıyor ve cihanın en namdar ordusunun bin senelik cihad-ı diniye ile geçen parlak mazisi ve o mazide med*fun muhte*rem ecdadı, yeni nesillere ve mektebli talebe*lere unutturulmaya çalışılıyor ve mazi ile irtibatları ke*silerek bir takım maskeli ve sû*reta parlak kelâmlarla iğ*falatta bulunularak, komünizm reji*mine zemin hazırlanıyordu!

    İslâmiyetin hakikatında mevcud maddî-manevî en yüksek te*rakki ve medeniyet umdeleri yerine din*siz fel*sefenin bataklı*ğındaki nursuz prensipler, edebsiz edip ve feylesofların fikir ve ideoloji*leri, gizli komünistler, farmasonlar, din*sizler tarafından telkin ediliyor ve çok geniş bir çapta tedris ve talime çalışılıyordu. Bilhassa İngiliz, Fransız gibi İslâm düşmanlarının İslâm Âlemini maddeten ve manen yıprat*mak, sömürmek emelleri*nin başında, Kahraman Türk Milletinin dinî bağ*lardan uzak*laştırılması örf-âdet, an*’ane ve ah*lâk bakımından tama*men İslâmiyete zıt bir du*ruma getirilmek plânları vardı ve bu plânlar ma*alesef tatbik sahasına konmuştu!

    İşte Bediüzzaman Said Nursî’nin, Risale-i Nur’la Anadolu’daki hizmet-i imaniye ve Kur’aniyesine cansi*pe*rane çalı*şan bir fedai-yi İslâm olarak başladığı sene*ler ki, zemin yüzü*nün görmediği pek dehşetli bir dinsizlik devrinin başlan*gıcı ve teessüs za*manı idi. Bunun için Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’la hiz*metine nazar edildiği vakit, böyle dehşetli bir zamanı göz önünde bulundurmak icab eder. Zira tarihte em*sali gö*rülmemiş bu kadar ağır şerait tahtında yapılan zerre ka*dar hizmet, dağ gibi bir kıymet kazanabilir ufacık bir hiz*met, büyük bir değeri ve ne*ticeyi haiz olabilir! İşte Risale-i Nur böyle dehşetli ve ehemmiyetli bir zamanın mahsulü ve neticesidir. Risale-i Nur’un müellifi, yirmibeş senelik din yıkıcılı*ğının hükmet*tiği dehşetli bir devrin cihad-ı diniye meydanının en bü*yük kahra*manı ve tâ kıyamete kadar Ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) Dar-üs Selâm’a davet eden ve beşeriyete yol gös*teren rehber-i ekmeli*dir. Ve hem Risale-i Nur, Kur’anın elmas bir kılıncıdır ki, zaman ve zemin ve fiiliyat bunu kat’iyetle isbat et*miş ve gözlere göstermiştir. İşte öyle elîm ve feci ve dehşetli bir devri ih*das eden dinsizlerin icraatı olan pek ağır şartlar dâhilinde Bediüzzaman’ın inayet-i Hak’la te’life muvaffak olduğu Risale-i Nur eserleri, dinsizli*ğin istilasına karşı, yıkıl*ması gayr-ı kabil olan muazzam ve muhteşem bir sed teşkil et*miştir. Risale-i Nur maddiyyunluk, tabi*iyyunluk gibi dine muarız felsefe*nin muhal, bâtıl ve mümteni’ oldu*ğunu cerhedilmez bürhanlarla, aklî mantıkî delillerle isbat ederek en dinsiz feylesofları dahi ilzam etmiştir. Küfr-ü mutlakı mağlubiyete dûçar etmiş, din*siz*liğin istilasını durdurmuş*tur.

    Evet Bediüzzaman’a yapılan o tarihî zulüm ve iş*kence ve iha*netler altında feveran edip parlayan Risale-i Nur, bu zamanda ve istikbalde bir seyf-ül İslâmdır. Risale-i Nur ruhların sev*gilisi, kalblerin mahbubu, âşıkla*rın maşuku, canların cananı ol*muş ica*bında bu canan için canlar feda edilmiştir. Risale-i Nur be*şerin sertacı ve ha*laskârı mevki-i muallasında hiz*met yapmış ve yapmakta*dır. Risale-i Nur, Kur’anın son asırlarda bekle*nen bir mu*’cize-i manevîsi ola*rak tulû’ etmiş ve başta müellifi Bediüzzaman Said Nursî olarak milyonlarla talebeleri ve kardeş*leri, bu hakikat-ı Kur’aniye etrafında pervaneler gibi dönerek onun nuruyla nurlanmışlar, ondaki Kur’an ve iman ha*kikatlarını mas*setmişler (emmişler), imanlarını kuv*vetlendirmişler ve bu haki*kat-ı kübrayı bütün dün*yaya ilân etmek ve ölünceye kadar onu okumak ve ona hizmet etmek gayesini azmetmişlerdir.

    Evet Türk Milletini ve bu vatan ahalisini ve âlem-i İslâmı ebede kadar şerefle yaşatacak ve mazide olduğu gibi istikbalde de, tarihin altın sahifelerine, Kur’an ve İslâmiyet hizmetinde âlem-i İslâmın pişdarı ve namdar kumandanı olarak kaydetti*recek me*dar-ı iftiharı Risale-i Nur’dur. Büyük bir vüs’at ve külliyeti taşıyan ve Anadolu’da ve İslâm Âleminde zu*hur edip her tarafta hüsn-ü kabule ve te*sire mazhariyetle gittikçe inki*şaf ve intişar eden bu eser Kur’anın malıdır, âlem-i İslâmın ve ehl-i imanın ma*lıdır ve bu vatan aha*lisinin İslâmî bir me*dar-ı iftiharı*dır. Bu memlekette hükmeden bir hükûmetin nokta-i istinadı, hem aynı za*manda bütün dünyaya duyu*racağı muazzam hakikatlar manzumesidir ki, inşâallah bir zaman gelip radyo ile bütün âlemlere ders veri*lecek ve ilân edile*cektir.

    Evet dünya ilim ve irfan sahasına Türkiye’den bir güneş doğmuştur. Bu yeni doğan güneş, bin üçyüz yıl ev*vel âlem-i beşeri*yete doğmuş olan güneşin bir in’i*kasıdır ve o manevî güneşin her asırda parlayan lem’a*larından birisidir ve beklenilen son mu’cize-i manevî*sidir! Yalnız maneviyat sahasında değil, zâhiren ve madde*ten dahi te*sirini göstermiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 151-156)

    Nur Risalelerinde bütün Kur’an âyetleri değil, dev*rin ihtiya*cına ce*vap veren, imanî hakikat*ları anlatan âyetler tefsir edilmiştir. Eserin ye*gâne istinadgâhı Kur’andır. Mehmed Akif Ersoy’un:

    Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı

    Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı.

    beytiyle ifade ettiği idealini, Nur müellifi tahak*kuk ettirmiştir. Risale-i Nur 1957 senesinden beri mat*ba*alarda muhtelif defalar ba*sılarak neşredilmiştir ve edilmektedir.

    Daha has bir tarifle Risale-i Nur Bediüzzaman Said Nursî’nin “Yeni Said” devresinde yazdığı eserlerinin hepsine birden veri*len isimdir. “Eski Said” devresinde yazdığı eserlerinin de bir kıs*mını sonra*dan bizzat kendisi Risale-i Nur’a dâhil etmiştir. Bazı mektublarında buna dair beyanları var*dır.

    Bu eserlerinin bir kısmı ciltli kitaplar halinde, bir kısmı da cep kitapları şeklindedir. Ciltli kitap ha*linde olanlar şunlardır:

    Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar, Barla Lâhikası, Kastamonu Lâhikası, Emirdağ Lâhikası, İşarat-ül İ’caz, Mesnevi-i Nuriye.

    Son ikisinin aslı Arabça olup, kardeşi Abdülmecid Efendi tara*fından ya*pılmış tercümeleri neşredilmekte*dir. Mesnevi-i Nuriye daha sonraları Abdülkadir Badıllı tarafından da tercüme edilmiştir.

    Bir de Bediüzzaman Hazretlerinin hayatına dair yakın ta*lebeleri tarafın*dan yazılmış Tarihçe-i Hayat eseri bu me*yanda zikredilebilir. Bu ciltli kitaplar*dan alınarak tertib edilen ciltli iki kitap daha vardır: Asa-yı Musa ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî.

    Küçük cep kitabı olarak neşredilen ve ciltli ki*taplar*dan alın*mamış eserleri ise şunlardır:

    Hutbe-i Şamiye, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi, Münazarat, Muhakemat, Sünuhat, Tuluat, İşarat, Nurun İlk Kapısı, Nur Âleminin Bir Anahtarı.

    Gerek mecmua şeklinde birarada gerekse müstakil ola*rak neşredilen bu risalelerden bazılarına hususi isimler de verilmiş*tir. Tesbit edebildiklerimiz şun*lar*dır:

    Türkçe Risaleler:

    Âyet-i Feth Risalesi,

    Âyet-i Hasbiye Risalesi,

    Âyet-ül Kübra Risalesi,

    Bismillah Risalesi,

    Elhüccet-üz Zehra Risalesi,

    Es’ile-i Sitte Risalesi,

    Esma-i Sitte Risalesi ,

    Fihriste Risalesi,

    Hakikat Çekirdekleri Risalesi,

    Hastalar Risalesi,

    Haşir Risalesi,

    Hikmet-ül İstiaze Risalesi,

    Hutbe-i Şamiye Risalesi,

    Hutuvat-ı Sitte Risalesi,

    Hücumat-ı Sitte Risalesi,

    İçtihad Risalesi,

    İhlas Risaleleri,

    İhtiyarlar Risalesi,

    İktisad Risalesi,

    İşarat-ı Kur’aniye Risalesi,

    İşarat-ı Seb’a Risalesi,

    İşarat-ı Selase Risalesi,

    Kader Risalesi,

    Keramet-i Aleviye Risalesi,

    Lemeat Risalesi,

    Meyve Risalesi,

    Minhac-üs Sünne Risalesi,

    Mi’rac Risalesi,

    Mirkat-üs Sünne Risalesi,

    Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi,

    Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi,

    Muhakemat Risalesi,

    Müdafaat Risalesi,

    Münacat Risalesi,

    Münazarat Risalesi,

    Nokta Risalesi,

    Notalar Risalesi,

    Nur Âleminin Bir Anahtarı Risalesi,

    Nurun İlk Kapısı Risalesi,

    Nübüvvet-i Ahmediye Risalesi,

    Pencereler Risalesi,

    Ramazan Risalesi,

    Rumuzat-ı Semaniye Risalesi,

    Sünuhat Risalesi,

    Şakk-ı Kamer Risalesi,

    Şefkat Tokatları Risalesi,

    Şuaat-ı Marifet-in Nebi Risalesi,

    Şükür Risalesi,

    Tabiat Risalesi,

    Telvihat-ı Tis’a Risalesi,

    Tesettür Risalesi,

    Uhuvvet Risalesi,

    Zerrat Risalesi.

    Arabî Risaleler:

    Habbe, Hubab (Habab),

    İşarat-ül İ’caz, Katre,

    Kızıl İcaz,

    Lasiyyemalar (El-Lasiyyemat) ,

    Lem’alar (El-Lemeat),

    Reşhalar (Er-Reşahat),

    Şemme,

    Şu’le,

    Ta’likat,

    Zerre,

    Zühre (Zehre).

    Risale-i Nur Külliyatında risaleler hakkında veri*len bilgiler*den bazı örnek*ler:

    «Risalet-ün Nur’un eczaları Sözler namıyla iş*tihar etmiş*ler. Sözler ise Arabça “kelimat”tır.» (Şualar sh: 699)

    İmam-ı Ali (R.A.) meşhur Celcelutiye Kasidesinde

    «Risale-i Nur’un mühim eczala*rına tertibiyle işaretlerin hâ*timesinde, mukabil sayfada der: Yani, “İşte, Risale-i Nur’un sözleri, hurufları ki, onlara işaretler eyledik. Sen onların hassala*rını topla ve mânâlarını tahkik eyle. Bütün hayır ve saadet onlarla tamam olur” der. “Hurufların mâ*nâlarını tahkik et” karinesiyle mânâyı ifade etme*yen hecaî harfler murad olmayıp, belki kelime*ler mânâsındaki “Sözler” namıyla risaleler muraddır.

    [14] » (Şua. sh: 298)

    «Malûmdur ki Risale-Nur başta otuzüç adet Sözler’dir ve Sözler namıyla yad edilir. Fakat Otuzüçüncü Söz müstakil değil, belki otuzüç adet Mektubat’tan ibaret*tir. Ve Mektubat namıyla zik*redilir. Sonra Otuzbirinci Mektub dahi müstakil değil, belki otuzbir adet Lem’alar’dan mürekkebdir. Ve Lem’alar adı ile müştehir*dir. Sonra Otuzbirinci Lem’a dahi müstakil olmamış, o da inşâallah otuzbir adet Şualar’dan mürek*keb olacak.» (Şualar sh: 730)

    Görüldüğü gibi bütün risaleler müteselsilen Sözler’den gel*diğinden, Sözler ismi bu makamda Risale-i Nur külli*yatını ifade eder.

    En çok iman esaslarının izah ve isbatı üzerinde duran bu eserler Velayet-i Kübra yolundan giderek akıl ve kalbi be*raber inkişaf ettirir. Mes’eleleri, teferru*atıyla ele almak ye*rine, kâinata şamil hikmet-i İlahiyenin küllî nokta-i nazarıyla izah eder. Okuyucunun mantık ve anlayış seviyesini yüksel*terek, mes’ele*leri küllî ve isabetli anlama imkânını verir ve ikna kabiliyetini ar*tırır, az söyler çok öğretir.

    «Bediüzzaman, eserlerinde hemen bütün büyük müellif ve ediplerden farklı olarak lafızdan ziyade manaya ehemmiyet ver*miştir. Manayı, lafza feda etme*miş lafzı manaya feda etmiştir. Üslûbda okuyucunun bir nevi he*vesini nazara almamış, hakikatı ve manayı esas tutmuştur. Vücuda elbiseyi yaparken vücuttan kesmemiş, elbiseden kesmiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 697)

    «Risale-i Nur’da müstesna bir edebiyat ve belâgat ve îcaz, na*zirsiz cazib ve orijinal bir üslûb vardır. Evet Bediüzzaman, za*tına mahsus bir üslûba malik*tir. Onun üslûbu başka üslûb*larla müvazene ve muka*yese edile*mez. Eserlerin bazı yerlerinde, edebiyat kaide*sine veya başka üslûblara nazaran pek münasib düşme*miş gibi zan*nedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gayet ince bir nükte, bir ima veya ince bir mana veya hikmet vardır. Ve o be*yan tarzı, oraya tam muvafıktır. Fakat o ince inceliği, âlim*ler de birden pek anlamadıklarını iti*raf etmişlerdir. Bunun için Bediüzzaman’ın eserlerin*deki hususiyet ve incelikleri, Risale-i Nur’la fazla işti*gal etmemiş olanlar birden intikal edemezler.

    Büyük şairimiz, edebiyatımızın medar-ı iftiharı mer*hum Mehmed Akif, bir üdeba meclisinde, “Viktor Hügo’lar, Şekspir’ler, Dekart’lar edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’ın bir talebesi ola*bi*lirler” demiştir.» (Sözler sh: 764)

    Bediüzzaman Hazretleri, Lemaat adlı eserinde şöyle der:

    «Zannımca lafz ve nazım, san’atça cazibedar olsa, nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı manadan çevir*me*mek için perişan olması daha iyidir.» (Sözler sh: 694)

    İşte Risale-i Nur bu tarz üzere gittiği için, lafza ehemmiyet verenlerin nazarında edebî meziyeti tam gö*rünmeyebilir. Bediüzzaman bu hususu belirtirken: «Nur, nar göründüğü gibi ba*zan şiddet-i belâgat dahi, mübalağa görünür.» (Mektubat sh: 475)

    ...diyerek Kur’anî beliğ eserlere, Kur’anın belâgat naza*rıyla bakılması gerektiğini hatırlatır.

    Böyle edebî meziyetleri sebebiyledir ki, İmam-ı Ali’nin (R.A.) “Celcelutiye” nam eserinden işarî ma*nada bir istihra*cında Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

    «Celcelutiye, Süryanice bedi’ demektir ve bedi’ ma*nasındadır. İbareleri bedi’ olan Risale-i Nur, Celcelutiye’de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı gö*ründüğünden, kasidenin ismi ona bakı*yor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde, bana verilen Bediüzzaman lakabı benim değildi. Belki Risale-i Nur’un manevî bir ismi idi. Zâhir bir tercümanına âriyeten ve emane*ten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakiki sahibine iade edilmiş. Demek Süryanice bedi’ manasında ve kasidede tekerrürüne bi*naen kasideye verilen Celcelutiye ismi, işarî bir tarzda bid*’at zama*nında çıkan Bediülbeyan ve Bediüzzaman olan Risale-i Nur’un hem ibare, hem mana, hem isim noktala*rıyla bedi’liğine münase*bettar*lığını ihsas etmesine ve bu isim bir parça ona da bakma*sına ve bu ismin müsemma*sında Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış olmasına.. tahmin ediyo*rum.» (Şualar sh: 747)

    Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’un bu ulvî mezi*yet ve hususiyetini, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin bir beya*nını naklede*rek şöyle ifade eder:

    «O imam, ders verirken diyordu:

    “Bütün tarikatlerin en mühim neticesi hakaik-ı imaniyenin inkişafıdır” ve “Birtek mesele-i imani*yenin vuzuhla inkişafı, bin kerâmâta ve ezvâka müreccahtır.”

    Hem diyordu: “Eski zamanda, büyük zâtlar de*mişler ki: ‘Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ule*masından birisi ge*lecek, bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiyeyi delâil-i ak*liye ile kemâl-i vuzuhla is*pat edecek.’ Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki*HAŞİYE o adamım” diye, iman ve tevhid bütün kemâlât-ı insaniyenin esası, mayası, nuru, hayatı olduğunu ve [15] düsturu, te*fekkürat-ı imaniyeye ait bulun*ması ve Nakşî tari*katında hafî zikrin ehemmiyeti ise, bu çok kıy*met*tar tefekkürün bir nev’i olmasıdır diye tâlim ederdi.» (Şualar sh: 166)

    Bediüzzaman Hazretleri, Muhakemat eserinin unsur-u belâ*gat kısmında üslûbun ehemmiyetli unsurlarını anla*tır*ken diyor ki:

    «Üslûbun esasları üçtür:

    Birincisi: Üslûb-u mücerreddir. Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tusî’nin sade olan ma’raz-ı kelâmları gibi…

    İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Abdülkahir’in “Delail-ül İ’caz ve “Esrar-ül Belâga”sındaki müşa’şa ve parlak kelâmı gibi…

    Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir. Sekkakî ve Zemahşerî ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelâmları gibi… Veyahut şu kitabın me*alindeki arabiyy-ül ibare, lâsiy*yema makale-i sâlisedeki müşevveş fakat muhkem par*çaları gibi. Zira mevzuun ulviyeti, şu kitabı üslûb-u âlî’ye ifrağ etmiştir. Yoksa benim san’atımın te’siri cüz*’î*dir.

    Elhasıl: Eğer İlahiyat ve usûl bahis ve tasvirinde isen, şiddet ve kuvvet ve heybeti tazammun eden üs*lûb-u âlîden ayrılmamak gerektir.

    Eğer hitabiyat ve iknaiyatta isen, zinet ve parlaklık ve tergib ve terhibi tazammun eden üslûb-u müzey*yeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasan*nu’ ve avamperestane nümayiş etmemek gerektir.

    Eğer muamelat ve muhaverat ve âlet olan ilim*lerde isen vefa ve ihtisar ve selâmet ve selaset ve tabi*iliği te*kef*fül eden ve sadeliği ile cemal-i zatiyeyi göste*ren üs*lûb-u mücerrede iktisar et.» (Muhakemat sh: 98)

    Bununla beraber Risale-i Nur gibi akla, kalbe ve hissi*yata ders veren eser*lerden daha iyi istifade edebil*mek için, hitabetin güzelliği ile beraber muha*tabda da gereken bazı hususiyetler vardır. O hususiyetler ise: Kur’andan alınan o manevî ilaçlara ihtiyacını hissetmek ve kendi manevî hasta*lıklarının farkında olup izalesini istemek ve bekadan başka hiçbir şeye razı olmayan ve vicdanın derin*lerinde bulunan fıtrî aşk-ı bekanın fani*yat âle*minin boğucu dalgaları içinde vaveylalarını işi*terek manevî im*dad aramak haletlerinde olmak gibi şart*lardır.

    Evet Bediüzzaman Hazretleri bir eserinde şöyle der:

    «Bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmi*yetli bir mu*hakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde mü*te*nevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz et*miş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir. Yoksa tam zev*kede*mez.» (Şualar sh: 61)

    «Hem yazılan eserler, risaleler, -ekseriyet-i mutla*kası- ha*riçten hiçbir sebeb gelmiyerek, ruhum*dan tevel*lüd eden bir hacete binaen, ani ve de*f’î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gös*ter*diğim vakit, demiş*ler: “Şu zamanın yarala*rına deva*dır.” İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anla*dım ki, tam şu zaman*daki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilaç hükmüne geçiyor.» (Mektubat sh: 375)

    Bediüzzaman Hazretleri, müellifi olduğu ve hayatı boyunca oku*yup isti*fade ettiği eserlerinin manevî ihti*yaçlarına nasıl deva olduğunu anlatırken, sahib olduğu ha*let-i ruhiyelerinden bir ka*çını zikredersek, mes’elemiz bir derece daha tavazzuh eder. Çünki eserlerinin bir kısmı, Bediüzzaman Hazretlerinin kendi ifa*desiyle:

    «Kur’andan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil belki kalbî, ruhî, halî mesail-i imani*yedir ve pek yük*sek ve kıymettar maarif-i İlahiye hük*mündedir.» (Mektubat sh: 356)

    İşte hakaik-ı imaniyeye şiddetli ihtiyaç duyuran o ha*letler*den birisi:

    «Bir zaman yüksek bir dağ başında idim. Gafleti da*ğıtacak bir intibah-ı ruhî vasıtasıyla, kabir tam mana*sıyla, ölüm bütün çıp*lak*lığıyla ve zeval ve fena, ağlattı*rıcı lehva*larıyla bana göründü. Herkes gibi fıtratımdaki fıtrî aşk-ı beka, birden zevale karşı isyan edip galeyana geldi. Ve muhabbet ve takdir ile pek çok alâkadar ol*du*ğum ehl-i kemalat ve meşahir-i enbiya ve evliya ve as*fi*yanın sönme*lerine, mahvolmalarına karşı mahiye*tim*deki rikkat-i cin*siye ve şefkat-i nev’iye dahi kabre karşı tuğyan edip feve*ran etti. Ve altı cihete istimdadkâ*rane baktım. Hiç bir te*selli, bir meded göre*medim. Çünki za*man-ı mazi tarafı, bir mezar-ı ekber ve müs*takbel bir karanlık ve yukarı bir dehşet ve aşağı ve sağ ve sol ta*raflarından elîm ve hazin haller, hadsiz muzır şeylerin tehacümatını gördüm. Birden sırr-ı tevhid im*dadıma ye*tişti, perdeyi açtı. Hakikat-ı halin yüzünü gös*terdi. Bak, dedi. En evvel beni çok korkutan ölümün yü*züne baktım. Gördüm ki ölüm, ehl-i iman için bir terhistir ecel, terhis tezkeresidir. Bir tebdil-i mekân*dır, bir hayat-ı bakiyenin mukaddimesi ve kapısı*dır. Zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağistan-ı cinana bir uç*maktır. Hizmetinin ücretini al*mak için huzur-u Rahman’a girmeğe bir nöbettir ve dar-ı saadete gitmeğe bir davettir diye kat’i anladığımdan, ölümü ve mevti sev*meğe başla*dım.» (Şualar sh: 16)

    ...diye devam eden bahiste, sırr-ı tevhidin şifakâr nurla*rı*nın tafsilatını Nur risalelerine havale eder.

    Dinî hizmette ehemmiyeti haiz olan tebliğde dikkat edilmesi gereken hu*suslardan birisi, muhatabın o haki*kat*lara ihtiyaç du*yan kişi olmasıdır. Bediüzzaman, eser*lerinde tebliğ hakkında ih*tiyaç duymak şartını ısrarla bildirir. Ezcümle: Herkesle görüş*mediği cihetle sorulan bir sual ve cevabı çok dikkat çekicidir:

    «Sual: Senin bu teveccüh-ü ammeden çekilmen Nur’un inti*şarına ve istifadesine belki bir zarar olur?

    Elcevab: Vazifemizi yapmak ve vazife-i İlahiyeye karışmamak elzemdir. Nurları halka kabul ettirmek ve onları ondan istifade et*tirmek vazife-i İlahiyedir, ona karı*şamayız. Yalnız müşteri ve muhtaç olanlara tebliğ ve göstermektir. Ve onları aramak ve Nurları satın almağa teşvik etmeğe ihtiyaç kalmamış. Çünki hem bu şiddetli imtihanlarda Nurlar çok kıymettar ol*duğu tahakkuk ettiği için müşteri aramaz, müşteri onu aramalı ve yal*varmalı. Hem Nur, onbeş sene zarfında o dört dehşetli imtihan meydanında muhtaç müşterilere kendini göstermiş.» (Siyaset-Neşriyat sh: 113)

    «Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftar*ları ara*maya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hiz*mettir, müşterileri aramayız, onlar gel*sinler bizi arasınlar, bulsunlar.” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakiki ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyor*lar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 170)

    «Hem müşterileri aramak değil, belki müşteri*ler hakiki ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur’u arama*sının lüzumu…» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 257)

    Hem «yazdığım hakaik-ı imaniyeyi doğrudan doğ*ruya nef*sime hitab etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muh*taç ve kalbleri yaralı olanlar o edviye-i Kur’aniyeyi arayıp buluyor*lar.» (Mektubat sh: 70)

    «Hem Risale-i Nur, müşterileri aramaz müş*teriler onu aramalı, yalvarmalı.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 223)

    ...şeklindeki ifadelerden anlaşılıyor ki Risale-i Nur’da kem*miyetten ziyade keyfiyet esas alınır.

    Yine Bediüzzaman bu mevzumuzla alâkalı olarak ken*disinin bazı ifadeleri hakkında şöyle der:

    «Açık yazmadım ki, muhtaç olanlar işaret ile de maksad ve meramı hissetsin. Muhtaç olmayanlar ise za*ten meşgul olmaz*lar ki, ihtiyaç hissetsinler. Demek meş*gul olanlar, ihtiyacı his*setmişlerdir.» (Mesnevi Tercümesi/A.Badıllı sh: 77)

    «Sa’b olan bir kelâmın iğlak ve işkâli, ya la*fız ve üslû*bun perişanlığından neş’et eder -bu kısım Kur’an-ı Vâzıh-ul Beyan’a yanaşmamıştır- veyahut ma*nanın dakik, derin veyahut kıymetdar veyahut gayr-ı me’luf, gayr-ı mebzul olduğundan güya fehme karşı nazlanmak ve şevki arttırmak için kendini göstermemek ve kıymet ve ehemmiyet ver*mek ister müşkilat-ı Kur’aniye bu kısım*dandır.» (Muhakemat sh: 41)

    Daha bu misaller «gibi pek çok misaller var. Onlar gösteriyorlar ki: Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğ*ruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur’an-ı Hakim’in esrarından manevî ilaçlar alınsa ve tecrübe edilse elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ru*haniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddi ihlas ile istimal eden*lere yeter, kâfi gelir.» (Mektubat sh: 358)

    ...diyen Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un, in*san*lık dün*yasının ve hele bu asır insanlığının ıztırabını çektiği manevî dertlerinin devası olduğunu ilân eder. Hülasa, Risale-i Nur’dan ileri derecede istifade edebil*mek için, ma*nevî yara*larını hissedip tedavisine ihtiyaç duymak gerektir. Aksi halde yani dünya emel*lerine ve hayatına meftun olmuş ve sefahete dalmış veya acz ve fakrını his*setmez bir istiğna ve gurur haletine girmiş veya enani*yet, şan ü şeref hırsı ve si*yaset sarhoşluğu içine gömülmüş olanlar, hakaik-i imaniyeyi aklen anla*salar bile vicdanen, kalben ve ruhen tefeyyüz edip ha*kiki istifade edemezler veya çok nok*san ve sathî kalırlar. Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri şa*yan-ı dikkattir:

    «Bir mevhibe-i İlahiye olan o esrar, halis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden te*cerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.» (Mektubat sh: 70)

    «Risale-i Nur, siyasetle alâkası olmadığın*dan, siyasî bir kafa çabuk takdir edemiyor.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 223)

    «Evet evet.. acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açı*lır, zulmetler dağılır.» (Mektubat sh: 26)

    «Hakaik-i Kur’aniye nurdur, ziyadır. Tasannu’, te*melluk, te*zellül zulmetleriyle birleşemiyor.» (Lem’alar sh: 44)

    Bu misaller hayli çoğaltılabilir.

    Risale-i Nur külliyatının kıymeti ve mümtaz hu*susi*yet*leri hakkında müellifi bulunan Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde hayli beyan ve ifadeler var*dır. Ezcümle:

    «Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-ı ima*niye ve Kur’aniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünki ha*kaik-i imaniye ve Kur’aniye içinde öyleleri var ki en büyük bir dâhî te*lakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bula*maz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zatın dehasıyla ye*tişemediği haka*ikı avamlara da, çocuklara da bildiri*yor.

    Hem meselâ: Sırr-ı Kader ve cüz’-ü ihtiyarînin halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme kırk-elli sahifede, meşhur “Mukaddemat-ı İsna Aşer” namıyla “Telvih” nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesaili, Kadere dair olan Yirmialtıncı Söz’de, İkinci Mebhas’ın iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildi*recek bir tarzda beyanı, eser-i inayet olmazsa nedir?

    Hem bütün ukûlü hayrette bırakan ve hiç*bir felse*fe*nin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tıl*sım-ı kâinat denilen ve Kur’an-ı Azimüşşan’ın i’cazıyla keşfedilen o tılsım-ı müşkil-küşa ve o muamma-yı hayret-nüma, Yirmi dör*düncü Mektub ve Yirmidokuzuncu Söz’ün âhirindeki re*mizli nüktede ve Otuzuncu Söz’ün ta*havvülat-ı zer*ratın altı adet hikme*tinde keşfedilmiştir. Kâinattaki fa*aliyet-i hayret-nümanın tılsımını ve hilkat-i kâinatın ve akıbe*tinin muammasını ve tahavvülat-ı zer*rat*taki harekâtın sırr-ı hikmetini keşf ve beyan etmişlerdir, mey*dandadır, bakılabilir.

    Hem sırr-ı ehadiyet ile, şeriksiz vahdet-i rububi*yeti hem niha*yetsiz kurbiyet-i İlahiye ile, nihayetsiz bu*’diye*ti*miz olan hayret-en*giz hakikatları kemal-i vuzuh ile Onaltıncı Söz ve Otuz ikinci Söz beyan ettikleri gibi, kud*ret-i İlahiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat müsavi ol*du*ğunu ve haşr-i a’zamda umum ziruhun ihyası, bir nef*sin ihyası kadar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hil*kat-ı kâ*inatta müdahalesi imtina’ derecesinde akıl*dan uzak ol*duğunu kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektub’daki ËÓ†ÁÔËÓ†ŸÓ‰ÓȆ„Ô‰Ò†‘ÓÈڡ̆‚Óœ Í—Ï keli*mesi beyanında ve üç temsili havi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiş*tir.

    Hem hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyede öyle bir ge*nişlik var ki, en büyük zekâ-i beşerî ihata edemediği halde benim gibi zihni mü*şevveş, vaziyeti perişan, mü*racaat edi*lecek kitab yokken, sıkıntılı ve sür’atle yazan bir adamda, o hakaikın ekseriyet-i mutlakası deka*ikıyla zuhuru doğ*rudan doğruya Kur’an-ı Hakîm’in i’caz-ı ma*nev*îsinin eseri ve inayet-i Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işa*ret-i gaybiyedir.» (Mektubat sh: 372)

    Evet «Resail-in Nur’un mesaili ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil ekseriyet-i mutlaka ile sünu*hat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 210)

    «Sözler hakkında tevazu’ suretinde demiyorum belki bir ha*kikatı beyan etmek için derim ki: Sözlerdeki hakaik ve kema*lat, benim değil Kur’an’ındır ve Kur’an’dan tereşşuh etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer ayat-ı Kur’aniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir. Madem ben öyle biliyorum ve ma*dem ben faniyim, gi*de*ceğim elbette baki olacak birşey ve bir eser, benimle bağ*lanmamak gerektir ve bağlanma*malı.

    Ve madem ehl-i dalalet ve tuğyan, işlerine gel*mi*yen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleri*dir elbette sema-yı Kur’anın yıl*dız*larıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazata ve tenkidata medar olabilen ve sukut edebilen çü*rük bir di*rek ile bağlanma*malı. Hem madem örf-i nâsda, bir eser*deki mezaya, o eserin masdarı ve menba’ı zannet*tik*leri müellifinin etva*rında aranılıyor ve bu örfe göre, o hakaik-ı âliyeyi ve o cevahir-i galiyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremiyen şahsiyetime mal etmek ha*kikata karşı büyük bir haksız*lık olduğu için risaleler kendi malım değil, Kur’an’ın malı olarak, Kur’an’ın reşehat-ı meziyatına mazhar ol*duklarını izhar etmeye mecburum. Evet lezzetli üzüm sal*kımlarının hasiyetleri, kuru çu*bu*ğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hük*mündeyim.» (Mektubat sh: 369)

    «Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u ak*liye ve felsefi*yede hareket ettiği için, hakikat-ül hakaike karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünki aklı, fikri hikmet-i felsefiye ile bir de*rece yaralı idi tedavi lâzımdı. Sonra hem kalben, hem ak*len hakikate gi*den bazı büyük ehl-i hakikatın arka*sında gitmek is*tedi. Baktı, onların herbirinin ayrı cazi*bedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gidece*ğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda “Tevhid-i kıble et!” demiş yani “Yalnız bir üstadın arkasından git!” O çok yaralı Eski Said’in kalbine geldi ki:

    “Üstad-ı hakiki Kur’an’dır. Tevhid-i kıble bu üs*tadla olur.” diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşa*dıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti.

    Gözü kapalı olarak değil belki İmam-ı Gazalî (R.A.), Mevlana Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gö*zünü kapadığı yerlerde, o ma*kam*larda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakk’a had*siz şükür olsun ki, Kur’an’ın dersiyle, irşadiyle haki*kate bir yol bulmuş, girmiş.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 7)

    «Sahabelerden ve Tabiîn ve Tebe-i Tabiînden en yüksek merte*beli velayet-i kübra sahibi olan zatlar, nefs-i Kur’an’dan bütün le*ta*iflerinin hisselerini aldık*ların*dan ve Kur’an onlar için hakiki ve kâfi bir mürşid oldu*ğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur’an-ı Hakîm, hakikatları ifade ettiği gibi velayet-i kübra fe*yiz*lerini dahi ehil olanlara ifaza eder.

    Evet, zâhirden hakikata geçmek iki suretledir:

    Biri: Tarikat berzahına girip seyr ü sülûk ile kat’-ı meratib ederek hakikata geçmektir.

    İkinci suret: Doğrudan doğruya, tarikat ber*zahına uğ*ramadan, lütf-u İlahî ile hakikata geçmektir ki, Sahabeye ve Tabiîne has ve yük*sek ve kısa tarik şudur. Demek ha*kaik-ı Kur’aniyeden tereşşuh eden Nurlar ve o Nurlara tercü*man*lık eden Sözler, o hassaya malik olabilir*ler ve ma*liktirler.» (Mektubat sh: 356)

    «Risale-i Nur Kur’anın çok kuvvetli, ha*kiki bir tef*si*ridir.” tekrar ile dediğimizden, bazı dik*katsizler tam manasını bi*lemediğinden bir hakikatı be*yan etmeğe bir ihtar aldım. O hakikat şudur.

    Tefsir iki kısımdır:

    Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur’an’ın ibare*sini ve ke*lime ve cümlelerinin manalarını be*yan ve izah ve isbat eder*ler.

    İkinci kısım tefsir ise: Kur’anın imanî olan hakikat*larını kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah etmek*tir. Bu kısmın pekçok ehem*miyeti var. Zâhir malûm tefsir*ler, bu kısmı bazan müc*mel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risale-i Nur doğru*dan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir manevî tefsir*dir.» (Şualar sh: 515)

    Hem Kur’an (2:129, 151, 269) âyetlerinden isti*faza ile:

    «Risale-in Nur’un müstesna bir hassası, İsm-i Hakem ve Hakîm’in mazharı olup bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın ayine*sinde İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilveleri olan hikmet-i kudsi*yeyi ve hikemiyat-ı Kur’aniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neticesi, hikmet-i Kur’aniyedir.» (Şualar sh: 700)

    Hem «Risale-i Nur, hükema ve ülemanın mesle*ğinde gitme*yip, Kur’an’ın bir i’caz-ı manevîsiyle, her şeyde bir pencere-i marifet açmış bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur’an’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli za*manda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlub olmayıp ga*lebe et*miş.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 8)

    «Evliya divanlarını ve ülemanın kitablarını çok müta*laa eden bir kısım zatlar taraflarından soruldu: “Risalet-in Nur’un ver*diği zevk ve şevk ve iman ve iz’an onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?”

    Elcevab: Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ülemanın bir kısım risaleleri imanın ve marifetin neti*cele*rinden ve meyve*lerinden ve feyizlerinden bahse*der*ler. Onların zamanlarında imanın esasatına ve kökle*rine hü*cum yoktu ve erkân-ı iman sar*sılmıyordu. Şimdi ise kök*lerine ve erkânına şiddetli ve ce*maatli bir surette taarruz var. O divanlar ve ri*salelerin çoğu has mü’minlere ve ferd*lere hitab ederler, bu zamanın dehşetli ta*arruzunu def’e*demiyorlar.

    Risalet-in Nur ise, Kur’an’ın bir manevî mu’cizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcud imandan isti*fade cihetine değil, belki çok delil*ler ve parlak bürhan*lar ile imanın isbatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarma*sına hizmet et*tiğinden herkese bu zamanda ekmek gibi, ilaç gibi lü*zumu var olduğunu dik*katle bakanlar hükmediyor*lar…

    Hem Risalet-in Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yal*nız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ve zevkiyle ha*re*ket etmiyor belki akıl ve kalbin ittihad ve imti*zacı ve ruh vesair letaifin te*avünü ayağıyla ha*reket ederek evc-i a’lâya uçar taarruz eden felsefe*nin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar ha*kaik-ı imaniyeyi kör gözüne de gösterir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 11)

    Bu zamandaki dehşetli dinsizlik cereyanlarına karşı Risale-i Nur’un en isabetli ve muvaffakiyetli eserler oldu*ğunu beyan eden Bediüzzaman, bu se*beble Nurcuların mün*hasıran Risale-i Nur’la hizmet ettikle*rini ifade eder ve bunu elzem görür. Ezcümle bir mek*tubunda şöyle diyor:

    Bazı kimseler «diyorlar: “Said, yanında başka ki*tabları bulun*durmuyor;. Demek onları beğenmiyor. Ve İmam-ı Gazalî’yi de (R.A.) tam beğenmiyor ki, eserle*rini yanına getirmiyor.” İşte bu acib manasız sözlerle bir bu*lantı veri*yorlar. Bu nevi hileleri yapan, perde altında ehl-i zen*dekadır fakat, safdil hocaları ve bazı sofuları vasıta yapı*yorlar.

    Buna karşı deriz ki: “Hâşâ, yüz defa hâşâ!.. Risale-i Nur ve şakirdleri, Hüccet-ül-İslâm İmam-ı Gazalî ve beni Hazret-i Ali ile bağlıyan yegâne üsta*dımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle onların takib ettiği mes*leği ehl-i dalaletin hü*cumundan kurtarmak ve muhafaza etmektir.

    Fakat onların zamanında bu dehşetli zendeka hü*cumu, er*kân-ı imaniyeyi sarsmıyordu. O muhakkik ve al*lâme ve müçtehid zatların asırlarına göre münazara-i il*miyede ve diniyede isti’mal ettikleri silahlar hem geç elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe edeme*diğinden Risale-i Nur, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’dan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşman*ların başını dağıta*cak silahları bul*duğu için, o mübarek ve kudsî zatların tezgâhlarına müracaat etmiyor. Çünki umum on*la*rın merci’leri ve menba’ları ve üstadları olan Kur’an, Risale-i Nur’a tam mükem*mel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nuranî eser*lerden de istifade etsek.

    Hem Risale-i Nur şakirdlerinin yüz mis*linden zi*yade zatlar, o kitablarla meşguldürler ve o vazifeyi ya*pıyorlar. Biz de, o vazifeyi on*lara bırakmışız. Yoksa hâşâ ve kellâ! O kudsî üstad*la*rımızın mübarek eserlerini ruh u canımız kadar se*ve*riz. Fakat herbirimizin birer ka*fası, birer eli, birer dili var, kar*şımızda da binler mütecaviz var. Vaktimiz dar. En son silah, mit*ralyoz gibi Risale-i Nur bürhanla*rını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sa*rılıp iktifa ediyoruz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 182)

    «Gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anla*dılar ki, Nur Talebelerinin kefenleri boyun*larındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve üstadla*rından ayırmak kabil değil*dir. Bunun için şey*tanî plânlarını, desiselerini de*ğiştir*diler. Bir zayıf damarlarından veya safiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular.

    O münafıklar veya o münafıkların adam*ları veya adamlarına aldanmış olanlar dost su*retine girerek, ba*zan da talebe şekline gire*rek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hiz*mettir bu da onlarla mücadeledir. Şu malû*matı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir.” gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur Talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hiz*metini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevi*rip, nihayet Risale-i Nur’a ça*lışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşür*meye çalışıyor*lar. Veyahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şey*lerle aldatmaya veya kor*kutmakla hizmetten vazge*çirmeye gayret ediyorlar.

    Risale-i Nur, dikkatle okuyan kimseye öyle bir fikrî, ruhî, kalbî intibah ve uyanıklık veriyor ki bütün böyle aldat*malar, bizi Risale-i Nur’a şiddetle sevk ve teş*vik ve o dessas müna*fıkların mak*sat*larının tam aksine olarak bir tesir ve bir netice hâ*sıl ediyor.

    Fesübhanallah!.. Hattâ öyle Nur Talebeleri mey*dana gelmek*tedir ki, asıl halis niyet ve kudsî gayeden sonra -bir sebeb olarak da- münafıkların mezkûr plân*larının ina*dına, rağmına dünyayı terk edip kendini Risale-i Nur’a vakfediyor ve Üstadımızın dediği gibi di*yorlar:

    Zaman, İslâmiyet fedaisi olmak zamanıdır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 690)

    Bediüzzaman bir hoca efendiye (dolayısıyla da bü*tün hoca*lara) bu za*manda Risale-i Nur’la dine hizmet etmeyi tavsiye ederken diyor ki:

    «Zatınız gibi metin ve imanlı ve hakikatlı zatlar Risale-i Nur dairesine giriniz. Çünki bu asırda Risale-i Nur, bütün teha*cümata karşı mağlub olmadı. En muan*nid düşmanlarına da, serbestiyetini resmen tes*lim ettirdi. Hattâ iki seneden beridir büyük maka*matlar ve adliyeler, tedkikat neticesinde, Risale-i Nur’un serbestiyetini tasdik ve mahrem ve gayr-i mahrem bütün ecza*larını sahiplerine teslime karar verdiler.

    Risale-i Nur’un mesleği, sair tarikatlar, meslekler gibi mağlub olmıyarak belki galebe ede*rek pek çok mu*annidleri imana getirmesi pek çok hâdi*satın şehadetiyle, bu asırda bir mu’*cize-i maneviye-i Kur’aniye olduğunu is*bat eder. O dairenin ha*ri*cinde, ekseriyetle bu memle*kette bu hususi ve cüz’î ve yalnız şahsî hizmet veya mağ*lubane perde al*tında veya bid’alara müsamaha sure*tinde ve te*’vilat ile bin nevi tahrifat içinde hizmet-i di*niye tam olamaz diye, hâdisat bize ka*naat vermiş.

    Madem sizde büyük bir himmet ve kuvvetli bir iman var tam bir ihlas ve tam bir mahviyetle, sebatkâ*rane Risale-i Nur’a şakird ol. Ta binler, belki yüzbinler şakirdlerin şirket-i maneviye-i uhrevi*ye*lerine hissedar ol. Ta senin hayırların, iyilik*le*rin cüz*’iyetten çıkıp küllîleşsin, âhirette tam kârlı bir ticaret ol*sun.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 63)

    Bediüzzaman, Risale-i Nur dairesinde bulunan ilim sahibi hocalara da şöyle diyor:

    «Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabı*nızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskanç*lık da*marı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mü*him ehl-i ilim de var. Ehl-i il*min bir kıs*mında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mü*tevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırak*maz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da nefsi, o ilmî ena*niyeti cihe*tinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risa*le*leri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıs*kanç*lık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler’in kıy*metleri*nin tenzilini arzu eder, ta ki kendi mahsulat-ı fikriyesi onlara ye*tişsin onlar gibi satılsın. Halbuki bil*mec*buriye bunu haber veriyo*rum ki:

    “Bu dürûs-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar vazi*feleri -ulûm-u ima*niye cihetinde- yalnız yazı*lan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle an*lamı*şız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tav*zif edilmişiz.

    Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmi*yeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde bir*şey yazsa soğuk bir muaraza veya nâkıs bir tak*lidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risele-i Nur ec*zaları, Kur’anın tereşşuhatıdır bizler tak*sim-ül a’mal ka*ide*siyle, herbirimiz bir vazife deruhde edip, o ab-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiri*yoruz!..» (Mektubat sh: 395)

    Yukarıda gayet mücmel olarak geçen (şerh ve izah) ifadesi*nin hududu ve şekli, Kastamonu Lâhikası’nda açıkça beyan edildiği gibi, Risale-i Nur’un bazı yerle*rinde de tafsilat vardır. Risale-i Nur’un mücmel yerle*rini yine Risale-i Nur’la izah etmek, Risale-i Nur’da bir kaidedir. İşte Bediüzzaman Hazretleri izah şekli hak*kında gayet açık olarak şöyle diyor:

    «Risale-i Nur’un tekmil ve izahı ve haşi*ye*lerle be*yanı ve isbatı size tevdi’ edilmiş tah*min ediyorum. Bir ema*resi de şudur ki bu sene çok defa ihtar edilen hakikat*leri kaydet*mek için teşebbüs ettim ise de çalıştırılamadım. Evet Risale-i Nur size mü*kem*mel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imani*ye*nin her birisine, meselâ Kur’an ke*lâmullah ol*duğuna ve i’cazî nüktelerine dair müteferrik ri*sale*lerdeki par*çalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hakeza.. mü*kemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-ı âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok.» (Kastamonu Lâhikası sh: 56)

    Evet Risale-i Nur eserleri bu zamanın ihtiyaçla*rına ce*vab olarak yazıl*mıştır. Bu zaman ile eski zaman arasında büyük farklar vardır. Zira:

    «Eski zamanda esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavi idi. Teferruatta, ariflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları mak*bul idi, kâfi idi. Fakat şu za*manda dalalet-i fenniye, elini esasata ve er*kâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ih*san eden Hakîm-i Rahim olan Zat-ı Zülcelal, Kur’an-ı Kerim’in en parlak mazhar-ı i’ca*zından olan temsila*tından bir şu’lesini acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’an’a ait yazıla*rıma ihsan etti.

    Felillahilhamd sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikat*lar gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes’eleler top*lattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaika ko*laylıkla yetiş*tirildi. Hem sırr-ı temsil pen*ceresiyle hakaik-ı gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şu*huda ya*kın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile be*raber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i si*laha mecbur oldu.

    Elhasıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve te’sir bu*lunsa, an*cak temsilat-ı Kur’aniyenin lemaatındandır. Benim hissem yalnız şiddet-i ihtiyacımla talebdir ve ga*yet aczimle tazarruumdur. Derd benimdir, deva Kur’anındır.» (Mektubat sh: 376)

    «Çoklar tarafından hem bana, hem bazı Nur kar*deşlerime sual etmişler ve ediyorlar: “Neden bu kadar muarızlara karşı ve muannid filozoflara ve ehl-i dalâlete mukabil Risale-i Nur mağlûp olmu*yor? Milyonlar kıymettar hakiki kütüb-ü imaniye ve İslâmiyenin intişarlarına bir derece sed çek*mekle ve se*fahet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzet*leriyle çok bîçare gençleri ve in*sanları hakaik-i imaniyeden mahrum bırakıyorlar. Halbuki en şiddetli hücum ve en gaddarâne muamele ve en ziyade yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagan*dalarla Risale-i Nur’u kırmak, in*sanları ondan ür*kütmek ve vazgeçirmeye çalıştıkları halde, hiçbir eserde görülmediği bir tarzda Risale-i Nur’un in*tişarı, hatta çoğu el yazmasıyla altı yüz bin nüsha risalelerinden kemâl-i iştiyakla perde altında inti*şar etmesi ve dahil ve hariçte kemâl-i iştiyakla kendini okutturmasının hikmeti nedir? Sebebi ne*dir?” diye bu me*alde çok suallere karşı el-cevap deriz ki:

    Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı i’câzıyla hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu dünyada bir mânevî cehen*nemi dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada mânevî bir cen*net bulunduğunu ispat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i Şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi mânevî lezzetler bu*lunduğunu ispat ediyor. Sefahet ehlini ve dalâlete düşenleri o cihetle, aklı başında olanlarını kurtarı*yor. Çünkü, bu zamanda iki dehşetli hal var.

    Birincisi: Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre ga*lebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegâ*nesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir. Ve [16] âyetinin işare*tiyle, bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kur*tarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabı gibi elemleri gös*termekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefahetteki tiryakiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücudunu ispat ile ve onun azabıyla insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek yo*luyla on*dan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, “Cenâb‑ı Hak Gafûrü’r-Rahîmdir, hem Cehennem pek uzaktır” der, yine sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlûp olur.

    İşte, Risale-i Nur ekser muvazeneleriyle küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü netice*lerini göstermekle, en muannid ve nefisperest in*sanları dahi o menhus, gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip, aklı başında olanları tevbeye sev*keder.» (Hutbe-i Şamiye sh: 7)

    «Bu asırda ikinci dehşetli hal: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü ina*d*îden gelen temer*rüd bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için eski İslâm muhakkik*lerinin dersleri, hüccet*leri o zamanda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkûkü ça*buk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğun*dan Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar et*mekle çok*ları sefahetlerden, da*laletlerden vazgeçebilir*lerdi.

    Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalalete girip inad ve temerrüd ile hakaik-ı imana karşı çıkana nisbe*ten şimdi yüz derece zi*yade olmuş. Bu mütemerrid inadçılar firavunluk derece*sinde bir gurur ile ve deh*şetli dalaletleriyle, hakaik-ı ima*niyeye karşı muaraza ettik*lerin*den, elbette bunlara karşı atom bombası gibi bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakikat-ı kud*siye lâzımdır ki, onların te*cavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.

    İşte Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur’an-ı Mucizülbeyan’ın bir mu*cize-i maneviyesi ve lemaatı bu*lu*nan Risale-i Nur, pek çok müvazenelerle en dehşetli mu*annid mütemerridleri, Kur’anın elmas kılıncı ile kırıyor ve kâinat zerreleri adedince vahdaniyet-i İlahiyeye ve imanın ha*kikatlarına hüccetleri, delilleri gösteriyor.» (Hutbe-i Şamiye sh:15)

    «Madem hakikat böyledir, ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmet*lerini hakaik-ı imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin tak*viyesine sarfedecek*lerdi. Çünki saadet-i ebediyenin me*darı onlardır. Onlarda kusur edilse, şe*kavet-i ebediyeye sebebiyet verir.

    İmansız Cennet’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşıyamaz, fakat meyvesiz yaşıyabilir. Tasavvuf meyvedir, ha*kaik-ı İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut ta kırk seneye kadar bir seyr-i sülûk ile bazı hakaik-ı ima*niyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahme*tiyle, kırk dakikada o hakaika çı*kılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayd kalmak elbette kâr-ı akıl değil!..

    İşte otuzüç adet Sözler, böyle Kur’anî bir yolu açtı*ğını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar. Madem haki*kat budur esrar-ı Kur’aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz hey*’et-i İslâmiyeye en nafi’ bir nur ve dalalet va*dilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.

    Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi ko*laydır. Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir. Eski za*manda ikinci kısım, binde bir bulu*nu*yordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola ge*lebilirdi. Çünki öyleler kendilerini be*ğe*niyorlar hem bil*miyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.

    Cenab-ı Hak şu zamanda, i’caz-ı Kur’anın manevî lemeatın*dan olan malûm Sözler’i, şu dalalet zendeka*sına bir tiryak hasiye*tini vermiş tasavvurundayım.» (M.ektubat sh: 23)

    Bediüzzaman Hazretleri, âhirzamanda gelip fesadı izale ede*ceği rivayet*lerde müjdelenen zatın kendisi ol*duğu yo*lundaki has şakirdlerinin kanaatlarının daima Risale-i Nur ve şahs-ı manevîsi hakkında doğru oldu*ğunu beyan ederek, kendini nazara vermek*ten çekinmiş*tir. Ezcümle, mevzu ile alâkalı bir mektu*bunda şöyle diyor:

    «Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymet*darı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalaletten kurtarmak cihetiyle o en ehemmi*yetli vazi*feyi aynen bitemamiha Risale-i Nur’da görmüş*ler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı Azam ve Osman-ı Halidî gibi zatlar bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı ma*nevî*sinde keşfen gör*müşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı manev*îyi bir hâdimine vermişler, o hâ*dime mül*tefitane bakmışlar. Bu hakikattan anla*şılıyor ki sonra gele*cek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir prog*ramı olarak ne*şir ve tatbik edecek.» (Sikke-i Tasdik sh: 9)

    Risale-i Nur’un resmen neşredilmesinin lüzumu:

    «Risale-i Nur bu mübarek vatanın manevî bir ha*las*kârı ol*mak cihetiyle şimdi iki dehşetli manevî belâyı def*’etmek için matbuat âlemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gi*bidir zannederim.

    O dehşetli belâdan birisi: Hristiyan dinini mağlub eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan deh*şetli dinsiz*lik cereyanı, bu vatanı manevî istilasına karşı Risale-in Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî vazifesini görebilir ve âlem-i İslâmın bu müba*rek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve itti*hamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ih*tar edildi.

    Ben dünyanın halini bilmiyorum fakat Avrupa’da is*tilâ*kârane hükmeden ve edyan-ı se*maviyeye dayanmı*yan dehşetli cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur haki*katları bir kal’a olduğu gibi âlem-i İslâmın ve Asya kıta*sının hal-i hazır*daki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki mu*habbet ve uhuvve*tini iade etmeğe vesile olan bir mu*’cize-i Kur’aniyedir.

    Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk ak*lını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ ederek resmi neş*retmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper ol*sun.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 102)

    Evet «bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve si*ya*siyesi anar*şilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için beş esas lâzım ve zaruridir:

    Birincisi: merhamet. İkincisi: hürmet. Üçüncüsü: emni*yet. Dördüncüsü: haram ve helalı bi*lip haramdan çekilmek. Beşincisi: serseriliği bırakıp itaat etmektir. İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtima*iyeye baktığı vakit bu beş esası te’min edip, asayişin temel taşını tesbit ve te’min eder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 241)

    Bu asırda müceddidiyetin bir şahs-ı manevî oldu*ğunu be*yan eden Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

    «Her asırda dine ve imana tam hizmet eden mü*ced*didler geldikleri gibi, bu acib ve komi*tecilik ve şahs-ı manevî-i dalaletin tecavüzü zama*nında bir şahs-ı manevî müceddid olmak lâzım gelir. Eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da hârika olsa, şahs-ı manevîye karşı mağlub olmak kabildir.

    Risale-i Nur’un o cihette bir nevi müced*did olması kaviyyen muhtemel olduğundan o sıfatlar, hâşâ benim had*dim değil belki mükerrer yaz*dığım gibi, benim haya*tım Risale-i Nur’a bir nevi çe*kirdek olabilir. Kur’anın fey*ziyle Cenab-ı Hakk’ın ihsa*nıyla o çekirdek*ten Risale-i Nur’un meyvedar, kıymettar bir ağaç hükmüne icad-ı İlahî ile geçmesidir. Ben bir çe*kirdektim, çürüdüm gittim. Bütün kıymet, Kur’an-ı Hakîm’in mânası ve haki*katlı tef*siri olan Risale-i Nur’a aittir.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 152)

    «Evet, [17] fermân etmiş. Gavs-ı Âzam Şâh-ı Geylânî, İmam-ı Gazâlî, İmam‑ı Rabânî gibi hem şahsen, hem va*zifeten büyük ve harika zatlar, bu hadisi, kıymettar irşâ*datlarıyla ve eserleriyle fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan, hikmet-i Rabbaniye onlar gibi feridleri ve kudsî dâhileri ümmetin imdadına göndermiş.

    Şimdi ise, aynı vazifeye, fakat müşkilâtlı ve deh*şetli şerait içinde, bir şahs-ı mânevî hükmünde bulunan Risaletü’n-Nur’u ve sırr-ı tesanüdle bir ferd-i ferid mânâsında olan şakird*lerini bu cemaat zamanında o mühim vazifeye koştur*muş. Bu sırra binaen, benim gibi bir neferin ağırlaşmış müşiri*yet makamında ancak bir dümdarlık vazifesi var.» (Kastamonu Lâhikası sh: 7)


  10. #50
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    NURCULUK NEDİR?

    Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur eserleriyle başladığı imanı kurtarmak ve tahkikî yapmak yani imanda tecdid faaliyeti, Nurculuk cereyanı na*mıyla işti*har etmiştir.

    Siyasî ve dünyevî cemiyetçilikten uzak ve aynı eser*leri oku*maktan doğan manevî alâkadarlık ile gö*nüllerde kurulan Nur ir*fan müessesesi olan Nurculuk cereyanı mensublarına, yani Risale-i Nur eserlerini okuyanlara “Risale-i Nur Talebesi”, kısaltılmış şekli ile “Nur Talebesi” veya “Nurcu” denilmektedir.

    Diğer bir tarif ile Nurculuk:

    Zamanımızda çok umumî ve tahribkâr hale gelen maddeci ve inkârcı cereyanların ifsadatının neticesi dinî düşünce ve yaşayışın tehdid altına girmesiyle bu*na*lan in*sanlığa İslâmın hidayet yolunu göstermek ve as*rın ihtiya*cına tam cevab vermek üzere bir Kur’an tef*siri olan Risale-i Nur Külliyatını okumak, an*lamak ve ihtiyaç du*yanlara bildirmekle dine getiril*mek istenen şübheleri izale etmek, tak*lidî imandan tahkikî imana yükselmek, böylece şu*urlu olarak İslâmiyeti aslına ve ruhuna uygun yaşa*mak cehdidir. Hem cemiyet, teşkilat gibi unsurlardan mücer*red, din ve hakaik-ı imaniyeyi muhafaza nokta*sında tecdid vazifesi ve hizmetidir.

    Bu manevî cihad ve hizmet hareketi, rıza-yı İlahî da*iresinde ve yalnız Kur’an ve iman hakikatlarına isti*nad ederek, maddiyyun*luk ve âhirzaman fitnesinden zarar gören insanlık âlemine İslâmın hidayet ışığını ulaştırmak*tır.

    Nitekim bu hareket âlem-i İslâma, hattâ dünyanın her tara*fına kadar genişlemiş ve hüsn-ü kabule mazhar olmuştur.

    Risale-i Nur ve Nurculuk isimlerinin veri*lişindeki hikmetlerin birisi şudur:

    Karanlığın varlıkları örtüp göstermediğine karşı, maddî nur karanlığı yok ederek varlıkların görünüp bi*linmesine sebeb olduğu gibi küfür ve inkâr manevî ka*ran*lıkları da iman ve Kur’an haki*katlarını ins ve cin*nin naza*rında örter, göstermez.

    Kur’an ve imanın manevî nuru ise, o manevî kü*für karanlık*larını yok edip Kur’an ve iman hakikatla*rını gös*terir. İşte Risale-i Nur, Kur’anın ve ima*nın manevî nu*runu açıklayıp küf*rün manevî karanlıklarını yokettiği cihetiyle, Risale-i Nur eserlerine dayanan Nurculuk ce*reyanına bu isim uygun düşmüştür.

    Diyanet İşleri Başkanlığının 2.7.1963 tarih, 18746 sa*yılı yazı*sına ekli, Müşavere ve Dinî Eserleri İnceleme Kurulu’nun 29.6.1963 tarih, 326 sayılı kararında:

    “Nurculuk: Bir tarikat veya bir mezhep ol*mayıp, Said-i Nursî adındaki zatın, son zaman*larda yayılma is*tidadı gösteren dinsizlik cere*yanına karşı, Kur’an-ı Kerim âyetlerini ele ala*rak, Risale-i Nur namıyla yaz*dığı eserlere izafe edilen bir cereyandır. Adı geçen eser*ler, imanı fikir*lerle birleştirmeye çalışmaktadır.” şeklinde beyan edil*miştir.

    Hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyeye hizmet cereyanı olan Nurculuğun, hassasiyetle üzerinde durduğu hiz*met düsturları vardır. Ancak bu düsturları daha isabetli an*la*yabilmek için Risale-i Nur’da yer yer temas edilen dar ve geniş daireyi nazara almak gerekiyor. Zira Risale-i Nur Külliyatında bazı ifade ve be*yan*lara, ma*kamına göre bakılmazsa hakikat ilti*basa uğ*rar, yanlış te’villere sebe*biyet verilir.

    Meselâ: Risale-i Nur’dan Mektubat adlı eserde Yirmidokuzuncu Mektub’un Yedinci Kısmının Beşinci İşaretinde: Âl-i Beyt’ten olan Büyük Mehdi’nin hâ*kimi*yeti ve Beşinci Şua’ın Ondokuzuncu Mes’elesinin sonunda:

    Büyük Mehdi’ye bağlı olan Âl-i Beyt’in, şeriat-ı Muhammediyeyi ihya ve icra edecekleri yani siyasî hâ*kimiyet sahibi ola*cakları kayde*dilir.

    Bu beyanlara karşı Ondokuzuncu Mektub’un “Beşinci Nükteli İşaret”inde, saltanat ve si*yaset-i İslâmiyet hâkimiyetinin Âl-i Beyt’e ya*ramadığı ve asıl vazife-i diniyelerini unutturduğu yani si*yasî hâkimiyete girmemeleri gerektiği beyan ediliyor.

    Bu iki beyan arasında zâhirî bir münafat görünü*yor. Fakat hakikatta ve makamlarına göre bakılınca münafat yoktur. Çünki bu son beyan hakikatta en ehem*miyetli ve en büyük olan hizmet-i imaniye ve hi*dayet yo*lunun mü*messili olan müceddidlere ve mür*şidlere, bil*hassa Mehdi’nin haslar cemaatına ba*kar ki, buna “dar daire” tabir edilir.

    Diğer ifade ise, geniş ve hâkimiyet dairesine nazar eder. Bu geniş dairenin hâkimiyet ve icraatı dahi, dar dairenin yani imanî sa*hadaki tecdidiyetten alınan ikaz, irşad ve düs*turlara da*yanacağı ve onun proğramını tatbik edeceği cihetle de bu maddî hâkimiyet dahi asıl Mehdi’nin hâkimiyeti manasında olur. Çünki bir hükmü icra eden, memur hükmü vaz’ eden ise âmir du*rumundadır.

    Bediüzzaman, Kur’anın i’caz-ı manevîsinden te*reş*şuh eden Risale-i Nur’u, mükemmel ve daimî bir merci ve müced*did göstermiştir.

    Esasen ittihad-ı İslâm kuvvetine dayanan, hattâ ha*kiki İsevilerle de ittifak edecek olan Mehdiyet cere*yanı, “iman”, “hayat” ve “şeriat” tabir edilen ve her üçünün de istinad ettiği heyeti bulunan üç vazifeyi hâmildir.

    Fakat birinci vazife en ehem*miyetlisi ve keyfiyet şartları içinde hakaik-i Kur’aniyenin muhafızı ve irşad âleminde nezza*re*dir ve Mehdiyetin asliyetine istinad eder. İkinci ve üçüncü vazifeler ise geniş daire olup, icraat ve hâkimi*yeti haizdir.

    Risale-i Nur her daireye dersini ve düsturlarını vermiştir.

    Meselâ, Hutbe-i Şamiye Risalesi ve bir kı*sım içti*maî hayatla alâkalı mektupların bi*rinci derecede muha*tab*ları, geniş dairenin si*yaset ehlidir. Yirmibirinci Lem’a olan İhlas Risalesi’nin ise birinci derecede muhatabları Risale-i Nur’un haslar dairesidir. Haslar dairesinde hizmet düs*turlarına a’za*miyet derecesinde riayet edilmesi isteni*yor.

    Bediüzzaman eserlerinin çok yerlerinde dar ve ge*niş daireden bahseder demiştik. Meselâ, Risale-i Nur’un mü*teferrik yerlerinde izah edilen üç vazife ki, “iman - hayat - şeriat” diye tarif edilip, birincisi olan iman hizmetinde bil*fiil hizmet edenlerin hizmet sa*ha*sına “dar daire” veya “haslar dairesi” tabir edilir ve bu daire ehlinin, iman hiz*metinin dışındaki meşgale*lerden azade kalma*ları istenir.

    Haslar dairesi hakkında Risale-i Nur eserlerinden birkaç ör*nek verelim:

    «Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı ma*ne*v*îyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı ma*nev*îsi “ferid” makamına mazhar oldukları..» (Kastamonu Lâhikası sh: 196)

    Hem «Risale-i Nur, bir daire değil, mütedâhil daire*ler gibi tabakatı var. Erkânlar ve sahibler ve haslar ve naşirler ve talebeler ve taraftarlar gibi tabakat*ları var.» (Kastamonu Lâhikası sh: 248)

    Hem «Her mes’elemizde emir, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini temsil eden has şakirdlerin ve sizlerindir.» (Emirdağ Lâhikası-lsh: 223)

    «Şimdi namazda bir hatıra kalbe geldi ki: Kardeşlerin, ziyade hüsn-ü zanlarına binaen, senden maddî ve manevî ders ve yardım ve himmet bekliyor*lar. Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil et*tin, erkân*la*rın meşveretlerine bıraktın ve isabet ettin. Aynen öyle de uh*revî ve Kur’anî ve imanî ve ilmî işle*rinde dahi Risale-i Nur’u ve şakirdlerinin şahs-ı manevîlerini tevkil ile o halis, muhlis hasla*rın şahs-ı manevîleri senden çok mü*kemmel o vazifeni kendi vazifeleriyle beraber yapar*lar.» (Şualar sh: 492)

    «Madem Hacı Kılınç Ali birbuçuk sene bütün Risale-i Nur eczalarına sahip çıkmış, kısmen okumuş na*zarımızda yirmi sene*lik bir Nur talebesidir. Ben her sabah haslar içinde onun ismiyle bütün manevî kazanç*larıma, defter-i a’maline geçmek için hisse*dar ediyo*rum. Öyle ise, o da bütün hayatını Risale-i Nur’a vermeye mükelleftir.» (Emirdağ L.II sh: 26)

    «Azamî ihlası kırmamak için Risale-i Nur has ta*lebe*lerine, hususan nafakasını tedarik edemiyenleri tam ta*mına idare edecek derecede Risale-i Nur’un satı*lan nüs*halarının beşten bi*risi Risale-i Nur’un hakkı olduğu ci*hetle şimdi elli-alt*mış talebele*rine kâfi sermayesi çıkı*yor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 232)

    «Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahib ve va*ris*leri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kar*deşlerime bugünlerde vuku’ bulan bir hâdise münase*betiyle beyan ediyorum ki:

    Risale-i Nur, hakaik-ı İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor… Siz dahi, Risale-i Nur’a ka*naat etmeniz lâzımdır, belki bu za*manda elzemdir.» (Kastamonu Lâhikasısh: 76)

    «Risale-i Nur’un has talebeleri, baki elmaslar hük*münde olan hakaik-ı imaniyenin vazifesi içinde iken zâ*limlerin sat*ranç oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiye*lerine fütur vermemek ve fikir*le*rini onlar ile bulaştırma*mak gerektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 118)

    «Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taar*ruz*dan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebe*leri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için, me’*muriyet gibi bir meşgale bulu*yorlar veya terfian işi çok diğer bir me’*muriyete veya diğer bir meş*galeyi bu*luyor*lar. Burada, o neviden çok vakıalar var. Bu taar*ruz, bir cihette daha za*rarlı görünüyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 147)

    «Ehl-i dalalet, Risale-i Nur’un intişarına sed çekmek için, has talebelerin ve ciddi çalışanların şevk*lerini kırmak ve on*lara fütur vermek için, ayrı ayrı tarzlarda, umumî bir plân dâ*hilinde taarruz edi*liyor. Halislere fütur vere*mediklerinden, başka meşga*leler bulmakla çalışmalarına zarar veriyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 197)

    Bediüzzaman «Bundan otuz kırk sene evvel di*yordu: Bir Nur gelecek, bir nuranî âlemi göreceğiz deyip o mana, geniş bir dairede ve siyasette tasavvur edil*miş… Evet Eski Said’in bir nur âlemi gö*receğiz demesi, Risale-i Nur dairesinin manasını hissetmiş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 215)

    «İşte Nur’un zâhiren, kemmiyeten dar cihe*tine bakmı*yarak, hakikat cihetinde keyfiyeten ge*niş ve fevka*lâde menfaatını hissetmesi suretiyle hem de siyaset naza*rıyla bütün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade et*miş.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 112)

    «Halbuki o Nur, Risale-i Nur idi. Nur şakirdleri*nin dairesini umum vatan ve memleket siyasî dairesi yerinde tahmin edip sehiv etmiştim.» (Şualar sh: 539)

    «Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çok*tur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insa*nın kalb ve mide dairesin*den ve cesed ve hane daire*sinden, ma*halle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket da*iresin*den ve küre-i arz ve nev’-i beşer da*ire*sinden tut, ta ziha*yat ve dünya dairesine kadar, bir*biri içinde daire*ler var.

    Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bu*lu*nabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmi*yetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en kü*çük ve muvakkat arasıra vazife bu*lunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makûsen mü*tenasib- va*zifeler bulunabilir.

    Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihe*tiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hiz*meti bıraktırıp, lü*zumsuz malayani ve âfakî iş*lerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıy*metsiz şeylerde öldü*rür.» (Şualar sh: 202)

    «Sözler ile alâkadarlık edenlere, evvelki üç hâfız ile mutaf Hâfız Mahmud Efendi’ye selâm, hem dua edi*yo*rum. Sebat etsin*ler onları kardeş dairesine dâhil etmi*şim, talebe daire*sine girmeye çalış*sınlar.» (Barla Lâhikası sh: 341)

    Dost kardeş ve talebeliğin hususiyetleri:

    «Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyyen Sözler’e ve envar-ı Kur’aniyeye dair olan hizmetimize ciddi taraf*dar olsun ve haksızlığa ve bid’alara ve dalalete kalben ta*rafdar olmasın, kendine de isti*fadeye çalışsın.

    Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakiki olarak Sözler’in neşrine ciddi çalışmakla beraber, beş farz na*ma*zını eda etmek, yedi kebairi işlememektir.

    Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mü*him va*zife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.» (Mektubat sh: 344)

    Birkaç nümunelerini naklettiğimiz bu parçalarda, dar ve haslar dairesi sa*rahatla görülüyor.


Sayfa 5/6 İlkİlk ... 3456 SonSon

Benzer Konular

  1. Risale-i Nur Mesleğinin Esasları
    By Konyevi Nisa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.10.08, 10:43
  2. Risale-i Nur Mesleğinin Değişmezliği Esası
    By Konyevi Nisa in forum Risale-i Nur Talebeliği
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.10.08, 09:13
  3. Büyüklere hizmet
    By SiLa in forum Menkibeler
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 15.10.08, 18:09
  4. Hizmet erleri
    By Reyhani in forum Tasavvuf Yazıları
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 12.10.08, 15:47
  5. Risale-i Nur Mesleğinin Esasları
    By Konyevi Nisa in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.07.08, 15:37

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •