17-RİYA, ŞÖHRET VE TEVECCÜH-Ü NAS GİBİ ZARARLI HİSSİYATLARI TERK ETMEK
Bediüzzaman Hazretleri kendini misal alarak umuma ders olacak irşa*dında diyor ki:
1- «Sen, ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gurur*lanma. [1] sırrınca, mü*zekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubudiyetini, geçen ni*met*lerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farize-i hil*kat ve netice-i san’at bil, ucüb ve riyadan kurtul.» (Sözler sh: 473)
2- «Bir müdür sebepsiz, gıyabımda tezyifkârâne, ha*karetli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana he*lâl ettirdi. O ha*kikat şudur:
Nefsime demiştim: Eğer onun tahkiri ve beyan et*tiği kusurlar şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan razı olsun ki, benim nef*simin ayıplarını söyler. Eğer doğru söyle*mişse, beni nefsimin terbi*yesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer ya*lan söylemişse, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtar*maya yardımdır. Evet, ben nef*simle musalâha etmemi*şim.» (Mektubat sh: 64)
3- «Eğer imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım cihe*tiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azîz-i Cebbâra havale ediyorum.
Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kıracak bir şöh*ret-i kâzi*beyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyi hak*kımda bozmak murad ise, onlara rahmet! Çünkü te*vec*cüh-ü âmmeye mazhar olmak ve halkların na*zarında şöhret kazanmak, benim gibi adam*lara zarardır zannederim. Benimle temas edenler beni bi*lirler ki, şahsıma karşı hür*met istemiyorum, belki nef*ret ediyorum. Hattâ kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tek*dir etmi*şim.» (Mektubat sh: 65)
Ehl-i dalâletin müslümanları kendilerine çekme planı*nın teh*likesine karşı bir ikaz:
4- «İnsanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u cah de*nilen hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şe*ref denilen riyâ*kâ*râne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sa*hibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhret*pe*restlik hissi onu sevk eder.
Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır, çok ahlâk-ı sey*yi*enin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarı*dır. Yani, bir in*sanı yakalamak ve kendine çekmek, onun o hissini okşa*makla kendine bağlar, hem onunla onu mağlûp eder. Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhâdın istifade etmek ihti*malidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakikî olmayan bazı biçare dost*larımı o suretle çektiler, mânen on*ları teh*likeye attı*lar.» (Mektubat sh: 412)
5- «Hâlık-ı Rahîmime yüz binler şükrolsun ki, ken*dimi ken*dime beğendirmemiş. Nefsimin ayıplarını ve ku*surlarını bana gös*termiş. Ve o nefs-i emmâreyi başkalara beğendirmek arzusu kal*mamış. Kabir kapı*sında bekle*yen bir adam, arkasındaki fâni dün*yaya riyakârâne bakması, acınacak bir hamakat*tir ve dehşetli bir hasâret*tir.» (Mektubat sh: 465)
Ehl-i dalâletin galebesinin sebebi:
6- «İnsanın mahiyetinde muzır madenler hük*münde bulu*nan fena istidatları işlettirmekten ve şan ve şeref na*mıyla, ri*yâkârâne nefsin firavuniye*tini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geli*yor. Ve o misilli şeytanî desi*seler vasıtasıyla muvakkaten ehl‑i hakka galebe eder*ler.» (Lem’alar sh: 86)
7- «Dalâlette, iktidarsızlar muktedir görünmeleri ve ehemmi*yetsizler şöhret kazanmaları içindir ki, hod*furuş, şöhretperest, riyâkâr insanlar ve az bir*şeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrar cihetinden bir mevki ka*zanmak için ehl-i hakka muhalefet vaziyetine girerler. Tâ görün*sün ve nazar-ı dikkat ona celb olunsun. Ve ikti*dar ve kud*retle değil, belki terk ve atâletle sebebiyet ver*diği tahribat ona isnad edilip ondan bahsedil*sin. Nasıl ki böyle şöh*ret divanelerinden birisi namazgâhı telvis et*miş, tâ herkes ondan bahsetsin. Hattâ ondan lâ*netle de bahsedilmiş de, şöhretperest*lik da*marı kendi*sine bu lâ*netli şöhreti hoş gös*termiş diye darbımesel ol*muş.» (Lem’alar sh: 86)
8- «Kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğnâ etmek ci*hetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır.» (Lem’alar sh: 146)
Teveccüh-u nasdan kaçmak:
9- «Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki veri*lir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyâya girer. Şan ve şeref ar*zusuyla teveccüh‑ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ihlâs*sızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın za*rarına tevec*cüh-ü nâs ve şan ve şeref, kabir kapısına kadar muvak*kat olan bir lezzet-i cüz’i*yeye mukabil, kabrin öbür tara*fında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından, te*veccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şan ve şeref pe*şinde koşanların kulakları çınlasın!» (Lem’alar sh: 146)
10- «Ehl-i hidayeti, ulüvv-ü himmetten sû-i isti*male ve dola*yısıyla ihtilâfa ve rekabete sevk eden, âhi*ret nokta-i nazarında bir haslet-i memdûha sayılan hırs-ı sevap ve vazife-i uhreviyede kana*atsizlik cihe*tinden ileri geliyor. Yani, “Bu sevabı ben kazanayım, bu insanları ben irşad edeyim, benim sözümü dinlesinler” diye, kar*şı*sındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve muave*netine ve uhuvvetine ve yardımına muhtaç bir zâta karşı rekabet*kârâne va*ziyet alır. “Şakirdlerim niçin onun ya*nına gidi*yorlar? Niçin onun kadar şakird*lerim bulun*muyor?” diye, enâniyeti oradan fırsat bu*lup, mezmûm bir haslet olan hubb-u câha tema*yül ettirir, ih*lâsı kaçırır, riyâ kapısını açar.» (Lem’alar sh: 151)
11- «İHLÂSI KIRAN İKİNCİ MÂNİ: Hubb-u cah*tan gelen şöhretperestlik saikasıyla ve şan ve şeref per*desi al*tında tevec*cüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati ken*dine celb etmekle enâniyeti okşa*mak ve nefs-i emmâ*reye bir ma*kam ver*mektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i hafî” tabir edilen riyâkârlığa, hodfu*ruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.» (Lem’alar sh: 165)
Bediüzzaman Hazretlerinin hayat tecrübesinden na*zara verdiği bir ikaz:
12- «Kendi kendimi aldatmak ve yine başımı gaf*lete sokmak için, İstanbul’da haddimden çok fazla gör*düğüm makam-ı içtima*înin ezvâkına baktım, hiçbir faydası ol*madı. Bütün onların tevec*cühü, iltifatı, tesel*li*leri, yakı*nımda olan kabir kapısına kadar gele*bilir, orada söner. Ve şöhretperestlerin bir gaye‑i hayali olan şan ve şerefin süslü perdesi altında sakîl bir riyâ, soğuk bir hodfuruş*luk, muvakkat bir sersemlik suretinde gör*düğümden, anladım ki, beni şimdiye kadar aldatan bu iş*ler, hiçbir te*selli veremez ve onlarda hiçbir nur yok.» (Lem’alar sh: 231)
13- Kendini beğenen «Kusuru nefsine almaz belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalâğalarla, belki yalanlarla nefsini medih ve tenzih ederek, adeta takdis eder ve derecesine göre, [2] âyetinin bir tokadını yer.
Temeddühü ve sevdirmesi ise, aksülâ*melle istiskali celb eder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlâsı kaybeder, riyâyı karıştı*rır.» (Lem’alar sh: 275)
14- «Ey şan ve şerefi, nam ve şöhreti isteyen adam! Gel, o dersi benden al. Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldü*ren zehirli bir baldır. Ve insanı in*sanlara abd ve köle ya*par. O belâ ve musibete dü*şer*sen,[3] de, o belâdan kurtul.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 83)
Riyakârlığı şeref gösteren mimsiz medeniyet:
15- «Fısk çamuruyla mülevves olan medeniyet, in*sanları da o çamurla telvis ediyor. Ezcümle: Riyâya şan ve şeref namını vermiş insanları da o pis ahlâka sevk edi*yor. Hakikaten in*sanlar o riyâya öyle alışmışlar ki, şahıs*lara yaptıkları gibi, millet*lere, hattâ unsurlara bile yapıyor*lar. Gazeteleri o riyâya del*lâl, ta*rihleri de alkışçı yapmış*lardır. Bu yüzden şahsî hayatlar “hamiyet-i cahiliye” ün*vanı altında unsurî ha*yatlara fedâ edilmektedir.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 188)
16- «Ey örf-ü nâsta şan u şeref namıyla müsemma olan şöh*reti isteyen adam! Gel bu mes'eleyi benden öğ*ren. Zira ben, kat'iy*yen gördüm ki, şöhret ayn-ı riya*dır ve kalbin ölümü demek*tir. Öyle ise aman ona talib olma ki, insanlara abd ve köle olmaya*sın. Eğer sana verilmişse yani içine düşmüş isen [4] söyle.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 165, Tercüme A. Badıllı)
17- «Ehl-i medeniyetin terakki diye zu'mettikleri şey, ancak bir sukuttur. Ve iktidar diye zannettikleri iş, ancak bir ibtizaldir, bayağılıktır ve intibah diye dem vurdukları emir, ancak nevm-i gaf*lette bir batmaktır. Ve nezaket dedikleri mes'ele, nifakî bir riyadır. Ve zekâvet diye gu*rurlandıkları keyfiyet, ancak şeytanî desiselerdir. Ve insa*niyet diye tahmin ettikleri şey, an*cak insani*yetin hayvani*yete bir inkılabıdır.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 192, Tercüme A. Badıllı)
18- «Cahiliyet devrinin menhus bir yadigârı olan un*suriyet*perverlik taassubunun izahı ve iç yüzü şöyle*dir ki: Birbirine tesa*nüd ile katılaşan bir gaflet ve birbi*riyle yar*dımlaşarak cevablaşan bir riya ve bir zu*lümden ibarettir. Evet bu gaflet, riya ve zul*mün be*lasıdır ki un*suriyet ve milliyeti ırkçılara mabud haline ge*tirmiştir. El'iyazübillah.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 227, Tercüme A. Badıllı)
19- «Şu fâsık medeniyet, öyle müdhiş bir riya mey*dana ge*tirmiştir ki, medeniyetçilerin o riyadan kur*tul*ma*ları çok müşkil*leşmiştir. Çünki medeniyet ri*yaya şan ü şe*ref ismini tak*mıştır.
Evet medeniyetin bu riyası, adamı şahıslara dal*ka*vukluk ya*pıp müraîlik ettirdiği gibi, milletler ve un*sur*lara riyakâr ve tasni*atçı kılmıştır. Gazeteleri de, o riya ve mü*raîliğe dellâllar haline sokmuş, ta*rihi ise ona teşrifatçı ve alkışçı yapmıştır. Hem gaddar ve zalim hamiyet-i cahili*yenin desisesiyle mütemerrid olan unsuriyet-perverliğin hayatı içinde, şahsın mev*tini ona unuttur*muştur.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 374, Tercüme A. Badıllı)
20- «Ya benim Rabbim ruz-u mahşerde dese ki: “Şu riya*kârı nîrana sevkediniz!.” Ne yaparım?
İlahî! Senin bab-ı rahmetinden başka bir melce', bir kapı yoktur.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 382, Tercüme A. Badıllı)
Riya-yı kelâmî:
21- «Nefsimin hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannukârane ferahlana*cak kıymettar bir malı olmadığı gibi, başkasının ena*niyetle tekeddür etmiş ne*fislerine de bir kıy*met vermiyorum. Tâ ki onlara riya-yı ke*lâmî ile tasannu ve ubudiyetkâ*rane tekellüf ya*pa*yım.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 386, Tercüme A. Badıllı)
22- «Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet ile*dir. (Yani li*vechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucb, riya ve gös*teriş iledir.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 403, Tercüme A. Badıllı)
23- «Gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mü*te*haccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i müteces*simdir ki, beşeri zulme ve riyâya ve he*vâya, he*vesi kamçılayıp teş*vik eder.» (Sözler sh: 410)
24- «Ey sapık mağrur, daha sana ittiba nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şa*rab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, ya*hut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındık*lığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şey*lerle sarhoş bulunması lâzımdır. » (Mesnevî–i Nuriye sh: 449, Tercüme A. Badıllı)
Hayrı şerre çeviren riya:
25- «Rabian: Hayır, o vakit hayır olur ki Allah için ola… Eğer Allah için olsa, o vakit kat’î Onun izniy*ledir. Tevfik Onundur. Minnet Onadır. Senin hak*kın, şükürdür, fahir değildir. Çünkü fa*hir, irae, ya*ni gösteriş ve riya iledir. Riya ise, hayrı şer eder. Şerle iftihar edersen et! İşte bu hakikati bilmedi*ğindendir ki, nefsinden mağrur, gayrıya da gu*rurlu oldun.» (Nur’un İlk Kapısı sh: 45))
Hizmet-i diniye istiğna ile yapılabilir:
26- «Dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düş*mez, haki*kat mukabilinde dünya malını almaz, ta*sannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i haki*kat elmas kıymetinde ise, sadaka al*maya mecbur olmuş, ehl-i ser*vete tasannua muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş gö*rünmek için riyakâr*lığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstad*dan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner.» (Barla Lâhikası sh: 123)
Tenkidlere maruz kalmak, riyadan kurtulmaya ve*sile olur:
27- «Süleyman’da sadakatle beraber esaslı bir ihlâs gördüm. Evet, bu günlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıra*cak derecede, hakkında işâalar izhar ettik*leri zaman, ona tesellî nevinden dedim ki: “Sana bu su-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun.” O da kemâl-i sü*rur ve ciddî bir surette o teselliyi kabul etti.» (Barla Lâhikası sh: 200)
Riya sayılmayan hususlar ve riyakârlık sebebleri:
28- «Bu yakında hem Isparta’da, hem bu havalide Risale-i Nur’un İhlâs Lem’aları intişara başladığı mü*na*se*betiyle ve bir iki küçük hadise cihetiyle şiddetli bir ihtar kalbe geldi. Riyaya dair Üç Nokta yazılacak.
Birincisi: Farz ve vaciplerde ve şeâir-i İslâmiyede ve sünnet-i seniyenin ittibâında ve haramların terkinde riya giremez izharı, riya olamaz—meğer, gayet za’f-ı imanla beraber, fıt*raten riyakâr ola. Belki, şeâir-i İslâmiyeye te*mas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı ol*duğunu, Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi zat*lar beyan ediyorlar. Sâir nevafilin ihfası çok se*vaplı ol*duğu halde, şeaire temas eden, hususan böyle bi*d’alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şera*fetini gösteren ve böyle büyük kebâir içinde, haram*ların terkinde takvâyı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından pek çok derece daha se*vaplı ve hâlistir.
İkinci nokta: Riyaya insanları sevk eden esbabın,
Birincisi: Za’f-ı imandır. Allah’ı düşünmeyen, es*baba perestiş eder, halklara hodfuruşlukla riyakârâne vaziyet alır. Risale-i Nur şakirdleri, Risale-i Nur’dan al*dıkları kuv*vetli iman-ı tahkikî der*siyle esbaba ve nâsa ubudiyet nok*tasında bir kıymet, bir ehemmiyet vermiyor ki, ubudi*yetlerinde onlara gösterişle riya etsinler.
İkinci sebep: Hırs ve tamah, za’f-ı fakr noktasında te*veccüh-ü nâsı celbine medar riyâkârâne vaziyet al*maya sevk ediyor.
Risale-i Nur’un şakirdleri, iktisat ve kanaat ve te*vek*kül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i Nur’un dersin*den aldık*ları izzet-i imaniye, inşaallah onları ri*ya*dan ve dünya menfaatleri için hodfuruşluk*tan men eder.
Üçüncü sebep: Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sa*hibi ol*mak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve in*san*lara iyi görün*mek, tasannukârâne (haddinden fazla ken*dine ehemmiyet verdir*mek) ve tekellüfkârâne (lâyık ol*madığı yüksek makamlarda gö*rünmek) tarzını ta*kın*makla riya eder.
Risale-i Nur şakirdleri, ene’yi, nahnü’ye tebdil et*tik*leri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı mânevisinin he*sabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarikatın fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ve nefs-i emma*reyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu za*manda birisi de fenâ fi’l-ih*van, yani şahsiyetini kardeş*lerinin şahs-ı ma*neviyesi içinde eritip öyle davrandığı için, in*şaallah, ehl-i hakika*tin riyadan kurtulmaları gibi, bu sırla onlar da kurtulur*lar.
Üçüncü nokta: Vazife-i diniye itibarıyla nâsa hüsn-ü kabul ettirmek, o makamın iktiza ettiği yüksek tavır*lar ve vaziyetler, hod*furuşluk ve riya sayılmaz ve sa*yılmamalı—meğer o adam, o va*zifeyi, kendi enaniyetine tâbi edip istimal ede.
Evet, bir imam, imamet vazifesinde tesbihatları iz*har eder, ismâ eder hiçbir cihette riya olamaz. Fakat va*zife haricinde o tesbi*hatları âşikâre halklara işittir*meye riya gi*rebildiği için, gizlisi daha sevaplıdır.
Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, neşriyat-ı dini*ye*le*rinde ve ittibâ-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebâ*irdeki takvâla*rında, Kur’ân hesabına vazifedar sa*yı*lırlar. İnşaallah riya olmaz. Meğer ki, Risale-i Nur’a, başka bir maksad-ı dünyeviye için girmiş ola. Daha ya*zı*lacaktı, fa*kat bir tevakkuf hali kesti.» (Kastamonu Lâhikası sh: 184)
Riya hissini görüp izale etmek:
29- «Hem on dakika zarfında, büyük bir müca*hede-i mânev*îde, benim cephemde, kırk ikilik bir top gibi düş*manlarıma atıp yol açtığı halde, o iki nefs‑i emmâ*renin, muvakkat bir gaflet fırsatında, hodgâmlık ve meyl-i te*fevvuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı his*siyle, büyük bir şükür ve teşekkür yerine, “Niçin ben atma*dım?” diye, en çirkin bir riya ve rekabet da*marını hissettim. Cenab-ı Hakka yüz bin şükür edi*yorum ki, Risale-i Nur ve bil*hassa İhlâs Risaleleri, o iki nefsin bütün desâisini izale ve onların açtığı yaraları tedavi ettiği gibi, o bir dakika ve on dakikadaki hâletleri birden izale etti. Ve mânevî bir istiğ*far olan kusurumu bildim. O hatânın muaccel cezası olan içindeki elemden ve azaptan kurtul*dum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 234)
Şöhret, ihlâsa zıddır:
30- «Hususan acip bir riyakârlık olan şöh*retperest*lik ve câzibedar bir hodfuruşluk olan tarihlere şâşaalı geç*mek ve insanlara iyi gö*rünmek ise, Nurun bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münafidir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 195)
Merdumgirizlik ihlâsa vesile olur:
31- «Bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara za*rar verecek haller var. Risale-i Nur’un mesleğindeki âzamî ih*lâs için bu has*ta*lık verilmiş. Çünkü bu za*manda şan, şeref perdesi altında riya*kârlık yer al*dı*ğından, âzamî ihlâs ile bütün bütün enani*yeti terk lâzımdır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 201)
32- «Hattâ tezahüre bir riyakârlık, bir hod*furuşluk, bir enaniyet mânâsını verip halk*larla görüşmeyi de terk ettiği ve rahmet-i İlâhînin ihsa*nıyla sesi de kesilmiş ki, dostlarla görüşmeye mec*bur olmasın ve hatırları da kırıl*masın.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 237)
Geylanî Hazretlerinin riyakârlığı tedavi eden şid*detli irşadı:
33- «Fütuhu’l-Gayb kitabında “Yâ gulâm!” tâbir et*tiği bir ta*lebesine pek müthiş ameliyat-ı cerrahiye ya*pı*yor. Ben kendimi o gulâm yerine vaz ettim. Fakat pek şiddetli hitap ediyordu: “Eyyühe’l-münafık,” “Ey dinini dünyaya satan riyakâr” diye, diye... Yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terk ettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin ar*kasından bir lezzet geldi işti*yakla o mübarek eseri acı tiryak gibi veya sulfato gibi iç*tim. Elhamdü lillâh, kaba*hatlerimi anladım, yaralarımı his*settim, gurur bir de*rece kırıldı.” » (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 144)
Bediüzzaman Hazretlerinin riyakârlıkdan uzak dur*ması:
34- «Üstadımız, tekellüf ve taazzumdan asla hoş*lanmaz ve talebelerinin dahi tekellüf kaydından âzade ol*malarını emreder. Ve buyururlar ki: “Tekellüf, şer’an ve hikmeten fenadır, çünkü te*kellüf sevdası, insanı, hadd-i mârufu tecavüze sevk eder. Mütekellif olan*lar, bazan hodbinane ve tezahür ve tefâ*hur tavrı ve muvakkat so*ğuk bir riyakâr vaziyeti takın*mak*tan kurtulmaz. Halbuki bunların ikisi de ihlâsı zede*ler.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 326)
Riyakârlık yalancılıktır:
35- «Evet sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı iç*ti*maiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve ta*sannu, alçakça bir ya*lancılıktır. Nifak ve müna*fıklık, mu*zır bir yalancılıktır.» (Hutbe-i Şâmiye sh: 45)
Riya, sevabı günaha çevirir:
36- «Nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı se*vaba, sevabı günaha kalb eder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbe*der.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 51)
37- «Hayrat ve hasenâtın hayatı niyetledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösterişledir. Ve fıtrî ola*rak vicdanda şu*urla biz*zat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyetle inkıtâ bulur.» (Mesnevî–i Nuriye sh: 201)
Merdumgirizlik ihlâsın muhafazasına vesiledir:
38- «İnayet-i İlâhiye dahi, hizmet-i imaniyedeki ih*lâsı kır*mamak ve tasannukârâne hodfuruşluk va*ziyetine girmeye mecbur etmemek ve ziyade hüsn-ü zan edenle*rin karşı*sında beni tekellüf*lere ve gösterişlere mecbur etmemek ve bu za*manda çok tesir eden şahsıma karşı te*veccüh, mu*habbet ve hizmete zarar veren kendini ma*kam sahibi göstermek vaziyetinden kurtarmak ve Kur’ân’dan gelen Risale-i Nur’un elmas gibi hakikatle*rini bana mâletmekle cam parçalarına indir*memek hikmetle*riyle, Cenab-ı Erhamürrâhimîn bana bu hasta*lığı vermiş*tir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 61)
Şöhretli sahalardan kaçmak:
39- «Nur mesleğinde benlik ve gösteriş bir nevi şöh*retperestlik, merdud olduğundan, bu enaniyet zama*nında in*sanlara kendini satmaya çalış*mak ve beğendir*mek, bir anda Nur şakirdleri böyle bü*yük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mev*kilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihe*tiyle, kader-i İlâhî, Nur şakirdle*rini tam ihlâsın mu*hafazası için şimdilik müsaade etmi*yor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 257)
40- «Ey fahre meftun, şöhrete müptelâ, medhe düş*kün, hodbinlikte bîhemtâ, sersem nefsim!
Eğer binler meyve veren incirin menşei olan kü*çü*cük bir çe*kirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün si*yah kurucuk çubuğu, bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çu*buğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâ*zım ol*duğu hak bir dâvâ ise, senin dahi sana yüklenen nimet*ler için fahre, gu*rura belki bir hakkın var.
Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çe*kirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyarın bulunmakla, o nimet*lerin kıymetlerini fahrinle tenkis edi*yorsun, gururunla tahrip ediyorsun ve küfra*nınla iptal ediyorsun ve temellükle gasp edi*yorsun.
Senin vazifen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöh*ret değil, tevazudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil, istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâ*binliktedir.» (Sözler sh: 230)
41- «Hem insanlara kendini bildirmek bir şöhretpe*restlik olmasından, bir enaniyet, bir hod*fü*ruşluk, bir ri*yakârlık ihtimali var. Bu ise, bizim gibi*lere tam zarardır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 161)
42- «Risale-i Nur Müellifi, bütün müellif ve mu*harrir*lerin en mütevaziidir. Şöhret ve tekebbürün en büyük düşmanıdır. Bütün dünya metâına arka çe*virmiştir. Ne mal, ne şöhret, ne nü*fuz—bunların hiçbi*risi onun pâyine ulaşamamıştır ve ulaşamaz.» (Tarihçe-i Hayat sh: 654)
43- «Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, ulûm-u ima*niye ve Kur’âniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ih*san etmiştir. Bu ihsan-ı İlâhîyi bütün hayatımda, lil*lâ*hil*hamd, tevfik-i İlâhî ile şu millet-i İslâmiyenin men*faatine, saadetine sarf ederek, hiçbir vakit vasıta-i ta*hakküm ve tagallüb olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe matlup olan te*veccüh‑ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim men*fû*rumdur, onlardan ka*çıyorum. Yirmi sene eski haya*tımı zayi ettiği için onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risale-i Nur’u beğenmelerine bir emâre biliyo*rum, onları küstürmüyorum.» (Lem’alar sh: 171)
Kısmen tesbit edilen mezkûr ders ve ikazlar, riya ve şöhret gibi hissiyat ve hareketlerin terk edilmesinin lüzu*munu açıkça gösteriyor ve Risale-i Nur’da bir esas*tır.