Sayfa 3/6 İlkİlk 12345 ... SonSon
51 sonuçtan 21 ile 30 arası

Konu: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

  1. #21
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini



    10-SİYASETTEN UZAK DURMAK DÜSTUR VE ESASI


    Siyasî çalışmaların iman hizmetine nisbetle geri dere*cede olduğu ve çe*şitli cihetlerden iman hizmetine zarar verdiği için, iman hizmetinin hakiki şa*kirdleri si*yasî fa*aliyet*lere girmemelerine dair Risale-i Nurdaki ikazlardan bir kı*sımlarıdır:

    1- «İman hizmeti, iman hakaiki, bu kâ*inatta herşe*yin fevkindedir hiç bir şeye tâbi’ ve âlet olamaz. Fakat bu zamanda ehl-i gaflet ve dalâlet ve dinini dünyaya satan ve bâki el*masları şişeye tebdil eden gafil insanlar naza*rında o hizmet-i ima*niyeyi ha*riçteki kuvvetli cereyanlara tâbi’ veya âlet telâkki etmek ve yüksek kıymetlerini umumun nazarında tenzil et*mek endişesiyle, Kur’an-ı Hakîm’in hizmeti bize kat’î bir surette siyaseti yasak et*miş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 137)

    2- «Madem mesleğimiz azamî ihlastır değil benlik enaniyet, dünya saltanatı da verilse, baki bir mes’ele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek azamî ihlasın iktizası*dır.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 246)

    3- «Ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın naza*rında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nisbe*ten ancak onuncu de*recede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i üm*mete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes*’ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-ı imaniyenin çalış*masına racih gör*düklerinden o tercümana karşı arkadaş*larının pek zi*yade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılapçı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mani olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür.

    4- Kader-i İlahî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihti*mali izale etmek ve öyle ümid besliyenlerin ümidlerini tadil etmek için, en zi*yade öyle cihetlerde yardım ve ilti*haka koşacak olan ülemadan ve sâdattan ve meşayih*ten ve ah*babdan ve hemşehriden birisini mu*arız çı*kardı o ifratı tadil edip adalet etti. “Size, kâinatın en bü*yük mes’elesi olan iman hizmeti yeter” diye bizi mer*hamet*kârane o hâdiseye mahkûm eyledi.» (K. Lâhikası sh: 193)

    5- «Evet bu zaman hem iman ve din için, hem ha*yat-ı içtima*iye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve si*yaset-i İslâmiye için, ga*yet ehemmiyetli birer müced*did ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i ima*ni*yeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğü*dür. Şeriat ve hayat-ı içti*ma*iye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.

    6- «Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında zi*yade ehem*miyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibariyle*dir... ...Bu asırda, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsine, ha*kaik-ı imaniye muhafaza*sında tecdid va*zifesini yaptır*mış.» (Kastamonu Lâhikası sh: 189)

    7- «Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhir*za*mana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyet*ten ev*vel İstanbul’da te*’*vilini söylediği hadîslerin ihbar et*tiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insa*niyette zuhur ettiğini görür. Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve muka*bele edecek olan Hizb-ül-Kur’an hakkında, “O zamana yetiştiği*niz zaman siyaset cânibiyle onlara ga*lebe edilmez ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebi*lir.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 147)

    8- «Risale-i Nur şakirdleri dünya siyase*tine ve ce*re*yanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve te*nezzül etmiyorlar» (Şualar sh: 271)

    9- «Hem Kur’an bizi siyasetten şiddetle men’etmiş. Evet Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mah*veden ve ha*yat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çevi*ren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan ha*kikatlarla gayet kat’î ve en mütemerrid zındık fey*lesofları dahi imana getiren kuvvetli bürhanlar ile Kur’ana hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz.» (Şualar sh: 349)

    10- «Yeni Said ne için bu kadar şiddetle si*yasetten tecennüb ediyor?

    Elcevab: Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebe*diyeye ça*lışmasını ve kazanmasını meşkuk bir-iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzulî bir surette ka*rışma ile feda etmemek için.. hem en mühim, en lü*zumlu, en saf ve en hakikatlı olan hiz*met-i iman ve Kur’an için şiddetle siyasetten kaçıyor.…

    Amma Kur’an ve imanın hizmeti ne için beni men*’ediyor dersen, ben de derim ki: Hakaik-ı ima*niye ve Kur’aniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siya*set ile âlûde olsa idim elim*deki o elmaslar iğ*fal olunabi*len avam tarafından, “Acaba taraftar kazan*mak için bir propa*ganda-i siyaset değil mi?” diye düşü*nürler. O el*maslara, âdi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde ben o siya*sete temas etmekle, o elmaslara zulmede*rim ve kıymetle*rini tenzil etmek hükmüne ge*çer.» (Mektubat sh: 62)

    11- «Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmas*lar hükmünde olan hakaik-ı imaniyenin vazifesi içinde iken, zâlim*lerin satranç oyunlarına bak*makla vazife-i kudsiyelerine fü*tur vermemek ve fikir*lerini onlar ile bu*laştırmamak gerektir. Cenab-ı Hak bize nur ve nuranî vazifeyi vermiş onlara da, zu*lümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadık*ları halde, biz onların karanlıklı oyun*larına vazifemizin zararına bak*mağa tenezzül etmek ha*tadır. Bize ve merakımıza, da*iremiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envar-ı imaniye kâfi ve vâfidir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 117)

    12- «Benim ile temas eden bütün dostlarım bilir*ler ki siyasete değil karışmak, değil teşebbüs, belki dü*şün*mesi dahi esas maksa*dıma ve ahval-i ruhiyeme ve hiz*met-i kudsiye-i imaniyeme muha*liftir ve olamıyor. Bana nur verilmiş, siyaset topuzu veril*memiş.

    Bu halin bir hikmeti şudur ki hakaik-i imani*yeye müştak ve memuriyet mesleğine giren bir*çok zatları, bu hakaika endişeli ve tenkidkârane bak*tırmamak, onlardan mahrum etme*mek için, Cenab-ı Hak kalbime siyasete karşı şiddetli bir ka*çın*mak ve bir nefret vermiştir kana*atındayım.» (T. Hayat sh: 221)

    13- «Risale-i Nur şakirdlerinin, mümkün olduğu ka*dar, siyasete ve idare işine ve hükû*metin icraatına ka*rışmamak bir düstur-u esasî*leridir. Çünki halisane hiz*met-i Kur’aniye, onlara her şeye bedel kâfi geliyor.» (Şualar sh: 362)

    14- «Nur şakirdleri, hiç siyasete karışma*dı*lar, hiç*bir partiye girmediler. Çünki iman, mâl-i umumîdir. Her ta*ifede muhtaçları ve sahibleri var. Tarafgirlik gire*mez. Yalnız küfre, zendekaya, da*lâlete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minle*rin uhuvveti esastır.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 180)

    15- «Elhamdülillâh, siyasetten tecerrüd sebe*biyle, Kur’anın elmas gibi hakikatlarını propa*ganda-i siyaset ittihamı altında cam parçaları*nın kıymetine indirmedim. Belki gittikçe o elmas*lar kıymetlerini her taifenin naza*rında par*lak bir tarzda ziyadeleştiriyor.» (Mektubat sh: 48)

    16- «Nur Risalelerinin ve Nurcuların siya*setle alâ*ka*ları yok ve Risale-i Nur, rıza-i İlahîden başka hiç bir şeye âlet edilmediğinden, mümkün ol*duğu kadar Risale-i Nur’un mensub*ları, içtimaî ve si*yasî ce*reyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlarını ehl-i dalâ*letin tecavüzatından muhafa*zaya çalıştıkları için, ruh u ca*nımızla onları takdir ve tahsin edip on*larla dostuz ve kardeşiz, fakat siyaset nokta*sında değil. Çünki iman dersi için gelenlere ta*rafgirlik naza*rıyla bakılmaz. Dost düşman derste fark et*mez. Halbuki si*yaset tarafgirliği, bu manayı zede*ler. İhlas kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz iş*kencelere ve sıkıntılara ta*hammül edip Nur’u hiç bir şeye âlet etmediler. Siyaset to*puzuna el atmadı*lar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 35)

    17- «Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, rûy-i ze*mindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için dün*yevî merak-aver mes*’e*lelere bakıp, vazife-i bâkıyenizde fütur ge*tirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Mes’elesini çok defa okuyunuz, kuvve-i maneviyeniz kı*rılmasın.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 43)

    18- «Evet bu zamanda siyaset, kalbleri if*sad eder ve asabi ruhları azab içinde bırakır. Selamet-i kalb ve isti*rahat-ı ruh istiyen adam, siyaseti bırakmalı.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)

    19- «Gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve ha*kiki vazife-i insaniyeti ve âhireti unuttu*racak olan en geniş daire ise, siyaset da*iresidir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 56)

    Dindar siyasîler, siyaseti vesile ve dini gaye gör*mek ve si*yaseti dine alet ve yardımcı yapmak şartiyle siyasete girebilir.

    20- «Maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakiki dindar ise “bütün kâinatın en büyük gayesi ubu*diyet-i insaniyedir” diye siya*sete aşk u merak ile değil ikinci üçüncü merte*bede onu dine ve hakikata âlet etmeye -eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa bâki elmasları, kırılacak adi şişelere âlet yapar.» (E. Lâhikası-I sh: 57 )

    Âl-i Beytin asîl vazifesi, hizmet-i diniyedir.

    21- «Eğer desen: Hilâfet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, hârikulâde zekâsı ve yüksek liyakatıyla beraber seleflerine nisbeten mu*vaffa*kiyetsizliği nedendir?

    Elcevab: O mübarek zât, siyaset ve saltanattan zi*yade, daha çok mühim başka vazifelere lâyık idi. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, “Şah-ı Velayet” ün*van-ı manidarını bihakkın kazanamaya*caktı. Halbuki zâ*hirî ve si*yasî hilâfetin pek çok fevkinde manevî bir saltanat ka*zandı ve Üstad-ı Küll hükmüne geçti hattâ kıyamete ka*dar saltanat-ı manevîsi bâki kaldı.» (Mektubat sh: 54)

    22- «Amma kader nokta-i nazarında feci akıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya salta*natı ile manevî saltana*tın cem’i ga*yet müşkildir. Onun için onları dünyadan küs*türdü, dün*yanın çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve sûrî bir sal*tanattan çekildi fakat parlak ve da*imî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler âdi valiler ye*rine, evliya aktablarına merci’ oldu*lar.» (Mektubat sh: 55)

    23- «Eğer denilse: Neden hilâfet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevî’de takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâ*yık ve müstehak onlardı?”

    Elcevab: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-ı İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafa*zaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi masum olmalı, veya*hut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hâ*rikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Halbuki Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilâfeti ve Afrika’da Muvahhidîn Hükûmeti ve İran’da Safevîler Devleti gösteriyor ki saltanat-ı dün*yeviye Âl-i Beyte ya*ramaz, va*zife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti on*lara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettik*leri zaman, par*lak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ana hizmet etmişler.

    İşte bak! Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktab*lar, husu*san Aktab-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı Azam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelabidîn ve Cafer-i Sâdık ki, herbiri bi*rer ma*nevî mehdi hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zu*lümatı dağıtıp, envar-ı Kur’aniyeyi ve ha*kaik-ı imani*yeyi neşret*mişler. Cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermiş*ler.» (Mektubat sh:

    Risale-i Nur, siyaset-i İslâmiyeye de alet olamaya*ca*ğını bil*diren Said Nursi Hazretleri diyor ki:

    24- «İnkişafa başlayan İslâm birlik fikri ve ittihad-ı İslâm siyaseti, Risale-i Nur’u ken*dine bir kuvvet, bir âlet yapmaya çalışacaktı ve biz*leri siyaset-i İslâmiyeye bak*maya mecbur ede*cekti. Halbuki Risale-i Nur’un mesle*ğindeki sırr-ı ih*lâs iman, Kur’ân hakikatlerinden başka hiçbir şeye âlet, tâbi olmadığı...» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 257)

    25- «Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fev*kinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi ve dahil olmaz. Belki mütecaviz din*sizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i is*tinat olur. Fakat siyaset hesabına değil, belki Nur’ların intişarı ve maslahatı hesa*bına, bazı kar*deşler, Nurlar namına değil, belki kendi şa*hıs*ları namına girebilir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 160)

    Siyasetten uzak durmayı beyan eden ve kısmen tercih edi*len mezkûr na*killer, bilhassa haslar daire eh*linin ve ha*kiki şakird*lerin -siyasîleri ikaz etmeleri müs*tesna- bilfiil siya*sete girmemele*rini sarahatla ortaya ko*yar.


  2. #22
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    11-İSTİĞNA DÜSTURU
    (İktisad Düsturuna da bakınız)


    Dinî hizmetlerde maddî ve manevî menfaatleri is*te*memek olan istiğna düsturu, Risale-i Nurun hizme*tinde ehemmiyetle ve ısrarla nazara verilen bir esastır.

    Bediüzzaman Hazretleri bir talebesine yazdığı, fa*kat umuma bakan is*tiğna düsturu hakkındaki dersinde diyor ki:

    1- «Bana bir hediye gönderdin gayet ehem*miyetli bir kaidemi bozmak istersin. Ben demiyo*rum ki: “Kardeşim ve bi*raderzadem olan Abdülmecid ve Abdurrahman’dan kabul etmedi*ğim gibi senden de kabul etmem.” Çünkü sen onlardan daha ileri ve ru*huma daha yakın olduğundan, herkesin hediyesi red*dedilse, seninki bir defaya mahsus olmak üzere redde*dilmez. Fakat bu münasebetle o kaidemin sırrını söyle*yeceğim. Şöyle ki:

    Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına gir*mek*tense ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşak*kat çek*tiği halde kaide*sini bozmadı. Eski Said’in, senin bu biçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun’î bir istiğnâ değil, belki dört beş ciddî esbaba is*tinat eder.

    Birincisi: Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi va*sıta-i cer et*mekle itham ediyorlar, “İlmi ve dini kendilerine medar-ı ma*işet yapıyorlar” deyip insafsızca*sına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lâzımdır.

    İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittibâ et*mekle mü*kellefiz. Kur’ân-ı Hakîmde, hakkı neşredenler [18] diyerek insanlardan is*tiğnâ göstermişler. Sûre-i Yâsin’de [19] cüm*lesi, me*se*lemiz hak*kında çok mânidardır.

    Üçüncüsü: Birinci Sözde beyan edildiği gibi, Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki, ekseriya ya veren gafildir kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafil*dir Mün’im-i Hakikîye ait şükrü, senâyı zâhirî esbaba verir, hata eder.

    Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir ha*zine ve bir servettir ki, hiçbir şeyle değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defi*ne*leri kapatmak istemem. Rezzâk-ı Zülcelâle yüz binler şük*rediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istina*den, bakiye-i ömrümü de o kaideyle geçirmesini rahme*tinden niyaz ediyorum.

    Beşincisi: Bir iki senedir çok emâreler ve tecrübe*lerle kat’î kanaatim oldu ki, halkların malını, hu*susan zengin*lerin ve memurların hediyelerini almaya mezun deği*lim. Bazıları bana dokunuyor belki dokunduruluyor, ye*dirilmiyor, bazan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamaya mâ*nen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.

    Hem bende bir tevahhuş var. Herkesi her vakit ka*bul edemi*yorum. Halkın hediyesini kabul etmek, on*la*rın hatırını sayıp iste*mediğim vakitte onları kabul et*mek lâ*zım geliyor. O da hoşuma gitmiyor. Hem ta*sannu ve te*mellükten beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en âlâ baklavasını yemek, en murassâ li*basını giymek ve onların hatırını saymaya mecbur olmak, bana nâhoş geliyor.

    Altıncısı: Ve istiğnâ sebebinin en mühimi, mez*he*bimizce en muteber olan İbn-i Hâcer diyor ki: “Salâhat niyetiyle sana veri*len birşey sâlih ol*mazsan kabul etmek haramdır.”[20]

    İşte, şu zamanın insanları, hırs ve tama’ yüzün*den, küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi gü*nahkâr bir biça*reyi, sâlih veya velî tasavvur ede*rek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer—hâşâ—ben kendimi sâlih bilsem, o alâmet‑i gurur*dur, sa*lâhatin ademine delildir. Eğer kendimi sâlih bil*mez*sem, o malı kabul etmek caiz değildir. Hem âhirete müteveccih a’*mâle mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette ye*mek demektir.» (Mektubat sh: 13)

    2- «Çok rica ederim ki, gücenmeyiniz, hediyeyi ka*bul ede*medim. Adem-i kabulün esbabı çok*tur. En mü*him bir sebep, benim kardeşlerim ve talebe*lerimle olan münasebetin samimiye*tini ve ihlâsı zede*lememek*tir. Hem iktisat, bereket ve kanaat saye*sinde, şiddetli ih*tiyacım ol*madığı halde, dünya malına el uzatmak elimde değil, ihti*yarım haricindedir. Hem bir misalle ince bir se*bebi anlata*cağım:

    Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay ge*tirdi, kabul etmedim. “İstanbul’dan senin için getir*dim, beni kırma” dedi. Kabul ettim. Fakat iki kat fiya*tını ver*dim.

    Dedi: Niçin böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?

    Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe dere*cesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatımı terk edi*yorum. Çünkü, dünyaya tenez*zül et*mez, tamah ve zillete düşmez, hakikat muka*bilinde dünya malını almaz, ta*sannua mecbur olmaz bir üstad*dan alınan ders-i haki*kat elmas kıymetinde ise, sadaka almaya mec*bur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kal*mış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka ve*renlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye ce*vaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe de*recesine iner. İşte, sana mânen otuz lira zarar ver*mekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geli*yor ve vic*dansızlık telâkki ediyorum. Sen mâdem feda*kârsın ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfa*atime ter*cih ediyorum, gücenme. O da, bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.» (Barla Lâhikası sh: 122)

    3- «Bu zamanda zaruret olmadan, irşad-ı nâsa ve neşr-i dine çalışanların, sadakaları ve hediyeleri kabul etmemeleri lâzım geldiğinin sırrını dört sebeple beyan eder. âyeti ile âyeti gibi, in*sanlardan is*tiğna hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir eder. Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar, müm*kün olduğu ka*dar istiğna ve kanaatle hareket etmezse hem ehl-i da*lâle*tin ithamına hedef olur, hem izzet-i ilmiyeyi muha*faza edemez. Hem, salâhat ve neşr-i din gibi umûr-u uh*re*viyyeye mukabil hediyeleri almak, âhiret mey*velerini dünyada fâni bir sûrette yemek demek*tir.» (Mektubat sh: 484)

    4- «Ehl-i dünya bana der: “Neyle yaşıyorsun? Çalışmadan na*sıl geçiniyorsun? Memleketimizde tem*belce oturanları ve başkası*nın sa’yiyle geçinenleri iste*miyoruz.”

    Elcevap: Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzâkımdan başka kimsenin minnetini almı*yorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşa*yan bir adam, başkasının minnetini almaz.

    Şu meselenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle, beyan et*mek bana pek nâhoştur. Fakat, madem ehl‑i dünya ev*hamlı bir surette soruyorlar. Ben de derim ki:

    Küçüklüğümden beri halkların malını kabul et*me*mek (velev zekât dahi olsa), hem maaşı kabul etme*mek (yalnız bir iki sene Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede dostları*mın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum), o pa*rayı da mânen millete iade ettik. Hem maişet-i dün*yeviye için minnet altına girmemek, bütün öm*rümde bir düstur-u hayatımdır.» (Mektubat sh: 66)

    5- «Şarkî Anadolu’da medrese teşkilâtındaki hu*su*si*yetlerden birisi şudur ki: İcazet almış bir âlim, iste*diği köyde hasbeten lillâh bir medrese açar. Medrese ta*lebele*rinin ihtiyacı, iktidarı olursa medrese sahibi tara*fından, ik*tidarı yoksa halk tarafından temin edilir hoca mecca*nen ders verir, talebelerin iaşe ve levazımatını da halk deruhte ederdi. Bunların içinde yalnız Molla Said, hiç*bir suretle zekât almıyordu. Zekât ve başkası*nın eser‑i minneti olan bir parayı kat’iyen kabul etmi*yordu.HAŞİYE 1 » (Tarihçe-i Hayat sh: 31)

    6- «Vasiyetnamenin bir zeyli

    Eşref Edib’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat’ın otu*zuncu sayfasın*daki Said’in hususiyetlerinden altı nü*munesin*den yedinci nümu*nesi ki, mukabelesiz hedi*yeyi ömründe ka*bul etmemek, kanaat ve iktisada isti*naden, şiddet-i fak*riyle beraber, altmış yetmiş sene ev*velki kendi tale*beleri*nin tayınatını da kendisi verdiği acip vaziyetin şimdiki bir misâli ve bir sırrı kaç senedir anlaşıldı diye, vasiyet*name*nin âhirinde bunu yazma*nın zamanı geldi.

    Evet, şiddet-i fakr ve istiğna ile hediye almamakla beraber, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, yasak ol*mayan daktilo ma*kinesiyle intişar eden Risale-i Nur’un verdiği sermaye ile, şimdi mânevî Medresetü’z-Zehranın dört beş vilâyetinde hayatını Risale-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bulamayan feda*kâr Nur ta*lebelerinin tayınatına acip bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshalarının fiyatı olan o mübarek sermayeyi ben öldük*ten sonra da o hâlis, fedakâr kar*deşlerime vasiyet ediyo*rum ki, altmış yet*miş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma aynen tatbik etsinler. İnşaallah Risale-i Nur’un tab’ serbestiyeti olsa, o düstur daha fazla inkişaf eder.

    Medâr-ı hayrettir ki, o eski zamanda evkaftan beş talebenin tayınatını Van’da Eski Said kabul etmiş, o az para ile bazan talebesi yirmiye, otuza, altmışa kadar çık*tığı halde kendi talebelerinin tayı*natını kendisi veri*yordu. O kanaat ve iktisadın bereketiyle ve kendi beş altı mavzer tüfeğini satmakla istiğna kaidesini boz*madı. O zaman meşhur Tâhir Paşa gibi çok yar*dımcılar varken kaidesini bozmadı. O altmış yetmiş senelik düstur-u hayatının, bir işaret-i gaybiye ile altmış yetmiş sene sonra o kanaat ve istiğna*nın bir meyvesi inâyet-i İlâhiye ile ihsan edildi ki, o kadar mahke*meler ve yasaklar ve müsadereler ve eski hu*rufla izin vermemekle beraber, kaç senedir dört beş vi*lâyet vü*s’atindeki mânevî Medresetü’z-Zehranın feda*kâr talebe*lerinin tayınatını Risale-i Nur kendisi hediye etti.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 216)

    7- «Hem öyle bir tarzda izzet-i ilmiyeyi hayatta mu*hafaza etmiş ki asla kimseye arz-ı iftikar et*memek, ha*yatının en mühim bir düsturu ol*muş*tur. Dünya kendile*rine teveccüh etmişse de, on*dan yüz çevirmiş olan Üstadımız, emr-i maaşta Cenab-ı Hakkın inayetiyle, iffet ve nezahetini daima muhafaza eder sa*daka, zekât ve he*diyeleri almaz. Yakinen biliyo*ruz ki, Kastamonu’da bu*lundukları zaman, oturdukları evin îcarını ver*mek için yorganını sattılar da, yine hiç*bir su*retle hediye kabul et*mediler.» (Tarihçe-i Hayat sh: 326)

    Hazret-i Üstad anlatıyor:

    8- «Benimle beraber Burdur’a nefyedilen reisler*den bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşme*mekli*ğim için, zekâtlarını bana kabul ettirmeye çok ça*lıştılar. O zengin reislere dedim: “Gerçi param pek az*dır. Fakat ikti*sadım var, kanaate alışmışım. Ben siz*den daha zen*ginim.” Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim. Câ-yı dik*kattir ki, iki sene sonra, bana zekât*larını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd, onlar*dan yedi sene sonra, o az para, ikti*sat bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüz suyumu dök*türmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düs*turu olan “nâstan is*tiğnâ” mes*leğini bozmadı.» (Lem’alar sh: 141)

    9- «Bediüzzaman, küçük yaşından beri, halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğnâ etmiştir. Hediye ka*bul etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memle*ketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ih*tiyarlığın tahmil ettiği zaruretler içinde dahi, bu sek*sen senelik is*tiğnâ düsturunu bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma birşey hediye etse, mukabilini verir, ver*mese do*kunur.

    Neden hediye kabul etmediğinin sebeplerinden bi*risi olarak der ki: “Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda imânı kurtaran on el varsa, şimdi bire in*miş. İmânsızlığa sevk eden se*bepler eskiden on ise, şimdi yüze çıkmış. İşte, böyle bir za*manda imâna hizmet için, dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim. Hizmet-i imâ*niyemi hiçbir şeye âlet et*meye*ceğim” der.

    Hazret-i Üstad, kendi şahsı için birisi zahmet çekse, bir hiz*metini görse, mukabilinde bir ücret, bir te*berrük verir. Aksi halde, ruhuna ağır gelir, hoşuna git*mez.» (Sözler sh: 760)

    Bediüzzaman Hazretlerinin hükümetin verdiği maddî yar*dım için cevabı:

    10- «Aziz sıddık kardeşlerim,

    Şimdi bir emrivaki karşısında bulunuyorum. Benim iaşem için her gün iki buçuk banknot, hem yeni*den benim için bir hane—mobilyasıyla beraber ve istedi*ğim tarzda—yaptırmak için emir gelmiş. Halbuki elli-altmış senelik bir düstur-u hayatım bunu kabul etmemek iktiza eder. Gerçi Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede bir iki sene maaşı kabul ettim, fakat o parayı kitapları*mın tab’ına sarf ederek ve ekserini meccânen millete verip, mil*le*tin malını yine mil*lete iade ettim.

    Şimdi eğer mecbur olsam ve size ve Risale-i Nur’a zarar gel*memek için kabul etsem, yine ileride millete iade etmek üzere saklayacağım. Zaruret-i kat*’iye derecesinde, kendime yalnız az bir parça sarf edeceğim. İşittim ki, eğer reddetsem, onlar, husu*san lehimde iaşem için çalışan*lar gücenecekler. Ve aleyhimde olanlar diyecekler: “Bu adam başka yerden iaşe edili*yor.” O bedbahtlar, iktisadın hârikulâde bereke*tini bilmiyorlar ve iki günde beş kuruş*luk ekmek bana kâfi geldiğini görmemişler ki, bütün bü*tün asılsız bir evhama kapılıyorlar.

    Eğer kabul etsem, yetmiş senelik hayatım gücene*cek ve bu zamandan haber verip tama’ ve maaş yüzün*den bid’alara gi*ren ve ihlâsı kaybeden âlim*leri to*katlayan İmam-ı Ali Radıyallahu Anh dahi ben*den kü*secek ihtimali var ve Risale-i Nur’un hakiki ve sâfi olan ihlâsı beni de ih*lâssızlıkla itham etmek ciheti var. Ben, hakikaten tahay*yürde kaldım.

    Ben işittim ki, eğer kabul etmesem, beni daha zi*yade sıkacak*lar ve belki Risale-i Nur’un tam serbestiye*tine ilişe*cekler. Hattâ şimdiki tazyikleri, beni o iaşe tek*liflerine mecbur etmek içinmiş. Madem hâl böyledir kaidesiyle, zaruret dere*ce*sinde olsa, inşaallah zarar vermez. Fakat ben reddettim reyi*nize ha*vale ediyorum.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 24)

    11- «Ben işittim ki, benim iaşeme ve istirahatime bu*radaki hükûmet müracaat etmiş, kabul cevabı gelmiş. Ben bunların in*sa*niyetine teşekkürle beraber, derim:

    En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan, hürriyetimdir. Asılsız ev*ham yüzünden, em*salsiz bir tarzda hürriyetimin kayıt*lar ve istibdatlar altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. Değil hapis ve zindanı, belki kabri bu hale tercih ederim. Fakat, hizmet-i imaniyede ziyade meşak*kat ise ziyade sevaba sebep ol*ması bana sabır ve taham*mül verir. Madem bu insaniyetli zatlar benim hak*kımda zulmü istemiyorlar, en evvel be*nim meşru da*iredeki hürriyetime dokundurmasınlar. Ben ek*meksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.

    Evet, on dokuz sene bu gurbette yalnız iki yüz banknot ile, şid*detli bir iktisat ve kuvvetli bir riyazet içinde kendini idare ederek, hürriyetini ve izzet-i ilmi*yesini muhafaza için kimseye izhar-ı hâcet etme*yen ve minnet altına girmeyen ve sadaka ve zekât ve maaş ve hediye*leri kabul etmeyen bir adam, el*bette iaşeden ziyade, adalet içinde hürriyete muhtaçtır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 18)

    12- «Bilirsiniz ki, kendim sadaka ve yardımları kabul etme*di*ğim gibi, öyle yardımlara da vesile olama*dığımdan, kendi elbi*semi ve lüzumlu eşyamı satıp o parayla kendi kitaplarımı, ya*zan kardeşlerim*den satın alıyorum. Tâ Risale-i Nurun ihlâsına dünya menfaatleri girmesin, bir zarar verme*sin ve başka kardeşler de ibret alıp hiçbir şeye âlet edilme*sin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 272)

    13- «Safranbolu, Eflâni Nahiyesi Mülâyim Köyünde mütekait muallim bir kardeşimiz ve Nurun has şakirdi, Nurların neşri ve tab’ı için âdetâ sermayesinin kısm-ı âzamını teberru etmek istiyor, kabulünü rica ediyor. Ben, bu hâlis ve has karde*şimizin fedakârâne ve hâlisane rica*sını reddede*miyo*rum. Ve dünya malları kaide-i şahsi*yeme girme*diği ve muavenet*leri kendime kabul etmedi*ğim için, bu işteki maslahatı da bilemi*yorum. İki Isparta’nın kah*ra*manlarına ve Hüsrev ve Tahirî ve ar*ka*daşlarına ve Nazif ve refiklerine bu meseleyi havale edi*yorum. Nurun neşri için böyle çok büyük bir hayır ve sevaba mâni olamam. Sizler ya bütün niyet ettiği mik*tarı, veyahut bir kısmını, iki hisse ile, biri büyük Isparta’nın, biri küçük Isparta’nın makinelerine veril*sin. Onun istediği gibi, ya teberru veya ileride başka muave*net edenler gibi bir mukabele nev’inde, ya Nurlardan veya başka bir istediği ne varsa vermek su*retiyle o has kardeşimizi memnun edersi*niz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 182)

    Bu mektubda dikkati çeken ehemmiyetli noktalar var: Evvela, muaveneti yapmak isteyen hâlis bir Nur şakirdidir. Saniyen, yapılmak istenen yardım he*men kabul görmüyor, ancak hayra mani olmak endişesiyle reddedilmiyor. Salisen, yapılmak istenen yardımın bir kısmının alınması teklifi geti*riliyor. Çünkü hissî bir heyecan anında böyle büyük bir yar*dım yapılmak is*tenmiş olabilir. Rabian, bu yardım bir borç şeklinde olması veya karşılığında kitab verilmesi gibi şıklar or*taya konulup muavene*tin, ihlas ve samimiyetinin tam te*barüzüne çalı*şılmaktadır. Bütün bu tekliflere rağmen mu*avenette yine ısrar gösteriliyorsa, o za*man tam bir gönül ra*hatlığı mevzubahis demektir.

    14- «Bu gece hiç görmediğim bir itab, bir tâzip su*re*tinde mâ*nevî bir şiddetli ihtar ile denildi ki:

    “Dünyaya, zevke, keyfe tenezzül etmemekle Nurlardaki ihlâs ve istiğnâyı muhafazaya mükel*leftin. Ve bu asırda [21] sırrıyla dünyayı dine tercih etmek ve bilerek elması şişeye teb*dil etmek olan hasta*lığa, Nur vasıtasıyla ça*lış*maya vazifedardın. Yüz tecrü*benizle de anladın ki, insan*ların hediyeleri, ihsanları, yar*dımları, sana doku*nuyor, hattâ seni hasta ediyor. Hergün eserini, tec*rübe*sini görüyorsun. Senin en zi*yade itimad ettiğin ve Risale-i Nur’un fedakâr kahramanlarının yüzle*rini Risale-i Nur’un hizmetinden ziyade kendi istirahatine çevirmeye sebebiyet verdin, ilââhir...” diye daha mânen çok söyle*nildi diye beni tam tekdir etti. Hattâ şimdi bir mânevî tokattan dahi korkuyorum. Bu hâdisenin çare-i yegânesi, bu otomobili alan sizler ilân edeceksi*niz ki, “Bu kardeşimiz Said, bunu ka*bul ede*medi, mânevî, deh*şetli bir zarar hissetti.”» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 231)

    15- «Üstadımız gençliğinde bu kadar muhtaç de*ğildi. Tek ba*şına yaşadığı zamanlar pek az bir masraf kendisine kâfi idi. Şimdi pek çok talebelerine tayın ver*diği ve birkaç hastalıkla hasta bulun*duğu bir zamanda, o istiğna düstu*runun muhafazası için, rahmet-i İlâhiye onu mukabilsiz hediyelerden hasta ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 228)

    16- «

    İlm-i cifirle mânâsı:

    “Ey Said! Sen, zamanın Abdülkadiri ol, ihlâs-ı tâmmı kazan, fakrınla beraber maişetini dü*şünme, nâstan min*net alma ismin ‘Said’ olduğu gibi maişette de mes’ud ola*caksın. Muhabbetimde sâdık olduğundan ve ihlâsa çalıştı*ğından, Hulûsi gibi muhlis talebeler ve yardımcılar ve Süleyman, Bekir gibi sâdık hizmetkârlar ve Sabri gibi tam takdir edici ve ciddi müş*tak talebe*ler size verilmiş.”» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 152)

    Bediüzzaman Hazretleri mezkûr istiğna düsturuna it*tiba et*meyi talebeleri için de ister ve der ki:

    17- «Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sa*yede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mek*teb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca ta*lebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede on*lar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mâ*nevî herşeyden fe*rağat mesleğimden ayrılma*yacak*lardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalı*şacaklardır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 80)

    18- «Yanında bulunan talebelerini aynı kendisi gibi zekât ve hediye almaktan men etmek. Onları da yalnız rıza-yı İlâhî için ça*lıştırırdı. Hattâ çok zamanlar talebelerini kendi iaşe ederdi.» (Tarihçe-i Hayat sh: 48)

    19- «Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalka*vuk*ları ve ehl-i dalâletin münafıkları, sizi, insaniyetin şu zayıf damarı olan ta*mah yüzünden yakalasalar, ge*çen hakikati düşünüp, bu fakir kardeşinizi nü*mune-i imtisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle te*min ederim ki, kanaat ve iktisat, maaştan ziyade sizin haya*tınızı idame ve rızkınızı temin eder. Bahusus size veri*len o gayr-ı meşru para, sizden, ona mukabil bin kat fazla fiyat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazi*neyi açabilir olan hizmet-i Kur’âniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluk*tur ki, her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.» (Mektubat sh: 418)

    İstiğnayı bozacak olan sebeblerden kaçmak:

    20- «Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlâsı kırar. Hem netice-i hizmeti de zede*ler. Hem o maddî menfa*ati de kaçırır.

    Evet, hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima besle*miş. Ve bilfiil onların hakikat-i ihlâslarına ve sâdıkane olan hizmet*lerine bir cihette iştirak etmek niye*tiyle, onların hâcât-ı maddiyelerinin tedari*kiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip hürmet etmişler. Fakat bu muave*net ve menfaat istenil*mez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla, li*san-ı hal ile dahi is*tenilmez. Belki ummadığı bir halde ve*ri*lir. Yoksa ihlâsı zedelenir. Hem

    [22] âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar.

    İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kal*mak, sonra nefs-i emmâre, hodgâmlık cihetiyle, o men*faati başkasına kaptır*mamak için, hakikî bir kardeşine ve o hu*susî hizmette arakada*şına karşı bir rekabet da*marı uyan*dırır. İhlâsı zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder, ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır. Ve maddî menfaati de kaybeder.» (Lem’alar sh: 164)

    21- «Derd-i maişet zaruretine karşı, iktisat ve ka*na*atle mu*kabele etmeye zaruret var. Menfaat-i dünye*viye, çok ehl-i hakikati, ehl-i tarikatı dahi bir nevi reka*bete sevk ettiği için endişe ederim. Risale-i Nur şakird*leri içinde şim*diye kadar bu cihet onları zede*lememiş. İnşaallah yine ze*delemez. Fakat herkes bir ahlâkta ola*maz. Bazıları meşru dairede rahatını istese de, itiraz edilmemeli. Zarurete dü*şen bir şakird zekâtı ka*bul edebilir. Risale-i Nur’un hiz*metine hasr-ı vakit eden rükünlere ve çalışan*lara zekâtla yardım etmek de Risale-i Nur’a bir nevi hiz*mettir.

    Hem yardım edilmeli. Fakat hırs ve tamah ve lisan-ı hal ile istemek olmamalı. Yoksa, ehl-i dalâlet ki, hırs ve tamah yolunda dinini feda etmiş onlar naza*rında kıyas-ı binnefs cihetiyle, “Risale-i Nur’un bir kı*sım şakirdleri dahi, dinini dünyaya âlet ediyorlar” diye çirkin bir ithamla taar*ruzlarına meydan açar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 223)

    22- «Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i maddi*yeye ehemmi*yet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî ik*tisat ve kanaatle ve faki*rü’l-hal olmalarıyla beraber, sa*bır ve in*sanlardan istiğna ile ve hizmet-i Kur’âniyede hakikî bir ihlâs ve fedakârlıkla ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i da*lâlete karşı mağ*lûp ol*mamak için ve muhtaçları hakikate ve ihlâsa dâvet et*mekte bir şüphe bırakmamak için ve rızâ-yı İlâhîden başka o hizmet-i kudsi*yeyi hiçbirşeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye fayda*larından çekiniyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 170)

    23- «Sahabelerin senâ-i Kur’âniyeye mazhar olan îsâr has*letini kendine rehber etmek, yani, hediye ve sa*dakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek ve hizmet-i diniyenin mukabi*linde gelen men*faat-i maddi*yeyi istemeden ve kalben ta*lep et*meden, sırf bir ihsan-ı İlâhî bilerek, nâstan minnet almayarak ve hizmet‑i dini*yenin mu*kabilinde de alma*maktır. Çünkü, hizmet-i di*ni*yenin mu*kabilinde dünyada birşey istenilme*meli ki, ih*lâs kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet on*ların maişetlerini temin etsin. Hem ze*kâta da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki veri*lir. Verildiği vakit de “Hizmetimin üc*retidir” de*nilmez. Mümkün olduğu ka*dar kanaatkâ*râne, başka ehil ve daha müstehak olanla*rın nefsini kendi nefsine tercih etmek,

    [Haşir Sûresi, 59:9] sır*rına maz*hariyetle, bu müthiş tehlikeden kurtulup ih*lâsı kazanabilir.» (Lem’alar sh: 150)

    24- «Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan is*tiğnâ et*mek cihetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır.» (Lem’alar sh: 146)

    İşte pek çok ders ve ikazları ihtiva eden ve kısmen alı*nan bu parçalarda sarahatla nazara verilen istiğna düsturu, Risale-i Nurda te’vil kaldırmaz bir esastır. Bilhassa Risale-i Nurun hizmet ehli, bu dersin birinci muhatabıdır.

    Risale-i Nur Külliyatı müvacehesinde istiğna düsturu*nun esas mahiyeti ehl-i hizmetin maddî yardım istememe*sinden ve ehl-i himmetin de, emr-i İlâhiyi ve vazife-i diniye*sini ifa etmesin*den ve hizmet-i diniyeye hissedar olmanın ehemmiyetini anlaya*rak yardım etme*sinden iba*rettir.

    Bir elyazma Emirdağ Lâhikasındaki, Hazret-i Üstadın ifade*siyle:

    “... ihlâs zararına ver dememek belki istemeden ve*rilse ve kabulü rica edilmek şartıyla alınmaktır.”

    Cümlesi, en öz bir tariftir.


  3. #23
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini



    12-MÜSBET HAREKET ETMEK ESASI
    Müsbet hareketin tarifi:


    1- «Müsbet hareket etmektir ki, yani, kendi mes*le*ğinin mu*habbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adâveti ve başkaları*nın tenkîsi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.» (Lem’alar sh: 151)

    Muarızlarla meşgul olmayıp müsbet hareket etmek:

    2- «Sandıklı tarafından, kemâl-i şevkle ve ciddi*yetle faaliyette bulunan Hasan Âtıf kardeşimizin bir mektu*bundan anladım ki, orada, perde altında faaliye*tini dur*durmak için bazı hocalar, bir kısım tarikata mensup adam*ları vasıta edip fütur veriyorlar. Halbuki mesleğimiz, müsbet hareket etmektir. Değil mü*bareze, belki başka*ları düşünmeye de mesle*ğimiz müsa*ade etmiyor.

    Hem, müşterileri de aramaya mecbur değiliz. Müşteriler yal*varmalı. O kardeşimiz, hakikaten hâlis ve tam sâdık kalemi gibi kalbi, ruhu da güzel fakat bir*den herşeyi mükemmel ister, onun için bıraz sıkıntı çeker. Mümkün olduğu kadar hem ihtiyat etsin, hem mübtedi’ hocalara mübareze kapısını açmasın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 242)

    3- «Kardeşimiz Hasan Âtıf’ın mektubundan anla*dık ki, haki*katen tam çalışıyor. Kendi tâbiriyle, Risale‑i Nur’un mücahidleri*nin ve efelerinin kalem yadigârla*rını bize he*diye olarak irsal etti*ğine mukabil deriz: Cenab-ı Hak, ebe*den onlardan razı olsun. Ve daha çok manidar yazdığı cümleler içinde, bir parça ehl-i bid’aya şiddet gördüm. Zaman, zemin, Risale-i Nur’un müsbet mesleği, ehl-i bid’a ile değil fi*ilen, belki fikren ve zihnen dahi meşgul ol*maya müsaade etmez. İhtiyat her vakit lâzım. O hâ*lis kardeşimiz, inşaallah oralarda kendi gibi çok hâlis şakird*leri yetiştirecek.» (Kastamonu Lâhikası sh: 251)

    4- «Hem, belki karşımıza aldanmış veya alda*tılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zâhirde müttakî*ler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlarla uğ*raşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek ge*rektir.»(Ş: 315)

    5- «Risale-i Nur şakirdleri, tam ihtiyatla beraber, bir taar*ruz olduğu vakitte münakaşa etmesin*ler, aldırmasın*lar. Aldanan ehl‑i ilim ve imansa, dost olsunlar, “Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i imanla kar*de*şiz” deyip yatıştırsınlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 103)

    6- «Kardeşlerim, çok dikkat ve ihtiyat ediniz. Sakın, sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musalâhakârane davra*nınız. Enaniyetlerine do*kunma*yınız. Bid’at ta*raftarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda deh*şetli zındıka varken, mübtedi’lerle uğra*şıp, on*ları dinsizlerin tarafına sevk etmemek gerek*tir. Eğer size iliş*mek için gönderilmiş hocalara rastgel*seniz, mümkün olduğu ka*dar münazaa kapısını aç*mayı*nız. İlim kisvesiyle itirazları, münafıkların elle*rinde bir senet olur. İstanbul’da ihtiyar hocanın hücumu ne kadar zarar verdi*ğini bilirsiniz. Elden geldiği kadar Risale-i Nur lehine çe*virmeye çalışınız.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 133)

    Mecburiyet karşısında tedafüî (müdafaa) vaziye*tini almak:

    7- «Şimdiye kadar gizli münafıklar Risale-i Nur’a ka*nunla, adliye ile ve âsâyiş ve idare noktasından hü*kûmetin bazı erkânını iğfal edip tecavüz ediyorlardı. Biz, müsbet hareket ettiği*miz için mecburiyet olduğu zaman tedâfüî vaziye*tinde idik. Şimdi plânları akîm kaldı. Bilâkis tecavüz*leri Risale-i Nur’un dairesini genişlettirdi.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 102)

    Müsbet hareket etmek tavsiyeleri:

    8- «Bizim vazifemiz müsbet hareket et*mek*tir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karış*mamaktır. Bizler âsâyişi mu*hafazayı netice ve*ren müsbet iman hizmeti içinde her*bir sıkın*tıya karşı sabırla, şükürle mü*kellefiz.

    Meselâ, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahak*küme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hadise*lerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalk*mamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam teh*didine karşı mah*kemedeki paşaların suallerine beş para ehemmi*yet ver*mediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahak*kümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz se*nedir müsbet hareket etmek, menfî ha*re*ket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışma*mak hakikati için, bana karşı yapılan muamele*lere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çeken*ler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.

    Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış iddiaları ile aley*hi*mizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahriba*tına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

    Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâ*yişi muhafaza etmek içindir. düs*turu ile—ki “Bir câni yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul ola*maz”—işte bu*nun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsâ*yişi muhafazaya çalışmı*şım. Bu kuvvet dahile karşı de*ğil, an*cak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düstu*ruyla vazife*miz, dahil*deki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım et*mek*tir. Onun içindir ki, âlem-i İslâmda âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebat an*cak binde bir olmuştur. O da aradaki bir iç*tihad far*kın*dan ileri gelmiştir. Ve cihad-ı mâneviye*nin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, “Bizim va*zifemiz hizmettir netice Cenab-ı Hakka âittir. Biz vazi*femizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”

    Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, “Benim vazi*fem hizmet-i imaniyedir muvaffak etmek veya etme*mek Cenab-ı Hakkın vazife*sidir” deyip ihlâs ile hareket et*meyi Kur’ân’dan ders almışım.

    Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düş*manın malı, çoluk çocuğu ganimet hük*müne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dâhildeki ha*reket, müs*bet bir şekilde mânevî tahribata karşı mâ*nevî, ihlâs sır*rıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muha*faza için müs*bet hareket edeceğiz. Bu za*manda dahil ve hariçteki ci*had-ı mâneviyedeki fark pek azîm*dir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 241)

    9- «Bununla beraber zamanın ilcaatıyla zaruretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid’alara taraftarlı*ğın*dan dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek “Zaruret var” zannıyla hareket eden o biçarelere vur*ma*yınız. Onun için kuvvetimizi dahilde sarf etmi*yo*ruz. Biçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlar*dan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek ba*şımla daha evvel aley*him*deki o kadar muarızlara karşı da*yandığım, zerre kadar fü*tur getirmediğim, o hizmet-i imaniyede muvaffak oldu*ğum halde, şimdi milyon*lar Nur talebesi olduğu halde, yine müsbet ha*reket etmekle onların bütün tahkiratla*rına, zu*lümle*rine tahammül ediyorum.

    Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de on*lara yardımcı olarak çalışıyoruz. Âsâyişi muhafa*zaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikat*ler itibarıyla, bize zulüm de etseler hoş gör*me*liyiz.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 243)

    10- «Kardeşlerim, hastalığım pek şiddetli belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmak*tan—bazan men olduğum gibi—men edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, “ehvenüşşer” deyip bazı biçare yanlışçıların hatâlarına hücum et*mesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil... Çünkü dahilde hareket menf*îce olmaz. Madem siyasetçi*lerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaade*kârdır “ehvenüşşer” olarak bakınız. Daha “âzamüşşer”den kurtulmak için, onlara zararınız dokun*masın, onlara faydanız dokun*sun.

    Hem dahildeki cihad-ı mânevî, mânevî tah*ribata karşı çalışmaktır ki, maddî değil, mâ*nevî hizmetler lâ*zımdır. Onun için, ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul ol*maya hiçbir hakları yok...» (Emirdağ L.-ll sh: 245)

    11- «Bediüzzaman, ömrü boyunca müspet hareket etmeyi düstur edinmiş, “Birkaç adamın hatâsıyla yüzer adamların zarar görmesine se*bep olunamaz” demiştir. Bunun içindir ki, yapılan o kadar gaddarane zulümler es*nasında birtek hadise mey*dana gelmemiş ve Bediüzzaman Said Nursî, tale*be*lerine daima sabır ve ta*hammül ve yalnız iman ve İslâmiyete çalışmayı tavsiye etmiştir. Ve bu gibi evham*ların, din*sizlik hesa*bına, mak*sad-ı mahsusla husule ge*tirildiğini herkes anlamıştır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 216)

    12- «Zamanın en büyük dâvâsının Kur’ân’a sarıl*mak oldu*ğunu, Risale-i Nur bütün kuvvetiyle bu me*se*leye hasr-ı nazar etti*ğinden, vatan ve millet düşman*ları, gizli dinsizler, bahanelerle hü*cuma geçip aleyhte tahrik*lerde bulunduklarını “Fakat biz müsbet hare*ket et*meye mec*buruz. Elimizde Nur var, siya*set to*puzu yok. Yüz elimiz de olsa, ancak Nura kâfi gelir” diyerek Nurun din düş*manlarını mağlûp edece*ğinden, müsbet hareket etmenin atom bombası gibi tesiri bu*lunduğundan, Risale-i Nur’un siyasetle hiçbir alâkası bulunmadığını mesleğimi*zin en bü*yük esa*sının ihlâs olduğunu, rıza-i İlâhîden başka hiç*bir mak*sat ittihaz edilemeyeceğini, Nurun kuvvetinin işte bu ol*duğunu ihlâsla, müspet hareket etmekle ina*yet ve rah*met-i İlâhiyenin Risale-i Nur’u himaye ede*ceğini, ilâ âhir, beyan ederdi.» (Tarihçe-i Hayat sh: 462)

    13- «Acaba, bu vatan ve dinin gizli düşmanları*nın bu eşedd‑i zulm-ü nemrudanelerine karşı, manevî pek çok kuvveti bulunan bu fedakârın tahammülü ve maddî kuv*vetle ve menfî cihette mukabele et*memesinin hikmeti nedir?

    İşte bunu size ve umum ehl-i vicdana ilân ediyo*rum ki, yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan mâsuma zarar gelmemek için, bütün kuvvetiyle da*hildeki em*niyet ve âsâyişi muhafaza etmek için, Nur dersle*riyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakmak için Kur’ân-ı Hakîm ona o dersi vermiş. Yoksa bir günde, yirmi se*kiz senelik zâlim düşmanlarımdan in*tikamımı alabilirim. Onun içindir ki, âsâyişi mâsumla*rın hatırı için muhafaza yolunda hay*siye*tini, şerefini tahkir eden*lere karşı müdafaa etmiyor ve di*yor ki: “Ben, değil dün*yevî hayatı, lüzum olsa âhiret ha*yatımı da millet-i İslâmiye hesabına feda edeceğim.”» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 167)

    14- «Saniyen: O vâiz ve âlim zâta benim tarafım*dan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de beddu*ayla da mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşi*mizdir. Bize düş*manlık da etse, mes*leğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha müthiş düşman ve yı*lanlar var.» (Kastamonu Lâhikası sh: 247)

    Hakkın müsbet tarzda ve merdane müdafaası:

    15- «Biz Nur talebeleri, o cebbar gaddarlardan hak*kımızı ko*layca alabilirdik. Fakat İslâmiyetin asır*lardır bay*raktarlığını ya*pan kahraman Türk milletinin mâsum çoluk çocuk ve ihtiyarla*rına karşı Risale-i Nur’un bizlerde husule getirdiği kuvvetli şefkat itiba*rıyla ve Kur’ân-ı Hakîmin bizleri maddî müca*deleden men edip elimizde topuz ye*rinde Nur olması haysiyetiyle ve bütün kuvvetimizle mes*leğimizin icabı olan âsâyişi temin etmek esa*sıyla, o zâlimlere maddeten mukabele ede*me*dik. Yoksa, Allah göstermesin, bir mecburiyet-i kat*’iye olursa, komünist ve masonlar hesabına ona sebe*biyet verenler bin defa piş*man olacaklardır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 27)

    16- «Beni mânen cezalandıracak, vazife-i hakiki*yeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak müna*sipse, so*runuz, cevap vereyim.

    Evet, büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef oldu*ğum büyük bir vazi*feyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affo*lunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hap*sinde kanaatim geldi.» (Şualar sh: 392)

    İbrahim Suresinin 5. âyetinin mezkûr meseleye bir işa*reti:

    17- «Risale-i Nur’un şimdilik beyanına iz*nim ol*ma*yan ehemmiyetli vazifesinin ve bu evâmir-i Kur’âniyeyi imtisalinin tarihine tam tamına tevafuk-u cifrî ve muvafakat-ı mâneviye kari*ne*siyle ve kıssadan hisse almak münasebât-ı mefhu*miye remzi ile Risale-i Nur’a îmaen bakar.» (Şualar sh: 726)

    18- «Elimizde hak var. Hakkımızı kuvvetle ve başka su*retle aramaya Cenab-ı Hak mecbur et*mesin. Âmin.»(E.l sh: 27)

    19- «İhvanlarıma da tavsiyem budur ki:

    Zaruriyet-i kat’iye olmadan bunlarla uğ*raşmayı*nız. Cevâbü’l-ahmaki’s-sükût nev’inden, te*nez*zül edip on*larla konuş*mayınız. Fakat buna dikkat edi*niz ki, canavar bir hayvana karşı kendini zayıf gös*ter*mek, onu hücuma teşcî ettiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecavüze sevk eder. Öyleyse dostlar mü*teyakkız davranmalı, tâ dost*ların lâkaytlıklarından ve gafletle*rinden, zındıka taraf*tarları istifade etmesinler.» (Mektubat sh: 361)

    20- «Bazı zındıkların şeytanetiyle Risale-i Nur’a karşı çevri*len plânlar ve hücumlar inşaallah bozulacak*lar. Onun şakirdleri başkalara kıyas edilmez, dağıttı*rıl*maz, vazgeçi*rilmez, Cenâb-ı Hakkın inayetiyle mağ*lûp edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur’ân men et*me*seydi, bu mil*letin can damarı hükmünde umu*mun te*veccühünü kaza*nan ve her tarafta bulunan o şakirdler, Şeyh Said ve Menemen hâdiseleri gibi cüz’î ve neticesiz hadiselerle bu*laşmazlar. Allah etmesin, eğer mecbu*ri*yet derecesinde on*lara zulmedilse ve Risale-i Nur’a hücum edilse, elbette hükümeti iğfal eden zındıklar ve münâfıklar bin derece piş*man olacaklar.» (Şualar sh: 362)

    Risale-i Nur, müsbet hareketle asayişi muhafaza eder:

    21- «Risale-i Nur’un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve ida*reye ilişmekten men et*miş. Çünkü tokada ve belâya müs*tehak ve küfr-ü mutlaka düşmüş bir iki dinsize müteal*lik, yedi sekiz çoluk çocuk, hasta, ihtiyar, mâ*sumlar bu*lunur. Musibet ve belâ gelse, o bîçareler dahi yanarlar. Bunun için, neticenin de husûlü meşkûk ol*duğu halde, siyaset yo*luyla idare ve âsâyişin za*rarına ha*yat‑ı içtimaiyeye ka*rışmaktan şiddetle men edilmişiz.» (Şualar sh: 349)

    22- «Benim ve Risale-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat iti*ba*rıyla, bir mâsuma zarar gel*memek için, bana zulme*den cânilere, değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyo*rum. Hattâ en şiddetli bir garazla bana zulmeden bazı fâ*sık, belki dinsiz zâlimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zâlim gaddarın, ya peder ve vali*desi gibi ihtiyar bîçarelere veya evlâdı gibi mâsumlara maddî zarar gelmemek için, o dört beş mâsumların ha*tı*rına bi*naen o zâlim gaddara ilişmiyorum. Bazan da hakkımı he*lâl ediyorum.» (Şualar sh: 372)

    23- «Herbir hükûmette muhalifler var. Âsâyişe iliş*memek şartıyla, kanunen onlara ilişilmez. Ben ve benim gibi dünya*dan küsmüş ve yalnız kabrine çalışanlar, elbette bin üç yüz elli se*nede, ecdadımızın mesleğinde ve Kur’ân’ımızın daire-i terbiye*sinde ve her zamanda üç yüz elli milyon mü’minlerin takdis et*tiği düsturlarının müsa*ade ettiği tarzda hayat-ı bâkiye*sine çalışmayı terk edip, gizli düşmanlarımızın icbarıyla ve desiseleriyle, fâni ve kı*sacık hayat-ı dünyeviyesi için, sefihâne bir medeniyetin ahlâksız*casına, belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vahşiyâne kanun*lara, düs*turlara tarafdar olup onları meslek kabul et*mekliğimiz hiç mümkün müdür? Ve dünyada hiç*bir kanun ve zerre miktar insafı bulunan hiç*bir in*san bunları onlara kabul ettirmeye cebretmez. Yalnız o mu*haliflere deriz: Bize ilişme*yiniz, biz de iliş*memişiz.

    İşte bu hakikate binaendir ki Ayasofya’yı puthane ve Meşîhatı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz. Ve şahsımız itibarıyla amel etmiyoruz. Ve bu yirmi sene işkenceli esare*timde eşedd-i zulüm şahsıma edildiği halde siyasete karışma*dık, idareye ilişmedik, âsâ*yişi bozmadık. Yüz bin*ler Nur arka*daşım varken, âsâ*yişe dokunacak hiç bir vukuatımız kay*dedilmedi.» (Şualar sh: 394)

    24- «“Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan, hakikat, hak, bizi siya*setten men etmiş. Çünkü mâsumlar belâya düşer*ler onlara zul*metmiş oluruz.” Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

    Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş*’et eden hod*gâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve dalâletten çıkan merhamet*sizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibda*dat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i mad*diye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahane*siyle çok bîçareleri yakacak o hâlette o da ezlem olacak ve mağlûp kalacak. Çünkü, mezkûr hissiyatla ha*reket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hata*sıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vu*ranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziye*tinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil ka*ide-i zâlimânesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin ha*tasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık eder*ler.

    İşte, Kur’ân’ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle si*yasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın ha*kikî hikmeti ve sebebi bu*dur. Yoksa bizde öyle bir hak kuv*veti var ki, hakkımızı tam ve mükem*mel müdafaa ede*bilirdik.» (Şualar sh: 292)

    25- «Kur’ân-ı Hakîmden aldığı hakikat dersi ve ta*le*belerine verdiği ders şudur:

    Bir hanede veya bir gemide birtek mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur’âniye o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batır*ma*sını men ettiği halde, dokuz mâsumu birtek câni yü*zün*den mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o ge*miyi batırmak, en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir oldu*ğundan, dahilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani yü*zünden doksan masumu teh*like ve zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur’âniye ile şid*detle men edildiği için, biz bü*tün kuvvetimizle, o ders-i Kur’ânî itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 158)

    Mezkûr kısmî tesbitte açıkça görülüyor ki, hak ve ha*kikatı medenî cesa*retle ve tavizsiz tebliğ ve müdafaa et*mekle beraber fiilî mübareze ve menfî ha*reketler terk edilip müsbet hareketin tercih edilmesi Risale-i Nur mes*leğinde bir esastır.



  4. #24
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    13-TEBLİĞ VE NEŞİR VAZİFESİ ESASI

    (Vazife-i İlâhiyeye karışmamak düsturuna da bakı*nız.)

    Peygamberimizin (a.s.m.) tebliğdeki ciddiyeti ve ta*vizsiz me*taneti:

    1- «ON ÜÇÜNCÜ ESAS: Hem tebliğ ettiği ahkâ*mın sağ*lamlığına öyle bir vüsuk ve güvenmekle söylü*yor ve davet ediyor ki, dünya toplansa, onu bir hük*münden geri çevirip pişman edemez. Buna şahit, bütün tarih-i hayatı ve Siyer-i Seniyesidir.

    ON DÖRDÜNCÜ ESAS: Hem öyle bir itmi’nân ile, bir itimad ile davet eder, tebliğ eder ki, kimseden minnet almaz, hiçbir müşkülâta karşı telâş etmez. Tereddütsüz, kemâl-i samimiyetle ve safvetle ve her*kes*ten evvel ken*disi amel edip kabul ederek, ge*tirdiği ahkâmı ilân eder. Buna şahit ise, herkesçe, dost ve düşmanca malûm olan meşhur zühdü ve istiğnâsı ve dünyanın fâni müzeyyenâ*tına adem-i tenezzülüdür.» (Mektubat sh: 194)

    2- «Hem, tebliğ-i risalette ve nâsı hakka da*vette o de*rece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabi*lesi ve am*cası ona şiddetli adâvet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telâş, bir kor*kaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına ge*çirmesi ispat eder ki, tebliğ ve da*vette dahi misli olmamış ve olamaz.» (Şualar sh:129)

    3- «Hem, öyle bir metanetle insanları dine dâ*vet ve öyle bir cür’etle risaletini tebliğ etmiş ki kavmi ve amcası ve dünyanın büyük devletleri ve eski dinlerin etba’ları ona muarız ve düşman oldukları halde, zerre kadar korkma*yarak, çekinmeyerek umumuna meydan okuması ve başa da çıkarması emsalsiz bir hâlettir.» (Şualar sh: 622)

    Bütün müslümanların kendilerine örnek edinme*leri mânâsını ifade eden “mukteda-i küll” vasfiyle tav*sif edilen Peygamberimizin tavizsiz tebliğindeki gay*reti:

    4- «Üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber‑i ek*mel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, [23] olan ferman-ı İlâhîyi kendine reh*ber-i mutlak ederek, insanların çe*kilmesiyle ve din*lememe*siyle daha ziyade sa’y ve gayret ve cid*diyetle tebliğ et*miş. Çünkü

    [24] sırrıyla anla*mış ki, insan*lara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazi*fesidir Cenâb-ı Hakkın vazife*sine karış*mazdı.» (Lem’alar sh: 131)

    Tebliğ bir vazifedir:

    5- «Risale-i Nur’un mesleği ise, vazifesini yapar, Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmaz. Vazifesi tebliğ*dir kabul ettirmek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 259)

    Tebliğin muhtaçlara yapılması;:

    6- «Açık yazmadım ki, muhtaç olanlar işaret ile de maksad ve meramı hissetsin. Muhtaç olmayanlar ise za*ten meşgul ol*mazlar ki, ihtiyaç hissetsinler. Demek meş*gul olanlar, ihti*yacı hissetmişler*dir.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 77, Tercüme A. Badıllı)

    7- «Risale-i Nur, müşterileri aramaz müşteri*ler onu ara*malı, yalvarmalı.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 223)

    8- «Hem müşterileri aramak değil, belki müş*teriler ha*kikî ihtiyacını hissedip ve yarasının te*davisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu..» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 257)

    9- «Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bil*mi*yorlar. “Vazifemiz hiz*mettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasın*lar, bul*sunlar” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyor*lar. Hakikî ih*lâsı taşıyan bir adamı, yüz adama tercih edi*yorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 170)

    10- «Sual: “Madem Kur’ân-ı Hakîmin feyziyle ve nu*ruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve ir*şad etmeye, Kur’ân’ın himmetine güveniyorsun hem bil*fiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bu*lunan bu mü*tecavizleri çağırıp irşad et*miyorsun?”

    Elcevap: Usul-ü şeriatin kaide-i mühim*mesindendir: Yani, “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.”

    İşte, ben çendan Kur’ân-ı Hakîmin kuvvetine isti*na*den dâvâ ediyorum ki, çok alçak olmamak ve yı*lan gibi dalâlet zehrini serpmekle telezzüz et*memek şartıyla, en mütemerrid bir din*sizi, birkaç saat zarfında ikna etmez*sem de, ilzam etmeye hazı*rım. Fakat, nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya sa*tar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçala*rına müba*dele eder derecede münafıklığa girmiş insan sure*tindeki yı*lanlara hakaiki söylemek, hakaike karşı bir hür*metsizliktir.

    [25] darbımeseli gibi oluyor. Çünkü bu işleri yapanlar, kaç defa hakikati Risale-i Nur’dan işittiler. Ve bilerek, hakikatleri zendeka dalâ*letle*rine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehir*den lezzet alıyorlar.» (Mektubat sh: 362)



    .Risale-i Nur eserlerinin neşir; ve intişarının ehem*miyeti ve bu hizmet için yapılan teşvikler:

    11- «Risale-i Nur’un telifi ve neşri

    Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri öyle müşkül ve ağır vazi*yetler altında Risale-i Nur Külliyatını telif edi*yor ki, tarihte hiçbir ilim adamının karşılaşmadığı zor*luklara mâruz kalıyor. Fakat, sönmeyen bir azim, irade ve hiz*met aşkına malik olduğu için, yılma*dan, yıpranmadan, usanıp bıkmadan, bütün kuvve*tini sarf ederek emsalsiz bir sabır ve tahammül ve fera*gat-ı nefis ile, bu millet ve memleketi komünizm ej*derinden, mason âfâtından, din*sizlikten mu*ha*faza edecek, eden ve etmekte olan ve âlem-i İslâmı ve beşeriyeti tenvir ve irşadda bü*yük bir rehber olan bu harikulâde Risale-i Nur eserlerini mey*dana getiriyor.

    Yüz otuz parça olan Risale-i Nur Külliyatının te*lifi, yirmi üç senede hitama eriyor. Nur Risaleleri, şid*detli ih*tiyaç zama*nında telif edildiğinden, her ya*zılan risale, ga*yet şifalı bir tiryak ve ilâç hükmünü taşı*yor ve öyle de te*sir edip pek çok kimselerin mânevî hastalıkla*rını tedavi ediyor. Risale-i Nur’u okuyan herbir kimse, güya o risale kendisi için yazılmış gibi bir hâlet-i ruhiye içinde kalarak, büyük bir iştiyak ve şid*detli bir ihtiyaç hissederek mütalâa ediyor. Nihayet öyle eserler vücuda geliyor ki, bu asır ve gelecek asırla*rın bütün in*sanlarının imanî, İslâmî, fikrî, ruhî, kalbî, aklî ihtiyaç*larına tam cevap verecek ve kâfi gelecek Kur’ânî haki*katler ihsan ediliyor...

    ...Yazılan risaleleri, etraf köylerden ve ka*zalardan gelenler, büyük bir merak ve iştiyakla alıp gidiyorlar ve el yazı*sıyla neşrediyorlardı.» (Tarihçe-i Hayat sh: 161)

    Neşriyata yardım yoluyla tebliğ hizmetine iştirak et*mek:

    12- «Risale-i Nur’a intisap eden zâtın en ehemmi*yetli vazifesi, onu yazmak ve yazdır*maktır ve intişarına yardım etmektir. Onu ya*zan veya yazdıran, “Risale-i Nur talebesi” ün*vanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmi dört sa*atte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha zi*yade ha*yırlı du*alarımda ve mânevî kazançlarımda hisse*dar olmakla beraber, be*nim gibi dua eden kıymettar bin*ler kardeşlerin ve Risale-i Nur ta*lebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.

    Hem, dört vecihle dört nevi ibadet-i makbule hük*münde bulu*nan kitabetinde, hem imanını kuvvet*lendir*mek, hem başkalarının imanlarını tehlikeden kurtar*ma*sına çalışmak, hem hadisin hük*müyle, bir saat te*fekkür bazan bir sene kadar bir ibadet hükmüne geçen tefekkür-ü imanîyi elde etmek ve ettirmek, hem hüsn-ü hattı olma*yan ve vaziyeti çok ağır bulunan Üstadına yardım et*mekle hasenatına iştirak etmek gibi çok faydaları elde edebilir. Ben kasemle temin ederim ki, bir küçük risaleyi kendine bilerek yazan adam, bana büyük bir hediye hükmüne geçer belki her*bir sayfası bir okka şeker kadar beni memnun eder.» (K. Lâhikası sh: 24)

    13- «Mübarek hanımların, kıymettar ve hâlis âhi*ret hemşire*lerimin, Risale-i Nur’un intişarına göster*dikleri fe*dakârlık, beni ve bizi kemâl-i sürurdan ağlat*tırdı.» (Kastamonu Lâhikası sh: 95)

    Muhatab aramadan, en hâlis ve en geniş sahalara ula*şan neşriyatla yapı*lan tebliğ ve intişar hizmeti, en çok teşvik edilen bir vazifedir:

    14- «Risale-i Nur’un el yazısıyla neşri senele*rinde, evlerin*den yedi-sekiz sene çıkmadan Risale-i Nur’u ya*zıp neş*redenler olmuştur. O za*manlar, Isparta havâli*sinde, erkek, ka*dın, genç ve ihti*yarlardan binlerce Nur talebesi, hattâ Nur dersha*nesi olan Sav Köyü bin kalemle, senelerce Nur Risalelerini yazıp çoğaltıyorlardı. Risale-i Nur, telifinden yirmi sene sonra, teksir makinesiyle neş*redilmiş ve otuz beş sene sonra da mat*baalarda basıl*maya başlanmıştır. İnşaallah, bir zaman gele*cek, Risale-i Nur Külliyatı altınla yazılacak ve radyo di*liyle muhtelif li*sanlarda okunacak ve zemin yüzünü ge*niş bir dershane-i Nuriyeye çevirecektir.

    Risale-i Nur’un neşrinde, mübarek ha*nım*lar da ehemmiyetli fedakârlıklara mazhar olmuş*lardır. Hattâ, Hazret-i Üstada gelip, “Üstadım! Ben, efendimin göreceği dünyevî işleri de yapmaya çalışaca*ğım o senin*dir, Risale-i Nur’undur” diyen ve er*kekle*rin Risale-i Nur hizmetinde çalışmalarına daha fazla im*kânlar veren kahraman ha*nımlar gö*rülmüştür. Risale-i Nur’u yazan efendilerine ge*celeri lâmba tuta*rak, onların din, iman hizmetlerine canla başla iştirak etmişlerdir. Risale-i Nur’u, hanımlar, kız*lar el*leriyle yazmışlar, göz nurları dökmüş*ler, mübarek kâtibe*ler olarak imana hizmet etmişlerdir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 163)

    Risale-i Nurun neşir ve intişarını kader hadise*lerle de te’yid eder.

    15- «Risale-i Nur, bu Anadolu memleketine, be*lâ*la*rın def’ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl be*lâyı def ediyor onun inti*şarı ve okunması küllî bir sadaka nev’inde semâvî ve arzî belâ*ların def’ine çok emâreler ve çok hâdiselerle tebeyyün etmiş. Hattâ Kur’ân’ın işaretiyle tahakkuk etmiş. Ve yazmasını ve intişarını men etmek zamanlarında dört defa zelzelele*rin başlaması ve inti*şa*rıyla durmaları ve Anadolu’da ekser okunması İkinci Harb-i Umumînin Anadolu’ya girmemesine bir vesile ol*duğu Sûre-i Ve’l-Asr işaret et*tiği, bu iki ay kuraklık zama*nında mahkemenin Risale-i Nur’un beraatine ve vatana menfaatli olduğuna dair kara*rını Mahkeme-i Temyiz tas*dik ederek tam bir serbestiyetle Risale‑i Nur’un intişar ve okun*masını beklerken, bütün bü*tün aksine olarak men edilmesi ve mahkemedeki risalelerin sahip*lerine iade edilmemesi ve bizi de o cihetle konuşmaktan men et*me*leri cihetiyle, belâların def’ine vesile olan bu küllî sa*daka-i mâne*viye karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık baş*ladı.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 33)

    16- «Sizin bu defa neş’eli, güzel mektuplarınız, Risale‑i Nur’un serbestiyeti ve matbaa kapısıyla in*tişarı hakkında beni çok mesrur eyledi ve kah*raman Tahirî’nin yine bu ehemmiyetli işte çalışması için buraya gelmesi, beni şiddetle dün*yaya bakmaya sevk etti. Kalben dedim: Madem kardeşlerim bu de*rece istiyorlar, çaresini arayaca*ğız.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 82)


    Neşir ve intişar;, yani muhtaçlara ulaştırılması hizme*tinin ehemmiyeti:

    17- «[26]

    [27]

    Bu iki hadis-i şeriften alınan bir ilhamla, Risale‑i Nur’u yazmanın dünyevî ve uhrevî pek çok faydaların*dan, Risale-i Nur’da beyan edilen ve şakird*lerinin tecrübe*leriyle tasdik edilen yalnız birkaç tane*sini beyan ediyoruz.


  5. #25
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    BEŞ TÜRLÜ İBADET:

    1. En mühim bir mücahede olan ehl-i dalâlete karşı mânen mücahede etmektir.

    2. Üstadına neşr-i hakikat cihetinde yardım su*retiyle hiz*met etmektir.

    3. Müslümanlara iman cihetinde hizmet et*mek*tir.

    4. Kalemle ilmi tahsil etmektir.

    5. Bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen, te*fekkürî olan bir ibadeti yapmaktır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 190)

    18- «Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hiz*meti bilsin.» (Mektubat sh: 344)

    19- «Talebeliğin hâssası şudur ki: Yazılan Sözlere kendi malı gibi sahip olmalıdır. Kendisi telif et*miş ve yaz*mış nazarıyla bakıp neşrine ve ehil olan*lara iblâğına ça*lışmaktır. Mâşaallah, hattın güzel*dir. Vakit bulursan bir kısmını yazın. Bir kısmını Hüsrev gibi ciddî talebeler yazar onlardan bilâhare alır, yazarsınız ve onlarla teşrik-i mesai edersiniz. Altı sene*dir Isparta’da ciddî talebelerin çıkma*sına muntazır*dım, bekliyordum. El-minnetü lillâh, şimdi sizinle bera*ber birkaç tane çıkmaya baş*ladı. Çünkü bir talebe, yüz dosta müreccahtır. Sözler namın*daki envâr-ı Kur’âniye ise, en mühim ibadet olan ibadet-i tefekkü*riye nev’indendir. Şu zamanda en mühim vazife, imana hiz*mettir. İman saâdet-i ebediyenin anahtarı*dır.» (Barla Lâhikası sh: 328)

    20- «Sizin vazifeniz devam ediyor;. Ve inşaallah vazi*feniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif ve Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makamını tekmille ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle de*vam edecek.» Kastamonu Lâhikası sh: 56)

    Bu parçada geçen (şerh ve izah) vazifesi, Kastamonu Lâhikasının 56. sahi*fesinde verilen izahata göre, Risale-i Nur Külliyatından bir mevzu ile alâkalı par*çaları topla*makla yapılır, eski ve şahsî malumatla değil. (Bakınız: Sözler sh: 772)

    Maişet zorlukları içinde de, neşir hizmetini bı*rak*ma*mak:

    21- «İhtikâr neticesinde, hayat ve yaşama hissi, hissi*yat-ı di*niyeye galebe çalıp, ekser nâs midesini, ma*işetini daima düşünü*yor. Hattâ ekser fukara kısmından olan Risale-i Nur talebeleri, bu musibete karşı çabala*mak mec*buriyetiyle hakiki ve en mühim vazifesi olan neşir hiz*metini bırakmaya mecbur oluyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: » (Emirda€ Lâhikas›-l sh: 139)

    198)

    22- «Risale-i Nur’un bir talebesi, Risale-i Nur’a ça*lı*şamadı*ğının bir sebebi, derd-i maişetin ziyadeleş*mesi ol*duğunu söyledi.

    Biz de ona dedik: Risale-i Nur’a çalışmadığın için derd-i ma*işet sana şiddetlendi. Çünkü bu havalide her ta*lebe itiraf ediyor ve ben de ediyorum ki, Risale-i Nur’a çalıştıkça, yaşamakta ko*laylık ve kalbde fe*rahlık ve ma*işette suhulet görüyoruz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 135)

    23- «Risale-i Nur’un kahramanı Hüsrev, benim be*de*lime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimî ve ciddî istiyor. Ben de derim: Telif zamanı de*ğil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim ya*zımdan ne derece ziyade ve neşre faydalı ise, haya*tın dahi hizmet-i Nuriyede benim bu azaplı hayatımdan o de*rece faydalıdır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 139)

    Neşriyatın resmîleşmesi:

    24- «Bu memleketin vatanperver siyasîleri ça*buk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ederek resmen neş*retmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsun.

    Acaba bu yirmi sene zarfında imân-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur ol*masaydı bu dehşetli asırda, acip inkılâp ve infilâk*larda bu mübarek vatan, Kur’ân’ını ve imanını dehşetli sad*meler*den tam muhafaza edebilir miydi?» (Mektubat sh: 482)

    Tebliğde tavizsiz a’zamî metanet:

    25- «Risale-i Nur, İslâmiyetin gayet keskin ve el*mas bir kılı*cıdır. Bu hakikatlara bir delil ise, Bediüzzaman’ın zâlim hüküm*darlara ve kumandan*lara, ölümü istihkar ederek, hakikatı per*vasızca tebliğ etmesi ve dünyayı sa*ran dinsizlik kuvvetine mu*kabil Hakaik-ı Kur’âniye ve imâniyeyi, kendini fedâ ederek, istib*dadın en koyu dev*rinde neşretmesi ve bu kudsî hakikata can*siperâne hizmet etmesidir.

    Bir müdde-i umumî, iddianâmesinde: “Bediüzzaman, ihtiyar*ladıkça artan enerjisiyle dinî fa*ali*yete devam etmektedir.” Denizli mahkemesi, ehl‑i vu*kuf raporunda: “Evet, Said Nursî’de bir enerji vardır, fa*kat bu enerjisini tarikat veya bir cemiyet kurmakta sarf etmemiş, Kur’ân hakikatlarını beyan ve dine hiz*mete sarf ettiği ka*naatına varılmıştır” denilmektedir.» (Sözler sh: 759)

    26- «Peygamber Efendimiz, şu [28] yani, “Âlimler, peygamberlerin varisleridirler” hadis-i şe*rifleriyle, âlim olmanın pek kolay birşey olmadığını, i’câz*kâr belâğatleriyle beyan buyuru*yorlar.

    Zira, madem ki bir âlim, peygamberlerin varisidir o halde, hak ve hakikatin tebliğ ve neşri hususunda, ay*nen onların tutmuş olduk*ları yolu takip etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol, bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri, ta*kip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sür*gün, tecrid, ze*hirlenme, idam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelme*yen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa…

    İşte, Bediüzzaman, yarım asırdan fazla o mukad*des cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yü*rüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldı*rım sür’atiyle aşan ve Peygamberlerin vârisi olan bir âlim olduğunu amelî bir surette ispat eden bir zattır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 8)

    27- «Yüzlerce ulemânın susturulduğu ve dinî neş*ri*yatın yaptırılmadığı ve Kur’ân’ın hakikatlerini beyan ve tebliğ etmeye dinen muvazzaf olduk*ları halde cebren yaptırılmadığı ve din adamlarının imha edilmesi gibi deh*şetli ve tarihin görme*diği bir hen*gâmda, Kur’ân ve iman ve İslâmiyeti yıkmak plânları*nın tatbik edildiği en müthiş bir devirde ve küfr-ü mut*lakın ve din*sizliğin en azgın bir zamanında, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân ve iman ve İslâmiyetin fedakâr ve pervasız bir müdafii ve muhafızı olarak cihad-ı diniye meydanında yegâne şahıs olarak gö*rülmüştür. Evet, Bediüzzaman, devlet*lere, milletlere mu*kabil, değil yalnız bir yerdeki fira*vunlara, bütün Avrupa dinsizliğine karşı tek ba*şıyla meydan okumuş ve oku*yor. Ve Kur’ân ha*kikatlerini eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak içeri*sinde neşredi*yor. “Vazifemiz çalışmaktır. Bizi ga*lip etmek, mağ*lûp et*mek, muvaffak etmek ve Nurları kabul et*tirmek Cenab-ı Hakka aittir. Biz, vazife-i İlâhiyeye karışmayız” demiş ve ta*rihte misline rast*lan*mayan zulüm ve işkenceler içeri*sinde çok zâlimâne mu*ameleler görmüş ve kapısında jandarma ve polis bek*letil*mek suretiyle Cuma nama*zına dahi gitmekten men edil*miş ve bütün bu tarihî fa*ciaları kapatmak ve kim*seye işit*tirmemek için de sıkı bir takyidat altına alın*mıştır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 693)


  6. #26
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    RİSALE-İ NUR’U AÇIK ŞEKİLDE NAZARA VERMENİN EHEMMİYETİ

    Risale-i Nur’u nazara vermeden veya metinlerini aynen yazmadan yalnız Risale-i Nurdan anlaşılan mânâyı neşr ve telkin etmenin caiz olup olmadığını aşağıda derc edilen bahislerden anlamaya çalışacağız.

    Çünkü çeşitli neşri*yat sahasında görülen bazı konuşma ve yazılardan dolayı bu ehemmiyetli meseleye dair bir tesbit ve araştırma ihtiyacı vardır.

    Şer cereyanına karşı Risale-i Nur cereyanını izhar etmek gerektir.

    Bu asırda Süfyaniyet cereyanı karşısında müceddidiyet ce*reyanını tanıtıp ona dehalet edilmesini sağlamak ve şahs-ı ma*nevî*nin teşekkülüne çalışmak el*zemdir. Risale-i Nur ve Nurculuk hareketi âlenî tanıtılıp nazara ve*rilmezse böyle bir şahs-ı manev*înin teşekkülüne yardım edilmemiş olur.

    Hazret-i Üstad diyor ki:

    28- «Ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat su*re*tindeki kuvvetli bir şahs-ı mânev*înin dehâsıyla hücumu zama*nında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan muka*ve*metin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafın*daki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i da*lâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettir*mek..» (Lem’alar sh: 151) şarttır.

    29- «Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın belâ ve vebasından ve zulüm ve zulme*tinden en mü*cerreb bir kurtarıcı, Risale-i Nur’un mizanları ve muvazenele*riyle, neşrettiği nur oldu*ğunu kırk bin şahit vardır. Demek Risale-i Nur’un dâ*iresine yakın bu*lunanlar içine gir*mezse, tehlike ihtimali kavîdir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 110)

    Risale-i Nur ve cereyanı nazara verilip tanıtılmazsa avam taifesi Nur da*iresine nasıl girecek ve asrın tehlike*sinden nasıl kurtulacak?

    30- Evet «Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli mara*zına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilâçlarının nâ*şiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metîn, sar*sılmaz, se*bat*kâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirdleri mukavemet edebi*lir. Öyleyse, herşeyden ev*vel onun dairesine girmeli, sada*katle, tam me*tanet ve ciddî ihlâs ve tam iti*madla ona ya*pışmak lâ*zım ki, o acip has*talığın tesirinden kurtulsun.» (Kastamonu Lâhikası sh: 115)

    İhlâs ile dine hizmet etmek isteyen, şahsî ve ferdî hizmete bedel Nur hizmetine katılmalı.

    31- «Risale-i Nur’un hizmetine iltihak etse, o iki elif gibi, on bir, belki yüz on bir kıymetinde ve kuvvetinde olacak ve karşı*daki ittifak etmiş dalâletlere karşı dayanacak. Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enani*yet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî hük*meder ve dayana*bilir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 143)

    32- «Madem hakikat budur, Risale-i Nur dairesinin yakı*nında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarikat ve sofî meşrep zatlar onun cereyanına girmek ve ilim ve ta*rikattan gelen eski ser*mayele*riyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şakirdle*rini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini, tam bir ha*vuzu ka*zanmak için o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa, Risale-i Nur’a karşı rakîbâne başka bir çığır aç*makla hem o zarar eder, hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur’âniyeye bilmeyerek zarar ve*rir, zendekaya bir nevi yardım olur.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)

    İşte böyle gayet ehemmiyetli hikmetler içindir ki, imha plâ*nıyla verildik*leri Afyon ağır ceza mahkemesinde muhakeme edi*len kahraman Nurcular, res*men ve alenî olarak Risale-i Nuru ve Nur'un şakirdleri olduklarını haykı*rarak ilân etmişlerdir. Ezcümle, kahraman Zübeyr Gündüzalp ağabey mahkeme müdafa*asında Nurculuğunu şöyle ilân ediyor:

    33- «Risale-i Nur talebesi olduğumu memnuni*yetle ve ilân edercesine söyleyebilirim. İnkâr et*mek, Risale-i Nur’un bana ver*diği fazilet dersle*riyle zıt olduğu için, bu cürmü işlemem. Risale-i Nur’un okuyucusu olan bir kimse, okuduğunu gizleyemez. Risale-i Nur talebesi olduğumu memnuni*yetle ve ilân edercesine söyleyebi*lirim. İnkâr et*mek, Risale-i Nur’un bana verdiği fa*zilet dersle*riyle zıt olduğu için, bu cürmü işlemem. Risale-i Nur’un okuyucusu olan bir kimse, okuduğunu gizleyemez. » (Şualar sh: 544)

    Bu müdafaaların tamamını görmek isteyenler, 14. Şuaın son kısmına ba*kabilirler ve o dehşetli şartlar içinde yapılan alenî ve resmî ilânatları ibretle gö*rürler.

    Hatta Bediüzzaman Hazretleri böyle bozuk cemiyetlerde müstakîm bir ta*rikat cemaatına mensub, bilgisiz fakat sa*mimi bir şahıs, cemaata bağlı olmayan muhakkik bir alimden daha çok kendini muhafaza edebileceğini anlatırken diyor ki:

    34- «Âdi bir samimî ehl-i tarikat, sûrî, zâhirî bir mütefennin*den daha ziyade ken*dini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebâirle fâ*sık olur, fakat kâfir olmaz, kolaylıkla zendekaya so*kulmaz. Şedit bir muhabbet ve metin bir iti*kadla aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâ*yihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itima*dını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zende*kaya gire*mez. Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zın*dıkların desi*selerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleş*miş*tir.» (Mektubat sh: 445)

    Demek oluyor ki; Risale-i Nur’u ve cereyanını ta*nıtmadan ve ismini söy*lemeden onu okuyup kişinin kendi anlayışı ve anla*tışı ile mânâsını söylemek veya neşretmek ve böylece ferdî hiz*meti tercih etmek isabetli olmaz. Kişi bir görünür, sonra söner kaybolur.

    Risale-i Nur, sırr-ı ihlasdan gelen bir makbuliyet cihetiyle hüsn-ü te’sire liyakat ka*zandığından ta’lim ve irşa*dında ikram-ı İlahiyeye mazhariyet görülü*yor. Bilhassa bu asırda gayet ehemmiyetli olan bu hususiyeti nazara veren Hazret-i Üstad di*yor ki:

    35- «Şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle muh*taçlara tesirli bir surette bildirme*nin bu dehşetli zamanda çâre-i yegânesi ve imanı kurtaracak ve kat’î kanaat vere*cek, bu tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayan bir ders-i Kur’ânî lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın ve her*kese kanaat-i kat’iye verebilsin. Böyle bir derse, bu zamanda bu şe*rait dahilinde hiçbir şahsî ve uhrevî ve dünyevî, maddî ve mâ*nevî birşeye âlet edilmediğini bil*mekle kat’î ka*naat gelebi*lir...

    ...Hakikaten Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynı me*âlinde milyon*lar kitap o hakikatleri belîğane neşrettikleri halde ve binler hakikî âlimler ders vermeleriyle bu memlekette dehşetli küfr-ü mutlakı tam durduramadıkları halde, Nurlar, mezkûr sırra bi*naen bir cihette galebe ettiğini düşmanları dahi tasdik ederler.

    Evet, küfr-ü mutlaka karşı, bu ağır şerait içinde Nurlar bu işi görmüş, mey*dandadır. Demek Nurların kuvveti bu sırr-ı az*îmden ileri geliyor.

    Ben de bütün ruh u canımla yirmi sekiz sene bu işkenceli mus*îbetlerime razı oldum. Hakkımı helâl ettim. Âdil kadere de de*rim ki: Müstehak idim senin bu şef*katli tokatlarına... Yoksa gayet meşrû, zararsız, herkesin lillâh için takip et*tikleri mübarek mesleğe girseydim, yani maddî ve mânevî hislerimi bü*tün feda etmeseydim, hizmet-i imaniyede bu acip mânevî kuvveti kay*bedecektim. İşte bu kuvvetin bir acip nümunesi bazı zatların ki, ben onların ancak ednâ bir talebesi olabildiğim halde, onların hakaik-i imani*yeye dair bir kitabını bi*risi okumuş. Risale-i Nur’un da bir sayfasını okumuş. Risale-i Nur’un bir say*fasıyla daha ziyade imanını kurtardığını ikrar etmiş.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 106)

    Mezkûr ifadede nazara verilen ve meselemizle de çok alâkalı ve dikkat çekici şu nokta ki: Risale-i Nurun bah*settiği hakikatları pek çok âlimler beliğane anlattıkları halde te’sirde geridirler. Çünkü makbuliyet için bu za*manda maddî-manevî, dünyevî-uh*revî ve meşru hiçbir menfaatı takib etmemek halisiyeti ve yapıla*cak hiz*meti sa*dece em*redildiği için yapmakla o a’zamî ihlasın ka*zanılması ge*rekiyor. Halbuki bu fitne asrında, feragatı istenen meşru ve uhrevî menfaat*lerin terk edilmesi şöyle dursun, ihlası kıran şöhret ve teveccüh-ü am*meyi ka*zanma hissi ve te*mayül*leri, maddî menfaat elde etme hırsı, adavet, hased, ta*rafgirlik gibi hallerin istilası içinde mezkûr mânâda sırr-ı ihlasa mazhariyet ve hüsn-ü tesire liyakat ka*zanmak imkânı çok müşkül görü*lüyor. Şu halde Risale-i Nur’u gizleyerek kendi namına irşada çalışan, Allah’ın ihsanı olan manevî te’*sirden mah*rum kalır.

    Hazret-i Üstad’ın aynı hakikatı te’yid eden bazı ifa*deleri de şöyledir:

    36- «Dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düş*mez, hakikat muka*bilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıyme*tinde ise, sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka ve*renlere hoş görünmek için riyakâr*lığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner.» (Barla Lâhikası sh: 123)

    Bu beyan ve irşadın çok dikkate şayan bir ciheti şudur ki, aynı ders veril*diği halde te’sirde, ihlas veya ih*lassızlık sebeb*leriyle neticesi değişik oluyor. Bundan sonra gelecek paraçalara da bakılırsa, Risale-i Nur düstur*larına uymanın vesileyle mazhar olunan halisiyet ve müessiriyetin varlığı açıkça anlaşılır. Şöyle ki:

    37- «Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün. Tâ ki senin ağ*zından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları, ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlan*sın, can*lansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nur*landırsın, sana da sevap kazan*dırsın. Çünkü, meselâ sen “Elhamdü lillâh” dedin. Bu kelâm, milyonlarla büyük küçük Elhamdü lillâh kelime*leri, havada izn-i İlâhî ile yazılır. Nakkaş‑ı Hakîm abes ve israf yapma*dığı için, o kesretli mübarek kelime*leri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiş. Eğer ih*lâs ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ru*hanîlerin kulaklarına girer. Eğer rıza-yı İlâhî ve ihlâs o hava*daki kelimelere ha*yat vermezse, dinlenilmez.» (Lem’alar sh: 152)

    38- «Hüsnü kabul ve hüsn-ü tesir ve teveccüh-ü nâsı ka*zanmak noktala*rının Cenâb-ı Hakkın vazifesi ve ihsanı oldu*ğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde da*hil olmadığını ve lâzım da olmadı*ğını ve onunla mükellef olmadığını bilmekle ih*lâsa muvaf*fak olur. Yoksa ihlâsı kaçırır.» (Lem’alar sh: 150)

    39- «Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaf*fakiyetle değildir. Çünkü onlar, vazife-i İlâhiyeye ait olduğu için, istenilmez, belki bazan verilir. Evet, bazan bir*tek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Kemiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazan bir*tek adamın irşadı, bin adamın irşadı ka*dar rıza-yı İlâhîye medar olur.» (Lem’alar sh: 152)

    40- «Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır. Eğer o yâr değilse, bü*tün dünya alkışlasa beş para değmez. İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrev*îde illet ise, o ameli iptal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar. Eğer müşevvik ise saffetine izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeye*rek, Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesîri namına kabul etmek güzeldir ki, buna işarettir.» (Barla Lâhikası sh: 78)

    41- «Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâ*yât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak tekli*fini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzün*den kesilen yüz bin adamın hayat*larını kurtarmaya sebep olurdun” dediler.

    Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik ha*yat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler va*tandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı ka*zandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş gör*müş. Eğer o tek*lifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet ola*mayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ih*lâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. » (Şualar sh: 289)

    42- «Evet, Risale-i Nur’un o kadar dehşetli muannidlere karşı galibâne mu*kavemeti, sırr-ı ihlâstan ve hiçbir şeye âlet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebedi*yeye bakmasından ve hizmet-i imaniyeden başka bir mak*sat takip etmeme*sinden ve bazı ehl-i tarikatın ehemmiyet ver*dikleri keşif ve kerâmât-ı şahsiyeye ehem*miyet vermemek*ten ve velâyet-i kübrâ sahipleri olan Sahabîler gibi, veraset-i Nübüvvet sır*rıyla, yalnız iman nurlarını neşretmek ve ehl-i imanın imanlarını kurtarmak*tır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 263)

    43- «Amma, “Mânevî ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i iman ve hakikatın is*tedikleri nu*rânî makamlar ve uhrevî rütbe*lerden, hâlis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla verilen ve ihlâsı*nıza zarar gelmediği halde, eğer kabul etsen, reddedilmeye*cek derecede senetler, hüccetler bu*lunduğu halde; sen, değil tevazu ve mahvi*yetle, belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun.”

    Elcevap: Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için ken*dini feda eder. Öyle de, ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa—hem lüzum var—kendim, değil yalnız lâyık ol*madığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda et*meye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat ci*hetiyle terk ede*rim.

    Evet, her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalâletten ge*len gaflet-i umu*miyede, siyaset ve felsefenin galebesinde ve enâ*ni*yet ve hodfuruşluğun heyecanlı asrında büyük ma*kamlar herşeyi kendine tâbi ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesa*tını âlet eder. Mânevî makamlar olsa, daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında kendini mu*hafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatleri basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp, neşrettiği hakikatler dahi tereddütlerle revacı zedelenir. Şahsa, makama faydası bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 74)

    44- «Tekellüfe ve kıymetten ziyade kendimi göstermeye ve zi*yade hüsn-ü zan edenlere karşı hoş görünmek için kendimi makam sahibi göstermek ve sırr-ı ihlâsa tam münâfi kendini büyük göstermek ve vakar perdesi altında benliğin za*rarlı ve fâni zevkini aramak hâletleri ise, ey nefsim, meftun olduğun o zevkleri hiçe indirirler.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 201)

    45- «Sonra bizim hizmetimiz itibarıyla bizde zayıf damar sa*yı*lan, fakat hakikat nokta*sında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmaya müştak olan “mânevî makam sa*hibi olmak ve velâyet mertebelerinde terakki etmek” ve o nimet-i İlâhiyeyi ken*dinde bilmektir ki, insanlara menfaatten başka hiçbir za*rarı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaat*perestlik ve nef*sini kur*tarmak hissi galebe çaldığı bir za*manda, elbette sırr‑ı ihlâsa ve hiçbir şeye âlet olmamaya bina edilen hizmet-i imaniye ile şahsî makam-ı mâneviyeyi ara*mamak iktiza ediyor. Harekâtında onları istememek ve düşün*memek lâ*zımdır ki, hakikî ihlâsın sırrı bozulmasın.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 244)

    46- «Nasıl ki Risale-i Nur’u ve hizmet-i imaniyeyi, dün*yevî rütbelerine ve şahsım için uhrevî makamlarına âlet yap*maktan sırr-ı ihlâs şiddetle beni men ettiği gibi; öyle de, Kendi şahsımın istirahatine ve dünyevî hayatımın güzelce, zahmetsiz geçmesine, o hizmet-i kudsiyeyi âlet yapmaktan cid*den çe*kiniyorum. Çünkü, uhrevî hasenatın bâki meyvelerini fâni hayatta cüz’î bir zevk için sarf etmek, sırr-ı ihlâsa muhalif olmasından, kat’iyen haber veriyorum ki, târikü’d-dünya ehl-i riyâzetin arzu ve kabul et*tikleri ruhânî, cinnî hüd*damlar bana hergün, hem aç olduğum zamanda ve yaralı oldu*ğum vakitte en güzel ilâç getirseler, hakikî ihlâs için kabul et*memeye kendimi mec*bur biliyo*rum. Hattâ berzahtaki evliyadan bir kısmı temessül edip bana helva bak*lavaları hizmet-i imaniyeye hürmeten verseler, yine onların elini öpüp ka*bul etmemek ve uhrevî, bâkî meyvelerini dünyada fâni bir surette ye*me*mek için, nefsim de kalbim gibi kabul et*memeye rıza gösteriyor. Fakat kast ve niyetimiz olmadan, inayet cihetinde gelen bereket gibi ikrâmât-ı Rahmâniye, hizmetin makbuliyetine bir alâmet ol*duğundan, nefs-i emmâre ka*rışmamak şartıyla ruhumla ka*bul ederim. Her neyse, bu mesele bu kadar kâfi.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 12)

    47- «Risale-i Nur’un Kur’ân’dan aldığı dersin en birinci esası benlik, enaniyet, hodfu*ruşluğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlâs-ı hakikî ile imanın kurta*rılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakka şükür, o âzamî ihlâsı kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir me*sele-i imaniyeye feda eden çoktur. Hattâ Nurun biçare bir şa*kirdinin düşman*ları dost olduğu vakit onunla sohbet etmek ço*ğal*dığı için, rahmet-i İlâhiye cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlar isabet-i nazar hük*müne geçip onu incitiyor. Hattâ musafaha etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veri*yor. “Senin bu vaziyetin nedir?” diye soruldu. “Madem milyon*lar kadar arkadaşla*rın var; neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?”

    Cevaben dedi: “Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır; değil benlik, enaniyet, dünya sal*tanatı da verilse, bâki bir mesele-i ima*niyeyi o saltanata tercih etmek âzamî ihlâsın ikti*zasıdır. » (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 246)

    48- «Bediüzzaman Said Nursî’nin cihanşümul Kur’ân ve iman ve İslâmiyet hizmetindeki müstesna muvaffakiyet ve zaferi*nin ve Risale-i Nur’daki kuvvetli tesiratın sırrı, kendi*sinin ihlâs-ı etemmi kazanmış olmasıdır. Yani, yal*nız ve yalnız rıza-yı İlâhîyi esas maksat edinmiştir. Bu hususta, “Mesleğimizin esası, âzamî ihlâs ve terk-i enaniyettir. İhlâslı bir dirhem amel, ih*lâssız yüz bat*man amele müreccahtır. İnsanların maddî mânevî he*diye*lerinden hürmet ve teveccüh-ü âmmeden, şöhretten şiddetle kaçıyorum” der. Ziyaretçi kabul etmemesinin bir hikmeti de bu sır olsa gerek. Hem ihlâsa verdiği gayet fazla ehemmiyet, yüz otuz parça eserinden yalnız İhlâs Risalesinin ba*şına, “Lâakal her on beş günde bir defa okunmalıdır” kaydını koy*masından da anlaşılıyor. “Büyük Mahkeme Müdafaatı” ki*tabında, “Risale‑i Nur, değil dünyaya, kâinata da âlet edi*lemez; gayemiz rıza-yı İlâhîdir” de*miştir.

    İşte bu sırr-ı ihlâstandır ki, İmam-ı Gazâli (r.a.) gibi en meşhur İslâm hükemaları*nın eserlerini tetebbu eden muhakkik ve müdakkik bir ehl-i ilim diyor ki:

    “Risale-i Nur’dan okuduğum bir sayfanın bana verdiği istifade, diğer eser*lerin on sayfasından daha fazladır.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 699)

    49- «Said Nursî, Kur’ân ve imâna hizmet mesleğini ihtiyar edip, hiçbir maddî ve mânevi menfaat, salâhat ve velîlik gibi mâ*nevi makamları maksat ve gaye etmeden, sırf Cenab-ı Hakkın rı*zası için hizmet yapmıştır. Basiretli ehl-i ilim tarafından bü*tün Müslümanlarca “Zuhuru beklenen siyasî ve dinî bir halâskârdır” gibi şahsına verilen yüksek mertebeyi Bediüzzaman hiddetle reddetmiş, kendisinin ancak Kur’ân’ın bir hizmetkârı ve Risale-i Nur talebelerinin bir ders arkadaşı oldu*ğuna inanmış ve beyan etmiştir.» (Sözler sh: 758)

    50- «Elhasıl: Hakikat-i ihlâs, benim için şan ve şerefe ve maddî ve mânevî rütbe*lere vesile olabilen şeylerden beni men edi*yor. Hizmet-i Nuriyeye, gerçi büyük zarar olur; fakat, kemiyet keyfi*yete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, haki*kat-i ihlâs ile, herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmi*yetli görüyorum.

    Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin fevkinde gör*düklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveselerle, o kutbun ders*lerini, “Hususî ma*kamından ve hu*susî hissiyatından geliyor” nazarıyla bakıp, mağ*lûp olarak dağıtılabilirler. Bu mânâ için hiz*metkârlığı, maka*matlara ter*cih ediyorum.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 75)

    51- «Âdil kadere de derim ki:

    Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa her*kes gibi gayet meşru ve za*rarsız olan bir yol tutarak şah*sımı düşünseydim, maddî-mâ*nevî füyûzât hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük mâ*nevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabret*tim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfa*nının yüz bin*lerce, belki de milyon*larca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşeyden ferağat mesleğimden ayrıl*ma*ya*caklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklar*dır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 80)

    Yukarıda kısmen nakledilen beyan ve derslerde gö*rüldüğü üzere hakikat*ların neşir ve tebliğinde mes*lek hâ*lisiyeti ve a’zamî fedakârlık ve maddî-manevî her*şeyden feragat etmek gibi makbu*liyet ve te’sir şartları da lazım geliyor. Çünkü liyakatın derece*sine göre te’siri ihsan den Allah’tır. Şu halde hakaik-i Kur’âniyenin tereşşühatı olan Risale-i Nurdaki dersleri kendi namına anlatan ve neşreden ve böylce kendini, bu Kur’anî ve ulvî hakikatların sahibi ve mazharı olduğunu gösteren kişinin ihlâs yolundan yürüdüğü nasıl kabul edilir? Allah’ın inayetine ne suretle layık olunur? Hem bu yoldaki muvaffakiytin istidracî bir ceza olmasından kor*kulmaz mı? İşte bu vartaya dikkat çeken Hazret-i Üstad di*yor ki:

    52- «Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki veri*lir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyâya girer. Şan ve şeref arzusuyla tevec*cüh‑ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ih*lâssız*lık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet, amel-i sa*lihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâs ve şan ve şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz’i*yeye mukabil, kab*rin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından, te*vec*cüh-ü nâsı ar*zu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzım*dır. Şöhretperestlerin ve şan ve şe*ref peşinde koşanların ku*lakları çınlasın!» (Lem’alar sh: 149)

    Hakikatların neşir ve tebliğinde çok ehemmiyetli diğer bir husus da kud*siyet hakikatı*dır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri di*yor ki:

    53- «Ben görüyorum ki: Kur’ân-ı Hakîmin hakaikine ait bazı kemâlât, o hakaike del*lâllık eden vasıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünkü, me’hazın kudsiyeti, çok bur*hanlar kuv*vetinde tesirat gösteriyor, onunla ahkâmı umuma kabul ettiri*yor. Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse, o me’hazdaki kudsiyetin tesiri kaybolur.» (Mektubat sh: 319)

    54- «Cumhur-u avâmı, burhandan ziyade, me’hazdaki kud*siyet imtisâle sevk eder.» (Mektubat sh: 470)

    55- «Mantıkça mukarrerdir ki, zihin, melzumdan tebeî ola*rak lâzıma intikal eder ve lâzı*mın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasıtla eder. Bu ise gayr-ı tabiî*dir.

    Meselâ, hükmün me’hazı olan şeriat kitapları melzum gi*bidir. Delili olan Kur’ân ise, lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitap*lara temer*küz ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdan lâkaytlığa alışır, cumudet peyda eder.

    Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’ân gös*teril*seydi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî olan kud*siyete intikal ederdi. Ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.

    Demek, şeriat kitapları, birer şeffaf cam mâhiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla, mukallitlerin hatâsı yüzünden paslanıp hicap olmuşlardır. Evet bu kitaplar, Kur’ân’a tefsir olmak lâzımken, başlı başına tas*nifat ([29]) hük*müne geçmişlerdir.

    Hâcât-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, câ*zibe-i i’câz ile revnakdar ve kudsiyetle hâledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı Ezelînin timsali bu*lunan Kur’ân’a çevirmek üç tarikledir:

    1. Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti ten*kitle kırıp o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlike*dir, insafsızlıktır, zulüm*dür.

    2. Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusayla kütüb‑ü şeri*atı şeffaf birer tef*sir suretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göster*mektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi, Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar et*tiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dedi*ğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarik de zamana muhtaçtır.

    3. Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o hi*ca*bın fevkine çıka*rarak, üs*tünde Kur’ân’ı gösterip, Kur’ân’ın hâ*lis malını yalnız ondan iste*mek ve bilvasıta olan ahkâmı vası*tadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın va’zına nis*beten, bir tari*kat şeyhinin va’*zındaki olan halâvet ve câzibiyet bu sır*dan neşet eder.» (Sünuhat-Tuluat-İşarat sh: 29)

    Hazret-i Üstadın beyan ettiği mezkûr hakikati, önce kendi şahsına tatbik edip Risale-i Nurdaki hakaikin Kur’an’ın malı ol*duğunu, kendi malı olmadığını israrla nazara verir. Bizlerde aynı dersi nazara alarak, konuşma ve yazılarımızın, Risale-i Nurun malı olduğunu beyan etmekle hakikatleri sahibine vermek ve böylece kudsiyetin kalb ve ruhlardaki te’sirini kırmamak mecbu*riyetindeyiz.

    İşte bahsolunan hakikata istinaden Hazret-i Üstad diyor ki:

    56- «Nev’-i insanın yüzde sekseni ehl‑i tahkik değil*dir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul et*sin. Belki, surete, hüsn-ü zanna bi*naen, makbul ve mu*temed in*sanlardan işittikleri mesâili takliden kabul eder*ler. Hattâ, kuvvetli bir haki*kati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir ada*mın elinde görse, kıy*mettar telâkki eder.

    İşte, ona binaen, benim gibi zayıf ve kıymetsiz bir biça*re*nin elindeki hakaik-i imaniye ve Kur’âniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında dü*şürmemek için, bilmec*buriye ilân edi*yorum ki, ihtiyarımız ve haberimiz ol*madan, birisi bizi is*tihdam edi*yor; biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştı*rıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiya*rımızdan hariç bir kısım inâyâta ve teshilâta mazhar oluyoruz. Öyleyse, o inâyetleri bağıra*rak ilân etmeye mecburuz.» (Mektubat sh: 370)

    İşte Bediüzzaman Hazretleri mazhar olduğu Risale-i Nurun hakaikını, müellifi olmasına rağmen kendine mal etmez ve şahsî ilmiyle irşad etmek kapı*sını kapadığını şöyle açıklar:

    57- «Ben Kur*’*ân‑ı Hakîmin sırf bir hizmetkârıyım, o mu*kad*des dükkânın bir dellâlıyım. Şahsî dükkânımdaki pe*rişan, ehem*miyetsiz şeyleri satışa çıkarmayaca*ğım ve çıkarmak istemi*yo*rum. Çünkü, Kur’ân-ı Hakîmin kudsî elmaslarının kıymetlerine şüphe îras etmemek için, pe*rişan ve şahsî dükkânımda bulunan kırık cam parçalarını satsam, hakikî sar*raf olmayan müşteriler, dellâl*lık vaktinde elimde gördükleri elmaslara da şişe nazarıyla bakabi*lir*ler; zi*hinlerine bir iltibas, bir şüphe gelir. Onun için, şahsî dük*kânımı kat’iyen kapamışım. Bana o mukaddes dükkânın hiz*met*kârlığı yeter. Müflis bir hizmetkâr olsam, daha hoşuma gidi*yor.» (Barla Lâhikası sh: 269)

    Samimi bir Nurcu bu beyandan şu dersi alır: Madem eşsiz Alleme Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’a karşı şahsî ilmini ortaya koymadığını söylüyor, bu beyan bana bakan bir ikazdır ve bu yol aslında bana kapalı olmalı*dır der. Ancak Risale-i Nur hakkında teşvik, takdir, tebliğ ve müdafaaya bakan konuşma ve yazılar ve tahşiyeler müs*tesnadır ve hizmettir.

    Evet, asrın imamını ve onun manevî cihad hareketini tanıtıp ehl-i dalalet cereyanına karşı ehl-i imana isti*nad noktasını gös*termek, ehemmiyetli bir vazife olduğu, Risale-i Nur eserlerinde ifade ve beyan edilir:

    58- «Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesse*lâm, vahye istina*den, herbir asırda kuvve-i mâne*viye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem deh*şetli hadiselerde ye’se düşmemek için, hem âlem‑i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Meh*dîyi haber vermiş.» (Mektubat sh: 96)

    Afyon Ağır Ceza Mahkemesinde Risale-i Nurun hakkı*yetini ve Nur Şakirdi olduklarını kahramanca müdafaa ve resmen ilân eden kahraman Nurculardan Merhum Ahmed Feyzi Efendî, mez*kûr hadîs-i şerifin maksad ve mâ*nâsına isti*naden mahkeme huzu*runda diyor ki:

    59- «Âhirzamanda hadisin haber verdiği şahısların mesele*sine gelince: Bu mevzuları biz ken*dimiz uydurmadık. Bunların aslı dinde mevcuttur. Pey*gamber Aleyhissalâtü Vesselâm, bazı hadis*lerle, ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ömrünün 1500 seneyi pek geçmeyeceğini söylü*yor. O zama*na kadar da ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ve dünyanın hayatında mühim te*sir yapacak bü*yük tarih hadiselerini, “kıyamet alâmetleri” diye haber veriyor. Bunların şerri üzerine ümmet-i İslâmiyenin nazar-ı dik*katini celb ediyor. Gaflet ve cehaletle bu şerlere dûçar olanların ebedî şe*kavet ve helâketle karşılaşacaklarını söylüyorlar. Bunlara dair sayısız dinî burhanlar mevcuttur. Bizler Allah’a ve Resulüne ve Kur’ân’a inanmışız. Şimdi bu imanın ve Peygamberin sıdkına olan bu itikadın neticesi olarak kendimizi helâk-ı ebedî*den kur*tarmak için çalışmayalım mı? Etrafımızda olup bitenleri görmeye*lim mi? “Acaba bu tehlikeli zaman gelmiş midir? Sakın bu tehlike*lere düşen nesil biz olmayalım?” diye bunları mevcut dinî haki*kat*lere tatbik cihetlerini göstermeyelim mi?» (Şualar sh: 563)

    ..şeklinde devam eden beyan ve müdafaasında, o günün çok ağır şartla*rına rağmen âhirzaman şer cereyanını ta*nıtma*sında ve karşısındaki tamirci Nur cereyanını da na*zara vermek*tedir.

    60- «Bu mücahede-i mâneviyede Kur’ân’ın nurundan gelen bir Nur, ehl-i imana bir nokta-i istinat olacağını mânâ-yı işârî ile haber veriyor diye kalbime ihtar edildi.» (Şualar sh: 271)

    61- «Aziz, sıddık kardeşlerim,

    Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin se*bebi, yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tah*kikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i isti*nada ve sar*sılmayan bir cemaatin kat’î buldukları bir hakikate da*yanmaya pekçok muhtaç bulunan avâm-ı ehl-i iman için da*lâlet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, al*datmaz bir merci, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle, sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki, bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağ*lûp olmaz diye kuvve-i mâneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.» (Şualar sh: 320)

    Risale-i Nur ve cereyanı nazara verilmezse, avam-ı ehl-i iman bu istinad noktasını nasıl bilecek ve avamı isti*nadsız ve kuvve-i maneviyesi kırık bir vazi*yette bıra*kılmış olmaz mı? ve bu vaziyet gizli cereyana yardım mânâ*sına gel*mez mi? İşte bun*dan sonra gelecek ders ve tavsiyelere de bu nazarla bakılsın şöyle ki:

    62- «Risale-i Nur’un tesettür perdesinden çıkıp gayet bü*yük ve umumî bir me*selede kendi kendine merkezlerinde müba*rezesi zamanında şakirdlerini ar*kasında bulmak ve kaç*mamakla sarsılmaz ve mağlûp olmaz bir hakikata bağlan*dıklarını mütereddit ve mütehayyir ehl-i imana göstermesi gayet lü*zumlu olduğunu dahi nazarınıza ve meşveretinize alınız.» (Şualar sh: 327)

    63- «Üstadımız diyor ki:

    Mahkemelerin tehirinde hayır var. Şimdiye kadar Nura ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki, bu tehirde de hayırlar var ki, birisi bu olmak ihtimali var:

    Hariç âlem-i İslâmda Nurun ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve inti*şarı ve bura*nın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedil*mekle mahkemelerce Nurun serbestiyet-i tâmmesi için karar ver*mek, hariç âlem-i İslâmda Nurların hakikî ihlâsına böyle bir şüphe gelecekti ki, ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuş*lar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmi*yorlar, zaaf gösteriyorlar diye, Nurun kıymetine büyük zarar olduğu için, bu tehir o evhamları izale eder. Ve ispat ediyor ki, otuz seneden beri İslâmiyetin şiarına muhalif şeylere baş eğ*miyorlar. » (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 107)

    64- «Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşı*yan bir mü’min, çok mü’min*lere bir nokta-i is*tinad olur ki, şuursuz olarak avâm-ı mü’minîn ve iman-ı tahkikî sahi*binin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i mâneviyeleri kırıl*maz; da*lâletlere karşı dayanırlar. İşte şöyle bir derste bulun*duğunuz için Cenab-ı Hakka şükretmelisiniz. » (Barla Lâhikası sh: 250)

    65- «Bu zamanda onun bir mucizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalâlet-i ilmiyeye karşı, avâm-ı ehl-i imanın, taklîdî olan imanlarını, o dalâlet-i ilmi*yenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i is*tinad ve yakın ve uzak*larda olanlara dahi, zaptedilmez bir kale hükmüne geçmiştir ki, bu emsalsiz dehşetli dalâ*letler içinde, yine avâm-ı mü’mi*nin imanını, şüphelerden ve İslâmiyetini, hakikat*sizlik vesve*selerinden muhafaza ediyor.

    Evet, her tarafta, hattâ Hint ve Çin’de ehl-i iman, bu zamanın çok dehşetli da*lâletinin ga*lebesinden, “Acaba İslâmiyette bir haki*katsizlik mi var ki, sarsılmış?” diye şüpheye ve vesve*seye düştüğü vakit birden işitir ki, bir risale çıkmış, imanın bütün hakikatle*rini kat’î ispat eder, felsefeyi mağlûp edip zendekayı susturuyor, diye anlar. Birden o şüphe ve vesvese zâil olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 91)

    66- «Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, bu zamanda Risale-i Nur’da, nokta-i istinad olarak avam-ı mü’minînin en zi*yade muhtaç oldukları ve Nurda bulduk*ları öyle bir hakikattir ki; hiçbir şeye âlet olmayacak ve hiçbir garaz ve maksat, içine girme*yecek ve hiçbir şüphe ve vesveseye meydan vermeyecek ve hiçbir düşman ona bahane bulup çürütmeyecek ve yalnız hak ve hakikat için ona çalışanlar bulunacak, dünya maksatları ona karışmaya*cak, tâ ki, uzakta olan ehl-i iman, o hakikate ve sadık nâ*şirlerine tam itimad edip imanlarını, zındıkların ve din*siz*lerin, din aleyhindeki dehşetli filozofların itirazların*dan ve inkârla*rından kurtarsınlar.

    Evet, o ehl-i iman, lisan-ı hal ile diyecek ki: Madem bu haki*kati, bu kadar şid*detli düş*manları çürütemediler ve itiraz edemi*yorlar; ve şakirdleri, haktan başka onun hizmetinde hiç*bir maksat taşımı*yorlar. Elbette, o hakikat, ayn-ı hak ve mahz-ı hakikattir diye, bin burhan kadar bir delil hükmünde imanını kuvvetlen*dirir ve kurtarır; ve “İslâmiyette bir hakikatsızlık mı var?” diye daha evhama düşmeyecekler.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 214)

    67- «Dalâlet cereyanlarının karşısında ehl-i iman fe*dakârlarından büyük bir şahs-ı mânevî meydana çıka*ra*rak, muhkem bir sedd-i Kur’ânî ve imanî tesis edip mü’*minle*rin nokta-i istinadı olmasıdır. İnandığı kudsî dâ*vâya göster*diği azim ve sebatla, mü’minlerin kalblerini ihtizaza vererek, ruh*larda İslâmî aşk ve heyecanı uyandırmasıdır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 23)

    68- «Risale-i Nur’dan tahkikî iman dersi alan ve gittikçe zi*yadeleşen Nur tale*belerinin imanları inkişaf etmiş, imanî bir şe*hamet ve İslâmî bir cesarete sahip olmuşlardır. Nasıl ki, cesur bir kumandan yüzlerce askere lisan-ı haliyle cesaret verir ve nokta-i istinad olursa, ay*nen öyle de, Risale-i Nur şahs-ı mânevîsinin mümessili olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri başta olarak, tahkikî iman dersleriyle imanları kuvvetlenen yüz binlerce, şimdi milyonlarca Nur talebeleri, ehl-i imana bir nokta-i istinad ve bir hüsn-ü misal olmuşlar*dır. Nur talebele*rinin bu iman kuvvet*leri ve dinsizliğe karşı kahramanca mücadele*leri, halkın üzerinde çok tesir yapmış ve bir intibah (uyanıklık) hu*sule ge*tir*miştir. Böylelikle, milletin içindeki korku ve evhamları da Risale-i Nur’la izale etmişler, vatan ve millete umumî bir ce*saret, ümit ve ferahlık husule getirip Müslümanları yeisten kur*tarmışlardır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 162)

    69- «İslâmiyet nurundan ve iman kardeşliğinden gelen bir kuvvet ve rabıta ile teşkil ettiği Nur şakirdleri şahs-ı mânevîsi, ehl-i dalâletin cemaatle hü*cumuna mukabil çıkmış, bu suretle mü’minlerin nokta-i istinadı, kızıl tehli*kenin bu vatanı istilâsına karşı Kur’ânî bir sed ve âlem-i İslâmın kahraman Türk milletine eskisi gibi muhabbet, uhuvvet ve it*tifakının medarı ol*muştur.» (Tarihçe-i Hayat sh: 457)

    İşte bunun gibi pek çok beyanlar gösteriyor ki, Risale-i Nur ve cemaatı*nın var*lığını ehl-i iman bil*meli ve du*yurmalıki buna tebliğ vazifesi denir. Nitekim Hz. Üstadın mahkemelerin uzatıl*ması hakkındaki şu ifa*deleride bu ha*ki*kate dikkat çeker, şöy*leki:

    70- «Meselemizi uzatmada, Nurlara nazar-ı dikkati ge*niş bir dairede celb etme*sinden, onları okumasına bir umumî dâ*vet ve resmî bir ilânat hük*münde, işiten müş*takların okumak heveslerini tahrik ettiğinden, sıkıntı*mızdan, zarardan yüz derece zi*yade bize ve ehl-i imana menfaatlere vesiledir. Zaten bu zamanda, en geniş daire-i zeminde, en dehşetli ve küllî bir hü*cumda tecavüz eden dalâlet ordularına karşı böyle kudsî bir ders, bu su*retle atom bombası gibi in*şaallah tesirini göstermeye bir işa*rettir.» (Şualar sh: 519)


  7. #27
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    Hem yine Hz. Üstad matbuat ve broşürle yapılan neş*riyat hakkında da şöyle der:

    71- «Bu sırada, hem Ehl-i Sünnet gazetesi, hem buranın ga*ze*tesi, hem Zübeyir’in hararetli mu*kabelesi, Nurlarla iştigalleri gü*zel bir ilânat hükmüne geçtiler. Benim bedelime, benim ho*şuma giden bize dair bahislerine bakınız, bana bildiri*niz.» (Şualar sh: 530)

    72- «Tahsin’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat yirmi büyük mec*mua kadar fayda verdi, fütuhat yaptı. Şimdi bir parça ilişmelerine kat’i*yen merak etmesin. Nazar-ı dik*kati celb ettiği için, bü*yük bir ilânname hükmüne geçti.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 235)

    73- «Nurlara olan taarruzların bir zararı olsa, yirmi faydası vardır. Elbette yirmi kazanca karşı bir zarar hiç hük*mündedir. Taarruzlar ancak ve ancak Nurun neşriyat ve fütu*hatı*nın genişlemesine, inkişafına sebeptir ve millet-i İslâmiye na*zarında itimat ve emniyet kazanmasına medardır. Risale-i Nur’un Anadolu genişliğinde ve âlem-i İslâm vüs’a*tında ve Avrupa ve Amerika çapındaki maddî ve mânevî tesirat ve fütuhatına ve neşriya*tına şahit olan İslâmiyet düşmanları yine bazı taarruzlar yapmışlar. Aldığımız haberlere göre, bu taarruz*lardan sonra, hususan şark vilâyetlerinde, eskisine na*zaran Nurun fü*tuhatı on gün içinde on misli fazlalaş*mış. Hem böylelikle halkın nazar‑ı dikkati Risale-i Nur’a ve Üstadımıza çevrilmiş, uyuyanlar uyanmış, tembeller ha*rekete gelmiş, ihtiyatsızlar ihtiyata muvaffak olmuşlardır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 689)

    74- «Mahkememizin tehirinde ve tahliye olan kardeşlerimi*zin yine mahkeme gününde bu*rada bulunmalarında büyük hayır*lar var.

    Evet, Risale-i Nur’un meselesi, âlem-i İslâmda, hususan bu memlekette küllî bir ehemmi*yeti bulunduğundan böyle heyecanlı toplamalarla umumun nazar-ı dikkatini Nur hakikatle*rine celb etmek lâzımdır ki, ümidimizin ve ihtiyatımızın ve giz*lememizin ve muarızların küçültmelerinin fevkinde ve ihtiya*rımı*zın haricinde böyle şâşaa ile Risale-i Nur kendi derslerini dost ve düş*mana âşikâren veriyor. En mahrem sırlarını en nâmahremlere çekin*meyerek gösteriyor. Madem hakikat budur; biz küçücük sıkıntı*larımızı “kinin” gibi bir acı ilâç bilip sa*bır ve şükretmeliyiz, “Yâhu bu da geçer” demeliyiz.» (Şualar sh: 502)

    75- «Bu zamanda Nurlarla hizmet-i imaniye, her tarafta ilânatla ve muhtaç olan*ların nazar-ı dikkatlerini celb etmekle olur. İşte, hapsimizle, Nurlara nazar-ı dikkat celb olu*nur, bir ilânat hükmüne geçer. En ziyade muan*nid veya muh*taç olanlar onu bulur, imanını kurtarır ve inadı kırılır, tehlikeden kurtulur ve Nurun dershanesi genişlenir.» (Lem’alar sh: 266)

    Yine bütün bu derslerde, Risale-i Nurları gizlememek ve alenî göstermek hikmet*lerini nazara veriyor.

    Hz. Üstad hayatı boyunca ve en mütecaviz cereyan karşı*sında ve hizmet faaliyetle*rinde hizmetin deva*mını sağlamak için gerekli ihtiyat ve tedbirle bera*ber daima Risale-i Nuru, müdafa*atiyle ve neşriyatiyle med*hetmiş izhar ve ilan etmiştir.

    Evet Hazreti Üstad diyor ki:

    «İhtiyatla beraber, sadâkatı ve irtibatı ve hizmeti de*ğiştirmemek lâ*zımdır.» (Şualar sh: 342)

    Yani ihtiyat hizmeti durdurmak manasında değildir. İhtiyat hizmeti selâ*metle devam ettirmek için*dir. Amma çok şiddetli şartların karşısında hizmette tevakkuf hali, ayrı bir husustur. Evet Ashab-i Kehf’in tebliğ vazifesinde te*vak*kufla mağaraya çe*kilmeleri gibi dinî hizmette de çok şiddetli ve müstevli teca*vüze karşı tevakkuf caiz olur. Hazreti Üstad muvakkat ve kısmî bazı tevakkufları şöyle anlatır:

    76- «Eğer Ankara’da hâkim olan Halk Partisi, oraya giden Risale-i Nur’un kuvvetli kitap*larına karşı inat etse ve musalâha niyetiyle himayesine çalışmazsa, bizim en rahat yerimiz ha*pistir ve mülhidler, bolşevizmi zendeka ile birleş*tirdiğine alâ*mettir ve hükümet, on*ları dinlemeye mecbur olur. O zaman Risale-i Nur çekilir, tevakkuf eder, maddî ve mânevî mu*sibetler hü*cuma başlarlar.» (Şualar sh: 337)

    İşte böyle şiddetli hücumların yapıldığı ve halkın ürkütül*düğü o zaman*larda dahi ihtiyatla beraber Risale-i Nurun bazı ehemmiyetli parçaları bazı resmî makam sa*hiple*rine gönderili*yordu. Ezcümle bir mektubta şöyle de*niliyor:

    77- «Haşirdeki Mahkeme-i Kübraya Şekvâ” namındaki ve yirmi sekiz sene ev*vel Meclis-i Meb’usana hitaben yazılan ve o vakit tab edilen on maddelik namaza dair parça ve bir de Mustafa hakkında dört sene evvel Reisicumhura yazılan üç mad*delik parça, şimdi, bu za*manda Ankara’da bazı meb’usların na*zarına ve imanlı hükûmet erkânına göstermek niyetiyle Ankara’ya gön*derilmiş. Size de berâ-yı malûmat gönderiyoruz. » (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 66)

    78- «Bir Maarif Vekili, perdeyi yüzünden kaldırdı ve küfr-ü mutlakı başka bir kisvede gös*terdi. Bizim son gönderdiğimiz müda*faatı daha almadan başka sâika ile o beyannameyi yaz*mış. Gerçi ben o daireye göndermeyi düşünmüyordum; fakat kardeşlerimizin tensibiyle onlara da göndermek hem münasip, hem lâzım oldu*ğunu bu hal gösterdi. Çünkü, herhalde bu derece il*hadda taassup taşıyan bir vekil, Ankara’ya gönderilen evrak ve mahrem risalelere karşı lâkayt kalmazdı. Birden, doğrudan doğruya cerh edilmez müdafaatlar başına vuruldu, çok iyi oldu. İnşaallah, o da*irede dahi Risale-i Nur lehinde kuvvetli bir cereyan uyan*dı*racak.

    Kardeşlerim, madem bir kısmın mâhiyetleri bu tarzdır; on*lara, o kısma tes*lim ol*mak, bir nevi intihardır, İslâmiyetten piş*man olmaktır, belki dinden insilâh etmek*tir. Çünkü o de*rece ilhadda taassup etmiş ki, bizim gibilerden yal*nız teslimiyetle ve ta*sannu ile razı olmuyorlar. “Kalbini ve vicdanını bırak, yalnız dün*yaya çalış” derler. İşte bu vaziyete karşı inayet-i Rabbâniyeye da*ya*nıp metanet ve sabır ve tevekkül ederek dört sandık Risale-i Nur eczaları o merkeze yetişip, kuvvetli hakikatlerle galebe çalma*sına dua etmekten başka çare yoktur. » (Şualar sh: 334)

    79- «Bu mes’elemizin tehiri hayırdır. Çünkü bütün mektep*lerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhab*beti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem-i İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde, onun mahi*yeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’î hüccetler gösteren ve ispat eden Risale-i Nur geçmesi, kemâl-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hadisedir ki, bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, din-i İslâm cihe*tiyle yine ucuzdur. » (Şualar sh: 338)

    Bu nakledilen nümuneler gibi hayli yazılar, ikazlar ve ders*lerden açıkça anlaşılıyor ki, Risale-i Nur’a karşı çe*kingenlik his*sini telkin eden ve aşağılık duygusunu aşılayan gereksiz gizlilik*ler ve tavizkâr davranışlar makbul değil*dir.

    Çok az miktarı alınan tebliğ ve neşir ve neşrin nasıl yapıl*ması hakkındaki bu bahisler, bu neşir ve tebliğ hizmetinin de*ğişmez bir vazife ve esas ol*duğunu gösteriyor.


  8. #28
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    14-TARAFGİRLİĞİ TERK ESASI
    (Adaveti terk etmek esasına da bakınız.)


    Müslümanlar arasında tarafgirliğin olmaması bir esastır.

    1- «MÜ’MİNLERDE nifak ve şikak, kin ve adâ*vete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, ha*kikatçe ve hikmetçe ve in*saniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve ha*yat-ı içti*maiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merdut*tur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşe*riye için zehir*dir.» (Mektubat sh: 262)

    2- «Gördüm ki, siyaset cereyanlarında, hem mu*va*fıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siya*set cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fev*kinde ve onların garazkârâne telâkki*yatlarından mü*berrâ ve sâfi olan bir makamda verilen ders-i Kur’ân ve gösteri*len envâr-ı Kur’âniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kı*sım çe*kinmemek ve itham etmemek gerektir—meğer dinsizliği ve zendekayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden in*san suretinde şey*tanlar ola veya beşer kıyafe*tinde hay*vanlar ola!

    Elhamdü lillâh, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur’ân’ın el*mas gibi hakikatlerini propaganda-i siyaset it*tihamı altında cam parçalarının kıymetine indirme*dim. Belki, gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taife*nin naza*rında parlak bir tarzda ziyadeleştiri*yor.» (Mektubat sh: 49)

    3- «Câ-yı dikkat bir hadise: Bir zaman, bu garaz*kâ*râne ta*rafgirlik neticesi olarak gördüm ki, müte*dey*yin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sa*lihi, tekfir dere*cesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena netice*lerinden ürktüm, Eûzü billâhi mine’ş-şey*tâni ve’s-siyaseti dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasi*yeden çekildim.» (Mektubat sh: 267)

    4- «Mesleğimiz, sırr-ı ihlâsa dayanıp, hakaik-i ima*niye ol*duğu için, hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtima*iyeye mecbur olmadan karışmamak ve rekabet ve ta*rafgirliğe ve mübarezeye sevk eden hâlâttan te*cerrüt etmeye mes*leğimiz itibarıyla mec*buruz. Binler teessüf ki, şimdi müthiş yılanların hücumuna mâ*ruz biçare ehl-i ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ısır*ması gibi cüz’î kusuratı bahane ederek, birbirini ten*kitle, yılanların ve zındık mü*nafıkların tahribatlarına ve kendilerini onların eliyle öldürmesine yardım edi*yor*lar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 246)

    5- «Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir ta*rafa tâbi ve dahil olmaz. Belki mütecaviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hük*münde onlara bir nokta-i istinat olur. Fakat siyaset hesa*bına değil, belki Nur’ların intişarı ve maslahatı he*sabına, bazı kardeşler, Nurlar namına de*ğil, belki kendi şahıs*ları namına girebilir. Hususan, mübarek Isparta’nın şimdiye ka*dar Nurlar medresesi olması ve muarızların dahi ona çok ilişme*mesi nokta*sında, da*hilde tarafgirane vaziyet almamak, mu*terizle*rin nedametine ve hakikate dönme*lerine bir vesile olabilir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 160)

    6- «Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiç*bir partiye girmediler. Çünkü iman, mâl-ı umumîdir. Her ta*ifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik gi*remez. Yalnız küfre, zende*kaya, dalâlete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 180)

    7- «Risale-i Nur’un bu kadar muarızlarına muka*bil en büyük kuvveti ihlâs olduğundan ve dünyanın hiç*bir şeyine âlet olmadığı gibi, tarafgirlik hissiya*tına bina edi*len cereyanlara, hu*susan siyasete te*mas eden cereyan*larla alâkadar olmaz. Çünkü tarafgirlik damarı ihlâsı kı*rar, hakikati değiş*ti*rir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 272)

    8- «İman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dostdüşman, derste far*ketmez. Halbuki siya*set tarafgirliği, bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır. Onun içindir ki, Nurcular em*salsiz işkencelere ve sıkıntılara ta*hammül edip Nuru hiçbir şeye âlet etmediler. Siyaset to*puzuna el atmadı*lar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 36)

    9- «Milletin her tabakası, muvafıkı ve muhalifi, me*muru ve âmisinin o hakikatlerde hisseleri var ve on*lara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirdleri, tam bî*tarafane kal*mak için siya*seti ve maddî müba*rezeyi tam bırakmak ve hiç karışma*mak lâzım gelmiş.» (Şualar sh: 362)

    10- «Risale-i Nur’un vazifesi imanı kuvvetlendi*rip kurtar*maktır. Dost ve düşmanı tefrik etmeye*rek hizmet-i imani*yeyi hiçbir tarafgirlik girme*ye*rek yapmaya mü*kellefiz.» (Şualar sh: 393)

    11- «Mâbeynimizdeki hakikî ve uhrevî uhuv*vet, gü*cenmek ve tarafgirlik kaldırmaz.» (Şualar sh: 498)

    12- «Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgir*lik hissi*nin menbaı olduğundan, İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah, tev*hid-i kulûb, tehâbbüb ve te*âvüne büyük rahne*ler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhab*bet ve vahdetle memuruz.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 30)

    İslâm dünyasında tarafgirlik şiddetle yasaklanır*ken, müslü*manın İslâma taraftarlığı da esas alınmıştır.

    13- «Sözler, tûbâ-i Cennetin meyveleri gibi tatlı ve güzel olan iman ve İslâmiyetin meyvelerini ve sa*adet-i dâ*reynin mehâsini gibi hoş ve şirin öyle netice*lerini gös*ter*mişler ki, görenlere ve tanı*yanlara nihayet*siz bir ta*rafgir*lik ve iltizam ve teslim hissini verir. Ve silsile-i mevcudat gibi kuvvetli ve zerrat gibi kesretli iman ve İslâmın bur*hanlarını göstermişler ki, nihayet*siz bir iz’an ve kuvvet-i iman verirler. Hattâ, bazı defa Evrâd-ı Şah-ı Nakşibendîde şehadet getirdiğim vakit, dediğim za*man nihayet*siz bir ta*rafgirlik hissediyorum.» (Mektubat sh: 35)

    14- «Evet, Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman hu*su*sunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine tes*lim, iltizam ve taraf*girlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyete fıtra*ten, nes*len ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftar*lık zayıf ve şan*sız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün sil*sile-i ecdadı bağ*landığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedâhe hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i il*tizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle, din-i İslâm lehinde ednâ bir emâreyi kuvvetli bir burhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir bur*han ile sonra ilti*zam eder.» (Lem’alar sh: 22)

    15- «Sünnet-i Seniyyenin herbir nev’ine ta*mamen bilfiil ittibâ etmek, ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da, binniyet, bil*kast, taraftarâne ve iltizamkârâne talip olmak, herkesin elinden gelir.» (Lem’alar sh: 56)

    16- «Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen Sözlere ve en*vâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraf*tar olsun ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben ta*raf*tar olmasın kendine de istifa*deye çalışsın.» (Mektubat sh: 344)

    17- «Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderun*luğu ve dehşetli .cânileri de âlicenâbâne af*fetmesi ve bir tek hase*neyi, binler seyyiatı işleyen ve bin*ler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adam*dan görse, ona bir nevi taraftar çık*masıdır. Bu su*retle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğ*yan,safdil ta*raf*tarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâ*sına terettüp eden musibet-i âmmenin de*vamına ve idame*sine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verir*ler “Biz buna müsteha*kız” derler.» (Kastamonu Lâhikası sh: 25)

    18- «Binler Müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su-i âkıbetine ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkârâne ta*raftar ol*mak ve merhametkârâne ce*zadan kurtulma*larına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana deh*şetli bir merha*metsizlik ve şenî bir gadirdir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 75)

    19- «[30] âyetine en âzam bir tarzda şim*diki boğuşan insanlar mazhar olmalarından, onlara de*ğil taraftar olmak veya merakla o cereyanları takip et*mek ve onların yalan, aldatıcı propa*gandalarını dinle*mek ve mü*teessirane mücadelelerini seyretmek, belki o acip zulüm*lere bakmak da caiz değil. Çünkü zulme rıza zu*lümdür ta*raftar olsa, zâlim olur. Meyletse [31] âyetine mazhar olur.» (Kastamonu Lâhikası sh: 207)

    20- «Umumî musibet, ekseriyetin hatasın*dan ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eş*hâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltiha*ken taraftar olmasıyla mânen iş*tirak eder, mu*si*bet-i âmmeye sebebiyet verir.» (Sözler sh: 172)

    Müslümanlar arasında tarafgirlik yapmamak ve İslâma ta*raftarlık göster*mek, mezkûr sarih beyanların neti*cesi olarak bir esas olduğu sâbit oluyor.


  9. #29
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    15-ADAVETİ TERK DÜSTURU

    Ehl-i iman arasında adavetsizlik sarih beyanların ge*tirdiği bir esastır.

    1- «İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir de*sise-i şey*taniye şudur ki: Bir mü’minin birtek seyyi*esiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsız*lar, mü’*mine adâvet ederler.

    Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, ha*senâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmey*ler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğun*dan, bazan birtek hasene ile çok sey*yiâtını ör*ter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında mu*amele gerek*tir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıkla*rına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhab*bete ve hürmete müste*haktır. Belki, kıymettar birtek ha*sene ile, çok seyyi*âtına nazar-ı afla bakmak lâ*zımdır.

    Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şey*ta*nın telki*niyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie yü*zünden unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, günah*lara gi*rer.» (Lem’alar sh: 88)

    2- «Mü’minin şe’ni, kerîm olmaktır. Senin ikra*mınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir.» (Mektubat sh: 265)4- tirdi€i bir esast›r.

    3- «Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına gir*me*mek ister*seniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan isti*fade eden zalim*lere karşı

    [32] kale-i kudsiyesi içine giriniz, tahas*sun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hu*kuku*nuzu müdafaa edebilirsiniz.

    Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşur*ken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbi*rine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvaze*nelerini bozup onlarla oynayabilir birini yu*karı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne ta*rafgirlik*lerinizden, kuvve*tiniz hiçe iner az bir kuvvetle ezilebi*lirsiniz. Hayat-ı içtimaiye*nizle alâkanız varsa,

    [33] düstur-u âli*yeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyevîden ve şe*kavet-i uhreviyeden kurtulunuz.» (Mektubat sh: 270)

    4- «Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil fıtra*tımda adâ*vet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vaz*geçemiyorum.”

    Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gös*te*rilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve mukteza*sıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemi*yorsun. Senin, mânevî bir neda*met, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslet*tehaksız olduğunu anla*man, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî is*tiğfarı temin et*sin hak*sızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir et*mesin.» (Mektubat sh: 267)

    Haksızlık veya haklılık, şeriatın sarih hükümlerine göre tesbit edilir. Beşerî düşünceler ve şahsî kanaatler ölçü olamaz. Meselâ, gıybetin haram ve caiz olan kısım*ları şer’î kaynaklarda açıkça kayıdlıdır. O hükümlere göre hareket etmek mecburiyeti var. Demek 3. parağrafta nazara verilen fena haslet yani kötü ahlâk eserleri ve haksız gıybet gibi amelî ve fiilî tezahürler, zâhir ölçü*lerdir ki, görülemeyen düşmanlık hissinin varlığını is*bat eder.

    5- «Bir câni yüzünden çok mâsumları ihtiva eden bir gemi batırılmaz. Bir câni sıfat yüzünden, çok evsaf‑ı mâ*sumeyi muhtevî bir mü’mine adavet edilmez.

    Lâsiyyema, sebeb-i muhabbet olan imân ve tevhid, Cebel-i Uhud gibidir. Sebeb-i adâvet olan şeyler çakıl taş*ları gibidir. Çakıl taşlarını Cebel-i Uhud’dan daha ağır te*lâkki etmek ne kadar akıl*sızlıksa, mü’minin mü’*mine adâ*veti, o kadar kalbsizliktir. Mü’minlerde adâ*vet, yalnız acımak mânâsında olabilir.

    Elhasıl: İman muhabbeti, İslâmiyet uhuvveti istil*zam eder.» (Hutbe-i Şamiye sh: 144)

    6- «Düşmanlarımızın seyyiatı—tecavüz olmamak şartıyla—adâvetinizi celb etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir on*lara…» (Hutbe-i Şamiye sh: 52)

    7- «Muhabbet adâvete zıttır ziya ve zulmet gibi ha*kikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o haki*katiyle kalbde bulu*nacak onun zıddı hakikatıyla olmaya*cak. Meselâ, muhabbet ha*kikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkı*lâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adâvet ha*kikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışma*mak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâ*lete karşı olabilir.

    Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsi*yet ve insa*niyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mâ*nevî kale*lerdir. Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî se*beplerdir. Öyleyse, bir Müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını is*tihfaf etmek hükmünde bü*yük bir hatâdır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 53)

    8- «Bizim cemaatımizin meşrebi, muhabbete mu*habbet ve husumete husumettir. Yani, beyne’l-İslâm mu*habbete imdat ve husumet askerini bozmaktır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 86)

    9- «[34] İşte siyaset-i şahsiye, cema*atiye, milli*yeye dair en âdil bir düstur-u Kur’ânî... ...Bir şahıs çok evsafa câ*midir. Onların içinde bir sıfat, adâ*veti celb etse, birinci âyetteki ka*nun-u İlâhî iktiza eder ki, adavet o sıfata inhisar etsin, mecma-i evsaf-ı ma*sume olan şahsına yalnız acısın ve tecavüz etmesin.» (Sunühat Tuluat İşarat sh: 23)

    10- «Benim mezhebim, muhabbete muhabbet et*mek*tir, hu*sumete husumet etmektir. Yani dünyada en sevdi*ğim şey muhab*bet ve en darıldığım şey de husu*met ve adâvettir.» (Münazarat sh: 77)

    11- «Meselâ, mü’minler mâbeyninde husû*met ve adâ*vet bir seyyiedir. O seyyie içinde, kalb ve rûhu sıkıntı*larla boğa*cak bir azâb-ı vicdânîyi, âlicenap ruhlara hissetti*rir. Ben kendim, belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki, bir mü’min kardeşe adâvetim vak*tinde, o adâvetten öyle bir azap çekiyordum şüphe bı*rak*mıyordu ki, bu seyyieme muaccel bir cezâdır, çekti*rili*yor.» (Osmanlıca Lem’alar sh: 684)

    12- «İstanbul’da malûm itiraz hadisesi ima ediyor ki, ileride, meşrebini çok beğenen bazı zatlar ve hodgâm bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini tam öldürme*yen ve hubb-u cah vartasından kur*tulmayan bazı ehl-i ir*şad ve ehl-i hak, Risale-i Nur’a ve şakirdle*rine karşı kendi meşrep*lerini ve mesleklerinin revacını ve etbâla*rının hüsn-ü te*veccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler belki deh*şetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vu*kuunda, bizlere, itidâl-i dem ve sar*sılmamak ve adavete girme*mek ve o muarız ta*ifenin de rüesalarını çürütme*mek gerektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 196)

    13- «O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, ba*şım üstüne kabul ediyo*rum. Sizler de, o zâtı ve onun gibi*leri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hattâ te*cavüz edilse de bedduayla da mukabele et*me*yiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o nok*tada kar*de*şimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce muka*bele edemeyiz. Çünkü, daha müthiş düşman ve yılanlar var.» (Kastamonu Lâhikası sh: 247)

    14- «Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan si*yaset cere*yanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefri*kaya atmasın.

    Karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı peri*şan et*mesin [35] düstur-u Rahmânî yerine (el-iyazü billâh) düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adâ*vet ve elhannâs gibi bir siyaset arka*daşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine mânen şerik eyleme*sin.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)

    15- «Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu zâil oldu ve olmalı. Garp husumeti, İslâmın ittihadına, uhuv*ve*tin inkişafına en müessir sebeptir bâki kal*malı.» (Tarihçe-i Hayat sh: 133)

    16- «Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve bir*bi*rinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahak*kümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i mil*liyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman te*lâkki etmek öyle bir felâkettir ki, ta*rif edil*mez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılan*lara arka çevirip si*neğin ısırmasına karşı mukabele et*mek gibi bir di*vane*likle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doy*mak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehem*miyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fik*riyle şark vilâyetlerindeki va*tandaşlara veya ce*nup ta*rafındaki dindaşlara adâvet bes*leyip on*lara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâli*kiyle beraber, o cenup ef*radları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın.

    Cenuptan gelen Kur’ân nuru var İslâmiyet ziyası gelmiş o içimizde vardır ve her yerde bu*lunur. İşte o din*daşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a do*kunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşla*rın hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviye*sine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtima*iyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını ha*rap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!» (Mektubat sh: 323)

    17- «ÜÇÜNCÜ MEBHAS

    [36]Yani,



    Yani, “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile ya*ratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbiriniz*deki ha*yat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî ba*kası*nız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.”» (Mektubat s. 321)

    Risale-i Nur Külliyatından kısmen nakledilen mezkûr sarih beyanlar, mü*’minler arasında adavetin ka*t’iyetle caiz olmadığını gösteriyor.

    Ancak bazı mü’minlerin hatalı anlayış ve hareket*lerin*den doğabilecek zararların önlenmesi bakımından bunların tashihi için yapılan müsbet ve meşru olan ha*tırlatma, ikaz ve kardeşliğin gerektirdiği üslûb içinde ve adavet hissinin ka*rıştırılmadığı ten*kid bir vazifedir. Bu tarz ikazat ve tenkidle adavet iltibas edilme*melidir.


  10. #30
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini

    16-ENANİYETİ TERK ESASI

    (Hubb-u cah, İhlâs, Riya düsturlarına da bakınız)


    Risale-i Nur Mesleğinde çok ehemmiyetle nazara ve*ri*len enaniyeti terk etmek düsturu hakkındaki sarih be*yanlar*dan bir kısmıdır.

    Bediüzzaman Hazretlerinin terk-i enaniyette nü*mune-i imti*sal bir hali ve vasiyeti:

    1- «Bu zamanda şan, şeref perdesi altında riyakâr*lık yer aldı*ğından, âzamî ihlâs ile bütün bütün ena*niyeti terk lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, mâ*nevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin ya*nına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ru*huma ge*lir. Risale-i Nur’daki âzamî ihlâs ile bütün bü*tün terk-i enaniyet için buna bir mânevî sebep his*sediyorum. Kendini Risale-i Nur’a vak*fetmiş olan, ya*nımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin ya*kınında olup, bu mânâyı, lüzumsuz ziyarete gelen*lere bildirsinler.”» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 201)

    Enaniyet en mühim bir ruhî hastalık olup şirk-i ha*fîye kapı açar.

    2- «İHLÂSI KIRAN İKİNCİ MÂNİ: Hubb-u cah*tan gelen şöhretperestlik saikasıyla ve şan ve şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi ka*zanmak, nazar-ı dikkati kendine celb etmekle enâniyeti okşamak ve nefs-i em*mâreye bir ma*kam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i hafî” tabir edilen riyâkâr*lığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.

    Ey kardeşlerim! Kur’ân-ı Hakîmin hizmetindeki mesleğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvve*tin sırrı, şahsiyetini kar*deşler içinde fâni edipHAŞİYE onla*rın nefislerini kendi nefsine ter*cih etmek oldu*ğun*dan, mâ*beynimizde bu nevi hubb-u cahtan ge*len rekabet tesir etmemek gerektir. Çünkü mes*le*ği*mize bü*tün bütün münâfidir.» (Lem’alar sh: 165)

    Enâniyeti terk edemeyen ehl-i diyanet, büyük ha*taya düşer.

    3- «Enâniyetten tecerrüd edemedikleri için, ifrat ve tefrit yü*zünden, ulvî bir menba-ı kuvvet olan itti*fakı kay*bedip, ihlâs da kırı*lır. Ve vazife-i uhreviye de zedele*nir. Kolayca rıza-yı İlâhî de elde edilmez. Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı, “El-hubbu fillah” sırrıyla, ta*rik-i hakta gidenlere refakatle iftihar etmek ve ar*kalarından gitmek ve imamlık şerefini onlara bırakmak ve o hak yolunda kim olursa ol*sun ken*dinden daha iyi olduğunun ih*tima*liyle enâni*yetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak ve ihlâsla bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla amellere râcih oldu*ğunu bilmekle ve tâbiiyeti dahi, sebeb-i mes’uli*yet ve ha*tarlı olan metbûiyete tercih etmekle o maraz*dan kurtulur ve ihlâsı ka*zanır, vazife-i uhrevi*ye*sini hakkıyla yapabilir.» (Lem’alar sh: 153)

    Risale-i Nur terk-i enâniyet dersini verir.

    4- «Risale-i Nur’un bize verdiği ders de, hakikat-i ih*lâs ve terk-i enâniyet ve daima kendini kusurlu bilmek ve hodfuruşluk etme*mektir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 49)

    5- «Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sahibi ol*mak, emsa*line tefevvuk etmek gibi hisler ve in*sanlara iyi gö*rünmek, ta*sannukârâne (haddinden fazla kendine ehem*miyet verdirmek) ve tekellüfkârâne (lâyık olma*dığı yük*sek makamlarda görünmek) tarzını takın*makla riya eder.



    Risale-i Nur şakirdleri, ene’yi, nahnü’ye tebdil et*tik*leri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı mânevisinin hesabına ça*lışması, ben yerine biz deme*leri ve ehl-i tarika*tın fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ve nefs-i emma*reyi öl*dür*mek gibi riyadan kurtaran vasıtala*rın bu zamanda birisi de fenâ fi’l-ihvan, yani şahsiyetini kardeşleri*nin şahs-ı manevi*yesi içinde eritip öyle davran*dığı için, in*şaallah, ehl-i hakikatin ri*yadan kurtulmaları gibi, bu sırla onlar da kurtulurlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 184)

    6- «Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enani*yet zamanı değil. Zaman, cemaat za*manıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî hükme*der ve dayanabilir. Büyük bir havuza sa*hip olmak için, bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini o ha*vuza atmaktır ve eritmek ge*rektir. Yoksa, o buz par*çası erir, zayi olur o havuzdan da istifade edilmez.» (Kastamonu Lâhikası sh: 143)

    7- «Bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini erit*meyip bozmuyor, kendini mazur biliyor ondan nizâ çıkı*yor. Ehl-i hak zarar eder ehl-i dalâlet istifade edi*yor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 196)

    8- «Sakın, benlik ve gurura medar şeylerden çe*kin. Tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu za*manda ehl-i hakikate lâ*zım ve elzemdir. Çünkü, bu asırda en büyük tehlike benlik*ten ve hodfuruş*luktan ileri geldiğinden, ehl‑i hak ve hakikat, mah*vi*yetkârâne daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 62)

    9- «Bu zamanın bir hastalığı daha var o da benlik, enaniyet, hodfuruşluk, hayatını güzelce medeniyet fanta*ziye*siyle geçirmek iştahı, tiryakilik gibi hastalıklardır. Risale-i Nur’un Kur’ân’dan aldığı dersin en birinci esası benlik, enaniyet, hodfu*ruşluğu terk etmek lüzumudur.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 245)

    10- «Ehl-i dalâletin tarafgirleri, enâniyetten isti*fade edip kar*deşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikaten, insanda en teh*likeli damar enâni*yettir. Ve en zayıf da*marı da odur. Onu okşa*makla çok fena şeyleri yaptıra*bilirler.

    Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enâni*yette vur*ma*sınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem bi*liniz ki, şu asırda ehl-i dalâlet ene’ye binmiş, da*lâlet vadilerinde ko*şuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye, eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin istimalinde haklı dahi olsa, ma*dem ki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zan*nederler, hakkın hiz*metine karşı bir hak*sızlıktır. Bununla beraber, etrafına toplan*dığımız hizmet-i Kur’âniye, ene’yi kabul etmiyor, nahnü istiyor. “Ben demeyiniz, biz deyiniz” diyor.» (Mektubat sh: 424)

    11- «Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en tehlikeli ci*heti kıskançlıktır. Eğer sırf lillâh için olmazsa, kıskançlık mü*dahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına ha*set etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de, bu he*ye*timizin şahs-ı mânevî*sinde, herbiriniz bir duygu, bir âzâ hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bi*lâkis birbirinizin meziye*tiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife‑i vicdani*ye*nizdir.» (Mektubat sh: 426)

    12- «Aziz kardeşlerim,

    Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır. Said Nursî » (Şualar sh: 312)

    13- «“Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki ha*yatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risale-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dün*yaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazi*fe*mizdir” deyip nefsinizi susturunuz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 234)

    14- «İtidal-i dem ve tahammül etmek ve müm*kün olduğu de*recede bizim arkadaşlar uhuvvetlerini ve tesa*nüdlerini tevazu ile ve mahviyetle ve terk-i enâni*yetle takviye etmek gayet lâzım ve zarurîdir.» (Şualar sh: 315)

    15- «Said, tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enani*yet ve te*vazu-u mutlakta bulunmak şarttır tâ ki Risaletü’n-Nur’u bulan*dırmasın, tesirini kırmasın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 18)

    16- «Ey kardeşlerim, sizler biliyorsunuz ki, bizim mesleği*mizde benlik, enaniyet, şan ve şeref perdesi al*tında ma*kam sahibi olmaktan, öldü*rücü zehir gibi ondan kaçıyo*ruz. Onu ihsas eden hâlâttan şiddetle ictinab edi*yoruz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 146)

    17- «Bu mesele yalnız şahsıma taallûk etseydi, ben cidden nefs-i emmaremi tam kırmak için ona minnettar olurdum. Mesleğimiz, bu zamanda hakka hizmet, bütün bütün terk-i enaniyetle olabileceğini kat’î kanaatimiz ol*duğu gibi, yirmi se*nedir nefs-i emmarem ister istemez o mesleğe itaate mec*bur olmuş. Risale-i Nur ve mukadde*matları, buna bir hüccet-i katı*adır. Fakat garaz ve inat ve bir nevi taassub-u meslekiyeyi ih*sas eden ve esrar-ı mes*tû*reyi işaa suretinde gelen itiraz ve ayıplara karşı Eski Said (r.a.) lisanıyla derim: İşte meydan! En mu*taassıp ule*madan ve en büyük velî*den tut, tâ en dinsiz filozof*lara ve müdakkik hükema*lara, Risale-i Nur’daki dâvâ*ları ispat etmeye hazırım ve hem de ispat etmişim ki, benim mah*vıma ve idamıma mütemadiyen çalışan zındık filozoflar ve mülhidler, o dâvâları cerh edemi*yorlar ve edememiş*ler.» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 62)

    18- «Gaflet ve dünyaperestlikten çıkan deh*şetli bir enâniyet bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl‑i haki*kat—hattâ meşrû bir tarzda dahi olsa—enâniyetten, hod*furuş*luktan vaz*geçmeleri lâzım olduğundan, Risale-i Nur’un ha*kikî şakird*leri, buz parçası olan enâniyetlerini şahs-ı mânevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, in*şaal*lah bu fırtınada sarsıl*mayacaklar.» (Şualar sh: 318)

    19- «İslâmiyet, tevhid-i hakikî dinidir ki, vasıta*ları, esbabları iskat ediyor, enâniyeti kırıyor, ubudiyet-i hâlisa tesis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi ru*bubiyet-i bâtılayı kat edi*yor, reddediyor. Bu sır içindir ki, havastan bir büyük insan tam dindar olsa, enâniyeti terk etmeye mecbur olur. Enâniyeti terk etmeyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder.» (Mektubat sh: 437)

    20- «İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir vesâit ve es*baba tesir-i hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise, “velediyet” fikrini ka*bul ettiği için, vesâit ve esbaba bir kıymet verir, enâ*niyeti kırmaz. Adeta rububiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizle*rine, büyüklerine verir. âyetine mâsadak ol*muşlar. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enâni*yetlerini mu*hafaza etmekle beraber, sabık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar ya enâniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir de*rece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayt kalıyorlar, belki din*siz oluyorlar.» (Mektubat sh: 326)

    Yukarıda kısmen nakledilen beyanlar ve açık ifade*le*rin bir neticesi olarak Risale-i Nur Mesleğinde terk-i enani*yet, müsellem bir düstur ve esastır.




    --------------------------------------------------------------------------------

    [1] Buhari, Cihad: 102, 143; Müslim, Fadâilü’s-Sahâbe: 34; Dârimî, İlim: 10; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr: 6:359, hadis no: 9606.

    [2] El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:310; Gazâlî, İhyâ u Ulû*mi’d-Dîn, 4:409 (Kitâbu’t-Tefekkür); el-Heysemî, Mec*meu’z-Zevâid, 1:78.

    [3] Mâ*ide Sûresi, 5:54.

    [4] Ahzâb Sûresi, 33:47.

    [5] Buharî, Cihâd: 102; Ebu Dâvud, İlim: 10; Dârimî, İlim:10; el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr:6:359, Hadis no: 9606.

    [6] İbni Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, 2:739; el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 1:41; Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, 1394; Ali bin Hüsâmüddin, Müntehebâtü Kenzi’l-Ummâl, 1:100; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:282.

    [7] el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:64; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:210-212.

    [8] Enfâl Sûresi, 8:46.

    [9] Mâi*de Sûresi, 5:2.

    [10] Furkan Sûresi, 25:72.

    [11] En’âm Sûresi, 6:164.

    [12] İbrahim Sûresi, 14:34.

    HAŞİYE Evet, sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd ve itti*had, hadsiz menfaate medar olduğu gibi, korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i isti*naddır. Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri öl*se, “Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum” diyerek, ölümü gü*lerek karşılar. Ve “O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetin*de yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum” der, ra*hatla yatar. (Bediüzzaman)

    [13] Enfâl Sûresi, 8:46.

    [14] A’râf Sûresi, 7:31.

    [15] A’râf Sûresi, 7:31.

    [16] A’râf Sûresi, 7:31.

    [17] Necm Sûresi, 53:39.

    HAŞİYE 1 İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medarı olan san’at, ticaret, ziraat tenakus eder. O millet de tedennî edip su*kut eder, fakir düşer. (Bediüzzaman)

    [18] Yunus Sûresi, 10:72; Hûd Sûresi, 11:29; Sebe’ Sûresi, 34:47.

    [19] Yâsin Sûresi, 36:21.

    [20] İbni Haceri’l-Heytemî eş-Şâfiî, Tuhfetü’l-Muhtâc li-Şerhi’l-Minhâc, 1:178.

    HAŞİYE 1 Zekât ve sadaka ve mukabilsiz hiç birşey almadığının sebep ve hikmeti, Risale-i Nur’dan İkinci Mektup ve sair risalelerde beyan edilmiştir. Evet, Molla Said’in istikbalde Risale-i Nur’la göreceği hiz*met-i imaniyeyi kemâl-i ihlâsla ifası ve bu hizmetin meydana gelebilmesi için “uhrevî hizmetin mukabilinde hiç bir şey talep etmemek” olan kudsî düsturun icmâlî bir fihristesi, daha küçük yaşında iken rahmet-i İlâ*hiye tarafından ruhunda yerleştirilmişti. (Bediüzzaman Tarihçe-i Hayatı))

    [21] İbrahim Sûresi, 14:3.

    [22] Bakara Sûresi, 2:41.

    [23] Nur Sûresi, 24:54.

    [24] Kasas Sûresi, 28:56.

    [25] Öküzün boynuna inci takmak gibi. (Hazırlayanlar)

    [26] Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 1:6; el-Münâvî, Fey*zü’l-Kadîr, 6:466; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:561; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, no: 10026.

    [27] İbni Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, 2:739; el-Münzirî, et-Terğîb ve’Terhîb, 1:41; Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, 1394; Ali bin Hüsâmüddin, Müntehebâtü Kenzi’l-Ummâl, 1:100; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:282.

    [28] Buharî, İlim: 10; Ebû Dâvud, İlim: 1; İbn-i Mâce, Mukaddime: 17; Dârimî, Mukaddime: 32; Müsned, 5:196.

    [29] Tasnifat Tabirini, Mânâ külliyetini, muayyen meselelere sınıflamakla tahsis edip tahdid etmek mânâsında anlıyorum. (Hazırlayanlar)

    [30] İbrahim Sûresi, 14:34.

    [31] Hûd Sûresi, 11:113.

    [32] Hucurat Sûresi, 49:10.

    [33] Buharî, Salât: 88; Edeb: 36; Mezâlim: 5; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18; Nesâî, Zekât: 67; Müsned, 4:405, 409.

    [34] En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7.

    [35] Buharî, Îmân: 1.

    [36] Hucurat Sûresi, 49:13.

    HAŞİYE Evet, bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden sü*zülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir. (Bediüzzaman)

Sayfa 3/6 İlkİlk 12345 ... SonSon

Benzer Konular

  1. Risale-i Nur Mesleğinin Esasları
    By Konyevi Nisa in forum Risale-i Nur'u Yeni Tanıyanlara
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.10.08, 10:43
  2. Risale-i Nur Mesleğinin Değişmezliği Esası
    By Konyevi Nisa in forum Risale-i Nur Talebeliği
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 19.10.08, 09:13
  3. Büyüklere hizmet
    By SiLa in forum Menkibeler
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 15.10.08, 18:09
  4. Hizmet erleri
    By Reyhani in forum Tasavvuf Yazıları
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 12.10.08, 15:47
  5. Risale-i Nur Mesleğinin Esasları
    By Konyevi Nisa in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.07.08, 15:37

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •