Sayfa 2/6 İlkİlk 1234 ... SonSon
57 sonuçtan 11 ile 20 arası

Konu: Bediüzzaman Sempozyumu 1995

  1. #11
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995

    BEDİÜZZAMAN VE DİN TILSIMLARI

    ABDÜLKADİR BADILLI 1

    MUKADDEME

    Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretlerinin ilmî şahsiyeti ve hizmet mesleği; hem pek çok gaybî işaretlerinin 2 hem ehl-i tahkik olan bir çok ülemanın ve hem de or*tadaki eserleri olan Nur Risalelerinde yüzlerce dinî, ilmî ve tasavvufî meselelerin hal edilmişliklerinin tasdik, te’yid ve tespitleri ile bir müceddid-i dindir, bir müşkillerin çözümleyicisidir ve her iş ve emirde doğru, tehlikesiz ve maksada en çabuk ulaştı*rıcı olan bir sırat-ı müstakim keşşafıdır. Ve aynı zamanda şu âhirzaman asrı insanla*rının hususan Müslümanların dinî, dünyevî, içtimaî ve siyasî problemlerinin halledi*cisi ve istikamet vericisi bir rehberdir.

    Evet, Risale-i Nurları iyice tetkik eden kimseler bilebilirler ki; bu eserlerin en orijinal yanı ve onu eski kelam ve mantık ilimlerinin uslüp ve metodlarından ayıran en bariz imtiyazlı hassası; İslâmın akidesi olan hakikat ve meselelerinin aynileri içeri*sinde harice asla muhtaç olmadan gerçeklik, yükseklik ve fitrilik vaziyetlerini ispat*lamasıdır. Bu hal ve bu vaziyet, evet Risale-i Nurun has bir imtiyazı olduğunu ve geçmişte misli mesbuk olmadığını dâvâ ediyoruz. Bunun yanında Risale-i Nurlar, imanî ve İslâmî olan meseleleri özellikle akidenin esaslarına taalluk eden tüm mese*leleri akıl, fehim ve idrak terazilerinden geçirme ve insanî olan cihazlarını doyurma ve ikna etme kabiliyetine de sahiptir.

    İşte, Risale-i Nurun hâs bir ilham eseri olarak mezkür imtiyazlara sahip olması ile birlikte, istenilen çapta mahiyetinin idrak edilipte bilinememesi ve anlaşılamaması hal ve vaziyeti karşısında; en başta onun müellifi üstad Bediüzzaman Hazretleri, nurların özündeki mezkür hasiyetlerin üstüne nazar-ı dikkatleri çekmek için, ilk başta onu cazip bazı isimlerle neşretmek ve Risale-i Nurlardan çeşitli mecmualar hazırla*tarak yayınlamak olmuştur. Meselâ Asa-yı Musa, Zülfikâr, Tılsımlar, Siracü’n-Nur mecumaları gibi isimler...

    Kelam ilmi ile Risale-i Nurlar Bu mevzuda hususi tarzda araştırma yapan ve kaziyeyi neticeye yaklaştıran iki üstad Profesör din âliminin kanaatleri; Risale-i Nur mesleğinin bir “yeni Kelam Metodu” olduğu yönündedir. Bu iki büyük hocalarımızın isimleri: 1- Profesör Doktor Muhsin Abdülhamit (Bağdat Üniversitesi Tefsir ve Kelam hocası), 2- Profe*sör Doktor Ahmet Abdurrahim Essayih’dir. (Mısır Ezher Üniversitesi, Usulu’d-Din Fakültesi Akide ve Felsefe Hocası).

    Bu iki âlim zatın mezkûr mevzu hakkında görüşlerini tazammun eden yazı ve makaleleri mevcuttur. Prof. Dr. Muhsin Abdülhamid’in makalesi, İstanbul’da mün*teşir Nur Mecmuası Ocak, Şubat ve Mart sayısı s. 57’de Arapça olarak neşredildi. Prof. Dr. AhmetAbdürrahim Essayih’in ise, iki yazısı varır. Bunlardan birisi müstaki*len Arapça olarak yayınlandı. İkinci yazısı ise, 1992’de Bediüzzaman Said Nursî Sempozyumu ile alâkalı makaleleri neşreden kitapta yayınlandı. Bu iki âlim muhak*kik zatın tahkiklerine ek olarak, birde meselenin mahiyetinin özünü Nur müellifinin kendisinden dinleyelim.

    Üstadın bu konudaki izahına geçmeden önce, bir istifhamı cevaplamak gerek*mektedir, şöyle ki: Sual: Risale-i Nurun Kur’ân’ın feyzi ile halletmiş olduğu dinî, ilmî ve kevnî tılsımların “Muammalı ve muğlak mesele”lerin çözüm tarsının mahiyeti bir kelam ilmi kaide ve metodu mudur?

    Cevap: Peşinen ve kat’î olarak “hayır!” diyoruz. Çünkü bir çeşit klasik tarz ve üslup arzeden eski kelam ilmi, üslup ve usul itibariyle, sırf maddî ve aklî düsturlarla gittiği ve çoğu kez din düşmanı vesveseci felsefecilerin ürettikleri aynı silâhlar kul*lanılarak, ya da onların kanun ve kaideleri layetezelzel bir şey kabul edilerek İslâmî akide ve meselelerin hakikatleri bu harici olan delillerle ispatlanmaya çalışıldığı için; Üstad Bediüzzamanın nazarında o tip bir kelam metodu nakıs görülmüştür. Bunun*la beraber, eskide Kelam ilmi vasıtasıyla İslâm akidesini vikaye etme noktasında, hususan ispat-ı Vacibu’l-Vücud meselesinde büyük hizmetlerin ifa edildiği de Bedi*üzzaman tarafından kabul ve ifade edilmektedir. 3

    Şimdi, klasikî durumuyla karşımızda duran eski kelam ilmi metodları ve bu arada diğer İslâm hükema ve feylesoflarının tamamen aklî olan felsefe kanunlarıyla, Üstad Bediüzzaman’ın vasıtasız olarak Kur’ân’ın safi menbaından keşfedip aldığı fevkalade tesirli, nafiz ve çokda verimli düsturları arasındaki farkın mahiyet ve hüviyeti hak*kında kendisini birlikte dinleyelim: 4

    Bu âhirki ifadede, üstteki kısımlardan farklı bir yaklaşım var. Ama dikkat edilirse Hazret-i Üstad, Risale-i Nur için: “Nurlu ve hakikî ilm-i kelamın dersleridir” de*mekle, nurların üslup ve metodu kelamın üslubundan açık farklılığına açıklık getir*mektedir. Yani, kısa bir ifade ile Risale-i Nurlar bir Kur’ân kelamıdır, değişiktir, nurludur vesaire...

    İşte, daha bu tarz ifadeler Risale-i Nurun birçok yerlerinde bulunmaktadır. Me*selâ Âyetü’l-Kübra Risalesinde ve keza Mektubat kitabının 442. sahifesindeki sual ve cevapta; ve Hücumat-ıSitte’nin âhirindeki bölümde gibi yerlerde, kesinlikle ve hiç çekinmeden ifade edilmiştir ki; Risale-i Nurların tarz-ı üslubu ve tamamen delil ve hüccetler üzerine müesses olan ifade ve beyan şekli, zahirde bir kelam ilmine benziyorsa da, lâkin kat’iyyetle kelamın klasik vaziyetini taşımamaktadır. Bu mev*zuya dair ilerde Nurlardan bazı noktaların derci ile ve meselenin mahiyetinin izahıyla anlaşılacaktır.

    İşte, Üstad Bediüzzamanın özbeöz Kur’ânî olan mesleği ile, sair İslâm müte*fekkirleri ve kelamcılarının tarz-ı usulleri arasındaki fark anlaşılmıştır tahmin ediyo*rum.

    Bununla beraber, ilerde gelecek dinî, ilmî ve kevnî meselelerin izahatının yapıl*dığı bölümlerde de bu dâvâ daha da iyi anlaşılacaktır.

    Tılsımlar ve çözümü Merhum Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî’nin te’lifi olan Risale-i Nurların hal etmiş oldukları “Din Tılsımları” pek çoktur, yüzlercedir. Bu tılsımlar özetle: Hilkat Muamması denilen mükevvenatın yaratılışının ve özellikle içindeki Ben-i Âdemin halk edilmesinin hikmetleri ve kâinattaki daimî îcad ve ifnanın icabı olan gözönün*deki mütemadî tahrip ve tamir, icad ve ifna vaziyetinin hikmetleri ve kâinat ve mevcudatın yaratanının varlık ve birliğinin kat’î ispatı yanında Muinsiz ve vezirsiz saltanatının kudretiyle; bir tek şeyi icad etmek ile, bütün herşeyi icadları onun ya*nında müsavi ve aynı kolaylıkta olduğu meselesi. Ve Ahiret imanının Haşr ve Neşr hususiyetiyle alakadar olan “Cismani Haşr” hakikatının aklen ve fehmen ispatı ile, tılsımiyetinin halledilişi ve Melaike ve ruhanilerin varlıklarının ilmen ispatı ve vazife*dar mahluklar olduğu; ve bununla beraber cismanî olarak vuku bulmuş olan Mi’rac hakikatının aklen, ilmen ve imkânen ispatının yapılması ve iman ve akide ile ilgili bir çok meselelerin muammalık yanları ve örtülü cihetlerinin açıklanması hususunda tıl*sımiyetlerinin çözümlenmesi; ve Kur’ân’ın i’câzının keskin ve nâfiz delillerle ispatı yanında, hüküm ve hakikatlarının ilmen ve aklen ve fıtraten uygunluklarının ispat*ları...

    Ve daha bu özet maddeler gibi, birçok dinî meseleler ve imanî ince nükteler ehemmiyet derecelerine göre bu tebliğimizde sıralanırken, (Bu tılsımlardan sadece otuz üçünü hazırlayabildik) 5 bunların şüphesiz en birincisi ve en genişi olanı İman ve Akide kısımları olacaktır. İman ve Akide bölümü veya meselesi bir yanıyla diğer maddeleri de aslında şümul dairesine almaktadır. Meselâ diyelim: Dünyanın ömrü hakkında gelen hadis,i şerifin hükmü, ilmen ispat edilmesiyle; Müslümanların inancı kuvvet bulmuş olarak, iman ve akidesinin daha çok parlamasına vesile olmaktadır.

    Herşeyden önce iman ve akide İslâm dini inancı ve akidesinin elbetteki önem dereceleri vardır. Nitekim İslâmın “Amentü”sünün diziliş vaziyeti de bir çeşit sıralamadır. Buna göre Allah’ın varlığına, birliğine, sıfat-ı zatiye ve sübutiyelerine ve nihayet bütün Esmaü’l-Hüsnası ile bera*ber Uluhiyyet, Ma’budiyyen ve Rububiyyetine iman getirmek ve bütün Esma-i İlahiyyesinin tecelliye tasarruflarını bilmeye çalışmak ve bunlara şüphesiz bir tarzda iman etmek, kat’i ve zaruridir... Ve bütün bunlarla ilgili hüküm ve inançların kitabî delilleri ile birlikte, bizzat herbirisinin aklen ve fehmen ispatları Risale-i Nurda en büyük mesele ve zarurî bir vaziyet olarak görüldüğünün bir kısım nümuneleri sunu*lacaktır.

    Bediüzzaman ve din tılsımları Risale-i Nurda, son derece orjinal tarzda halledilmiş dinî tılsımların ibrazına ve teşrini mahiyetlerinin kaydına geçmeden önce, birkaç noktaın izahına çalışmak iste*riz ki:

    1- Zahir halde ve ilk nazardaki tefekkürsüz bir mütalaa neticesinde; Risale-i Nurda halledilmiş dinî, ilmî ve tasavvufî meselelerin-ayinenin iki yüzü gibi-bir yü*züyle eski kitaplardakinin aynısı olarak telakki edebilir. Ama öbür yüzü ve yönüyle dikkat-ı nazar edilirse, kat’iyetle görülecektir ki: Risale-i Nur müellifi hiçbir vakit vakıf malı ve halledilmiş meseleleri alıpta tekrar etmemiştir. Zaten muhakkik ülema arasındaki kaide ile; “Eskide halledilmiş bir meseleyi yeniden ona dair bir şeyler ka*ralayıp Risaleler yazmak caiz değildir” düsturu Üstad Bediüzzaman için son derece önemlidir ki, bunun hep riayetkârı görülmüştür.

    2- Eskide yaşamış büyük İslâm allameleri zatların bazı mesail-i İslâmiye hakkında yazdıkları; Arabiyyet ve belağat noktasında çok parlak ve cazibedar risale ve kitap*larının varlığını kimse inkâr edemez. Ancak her asrın ve zamanın bir tefekkür sis*temi, bir mücahede metodu ve mücadele silâhı olduğu gibi; bu asrın da kendine hâs bir üslup ve mücahede sistemi olacağı şüphesiz ve aşikârdır. Diyelim, meselâ koskoca bir Gazalî’nin kullandığı silâhlar, bu asrın din düşmanlarının şüphe ve vesce*selerine karşı yetersiz kalıyorsa, noksanlık-hâşâ-Gazalî’de değil, zamandadır. Çünkü o zat gibi herbir mütefekkir, kendi zamanının veledidir.

    Nitekim Üstad Bediüzzaman Hazretleri de bu noktaya Kastamonu Lahikası’*nda 6 ve 1951’de yazdığı “Konuşan Yalnız Hakikattır” veya “Yalnız Hakikat Ko*nuşuyor” yazısında 7 da işaret etmiştir. Hülasaları şöyledir:

    “Her asırda Kur’ân-ı Hakim kedi şâkirtlerine-o asra muvafık-bir silâh verir. Ayrıca herşey, yalnız belağat ve üslup parlaklığıyla hallolur diyenlerin zannında yanlıştır. Duruma göre; ihlas, ferağat vesair mânevî duyguların iştirakleride lâ*zımdır ve hakeza...”

    3- Üstad Bediüzzamanın direkt olarak Kur’ân’dan aldığı mânevî Nur ve silâh veya mücahede metodu, eski büyük allamelerinkinden birkaç noktadan farklıdır. En birinci ve bariz nokta Hazret-i Üstad ortaya atılmış şüphe ve vesveseler suretinin kritiğine girmeden, yani onları ele alıp teferruatiyle tasvir etmeden; Dinî ve Kur’ânî olan o meselenin aslı ve özünün hakikatdarlığını ve şüphesizliğini aklen ve ilmen is*pat etmekle, vesvese ve şüphelerin kökünü kal’ eder, kurutur.

    Daha bu noktalar gibi, en mühim bir tanesi de: Üstad Bediüzzamanın-ilerde gösterilecek olan Tılsımların-çok orjinal ve mücedded metodlarla nasıl hal ettiğini, mevzuu içerisinde görüleceği için, sözü uzatmada bu kadarıyla iktifa ediyoruz.

    * * *

    TILSIMLAR DİZİSİ Tarif ve mahiyeti hakkında takatımız nisbetinde bilgi vereceğimiz Din Tılsımları*nın pek çok olan kısımlarından, bu tebliğimizde ancak otuz üç tanesini seçerek ar*zetmek durumundayız. Risale-i Nurlarda halledilmiş olan diğer Din Tılsımlarını ise, Allah tevfik refik eylerse,i lerde bu tebliğ onlarla tekmil edilerek, bir eser halinde neşri düşünülmektedir. Şimdi otuz üç Tılsımların tertip, ispat ve sıralamasına geçi*yoruz: 8

    * * *

    Tılsım 1: Cenab-ı Hakkın herşeye nihayet derecede Kurbiyyet-i ilahiyyesiyle beraber insan ve mahlukatın ondan nihayet derecede uzak olduğu meselesi.

    Bu çok gamiz ve halli pek müşkil meselenin her iki yanı da âyet ve hadislerde mezkûrdür ve bu hüküm kat’i ve sarihtir. Kur’ân ve hadislerin hükümlerine ise, el*bette mü’minler iman ediyorlar. Dolayısıyla meselenin her iki tarafı da hakaik-i Kur’âniye ve İslâmiyedendir. Meselenin tılsımlık ciheti ise, ilmî ve aklî delillerle haki*katının ispatı meselesidir. Ve bu ispat işi de Kelam ve tefsirlerde yapılmayışı ve bu*güne kadar olduğu haliyle gelmiş olmasıdır.

    Hakikat olarak, bu muammalı meselenin vüzuh ile ispatını eski akaid ve Kelam kitaplarında bulamamışım. Bulan var ise, elbetteki gösterilebilir. Lâkin Risale-i Nur meseleyi bir çok defa ele almış ve bihakkın halletmiştir. Bu harika ve acip mesele*nin sadece Risale-i Nurda halledilmiş olduğunu, Üstad Bediüzzaman dahi tahdis-i nimet kabilinden Yirmi Sekizinci Mektupta işaret etmektedir.

    Risale-i Nurlarda bu meselenin halledildiği yerlerin bir kısım isimleri şöyledir: On Altıncı Sözün Üçüncü Şua’ı ve On Dördüncü Sözün Dördüncü bölümü; ve Otuz Birinci Söz olan Mi’raç risalesinin birinci esası; ve On Beşinci Mektubun birinci ma*kamı; ve El Mesneviyü’l-Arabiden Şemme risalesi s. 324; yine aynı eserden “Nurun min envari’l-Kur’ân” risalesi, sahife 456 ve daha isimlerini yazmaya gerek duymadığımız bir çok yerler...

    Şimdi Nur risalelerinden bu meseleye hususiyle bakan biri ki bölüm arzediyoruz. Onun takdiri ve mukayese işini kadirşinas zatlara havale edilmiştir.

    “Birinci Bölüm: (On Altıncı Sözün Üçüncü Şuâ’ı).

    “Ey haddin tecavüz etmiş nefs-i pürsevda! Diyorsun ki:

    "Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından tutup kudretine boyun eğdirmiş olmasın." 9 "Herşeyin hüküm ve tasarrufu Onun elindedir." 10 "Biz ona şahdamarından daha yakınız." 11

    “gibi âyetler, nihayet derecede Kurbiyyet-i ilahiyeyi gösteriyor.

    “Ve "Siz de ona döndürüleceksiniz." 12

    "Melekler ve Cebrâil, ellibin sene uzunluğundaki bir günde Ona yükselirler." 13

    “Ve hadiste varid olan: ‘Cenab-ı Hak yetmiş bin hicab arkasındadır.’ Ve Mi’*raç gibi hakikatlar, nihayet derecede bu’diyetimizi gösteriyor. Şu sırr-ı gamızı fehme takrip edecek bir izah isterim?

    “Elcevap: Öyle ise dinle: Evvela, Birinci Şuâ’nın ahirinde demiştik: Nasıl ki gü*neş kayıtsız nuruyla ve maddesiz aksi cihetiyle; sana, senin ruhun penceresi ve onun ayinesi olan gözbebeğinden daha yakın olduğu halde; sen mukayyed ve maddede mahpus olduğun için, ondan gayet uzaksın. Onun yalnız bir kısım akis*leri ile gölgeleriyle temas edebilirsin ve bir nevi cilveleriyle ve cüz’i tecellileriyle görüşebilirsin ve bir sınıf sıfatları hükmünde olan elvanlarına ve bir taife isimleri hükmünde olan şualarına ve mazharlarına yanaşabilirsin. Eğer güneşin merte*be-i asliyesine yanaşmak ve bizzat doğrudan doğruya güneyin zatıyla görüş*mek istersen; o vakit pekçok kayıtlardan tecerrüd etmekliğin ve pek çok mera*tib-i külliyetten geçmekliğin lâzım gelir. Adeta sen, mânen tecerrüd cihetiyle Küre-i Arz kadar büyüyüp, hava gibi ruhen inbisat edip ve kamer kadar yükselip, Bedir gibi mukabil geldikten sonra, bizzat perdesiz onunla görüşüp, bir derece yanaşmak dâvâ edebilirsin.

    “Öyle de: O Celil-i pürkemal, o Cemil-i bimisal, o Vacibü’l-Vücud, o Mücid-i küll-i mevcud, o Şems-i Sermed, o Sultan-ı Ezel ve Ebed sana senden yakındır. Sen ondan nihayetsiz uzaksın. Kuvvetin varsa temsildeki dekaiki tatbik et!

    “Saniyen: Meselâ ve lillâhi’l-meselü’l-a’lâ bir padişahın çok isimleri içinde ‘kumandan’ ismi çok mütedahil dairelerde tezahür eder. Serasker daire-i külliye*sinde tut, Müşiriyet ve Ferikiyet, ta yüzbaşı, ta onbaşıya kadar geniş ve dar, küllî ve cüz’î dairelerde de zuhur ve tecellisi vardır. Şimdi, bir nefer hizmet-i as*keriyesinde onbaşı makamında tezahür eden cüz’i kumandanlık noktasını merci tutar, Kumandan-ı Âzamına şu cüz’i cilve-i ismiyle temas eder ve münasebettar olur. Eğer asıl ismiyle temas etmek, ona o ünvan ile görüşmek istese, onbaşılık*tan ta serasker mertebe-i külliyesine çıkmak lâzım gelir. Demek Padişah, o ne*fere ismiyle, hükmiyle, kanunuyla ve ilmiyle telefonuyla ve tedbiriyle. Ve eğer Padişah, evliya-ı ebdaliyeden nuranî olsa, bizzat husuruyla gayet yakındır. Hiçbir şey mani olup hail olamaz. Halbuki o nefer gayet uzaktır. Binler mertebeler hail, binler hicaplar fasıldır. Fakat bazen merhamet eder, hilaf-ı adet bir neferi huzu*runa alır, lütfuna mazhar eder. ilh...

    “Öyle de: Emr-i kün Feyekün’e malik, güneşler ve yıldızlar emirber neferi hükmünde olan Zat-ı Zülcelal, herşeye herşeyden daha ziyade yakın olduğu halde, herşey ondan nihayetsiz uzaktır. Onun huzur-u Kibriyasına perdesiz girmek istenilse; zülmanî ve nuranî, yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfatî yet*mişbinler hicaptan geçmek, her ismin binler hususî ve küllî derecet-ı tecellisinden çıkmak, gayet yüksek tabaka-i sıfatında mürûr edip, ta ism-i Âzamına mazhar olan Arş-ı Âzamına urûç etmek; eğer cezb ve lütuf olmazsa, binler seneler ça*lışmak ve sülük etmek lâzım gelir.” 14

    “İkinci Bölüm: (Otuz Birinci Sözün birinci esasından).

    “Meselâ deniliyor ki: Cenab-ı Hak "Ona şahdamarından daha yakın." 15 dır. Herşeye, her*şeyden daha yakındır. Cisimden, mekândan münezzehtir. Her velî kalbi içinde onunla görüşebilir. Neden dolayı Velayet-i Ahmediye (a.s.m.) mi’raç gibi uzun bir seyahatin neticesinden sonra, her velinin kendi kalbinde muvaffak olduğu münacaata muvaffak oluyor?

    “Elcevap: Şu sırr-ı Gamızı ‘İki Temsil’ ile fehme takrip ediyoruz. On İkinci Sö*zün sırr-ı İ’câz-ı Kur’ân ve Sırr-ı Mi’raç hakkında olan şu iki temsili dinle:

    “Birincisi: Bir Sultanın iki çeşit mükalemesi, sohbeti, görüşmesi vardır. İki tarzda hitabı, iltifatı vardır. Birisi: Amî bir raiyetiyle cüz’î bir iş için, hususi bir hacete dair, has bir telefonla sohbet etmektir. Diğeri: Saltanat-ı Uzma ünva*nıyla ve hilafet-i Kübra namıyla ve Hâkimiyet-i amme haysiyetiyle ve evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, o işle alakadar bir elçisi ile veya o evamir ile münasebettar büyük bir memuru ile konuşmaktır, sohbet etmektir. Ve haşmetini izhar eden ulvi bir fermanla bir mükalemedir.

    “İşte: "Ve lillâhi'l-meselü'l-a'lâ" şu temsil gibi; şu kâinat Halıkının ve Malikü’l-Mülk ve’l-Melekûtün ve Hâkim-i Ezel vle Ebedin iki tarzda mükalemesi, sohbeti, iltifatı var*dır. Birisi: Cüz’î ve hâs. Diğeri: Küllî ve amm... İşte mi’raç, Velayet-i Ahmediye’*nin (a.s.m.) bütün velayatin fevkinde bir külliyet, bir ulviyyet suretinde bir teza*hürdür ki, bütün kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcudatın Halıkı ünvanıyla Ce*nab-ı Hakkın sohbetine ve münacaatına müşerrefiyyettir.

    “İkinci temsil: Bir adam, elindeki bir aynayı güneşe karşı tutar; o ayna kendi miktarınca bir iışık ve yedi rengi havî bir ziyayı, bir aksi şemsden alır. Onun nis*betinde güneşle münasebettar olur, sohbet eder. Ve ışıklı aynayı karanlıklı ha*nesine veya dam altındaki küçük, hususî bağına tevcih etse; güneşin kıymetli nisbetinde değil, belki o aynanın kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise: Aynayı bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, haşmetini görür, azame*tini anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar; güneşin pek geniş şa’şa-i saltanatını görür ve bizzat perdesiz onunla görüşür. Sonra döner, hanesinden veya bağı*nın damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakiki güneşin daimi ziyasıyla sohbet eder, konuşur. Ve böylece minnettarane bir sohbet edebilir ve diyebilir: ‘Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin vechî ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdari olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi, bahçeciğimi ısındırdın ve ışıklandırdın, bütün dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi...’ Halbuki evvel ki ayna sahibi böyle diyemez. O ayna kaydı altında güneşin aksi ise, âsarı mahduttur, o kayda göredir.

    “İşte, Şems-i Ezel ve Ebed sultanı olan Zat-ı Ehad ve Samed’in tecellisi, mahi*yet-i insaniyeye; hadsiz meratibi tazammun eden iki suretle tezahür eder.

    “Birincisi: Ayine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbaniye ile bir tezahürdür ki, herkes istidadına ve tayy-ı meratibte seyr-ü sülûküne, Esma ve Sıfatın tecelliya*tına nisbeten cüz’î ve küllî o Şems-i Ezelinin nuruna ve sohbetine ve münaca*atına mazhariyeti var. Galibî Esma ve Sıfatın zilalinde, giden velayetlerin dere*catı bu kısımdan ileri gelir.

    “İkincisi: İnsanın camiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi oldu*ğundan; bütün kâinattan cilveleri tezahür eden Esma-i Hüsna’yı birden ayine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenab-ı Hak, tecelli-i zatiyle ve Esmaü’l-Hüs*na’nın azamî derecede; nev-i insanın mânen en âzam bir ferdine, tecelli-i âzam tezahür eder ki; bu tezahür ve tecellî mi’rac-ı Ahmedî ‘nin(a.s.m.) sırrıdır ki; Onun velayeti risaletine mebde olur. Velayet ki zıldan geçer, ikinci temsilin bi*rinci adamına benzer. Risalette zıll yoktur. Doğrudan doğruya Zat-ı Zülcelâlin Ehadiyetine bakar; ikinci temsilin ikinci adamına benzer. Mi’raç ise, Velayet-i Ahmediyenin keramat-ı kübrası, hem mertebe-i ülyası olduğundan risalet merte*besine inkılab etmiş. Mi’racın batını velyettir; Halktan hakka gitmiş. Zahir-i Mi’*raç risalettir; Haktan halka geliyor. Velayet, kurbiyyet meratibinde sülûktür. Çok meratibin tayyine ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u Âzam olan risalet ise, akrabiyyet-i ilahiyenin inkişafı sırrına bakar ki, bir an-ı seyyale kâfidir. Onun için hadiste denilmiş: ‘Bir anda dönmüş gelmiş.’ ” 16

    “Üçüncü Bölüm: (El Mesneviyü’l-Arabî eserinden Nuru’l-Min Envari’l-Kur’ân risalesi sahife 456’nın tercümesi).

    “...Cenab-ı Hak sana yakındır, sen ise ondan uzaksın. Evet, Cenab-I Hak se*ninle beraber ve senin yanında olduğu aynı anında, senin bütün efrad-ı nev’in*lede beraberdir. Hem senin nev’inle beraber olduğu aynı zamanda, senin cinsi*nin cemi-i efradıyla da beraberdir. Hem senin cinsinle beraber olduğu aynı vak*tinde, zevilhayatın bütün cüz’iyatıyla dahi beraberdir. Hem bütün zevilhayatla beraber olduğu aynı dakikada, mevcudatın sair tabakat ve devairiyle de beraber*dir. Ve aynı vakitte tabaka tabaka, ta bütün mevcudatla birden ve ta zerrat ve esir ve ruhaneyyat ve mâneviyatla; ta vehmu hayalin ihata edemediği âlemlerle de aynı anda beraberdir.

    “İşte, sen bu vaziyette kendi cihetinden ona yakınlaşmak istediğinde; evvela senin kendinden geçip cüz’iyetten ayrılarak, inbisat edip yükselerek; ta nev’inin makam-ı külliyesine çıkman lâzımdır. Sonra külliyetin içinde de terakki ederek te*cerrüd için ıtlak-ı ruh ile gide gide, ta cinsinin makam-ı külliyesine çıkman gerek*tir. Ve hakeza yetmiş bin hicaba yakın perdeleri kat’etmek icap eder...” 17

    Mesnevî’nin aynı yerinde daha bir miktar izahat mevcuttur isteyen bakabilir.

    * * *

    Tılsımlar 2: Kitapların indirilmesi, Peygamberlerin gönderilmesi ile birlikte, şeytanlar ve şerîr şeylerin musallat kılınması ile neticelenen durum, zahire göre çir*kin görünüyor. Zira bu imtihan ve ibtila meydanında insanların mutlak ekseriyetinin imtihanı kaybetmesiyle, küfre, tuğyana ve isyana yuvarlanıp cehennemlik oluyor. Böyle ekseriyetin zarar gördüğü bir teklif ve imtihan muamelesinin Rahmet tarafı hangisidir?

    İşte bu müthiş sualin halli hususunda-tahmin ediyorum-İslâm ulemasının akaid ve kelam kitaplarında fazla birşey yoktur.. Ve ben biraz araştırmamda birşey bula*madım. Belki o zamanlarda, böylesi bir sualin sorulmasına ihtiyaç duyulmamıştır. Buna rağmen, bilen varsa, yani bu hususa dair eski ulemanın kitaplarında birşeyler bulan varsa mukayese için gösterilebilir.

    Risale-i Nur eserleri ise, bu sualin cevabını bihakkın vermiş ve müthiş muammalı tılsımın çözümünü gerçek olarak başarmıştır. İşte bu mevzuya temas eden Nurlar*dan yer ve parçalarının bazıları şunlardır:

    Onikinci Mektubun parçaları.. Ve İkinci Şuâ’ın ikinci alameti olan "Lâ şerîke lehû" den sonraki sual ve cevab ve Arabî İşarat-ül İ’caz S. 207’deki bahis.. Ve Onüçüncü Lem’â’nın ikinci işareti ve hakeza daha birçok yerler.

    Şimdi isimleri verilen yerlerden nümunelik bazı parçalar.

    “BİRİNCİ PARÇA : (Onikinci Mektup’tan) Sual: Hazret-i Âdem’in (a.s.) Cen*netten ihracı ve bir kısım benî âdemin Cehenneme idhali ne hikmete mebnidir?

    “Elcevap: Hikmeti tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki; bütün terakkiyat-ı mâneviye-i beşeriyenin ve bütün istidat-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün Esma-i İlahiyeye bir ayine-i camia olması o vazifenin netaicindendir. Eğer Hazret-i Âdem (a.s.) Cennette kalsa idi; melek gibi makamı sabit kalırdı, istidat-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki yekne*sak makam sahibi olan Melaikeler çoktur, o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i ilahiye; nihayetsiz makamatı kat’edecek olan insanın istida*dına muvafık bir dar-ı teklifi iktiza ettiği için; melaikelerin aksine olarak mukteza-yi fıtratları olan malum günahla Cennetten ihraç edildi. Demek, Hazret-i Âdem’*in (a.s.) Cennetten ihracı ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet olduğu gibi, küffarın da Cehenneme idhalleri haktır ve adalettir.

    “Onuncu Sözün Üçüncü İşaretinde denildiği gibi; çendan kâfir az bir ömürde bir günah işlemiş, fakat o günah içinde nihayetsiz bir cinayet var. Çünkü küfür, bütün kâinatı tahkirdir, kıymetlerini tenzil etmektir. Ve bütün masnuatın Vah*daniyete şehadetlerini tekzibdir ve mevcudat aynalarında cilveleri görünen Esma-i İlâhiyeyi tezyiftir. Onun için, mevcudatın hakkını kâfirden almak üzere mevcudatın Sultanı olan Kahhar-ı Zülcelâl’in, kâfirleri ebedî Cehenneme atması ayn-ı hak ve adalettir. Çünkü nihayetsiz cinayet, nihayetsiz azabı ister.

    “İkinci sual: Şeytanların halkı ve icadı ne içindir? Cenab-ı Hak şeytanı ve şer*leri halketmiş, hikmeti nedir? Şerrin halkı şerdir, kabihin halkı kabihdir?

    “Elcevap: Hâşâ! Halk-ı şer, şer değil, belki kesb-i şer şerdir. Çünkü, halk ve icad, bütün netaice bakar. Kesb, hususi bir mübaşeret olduğu için; hususi neta*ice bakar. Meselâ, yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var, bütünü de güzel*dir. su-i ihtiyarıyla bazıları yağmurdan zarar görse, ‘Yağmurun icadı rahmet de*ğildir’ diyemez. ‘Yağmurun halkı şerdir’ diye hükmedemez. Belki su-i ihtiyarıyla, kesbiyle onun hakkında şer oldu. Hem ateşin halkında çok faydalar var. Bütünü de hayırdır. Fakat bazıları, su-i ihtiyarıyla, su-i istimaliyle, ateşten zarar görse, ‘Ateşin halkı şerdir’ diyemez. Çünkü ateş, yalnız onu yakmak için yaratılmamış. Belki o, kendi su-i ihtiyarıyla yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.

    “Elhasıl: Hayr-ı kesir için, şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesiri intaç eden bir şer terk edilse; o vakit şerr-i kesir irtikab edilmiş olur. Meselâ, cihada asker sevketmekte elbette bazı cüz’î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesir varki; İslâm, küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terk edilse, o vakit hayr-ı kesir gittikten sonra, şerr-i kesir gelir. O, ayn-ı zulümdür. Hem meselâ kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir. Halbuki zahiren bir şerdir. Parmak kesilmezse, el kesilir; şerr-i kesir olur.

    “İşte kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve icadları, şer ve çirkin değildir. Çünkü çok netaic-i mühimme için halko*lunmuşlardır. Meselâ melaikelere şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyat*ları yoktur. Makamları sabittir, tebeddül etmez. Keza hayvanatın dahi, şeytanlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sabittir, nakıstır. Âlem-i insaniyette ise; meratib-i terakkiyat ve tedenniyat nihayetsizdir. Nemrutlardan, firavunlardan, ta sıddikîn-i evliya ve enbiyaya kadar gayet uzun bir mesafe-i terakki var...

    “İşte, kömür gibi olan ervah-ı safileyi, elmas gibi olan ervah-ı aliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkati ile o sırr-ı teklif ve ba’s-i enbiya ile; bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasa idi; ma’den-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar be*raber kalacaktı. Âla-i illiyindeki Ebu Bekir-i Sıddık’ın ruhu esfel-i safilindeki Ebu Cehil’in ruhu ile bir seviyede kalacaktı. Demek şeytanın ve şerlerin yaratılması, büyük ve küllî neticeye baktığı için, icadları şer değil, çirkin değil. Belki su-i isti*malattan ve kesb denilen mübaşeret-i hususiyeden gelen şerler, çirkinlikler kesb-i insana aittir. İcad-ı İlâhîyeye ait değildir.” 18

    Bu mektubun kalan iki sual ve cevabı da çok mühimdir.. Birinci sual, “niçin Ce*nab-ı Hak Peygamberlerle beraber şeytanları halketti de, ekser insanlar küfre gidi*yor, zarar görüyor? diye sorulmuş.. Bunun cevabı, kâfî ve vâfî bir şekilde veril*miştir.

    Diğer kalan sual ise, “Cenab-ı Hak musibet ve belaları veriyor, hayvanlarda, masum kimselerde onunla yanıyor, bu bir zulüm değil mi?” diye sorulmuş.. Ve bu*nun cevabı da bihakkın îmandan ve Kur’ân’dan gelen bir nuraniyyet ve parlaklık içinde verilmiş hem aklı hemde kalbi ikna ve tatmin edip doyurmuştur, bakılabilir.

    “İKİNCİ PARÇA : (İkinci Şuâ’nın üçüncü makamının ikinci alâmet ve hücceti*nin ahirindeki sual ve cevaplardan)

    “Sual: Bu makamda diyorsunki; kâinatı hüsün ve cemal ve güzellik ve adalet ihata etmiştir. Halbuki gözümüz önünde bu kadar çirkinliklere ve musibetlere ve hastalıklara ve beliyyelere ve ölümlere ne diyeceksin?

    “Elcevap: Çok güzellikleri intaç veya izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebep olan bir çirkinliğin yok olması, görünmemesi yalnız bir değil, belki müteaddit defa çir*kindir. Meselâ vâhid-i kıyasî gibi bir kubuh bulunmasa, hüsnün hakikatı bir tek nevi olur, pek çok mertebeleri gizli kalır. Ve kubhun tedahülü ile mertebeleri inki*şaf eder. Nasıl ki soğuğun vücudu ile, hararetin mertebeleri ve karanlığın bulun*masıyla ziyanın dereceleri tezahür eder.

    “Aynen öyle de: Cüz’î ve şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin bulunmasıyla; küllî hayırlar ve küllî menfaatler ve küllî ni’metler ve küllî güzellikler tezahür eder*ler. Demek çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir. Çünkü neticelerin çoğu güzeldir. Evet, yağmurdan zarar gören tembel bir adam, yağmura rahmet namını verdi*ren hayırlı neticelerini hükümden iskat edemez. Rahmeti zahmete çeviremez.

    “Ama fena ve zeval ve mevt ise: (24. Mektupta gayet kuvvetli ve kat’i burhan*lar ile ispat edilmiş ki): Onlar umumi rahmete ve ihatalı hüsne ve şümullu hayra münafi değiller. Belki muktezalarıdırlar. Hatta şeytanın dahi, mânevî terakkiyat-ı beşeriyenin zenbereği olan müsabakaya ve mücahedeye sebep olduğundan, o nev’in icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir. Hem hatta kâfir, küfür ile bütün kâ*inatın hukukuna bir tecavüz ve şerefini tahkir ettiğinden; ona Cehennem azabı vermek güzeldir. Başka risalelerde bu iki nokta tamamen tafsil edildiğinden, bu*rada bir kısa işaretle iktifa ediyoruz.” 19

    İkinci Şua’ın şu kaydedilen sualin altında bir sual daha vardır ki pek mühimdir. Şöyledir: “Kâfirler ve şeytanların icadı, müsabakaya ve terakkiye sebep olduğu için güzeldir diyelim.. Fakat Rahim-i Mutlak olan Zat-ı Ganiyy-i alel ıtlak neden biçare cüz’î ferdleri ve şahısları şerre ve musibete ve çirkinliğe mübtela ediyor” olan bu suale de fevkalade mühim ve imanın parlamasını göz önünde temin eden bir cevap verilmiştir, bakılabilir.

    Risalelerden isimleri verilen parçalardan gayrı, birde mesela 26. Söz’ün Dör*düncü Mebhasına da isimleri yazılanlarla beraber ilim ve akıl ve islamî görüş nokta*sından tamamen halledilmiş olduğu görülecektir.

    Tılsım 3: Gayet sahih olan hadis-i şeriflerde, Nil ve Fırat gibi bazı nehirlerin menba’ları Cennetten olduğunu söyler. Bir kısım hadislerde de: O gibi nehirlere her vakit Cennetten birer damlanın damladığını kaydederler. Bu hadislerin sıhha*tinde şüphe yoktur, kat’îdir. Buna rağmen bazı din âlimleri, ya da muhaddis geçi*nen kimseler, bu gibi hadis-i şeriflere ilişmişler ve ilişiyorlar. Hatta 1954’lerde Mı*sır-Ezher Üniversitesinde bu hadisi,-akıllarına sığmadığı için-inkâr eden bazı hoca*lar, aleni olarak,-hadisin senedinin sahihliğinde şüphesizliğiyle beraber-talebelere onun mevzuluğunu işlemişlerdir. Halbuki, ehl-i sünnet uleması arasında, Buharî ve Müslimin üstünde ittifak ettiği bir hadis-i şerifin sıhhatinde hiç bir suretle şüphe edilmemesi lazım gelir diye ittifaklı bir görüştür. Lâkin gel gör ki; Kendi akıllarını her şeye mikyas addedenler bu hadis ve benzeri bazı sahih hadisler hakkında: “Efendim akıl kabul etmiyor” diye ilişmişler ve ilişiyorlar.

    Burada mezkûr vaziyetteki ulemanın isimlerini zikredecek değilim. Herhalde ta*kip edenler bilirler.

    Şimdi, hadisin bir kısım me’hazlerini veriyorum. Sahih-i Buhari 2/134.. Sahih-i Müslim 4/2183, H. No. 2839. Müsned-i Ahmed 2/289. Mişkat-ül Mesabih H. No. 5628. Malik-bin Sa’sa’a ve Ebu Hüreyre’den rivayet.

    İşte, bu kat’i ve müttefekünaleyh sahih hadisin geniş ve derin mânâsı için, Üstad Bediüzzaman şöyle diyor ve o kudsî mânâyı böyle tefsir edip değerlendiriyor: (Bu hadis hakkında Risale-i Nur’da, Sözler S. 250, (20. Söz’ün birinci makamı) ve Şua’*lar, S. 112 ve Mısır Ezher’e cevap olarak gönderilen bir risalecik şeklindeki mek*tup. Mufassal Tarihçe-i Hayat, C. 3, Sahife 1660)

    Bu mevzuda ve benzeri diğer bazı hadis-i şeriflerin müteşabihat nev’indeki tahli*linde, yukarda ismi geçen 1953 veya 54 yıllarında, Mısır Cami-ül Ezherinde büyük çapta; sıhhati şüphesiz bir hadis-i şerifin zahirî olan mânâsını akıllarına sığıdıramayan Ezher’in bazı hocaları, işin kolay tarafı olan “Adem-i Kabul”u ve göz yummak ya*nını seçerek; o hadis için mevzu’ demişler. Bu yüzden bu mesele o sıra Ezher’de okuyan Türkiyeli bazı talebeler, özellikle Emirdağlı Ali Kılıçarslan ismindeki talebe, Hazret-i Üstad’dan bu meselenin halli için mektupla sormuşlardı. Hazret-i Üstad’da kendi yanındaki talebe ve hizmetkârları imzalarıyla umumî ve geniş bir cevap vermiş ve bu cevabî mektup aynı zamanda o senenin Kurban Bayramının bir teb*riki olarak Nur talebeleri arasında Lahika Mektubu tarzında neşir edilmişti.

    Şimdi o mektubun bizim mevzuumuzla ilgili bazı kısımlarını almak istiyoruz:

    “Bir müddet evvel Avrupalı bir filozof İstanbul’a kadar gelerek İmam-Hatip ve hafız mektebinde okuyan talebelerde Kur’ân aleyhinde bir şüphe hüsule getirmek için, bir konferans vermiş. Kur’ân aleyhtarı o filozof, mezkûr konferansında ‘Seb’a Semavat’ âyet-i kerimesine ilişerek inkâr etmek istemiş: ‘Sema birdir, başka sema yok, fen bunu kabul etmiyor’ demiş. Fakat ertesi gün, Risale-i Nu*run İşârâtü’l-İ’câz Arabî tefsirinde kırk sene evvel ona dair verilen cevabı gö*rünce, devam ettireceği o konferansları terk ederek İstanbul’dan ayrılmaya mecbur olmuş.

    “Bu kabilden umum âlem-i İslâmın bir mübarek medresesi olan Camiü’l-Ezherin kuvvetli iman sahibi talebelerine de bir hadis hakkında şüphe vererek; onları, aklı istimal etmeyerek, naklen kabul ettirmek, İslâmiyetin de sair dinler misilli, akıl dini olmayıp yalnız nakle istinad ettiğini telkin etmek gayesiyle bu nevi itirazlar Camiü’l-Ezherde de vaki olabilir diye hatırımıza geldi.

    “Kur’ân-ı Hakim ve Ehadis-i Nebeviyeden müteşabihat ve kinaiyyat kısmının âtiyen zikredeceğimiz mânâ-yı hakikilerinin beyanından başka, Risale-i Nurun İman-ı Billaha dair çok mühim bir risalesi olan Âyetü’l-Kübra risalesinin başında; binler ehl-i inkârın mesail-i imaniyede bir tek ehl-i iman kadar sözlerinin makbul olmadığını ve bir meselede bir tek ehl-i ihtisasın sözünün, o meslekte mütehas*sıs olmayan yüzler âlimin sözüne müreccah olduğunu, ve iki ehl-i ispatın binler nafilerden daha ziyade sözlerinin muteber olduğunu ispat ediyor.

    “Diğer mühim bir meselede, müteşabinat ve Kinaiyat-Kur’âniye ve hadisiyenin zahir mânâlarının hakikate muhalif gibi görünmesinden, bazı münafıklar itiraz etmişler. Bu meseleye, her müşkilatı halleden ve her suale cevap veren Risale-i Nur gayet mukni ve kat’î cevaplar vermiştir. Yirmi Dördüncü Söz risalesinin Üçüncü Dalında müteşabihat-ı Kur’âniye ve hadisiyeye olan evham ve şüphelere karşı on iki asıl ve esaslar yazılmış. Herşeyden evvel şüpheye düşenler o esaslı asılları dikkatle okusunlar.

    “Bir iki misal: Meselâ Halık-ı Zülcelalin koca kâinatı idare ve tedbirini "Hükümranlığı Arşı kaplamıştır." âyetiyle, bir padişahın tahtına oturmuş vaziyetiyle temsil ediyor. Çünkü akıl ve hayal, mücerrad olarak onu kavrayamaz. Ancak böyle bir temsil libasını, o me’lufu olmadığı mânâya giydirmekle ünsiyet ettirir.

    “Hem meselâ, "Biz demiride indirdik ki, onda hem kuvvet ve şiddet hem de insanlar için faydalar vardır" âyet-i kerimesi, demi*rin semadan inzalini haber veriyor. İşte münafıklar şu âyetede itiraz etmişler: ‘Demir yerden çıkıyor "ahrecnâ" demeli idi’ demişler. Risale-i Nur müskitane ce*vabında: Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan demirdeki çok azim ve ehemmiyetli nimet ci*hetini ihtar etmek için "enzelnâ'l-hedîde" demiş. Çünkü yalnız demirin zatını nazara vermiyor ki, "İhrâc" desin. Belki demirdeki nimet-i azimeyi ve nev’i beşerin ne kadar muhtaç olduğunu ihtar içindir. Nimet ciheti ise, yukarı ve tamamen yük*sek mertebelerdir. Yukarıdan aşağıyadır. Ve muhtaç olan beşerin mertebesi aşağıdadır. Elbette in’am, ihtiyacın mafevkindedir. Onun için ni’metin, rahmet*ten beşerin ihtiyacına imdad için gelmesinin hak tabiri inzaldir "İnzâlün" ihraç değil*dir. İlaahir...

    “İşte bu mühim esaslara göre; her hadiste bütün tafsilatına vahy-i mahz na*zarıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelatında, risaletin ulvî asarı aranılmaz. Nasıl ki bir vakit huzur-u nebevide derince bir gürültü işitildi. Ferman ettiki: ‘Şu gürültü yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.’ Bir saat sonra haber geldi ki: ‘Yetmiş yaşına gi*ren bir münafık ölüp, Cehenneme gitti.’ Zat-ı Ahmediye Aleyhisselatü Vessela*mın beliğ bir temsil ile beyan ettiği hadisenin te’vilini gösterdi. Şimdi, Cennet*ten geldiği hadis-i şerifte bildirilen üç nehre dair gelecek cevap ise, yine Zülfikâr mecmuasında, Mu’cizat-ı Kur’âniye zeyillerinden ‘Yirminci Söz’ün birinci maka*mındadır. Aynen yazıyoruz:

    “...Taşlardan öyleleri var ki, bağrından nehirler çağlar." bu fıkra ile, dağlardan nebaen eden Nil-i mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar harika-nüma ve mu’cizevarî bir surette mazhar ve musahhar ol*duğunu ifham eder. Ve onunla şöyle bir mânâyı müteyakkız kalblere veriyor, di*yor ki: Şöyle azim ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakiki menbaları olsun. Çünkü: Faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsa*lar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına, muvazeneyi kay*betmeden birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarife karşı galiben bir metre kadar toprağa nüfuz eden yağmur kâfi varidat olamaz. Demek ki: Şu en*harın menbaları âdhi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki, pek harika bir su*rette Fatır-ı Zülcelâl, onların sırf hazine-i gabtan akıttırıyor. İşte bu sırra işare*ten, bu mânâyı ifade için hadiste rivayet ediliyor ki: ‘O üç nehrin herbirisine Cennetten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.’

    “Hem bir rivayette denilmiştir ki: ‘Şu üç nehrin menbaları, Cennettendir’ şu rivayetin hakikatı şudur ki: ‘Madem esbab-ı maddiye şunların bu derece kesretli nebaanına kâfî değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybtandır. Ve gizli bir ha*zine-i gabtan gelir ki, masarif ile varidatın muvazenesi devam eder. 20

    “İKİNCİSİ : (Yedinci Şu’a olan Ayet-ül Kübra’nın dördüncü mertebesin*den). 21

    “Sonra o misafir nehirlere bakar, görür ki; menfaatleri ve vaizfeleri ve vâridat ve sarfiyatları o kadar hakimane ve rahimanedir, bilbedahe ispat eder ki; bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar, büyük nehirler bir Rahman-ı Zülcelâl-i ve’l-ikramın ha*zine-i Rahmetinden çıkıyorlar ve akıyorlar. Hatta o kadar fevkalade iddihar ve sarfediliyorlar ki: ‘Dört nehir Cennetten geliyorlar’ diye rivayet edilmiş. Yani; zahirî esbabın pek fevkinde olduklarından mânevî bir Cennetin hazinesinden ve yalnız gaybi ve tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar demektir. Meselâ: Mısır’ın Kumistan’ını bir Cennete çeviren Nil-i Mübarek; cenûb tarafından, ‘Cebel-i Kamer’ denilen bir dağdan mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenme*den akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan daha büyük olur. Halbuki o dağdan ona ayrılan yer ve mahzen, altı kısmından bir kısım olmaz. Varidati ise, o mıntıka-i harrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için, mahzene az giden yağmur, elbette o muvazene-i vasiayı muhafaza edemediğinden; o Nil-i Mübarek adet-i arziyye fevkinde bir gaybî Cennetten çıkıyor diye rivayeti, gayet manidar ve güel bir hakikatı ifade edi*yor...” 22

    Ve daha şu hazırlanmış otuzüç adet tılsımlardan seçilen bu üç talsım gibi, belki yüzelliye iblağ edilebilir. Din tılsımlarının Risale-i Nurlarda halledilmiş olduğunu gös*termek mümkündür. Mesela en büyük tılsımlardan birisi: İmam-ı Gazali gibi büyük ve dahî allemeler: “Akıl ile ona gidilmez” dedikleri haşr-ı cismanînin aklen ve ilmen isbatı ve Melaike ve cinlerin vüudlarının ispatı. Ve Mi’rac-ı nebevînin hem ruhen hemde cismen beraberce vukuunun ispat ve imkânı. Ayrıca yedi kat Sema ve yedi kat yerlerin ilmî ve aklî ispatları. Ve Kur’ân bir mânevî Güneş gibi kâinatta kıya*mete kadar kırk vech-i i’cazi ile devamının delil ve ıspatları-ve hakeza, bir çok mes’elelerin ve muammalı tılsımların hallinin ispatları Risale-i Nur’da vâzihen ispat edildiğini göstermek mümkündür. Lâkin, şimdilik bu tebliğimizde Risale-i Nur’ların içindeki çok sayıda ve çok geniş olan o tılsımlardan sadece bir nevi işaret ve nü*mune kabilinden olarak şu üç tılsımı burada yeterli görmek istiyorum. Cenab-ı Hak lütfu ile bu tebliğimiz gibi sair misafir ve yerli büyük âlimlerimizin tebliğlerini Nurlu bir tarzda neticelendirsin ve feyizdar kılsın. Amin!..

    ____________________

    1 (Araştırmacı-Yazar) 1936 yılında Şanlıurfa’da doğdu. 9 yaşlarında köy hocalarından Kur’ân, tecvid ve Osman*lıca okudu. Resmî okul okumadı. Tahsili, Risale-i Nur’dur. Arapça ve Farsçayı kendi gayreti ile öğrendi. 1953’de Bediüzzaman’ı Isparta’da ziyaret etti ve aynı tarihten itibaren Risale-i Nur medreselerinde kalmaya başladı. Bediüzzaman hayatta iken iki defa, vefatından sonra da Risale-i Nur okuduğu için hapse atıldı. On yedi defa aynı dâvâ için mahkemelik oldu.

    Başlıca eserleri:

    1) Bediüzzaman’ın “Eski Said” zamanında yazmış olduğu Türkçe eser, nutuk ve makalelerini arayıp, bulup bir kitap halinde Âsar-ı Bediiye olarak yayınladı.

    2) Bediüzzaman’ın hayatını 2000 sayfalık üç cilt halinde yayınladı.

    3) Risale-i Nur’da geçen âyet, hadis ve kelam-ı kibarların yerlerini tesbit ederek “R. N. K. Kaynakları” adı altında yayınladı.

    4) Bediüzzaman’ın El-Mesnevîyyü’l-Arabî’sini tercüme etti.

    5) Risale-i Nur’un “Neşir tarihçesi’ni hazırladı.

    6) Risale-i Nur’un Küçük Sözleriyle Üstadın öz hayatını Kürtçe “Kürmancî” lehçesine ter*cüme etti.

    2 Sikke-i Tasdik-i Gaybî kitabı bu dâvâya şahittir.

    3 Şuâlar, s. 141 ve Sözler, s. 683.

    4 (Sözler s. 411), (Mektubat s. 333), (Barla Lahikası, Envar-ı Neşriyat, 2. baskı, s. 283).

    5 Bu kitaba 33 tılsımdan sadece 3 tanesi giriyor

    6 Kastamonu Lahikası, Envar, s. 182 (....).

    7 Emirdağ 2, s. 104-107 (Envâr Neşriyat).

    8 150 sayfayı bulan bu tılsımlardan bir örnek olması bakımından 3 tanesini dercediyoruz. İleride inşaallah tebliğiniz olan “Bediüzzaman ve Din Tılsımları” biraz daha tekmil ettirilerek müstakil bir kitap halinde takdim ediyoruz. A.B.

    9 Hûd Sûresi, 16:77.

    10 Yâsin Sûresi, 3683.

    11 Kaf Sûresi, 50:16.

    12 Yâsin Sûresi, 36:83.

    13 Meâric Sûresi, 70:4.

    14 Sözler s. 198.

    15 Kaf Sûresi, 50:16.

    16 Sözler, s. 561.

    17 Tercüme-i Mesnevî, A..B., s. 580.

    18 Mektubat, s. 43.

    19 Şuâlar, s. 30.

    20 (HAŞİYE) Nil-i mübarek, Cebel-i Kamerden çıktığı gibi, Dicle’nin en mühim bir şubesi, Van vilayetinden Mü*küs nahiyesinde bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat’ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. (Mufassal Tarihçe-i Hayat A. B., 1660-1667. Ve Sözler s. 251).

    21 Şua’lar, S. 112.

    22 Şuâlar, s. 112.



  2. #12
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995

    BEDİÜZZAMAN VE İÇTİHAD MESELESİ

    KUTB MUSTAFA SENÛ 1

    TAKDİM

    Elhamdülillahi Rabbil-Âlemin ves-salâtü ves-selâmü alâ Rasûlillâhi ve alâ âlihî ve sahbih.

    Bu tebliğ, geniş idrak sahibi Bediüzzaman Said Nursî’nin telif ettiği Risale-i Nur isimli eserde yer alan 27. Söz’ün mütevazi ve kendi çapında tahlilî bir müzakeresi*dir. İçtihadın, ümmet-i İslâmiyenin uyandırılması ve bütün insanlığa karşı olan so*rumluluklarının şuuruna vardırılmasına yönelik hiç de hafife alınmayacak bir önemi ve rolünün olmasını nazara alınca, bu toplantıda, Bediüzzaman’ın yakîni ilmi yardı*mıyla içtihadla alakalı olarak ortaya koyduğu fikirler ve görüşleri ele almayı uygun buldum. İçtihad gibi geniş bir alanı içine alan bir konuyu birkaç sayfada değerlen*dirmek elbette zordur. Ancak bu çalışma, bu büyük âlimin ince bir ilimle kaleme aldığı risalelerinden sadece birisinin, içtihad konusunu bütün yönleriyle açıklayan, ifade eden ve anlatan bir risalenin teenni ile okunup incelenmesinden ibaret müte*vazi bir çalışmadır.

    Her şey bir yana, dikkatlerinize sunulan sınırlı ve mütevazi çalışmam, bu alanda belki bir işaret taşı olabilir ve aynı zamanda içtihadla alakalı bazı meselelerin aydın*lığa kavuşmasını sağlayabilir. Allah’tan dileriz ki, bu çalışmamızdaki hedeflerimizi gerçekleştirebilelim.

    Bediüzzaman Said Nursî’nin İçtihat Risalesi hakkında tahlili bir değerlendirme çalışması

    Giriş

    Bu bölümde, yüksek bir ilmi seviyeye sahip olan Bediüzzaman’ın İçtihad Risa*lesi’ndeki görüşleriyle ilgili tahlilî bir değerlendirmeye yer vermeyi uygun gördük. Bu çalışmadaki hedefimiz, İslâm tarihi boyunca, ehil veya nâehil insanlarca enine-boyuna sayısız değerlendirmelerin yapıldığı içtihad derecesine, zamanımız âlimlerin*den Bediüzzaman’ın layıkıyla ulaştığını göstermek, sahibi bulunduğu içtihadî dü*şünce yapısını ibraz etmektir. Bu incelememiz, öncelikle mezkur risalenin telif edil*diği şartların ele alınması konusuna yer vermekte, eserin şekillenişinde bu şartların etkileri ele alınmakta, bunlara ek olarak bu risalede belirtilen fikirlerin ve muhteva*nın tahlili ve münakaşası yapılmaktadır. Bu çalışmayı, yapılan inceleme neticelerini ortaya koyup, kendimizce dikkat edilmesi gerekli bazı teklifleri sıralamakla hitama erdirmeyi ümid ediyoruz. Allah’dan dileğimiz, sözlerimiz isabetli, görüşlerimizi isti*kametli eylemesidir.

    Bu bölümü iki ana başlık altında ele aldık. Bunlar:

    A. İçtihad risalesi ve telifi esnasındaki şartlar.

    B. Risaledeki fikirlerle ilgili tahlil çalışması.

    A. İçtihad risalesi ve telifi esnasındaki şartlar

    aa. Risale hakkında genel bilgiler

    l- Risalenin tarifi:

    Bediüzzaman’ın Arapça olarak telif ettiği ve Mesneviyyü’l-Arabiyyü’n-Nûrî is*mini verdiği eserde yeralan ve içtihadı konu edinen bir eserdir. Risale-i Nur talebe*lerinin isteklerine binaen bu eser, bizzat müellifi tarafından Risale-i Nur külliyatından Sözler isimli eserde tekrar yazılmıştır. Risalede özet olarak, müellifin yaşadığı asırda içtihad-ı nazari kapısını aralamanın önündeki engellerden bahsedilmekte, sonuçta, bu zamanda içtihat önündeki altı engelden söz edilmektedir. Bu engeller, örnekler ve bazı aklî deliller eşliğinde tafsilatlı olarak açıklanmaktadır.

    2- Risalenin hedefi:

    Bu risalenin telifindeki hedef, Bediüzzaman’ın zamanında içtihad iddiasıyla ortaya çıkanların, bu iddialarını reddetmektir. Bu iddia sahiplerinin önünde bulunan içtihat kapısını sağlam delillere dayanarak kapatmaya gayret etmektir. Bundaki sebepler ve mezkur engeller risalede geniş olarak ele alınmıştır. Bunu risalenin mukaddime*sinde yeralan şu cümle açıkça gösterir; “Beş-altı sene mukaddem Arabî bir risalede, içtihada dair yazdığım bir mesele, iki kardeşimin arzularıyla, o meseleye dair had*dinden tecavüz edenin haddini bildirmek için, şu söz, o mesele-i içtihadiyeye dair yazıldı.” 2

    3- Risalenin telif tarihi:

    Bediüzzaman Said Nursî - Hayatı ve Eserlerine Genel Bir Bakış isimli kitabın ya*zarına göre, Bediüzzaman, bu konuyu aslen Ankara şehrinde, 1923 tarihinde Mes*neviyyü’l-Arabiyyü’n-Nûrî isimli eserinin içinde ele almıştır. Şöyle denilmektedir; “1923 yılında aşağıdaki risaleler neşredilmiştir. Ankara’da telif ettiği eser; Zeylü’z-Zeyl - el-Hubâb (Arapça) ve Mesneviyyü’l-Arabiyyü’n-Nurî’nin diğer eczaları.” 3

    Bu ifadeler şu anlama gelir: Elli yaşları civarındayken ve Dârü’l-Hikmetü’l-İslâ*miyenin azâsıyken, bu risalesini mezkur eserinin zımnında Arapça aslıyla telif etmiş*tir. Büyük bir ihtimalle, 1929-30 yıllarında Türkçeye çevrilerek Risale-i Nur içine dercedilmiştir. Bu duruma 27. Sözün mukaddimesinde şöyle işaret edilir; “Beş-altı sene mukaddem, Arabî bir risalede, içtihada dair yazdığım bir mesele, iki kardeşi*min arzularıyla yazıldı.” 4

    Bu durumda şu neticeye varıyoruz: Aslen Arapça olarak telif edilen bu eser, müellifin bu lisana olan derin vukufiyetini ve üstün belagat gücünü en güzel şekilde göstermektedir. Aynı zamanda, bu risalenin telifi esnasında, müellifin İslâm âleminin başına gelen olaylarla çok yakından ilgilendiğini; İslâmın özüne yönelik hariçten gelen hücumları bir kenara bırakarak, içtihat meseleleriyle uğraşmanın yanlışlığını, bunun yerine bütün himmet ve gayretlerin düşmana mukabil cihadda harcanması ve İslâmın gövdesine girmiş korkunç hastalıkların izalesinde harcanması gerektiğini büyük bir ısrarla savunduğunu gördük.

    Bediüzzaman’ın İçtihad Risalesi hakkındaki bu muhtasar bilgiler, onun aslını Arapça olarak telif ettiği mezkur eseri vücuda getiren sebeplerin, telifi esnasındaki şartların tahlilini gerektirdi. Bu sebeple bir sonraki başlığı bu konuya ayırdık.

    4- Risalenin telifinde yaşanan şartların etkisi: 5

    Tarih bize gösteriyor ki, Bediüzzaman sadece lisanıyla değil, aynı zamanda sila*hıyla da mücadele etmiştir. Osmanlı devletinin l. Dünya savaşına girmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Çünkü o, devletin böyle bir savaşa hazırlıklı olmadığı gibi, sonuçta bir menfaatinin de bulunmadığı için, savaşa girmenin abes olduğu görüşündeydi. Yaş-kuru ne varsa yakıp kavuran cehennemî savaş ateşi patlak verdiğinde, var gü*cüyle vatanın müdafaasına çalıştı. Zira o, devletin bir askeri, dinini ve vatanını koru*yan bir mücahitti. Buna karşılık düşmanın kanlı eli, sayı ve güç itibarıyla fevkalade fazlaydı. Rus ordusu ermeni çetecilerin yardımıyla İslâm şehirlerini basmaya ve işgal etmeye çalışıyorlardı. Erzurum, ilk olarak ellerine düşen şehir olmuştu. Bir diğer iş*gale uğrayan şehir Bitlis idi. Ruslara karşı direnen İslâm ordusunun içinde Bediüz*zaman da vardı. Yapılan mücadeleler esnasında cihada iştirak eden bazı İslâm asker*leri gibi, o da Ruslara esir düştü. Nihayetinde Allah, yaklaşık iki sene dört ay süren esaretinden kurtulmayı ona nasib etti.

    Bediüzzaman’ın hayatını inceleyen bazı tarihçilerin zikrettiklerine göre, bu savaş*lar esnasında o, bazı kitaplarını Arapça olarak telif etti. Bunların arasında, bizim araştırma konumuz olan İçtihad Risalesinin yeraldığı Mesneviyyü’l-Arabiyyü’n-Nurî de vardı. 6

    Bu bilgileri sıraladıktan sonra, bu risalenin 1918 yılında biraz önce telif edildiğini gözönüne alan bir kişi, risalenin harp şartları altında ve bunun psikolojik, sosyal, ikti*sadî ve güvenlikle ilgili tesirleri altında kaleme alındığını düşünecektir. Ancak, bu konuyu etraflıca mütalaa eden bir kimse, böyle bir görüşü kabul etmeyip istib’ad edecektir. Çünkü, telifinde kullanılan lisan, kesinlikle savaş havasından ve şartların*dan müteessir bir lisan değildir. Bu durum bizleri, biraz önce işaret ettiğimiz iki sene esnasında eserin telif edildiği gerçeğine götürür. Eğer bu iddianın zannî olduğunu düşünürsek, Bediüzzaman bu eserini mezkur zaman içinde telif ettiği halde, bunu o esnada neşretmeyip 1923 yılından sonra neşrettiğini söyleyebiliriz.

    Hal böyle olunca, bu eserin savaş atmosferi altında teflif edilmesini kabul etme*diğimiz takdirde, harbin hayat şartlarına bir etki ve ağırlık bırakmadığını, bu gibi eserlerin himmet zaafından ve bu savaşta Osmanlı devletinin hezimete uğramasın*dan etkilenen bir çok insanı gözardı etmekten dolayı tecelli ettiğini kabul etmek ge*rekir. Bu yüzden, Bediüzzaman’ı okuyan kişi, devletin başına gelen elem verici hallerden, vaziyetten dolayı müteessir ve hazin bir dille bu konudaki değerlendirme*lerini yaptığını görür. Diğer yandan, bu asrın insanlarının ihmal ve zayi’ ile ellerin*den kaçırdıkları dinin zaruriyatını ve kat’i emirlerini tekrar tatbik etmeye her şeyden önce dâvet ettiğini, bütün cehd ve gayretlerin bu yöne yöneltilip, yoğunlaştırılma*sının zarureti üzerinde ısrarla durulduğunu anlaması güç değildir. Ona göre gayret*ler gereksiz yere heba ve zayi’ edilerek etrafa saçılmamalıdır. Bunun için esas he*defin gerçekleşmesi için bütün himmetler sarfedilmelidir. İnsanlar öncelikle zaruriy*yat-ı diniyeye iltizam etmelidirler. Bununla bağlantılı olarak şöyle der; “Dinin zaru*riyyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünkü kat’i ve muayyendirler. Hem o zaruriyyat, kût ve gıda hükmündedirler, şu zamanda terke uğruyorlar ve tezellüldedirler.” 7 Şu ifadeler bir öncekini tamamlar mahiyettedir; “Dinin zaruriyyatı ki, içtihad onlara gi*remez. Çünkü: Kat’i ve muayyendirler. Hem o zaruriyyat, kût ve gıda hükmün*dedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezellüldedirler ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarfetmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariy*yat kısmında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve halisanesiyle, bütün zamanların haca*tına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskarane içtihadlar yapmak, bid’akarane bir hıyanettir.” 8 Bu ibarelerde kasdedilen bir diğer mânâ da, zaruretlerin ön plana alınması fikri, bir diğer içtihaddır. Bu zaruriyyat konusunda bü*tün gayretlerin odaklaştırılması ve büyük bir cehd ile bunların tekrar ihya ve ikame edilmesine yönelik bir mücahededir.

    Nazarî ve amelî dâvet konusuyla ilgili geçmiş asırların fıkhı bir yana, mesail-i kat’iyyenin zayi’, ihmal ve unutulması gözardı edilerek, mesail-i zanniyede içtihad etme fikrinin hiç bir faydası yoktur.

    O halde şunu açıkça söyleyebiliriz; Bediüzzaman’ın bu bahisle ilgili eser telif et*mesinin ardında, dinin zaruriyyatı ile ilgili ihmal ve boşvermişlikten doğan genel ha*vanın hakim oluşu vardır. Bu konuda, içinde bulundukları halin vehametini anlama*yan, olayları hakkıyla yorumlayamayan insanları uyarmaya çalışmıştır. Böylece, adeta, bu zamanda zannî nasslardan hükümler çıkarmak için içtihad-ı nazarî bulunma konusunda ümmetin bir ihtiyacının bulunmadığını söylemek ister. Hakikat-ı emrde içtihadın şartlarından birisi ilm-i hali ve nass-ı Şari’in bundan sonrası için de geçerli olabilecek anlamını idrak etmektir. Kim bu şartı kendisinde taşımıyorsa, o kişinin iç*tihad kapısını çalmaya hakkı yoktur. Bilakis bu kapı onun yüzüne kapanmalı ve ora*dan girmesine engel olunmalıdır.

    Bu bahsin telifine etki eden sebeplerden bir diğeri, Bediüzzaman’ın, kendi as*rında yaşayan ve usûl-ü fıkh hakkında söz sahibi olacak kadar seviyeli olmadığı halde içtihad iddiasında bulunan kimselerin çokluğu olmuştur. Bu ilim öyle bir ilimdir ki, içtihad ameliyesinin ana direği ve sarsılmaz, güçlü bir rüknü olarak kabul edilmiştir. Bu ilmi yeterince elde eden kimse, içtihad noktasında önemli bir adım atmış olur. Böylelikle, müçtehid bir olay karşısında hükmün illeti ile hikmeti, maslahatıyla ma*kasıdı, zaruriyyat ile haciyyat ve tahsiniyyat arasındaki illeti temyiz edecek seviyeye ulaşır. İşte, asrındaki birçok içtihad iddiasıyla ortaya çıkanların bu yönden eksik oluşlarını gören Bediüzzaman, onlar ile içtihad arasına bir set teşkili açısından bir eser telif etmiştir. Zamanındaki böyle bir eksikliği görmemiş olsaydı, bu konuda bir eser kaleme almaz, onlara muhalefette bulunmaz, içtihad heveslilerine bu şekilde yönelmezdi. Kaldı ki, o sıralarda ortaya konulan fetvaların, zaman zaman işgal güçlerinin baskısı ve emirleri doğrultusunda sadır olduğunu göz önüne almak ge*rekir. 9 Bu hal, dini endişenin zaafını, bazı zamane âlimlerinin nifak, bazılarına ya*ranma ve kendilerini ön plana çıkarma hastalıklarına yakalandığını gösterir. Eğer bütün bu şartlar gerçekleşmeseydi, Bediüzzaman açısından, asrının içtihad iddiacıla*rına mukabil şiddetli bir üslub ile kaleme aldığı bu risalesini telife ihtiyaç duymaya*caktı.

    Özetlersek; Bediüzzaman’ın belirtilen eseri telif etmesinde büyük etkisi olan ilti*zam-ı dinîdeki zaafa ek olarak, asrındaki bazı kimselerin yeterli ilmi seviyeye sahip olmadıkları halde içtihat iddiasıyla ortaya çıkmalarıdır. Bu ilmî zaaf, Bediüzzaman’ın nazarında bir çok sebepten kaynaklanmaktadır. Bunlardan bir kaçı; Avrupa medeni*yetinin tehakkümü, insanların fikirleri ve hareket metodları üzerine maddîyyun fel*sefesi ve fikirlerinin tasallutu, günlük hayatın bazı gerekleri ve benzeri şartların fikir*leri dağıtması, kalpleri şaşkına dönmesi, himmetleri kırılması... bütün bunlar, böyle bir zamanda kişinin içtihad seviyesine ulaşmasını engelleyen hususlardır. Konuyla ilgili bir değerlendirmesinde Bediüzzaman şöyle der; “Şimdi ise, fikir ve kalplerin teşettütü, inayet ve himmetlerin zaafiyeti, insanların siyaset ve felsefeye iptila ve rağbetleri yüzünden bütün istidatlar fünûn-u hâzıra ve hayat-ı dünyeviyeye müte*veccihtir. Ahkam-ı diniyeye sarfedilecek müstakim bir içtihad yoktur.” 10

    Bediüzzaman’ın bu işaretinde, insanlar bir yandan muasır ilimlere büyük ihtimam gösterirken, şer’î ilimlerle içtihad seviyesine ulaştıracak kadar ilgilenmeyip ihmal etmelerinden dolayı teessüre ve teellüm içine düştüğünü okuyan herkes anlayabilir. İşte, bir yandan fünûn-u hâzıra ve hakim olan ulûm-u arziyyeyi içlerine sindirdikleri halde, diğer yandan ulûm-u şer’iyyenin inceliklerine vakıf olmayan insanların önün*deki içtihad kapısının kapanması gerektiğini savunan bu cümlelerin gerçek amacı budur. İçtihad kapısı ancak bu iki tür ilmi-arzî ve şer’î-tıpkı Bediüzzaman örne*ğindeki gibi kendinde toplayabilen kişiler için açılabilir.

    Sonuç:

    Bediüzzaman’ın içtihad konusunda bir eser telif etmesine etki eden sebepleri şu şekilde özetleyebiliriz:

    Evvelen: Osmanlı devletinin son zamanlarında yaygın olarak iltizam-ı diniyede görülen zaafiyet. Öyle ki, içtihad iddiasıyla bazı âlimler neredeyse Allah’ın haram kıldığı şeyleri helal, helal saydığı şeyleri haram sayacak kadar ileri gidebilmişlerdi. Fıkıhta, böyle insanlar için içtihad kapısının aralanabileceğine dair hiç bir şart yoktur. Tam tersine, içtihad kapısı böylelerinin yüzüne ancak kapanabilir.

    Saniyen: Bediüzzaman’ın yaşadığı asırda, şer’î ilimlere nisbeten arzî ilimlerle alabildiğine iştigal ve bunlara bağlılığın içtihad taraftarları arasında bir hastalık gibi yayılmasından kaynaklanan ilmi zaafiyet. Bu taraftarlar arasında dini ilimlere karşı hakikaten büyük bir zaaf ve boşvermişlik havası hakimdi. İşte böyle bir zamanda, İslâm dâvâsıyla ilgili içtihat kapısının kapanmasına dair bir başka içtihada gerek vardı.

    Bediüzzaman her ne kadar gerekli şartları haiz olan herkese kıyamete kadar bu kapının açık olduğuna inansa da, bu zamanın insanlarına içtihad kapısını açmanın menedilmesine dair sözlerinin ardında esasen ve netice itibariyle, belki sebep olarak işte bu iki nokta vardır.

    Elhasıl, Üstad bu eserini telif ederken, zamana hakim olan şartların buna etkisini ve etki eden şartları hakkında yeteri kadar bilgi verdiğimize inanıyorum. Daha fazla bilgi edinmek isteyenler, konu hakkında daha detaylı araştırma yapabilirler.

    B. İçtihad risalesi hakkında tahlili bir araştırma

    Bediüzzaman’ın İçtihad Risalesini telif etmesinde etki eden faktörleri yukarıda gördük. Bunda rol oynayan şartları ve durumları öğrendik. Bunun ardından bize düşen görev, gayet güçlü ve muhkem ilmî hakikatler ihtiva eden bu eseri, ilmi bir yaklaşımla inceleyip değerlendirmektir. Bu konuda söyleyebileceklerimiz şunlardır.

    Zamanın insanlarının bir takım gerçekleriyle ilgili kifayetli bir yaklaşım, derin bir anlayış ve ince bir ilimden hareket eden Bediüzzaman, aslında içtihad kapısının açık olduğunu, ancak bu zamanda içtihad yapmaya engel altı şartın bulunduğunu belirt*mektedir. Bu şartlar insanların arasında baki kaldıkça, içtihat kapısı kapanmalıdır ve şer’an bu kapıdan girmek memnu’dur. Bu ifadelerle Bediüzzaman adeta; “Şayet iç*tihad aslına uygun şekilde yapılırsa meşrudur. Bu şartların değişmesi halinde bu yolu kullanmak mahzurludur.” demek ister. Bu zamanda içtihat yapmanın meşru olma*yışına sebep olarak gösterdiği manilere göz gezdirecek olursak, bunları iki başlık al*tında inceleyebiliriz; Yapısal engeller, ilmi engeller. Bu engeller ortadan kalkma*dıkça içtihad kapısının kapalı kalması gereklidir. Zira bu manilerin varlığını sürdür*mesi, içtihad şartlarını ortadan kaldıracaktır. Bir kimse bu eksiklikleri tamamlamadan önce, içtihadda bulunmaya hak kazanamaz. Bu engelleri güzel bir şekilde sıralayıp, ilmi bir tahlile tabi tutabilmek için, öncelikle içtihad yapmanın şartları üzerinde az da olsa durmamız gerekir. Bu takdirde Bediüzzaman’ın yaşadığı asırdaki şartları ve bu zamanda yaşayan insanlarca yapılan içtihadların gayr-ı şer’î ve gayr-ı muteber olduğunu gayet iyi anlayabiliriz.

    İşaret edilmesi gerekli bir husus, içtihad yapmak isteyen bir kimsede bulunması gerekli şartların belirlenmesi konusunda ulema-i usûl arasında büyük bir ihtilafın mevcudiyetidir. Eğer onlar, içtihat yapmak isteyen kişide olması gereken şartlar konusunda ittifak etmiş olsalardı, diğer araştırmacılar gibi bizler de, böyle bir ihtilaf denizinde zorluklarla karşılaşmayacaktık. Üstad, bu ihtilaflar üzerine fazlaca durup, kendisi de bu ihtilaflara katılmak yerine, içtihad şartları konusunda, mikdar ve tür yahut devamiyeti ve tegayyüre uğraması yönleriyle bazı görüşler ileri sürmüştür. Onun, bu şartlara yaklaşımı, bir çok âlimin yaklaşımından farklıdır. Bu durum, belirli noktalar çerçevesinde aşağıda ele alınmıştır.

    - İçtihad hakkında ortaya konan şartların bir kısmı müttefekun aleyh, bazıları da muhtelefün fih’tir. Bu durumda, bir kimsenin muhtelefün fih şartlarla alakalı olarak bunların insanlar açısından bağlayıcı olmadığını savunması doğru olmadığı gibi, müt*tefekun aleyh şartları bir kenara bırakarak, içtihad yapmaya dair herhangi bir şartın bulunmadığını iddia etmesi de doğru değildir.

    - Yine, kabul edilmesi gerekli bir diğer mühim nokta, içtihad şartlarının zamanla tağyir ve tebdil edilmesi, geliştirilerek ta’dil edilmesi imkânıdır. Bütün içtihad şartla*rının, zaman ve mekândaki değişmelere rağmen, değişmeden, ebedi olarak kalması mümkün değildir. Örneğin, bir kimsenin asr-ı risalette veya asr-ı sahabedeki içtihad şartlarıyla, asr-ı tabiin ve tebe-i tabiindeki içtihad şartlarının aynı olduğunu iddia et*mesi düşünülemez. Bu hakikate delil olarak, mezkur şartlarla alakalı kütüb-ü usûlde yer verilen hususlar gösterilebilir. Yani, içtihad konusunda, ahkâm âyetleriyle ilgili marifet sahibi olma şartı, örneğin asr-ı sahabede gerekli görülmemiştir. Diğer yan*dan, marifet-i ilm-i usûl şartı ne asr,ı sahebede, ne de asr-ı tabiinde bir içtihad şartı olarak kabul edilmemiştir. Aynı şekilde, tebe-i tabiin döneminde marifet-i mantık şartının, içtihad için aranan şarlar arasında zikredilmediğini görüyoruz.

    Hal böyle olunca, zaman ve mekân faktörü, her bir asırda içtihad için farklı şartların gündeme gelmesine sebep olmuştur. Yani, selef-i salihince, kendine has şartları ve özellikleri olan tarih sürecinde ortaya koydukları içtihad şartlarının, bu asırda ve şartlarda da camid ve sabit bir şekilde devam ettiğini düşünmek yanlış olur. Hiç şüphesiz, ilimlerin tedvini ve kendi aralarında sınıflandırılması açısından 4. hicri asır en üstün bir dönem olmuştur. Örneğin, ulûm-u şer’iyye alanına ilm-i man*tıkın dahil edilmesi, bazı usul âlimlerini, bu ilmin tahsilini içtihad şartları arasında saymaya yöneltmiştir. Hatta Gazalî daha da ileri giderek, bu şartın içtihad şartlarının tamamına temel teşkil ettiği görüşünü ileri sürmüştür.

    Bu ve benzeri gelişmeler, içtihad şartlarının tadili, tekamülü ve ziyadeleşmesinin kabul edilmesine birer delildir. Birinci ve ikinci asrın sonlarından itibaren, marifet-i ilm-i usûlün yaygın bir ilim dalı oluşunda hiç kimsenin şüphesi bulunmaz. Ancak, iç*tihad için böyle bir ilmin şart koşulması, yaklaşık 3. asırdan sonraya rastlar. İçtihad şartlarından çoğu bu paralelde ortaya çıkmıştır.

    Buradan hareketle, söylenenleri toparlarsak, içtihad şartları ve özellikle bir kısmı geniş bir perspektiften değerlendirilmeli, her bir asırda ihtiyaç duyulduğu ölçüde yenilikler getirilmelidir. Zira, muhtelefün aleyh olan bazı şartlarda ta’dil, tekmil ve tağyir yönleriyle yeniden ele alınmasının hiç bir zararı olmayacaktır. Zaten bu iş*lemler bizzat içtihadın birer cüz’üdürler. Allah selef-i salihine rahmet etsin ki, onlar, kendilerinden öncekilerin işaret ettiği şartları geliştirerek kullanmışlar, kendi zaman*larına bakarak, öncekilerin kabul etmediği birtakım şartları zamanlarındaki insanlara sunmuşlardır. Bu tarzın sancaktarlarından birisi İmam Gazalî’dir. El-Mustasfa isimli eserinde, zamanının olaylarından etkilendiğini gösterir mahiyette, muhtelif içtihad şartları belirlemiştir. Aynı şekilde, Gazalî’nin ortaya koyduğu şartlara mügayir ola*rak şartlar ileri süren bir başka âlim İbn Sübkî’dir. İmam eş-Şâtıbî ise, içtihad şartla*rını iki önemli ilmin marifetiyle sınırlamıştır. Bu ve benzeri bir çok örnek vardır. Bunların tamamı, içtihad şartlarının tegayyüre, tebdile, tekamüle ve ta’dile kabil ol*duğunu açıkça göstermektedir. Kaldı ki, içtihad şartları hakikat-i halde yine içtihad yoluyla ortaya çıkarılmıştır. Hal böyle olunca, bir kimsenin içtihad şartları belirleme noktasında asrını ve içinde yaşadığı şartları gözardı etmeye, zamanının ihtiyaçların*dan, kaidelerinden ve anlayışında yüz çevirmeye hakkı yoktur. Binaenaleyh, bu asırda içtihad seviyesine ulaşan bir kimse, asrın konumuna göre içtihadda bulunma şartlarını da belirleyebilir. Örneğin, nasslardan en iyi şekilde hükümlerin istinbatı ve bu hükümlerin en uygun tarzda asrın idrakine sunulması amacıyla muasır sosyal ve fen ilimlerinin tahsilini içtihad için zaruri şart görebilir. Kaldı ki, böyle bir şartı haiz olmayan bir kimsenin, hükm-ü şer’îyi bu zamanın idrakine ve fehmine uygun bir şekilde anlatamayacağı için, böyle birisinin içtihad alanından uzak tutulması gerekir.

    İçtihad şartlarını değerlendirirken dikkat ve ihtimam gerektiren bir diğer husus, iki durumun birbirinden tefrik edilmesi zaruretidir; İçtihadın tahakkuk şartlarıyla sıh*hat şartları birbirine karıştırılmamalıdır.

    İçtihadın tahakkuk şartlarından muradımız; içtihat yapacak kişinin yeterince sahip olması gerekli ilimlerdir. Örneğin, ilm-i usûl, ilm-i hadis, ilm-i lügat bu ilimlerin baş*lıcalarıdır. Bu ilimlere sahip olmayan bir kimsenin müçtehid olarak değerlendirilmesi sahih değildir. Buna rağmen içtihad iddiasında bulunup, o kisveye bürünenler hile*kar ve yalancıdır. Asrımızda mezkur ilimlere ulum-u insaniye ve kevniye de dahil edilmiştir. Bunun sebebi, zamanımızda bu alanlarda yaşanan korkunç gelişmelerin muasır hayat üzerine büyük etkiler yapmasıyla, zamanın insanına anlayacağı dilden meseleleri aktarma gereğidir. Bu durumda, işaret edilen ilimlerin esasları tahsil edi*lerek, bütün boyutlarıyla idrak edilmesi gerekir.

    İçtihadın sıhhat şartlarından kastımız, içtihadın kabulüne mütevakkıf olarak akî*devî ve ahlâkî maarif (ilimler) ve mebadiin (esasların) nazara alınmasıdır. Kim bu şartları haiz olursa, içtihat şatları büyük ölçüde tahakkuk etmiş ve böylelikle o kişi içtihada ehil bir kimse olur. Bu maarifin başlıcaları; nasih-mensûh, icma, insan, ma*kasıd-ı şeria ve sırlarını anlama bilgisi... Akîdevî ve ahlâkî prensiplere gelinsek; İs*lâm, adalet, istikamet ve takva gibi esaslar. Bu şartlardan birisinin eksik olması ha*linde, yine, müçtehidin içtihadına itibar olunmaz. Bilakis reddedilmesi ve çürütül*mesi gerekir.

    Diğer yandan, bir kimsede içtihadın tahakkuk şartlarının tamam olması, o kişinin yaptığı içtihadların kabulü ve uygulanabilirliği için yeterli değildir. Aynı zamanda, yukarıda bir kısmının işaret edildiği içtihadın sıhhat şartlarının da gerçekleşmesi ge*rekir. Ayrıca, belirtilen şartlarla yapılacak içtihat arasında herhangi bir alakanın ol*maması ve içtihadın sıhhat şartlarından birinin eksik olması halinde yapılan içtihad tamamıyla reddedilemez. Örneğin, müçtehid bir vakıa hakkında yeterli bilgi edin*meden ve ona önem vermeden içtihadda bulunmuş ise, bu içtihadı merduttur, makbul değildir. Ancak bu durum, onun içtihad ehliyetini ortadan kaldırmaz. Zira içtihadın isabetsiz ve makbul olmayışı, ilm-i hal bilgisinin eksik oluşundan kaynakla*nır.

    Akîdevî ve ahlâkî esaslara temas etmek gerekirse, müçtehidin içtihadında mües*sir olan herhangi bir şartın ihlali, hükmü mutlak olarak iptal eder. Örneğin, gayr-i müslim bir kimse diğer içtihad şartlarının tamamına sahip olsa dahi, onun içtihadı kesinlikle kabul edilemez. Aynı şekilde, bir fasıkın fıskı devam ettiği sürece, ulaştığı bütün hükümlerinde içtihad muamelesi göremez. Hakeza diğerlerini buna kıyas edin.

    Bu sonuca vardıktan sonra, sözümüzü şöyle noktalayalım: İçtihad yapma şartla*rından bahsederken, bu konuya gereken dikkati vermek gerekir. Bu gerçekleşme*diği ve bunda gaflet gösterildiği takdirde, eski ve yeni içtihad şartlarının muhkem bir şekilde ortaya çıkmasına engel olacaktır. Geçmişte de aynen böyle olmuştur. Aynı zamanda, fehimlerin ihtilafa düştüğü, zevklerin müdahele ettiği muzdarip bir surette devam edip gidecektir.

    İçtihat şartları çerçevesinde yaptığımız seri değerlendirmelerden sonra, Bediüz*zaman tarafından yaşadığı asrın şartları doğrultusunda, içtihada mani olarak nite*lendirdiği bazı durumların tahliline yöneleceğiz. Zaten yukarıda bunları ilmi ve ahlâki maniler olarak ikiye ayırmıştık. Bütün sadeliğiyle bu taksimin sırrını ve Bediüzza*man’ın yorumlarında bulduğu yeri biraz sonra göreceğiz. Öncelikle, aralarındaki farklardan dolayı ayırdedebilmek için bu manilere göz gezdirmek şimdilik kafi gele*cektir.

    Evvelen: İçtihada karşı ilmi maniler:

    Yaşadığı asırda, içtihada mani olacak engeller hakkında fikir beyan eden Bediüz*zaman, iki önemli ilmî maniden söz etmektedir. Bunları şöyle inceleyebiliriz:

    a- Birinci ilmî engel: Ulûm-u şer’iyyede uzmanlaşmamak. (Hadis, usûl, lügat, fı*kıh...)

    Bunun sebepleri, fikirlerin ve kalplerin dağılması, inayet ve himmetlerin bölün*mesi, zihinlerde felsefe ve siyasetin hakimiyet kurması, bunlara ilaveten ulûm-u şer’iyyenin bir kenara bırakılıp ulûm-u arziyede ihtisaslaşmaktır. Bütün bu sebepler, zamanımızda içtihad derecesine ulaşmayı engellemede açık ve vazıh olarak müessir olmuştur. Dolayısıyla insanların içtihad derecesine nail olmaları konusunda, bu ve benzeri sebepler kusur teşkil etmektedir. Bu hal, ancak içtihad kapısının kapanma*sıyla bertaraf edilebilir. Böylelikle İslâm anlayışına kötülüklerin ilişmemesi, yabancısı olduğu halde İslâm namına fikir beyan edilmemesi sağlanmış olur. Bediüzzaman, kendinden önceki asırlarda yaşayan insanların hallerini sergiledikten sonra şu tesbiti yapmaktadır:

    “Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupanın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şeriat-ı hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi; dört yaşında Kur’ân’ı hıfzedip, âlimlerle mübahese eden Süfyan İbn Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süf*yan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaç*tır. Süfyan, on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü Süfyan’ın ibtida-i tahsil-i fıtrîsi, sinn-i temyiz zamanın*dan başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır. Her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Ama onun naziri, şu zamanda -çünkü zihni felsefede bo*ğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı iç*tihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hâzırada tevağğülü derecesinde istidadı, iç*tihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için ‘ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum?’ diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.” 11

    Bu ifadeleriyle Bediüzzaman, içtihad kapısının aralamayı men’edişini en güzel şekilde ifade etmekte ve böyle bir sonuca ulaşmasının sebeplerini açıklamaktadır. Ancak, bu satırları okuyup da alelacele karar veren bir kişi, belki de onun ulûm-u arziyyeyi kerih gördüğünü zannederek sû-i zanda bulunabilir. Durum hiç de öyle değildir. Bediüzzaman hiç bir şekilde bu ilimleri aşağılamamıştır. Onun karşı çıktığı kesim, fünûn-u hazıra alanında ihtisas kazandığı halde, ulûm-u şer’iyyeyi tahsilden uzaklaşan insanlardır. Bu yüzden böyleleri, içtihad şartlarının en önemlilerinden olan ve buna imkân tanıyan ulûm-u şer’iye alanında gayet zayıf ve cahil kalmaktadırlar. Şayet bu iki ilmin tahsilinde bir müvazene sağlanacak olursa, Bediüzzaman’ın buna en ufak bir itirazının olmayacağı kesindir. Bu hususu, onun hayatını kaleme alan bir tarihçi şöyle anlatır:

    “Onunla, modern tabiî ilimlerde ihtisas sahibi olmuş tanınmış âlimler arasında bir çok münakaşa ve münazaralar olmuştur. Bu esnada, ders aldığı ilm-i kelamın dönemindeki ve asrındaki insanlara iman hakikatlerini anlatmada yeterli olmadığı sonucuna varmıştı. Zira, bu dönemin düşmanlarına, onların kullandığı ilim ve fen silahıyla karşı koymak gerekiyordu. Bu yüzden muarızlarına ve bütün insanlığa iman hakikatlerini ulaştırabilmek için, ulûm-u tabiiyyeye dayanan bir yol takip etmiştir. Böylelikle matematik, astronomi, kimya, fizik, modern felsefe, tarih ve coğrafya gibi bir çok ilmi harika zekasının da yardımıyla, hatta bu alanlarda eser telif edebilecek ölçüde tahsil etmişti.” 12

    Acaba, Üstad bunca ulûm-u arziyyeyi elde etmeye gayret gösterirken, muasır insanların ulûm-u şer’iyyeden gafil olması ve ihmal etmeleri ne derece doğrudur. Bütün bu ifadelerden şunu görüyor ve gönülden inanıyoruz ki, kendisiyle ihtilaf ha*linde olanlarla sadece ulûm-u şer’iyyeden uzaklaşma ve ayrılmadan dolayı fikir ayrı*lığına düşmüştür. Bu insanların mezkur sahada bu derece zayıf ve bigane olmaları mukabilinde Bediüzzaman’ın içtihad kapısını açmayı men’etmede ne kadar haklı ol*duğu aşikârdır.

    b- İkinci ilmî engel: İlm-i usûl bilgisinin olmaması:

    Bediüzzaman, ilm-i usûl alanında telif edilen ve en cami’ eser olarak kabul edi*len, Sübkî ve oğluna ait Cemü’l-Cevami’ isimli eseri bir hafta gibi kısa zamanda hıf*zetmeye Allah’ın inayetiyle muvaffak olmuştur. Bu durum bizlere, ilm-i usûl ala*nında ne derece söz sahibi oluşunu açıkça gösterir ve bu alanda diğer bir çok insa*nın ondan ne kadar geride olduğu anlaşılır. Böylelikle bu asırda, içtihad taraftarları*nın ve bu kapıyı aralamak isteyenlerin kendi acziyetlerini ve zaaflarını anlayıp, bu alanda verdiklerin gayr-ı makbul olduğunu bizzat kendileri itiraf edeceklerdir. İmam Şevkanî, günlerden bir gün, içtihad şartları hakkında bilgi verirken, bu ilimle alakalı olarak şunları söylemişti:

    “...İlm-i usûlü hakkıyla öğrenmeli, gücü yettiğince enine-boyuna bu ilmi elde etmeye çalışmalıdır. Şüphesiz bu ilim, içtihad ameliyesinin ana direği, bu binanın temel direklerinin üzerine ikame edildiği temelidir. Aynı zamanda kişinin her iki meselede, kendini hakka götüren bir noktayı görmesi gerekir. bunu yaptığı tak*dirde, füruatı usûle en kolay bir işlemle tebdil edebilir. Bu ilimde, o kimsenin nakıs kalması durumunda ise böyle bir işlemi gerçekleştiremez ve varmış olduğu hük*münde hataya ve yanılgıya düşer.” 13

    İlm-i usûl, İmam er-Razî’nin dediğine göre, müçtehidlerin öğrenmesi gerekli ilimlerden en önemlisidir. 14 İşte, zamanın insanlarındaki bu önemli zaaf noktasını idrak eden Bediüzzaman’ın, içtihad kapısının onlara açık kalmasını önlemesi, onların yüzüne bu kapıyı kapatıp, girmekten men’etmesi gerekiyordu. Bu insanların, mez*kur ilimdeki zaaflarını göstermek amacıyla, onların bu haline şahid olarak üç noktayı gösteriyor; “Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını arziye yapar, semavilikten çı*karıyor. Halbuki, şeriat semaviyedir ve içtihadat-ı şer’iye dahi, onun ahkam-ı mes*turesini izhar ettiğinden semaviyedirler.

    “Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise; tercihe sebeptir, îcaba, îcada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır.

    “İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvela ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkamları ona tevcih ediyor. Halbuki şeriatın nazarı ise, evvela ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar. İkinci derecede,-ahirete vesile olmak dolayısıyla-dünyanın saadetine nazar eder. Demek şu zamanın nazarı, ruh-u şeriattan yabanîdir. Öyle ise, şeriat namına içtihad edemez.

    “Üçüncüsü: ‘İnned’darûrât tübîhul-mahzûrût’ kaidesi, yani ‘Zaruret haramı helal derecesine getirir’. İşte şu kaide ise külli değil. 15 Zaruret, eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helal etmeye sebebiyet verir. Yoksa, su-i ihtiyarıyla, gayr-i meşru sebeplerle zaruret olmuş ise haramı helal edemez, ruhsatlı ahkam*lara medar olamaz, özür teşkil edemez.” 16

    Bu üç nokta göstermektedir ki, kim bu özellikleri taşımıyorsa, o kişide ilm-i usûlün bulunmadığını açıkça gösterir. Birinci nokta, herhangi bir insanda, kıyastaki illet konusuyla ilgili iyi bir seviyenin bulunmadığını gösterir. İkinci nokta, makasıd-ı şeri’ayı, hedeflerini, ondaki esrarı ve usûl ilmindeki maslahat konusunu ince bir an*layışla kavrayamadığını gösterir. Üçüncü nokta ise, şer’î hüküm ve ulema-i usûlün ekserisi indinde ruhsat ve azimet konularıyla bağlantılı olan hükm-ü şer’iyy-i vaz’î hususunda derin bir ihatanın gerekliliğini ifade eder. Her kim bu noktalarda araş*tırma, anlama ve idrak etme yönlerinden son haddine kadar iştigal etme ve bilgi sahibi olma imkânından mahrum kalmışsa, bu zaaf-ı ilmî sebebiyle içtihad dairesinin dahiline giremez. İşte böyle insanların içtihatta bulunmalarına kesinlikle müsamaha*kâr davranmayan Bediüzzaman’ın keşfettiği hakikatler bunlardır.

    Böylece Bediüzzaman’ı, asrındaki bazı içtihad taraftarlarının yüzüne içtihad kapı*sını kapamaya dair değerlendirme yapmaya sevkeden ilmî manilerin nihayetine geldik. Bediüzzaman’ın bu hususta ne kadar isabetli görüş beyan ettiğini, özellikle marifet-i ilm-i usûl, lügat ve hadis gibi müttefekun aleyh olan içtihadın tahakkuk şartlarından bir kısmının nasıl değişebildiğini gördük. Şimdi sıra içtihadın sıhhat şart*larıyla alakalı diğer manileri değerlendirmeye geldi.

    Saniyen: İçtihad karşısında marifet ve ahlâk manileri:

    Bediüzzaman’ın zikrettiği geri kalan engellere dikkatli bir tefekkür ve teemmülle bakılacak olursa, bunların marifet ve ahlâk yönlü engeller olduğu anlaşılır. Yani bunlardan bazıları marifet yönlü, bazıları da ahlâk yönlü engellerdir. Aşağıda bu yönlere dair bir değerlerdirmeye yer verilmiştir.

    a- İçtihadın sıhhat şartlarından birisi olarak görülen marifet-i vakıada (ilm-i hal bilgisi) gerilemenin oluşu.

    Hayatta cari olan gerçeklere uymayan ve bunların sebeplerini gözardı eden bir içtihadın kabulüne mahal yoktur. Bir müçtehidin, hakkında nass-ı şer’înin nazil ol*duğu olayı bilmeden içtihadda bulunması, bu içtihadın reddini gerektirir. İçtihadın tahakkuk şartlarını haiz olmadıkça bu alana yönelemez. Haiz olmadığı halde yaptığı içtihatları merduttur. Bu şartın önemine binaen, zamanındaki bazı içtihad taraftarla*rınca içtihad kapısını aralama gayretlerine bir set çekme gayesiyle, çoğunun içinde yaşadıkları şartların hakikatini kavramadıklarını söyler. İlm-i hal marifetinin elde edilmesi, dikkatlerin selef-i salihin tarafından ortaya konulan ve Bediüzzaman’a göre zaman ve mekânın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olan nazarî içtihatlara yöneltil*mesi yerine, nefislerde zaruriyyat-ı diniyeyi ikame ve ihya etmek için gayret sar*fetmek gerekir.

    Bunlara binaen, içtihada ehil olan bütün âlimlere düşün görev, zaruriyyatın ika*mesi üzerine cihad-i amelî yapmaktır. Bediüzzaman’ın nazarında bu görevden, içti*hada hakikaten ehil olunmaması hali müstesna, asla kaçılmamalıdır. Bu konuda şöyle der:

    “Dinin zaruriyyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünkü kat’i ve muayyendirler. Hem o zaruriyyat, kût ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezellüldedirler ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sar*fetmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyyat kısmında ve selefin içtihadat-ı sâfi*yane ve hâlisanesiyle, bütün zamanların hâcatına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârane içtihadlar yapmak, bid’akârane bir hiyanet*tir.” 17

    Bir başka yerde, bu zamandaki ehl-i içtihadın ilm-i hal bilgisinden mahrum oluş*larına delil olarak şöyle demektedir:

    “Nasıl ki, kışta fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiç bir cihetle kar-ı akıl değil. Hem nasıl ki, büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında içtihad namıyla kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler aç*mak, İslâmiyete cinayettir.” 18

    İçtihadın tahakkuk şartlarının gerçekleşmesinden sonra, ilm-i hal bilgisini içtihadın sıhhat şartlarından birisi olarak değerlendirdik. Hiç şüphesiz Bediüzzaman, dikkatli nazarıyla müşahede etmiştir ki, zamanın içtihad taraftarlarından bazılarının içtihad mertebesine ulaştığı kabul edilse bile, bunların tamamı gayr-ı sahihtir. Bunlar se*mavî ve şer’î olamaz. İşte, içtihadda bulunacak kimsenin vardığı hükmün kabul edilmesi ve şer’î olarak kabul görmesi için ilm-i hal bilgisini de taşıması gerekir.

    b- Adalet ve vera’ şartındaki gerileme.

    Bu mani hakkında da Bediüzzaman, içtihat taraftarlarının önündeki içtihat kapı*sının yüzlerine kapanmasına dair gereklilik üzerinde durmuştur. Aynı şekilde, bu zamanda ulemayı içtihaddan uzaklaştırmaya sebep ve dafia olarak ahlâkî manileri de değerlerdirmeye almıştır. Böyle bir zamanda, mezkur maniayı dikkate alan bir kişi, yaptığı içtihadın insanlar tarafından kabule şayan olmasını sağlayacaktır. İşte, Bedi*üzzaman’ın bu konudaki beliğane ifadeleri:

    “Nasıl ki bir cisimde, neşv ü nema için, tevessü’ meyli bulunur. O meyl-i teves*sü’ ise,-çünkü dahildendir-vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi’ için bir meyl ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir; tev*si’ değildir. Öyle de İslâmiyetin dairesine selef-i salihin gibi, takva-yı kâmile kapı*sıyla ve zaruriyyat-ı diniyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda meylüt-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa; o kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyyatı terkeden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddîye ile alûde olan o meylüt-tevessü’ ve irade-i içtihad vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boy*nundaki şer’î zincirini çıkarmaya vesiledir.” 19

    Hakeza, Bediüzzaman, bu şartı taşımadığı halde içtihad taraftarlığı yapan kişilerin bu daireye ehil olmadıklarını savunur. Çünkü takva ve vera’ yönünden nakıstırlar. Diğerleriyle birlikte bu şartı taşıyan bir kimsenin önündeki içtihad kapısı kapalı de*ğildir. Bediüzzaman’ın bunun aksini iddia etmesi düşünülemez. Sabık konularda işa*ret edildiği gibi, bilakis böylelerini içtihada teşvik etmektedir.

    c- Yalandan kaçınamama ihtimali.

    Bediüzzaman’ın içtihad kapısının kapanmasıyla ilgili sayılan sebeplerin yanısıra, bir diğer sebepten daha bahsetmektedir. Bu, adaletin (sıdkın) zayi olması, istika*metsizliğin (yalanın) yaygınlaşması veya bu zamandaki insanların kizbden hakkıyla çekinememeleridir. Selef-i salihinden sahabenin, tabiinin ve tebe-i tabiinin yaşadık*ları hakikat ve nur asırlarından uzaklaştıkça bu engel daha fazla önem kazanmıştır. Zira o asırlarda nur ve hakikat menbaına ulaşmak son derece kolay ve suhûletliydi. Kizb ve sıdk arasındaki farklar çok keskin ve belirgindi. “Halbuki, o zamandan son*ra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz omuza geldi. Bir dükkanda, ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozul*du.” 20

    Bediüzzaman, bu zamandaki içtihad taraftarlarına içtihad kapısının kapanmasını sağlayan manileri bu şekilde sıralamıştır. Dolayısıyla, zamanımızdaki ehl-i içtihadda, içtihada dair tahakkuk ve sıhhat şartlarından bazılarının ortadan kalkmasına sebep olan manileri görmüş olduk. Aynı şekilde, Bediüzzaman’ın bu görüşlerini muallakta bırakmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bütün gücünü ve gayretini, mezkur şartları taşımayan insanların içtihat kapısını zorlamalarına engel olmak, böyle bir işlemin mahzurlarını ifade etmek ve böylece hakiki hükm-ü şer’îye ulaşmak için sarfetmiştir. Ayrıca, içtihadın tahakkuk şartlarını haiz olunsa da, sıhhat şartlarından bazılarının ihlal edilmesiyle yapılan içtihadları reddetmiştir.

    Konuyla ilgili teklifler

    Konuyla ilgili tekliflerimizi şöyle sıralayabiliriz:

    - Bediüzzaman’ın metodolojik görüşleri en kısa zamanda biraraya gerilmeli ve bu konuda çalışmalar yapılmalıdır. Eserlerinin çoğu yerinde dağınık olarak bulunan bu yöndeki malumatın bir tek eserde toplanması gerekir. Böyle bir eser İslâmî ki*taplar arasında ilme bir yere sahip olacak, aynı zamanda Bediüzzaman’ın hayatında gizli kalmış bir yönü daha açığa çıkmış olacaktır.

    - Dünyanın dört bir yanında bulunan âlimlerce, içtihad kapısının açılması veya kapanmasıyla alakalı yaptıkları tartışmaları dikkate almayıp, bunun yerine selef-i sa*lihince çözümü ortaya konulan meseleler hakkında, seri bir şekilde tercihî içtihad yapmaya yönelinmelidir. Böyle bir uygulama, İslâm kültürünün donuklaşmasını değil, gerçekte bir içtihad ve hizmet vesilesidir. Bu ümmetin muhtelif içtihadî gö*rüşler hakkında içine düştüğü bunca çatışma, çekişme ve ihtilaf yetmiştir. Bundan sonra bütün âlimlerimize düşün görev, ilmi gayretlerini, fikri melekelerini ümmetin içinde bulunduğu krizlerin çözümünde, özellikle “inşaî ve ibdaî içtihad” olarak isim*lendirilen ve örf, zaman, mekân, şartlar ve vaziyetlerdeki farklılıktan hareketle bazı meselelerde selef-i salihinin içtihadlarına müracaat etmemeyi gerektiren uygulama konusundaki fikrî krizin çözümünde harcamalıdır.

    Ancak yine de, asrımızın gereklerine ve meselelerine çözümler sağlayacak yeni içtihadlar gerçekleştirilerek, şekavet ve helaket içinde yuvarlanan insanların kurta*rılması gerekir. Ulema-i ümmet, dinleri ve ümmetleri açısından bu mes’uliyeti idrak etmedikleri takdirde, ümmetin böyle bir krizden acilen ve sür’atle kurtarılmasına imkân yoktur. Dileriz bu teklifimiz bir sada olarak âlimlerimizin kulağına ulaşır.

    - İçtihad kapısının kapanması ve açılmasıyla ilgili iddia ve tartışmalar en kısa za*manda ortadan kaldırılmalıdır. Bu konudaki teklifimiz, İslâm âlemindeki üniversitele*rin, eğitim kurumlarının, akademik merkezlerin ve ilmî enstitülerin bu alanda bir bölüm veya şube açmalarıdır. Yani kişinin tahsil ederek içtihada ehil olma yolunda ihtiyaç duyduğu ilimlerin zabt altına alınması gerekir. Şüphesiz içtihad yardımcı ilimlerin tamamı, ulûm-u müktesebedir. Ta’lim, araştırma ve talebelik yollarıyla bir kimsenin bunları tahsil etmesi mümkündür. Acaba, ilmî müesseselerde bir şube veya bölüm açılsa, belirli bir süre sonunda buralardan içtihadî ilimleri haiz insanlar mezun olsalar, müçtehid olarak tanınsalar iyi olmaz mıydı? Aynı durum, üniversite*ler ve ilmî enstitülerin bünyesinde bulunan birçok şube ve bölümden her sene bu ümmete hizmet edecek muhaddislerin, müfessirlerin, lisancıların, fukahanın ve usûl*cülerin mezun olmasında görülmektedir. Bu üniversite ve enstitülerden, içtihadî ilimleri çok iyi öğrenip, en güzel şekilde bu ameliyeyi gerçekleştirecek ehil müçte*hidlerin mezun edilmesi karşısında hangi engel vardır? Bizim nazarımızda, içtihadın ilm-i usûl konularından birisi olduğunu söyleyen kişiler yanılmaktadırlar. Çünkü bu ilim hakikatte kendi zatıyla kaim, kendine has esasları ve konuları olan bir ilimdir. Biraz daha ileri gidecek olursak, bu ilim usûl, tefsir, fıkıh, dil ve edeb gibi bütün ilimlerin ortak gayesidir. Şüphesiz her bir gaye onu oluşturan cüz’lere sahiptir. Yani, eğer içtihad gaye olursa, ilm-i usûl bu gayeyi oluşturan bir cüz’ olabilir. Bu durumda içtihad nasıl usûl ilminin bir cüz’ü olabilir. Konuyla yakından ilgilenen herkes, bizim sözlerimizi tasdik eder mahiyette sayısız kitap bulabilir. Yani, içtihad şartlarından birisi marifet-i ilm-i usûldür. Eğer içtihad bu ilmin bölümlerinden birisi olsaydı, nasıl bu ilmin marifet kesbedilmesi şart olarak ileri sürülebilirdi? Bu bir tena*kuz ve mugalata değil midir?

    Hal böyle iken, bizim nazarımızda içtihad ilmi, bizatihi kaim bir ilimdir. İlm-i usûl bayrağı altında barınan bir bölüm değildir. Ancak teessüf verici ve bu ilme karşı bir cinayet olan husus, bu ilmin mezkur konumda bırakılması teklifidir. Ümmet-i İslâmi*yenin, içtihad konusundaki istek ve beklentilerine cevap verecek bir merci, bir kur*tarıcı, bir makam yok mudur?

    Bu tebliğin hazırlanmasındaki emelimiz, işte bu tekliflere cevap bulabilmektir. Allah’da dileğimiz, hepimizi İslâmiyete ve Müslümanlara hizmetkar olmayı nasib etmesidir.

    Tebliğimizin sonuna ulaşırken, hac mevsimi boyunca bulunduğum Mescid-i Ne*bevî’de mütalaa ve okumaya fırsat bulduğum Bediüzzaman’ın İçtihad Risalesi ve iç*tihad konusuna yaklaşımı hakkındaki değerlendirmemizi de tamamlamış bulunuyo*ruz. Müçtehid İmam Bediüzzaman’ın bu risalesini ve hayat hikayesini defalarca oku*duğumu söylemek isterim. İçtihad meseleleriyle alakalı olarak Bediüzzaman’ın gö*rüşlerini daha önceden tanımış olmayı çok arzu ederdim. Vaktimin darlığı, görevle*rimin üst üste yığılması ve mes’uliyetlerimin ağırlaşması sebebiyle, bu konuyla ma*alesef istediğim şekilde ilgilenemedim.

    Nihayet, esas hedefe ulaştığımı asla iddia edemem, zaten böyle bir iddiaya hak*kım da yok. Bu çalışma kendi çapında, Bediüzzaman’ın ele aldığı risalesi ve fikirle*rinin bir tahlili ve incelemesidir. Rabbimden muradım, bu gayretlerimizi sonuçsuz bırakmaması, bizleri muvaffak kılmasıdır. Allah, Bediüzzaman Said Nursî’ye rahmet etsin. Bizlerin ve İslâmiyetin akıbetini hayreylesin.

    ____________________

    1 KUTB MUSTAFA SENÛ (Fıkıh Usûlü Öğretim Görevlisi)

    1966 Gine doğumludur. Malezya’da Uluslararası İslâm Üniversitesi, İslâm Hukuku dalında öğretim görevlisidir. İslam Hukuku dalında birçok araştırması bulunmaktadır.

    Bunlardan bazıları:

    Uluslararası Hukuk ve İslâm Hukukunda Hükmün Kaynakları,

    Akademik Bir Araştırma: İçtihad.

    2 Sözler, 449

    3 Sözler, 54 vd.

    4 Sözler, 449

    5 İhsan Kasım es-Salihî, Bediüzzaman Said Nursî, 37 vd.

    6 Hakikatü’t-Tevhid (Mukaddime), Ter. İhsan Kasım, Bağdat-1405 h.

    7 Mesnevi-i Nuriye, 82

    8 Sözler, 449-50

    9 Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, 232

    10 Mesneviyy-i Nuriye, 82

    11 Sözler, 450

    12 Bediüzzaman- Hayatı ve Eserlerine Umumi Bir Bakış, 22

    13 Şevkânî, İrşâdü’l-Fuhûl, 2/301

    14 er-Râzî, el-Mahsûl, 2/36

    15 Burada zikredilen “küllî” kelimesinin yerine “mutlak” kelimesinin kullanılmasının daha doğru olacağı kanaatindeyim.

    16 Sözler, 451

    17 Sözler, 449-50

    18 Sözler, 449

    19 Sözler, 451

    20 Sözler, 459



  3. #13
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995

    BEDİÜZZAMAN VE İSLÂM DÂVÂSI

    AHMED BEHCET 1

    İstanbul’da müceddid bir dâvâ adamı, etbâına ve talebelerine sunduğu risaleler*den oluşan “Risâle-i Nur” ile eşsiz eserler ortaya koyan İslâm mütefekkiri Bediüz*zaman Said Nursî hakkında bir sempozyum düzenlendi.

    Katılımcılar onun müteaddid yönleri hakkında çeşitli yorumlarda bulundular. Bunlardan bazıları yaradılıştaki Hâlık’ın âyetlerine kalbini sonuna kadar açmış bir sûfî olarak onu ele aldı. Bazıları onu, ilm-i kelâma katkıda bulunan, bu ilmi kuru mantık ifadelerinden alıp, îmanın tazeliğine ulaştıran bir kelâm âlimi olarak takdim etti.. Bazıları ondan, keşif ve ifade bakımından üstün san’at yönleri bulunan bir edîb ola*rak bahsetti. Bazıları da onu, İslâma yöneltilen hücumlara karşı dimdik ayakta duran ve insanların inançlarını himaye etmeye çalışan bir hareket adamı olarak tanımladı...

    Hakikatte Bediüzzaman bu özelliklerin tamamına sahiptir.

    Bediüzzaman hayatı boyunca bir mücadeleyi ısrarla sürdürmüş ve risâlelerinden birisinde kendi konumunu şöyle dile getirmiştir; İlm-i kelâmın delillerinden istinbât edilen ma’rifetullah, ma’rifet-i kâmile değildir. İtmi’nân-ı kalbî sağlamaz.

    Bu ma’rifet ne zaman ki Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın metodu üzerine kurulursa, işte o zaman ma’rifet-i tâmme gerçekleşir ve kalpte itmi’nân-ı kâmil sağlanmış olur.

    Ma’rifet-i Kur’âniye karşısında sûfilerin dayandığı ma’rifet yolu nâkıs ve sonuçsuz bir yoldur. Zira-İbn Arabî gibi-Vahdet-i Vücûd taraftarları “Lâ mevcûde illâ hû” demektedirler.

    Allah (Sübhanehû ve Teâlâ) önünde huzûr-u kalbîye ulaşabilmek için kâinatın in*karı noktasına varmışlardır.

    Doğrudan Kur’ân-ı Kerim’den nemâlanan ma’rifet ise, kâinatı ademe garket*meksizin, onu nisyan-ı mutlaka mahkum etmeksizin, bilakis ihmal ve abesiyetten kurtarıp Allah (Sübhanehû ve Teâlâ) yolunda istihdam eden, her bir şeyi ma’rifet-i İlâhîyi aksettiren bir ayna kılan, her bir şeyde ma’rifet-i İlâhîye bir pencere açan devamlı bir huzûr-u kalbî sağlamaktadır.

    Bağdat Üniversitesi’nde Tefsir ve İslâm Düşüncesi dalı öğretim üyesi olan Dr. Muhsin Abdülhamid’e göre Bediüzzaman ma’rifet metodlarından yeni bir tarzı be*nimsemiştir. Bu metod doğrudan okunan Kur’ân’a, görünen Kur’ân olan kâinata ve konuşan Kur’ân olan Resûlüllah’a dayanan bir metoddur.

    Mesneviyyü’l-Arabî

    Kitâbetin bir ana kaynağı vardır. O da kıraattır. Biz buna kültür de diyebiliriz. Yazarın kültür birikimine, deneyimlerine, his ve yeteneklerden elde ettiği nasibine göre kitabet yönünü ortaya kor.

    Her şeyin bir istisnası olsa da, genelde bütün kitaplar bu kuralı tasdik eder mahi*yettedir.

    Bazan kişi öyle bir kelam okur ki, onun bu âlemden birisinin ortaya koymadığını açıkça hisseder. Bu sözü söyleyenin kitâbette uzman olmadığını öğrendiğinde adeta dehşete kapılır. Aslında yazarlık yoluyla geçim sağlamamaları bir yana, yaşamlarını bu doğrultuda da sürdürmezler.

    Bu söylediğimiz hususla ilgili bir örnek verelim. Sûfîlerden Muhammed b. Ab*dülcebbâr en-Neferî, inci ve cevher misâl hakikatlerden bahsederken, bunları bir yere kaydetme yoluna gitmemişti. Talebelerinin önünde söylediği sözleri dileyenle*rin yazabileceğini söylemişti.

    Bir diğer misâl: Said Nursî’nin söylediği her söz cevâhirdi; ne varki çok azı müstesna asla yazmamıştı. Daha ziyade müridleri ve talebelerine söylediği risâleler*den ibaretti.

    Ehl-i tasavvuf ve müceddidlerin geride bıraktıkları kaynaklara baktığımızda, bu gibi kahramanların gerçek mânâda kahraman olarak anlaşılmadığını şaşkınlık içinde görmekteyiz.

    Örneğin, talebelerine yönelik mektuplar şeklinde büyük müceddid Bediüzzaman tarafından yazılan Risâle-i Nur eserini ele alın.

    Bu zatın Mesneviyyü’l-Arabî isimli bir eseri var. Aslında Mesnevî Mevlanâ Celâ*leddin Rûmî’nin eseridir. Bilindiği gibi mesnevî kelimesi, şiirde ikişer ikişer beyitler halinde yazılan bölümlere denmektedir. Rumî, Mesnevî’sinde yaklaşık yirmi bin be*yit kaleme almıştır. Sonra Bediüzzaman gelmiş, Arapça olarak yazdığı eserine Mes*neviyyü’l-Arabî ismini koymuştur. Her ne kadar bu kitap şiir şeklinde bir divan de*ğildir. Ancak, müceddid Üstâd kitabına böyle bir ismi özellikle seçmiştir.

    Bu seçimiyle söylemek istediği şey acaba nedir?

    Bana göre bu yolla, bu risâlesinin kalbe, akla, nefse ve ruha olan tesirine işaret etmek istemiştir.

    İmanın tecdidi ve kalplerde iyice yer etmesi, kararmış ruhları yeniden aydınlat*ması açısından tıpkı Celâleddin Rûmî’nin fârisî olarak yazdığı eseri gibi etki yapmak*tadır.

    Buradan hareketle Bediüzzaman, Celâleddîn Rûmî’nin ruhuna uygunluğu te’kid etmek, aynı zamanda onun “Mesnevî-i Rûmî”sinden ayırdetmek için eserine “Mesneviyyü’l-Arabî” ismini koymuştur. Hakikaten bu kitap, kitâbet sanatında çok mesafeler katetmiş yazarların dahi ulaşamayacağı seviyede bir belâğat örneğidir.

    “Sözlerin iyi anlaşılmıyor”

    Bediüzzaman Said Nursî “İfade-i Merâm” başlığı altında şunları söylüyor:

    “Bir bahçeye girsem iyisini intihâb ederim. Koparmasından zahmet çeksem hoşlanırım. Çürüğünü, yetişmemişini görsem ‘Huz mâ safâ’ derim. Muhatablarını da öyle arzu ederim. Derler:

    ‘Sözlerin iyi anlaşılmıyor?’

    “Bilirim ki, kah minare başında, kah kuyu dibinde konuşuyorum. Neyliyeyim, zuhurat öyle. Şu kitapta mütekellim aciz kalbimdir. Muhatab asi nefsimdir. Müs*temi’, müteharri-i hakikat bir Japondur. Temaşa eden bunu düşünmeli...”

    Bu sözler, Bediüzzaman deryasından bizlere bazı kesitler sunmaktadır. O öyle bir denizdir ki, yüzeyi dalgalar ve fırtınalarla doludur. Ancak dibinde mücevherler ve inciler kaynar. Bu cevherler günyüzüne çıkabilmek için büyük gayrete, meşak*kate, fehme ve cihâda muhtaçtır.

    Bazan onun üslubu bir bahar tatlılığı kadar inceleşir. Ve bazan keskin kış fırtına*ları gibi esip gürlemektedir. Bazan semâ ile birlikte okurları da ağlar; Ve bazan onun sözlerinde ortalık gül gülistan olur. Tıpkı yeryüzünde zamanın ve mevsimlerin peşpeşe gelmesi gibi birbirinden farklı bu haller ardarda dizilir.

    Nasıl ki insanlar dört mevsime hükmedemiyorlarsa, onun ifadelerindeki bu tatlı akışta da bir tahakküm sözkonusu değildir.

    Bediüzzaman Said Nursî şöyle der:

    “İ’lem Eyyühel-Aziz! Çekirdek ağaç olmazdan evvel, yumurta kuş olmazdan evvel, habbe başak vermezden evvel binlerce imkân ve ihtimaller içerisinde ve binlerce sûret ve şekillere girmek kabiliyetinde iken; o eğri büğrü ihtimaller, yol*lar içinden çekilip doğru ve müstakim ve müntec bir şekle, bir vaziyete sevkedil*melerinden anlaşılır ki, o tohumlar, evvelce de Allâmü’l-Guyûb’un terbiye, tedvir, tedbiri altında imişler. Sanki o tohumların her birisi, kudret kitaplarından istinsah edilmiş küçük bir tezkeredir. Yahut bir fihristedir. İlm-i Ezelîden alınmıştır. Yahut kader kitaplarından yazılmış bazı düsturlardır.”

    ____________________

    1 AHMED BEHCET (Yazar)

    Arap dünyasının tanınmış gazetecilerinden birisidir. Hukuk ve gazetecilik alanında ihtisasını yaptı. 1950’li yıllardan beri Mısır’ın en büyük gazetesi olan el-Ehram’da köşe yazarlığı yapmak*tadır. Günlük yazılarını gazetenin ikinci sayfasında “Dünya Kutusu” başlığını taşıyan köşesinde yayınlamaktadır. Aynı gazetenin Yazı İşleri Başkan Yardımcılığını da yürütmektedir. Mısır rad*yosunda günlük yorumlar yapmaktadır.

    İlim ve sanat dalında Nobel ödülü sahibidir. Ahmet Behcet’in İslâmî, edebî ve sosyal hadisele*rin kritiği şeklinde 40 kitabı bulunmaktadır. Bu kitaplarından 4’ü, İngilizce, Fransızca, Türkçe, Hindçe, Sırpça ve Hırvatçaya tercüme edilmiştir.

    Evli, iki çocuk babasıdır.



  4. #14
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995

    BEDİÜZZAMAN VE MUHAMMED İKBAL’İN FİKİRLERİNİN MUKAYESESİ

    CELAL CELALİZÂDE 1

    Her bir Müslüman ve mütefekkirin, Müslümanların hamîsi durumunda olan âlimlerin hâtırasını ve eserlerini ihya etmeye önem vermesi en başta gelen görevidir. Çünkü onlar, bu ümmetin izzet ve şerefini tarih sayfalarına nakşetmişlerdir. O âlimlerdir ki, Resûl-ü Ekrem’in (a.s.m.) şu övgüsüne mazhardırlar; “Âlimler pey*gamberlerin vârisleridirler.” Aynı zamanda onlar, bütün gayretlerini insanların hür*riyete kavuşmaları, imanların kurtarılması, putların yerle bir edilmesi, Vahid-i Ehad olan Allah’a ubûdiyyete bulunulması, zaaf ve hüsranın ortadan kaldırılması için har*camışlardır. İnsanların kalplerine sevgi, ümid ve hürriyet tohumunu ekmişlerdir. Allâme Muhammed Kürd Ali şöyle der; “İçinizdeki, beldenizdeki veya ümmetinizdeki fazilet sahiblerini asla unutmayın. Onları her zaman dilinizden düşürmeyin, meclisle*rinizde isimlerini hep anın. Onların tercümanı olun. Onların isimlerini insanların içle*rinde canlı tutabilmek, yeni yetişen nesillere tanıtabilmek için onları anlatmak, onlar hakkında kitaplar yazmak, onların eserlerini ortaya çıkarmak için çalışanları cesaret*lendirin, teşvik edin.” 2 Buradan hareketle, iki büyük âlim, İmam Bediüzzaman Said Nursî ve İslâm filozofu İkbal Lahurî’nin üstlendikleri rol hakkında bir araştırma ve makale kaleme almaya ve görüşlerini tartışmaya karar verdim. Ta ki, değerli okuyucularımız mücahid allame Bediüzzaman’ın önemini ve makamını daha iyi an*layabilsinler.

    Niçin böyle bir konuyu seçtim? İşte bu makalede, Allah’ın yardımıyla bu sorunun cevabını vermeye çalışacağım. Bediüzzaman’da ve İkbal’da 20. asırda yaşamış, din semasını aydınlatan, boğucu karanlığı yırtan, rahmet ve ilim kanatlarını bütün âlem-i İslâma yayan iki yıldız idiler.

    İkbal, 1877 yılında doğmuş, Nisan-1938 tarihinde vefat etmiştir. Bediüzzaman ise 1876 yılında doğmuş, 1960 senesinde vefat etmiştir.

    Her kim, İslâm toplumunda önem sahibi meseleler hakkında bu iki âlimin eser*lerine muttali olur ve görüşlerini incelerse, görecektir ki; aralarında hiç bir görüşme olmaksızın veya bir diğerinin fikirlerini ve görüşlerini mülahaza etmeksizin bir çok konuda ortak görüş beyan eden iki aydındır. Bu durum, hakikaten şaşırtıcıdır. Zira, nasıl oluyor da, aynı asırda, ama farklı mekanlarda yaşayan iki düşünür ve ıslahatçı çeşitli konuları tartışıyorlar ve gerçekten birbirine çok yakın ve paralel fikirler beyan ediyorlar? Acaba bir tek asırda iki ayrı müceddidin ortaya çıkması mümkün müdür? Resûlüllah (a.s.m.) şöyle buyuruyor; “Şüphesiz ki Allah her yüz senenin başında dini tecdid eden birisini gönderir.” 3

    Dr. Muhsin Abdülhamid bu hadis hakkında şöyle der; “Bir asırda gelen müced*didin bir tek olması anlamına gelmez. Çünkü ‘Men’ müfrede delalet ettiği gibi cem’e de delalet eder. Bu durumda bir tek asırda birden fazla müceddidin gelmesi mümkündür. Özellikle, bütün Müslümanların büyük bir düşüş yaşadıkları; bunun üs*tüne cahiliye medeniyetinin her tarafını sardığı, beldelerini sömürdüğü, kendine has özelliklerini değiştirdiği, anlayışlarını bozduğu, dinlerinden şüpheye düşürdüğü ve varlıklarını yok etmekle tehdid ettiği böyle bir asırda buna ihtiyaç vardır. Müslüman*lara bir çok müceddidin gönderilmesi şüphesiz Allah’ın rahmetindendir. Din ve dünya işlerinde Müslümanların hayatlarındaki birçok bölümü tecdid etmede Allah bu müceddidlerin yardımcısı olsun.” 4

    İşte bu çerçevede, birbirinden uzak iki beldede, muhtelif iki okulda ik ayrı mümtaz şahsiyet neş’et etti ve boy gösterdi. Bir yandan İkbal, modern enstitüler ve akademik kuruluşlardan mezun olurken, diğer yandan Bediüzzaman kadim yolla tedris yapan dini medreselerde ilim tahsil etti. Ancak o ikisi, bir tek menzilde gi*biydiler. Acaba, o ikisi, tıpkı Cemalüddin Efganî ve Şeyh Muhammed Abdüh’de ol*duğu gibi, eğer karşılaşsalardı, birlikte tedris yapsalardı, birbirleriyle fikir alışveri*şinde bulunsalardı nasıl olurdu. Herhalde onların bu yönelişlerinden İslâm âlemi daha fazla istifade eder, üzerlerine çöken ölüm uykusundan daha erken uyanırlardı.

    Şahsiyetlerinin oluşmasındaki ilk dönemler

    Her iki âlimde mümeyyiz ve hususî bir özellik vardır. İkbal Sir Thomas Arnold’*un etkisiyle kendisine araştırmacı bir yol seçmişti. Bediüzzaman ise, kalbinde bir başka hadisenin bıraktığı iz ile mücadelesine girişmişti. İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladiston’un elindeki Kur’ân’ı göstererek, “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulun*dukça biz onlara hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, ya Kur’ân’ı ortadan kaldır*malıyız veya Müslümanları ondan soğutmalıyız” şeklinde konuşması Bediüzzaman’ın bütün benliğini şiddetli bir şekilde sarsmış, “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez ma*nevi bir güneş olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve isbat edeceğim!” 5 diyerek bu yüzden bütün varlığını ve hayatını i’câz-ı Kur’ân’ı izhar etmeye ve Müslümanlarla olan bağları yeniden sağlamaya adamıştı.

    Şimdi, bu iki şahsiyetin çeşitli meseleler hakkındaki görüşlerini arzederek konuya girelim ve özellikle, bir mütefekkir ve Allah’ın nurunu söndürmeye İslâm düşman*larının asla güç yetiremeyeceklerini bilen bir kişi olarak Bediüzzaman’ın konumunu ele almaya çalışalım. Hiç şüphesiz Allah, kafirler kerih görse de nurunu tamamlaya*caktır. Güneşin her doğuşuyla ve günlerin geçmesiyle bütün Müslümanlar, özellikle gençler ve aydınlar Bediüzzaman’ı biraz daha yakından tanıyacaklar ve Allah’ın faz*lıyla, onun nidası en uzak yerlere dahi ulaşacaktır.

    Kur’ân hakkındaki görüşleri

    Büyük âlim İkbal şöyle der; “Kur’ân-ı Hakim, hayattar bir kitaptır. Onun hik*met-i ezeliye ve kadimesi içinde hayatın tekvin sırları vardır. İnsanlara hayat verir ve zayıflara kuvvet sağlar. Bir Kur’ân sûresi âlem sayfalarını resmettiği vakit, haham ve papa resimleri zail olur.” 6

    Bediüzzaman’ın görüşü şöyledir; “Kur’ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi ve ayât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerin tercüman-ı ebedisi ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlahi*yenin manevi hazinelerinin keşşafı.” 7

    Görüldüğü gibi Kur’ân konusunda her iki düşünür arasında büyük bir benrezlik bulunmaktadır. Şahsiyetlerinin oluşmasında Kur’ân’ın büyük tesiri olmuştur. Bütün alanlarda ona sığınmışlar, bu ümmetin izzet ve kerametinin yeniden iadesi yolunda onun hidayetine bağlanmışlar, insanları onunla amel etmeye dâvet etmişler, kitabul*lahın sahip olduğu rolü tekrar ihya etmek, cami raflarında kalmaktan kurtarıp ha*yata aktarmak, sadece mevlidler veya kabirlerde okunmaktan, hakkında araştırma*lar ve incelemeler yapılan bir konuma yükseltmek için var güçleriyle çalışmışlardır. Kim Risale-i Nur’u teemmül ederek okursa, Bediüzzaman’ın bütün hayatını kitabul*lahın neşri için çalıştığını, büyük bir müfessir olarak onun hakaikını tefsir ettiğini ve maarifini neşrettiğini, emirlerini yerine getirmede, yasakladıklarından kaçınmada gayet ihlaslı bir asker oluşuyla onun âyetlerine sıkıca bağlanışını açıkça görecektir.

    Hürriyet hakkındaki görüşleri

    Hilafetin sukûtu ve İslâm beldelerinin parçalanmasının ardından, hürriyet, istiklâl, milliyetçilik ve kadın-erkek eşitliği maskesi altında sinsi propagandalar yapılmaya başlamıştı. Bazı kesimler, İslâm dinini karıştırmak hedefiyle, Batının örnek alınması fikrini yaymaya çalışıyordu. Bunların tesiriyle bir çok saf Müslüman ve İslâm halkı Batılılar tarafından kurulan bu tuzağa düşmüşlerdi. Ancak bu iki âlim, İslâm ümme*tini bu tür tehlikelerden kurtarmak için akaid-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı İlahiyeyi beyan etmeye çalışıyorlardı. Neticede, Allah’ın inayetiyle, Müslümanların kalplerini ve vic*danlarını, ruhların ta derinliklerine kadar sızarak öldüren zehirlerden korumaya mu*vaffak oldular.

    İkbal der ki:

    ”Hilafetle Kur’ân arasındaki bağlar, hürriyet aldatmacasıyla koparıldığında,

    “Allah’a ahdedenler ve âbid olanlar, Allah’dan başkaları uğruna kulluk bağından da koptular.” 8

    Bediüzzaman’ın yorumu ise şöyledir; “Hürriyeti, şeriatın adabı ile kayıd altına alınız. Zira cahil insanlar ve halk, kayıdsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezheb olsun. Ta ki namaz sahih ola.” 9

    Bediüzzaman’a göre İslâmî olmayan Garp hürriyeti, öldürücü zehiri olan yılana benzer. Gerçek bir Müslümanın bu yaldızlı, ama aldatıcı hürriyete aldanmaması ge*rekir. Hakiki hürriyet ise İslâmiyette vardır. Hürriyet-i İslâmiyenin gölgesinde bir in*san, semavatın en yüksek mertebesine kadar yükselir ve bütün arzî kayıtlardan kur*tulur. Neticede kendisi gibi insan olanların önünde boyun eğmeden, Hâlıkına hulûs içinde abd olur.

    Hafız Şirazî şöyle der:

    “Yıllar var ki kalp, bir güç kaynağı ister.”

    Tıpkı bunun gibi, Bediüzzaman’ın yanındakilerden büyük bir istekle talep ettiği bir şey vardı ki, o, modern ilimlerin tedrisiydi.

    Son asırlarda, ümmilik, cehalet ve gerikalmışlık Müslümanların hayatlarındaki bir çok alana hakimiyet kurmuştu. Müslüman toplumlar ilerlemekten uzak, geri kalmış*lık içindeydi. Dini ilimlerin yanısıra modern ilimlerin tedrisi yeterli seviyede değildi. Ulema derinliği olmayan konularla, mezhepler arası ihtilaflarla ve eski eserlere haşi*yeler yazmakla meşgul oluyorlardı. Bu yüzden bir çok bid’alar, hurafeler, çelişkiler alabildiğine yayılmıştı. İşte bütün Müslümanların müptela oldukları en büyük prob*lem buydu. Bir çok İslâm uleması ve mütefekkiri, bu derdin tedavisi ve ümmetin bu yoldan kurtarılması konusuna büyük önem vermişti.

    Bediüzzaman Said Nursî, çiçeklerini gelecekte toplamak için bu probleme bütün benliğiyle eğilmişti. İstanbul’a ilk gelişinde, Sultan Abdülhamid’e giderek, ulûm-u İslâmiyenin yanısıra modern ilimlerin de okutulduğu okulların açılması talebinde bu*lunur. Zira bu iki ilmin birarada taliminin önemi ve birbirinden asla ayrılmaması ge*rektiğine inanıyor, hakikat-i halde İslâmî metota bu iki ilmin yan yana bulunduğunu, din ve fen ilimlerinin arasında vahdet olduğunu düşünüyordu. 10

    İkbal aynı konuda şunları söylüyor: “Önümüzde bir tek yol var; eski insanlara kı*yasla bu üslubumuz ters düşse de, yeni ilimleri tedris etmemiz ve gereken önemi vermemiz, bunun yanısıra, bu ilimlerin ışığında İslâmî eğitimi sürdürmemizdir.” 11

    Aralarında metod farkı bulunsa da, her iki âlim de modern ilimlerin talim edil*mesi konusunda birleşmektedir. Ancak Bediüzzaman’ın metodu ve teklifi daha güçlü ve menfeatlidir.

    İstibdat hakkındaki görüşleri

    İslâmda yönetim nizamı şura esası üzerine kurulmuştur. İslâmda istibdada, dikta*törlüğe ve hegemonyaya yer yoktur. İslâm tarihinde halifelik, Hulefa-i Raşidin dö*neminden sonra babadan oğula geçen krallığa dönüşmüştür. Böylece bu yüce prensip (şurâ prensibi) atalete uğramış, bazı ulema-i sû’ ve sultanların vaizleri krallar etrafında toplanmışlardı. Bunlar, kralların mefsedetlerini (kötü icraatlarını) tebrie etmeye, onlara gayet mübalağalı lakablarla hitapta bulunmaya ve insanları bu yö*neticilere itaate dâvet etmeye koyulmuşlardı. Bu durum insanlar tarafından ve özel*likle gayrımüslimlerce farklı yorumlanıyor, İslâmın istibdad taraftarı oluşu gibi yanlış bir fikre kapılıyorlardı. Gerçekte bu yanlış bir anlayış ve bir vehimden ibaretti. Çünkü bir çok ihlaslı ulema, yıllar boyu zindanlara kapatılmış, katledilmiş, işkenceye maruz kalmış veya cebrî ikamete maruz bırakılmıştı. Buna en iyi örnek Bediüzza*man’dır.

    Said Nursî şöyle der;

    “İman iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek. Allah’a hakiki abd olan, başkalara abd olamaz. Evet, hürriyet-i şer’iyye; Cenab-ı Hakkın Rahman, Rahim tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.” 12

    İşte, gelin İkbal’e kulak verelim ve krallık rejiminin İslâma nasıl muhalif düşdü*ğünü görelim; “İstibdad ve diktatörlük düzeni haramdır. Laik düzende insan hür olmaz, tam tersine köle olur. Hilafet bizim bu konudaki yerimize şahiddir ve hakika*ten istibdad bizim indimizde haramdır. Krallık sistemi külliyyen hilekarlık ve düzen*bazlıktır. Hilafet ise İlahi kanunların muhafızıdır. İnsan bu âlemde bağımlıdır, kur*duğu nizam nakıstır ve amelleri eksiksiz değildir. Ben ‘abdullah’ım (Allah’ın kuluyum) ve sadece Ona karşı iftikar sahibiyim. Onun dininde ise istibdad haram kılınmış*tır.” 13

    İçtihad konusundaki görüşleri

    Ulema tarafından ele alınan ve çokça bahsedilen önemli konulardan birisi, içti*had kapısının kapanmasıdır. Şüphesiz ki, içtihad asr-ı nübüvvette, hulefa-i raşidin döneminde mevcuttu. Bir çok sahabe, tabiin ve mezheb imamları fetva veriyorlar, içtihadda bulunuyorlar ve taklidden kaçınılmasını istiyorlardı. Hicri 6. asırdan itibaren içtihad akımının kesilmesiyle bir gerileme ve taklid dönemi başlamış oluyordu. Böylelikle, Allah’ın bir rahmet olarak önlerine açtığı içtihad kapısı kapanmış oldu.

    Ancak bazı hakiki ulema, bu meseleye ince bir perspektifle ve güzel bir üslubla yaklaşmaktaydılar. Bir yandan selef tarafından belirtilmeyen hususlarla alakalı olarak, İslâma yeni bid’aların girmemesi için büyük dikkat gösterirlerken, diğer yandan herkesin içtihad iddiasıyla ortaya çıkıp, fetvalarla oynayarak değişiklikler yapmaları*nın önüne geçebilmek için çeşitli içtihad şartları koymaktaydılar. “İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mani vardır” 14 tespitini yapan Bedi*üzzaman, bu manileri sıraladıktan sonra şöyle diyor; “Selef-i salihinin müçtehidin-i izamı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı sahabeye yakın olduklarından, safi bir nur alıp, halis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arka*sında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vazıh bir harfini de zor ile görebilir.” 15

    İkbal’in bakış açısına gelecek olursak, bu çöküş döneminde içtihad kapısının ka*panması İslâm ümmeti için hayırlıdır. Böylelikle ulema-i su’ tarafından İslâmın yok edilmesine ve önceki müçtehidlerin gözardı edilmesine yönelik gayretleri boşa çı*karılmış olacaktır. İkbal şöyle der; “Selefin yoluna tabi ol. Çünkü o, vahdet sebebi*dir. Onların taklidi intizamın ve ümmeti muhafazanın sebebidir. Böyle bir çöküş za*manında yapılacak bir içtihad, ümmete zarar verir. Selefe tabi olmak ise, ulema-i su’un içtihadından daha hayırlıdır. Özellikle dine ulaştıran bütün yolların daraltıldığı, bütün art niyetlilerin söz sahibi olduğu böyle bir dönemde.” 16

    Felsefe hakkındaki görüşleri

    Felsefeye dair kitapların Arapçaya tercüme edilişinin ardından, Müslümanların arasında Farabi ve İbni Sina gibi filozoflar ortaya çıkmıştı. Bununla beraber din âlimleri arasında felsefe çalışmaları, red veya kabul edilen bir konu olmuştur. Böy*lece İmam Gazalî ve İbni Salah eş-Şehruzûrî gibi bazı âlimler, filozofları tekfire ve bunlar aleyhine kitaplar yazmaya yöneldiler. Diğer yandan, bazı âlimler de filozof*ları desteklediler. bunların yanısıra bir üçüncü grup daha vardı ki, bunlar i’tidal tari*kini seçtiler. Ne ilk grubu, ne de sonrakileri tasvib ettiler. Yani ifrat ve tefrit ara*sında bir yol takip ettiler. Hakaikı objektif bir şekilde ele aldılar; ne felsefeyi tama*men reddettiler, ne de muklak bir kabul gösterdiler. Bunlar, felsefenin bir takım ha*talardan ve dalaletvari fikirlerden arındırılmasının zaruretini dile getirerek, bu yolda enbiya-ı kiramın yolunun takip edilmesi gerektiğini savundular.

    Bediüzzaman şu açıklamayı yapar:

    “Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdemden şimdiye kadar iki cereyan-ı azim, iki sil*sile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak sarmış, iki şecere-i azime hükmünde. Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hik*met, gelmiş gidiyor.” 17 Bu ibarelerin ardından şunları söylüyor; “Her ne va*kit o iki silsile imtizac ve ittihad etmiş ise, yani: Silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse âlem-i insaniyet, parlak bir sûrette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, fel*sefe silsilesinin etrafına cem’olmuştur.” 18

    İkbal, felsefeyi bu dinin gereklerinden birisi olarak görür. Çünkü her ikisi ara*sında bazı müşterek noktalar vardır. Bu konuda şu soruları yöneltir; İçinde yaşadı*ğımız bu âlemin temel yapısı nedir? Bu âlemin içinde ebedi ve sabit unsurlar var mıdır? Bir beşer olarak bu âlem ve bu bina ile ebediyete nasıl ulaşabiliriz? Bu kâinat*taki konumumuz nedir? Bulunduğumuz şu mevkiye layık olacak adâb ve ahlak nasıl olmalıdır?

    Bu sorulara daha sonra şöyle cevap verir; “Bu sualler din ve felsefenin ortak sualleridir. Ancak felsefe bu soruları araştırma ve inceleme hürriyetinden mahrum*dur. Dinin cevheri imandır. Bu iman ise kuşa benzer. Felsefeye ihtiyacı yoktur. Fi*kir ve akıl ise, insan aklı için iki canlı unsurdur.” 19

    Görüldüğü gibi felsefe konusunda iki düşünür aynı konumdadır. İkisi de, dine dönüş olmaksızın, sadece felsefenin beşerin saadetine yetmeyeceğini söylemekte*dirler.

    İkbal şöyle der; “Nübüvveti inkar eden felasife, marifet-i kamile (mükemmel bilgi) olarak marifet-i âleme (alem bilgisi) ulaşmaya gayret eder, cehd gösterir. An*cak onlar iflah olmamışlardır, olmayacaklardır da. Çünkü felsefenin nübüvvete da*yanmadan hakka ulaşması imkânsızdır.” 20

    Batı medeniyetine muvafakatları

    Dr. Abdülvedûd Şelebî bu iki âlimin Batı hakkındaki görüşleri konusunda şunları söyler; “Onların Batı medeniyeti karşısındaki konumları aynıdır. Her ikisi de, bu medeniyetin dış görünüşüne ve güzelliklerine aldanmamışlardır. Her ikisi de yalancı propaganda davullarına kulak asmamışlardır. Her ikisi, medeniyetin cevherine ve ruhuna nazar etmişler, ondaki gizli noktaları ve sırları anlamaya çalışmışlardır.” 21

    Bediüzzaman Avrupayı ve Batı medeniyetini iki kısma ayırır:

    “Avrupa ikidir. Birisi, İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nafi sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden Avrupa. İkincisi, felsefe-i tabiiyyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek, beşeri sefahete ve dalalete sevkeden bozulmuş ikinci Av*rupa.” 22

    Bediüzzaman ne kadar güzel ve âdilâne bir tesbitte bulunmuş. Ne kasıt, ne de gizleme yolunu seçmeden hakikati beyan etmiş. Batıyı ne bir dost, ne de bir düş*man olarak görmekte. Hakaikı gizlemeden, kendi aleyhine de olsa hakkı söylemek*ten çekinmemiş. Evet, Avrupayı nasıl iki kısma ayırdığını gördük, şimdi de ikinci Avrupaya seslenişine kulak verelim:

    “Bil ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakim ve dalaletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, beşerin saadeti bu ikisi iledir. Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek.” 23

    Dr. İkbal, Hindistan’a döndüğü sıralarda, Batının bütün çirkinliklerinden haber*dardı. Bunun için, Avrupaya gidip de onun görünüşteki güzelliklerine hayran kalan*ları yadırgamaktaydı. Bu hali eserlerinde yer alan şu ibarede görmekteyiz; “Keşke Batıda geçirdiğim ömrümün senelerini boş yere zayi etmeseydim.” 24 “Avrupa intihar ediyor. Onun ruhu aldatıcı seraplarla susuzluktan ölüyor. Orada bir medeni*yet var, evet, lakin kuruyan bir medeniyet. Eğer son nefesini verip ölmezse, yarın veya öbür gün intihar edip gidecek. Bu medeniyetin temelleri sarsılmış, bir tek do*kunuşa dahi tahammülü yok.” 25

    Tasavvuf hakkındaki görüşleri

    Eğer sûfî kelimesiyle nefsiyle cihad edip, dünyanın zahiri güzelliklerinden kaçı*nan ve bol bol ibadet eden kişi kasdediliyor ise, Bediüzzaman gerçek anlamda bir sûfî idi. Ancak Bediüzzaman, kendisini insanlardan alabildiğine uzaklaştırmaya çalışan bir sûfî olmaktan ziyade, ihlaslı bir mücahid, bir kahraman, mütefekkir bir fakihti. Kendisinin unutulmayan bir kişi yapmaya, kendi nefsi için uğraşıp insanları unut*maya, mes’uliyet bağından sıyrılmaya ve makam sahipleriyle birlikte oturmaya razı değildi. Bilakis kendisinin böyle bir zamanda çok azim bir mes’uliyetin yüklendiğinin idrakindeydi. Bu mes’uliyet, böyle muzdarip bir toplumda imanların kurtarılmasıydı ve emaneti en güzel şekilde eda etmişti. Allah onu en güzel şekilde mükafatlandır*sın. Peki, Bediüzzaman’la aynı asırda yaşayıp da, hakkı savunmaları gerekirken su*san âlimler şimdi neredeler? Hepsi ölüp gittiler, kendilerinden bir iz dahi geride kalmadı. Ancak Bediüzzaman ismi, İman ve İslâm baki kaldıkça her zaman hatırla*nacak.

    Bediüzzaman, en yüksek hükümet makamlarına gelme imkânına sahipti. Kendi*sine büyüklere layık lakaplar verebilirdi. Ancak o, bunu yapmadı.

    “Ben şeyh değilim, ben hocayım.” 26 diyordu. Yanına gelen herkese, “İman lâzım, İslâmiyet lâzım; tarikat zamanı değil.” 27 uyarısını yapıyordu. Risalelerinin bir çok yerinde zamanın tarikat ve tasavvuf zamanı olmadığını, zamanın imanları kurtarmak zamanı olduğunu dile getiriyordu. 28

    Tasavvufun ahirette insanı kurtaracağını söyleyenlere şöyle diyordu; “İmansız Cennete giden yok; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıda*dır.” 29

    Bir kısım ulema-i sû’ hakkında şunları söyler; “Ulema-üs-sû’ hakkında bir tehdîd-i azim var. Bu zamanda ehl-i ilm daha ziyade dikkat etmeli.” 30

    İki âlim arasında, tasavvuf konusunda bir farklılık görülmektedir. İkbal tasavvuf metoduna ve âdâb-ı ameliyelerine karşıydı.Ancak kendisinin de, ehl-i tasavvuf ara*sında yaygın olan ve Allah yolunda insanın kendi nefsini ifna etmesinin gerekliliğini savunan vahdet-i vücud gibi bazı sûfî fikirleri vardı. İkbal bu konuda, nefsin kendisini tanımasını ve Zât-ı İlahiye kendisini bırakmasını, Allah’ın yeryüzünde halifesi ve göl*gesi olabilmesi için kendisini bu yolla terbiye etmesini, genişletmesini ve hazırlama*sını gerekli görür. Böyle olduğu takdirde kişi Mahallullah (Allah’ın mahalli) ve Maal*lah (Allah’la beraber) olacaktır. İnsana şöyle hitap eder: Kimi talep ediyorsun? Kendisinin zahir ve senin perde altında olduğun bir durumda niye mutmain değilsin? Onu görmeye çalıştığın halde, nefsinden başkasını görmezsin. Kendi nefsini gör*meye çalışırsan, Ondan başkasını görmezsin. 31

    Ehl-i tasavvuf ve ulema-i sû’ hakkında şunları söyler; “Bir sûfî ve bir âlim Kur’*ân’ın felsefesinden mahrum olursa, Kur’ân’dan bir şey anlayamaz. Sure-i Yasin’i bir hastaya okur ki, ta suhûletle ölebilsin.” 32

    Bediüzzaman ise vahdet-i vücud meselesini kesin olarak reddeder. Şöyle der; “Bütün eşyanın, Onun icadıyla bir vücud-u arızîsi vardır. Ve o vücud çendan Vaci*bü’l-Vücud’un vücuduna nisbeten gayet zaif ve zararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenab-ı Hak, Hallâk ismiyle vücud veriyor ve o vü*cudu idame ettiriyor.” 33

    Kavmiyet ve asabiyet (milliyetçilik ve ırkçılık) hakkındaki gö*rüşleri

    İslâm ümmetinin içine düştüğü azim belalardan birisi de, Osmanlı İmparatorlu*ğunun sukûtu, İslâm beldelerinin parçalanması ve bunun neticesinde Müslüman halklar arasında ırkçılık ruhunun hayat bulması, toplumlar arası savaş ateşinin tutuş*masıdır. Bunun neticesinde, Müslümanların düşmanları tarafından yutulması kolay*laşmıştır. İkbal bu konuyu ne güzel ifade ediyor; “Ne zaman ki, su ve toprak kay*dından kurtuldum, o zaman ‘ben Rumîyim, ben Afganîyim’ dedim. Halbuki ben herhangi bir renk, vatan ve lisana intisabımdan önce bir insan idim.” 34

    İkbal’e göre kavmiyetçiler ve ırkçılar ile putperestler ve ve vesenîler arasında fark yoktur. Çünkü her iki grup da, insanları bir puta feda etmektedirler.

    Puta tapan bir insan, her zaman kendine yeni bir put arar; tıpkı Azer gibi ken*dine yeni ma’budlar yapar. İşte, renk. kavmiyet ve hakimiyet olarak isimlendirilen putlar, kan ister. İnsan ise, bu putun önünde boğazlanan bir koyun gibidir. 35

    Dr. İkbal icabî ve selbî (menfilik ve müsbetlik) açıdan kavmiyetin boyutlarına işaret etmemektedir. Üstad bediüzzaman ise kavmiyeti iki kısma ayırır ve selbî kavmiyeti zemmeder ve bunun İslâm kardeşliğini parçalamak için yetiştirilen Batı medeniyetinin bir meyvesi olduğunu belirtir. Şöyle der:

    “Fikr-i milliyet iki kısımdı. Bir kısmı menfidir, şeametlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adavetle devam eder, müteyakkız davranır.” 36

    Bediüzzaman, Emeviler ve Avrupalılar örneğinde olduğu gibi tarihten örnekler vererek kavmiyetçiliğin zararlarından bahseder ve şunlar söyler:

    “Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fa*kir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen anasır ve kabail-i İslâmiye içinde, fikr-i mil*liyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telakki etmek, öyle bir felaket*tir ki, tarif edilemez.” 37

    İcabî (müsbet) milliyetçiliği de şöyle değerlendirir; “Müsbet milliyet, hayat-ı iç*timaiyenin ihtiyac-ı dahilisinden ileri geliyor; teavüne, tesanüde sebeptir; menfeatli bir kuvvet temin eder; uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade te’yid edecek bir vasıta olur.” 38

    İslâm birliği hakkındaki görüşleri

    İslâm vahdet ve tevhid dinidir. Tefrika ve bölünmeyi yasaklar. Fitnelerin, tefri*kaların ve parçalanmaların zuhur ettiği dönemlerde kardeşliğe ve yakınlaşmaya dâvet eder. Ne yazıktır ki, bu ümmetin üzerine zillet ve geri kalmışlık bulutları çök*müştür. Zamanın gerisinde kalmış, olduğu yerden ilerleyememiştir. Üstelik bu gidi*şattan memnun, içinde bulundukları vaziyetten müsterihtirler. Allah’ın fazlı da olma*sa, belki de müşrikler arasında yer alacaklar. İşte bu kahredici atmosferde dinin ala*metleri yok olmakta, diğer yandan İslâm ümmetinin düşmanları olan kâfirler ve mü*nafıklar faaliyetlerini sürdürmekteydiler. Ancak Rabbü’l-Âlemin’in yoluna çağıran dâvâ adamları ve âlimler onlardan gelen tehlikelere ve tehditlere karşı bizzat karşı koymak yerine, bütün İslâm ümmetini birliğe ve bütünlüğe dâvet edip, aralarındaki ihtilafları ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı. Bu şekildeki hareket tarzını benimseyen*lerin en önde gelen ismi şüphesiz Bediüzzaman’dı. Vahdet meselesine çok önem veriyor, imanın zirvesinden bütün Müslümanlara şöyle sesleniyordu:

    “Ey ehl-i hak olan Ehl-i sünnet ve cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini mes*lek ittihaz eden alevîler! çabuk bu mânâsız ve hakikatsız, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir sûrette hükmeyleyen zındıka ce*reyanı, birinizi diğeri aleyhinde alet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlup ettikten sonra, o aleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve itti*hadı emreden yüzer esaslı rabıta-ı kudsiye mabeyninizde varken, iftiraki iktiza eden cüz’i meseleleri bırakmak elzemdir.” 39

    İkbal aynı konuda şöyle feveran eder; “Bizim nebîmiz bir değil midir? Dinimiz, Ka’bemiz, Kur’ân’ımız bir değil midir? İlahımız bir değil midir? Vahdetin bize ne zararı dokunmuştur? Bana söyleyin, tefrika ve ihtilaftan, nifaka ve şikaka düşmekten bu ümmet ne fayda görmüştür?” 40

    Edebiyat hakkındaki görüşleri

    Allâme İkbal bir şairdir. Şiirlerini Urduca ve Farsça kaleme almıştır. Fikirlerini genelde şiirle dile getirmiştir. Şiirleri ise gayet ilmi ve fikrî incelikler ihtiva etmek*tedir. Bu eserlerinden bir kısmı başka dillere tercüme edilmiştir. Bu da onun bu alandaki maharetine bir delildir. Bediüzzaman ise bir itirafta bulunur; “San’at-ı hat ve nazımda istidadımdan çok müştekiyim. Nazım, vezin ise; ömrümde bir fıkra ya*pamamıştım.” 41 Ancak, Risale-i Nur’u teemmülle okuyan herkes görür ki, bu eserin adeta sihirli bir kalemden, fasih bir lisandan aktığını anlayabilir. Tür şairlerin efendisi olan Mehmed Akif’e kulak verelim ve Üstadın edebiyatı hakkında bilgi edi*nelim; “Şekspir ve Hügo gibi büyük şairler, edebiyat ve felsefe açısından ancak Bediüzzaman’ın talebeliği derecesine çıkabilirler.” 42 Bizler de diyoruz ki, onun edebiyatı gerçekten çok yüksektir.

    İslâmî çözüm hakkındaki görüşleri

    Din üç daireden oluşur. Birinci daire, ibadât ve ahkâm-ı fer’iyyedir. İkinci daire, i’tikad konuları, üçüncüsü ve merkezi prensibi dini tecrübelerdir. Ancak mütefekkir*lerden çok azı bu noktayı anlayabilmişler ve eserlerinde buna yer vermişlerdir. Aynı şekilde, mezkur iki âlimimiz de bu ilmi beyan etmişler, kesb-i iman ve dini tecrü*bede rüsûh olmaksızın islami hayatın ve toplumun kurulamayacağını bilmişlerdir. İs*lâm toplumu, hakikate sadece dini tecrübelerin takviyesiyle başarıya ulaşabilir.

    Bediüzzaman Said Nursi, Müslümanların derin iman şuurunu kaybettiren, aydın fikirler ortaya çıkaran güçlü akl-ı selimi söndüren şiddetli belalara ve dehşetli sıkıntı*lara karşı koymaya çalışır. Ümmeti eleme garkeden bu kötü durum, bunlara ilave olarak, başta sona bütün dünyada, çevresini tamamen kuşatan tehlikeleri hissetme duyguları da kaybettirmişti. Bediüzzaman’ın nazarında gerçek İslâmî çözüm yolu derin terbiye-i imaniye ve istikametli terbiye-i akliyeden geçmektedir. İman ve düşünce kuvveti bir kuşun gökyüzünde uçmasını birlikte sağlayan iki kanadı gibi*dir. 43

    Güç durumlar karşısında ye’se ve ümitsizliğe düşmemek, imanın alametlerinden olan ümid, zafer, fetih ve Allah’a tevekkül, İslâm mücahidlerinin en bariz sıfatların*dandır. İşte, Bediüzzaman bu maücahidlerden birisidir. Düşmanca saldırıların şid*detle devam etmesine rağmen İslâmın pek yakın zamanda muzaffer olacağı ümidini taşır. “Bediüzzaman İslâm ümmetinin başına yağmur misali yağan bela ve sıkıntı*lara, şahsının maruz kaldığı baskılara ve sürgünlere rağmen istikbalin İslâmın olaca*ğını söylüyordu. Dinin içinde bulunduğu bu sıkıntılı ve hazin kış mevsiminin ardından bir baharın geleceği, bütün beşeriyetin bu bahardan en iyi şekilde nimetleneceği, çünkü insanlığın buna muhtaç olduğu müjdesini veriyordu. İslâm baharının gelme*sine hiç bir şeyin engel olamayacağını ve inşaallah mutlaka geleceğini haber veri*yordu.” 44

    Filozof şair Muhammed İkbal ise,1930 yılında Kahire’de verdiği bir konferansta, bir İslâm devletinin kurulmasına dair büyük bir ümidinin olduğunu söylüyordu. Şöyle diyordu; “Gidişat onu göstermektedir ki, salih bir toplumun oluşturulması, iç*timai hayatın tanzimi, iktisadi problemlerin çözümü ve medeniyetin doğru hedef*lere yöneltilmesi için İslâm nizamı ideal bir çözümdür. Akide ve amel, ruh ve madde, fert ve toplum arasında bu nizamın tatbiki, İslâm beldelerinin yöneticileri açısından büyük harikalar doğuracaktır. Alemdeki bütün düşünürler, onun üslubun*daki yenilik konusunda fikir sahibidirler.” 45

    Birer müceddid olarak Bediüzzaman ve İkbal

    Yukarıda İkbal’in fikir yapısının neş’et etmesinde büyük rol oynayan şahısların varlığından söz etmiştik. İkbal, bunlara çok önem vermiş ve değer göstermişti. Af*ganî ve mevlevî gibi mürşidlerin yolunu takip etmiştir.

    Bediüzzaman ise müstakildir. Herhangi bir fikir ekolünü tedris etmemiş, her*hangi bir üstada talebelik yapmamış, herhangi bir siyasi parti veya teşkilata bağlan*mamıştır. Bununla beraber, kendi alanında büyük bir lider konumundadır. İman sancağını yükseltmiş, kelime-i İslâmı yüceltmiştir. Bir tek üstadı vardır; Kur’ân. Allah ona müceddidlik yolunu ilham etmiştir. Bu konuda Dr. Muhsin Abdülhamid şöyle der; “Hiç şüphesiz Bediüzzaman, bu zamanda takip ettiği meslek açısından benzer*siz bir müceddiddir. Çünkü o, muayyen bir ilimden yola koyulmamış, bir üstadın önünde diz çökmemiş, böyle birisinin söyledikleri ve yazdıklarına bağımlı kalmamış*tır. Üstadları alabildiğine çok, tedris ettiği ilimler müteaddid ve mütalaa ettiği maarif gayet geniş olmasına rağmen bu özellikleri değişmemiştir.” 46

    Muhsin Abdülhamid şöyle devam ediyor; “Bediüzzaman’ın, imanların kurtarıl*ması, nizam-ı İslâma dâveti, düşmanların hilelerinin boşa çıkarılması açısından Türki*ye’deki Müslümanların hayatını tecdid etmesi ve onları Rabbani kalıplarla şekillen*dirmesi, böyle muasır bir dünyada ve muasır medeniyet mücadeleleri çerçevesinde gerçekleşmiştir.” 47 Şöyle devam eder:

    “Şüphesiz ki o, zaman-ı hâzır, mekân-ı hâzır ve medeniyet mücadeleleri çerçe*vesinde, Kur’ân’ın hakikatleri ve üstadlığında, Resul-ü Âzamın (a.s.m.) yöneti*minde, geçmiş mücahid âlimlerin kitaplarında belirlenen yüce ve asil değerler doğrultusunda Müslümanların hayatlarını yenilemek istiyordu.” 48

    Buradan hareketle Bediüzzaman müceddidlerden midir, yoksa değil midir? Bu suali cevaplamadan önce diyoruz ki: Muslih bir müceddidin, düşmanların İslâmı yok etmek, İslâmî ve dini ruhu izale etmek için gayret ettikleri böyle bir fesad-ı ümmet ve gurbet-i İslâm zamanında İ’la-yı kelimetullah dâvâsını ayağa kaldırması ve dini ıslah etmesi gerekir. İslâm sadece isimden, Kur’ân sadece bir resimden, mescidler sadece birer şekilden ibaret kalsa da, düşmanlarına mukavemet gösteren, onlarla mücadele eden, Müslümanların kalplerindeki iman nurunu sabitleştirmek için var gücüyle çalışan birisi olması gerekir. Şimdi tekrar soruyoruz; Bediüzzaman Said Nursî bu husûsiyetleri taşımıyor mu? Tabii ki, evet. Gerisine artık sen karar ver. O halde bu insan bir müceddid değil midir? Buna Muhsin Abdülhamid şöyle cevap veriyor; “Hiç şüphesiz o, gerçek bir müceddiddir. Çünkü o, ne geriye dönmeye ne zaman-ı hazırda kalmaya çağırmıyor. İslâmî hareketin ve İslâm medeniyeti dü*şüncesinin, her asında ulaşılan medeniyet seviyesine paralel olarak yenilenmesine inanıyor.” 49

    İkbal de aynı konumdadır. İslâm ümmetinin müptela olduğu ye’s, hüzün ve korku hastalığının ilacını bilmektedir. Bu hastalıkları hayatı öldüren, tevhid inancını izale eden ssebepler olarak niteler. Şöyle der; “Kendini bil! Sonra bu ümmet içinde ve kurtuluş yolunda fani ol.” İkbal, Müslümanların uyanmaları ve gerçek izzet ve kerametlerine tekrar sahip olmaları için devamlı çağrıda bulunur. Aynı zamanda bu çağrı, şeriat esasları doğrultusunda devamlı değişmeyi, İslâm düşüncesini hürriyete kavuşturmayı da içine alır. Bu çerçevede tasavvuf ve tarikatlere şiddetli bir savaş açar ve her ümmette bu tür ruhbani kesimin şeriat ve kununlarını ibtale yol açtığını isbatlamaya çalışır.

    İkbal, Batı medeniyetinin materyalist değerlerini reddeder. İslâm beldelerindeki Batı sömürgeciliği karşısındaki konumu, onun mezalimi, düzenbazlıkları ve işlediği ayıplara karşı direnen bir özellik taşır.

    İkbal, Hindistan’daki Müslümanların hayatına büyük yenilikler getirmiş, onları İs*lâmın gerçek yoluna çekmeye çalışmış, İslâm hakikatlerini açıklamaya, kalplerini imanla doldurmaya ve meselelerini cesurca çözme inancını aşılamaya gayret et*miştir.

    Sonuç olarak; Bu çalışmamızla, Bediüzzaman’ın şahsiyetini inceleme, görüşlerini sergileme, harika ve örnek şahsiyeti hakkında bilgi sahibi olma, özellikle İslâm dâ*vâsı sancağını taşıyan ulema ve mütefekkirlere nisbeten içinde bulunduğu konumu tesbit etme hakkında bir şeyler söylemeye çalıştık. Gördük ki o bütün mesaisini, İs*lâm ümmetinin evlatlarının ve halklarının ellerinden tutup, onlardaki nur-u imanın yeniden diriltmek, önlerindeki yolu aydınlatmak, hayat-ı Kur’âniyeyi tekrar sağla*mak, onları maddeci ve ilhadî fikirleri karşısında manevi ve kültürel zırhlarla koru*mak için harcamış.

    Şüphesiz bu araştırma, daha uzun nefezlere, derin nazarlara ve sürekli gayret*lere muhtaçtır. Çünkü Bediüzzaman’ın şahsiyetini bütünüyle ihata edecek, şümullü ve şeffaf bir şekilde sergileyecek çalışmalar yapılması gerekir.

    Bu panelin, böyle bir yolda atılacak bir adım olmasını, Kur’ân’ımızın müfessiri ve zamanımızın bedîi (harikası) allame Bediüzzaman Said Nursî’nin hatırasını ebedileş*tirme yolunda güzel ve tebrike şayan bir amel olmasını diliyorum.

    ____________________

    1 Doç. Dr. CELAL CELALİZÂDE

    1960 yılında İran’da dünyaya geldi. Halen İran-Kürdistan Üniversitesi İslâm Hukuku Bölü*münde Öğretim Görevlisidir. Sekiz kadar tercüme eseri yayınlanmıştır. Bunlardan bazıları şun*lardır:

    1- Şafiî fıkhıyla ilgili en-Nefahatu’s-Samediyye

    2- Yine Şafiî fıkhıyla ilgili el-Gayetu ve’t-Takrib

    3- Yusuf Kardavî’nin Tevhid Hakikatı.

    2 Muhammed Kürd Ali, Ricâlât Fi’l-Ümme, 1, Dımaşk-1988

    3 Silsiletü’l-Ehâdisü’s-Sahiha, lil-Elbânî, 2/150

    4 Muhsin Abdülhamid, Mütekellimü’l-Asr‘il-Hadis, s.: 102

    5 Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman, Necmeddin Şahiner, s.: 73

    6 İkbal el-Lahurî, Divan-ı İkbâl (Farsça) s.: 82

    7 Sözler, s.: 339

    8 Divan-ı İkbal, s.: 464

    9 Bilinmeyen Taraflarıyla, s.: 117

    10 A.g.e., s.: 85

    11 İkbal, İhyaü Fikri’d-Dinî

    12 Tarihçe-i Hayat, s.: 91

    13 İkbal Külliyatı, s.: 464

    14 Sözler, s.: 449

    15 Sözler, s.: 452

    16 İkbal Külliyatı, s.: 85

    17 Sözler, s.: 505

    18 A.g.e.

    19 İhyaü Fikru Dinî, s.: 35

    20 Endişe Hêy-i İkbâl Lahurî, s.: 306, Tahran-1370

    21 Bediüzzaman Said Nursî Fi Mu’temer Alemî Havle Tecdidi’l-Fikri’l-İslamî, s.: 116, 1992

    22 Lem’alar, s.: 115

    23 A.g.e.

    24 Ârâü İkbal, s.: 347, Tahran.

    25 Fi Mu’temer Alemî, s.: 118

    26 Mektubat, s.: 59

    27 Mektubat, s.: 59

    28 Mütekellimü’l-Asr, s.: 205

    29 Mektubat, s.: 21

    30 Mektubat, s.: 398

    31 İkbal Lahûrî Şair-i Bârî, s.: 20, Tahran

    32 Külliyat-ı İkbal, s.: 190

    33 Mektubat, s.: 77

    34 İkbal Lahûrî Şair-i Bârî, s.: 20

    35 A.g.e., s.: 21

    36 Mektubat, s.: 298

    37 A.g.e., s.: 299

    38 A.g.e., s.: 299

    39 Lem’alar, s.: 26

    40 Endişe Hêy-i İkbal, s.: 154

    41 Sözler, s.: 646

    42 Bediüzzaman Said Nursî, İhsan Kasım, s.: 188

    43 Hallü’l-İslâmi, s.: 106, Dr. Muhammed Desûkî.

    44 A.g.e., s.: 107

    45 A.g.e., s.: 123

    46 Mütekellimül-Asr, s.: 96

    47 A.g.e., s.: 98

    48 A.g.e.

    49 A.g.e.



  5. #15
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995

    BEDİÜZZAMAN’A GÖRE İÇTİHAD

    MUSTAFA BAKTIR 1

    I- İÇTİHADIN TARİFİ VE MÜÇTEHİDİN ŞARTLARI

    A- İçtihad nedir?

    İçtihad, bir şeyi elde etmek için güç ve çaba harcamak mânâsına gelen “Cehd” kökünden gelmektedir.

    Istılahda ise, müçtehidin şerî hükümleri muayyen delillerden elde etmek için bütün gücünü sarfetmesidir. Bu tarifin tahlilini yapacak olursak, karşımıza şu ana unsurların çıktığını görürüz:

    1) Şerî bir meseleyi anlamaya çaba sarfeden kimsenin müçtehid olması.

    2) Müçtehidin meseleyi iyice kavramak için bütün gücünü sarfetmesi.

    3) Müçtehidin bu gayreti, şerî ve amelî hükümleri anlamak için olmalı.

    4) İçtihadın, muayyen delillerden istinbat yoluyla, belli esaslara riayet edilerek yapılması. Buna göre, bir meseleyi kitaplardan veya âlimlerden sorarak öğrenmek içtihad değildir.

    Müçtehid, içtihad melekesine sahip olan ve müçtehidde bulunması gereken şartları şahsında toplayan kimsedir. Şimdi de müçtehidde bulunması gereken şartları görelim.

    B- Müçtehidde bulunması gereken şartlar

    1) Arapçayı bilmek: Müçtehidin herşeyden önce, arapçanın uslübunu, belağatını ve bu dilin inceliklerini çok iyi bilmesi gerekir. Çünkü İslâmın iki ana kaynağı olan Kur’ân ve Sünnet arapçadır.

    2) Kur’ân’ı bilmek: Dinin birinci kaynağı Kur’ân-ı Kerim olduğu için, hepsini ge*nel olarak bilmekle birlikte, fıkhî hükümlerle ilgili olan Ahkâm âyetlerinin daha de*taylı bir şekilde bilinmesi ve inceliklerine vakıf olunması gerekir.

    3) Hadis-i Şerifleri bilmek: İslâm Hukuku’nun ikinci ana kaynağı Resûlullah’ın (a.s.m.) hadisleri olduğu için, müçtehidin doğrudan ilgi alanına girmektedir. Hadis*lerin sadece muhtevaları değil, sıhhat dereceleri de bilinmelidir.

    4) Üzerinde İcma edilen hükümleri bilmek: Müçtehid fukahanın üzerinde ittifak ettiği meseleleri bilmeli ve onlara muhalif hüküm vermemeye azami hassasiyet gös*termelidir. Çünkü icma oan bir meselede içtihad etmek caiz değildir.

    5) Usûlü Fıkıh ilmini bilmek: Bir mesele hakkında içtihad yapılabilmesi için, şerî delillerin ve bunların öncelik sıralarının bilinmesi gerekir. Lafızların mânâları ve bun*lar arasındaki tercih sırası ancak bu ilmin bilinmesiyle mümkündür.

    6) Makasıdu’ş-Şerîa’nın bilinmesi: Bilhassa Şatıbî (v. 790/1388), Şeriat’ın mak*sad ve gayelerinin anlaşılması mânâsına gelen bu şart üzerinde hassasiyetle durur. Müçtehidde aradığı iki şarttan birincisi ve en önemlisi budur. 2

    7) İçtihada fıtraten kabiliyetli olmak: Müçtehidin isabetli ve çabuk karar verebil*mesi için, ince bir idrake, fıtrî bir kabiliyete ve zihnî berraklığa sahip olması gerekir. Bu kabiliyete sahip olmayan diğer şartları taşısa da müçtehid sayılmaz.

    8) İyi niyet ve itikadının düzgün olması: İmam Gazâlî’ye (v. 505/1111) göre, müçtehidin fetvasının kabul edilebilmesi için, önce günahlardan kaçınan, iyi ahlâk sahibi âdil bir kimse olması gerekir. Böyle olmayan kimsenin vereceği fetva da ka*bul edilmez. 3 Nitekim Bediüzzaman da içtihada teşebbüs eden kimselerde, “takvâ-yı kâmile” ve “zaruriyyatı diniyyeye imtisal” niyetinin bulunmasını şart koşmuştur. 4

    II- İÇTİHAD KAPISI AÇIK MI, KAPALI MI?

    İçtihad konusunda en çok tartışılan meselelerden birisi de, herhangi bir asrın müçtehidsiz kalmasının caiz olup olmadığıdır. “Hulüvvü’l-Asri mine’l-Müçtehidîn” şeklinde ifade edilen bu konu, bazan da içtihad kapısının açık veya kapalı olması şeklinde tartışılmıştır. Hicrî dördüncü asırdan itibaren içtihad kapısının kapandığını ileri süren fukaha bulunmakla birlikte, içtihadın kıyamete kadar devam edeceğini söyleyenlerde vardır. Bu meselede âlimlerin farklı görüşlerini verip sonra da Bedi*üzzaman’ın tespit ve tahlillerini vermek istiyoruz.

    A- Hiçbir asır müçtehidsiz kalmaz diyenler

    Bir gurup âlime göre, bir asrın müçtehidsiz kalması mümkün değildir. Hanbelî ve bir kısım Şafiî âlimleri bu görüştedir. İmam Suyûtî (v. 911/1505) bu görüşte olu, karşı fikirde olanlara reddiye olarak müstakil bir eser kaleme almıştır. 5 Bu gö*rüşte olanların delilleri şu hadistir:

    “Ümmetimden bir gurup hak üzere olmakta devam edecektir. Onlara muhale*fette bulunanlar zarar veremeyecekler. Nihayet Allah’ın emri onlar bu halde iken gelecektir.” 6

    B- Herhangi bir asrın müçtehidsiz kalabileceğini kabul edenler

    Diğer bir gurup fukahaya göre ise, herhangi bir asrın müçtehidsiz kalması caiz*dir. Bu durum zaman zaman fiilen vukubulmuştur. Şevkânî (v. 1250/1832), İmam Gazâlî ve Fahrüddîn Râzî’nin (v. 606/1209) de bu görüşte olduğunu söylüyorsa da, 7 bizzat kendi kitaplarında rastlayamadık. Şafiîlerden Seyfüddîn el-Amidî (v. 631/1233), Hanefîlerden İbnü’l-Hümâm (v. 861/1457), İbnü Emîri’l-Hac (v. 879/1475) ve başka fakihlerin de bu görüşte olduklarını görmekteyiz. 8 Bunların delili ise Abdullah b. Amr’ın rivayet ettiği şu hadistir:

    “Allahü Teâlâ ilmi size ihsan ettikten sonra (hafızanızdan) zorla söküp almaz. La*kin cemiyetin ilim adamlarını bilgileriyle beraber cemiyet içinden alır. Artık kara cahil bir zümre kalır. O sırada halk bunlardan dinî ihtiyaçlarını soracaklar, onlar da (şahsî) re’y ve arzularıyla cevap vererek hem halkı idlal edecekler, hem de kendileri dalalette kalacaklar.” 9

    Bu görüşün sebebi, hicrî 3. asırdan itibaren hüküm verme ve içtihad yapma ko*nusunda büyük bir anarşi görüldüğünden içtihad kapısının kpanmasına hükmedildiği şeklinde izah edilmiştir. 10

    C- Şâtibî’nin görüşü

    Usûlü Fıkıh ilminde yeni bir çığır açan Şatıbî’nin yorumu ise bu görüşlerden farklıdır. Ona göre içtihad iki kısımdır:

    Birincisi: Kıyamete kadar devam edecek olan içtihad. Dünyanın sonu gelmeden bu içtihadın kesintiye uğraması mümkün değildir. Bu çeşit içtihad, üzerinde ittifak edilen illetin fürû meselede de aynen bulunup bulunmadığının belirlenmesi işlemini ifade eden “Tahkîku’l-Menât”tır. Meselâ Kur’ân-ı Kerim’de Allah “...İçinizden iki âdel şahid getirin...” 11 buyurmaktadır. Şeran hudutları belli olan “Adalet” vasfının kimde bulunup bulunmadığının tesbitine ihtiyaç vardır. Bu vasıf, Hz. Ebû Bekir’den başlayarak çok aşağılara kadar iner. Bu vasfın insanlarda bulunup bulunmadığının tesbiti için bütün gücün harcanması gerekir. Bu çeşit bir ictihadın her hakim, müftü ve hatta her mükellefde olacağı tabiîdir. Çünkü sıradan ümmî bir mükellef bile na*maz kılarken sehven fazladan yaptığı bir fiilin namzı bozup bozmayacağını, affedilir olup olmadığını değerlendirip karar verme durumundadır. 12

    İkincisi: Zaman içerisinde kesintiye uğraması mümkün olan içtihada gelince, bu da üç kısımdır:

    a) en-Tenkîhu’l-Menât: Bir hükmün konulmasında esas alınan vasfın içtihad yo*luyla diğerlerinden ayıklanıp ortaya konulmasıdır. Bazan naslarda asıl illet olması muhtemel olan vasıfla diğerleri müştereken zikredilmiştir. Asıl illetin mülgâ olanlar*dan içtihadla ayırdedilmesi gerekir.

    b) Tahrîcu’l-Menât: Bunda ise hükmü belirleyen nasda illete dair bir belirti veya açıklama yoktur. İçtihadla çeşitli yollardan illetin tesbiti gerekir.

    c) Yukarıda zikri geçen Tahkîku’l-Menât’ın ikinci bir kısmıdır ki, bu daha ince ve derin bir meseledir. Bunun da kesilme ihtimali vardır. 13

    D- Bediüzzaman Said Nursî’nin görüşü

    Bediüzzaman’ın bu meseledeki görüşü ve değerlendirmesi oldukça farklıdır. Ona göre içtihad kapısı açıktır. Ancak bu zamanda oraya girmeye bazı mâniler bulun*maktadır:

    1- İslâm dünyasında bid’atların çoğalması: Üstada göre kışta ve fırtınalı bir günde, yeni kapılar açmak şöyle dursun, küçük delikler bile kapatılır. Büyük bir se*lin hücumu sırasında, tamir için olsa bile duvarlarda delikler açmaya çalışmak, boğu*lup gitmeye vesile olabilir. Bediüzzaman sözlerine şöyle devam ediyor:

    “Öyle de, şu münkerât zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dâlâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyle, kasrı İslâmi*yetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak de*likler açmak, İslâmiyete cinayettir.” 14

    2- Dinin zaruriyatının tehlikeye girmesi: Bediüzzaman’a göre, bugün dinin temel esasları tehlikeye girmiştir. Bu temel esaslarda içtihada ihtiyaç zaten yoktur. Bunlar olmadan dinin ayakta kalması da mümkün değildir. O halde öncelikle dinin zaruriya*tının ikâmesine ve ihyâsına çalışılmalıdır. Diğer taraftan selefin içtihadları birçok meselede ihtiyaçlarımızı karşılayacak durumdadır. Üstada göre, durum böyle ol*duğu halde, bunları bir tarafa bırakıp yeni içtihadlar yapmak, “bid’akârane bir hıya*nettir.” 15

    3- Müctehidin yetişmesinde çevre faktörü: İnsanlık tarihine baktığımızda, her asırda bazı şeylerin rağbet gördüğünü, insanların onları elde edebilmek için bütün güçleriyle gayret ettiklerini görmekteyiz. Bediüzzaman’a göre, selef-i sâlihîn as*rında en mergub metâ, “Hâlik-ı Semavat ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzula*rını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesailini elde et*mek idi.” 16

    Üstad, Asr-ı Saâdete yakın dönemlerde müctehidlerin yetişmesindeki çevre fak*törünü şöyle açıklıyor:

    “İşte o zamanda, zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. O’na göre cereyan ettiğinden her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval ve vu*kuat ve muhâverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey, ona bir muallim hük*müne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidat ihzârını telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakın idi ki, kisbsiz içtihada kabili*yeti ola, ateşsiz nurlana... İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, Nûrun alâ Nûr sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.” 17

    Günümüzde ise müthiş bir mânevî kirlenme bulunduğundan müçtehidin yetiş*mesi için müsait olan bir çevreyi bulmamız mümkün gözükmemektedir. Üstada göre bunun üç ana sebebi bulunmaktadır: a) Avrupa medeniyetini Müslümanlar üzerindeki tahakkümü, b) Felsefe-i tabiiyyenin tasallutu, c) Hayat şartlarının ağırlaş*ması.

    Bu üç ana sebepten dolayı fikirler dağılmış, himmet ve yardımlaşma bölünmüş, zihinler ise mânevîyata karşı yabanileşmiştir. Böyle bir çevre içinde yetişen günü*müz insanının ilk dönemlerde yetişen bir müctehidin seviyesine gelebilmesi için on katı fazla bir zamana ihtiyacı vardır. 18

    4- İçtihad, zorlama ile değilde, tabiî seyri içinde olmalı: Her cisimde bir geniş*leme ve büyüme meyli vardır. Bu meyil tabiî olduğu için kemâle doğru bir gidiştir. Bir ağacın büyüyüp gelişmesi ve meyve vermeye başlaması gibi. Ancak bu geniş*leme dışardan olursa, onu tahrip edip yok olmasına vesile olur. Bediüzzaman aynı temsili içtihad konusuna şöyle tatbik ediyor:

    “İslâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takva-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin imtisali tarikıyla dahil olanlarda meylü’t-tevessü’ ve irade-i içtihad bu*lunsa, o kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyatı terkeden ve hayat-ı dünye*viyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü’t-tevsî ve irade-i içtihad, vücudu İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şerî zincirini çıkarmaya vesiledir.” 19

    5- Asr-ı Saâdete olan uzaklık: Selefi salihînin büyük müçtehidleri, asr-ı sahabeye yakın olduklarından, sâfî bir nur alıp halis bir içtihad yapabilirlerdi. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o asra uzak olduklarından açık meseleleri bile zorlukla görebilirler. 20

    Bediüzzaman, İçtihad Risalesi adını verdiği Yirmi Yedinci Söz’de, bu fikirleri ana başlıklar altında değerlendirmiştir. Bu bölümdeki ve başka eserlerindeki fikirlerinden çıkardığımız, içtihada mâni teşkil eden diğer sebepleri şöyle sıralayabiliriz:

    6- Avrupa Medeniyetinin ve inkârcı Batı felsefesinin Müslümanlar üzerindeki ta*hakkümü.

    7- Günlük hayatta geçim şartlarının ağırlaşması.

    8- Günümüzde fıkhî meselelere illet açısından değilde hikmet açısından bakıl*ması. Hernekadar hikmet de gözönünde bulundurulursa da, hüküm hikmet üzerine değilde illet üzerine binâ edilir.

    9- Dünya hayatının ön plana geçip, ahiret hayatının ikinci derecede kalması.

    10- Kolaylığa vesile olan “Zaruret Prensibi”nin yanlış anlaşılması. 21

    III- İÇTİHADIN ŞÛRA TARZINDA YAPILMASI

    Bediüzzaman, Osmanlı Devletinin çöküş dönemlerinde, İslâm âleminin dertle*riyle dertlenmiş, zaman zaman matbûât lisanıyla fikirlerini beyan etmiş, günün problemleri hakkında çözümler üretmiştir. Ona göre İstanbul’da hilafeti temsil eden Meşîhât Dairesi, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus olmayıp, bütün İslâm âlemi*nin müessesesidir. Bu daire bu sönük vaziyetiyle koca İslâm âlemini irşade tmek şöyle dursun İstanbul’un irşadına bile kâfi gelmiyor. Bu müessesenin, bütün âlem-i İslâmın itimadını kazanacak ve onlara karşı olan vazifesini hakkıyla yerine getirecek bir duruma getirilmesi gerekir. 22

    Üstad, zamanın değişmesiyle, ahkâmın değişebileceğine temas ederek, içtihadın niçin şûrâ tarzında olması gerektiğini şöyle açıklıyor:

    “Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve tadil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış az müte*hassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevidir ki, şûralar o ruhu temsil eder.”

    Bediüzzaman’a göre, müftünün sözünü halka kabul ettirebilmesi için böyle bir şûrâya ihtiyacı vardır. Ferd dâhi de olsa, şahs-ı mânevî karşısında bir sivrisinek gibi kalır.

    Üstad, cemiyette ortaya çıkan, “za’fı diyânet”, “şeâir-i İslâmiyetteki lâkaytlık”, ve “içtihaddaki fevzâ”, yani anarşinin sebebini de, meşîhatın zayıflığına ve sönük kalmasına bağlıyor. Zira böyle bir şûrânın kararından çıkan Şeyhulislâm sözü, en bü*yük dahiyi de içtihadından vazgeçirir, dolayısıyla birçok meselede ittifak hasıl olur.

    İçtihad ehliyetine sahip olan herkesin, içtihad yapma yetkisi vardır. Ancak bu iç*tihadın düstûru’l-amel alabilmesi için icmâ sabit olmalı veya cumhuru ulemâ tarafın*dan kabul edilmelidir. Fetvasını böyle bir şûrâdan çıkaran bir Şeyhulislâm mânen bu sırra mazhar olur. İslâm Hukukuna göre de öncelikle cumhurun görüşü ile amel edilmelidir. Fikir anarşisinin alıp yürüdüğü günün şartlarında böyle bir tedbire şid*detle ihtiyaç vardır. Bu şûrâ, merkezi hilâfet olan İstanbul’da gerçekleşmezse, zaruri olarak bir başka yerde teşekkül edecektir.

    Üstada göre, bu şûrâ teşkil edilmeden önce, “cemaat-i İslâmiye teşkilâtı” ve “evkâfın meşîhata ilhakı” gibi önceden yapılması gereken altyapının hazırlanması uygun ise de, bunlar sonradan da olabilir.

    Bu işi dolaylı olarak mebusların yerine getirebileceği düşünülebilir. Onların bu işi yapması dolaylı şekilde olur. Halbuki vasıtası doğrudan doğruya bu büyük vazifeyi ancak “halis İslâm bir şûrâ” yerine getirebilir. 23 Bu sırada mecliste gayr-i müslim mebusların olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır.

    Bediüzzamana göre, “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye”nin âdî bir komisyon olmaktan çıkıp bu yüce vazifeyi yürütebilmesi için; meşîhattaki daireler reisleri ile birlikte bu şûrânın tabiî azası olmalı ve bunlara ilaveten İslâm âleminden de şimdilik halkın iti*madını kazanmış on beş yirmi kişi daha çağırılmalıdır. Böylece şûrânın çekirdek kad*rosu teşekkül etmiş olur. 24

    Yine Bediüzzaman, 16 Şubat 1916’da Birinci Dünya Harbinde Erzurum’un Pa*sinler ovasında Ruslara karşı harbederken İşârâtü’l-İ’câz adlı arapça bir tefsir yaz*mıştır. Bu tefsirin girişinde, başarılı bir tefsirin ancak çeşitli fenlerde mütehassıs olan yüksek bir heyet tarafından yapılabileceğini bilhassa vurgulamıştır. 25

    Üstad, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’de vazifeli iken kaleme alıp bastırdığı “Leme*ât” adlı manzum eserindeki şu beşitlerde de aynı fikri işlemiştir:

    “İcmâ ile cumhurdur, sikke-i şerî görür. Bir fikre dâvet etmek; zann-ı kabûl-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor.

    Yoksa dâvet bid’attır; reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz...” 26

    Bediüzzaman, 1949-1952 yılları arasında yazdığı mektupların bir araya toplan*dığı Emirdağ Lahikası’nda, yıllar önce İşârâtü’l-İ’câz adlı tefsirinin başına yazdığı mukaddimeyi tercümesinde konumuzla ilgili meseleyi biraz daha net bir şekilde or*taya koymuş ve kırk sene önceki fikrinde musır olduğunu göstermiştir. İfadesi ay*nen şöyledir:

    “...Hem ferdin ahkâmda istinbatı ve içtihadında (hevesi karışmamak şartıyla) o kendi nefsi için amel edebilir, fakat başkalarına hüccet tutamaz. Tâ bir nevi icmâ o hükmü tasdik etsin. Nasıl ki: Ahkâm-ı şer’iyeyi tatbik ve tanzim ve icra etmek ve hürriyet-i fikirden neş’et eden mânevî anarşiliği kaldırmak için gayet lâzımdır ki; ulema-i muhakkikînden bir hey’et-i âliye bulunsun ki, o heyet umumun emni*yetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ulemanın onlara itimadıyla ümmet için bir nevi zımnî kefalet ve dâvâ vekili hükmünde olmaları cihetinde icmâı ümmet hücce*tinin sırrına mazhar oluyorlar. O vakit içtihadın neticesi o icmâ ile şer’an düstur olabilir. Ve icmâın tasdik ve sikkesiyle umuma şâmil oluyor...” 27

    Diğer taraftan Hanefî mezhebinin müessisi İmam Âzam Ebû Hanife’nin (v. 150/767) kendisine soruln bir meseleyi, içtihad derecesine ulaşmak kırk kişilik ta*lebe gurubuyla tartışıp, yazdırdığını kaynaklardan öğrenmekteyiz. 28

    Nitekim zamanınızda da İslâm Hukuku sahasında eser veren birçok kimsenin, bu çeşit bir içtihadın günümüz şartlarında daha isabetli olacağı kanaatına vardıklarını görüyoruz. 29

    IV- İÇTİHADLA İLGİLİ BAZI MESELELER

    A- Bir müçtehidin içtihadı diğerini bağlamaz

    Bediüzzaman’a göre, içtihadın şartlarını şahsında toplayan bir kimse, içtihad etse, bu içtihadı ancak kendisini bağlar. Başkasını bu içtihada uymaya zorlayamaz. Onun bu anlayışı şeriattandır, fakat şeriat olamaz. Bu kimse müçtehid olabilir, ancak müşerri, yani şeriat koyucu olamaz. 30

    Diğer taraftan müçtehid olan bir kimse, bir başka müçtehidi taklitle mükellef değildir. 31 Hadiste de belirtildiği gibi, 32 içtihadında isabete tse iki sevap, isabet etmezse gayretinin karşılığı olarak bir sevap alır. 33

    B- Şeriatın değişmesi ve mezheplerin ortaya çıkışı

    1- Şeriatın asırlara göre değişmesi

    Bediüzzaman’a göre mezhepler, şeriat sahibi olan Allah’ın gösterdiği nazarî düsturların anlaşılmasındaki farklılıklardan ortaya çıkmıştır. Kabili tevil olmayan “Zarûrât-ı Diniye”nin ve “Muhkemât” denilen düsturların hiçbir cihetle değişme im*kânı yoktur ve bunlar medâr-ı içtihad olamazlar. Onları değiştiren başını dinden çı*karmış olur. 34

    Şeriatların asırlara göre değişmesi ise şöyle izahe diliyor:

    “Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı pey*gamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyâ’dan sonra, şeriat-ı kübrâsı her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtayç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır. Evet, nasılki mev*simlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü Ahkâm-ı Şeriyenin teferruat kısmı, ahval-i beşeriyeye bakar.” 35

    Asırlara göre şeriatların değişmesinin sosyolojik sebepleri de şu şekilde açıklanı*yor:

    “Enbiyayı sâlife zamanında, tabakat-i beşeriye birbirinden çok uzak ve seciye*leri, hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca iptidâî ve bedeviyete yakın ol*duğundan, o zamandaki şeriatlar, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kitaba bir asırda, ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulu*nurmuş. Sonra, âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya iptidâî de*recesinden, idâdiye derecesine terakkî ettiğinden, çok inkılâbât ve ihtilâtat ile ak*vam-ı beşeriye birtek ders alacak, birtek muallimi dinleyecek, birtek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriate ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı mu*allime de lüzum görülmemiştir.” 36

    2- Amelî mezheplerin ortaya çıkış hikmetleri

    Bütün bu gelişmelere rağmen insanlık tamamen bir seviyeye gelemediğinden mezhepler ortaya çıkmıştır. Sosyal açıdan bütün insanlar bir seviyede olsa, o zaman mezhepler de birleşebilir. Fakat bu mümkün olamayacağından, mezhepler de bir*leşmez.

    Hak bir olduğu halde, mezheplerin farklı olması da şu misalle açıklanmıştır:

    “Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır. Şöyleki: Bi*risine hastalığının mizacına göre su, ilâçtır, tıbbenv aciptir. Diğer birisine, hasta*lığı için zehir gibi muzırdır, tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir, tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir, tıbben ona sün*nettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne menfaattir, afiyetle içsin, tıbben ona mü*bahtır. İşte hak burada taaddüt etti. Beyi de haktır. Sen diyebilir misin ki: ‘Su yalnız ilâçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur.’ ” 37

    Bu misalde olduğu gibi, ahkâm-ı ilâhiyye, mezheplere ve olanlara göre değişir. Bunların hepsi de hak ve maslahat olur. Nitekim Şafiî mezhebine tabi olanlar, Ha*nefîlere nisbeten köylülüğe ve bedeviliğe daha yakındır. Hanefîler ise çoğunluklu daha medenî ve şehirlidirler. Bu sosyolojik tabanın ibadet ve muâmelatta farklı hü*kümler ortaya çıkmasında tesiri büyüktür. 38

    C- Kur’ân’a dönme zarureti

    Bediüzzaman’a göre, “Cumhûru, burhandan ziyade me’hazdeki kudsiyet imti*sale sevkeder. Müçtehidînin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı.” 39

    Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’ân gösterilse idi, zihin tabii ola*rak ahkâmı tatbike teşvik eden ve vicdanı uyandıran “Kur’ân’ın kudsiyeti”ne intikal eder ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelir, imanın ihtarâtına karşı sağır ka*lınmazdı. 40 Üstada göre:

    “Şeriat kitapları, birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla mukallidlerin hatası yüzünden paslanıp, hicap olmuşlardır. Evet bu kitap*lar, Kur’ân’a tefsir olmak lâzım iken başlı başına tasnifat hükmüne geçmişler*dir.” 41

    Bediüzzaman dinî meselelerde çoğunluğun nazarını, doğrudan doğruya Kur’*ân’a çevirmek için şu üç yolu kaydedip bunların ayrı ayrı değerlendirmesini yapı*yor:

    “1) Bu kitapları yazan müelliflerin lâyık oldukları hürmeti ve emniyeti tenkit ile kırıp o perdeyi izale etmektir ki, bu yol tehlikeli, insafsız ve o müellife zulümdür.

    2) Tedrîcî ve hususi bir metodla şeriat kitaplarını şeffaf birer tefsir suretine çe*virip içinde Kur’ân’ı göstermektir. Selef-i müçtehidînden Ebu Hanife’nin el-Fık*hu’l-Ekber’i ve İmam Mâlik’in Muvatta’ı gibi. Bir kimse İbni Hacer’in bir kitabına baktığında Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek için bakmalı. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci yol da za*mana muhtaçtır.

    3) Cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o örtünün üzerine çıkararak üstünde Kur’ân’ı gösterip, Kur’ân’ın halis malını yalnız ondan istemek ve vasıta ile elde edilen ahkâmı da vasıtada, yani kitaplarda aramaktır. Bir şeriat âliminin vaazına göre, bir tarikat şeyhinin vaazındaki tatlılık ve çekiciliğin sırrı buradadır. Ancak efkârı âmmenin rağbet ve teveccühünün çok olması, o şeyin kemalini göstermez. Belkide bu rağbet şiddetli ihtiyaçdan dolayıdır. Nitekim bir saatçi*nin-o günün şartlarında-bir allâmeden fazla ücret alması bunu göstermekte*dir.” 42

    Bediüzzaman, doğrudan Kur’ân’a yönelme hususundaki görüşlerini şu cümle*lerle bağlıyor:

    “Eğer cemaat-ı İslâmiyenin hâcât-ı zaruriye-i diniyesi bizzat Kur’ân’a mütevec*cih olsa idi, o Kitâb-ı Mübîn, milyonlarca kitaplara taksim olunan rağbetten daha şedit bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur. Ve bu suretle nüfûs üzerinde bütün mânâsıyla hâkim ve nâfiz olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan, bir mübarek derecesinde kalmazdı...” 43

    İslâm âleminde ve memleketimizde halen Kur’ân’a dönme meselesi geniş bir şekilde işlenmekte, eserler yazılmakta, sempozyumlar tertip edilmektedir. Ancak bu yapılanların genellikle Üstadın tasvip etmediği eski ulemâyı tenkit tarzında yapıldı*ğını müşahede ediyoruz. Bediüzzaman, bir çok meselede olduğu gibi, Kur’ân’a dönme konusunda da yıllar önce Osmanlılar döneminde yapmış olduğu değerlen*dirmelerde oldukça isabetli ve dengeli fikirler ortaya koymuştur.

    Sonuç

    Üstad Bediüzzaman’ın, içtihad konusunda, günün şartlarına göre orijinal ve kendine has fikirleri vardır. Ona göre içtihad kapısı açık olmakla birlikte, bu asırda o kapıdan girmek için bazı mâniler bulunmaktadır. Bu fikir yalın olarak bırakılmamış, Müslümanların halihazırdaki sosyal ve ekonomik yapısı çeşitli açılardan tahlil edilerek delillendirilmiştir. Diğer taraftan içtihada konu olacak günümüz Müslümanının bazı problemlerinin, şûrâ tarzında ehliyetli bir topluluk tarafından tartışılarak neticeye bağlanmasının daha isabetli olacağı kanaatına varılmıştır.

    Şeriatın ana kaynağı olan Kur’ân-ı Kerimin konumu, mezheplerin ortaya çıkış sebepleri ve içtihadla ilgili diğer hususlarda, Üstadın yapmış olduğu tahlil ve değer*lendirmeler, gerçekten dikkat çekicidir.

    ____________________

    1 Prof. Dr. MUSTAFA BAKTIR

    1952’de Kayseri’nin Hacılar ilçesinde doğdu. Erzurum İslâmî İlimler Fakültesini bitirdi ve aynı fakülteye İslâm Hukuku Asistanı oldu. 1982’de doktor, 1988’de doçent ve 1994’de profesör oldu. Halen aynı fakültede İslâm Hukuku Öğretim üyesi olup, aynı zamanda Erzincan İlahiyat Meslek Yüksek Okulu Müdürlüğü görevini yürütmektedir.

    “Ashab-ı Suffa” ve “İslâm Hukukunda Zarûret Hali” gibi eserleri vardır.

    2 Şatıbî, İbrahim b. Musa b. Muhammed, el-Muvâfakât fî Usûli’s-Şerîa, Mısır, ts., IV, 105, 106.

    3 Gazalî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed, el-Mustasfâ min İlmi’l-Usûl, Mısır, 1324, II, 350.

    4 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 451.

    5 Suyûtî, Celâlüddîn Abdurrahman, Kitâbü’r-Redd alâ men Ahlede ilâ’l-Erd, Beyrut, 1983, s. 97, Şevkânî, Muhammed b. Ali, İrşâdü’l-Fühûl, Beyrut, ts. s. 222, İbnü Bedrân, Abdülkadir b. Ahmed, el-Medhal, Dârü İhyâi’t-Türâsî’l-Arabî neşri, ts. s. 191, Zuhaylî Vehbe, Usûlu’l-Fıkhi’l-İslâmî, Dımışk, 1986, II, 1070, Karaman, Hayreddin, İslâm Hukukunda İçtihad, Ankara, 1975, s. 183.

    6 Buhârî, Tevhîd, 29, VIII, 189, İtisâm, 10, VIII, 149, Müslim, İmâre, 170, H.No: 1920, Tirmizî, Fiten, 51, İbni Mâce, Mukaddime, 1.

    7 Şevkânî, s. 223.

    8 Amîdî, Seyfüddîn Alî b. Ebî Alî, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, Kâhire, 1968, IV, 202, 203, İbnü’l-Hümâm, Ke*mâlüddîn Muhammed, et-Tahrîr fî’l-Usûl (et-Takrîr ve’t-Tahbîr ile birlikte), Beyrut, 1983, III, 336, Muhammed b. Nizâmüddîn el-Ensârî, Fevâtihu’r-Rahamût, Mısır, 1324, II, 399.

    9 Buhârî, İlim, 34, I, 33, İtisâm, 7. VIII, 148, Müslim, İlim, 13, H.No: 2673 Tirmizî, İlim, 5, İbni Mâce, Mukad*dime, 8, Dârimî, Mukaddime, 26.

    10 Zekiyüddin Şaban, İslâm Hukuk İlminin Esasları, terc. İ. Kâfi Dönmez, Ankara, 1990, s. 378.

    11 65/Talak: 2.

    12 Şatıbî, Muvafakât, IV, 89-93.

    13 Şatıbî, IV, 95 v.d.

    14 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul, 1960, s. 449.

    15 Bediüzzaman, Sözler, s. 450.

    16 Bediüzzaman, Sözler, s. 450.

    17 Bediüzzaman, Sözler, s. 450.

    18 Bediüzzaman, Sözler, s. 450.

    19 Bediüzzaman, Sözler, s. 451.

    20 Bediüzzaman, Sözler, s. 452-453.

    21 Bediüzzaman, Sözler, s. 450-451.

    22 Bediüzzaman Said Nursî, Sünûhat, İstanbul, 1977, s. 37, 38. (Bu eserin ilk olarak 1338 (1922)’de İs*tanbul’da basıldığını belirtelim.)

    23 Bediüzzaman, Sünuhât, s. 38-39.

    24 A.e., s. 40.

    25 Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, İstanbul, 1993, s. 8.

    26 Bediüzzman Said Nursî, Sözler, s. 658.

    27 Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, İstanbul, 1959, II, 89.

    28 Muhammed Hamidullah, İmam-ı Âzam ve Eseri, terc. Kemal Kuşcu, İstanbul, 1963, s. 37-39.

    29 Bkz. Ali Hasebullah, Usûlü’t-Teşrîi’l-İslâmî, Mısır, 1971, s. 108, Abdulvahhâb Hallâf, Mesâdıru’t-Teşrîi’l-İslâmî, Kuveyt, 1970, s. 13, Karaman, Hayreddin, s. 234-235.

    30 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 657.

    31 Bediüzzaman, S. N., Muhâkemât, s. 42.

    32 Buhârî, İ’tisâm, 21, VIII, 157, Tecrid-i Sarih, XII, 411.

    33 Bediüzzaman, S. N., Mektûbât, İstanbul, 1964, s. 50.

    34 Bediüzzaman, S. N., Mektûbât, s. 407.

    35 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 454.

    36 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 454.

    37 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 454.

    38 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 455.

    39 Bediüzzaman, S. N., Sünûhat, s. 31.

    40 A.e., s. 32, Ayrıca bkz. Sözler, s. 656.

    41 Bediüzzaman Said Nursî, Sünûhat, s. 31-32, Sözler, s. 656.

    42 Bediüzzaman, S. N., Sünûhat, s. 32-33.

    43 A.e., s. 34.



  6. #16
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995

    BEDİÜZZAMAN’A GÖRE KUR’ÂN-I KERİMİN İ’CÂZ YÖNLERİ

    AHMED HALİD ŞÜKRÎ 1

    Mukaddime

    Kalemle ilmi öğreten Allah’a hamd, Efendimiz Muhammed’e, onun âl ve saha*bilerine salât ve selâm olsun.

    Kur’ân-ı Kerim zengin bir deryadır. Türlü türlü inci ve mercanlarla doludur. Onu araştırma ve incelemede derinleştikçe daha önce bilmediğin sır ve incelikleriye kar*şılaşırsın. Sen de elde ettiğinle yetinemez, bulduklarının sonunu getiremezsin.

    Bu nedenledir ki Kur’ân hakkında çok sayıda eser yazılmış, çok çeşitli yönlerden ve değişik üsluplarla pek çok kitap kaleme alınmıştır. Bu konuda eser verenlerden biri de, Bediüzzaman Said Nursî’dir. O gerçekten bu alanda çok büyük gayretler göstermiş ve uzun bir vakit sarfetmiştir. Allah’ın Kitabı olan Kur’ân-ı Kerim âyetleri üzerinde inceden inceye düşünmüş, mânâlarını tefekkür etmiş, mu’cizelik yönlerini çok değişik açılardan ele almış, ondan latîf mânâlar ve büyük dersler çıkarmıştır. Görüp tesbit edebildiği mânâ hazinelerini akıcı kalemi, derin ve ince ifadeleri ve sehl-i mümteni’ özelliğini taşıyan üslubuyla yazıya dökmüştür. Böylece Risale-i Nûr, şaşkınlar için bir nûr, takva sahipleri için de nûr üstüne nûr olmuştur. Bizim adımıza Yüce Allah onu en güzel biçimde mükâfatlandırsın, bu hizmetini kendisi için ahirette bir nûr ve manevî azık ve sevap eylesin.

    Ben, Bediüzzaman’ın İ’câzu’l-Kur’ân konusundaki düşünceleriyle ilgili yazmaya karar verdiğimde, kendimi başı göklere değen bir zirve ve bu ilimde derinlere kök salmış bir allame ile yüzyüze buldum. Bu nedenle meseleyi gayet ciddi bir biçimde ele almak, konuyu etraflıca incelemek, büyük bir gayret sarfetmek, onun görüş ve sözleri üzerinde derinlemesine düşünmek ve bunları tekrar tekrar mütalaa etmek gerekti. Ancak bu şekilde sözü edilen fikirler tam olarak vuzuha kavuşur ve bunlar*dan kastettikleri net bir biçimde ortaya çıkar. İşte bu çaba ve gayretin semeresi olarak sunulan araştırma ortaya çıktı. Tesbitlerimi, Bediüzzaman hakkında İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından İstanbul’da düzenlenen bu sempozyuma takdim edi*yorum.

    Yüce Allah’tan, salih amellerimizi kabul buyurmasını, bunun daha fazlasına bizi muvaffak kılmasını, Üstadımız Bediüzzaman’a ve diğer üstadlarımıza rahmet etme*sini niyaz ediyorum. Başarı yalnız Allah’tandır.

    Bediüzzaman’ın belirttiği i’câz yönleri

    Bediüzzaman’ın eserlerini okuyan kimse, İ’câzu’l-Kur’ân konusunda birçok par*çalar bulacaktır. Bu konuyu diğer eserlerinden daha çok, daha açık ve daha kap*samlı olarak Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesi ve İşârâtü’l-İ’câz’da ele almıştır.

    Okuyucu görecektir ki, Bediüzzaman birçok i’câz yönlerini kesin bir dil ile ifade etmiştir. İ’câz hakkındaki değişik yerlere serpiştirilmiş bulunan ifadeleri toplandı*ğında, kesin olarak kabul ettiği vecihleri belirlemek mümkün olur. Biz de araştır*mamızın bu bölümünü bu konuyu açıklamaya ayırdık.

    Okuyucu, Bediüzzaman’a göre i’câz vecihlerinin sayısını araştırdığında büyük bir hayrete düşecektir. Nitekim, bir çok yerde bu vecihlerin kırk olduğunu belirtir. Başka birkaç yerde yedi vecih olduğunu söyler. Diğer taraftan bazı ifadelerinde bu sayı iki yüze, hatta birkaç yüze çıkar. O halde bu sayılardan Bediüzzaman tam ola*rak neyi kast ediyor? Acaba bu, i’câz vecihlerini belirlemede bir tereddüt müdür? Yoksa önce belli bir sayıyı doğru bulup, daha sonra bu kanaatını değiştirip başka bir sayıya mı geçmiştir? Ya da, bu sayıları te’lif edip uzlaştırmanın kendince belli bir yolu mu vardır? İşte bu problemi çözmek için bunların zikredildiği ibareleri tek tek araştırdım. Gördüm ki, bunlar üzerinde düşünüldüğünde açık bir sonuç çıkarmak mümkündür. Önce bu ifadeleri kaydetmeyi ve buradan da Bediüzzaman’ın bu sayı*lardan neyi kastettiğini anlamayı uygun gördüm:

    İşârâtü’l-İ’câz’da şöyle demektedir:

    “Onüç asırdan beri yedi vecihle i’câzı tasdik edilen Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın Haşir hakkındaki beyanatı, saadet-i ebediyenin geleceğine kâfi bir delil değil mi*dir? Başka bir delile ihtiyaç var mıdır?” 2

    Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesinin Zeylinde şöyle demektedir:

    “...Kur’ân’ın i’câzından yedi büyük vechi varken , yalnız bir tek vechi olan be*lağatının-tek bir süresinin-mislini getirmekten istinkâfları...” 3

    İkinci Zeyl’de şöyle demektedir:

    “Risâle-i Nûr’da ve bilhassa Kur’ân’ın kırk vech-i i’câzını icmâlen isbat eden Yirmibeşinci Söz, zeyilleriyle beraber ve Kur’ân’ın nazmındaki vech-i i’câzı harika bir tarzda isbat eden Arabî Risale-i Nûr’dan İşârâtü’l-İ’câz tefsiri bilfiil göstermiş*ler ki...” 4

    Yedinci Lem’a’da şöyle demektedir:

    “İşte Kur’ân’ın enva-ı i’câzından olan ihbar-ı gayb nev’inin lemeat-ı i’câziyesi âyât-ı Kur’âniyede o kadar çoktur ki, hasra gelmez. Ehl-i zâhirin kırk elli âyete hasretmeleri, nazar-ı zârî iledir. Hakikatte ise binden geçer. Bazen bir âyette dört beş vecihle ihbâr-ı gaybî bulunur.” 5

    Yirmidokuzuncu Mektûp’ta şöyle demektedir:

    “Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ikiyüz aksam-ı i’câziyesinden nakşî bir kısmını gös*terecek bir tarzda, Kur’ân-ı Azîmüşşânı Hafız Osman hattiyle taayyün eden ve âyet-i müdâyene mikyas tutulan sahifeleri...” 6

    Aynı eserde şunları söylüyor:

    “Kur’ân-ı Azîmuşşân’ın enva-ı i’câzı kırka bâliğ olduğu, İ’câz-ı Kur’ân namındaki Yirmibeşinci Sözde bürhanlariyle isbat edilmiş. Bazı envâ’ı tafsilen, bir kısmı icmâ*len muannidlere karşı dahi gösterilmiş...” 7

    Yine aynı eserde şöyle demektedir:

    “Şimdi o tabakanın fehmini ve zevkini teshil etmek için; kırk vücûh-u i’câzdan göz ile görülen bir vechini, bir Kur’ân’ı yazdırdık ki, o yüzü göstersin.” 8

    Ondokuzuncu Mektup’ta ise şöyle demektedir:

    “Resûl-i Ekrem (a.s.m)’in en büyük ve ebedî ve yüzer delâil-i nübüvveti câmi’ ve kırk vecihle i’câzı isbat edilmiş bir mu’cizesi dahi Kur’ân-ı Hakîmdir.” 9

    Yine Mektûbât’ta şöyle demektedir:

    “(Hz. Peygamber’in) Elinde bu kaînat sahibinin bir fermanı bulunduğu... ve o fermanı, her asırda üçyüz milyondan ziyade insanların onu kabul ve tasdik ettik*leri... ve o ferman olan Kur’ân-ı Azimuşşanın yedi vecihle harika olmasıdır. Ve bu Kur’ân’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu... ve kâinat Halıkının sözü bulunduğunu kuvvetli delilleriyle beraber, Yirmibeşinci Söz-Mu’cizât-ı Kur’âniye-namında ve Risâle-i Nûr’un bir güneşi olan meşhur bir risalede beyan edilmesinden...” 10

    Risâle-i Nur’da bulunan bu ibareleri böylece kaydettikten sonra, had ve hesaba gelmez i’câz lem’aları bulunduğunu zikreden ifade, bütün bu lem’aların bir tek çeşit yani, “İhbar-ı Gaybî” kısmı altına girdiğini görüyoruz.

    İ’câz vecihlerinin ikiyüz olduğunu söyleyen ifadede yer alan bu vecihlerin genel i’câz vecihleri kapsamına giren fer’î kısımlar olduğu anlaşılıyor.

    Geriye bu vecihlerin yedi ve kırk olduğunu belirten ifadeler kaldı. Bu ifadeler üzerinde iyice düşündüğümüzde görüyoruz ki, bu kırk vechin tafsilini Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesine havale ediyor ki gerçekten bu risalede bu vecihler zikr ve tafsil edilmiş. Bu risaleyi mütalaa eden görecektir ki, Bediüzzaman Kur’ân’ın i’câz vecih*lerinden birini önce icmalen zikrediyor, arkasından bu vechin kapsamına giren cüz’*iyatı detaylı bir biçimde açıklıyor. Bundan anlaşılıyor ki, Bediüzzaman’ın i’câzın yedi vechinden maksadı, genel veya bellibaşlı vecihlerdir; kırk vecihden maksadı ise, tafsilî, ince veya bu genel vecihler kapsamına giren fer’î olanlardır.

    Buradan, Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın i’câz vecihlerinin sayısı hakkındaki maksadı ortaya çıkıyor. Ben bu bölümde, İ’câzü’l-Kur’ân’ın yedi büyük veya genel yönünü belirlemeye çalışacağım. Nitekim Bediüzzaman bu yedi vechi zikretmiş, fakat neler olduklarını açık olarak belirtmemiştir. Ayrıca, bunlar arasındaki tedahül ve tekrarı da gidermeye çalışacağım. Şunu da göz önünde bulundurmak gerekir ki, Bediüzza*man’ın i’câz vecihleri olarak zikrettiği bazı noktalar da vardır ki, bunlar gerçekte, izah ve isbatı geçen vecihlerin netice ve meyveleri durumundadır. Bu konunun so*nunda, Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesinde açıklanan i’câz vecihlerini gösteren bir şe*maya yer vereceğim.

    1. Kur’ân’ın nazmı: Bediüzzaman, nazmın Kur’ân-ı Kerimin i’câz vecihlerinin en birinci ve en açığı olduğu görüşünde. Bu i’câz vechini açıklamak amacıyla çok de*ğerli eseri İşaratü’l-İ’câz isimli tefsirini kaleme almıştır. Bu eserinde, tefsirini yaptığı âyetleri, Kur’ân-ı Kerimin bu i’câz yönünü gösterecek biçimde ele almıştır. Bu ese*rinde şöyle bir metod izlemiştir: Tefsir edeceği âyet veya âyetlerden önce bir mu*kaddimeye yer verir. Bazen bunu terkettiği de olmuştur. Sonra âyetlerin tefsirini yapar. Akabinde, âyetin önceki ve sonraki âyetlerle nazm ve irtibatını açıklar. Ar*kasından âyetin cümlelerinin ve cümlelerdeki kelime ve harflerin birbirleriyle olan münasebetlerini beyan eder. Nitekim kitapta defalarca bu metoduna işaret etmek*tedir. Bu işaretlerinden birisi şudur: “Şu İşârâtü’l-İ’câz adlı eserden maksadımız; Kur’ân’ın nazmına, lafzına ve ibaresine ait i’câz işaretlerini ve remizlerini beyan et*mektir. Çünkü i’câzın mühim bir vechi, nazmından tecelli eder. Ve en parlak i’câz Kur’ân’ın nazmındaki nakışlardan ibarettir.” 11 Şu sözü de buna örnektir: “Bil ki, Kur’ân-ı Kerimin i’câzının esası, nazmının belağatıdır. Nazmın belağatı da iki kısım*dır. Bir kısmı, ziynet gibi, bir kısmı da elbise gibidir.” 12 Üstad aynı eserde şöyle de demektedir: “Kur’ân-ı Kerim i’câzının en dakik vechi, nazmının belağatında*dır.” 13

    Bu nedenledir ki, Prof. Dr. Muhsin Abdulhamîd İşârâtü’l-İ’câz’ın tahkikli Arapça baskısının takdiminde şöyle demektedir:

    “Öyle görüyorum ki, Üstad Nursî, bu nazım nazariyesini güzel ve sağlam bir şekilde incelemiş, sonra da kendisinden önce tefsir yazan Zemahşerî, Râzî ve Ebû Suud gibi zâtların bu nazariyeyi tam bir sistem olarak ve sırasına göre Kur’ân’ın bütün sûre, âyet ve lafızlarına tek tek şâmil gelecek şekilde tafsilatlı olarak uygulamaya çalışmadıklarını görmüş ve bu büyük müfessirleri örnek ala*rak-fakat onlardan farklı olarak-tam, tafsilatlı ve şümûllü bir şekilde uygulaya*cağı bir tefsir yazmak istemiştir. O, bu tefsirinde, söz konusu nazım nazariye*sini, cümlelerin hem lafız ve hem de mânâlarına, lugâvî, külli ve cüz’i, aklî ve zevkî maarif açısından da uygulanmıştır. Kur’ân nazmının inceliklerini keşfetmek için bu nazariyeye dayanmış, Kur’ân’ın mu’cizeliğini bununla göstermiş ve Kur’ân üslûbunun ince hususiyetlerini ortaya çıkarmıştır. Kur’ân’ın bu üslûb hususiyet*leri ki, kendisinden önceki beliğ Arabi ifadelere muhalefet etmiş, beliğleri hayret*te bırakmış, fesihlerin dilini kesmiş ve böylece tâ Kıyamete kadar onlara meydan okuduğunu ispat etmiştir.”

    Gerçekten de İşârâtü’l-İ’câz, i’câzü’l-Kur’ân’ın bu vechini isbat alanında çok de*ğerli bir çalışma sayılır. Bu konuyu, pek çok âyeti örnek göstererek tatbikî bir bi*çimde isbat eder. Bediüzzaman’ın bu eserini, çok zor ve çetin şartlarda, Birinci Dünya Harbinde avcı hattında kaleme aldığı da gözönüne alındığında değeri bir kat daha artar. Bu eser, üslubu, metodu ve yazıldığı şartlar itibariyle müstesna bir özel*lik taşır.

    2. İcâz: Bediüzzaman, îcâzın nazımdan sonra Kur’ân’ın i’câz vecihleri arasında ikinci sırada yer aldığı görüşündedir. Bu görüşünü, birkaç yerde dile getirmiştir. Örnek kabilinden şu sözlerine yer verelim: “Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın esas-ı i’câ*zının-en mühimlerinden-belağatından sonra îcâzdır. İcâz, i’câz-ı Kur’ân’ın en me*tin ve en mühim bir esasıdır. Kur’ân-ı Hakîm’de şu mu’cizane îcâz, o kadar çoktur ve o kadar güzeldir ki; ehl-i tahkik, karşısında hayrettedirler.” 14

    Üstad daha sonra birçok âyetleri örnek olarak zikrederek dediklerine delil geti*rir. 15

    3. Kur’ân-ı Kerim lafızlarının fesahat ve câmiiyeti: Bediüzzaman Kur’ân lafızla*rındaki fesahata birçok yerde değinmiştir. Aynı şekilde Kur’ân’ın lafız, mânâ, ilim, konu ve üslubundaki camiiyeti de muhtelif vesilelerle beyan etmiştir. Bazen de, aralarındaki iç içelik ve yakınlıktan dolayı lafızdaki camiiyeti fesahata ekleyerek ikisini birlikte zikretmiştir.

    Bediüzzaman’ın, lafızların fesahatinden hareketle i’câzın bu vechini açıklayan bir*çok ifadeleri vardır. Ona göre, her bir kelimenin, her bir harfin, hatta bazen bir sü*kûnun bile gerçekten pek çok fonksiyon ve vecihleri vardır. 16 Üstad bunun da bir çok örneklerine yer verir. 17

    4. Üslûb-u bedi’: Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerimin üslubundaki harika bedaatın, i’câz vecihlerinden biri sayıldığına işaret eder. Ona göre: “Kur’ân’ın üslubları hem garibdir, hem bedi’dir, hem acibdir, hem mukni’dir. Hiçbir şeyi hiçbir kimseyi taklid etmemiş. Hiç kimse de onu taklid edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üsluplar tarave*tini, gençliğini, garabetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.” 18

    5. Beyanının beraatı: Kur’ân-ı Kerimin beyanı hitab tabakalarının en a’la merte*besindedir. Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi, bu vechi beyan eden birçok misalleri ihtiva ediyor. 19

    6. Mânâsının belağatı: Bediüzzaman, bu vechi beyan ederken fazla tafsilata gi*rişmemiştir. Sadece, bunun i’câz vecihlerinden biri olduğunu kesin olarak ifade eden birkaç kısa işaretle yetinmiştir. 20

    7. Kur’ân’da zikredilen ulûm ve maarif: Bu vechin kapsamına pek çok husus gi*riyor. Kur’ân-ı Kerimin i’câz vecihlerinden birisi de, insanlığın ilerlemesiyle henüz yeni yeni keşfedilen ilmî gerçeklere taalluk eden özlü işaretleri ihtiva etmesidir.

    Üstad Bediüzzaman, Kur’ân’da zikreden peygamber mu’cizelerinden, beşeri, benzerlerine ulaşmak için çalışmaya teşvik ve teşci’ eden işaret ve anahtarların ala*nıbileceğine dikkatleri çekiyor. Şöyle ki:

    “Sanki Kur’ân-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikayeleriyle terakkiyatın esasla*rına, temellerine parmakla işaret ederek: ‘Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, bir takım örnek ve nümunelerdir. Telâhuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız’ diye ihtar etmiştir. Evet mazî istikbalin ayinesidir; istik*balde vücuda gelecek icâdlar, mazide kurulan esas ve temeller üzerine bina edi*lir.” 21

    “Meselâ, "Rüzgarı da Süleymana boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi." (Sebe Sûresi, 12) âyeti, ‘Hz. Süleymân, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’etmiştir’ der. İşte bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır. Bu mertebeye yetiş ve yanaş. Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisaniyle manen diyor: ‘Ey insan! Bir abdim, hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.” 22

    Okuyucu, Bediüzzaman’ın bu konudaki sözlerini okurken onun meseleye olan şiddetli taraftarlığını ve tam kanaatını açıkça görebiliyor. Bu taraftarlık ve kanaatını latîf ve tatlı bir ifadeyle belirtiyor. 23-Bildiğim kadarıyla-bu noktaya ondan önce temas eden olmamıştır.

    Bu i’câz vechinin kapsamına giren bir husus da, Kur’ân’ın gaybden haber ver*mesidir. Nitekim Kur’ân’ın, insanların insan olarak ulaşmaları ve bilmeleri mümkün olmayan birçok gaybî hususları bize bildiren âyetlerinin bulunduğunu görüyoruz. Bu gayblerden biri, geçmiş zamanla ilgili, biri-birçok nevileriyle-gelecek zamanla il*gili, biri de hakaik-i İlâhiye, kâinattaki gerçekler ve ahiretteki konularla ilgilidir. 24

    Bediüzzaman, Kur’ân âyetlerinde gayble ilgili haberlerin çokluğuna işaret eder:

    “İşte, âhir-i Feth’in mezkûr üç âyeti, o vücuh-u i’câzından yalnız ihbar-ı gaybî veçhinin çok vücuhundan yalnız yedi veçhini bahsettik. Cüz-ü ihtiyarî ve kadere dair Yirmi Altıncı Sözün âhirinde, şu âhirki âyetin hurufatının vaziyetindeki mü*him bir lem’a-i i’câza işaret edilmiştir. Bu âhirki âyet, cümleleriyle Sahabeye bak*tığı gibi, kayıtlarıyla dahi yine Sahabenin ahvâline bakıyor. Ve elfâzıyla Sahabe*nin evsâfını ifade ettikleri gibi, hurufâtıyla ve o âyetteki hurufâtın tekerrür-ü ade*diyle yine Ashab-ı Bedir, Uhud, Huneyn, Suffe, Rıdvan gibi tabakat-ı meşhure-i Sahabede bulunan zatlara işaret ettikleri gibi, ilm-i cifrin bir nev’i ve bir anahtarı olan tevafuk cihetiyle ve ebced hesabıyla daha çok esrarı ifade ediyor.” 25

    Mucizat-ı Kur’âniyenin icaz vecihlerinin şematik şekli

    ____________________

    1 Dr. AHMED HALİD ŞÜKRÎ

    1960 yılında Ürdün’ün Amman şehrinde doğdu. 1977 yılında Kur’ân hıfzını tamamladı ve tecvid konusunda icâzet aldı. 1983 yılında Medine-i Münevvere İslâm Üniversitesi Kur’ân-ı Kerim ve İslâmî İlimler Fakültesi’nden mezun oldu. 1987 yılında aynı üniversitenin yüksek lisans bölü*münü “el-Bahru’l-muhît tefsirinde kıraat” adlı master teziyle tamamladı. 1991 yılında da aynı üniversitede doktorasını bitirdi.

    Hikâye ve tiyatro dalında eserler yazmıştır. Gazetelerde birçok ilmî makalesi yayınlanmıştır. 1993-1994 yılları arasında Kur’ân-ı Kerim’i Koruma Cemiyeti’nde danışmanlık ve idare heyeti azalığı görevinde bulunmuştur. 1990 yılında Medine-i Münevvere İslâm Üniversitesi tarafından dinî hizmetler için ABD’nin çeşitli şehirlerine gönderilmiştir. 1988 yılında bir müddet Almanya’*da bulunmuştur. Ürdün’de birçok sempozyum ve panellere katılmıştır.

    2 İşârâtü’l-İ’câz: s. 60.

    3 Sözler: s. 418.

    4 Sözler: s. 425.

    5 Lem’alar, 7. Lem’a, s. 31.

    6 Mektûbât, 29. Mektûp, Üçüncü Risâle Olan Üçüncü Kısım, s. 457.

    7 A. g. e. aynı sayfa.

    8 Mektûbât, 29. Mektûp, Üçüncü Kısım, s. 458.

    9 19. Mektûp, 18. İşâret, s. 212.

    10 19. Mektûp, 18. İşaret, s. 248.

    11 İşârâtü’l-İ’câz: s.11.

    12 İşârâtü’l-İ’câz s. 141.

    13 İşârâtü’l-İ’câz: s. 226.

    14 Mektûbât, 26. Mektûp, I. Mebhas, s. 360.

    15 A.g.e, s. 360-361.

    16 el-Kelimât: s. 451.

    17 A.g.e, s. 437, 452-456.

    18 Sözler, s. 346.

    19 el-Kelimât: s. 439-457.

    20 el-Kelimat: s. 439-457.

    21 İşârâtü’l-İ’câz: s. 238.

    22 Sözler: s. 237.

    23 Bkz. İşârâtü’l-İ’câz: s. 301-304; el-Kelimât: s. 277-296.

    24 el-Kelimat: s. 468-471.

    25 Lem’alar: 7. Lem’a’nın son paragrafı.



  7. #17
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995

    BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’YE GÖRE KUR’ÂN’IN MÛCİZELİĞİNİ AÇIKLAMA METODU



    ZİYAD HALİL MUHAMMED ED-DEĞAMİN 1



    BİSMİLLAHİRRAHMANİ’R-RAHİM

    Mukaddime



    Âlemlerin Rabbine hamd, enbiyanın önderi ve peygamberlerin sonuncusu olan Efendimiz Muhammed’e, onun bütün âl ve sahabilerine ve kıyamete kadar ona gü*zelce tabi olanlara salat ve selâm olsun.



    Eskiden olduğu gibi günümüzde de âlimler Kur’ân-ı Kerimi inceliyor ve onun her çağda hayatın bütün müsbet yeniliklerini muhtevi, beşerî sistemlere karşı koy*maya muktedir ve faydalı mesajlarla dolu bir hazine olduğunu görüyorlar. Bugün de Kur’ân-ı Kerimin meydan okuma kapısı ardına kadar açıktır. O, gerçek marifet yolunu çizme, hakikî düşünce metodunu ortaya koyma, faydalı medeniyetin temel*lerini kurma ve ideal hayatın prensiplerini belirleme konusunda insanlara ve cinlere meydan okumaya devam etmektedir. Alimler, her geçen gün onun i’câz vecihle*rinden bir yenisini keşfetmektedirler. Eskiden derlerdi ki: “Fesahat insanları hayran bırakıp akıllarını çelen, onun beyanındaki güzelliktir.” “O, ihtiva ettiği gaybî haber*leri ve gelecekle ilgili ihbarlarıyla mu’cizedir.” “O’nun mu’cizelik yönlerinden biri de, kalbleri etkilemesi, ruhları cezbetmesidir.” “Kur’ân gibi, dinlenildiğinde sesi ku*lağa değer değmez kalbe damlayan ne nesir, ne de şiir başka bir söz göremezsi*niz.” “O’nun mu’ciziğinin bir yönü de kâinat ve kanunları hakkında ihtiva ettiği ilmî gerçeklerdir. Yeni âlimler onun terbiye ve teşri’ alanında ihtiva ettiği prensiplerle mu’cize olduğunu söylüyorlar. Son olarak onun yeni bir mu’cizelik yönünden söz ediliyor. O da, metod ve öğretim ile ilgili eşsizliğidir. Bediüzzaman ise bütün bu i’*câz yönlerini özlü olarak şöyle dile getiriyor: “Kur’ân, mu’cizelerin deryası ve men*ba’ıdır.”



    Ben son derece üzüntümü ifade etmek isterim. Çünkü, günümüzde Kur’ân-ı Kerimin mu’cizeliği konusunda eser yazanların tamamı olmasa bile büyük bir kısmı Bediüzzaman Said Nursî merhumun konuyla ilgili yazdıklarından haberdar değiller*dir. Oysa Bediüzzaman İ’câzü’l-Kur’ân alanında nev’i şahsına münhasır ve cidden ilgi ve araştırmaya değer bir medod takip etmiştir. İ’câz konusundaki sözlerinin eşi ve benzeri yoktur. Bütün ümmet içerisinde onun hayatı kapkaranlık bir ortama ve zifiri gecelere tesadüf etmiştir. Hilafetin çöküşünü görmüş, İslâmın inanç ve ahlâkını yok etmeye, Müslümanları dininden ve kültüründen koparıp muasır Batı medeniye*tine peyk etmeye kararlı bir güruhun faaliyetlerine şahit olmuştur. Kendisi de boş durmamış, bunlara karşı Kur’ân ile meydan okumuştur. Mücadele Bediüzzaman’a göre, bir fikir, marifet, inanç ve medeniyet mücadelesidir.



    Bediüzzaman diğer ilmiyle amil âlimler ve salih evliyalar gibi Kur’ân’la yaşamış, bir an olsun onu bırakmamış ve ondan ayrı bulunmamıştır. Birinci Dünya Harbi es*nasında savaş meydanlarında düşmana karşı silahla bir kez mücadele etmişse, Kur’ân kılıncıyla çok kere mücadele etmiştir. Nitekim değerli eseri İşârâtü’l-İ’câz’ı cephede kaleme almıştır. Hayatı önemli hadiselerle dolu olmakla beraber, bu kısa süre içeri*sinde, hayatından, ufkunun genişliğini, fikrinin olgunluğunu, bakışının derinliğini ve görüşünün ileriliğini kesin olarak gösteren birkaç parlak noktaya dikkatinizi çekmek isterim:



    Medresetü’z-Zehra adıyla bir İslâmî üniversitenin kurulmasına yetkilileri dâvet etmiş, hattâ buna bilfiil teşebbüs etmiş. Kurmasını planladığı bu üniversite, ilimler arasında tefrik yapmama esasına dayanıyordu. Dolayisiyle, çağdaş ilimlerin yanısıra, Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i Nebeviye ilimleri de tedris edilecekti. Bu üniversitenin önemini anlattığı milletvekillerine şöyle sesleniyordu: “Vilâyat-ı Şarkıyye Âlem-i İs*lâmın merkezidir. Dinî ilimlerin yanında tecrübî ilimler de okutulmalıdır.” O bu üni*versitenin, Batıya ve materyalist felsefeye karşı sözkonusu fikrî mücadelenin min*beri olmasını amaçlıyordu. İngiliz sömürgeler bakanının, Kur’ân’ın ortadan kaldırıl*ması gerektiğine ilişkin beyanatı akabinde Bediüzzaman şöyle demiştir: “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş olduğunu bütün dünyaya göstereceğim ve isbat edeceğim!” Büyük ihtimalle Bediüzzaman, böyle bir üniversitenin kurul*ması düşüncesine davet ederken “el-Ma’hedü’l-Âlemî Li’l-Fikri’l-İslâmi”nin, teşvik ettiği “Bilginin İslâmîleştirilmesi” düşüncesinin farkındaydı. Bunun delili, matematik, astronomi, kimya, felsefe, jeoloji ve coğrafya gibi ilimlerin önemini idrak ederek onları öğrenmesi ve onları Kur’ânî asıllarına dayandırmasıdır. Risâle-i Nûr’u yazar*ken tefsir ettiği âyet-i kerimeler bu gerçeği te’yid ediyor. Hatta Bediüzzaman bu düşüncenin belli başlı öncüleri arasında yer alır.



    Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşına girmemesini daha doğru buluyordu. Bunun*la birlikte, savaş patlak verince gönüllülerden meydana gelen bir alay teşkil ederek Rus’lara karşı savaştı. Aynı zamanda İslâm dünyasını da cihada davet etti. İslâm dinini ve Müslümanları müdafaa yolunda güzel bir imtihan verdi. Başka türlü de ya*pamazdı. Çünkü o, bütün bir ümmetin dertlerini omuzlayan ve acılarını yüreğinde hisseden bir zattı.



    Bediüzzaman, yaşadığı asrın ve içinde bulunduğu ortamın şartlarını çok iyi bili*yordu. Kurnaz düşmanın bu din ve mensuplarına karşı giriştiği savaş ve mücadele*nin farkındaydı. Her tehlikeyi önceden sezebiliyor ve son derece müteyakkız dav*ranıyordu. Onun için vaktini ve kalemini bu dini savunmaya ve uğrunda mücadele etmeye adamış ve böylesine mücadele dolu bir ortamın ürünü olan Risale-i Nûr’u telif etmiştir. Bu nedenledir ki eserleri, Garbın materyalist felsefesine ve zararlı me*deniyetine karşı tam ikna edici bir cevap niteliğindedir. Onun Kur’ân-ı Kerimi anla*yıp olduğu gibi tanıtmaya çalışması, kendisine Kur’ân’ın esrar ve hakikatlerine vakıf olma imkânını vermiştir. Ona göre Kur’ân, “Şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi ve âyat-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercümân-ı ebedîsi ve şu âlem-i gayb ve şehâdet kitabının müfessiri ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlâhiy*yenin manevî hazinelerinin keşşafı ve sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakâikin miftahı ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisânı ve şu âlem-i şehâdet perdesi arka*sında olan ve âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitâ*bât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi ve şu İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, te*meli hendesesi ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin mâ ve ziyası ve insanlara hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insa*nın bütün hacat-ı maneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi’ bir kitab-ı mukaddestir...” Hiç şüphesiz bu, Kur’ân-ı Kerimin gaye, hedef ve maksatlarını kavrayan çok kapsamlı ve derin bir anlayışdır. Böyle bir anlayışın, Kur’*ân-ı Kerimin mucizeliğini açıklama konusunda çok açık bir etkisi vardır.



    Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerimin, Allah’ı tam olarak tanımaya götüren altı cehiti*nin olduğunu belirtir. Bu cihetlerin birincisi, Kur’ân’ın nokta-ı istinadıdır ki, vahiydir. İkincisi, hedeflediği iki dünya saadetidir. Çünkü Kur’ân’ın irtibat ve alakaları sonsuz*luğa ve âhirete kadar uzanmaktadır. Üçüncüsü, apaçık mu’cize oluşudur. Dördün*cüsü, kesin delil ve kati’î bürhan direklerine dayanmasıdır. Beşincisi, vicdanı şahit tutmasıdır. Öyle ki, kalbe saçtığı ruhî nefhalara karşı hayranlığını gizleyemeyen vic*dan, “Maşaallah!” demekten kendisini alamaz. Altıncısı, ihtiva ettiği çok sayıda “Dü*şünmez misiniz?” gibi ifadelerle aklı konuşturup tasdike sevketmesidir. “Kur’ân’ın verdiği meyveler, hem mükemmeldir, hem hayattardır. Öyle ise, Kur’ân ağacının kökü hakikattadır, hayattardır. Çünkü meyvenin hayatı, ağacın hayatına delâlet eder. İşte bak; her asırda ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel ve kâmil zîhayat ve zînûr meyveler vermiş.”



    Kur’ân-ı Kerimin bu şümullü tanımını Bediüzzaman Kur’ân âyetleri üzerinde in*ceden inceye düşünüp tefekkür etmekle, hatta Kur’ân atmosferinde yaşamakla elde edebilmiştir. Mu’cizelik yönlerini ortaya çıkarması da yine aynı ince tefekkür vasıta*sıyla olmuştur. Bu da Bediüzzaman metodunun, muhakeme ve tefekkür temelle*rine dayandığını isbatlamakta ve ona orijinallik ve bağımsızlık kazandırmaktadır.



    Hiç kuşkusuz Bediüzzaman’ın sahip olduğu geniş kültür birikiminin ve tahsil et*tiği pek çok modern ilimlerin, onun Kur’ân’ı anlaması, mu’cizeliğini ortaya koyması ve onu yorumlaması konusunda büyük etkisi olmuştur.



    İ’câz konusundaki metoduyla ilgili olarak önce dağınık bir biçimde risaleler ha*linde neşredilen, daha sonra Sözler, Lem’alar, Mektûbât ve İşârâtü’l-İ’câz mecmu*alarında toplanan pek çok eserlerinde tekrar edilen uzun izahlarını inceledim. Bu konudaki sözlerini derleyip tertip ettim. Bediüzzaman, Abduülkahir el-Cürcânî, ez-Zamehşerî ve es-Sekkakî’den etkilendiğine göre, sözkonusu âlimlerin de sözlerini açıklamayı ve Bediüzzamanın izahlarıyla karşılaştırmayı uygun gördüm. Bu amaçla müstakil bir başlık altında, bazı âyetlerin izahı konusunda kendisiyle ez-Zamehşerî arasında bir mukayese yaptım. Böylece Bediüzzaman’ın i’câzı tam olarak tanıyıp zevkettiğini ve eski âlimlerin konuyla ilgili açıklamalarının sınırlarında durmayarak farklı ve orijinal noktalar ortaya koyduğunu göstermeye çalıştım. Bundan önce mu’cize ve i’câzın tanımını yaptım. Nazmî i’câz konusunda detaylı açıklamalarda bulundum. Sonra, risalelerinde işaret ettiği i’câz vecihlerinin sayısıyla bağlı kalmaya*rak Bediüzzaman’a göre i’câz vecihlerini ele aldım. Ele aldığım i’câz vechinin muh*tevasına uygun olarak yeni başlıklar koydum. Ya sözlerini kısaca naklettim veya fikir ve anlayışını kendi ifadelerimle aktardım. Bazı meseleleri tartışmaya tabi tutup ka*naatımı belirttim. Sonuç bölümünde de, vardığım çok sayıda neticeyi özet olarak kaydettim.



    Bediüzzaman’ın eserlerini Arapçaya tercüme ettiğinden dolayı İhsan Kasım Bey’den ve bu sempozyumu düzenleyen kardeşlerimizden Allah razı olsun. Başarı Allah’tandır. O bize kâfi ve ne güzel vekildir!



    Mucize ve i’câzın sözlük ve terim anlamı



    Rağıb el-İsfahanî, el-Müfredât isimli eserinde şöyle demektedir: “Acz” kelimesi “Aczü’l-insan (insanın arkası)” teriminden alınmıştır. Acz kelimesi başka varlıklar için kullanıldığında hep insanın bu yönüne benzetilerek kullanılmaktadır. Yüce Allah Kur*’ân-ı Kerimde bu kelimenin çoğulu olan "A'cez" kelimesini kullanmaktadır: "Keennehum a'câzu nahlin münkairin “O rüzgâr onları sökülmüş hurma kütükleri gibi yere seri*yordu” 2



    “Acz” aslında bir şeyden geri kalmak ve bir işe uluşamamak demektir. Dübur kelimesi açıklanırken de bu noktaya temas edilmiştir. Halk arasında, bir şeyi yerine getirmeye gücü yetmemek olarak örf haline gelmiştir. Acz, kudretin zıttıdır. Kur’*ân-ı Kerimde "A'ceztü en ekûne" olamadım mı?" 3 âyetinde de kullanılmıştır. Arap*ça’da, “A’ceztü fülanen”, “Aceztühü”, “Cealtühü acizen” deyimleri de kullanılır. Yaşlı kadınlar için “Acûz” ifadesinin kullanılması bir çok işten aciz bulunmasından dolayıdır.



    Terim olarak “mu’cize” ise, peygamberlik iddiasiyle birlikte vukua gelen, ben*zerini getirmek mümkün olmayan harikulade olay demektir. Mu’cize, Allah’ın pey*gamberlik iddia eden kimseyi doğrulamak için onun eliyle meydana getirdiği bir delildir.



    Bediüzzaman’ın mu’cizeye getirdiği tanım da bu anlamdadır. O bu konuda şöyle demektedir: “Mu’cize ise, Halık-ı Kâinat tarafından onun dâvâsına bir tasdiktir; ‘Sadakte (kulum doğru söyledi ona itaat edin) hükmüne geçer” Bediüzzaman mu’*cizenin, inkârcıları ikna amacıyla peygamberlik iddiasını tasdik için geldiğini, yoksa onları imana zorlamak için olmadığını belirtir. Bu çok ince bir işaret olup, onun ge*nel olarak İslâma, özel olarak mu’cizeye olan yaklaşımında kullandığı metodunu yansıtmaktadır. Bediüzzaman, bu ölçüyü Kur’ân’dan almış ve bütün risalelerinde harfi harfine uygulamıştır.



    Kur’ân-ı Kerimin mu’cizeliğini isbat metodu



    Bediüzzaman, tıpkı el-Cürcânî, ez-Zamehşerî ve es-Sekkâkî’nin belirttikleri gibi Kur’ân’ın mu’cize oluşunun üç yolla bilinebiliceğine işaret eder. Bu yollardan birin*cisi, Kur’ân’ın hayret uyandırıcı belağatiyle Arapların üzerine bir güneş gibi doğması ve kendilerinin ona karşı muaraza edememeleri. İkincisi, binlerce ehl-i ilim ve tetki*kin, onun beşer sözlerinde birarada bulunması mümkün olmayan meziyet, güzellik ve hakikatleri topladığına ilişkin şehadetleri. Üçüncüsü:-Cahız’ın belirttiği gibi-peygamberlik iddiasını çürütmaya şiddetle muhtaç oldukları halde Arap fesahat ve belağatçılarının ona muaraza etmeye yanaşmamaları.



    Bediüzzaman, Kur’ân’ın mu’cizeliğini isbat konusunda risalelerinin birçok yerinde bu yolları zikretmiş ve şunu ilave etmiştir: “Kur’ân’ın, kendisini her cihetten incele*yen binlerce âlimlerin ihtimamlarına mazhar olması, onun bir mu’cize-i İlâhiye ol*duğuna kesin bir delildir.”



    O, Kur’ân’ın mu’cize oluşunu şu sözleriyle belirtmektedir: “Bil ki: Kur’ân’ın i’câzı onu tahriften muhafaza etmiştir. Hiçbir müfessir, müellif, mütercim veya muharrifin sözleri, sair semâvî kitaplarla karışıp onları muharref kıldıkları gibi âyetlerle karışa*mıyor ve onların kisvesine bürünemiyor.”



    Sarfa yoluyla i’câz konusundaki görüşü



    Bediüzzaman, bazı mu’tezilî ve şiî âlimlerin iddia ettikleri gibi, Kur’ân-ı Kerimin mu’cizeliğinin sarfa yoluyla olduğunu kabul etmez. Sarfa konusunda en doğuru yaklaşımın Cürcânî, Zemahşerî ve Sekkakî’nin görüşü olduğunu belirtir. O da, “Beşer kudretinin Kur’ân’ın yüksek nazmının derecesine ulaşamadığı” gerçeğidir. Bediüzzaman, bazı âlimlerin, Kur’ân’a bir kelimeyle olsun muaraza edilememesinin sebebi, Allah’ın insanlara bu imkânı vermemesi ve bundan çevirmesinden dolayıdır, şeklindeki sözlerine değinerek şöyle değerlendirir: “Kur’ân’ın i’câzının sarfa yoluyla olması ise mercuh (zayıf) bir görüştür.” Bediüzzaman, âlimlerin büyük çoğunluğu*nun görüşünü tercih eder. O da şudur: “Kur’ân’daki letaif-i belağat ve mezaya-yı meanî, kudret-i beşerin fevkindedir. (...) Çünkü, Kur’ân-ı Hakîmin cümleleri, keli*meleri birbirine bakar. Bazı olur ki, bir kelime on yere bakar; onda, on nükte-i be*lağat, on münasebet bulunuyor.”



    Meydan okuma safhaları



    Bediüzzaman, Kur’ân’ın benzerini getirme konusunda insanlara meydan okuma merhalelerini açıklar, bir eserinde bu merhaleleri dokuza çıkarırken, başka bir ese*rinde sekiz merhaleyi belirtmekle yetinir. Bu merhaleler şunlardır:



    1) Şu Kur’ân’ın, Muhammedü’l-Emîn gibi bir ümmîden nazîrinin getirilmesi.



    2) O zat ümmî olmasın, gayet âlim ve kâtib olsun.



    3) Bir kişi bunu yapamıyorsa, bir tek zat olmasın, hepiniz birleşiniz de öylece getirmeye çalışınız.



    4) Bunu da yapamayacaksanız, eskiden yazılmış belîğ eserlerden de istifade edip, hatta gelecekleri de yardıma çağırıp, Kur’ân’ın nazîrini gösteriniz, yapınız.



    5) Eğer bunu da yapamıyorsanız, Kur’ân’ın yalnız on sûresinin nazîrini getiriniz.



    6) Eğer bunu da yapamıyorsanız, haydi hikayelerden, asılsız kıssalardan terkib ediniz.



    7) Bunu da yapamıyorsanız, kısa bir tek sûresinin nazirini getiriniz.



    8) Yoksa, din, can, mal ve iyalleriniz, dünyada da ahirette de tehlikeye düşecek*ler.



    Daha önce de belirttiğimiz gibi başka bir eserinde bu sekiz merhaleye bir mer*hale daha ekler. Buradaki yedinci maddeyi ikiye ayırır: Önce uzun bir sûrenin ben*zerini getirmeyi istemekle meydana okuma, sonra da kısa bir sûrenin benzerini getirmeyi istemekle meydan okuma.



    İşârâtü’l-İ’câz isimli eserinde de bu merhalelerin dokuz olduğunu belirtir. Fakat oradaki taksimi buradakinden birazcık farklılık gösterir. Şöyle ki: Birinci merhalede, meydan okumanın yüksek nazmının yanısıra, ihtiva ettiği hakikatler, ilimler ve gaybî haberleriyle ümmi bir zattan getirilecek bütün bir Kur’ân meydana getirmeye ça*ğırıldığını belirtir. İkinci merhalede, uydurma sözlerle de olsa Kur’ân gibi bir kitabın getirilmesinin istenildiğini zikreder. Bu durumda zamir daha önce on sûreye gön*derilirken burada ise, “Hakaik”a gönderilir. Sonra herhangi bir sûreyi, okuma yazma bilmeyen bir insandan getiremiyorlarsa, haydi bunu mâhir bir âlim yapsın, der. Bütün cin ve insanlardan yardım istemeyi ayrı bir merhaleye koyar. Doku*zuncu merhalede ise şöyle der: “Bizim şahitlerimiz yoktur, eğer muarazaya giriş*sek, bizi destekleyecek kimse yoktur’ diye gösterdikleri o bahaneyi de defetmek için, ‘Şühedanıza da müsaade edilmiştir. Onları da çağırın, size yardım etsinler”



    Bu merhaleler arasında büyük bir iç içelik göze çarpmaktadır. Bediüzzaman’ı bu merhaleleri böylesine detaylı bir biçimde açıklamaya sevkeden sır, Kur’ân’ın mu’*cize olduğu fikrini insanların, özellikle de muasırlarının ruhlarına derinlemesine nak*şetmek ve Kur’ân’a muaraza edemeyip kılınçla mukabeleye mecbur kalan kimsele*rin ne derece aciz olduklarını ortaya koymaktır. Diğer âlimler ise, sadece Kur’ân’ın saraheten belirttiği dört veya beş merhaleyi zikretmekle yetinmişlerdir.



    Bediüzzaman’a göre Kur’ân’ın i’câz yönleri



    Bediüzzaman Kur’ân’ın i’câz yönlerini açıklarken bir tek görüşle yetinmemiş, aksine sayısız vecihlere işaret etmiştir. Kur’ân-ı Kerimin her bir asırdaki bütün insan tabakaları için mu’cize olduğunu belirtmiştir. Bazı eserlerinde sadece “nazm” deni*len bir tek vecih üzerinde durur. Bazen, Kur’ân’ın yedi küllî vecihle mu’cize oldu*ğunu ifade eder. Bazen on küllî vecihten söz eder. Pek çok defa da, insanların de*ğişik tabakalarına göre kırk vecih i’câz yönünün bulunduğunu belirtir. Kur’ân’ın, i’*câzını muhtelif meşreb sahiplerine gösterdiğini, her bir meşrebin diğeri tarafından farkedilemeyen bir i’câz yönünü gördüğünü söyler. Bediüzzaman’a göre bunda garipsenecek hiçbir şey yoktur. Çünkü Kur’ân, maden-i mu’cizat, Nübuvvet-i Ah*mediyyeyi ve vahdaniyyet-i İlâhiyyeyi tam olarak isbat eden mu’cize-i kübradır.



    Bediüzzaman, Hz. Peygamber ile Kur’ân arasındaki ilişkiden hareketle de, Kur’ân’ın mu’cize oluşunu isbat ederek şöyle der: “Nasıl ki, Kur’ân bütün mu’cizat ve hakaıkiyle Hz. Muhammed’in (a.s.m) bir mu’cizesidir, Hz. Muhammed (a.s.m) de bütün mu’cizeleri, delail-i nübuvveti ve kemâlât-ı ilmiyesiyle Kur’ân-ı Kerimin bir mu’cizesi ve onun Rabbü’l-Âlemîn’in kelamı olduğuna bir hüccet-i katıasıdır.” “Kur’*ân, nübüvveti i’câz ile, i’câzı tahaddi ile, tahaddiyi ise onların sükutuyla isbat etti...”



    Ben, Bediüzzaman’ın pek çok eserlerinde zikrettiği i’câz vecihlerini, verdiği sayı*larla bağlı kalmaksızın ve görebildiğim ölçüde açıklayacağım.



    Birinci vecih: Kur’ân nazmının mucizeliği



    Bediüzzaman’a göre Kur’ân nazmının mu’cize oluşuna dair bir giriş:



    Bediüzzaman, Kur’ân nazmının mu’cize olduğunu açıklamaya başlamadan önce, kelâm-ı belîğin önemli özelliklerini ihtiva eden on iki meseleden meydana gelen bir mukaddimeye yer vermiştir. Çünkü Bediüzzaman bu meselelerin İ’câzü’l-Kur’ân konusunda en önemli yönü teşkil ettiği kanaatındadır. Bu mukaddimeyi özet olarak zikredeceğim. Daha detaylı bilgi için dileyen kaynağına başvurabilir.



    Birincisi: Kelamın nazmı, efkâr ve hissiyatın tabii mecrası, belağat nakışlarının da menşeidir. Kâinat, yaratıcı tarafından fesîh ve belîğ yaratıldığı gibi, sûretlerinden her biri de bir kudret mu’cizesidir. İşte, kelâm da vakıaya tıpatıp uygunluk arzetti*ğinde ve sözün nazmı, âlemin nizamına mutabakat gösterdiğinde, bütün yönleriyle tam bir cezâlet kazanır.



    İkincisi: Sihr-i beyânî, belîğ teşbihleri ve tasvirleriyle hakîkata mebnîdir.



    Üçüncüsü: Kelâmın cemâl ve kemâlı üslûbuyladır. Üslûb ise, hakâikin sûreti ve eşya arasındaki münasebet sırrına dayanan istiare-i timsîliyyeden alınan kalıb-ı me*hanîdir. Temsîl üslubunun faydası, ince mânâları ve derin kökleri dinleyiciye ulaştır*maktır. Üslûb çeşitliliği ve renkliliğinin hikmeti, kalbin köşelerinde durgun mânâları uyandırmaktır.



    Dördüncüsü: Kelâm-ı belîğin, nazmının kayıt ve heyetleri birbiriyle uyumludur, herbiri diğerinin elinden tutar ve birbirini destekler.



    Beşincisi: Nazm-ı kelâmın, keyfiyetleri, heyetleri ve müstetbeatı, hedef ve mak*sadın levazımına, tevabi’ ve furuuna remizde bulunur. Tıpkı kelamın aslı bunlara işa*ret ettiği gibi. Bu da kelâmın zenginlik, servet ve genişliğine delildir.



    Altıncısı: Belîğin şe’ni, kelâmın sarihiyle, garaza taalluk edeni, makamın gerek*tirdiğini, muhatabın istediğini ifade etmesi, sonra da bu kalıba döktüğü mânâda, mânânın diğer tabakalarına işaret eden delillere yer vermesidir. Çünkü, tehassür, teessüf, iştiyak, temeddüh, hitap, işaret, teellüm, tahayyür, taaccüb ve tefahur gibi öylesine ince mânâlar vardır ki, onları ifade edecek husûsi lafızlar bulunmamaktadır.



    Yedincisi: Üslub, hayale-teşbih ve tasvîr-mebni olduğunda eksen olarak haki*kati alması lâzım. Çünkü nahvin felsefesi bu kabildendir.



    Sekizincisi: Mânâları teaddüd eden “Bâ”, “Min”, “İlâ” gibi harflerin asıl mânâsı tektir ve bu aslî mânâ ondan ayrılmaz, fakat makam ve maksada göre bazen tâlî bir mânâ teşerrüb eder ve o mânâyı içine çeker.



    Dokuzuncusu: Belâğatın en yüksek mertebesi, mütekellimin aynı anda, herbiri kardeşleriyle omuz omuza vererek en büyük nakş-ı a’zama doğru müteselsilen uza*nan bir nakşı izhar eden cümlelerin müvazenesi ve kelime kayıtlarının münasebetle*rini muhafaza ve müraat etmektir. Böylece, sanki mütekellim birçok akılları da kendi aklına katarak istihdam etmiş gibi olsun. Yine, kelâmın yüksekliğinin bir başka sebebi de, makam ve maksada doğru sarkan maksatlara doğru teselsülen gitmesi ve tıpkı Hz. Musâ’nın kıssası gibi, birçok füru’ ve vücûhun istinbatına elverişli olma*sıdır.



    Onuncusu: Sözün selaseti, mânâ ve hissiyatın ya birbiriyle kaynaşıp birleşmesini veya muhtelif olmakla birlikte intizamlı olmasını gerektirir. Böylece merkez etraftan kuvvet alır. Maksadın belirlenip, unsurlarının bir noktada birbirini desteklemesi de kelâmın selasetinin gereğidir.



    Onbirincisi: Sözün selameti, evhamı def’ ve şübehatı red için intizam etmesini gerektirir.



    Onikincisi: Üslub üç çeşittir. Mücerred üslûb: Bunun misali Seyyid Cürcânî’nin kitaplarıdır. Müzeyyen üslûb: Delâilü’l-İ’câz ve Esraru’l-Belâğa gibi. Alî üslûb: Bu üslûbun özelliği şiddet, kuvvet, heybet ve ulviyyettir. Bu üslubun münasib makamı, İlâhiyyat, Usûl ve hikmet konularıdır. Kur’ân gibi.



    Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz isimli eserini Kur’ân’ın nazmî i’câzını ortaya koy*maya tahsis etmiştir. Bu eseri yazmasındaki amacını şöyle dile getirir: “Şu İşârâtü’l-İ’câz adlı eserden maksadımız; Kur’ân’ın nazmına, lafzına ve ibaresine ait i’câz işa*retlerini ve remizlerini beyan etmektir. Çünkü, i’câzın mühim bir vechi, nazmından tecelli eder. Ve en parlak i’câz Kur’ân’ın nazmındaki nakışlardan ibarettir.”



    Nazm konusunda Bediüzzaman’ın görüşünü ele almadan önce, İmam Abdulka*hir el-Cürcânî’nin Nazmu’l-Kur’ân konusundaki görüşünü sunmayı gerekli görüyo*rum. Çünkü Kur’ân’ın en önemli mu’cizelik yönü nazmıdır. Bediüzzaman da bu noktada Cürcanî’ye katılmakta ve bu nazariyesini oldukça övmektedir. Aynı şekilde, Zemahşerî’nin bu konudaki gayreterine de değineceğiz.



    Cürcani’ye göre nazım nazariyesi



    Cürcânî merhum şöyle der: “Nazım, ancak kelamını nahv ilminin gerektirdiği biçimde ortaya koyman, sözkonusu ilmin kanun ve usullerine uygun davranman, belirlediği metodları bilip onlardan sapmaman, çizdiği prensipleri gözetip onlardan hiçbirini ihlal etmemendir. Bize göre, nazımın nazmında gözetmesi gereken tek şey, her babın vecih ve farklarına bakmasıdır.” Cürcanî şöyle devam eder: “İşte yol budur. Hata olsun sevab olsun nazım ile ilgili ne varsa hepsi nahivle ilgilidir ve bu ismin altına girer. Ya söz, tam yerinde kullanılmıştır ve hakkı verilmiştir veya bunun tersina davranılmış, yerinden saptırılmış ve kullanılması gereken yerde kullanılma*mıştır. Nazmın sıhhatı veya fesadı ile nitelendirilmiş ya da, bir meziyet veya üstün*lükle tavsif edilmiş bir söz yoktur ki, o sıhhat ve fesadın, o meziyet ve üstünlüğün kaynağı nahv ilminin mânâ ve hükümlerine dayanmasın, sözkonusu ilmin asıllarından birinin altına girmesin veya bablarından birine dahil olmasın...



    Cürcanî’ye göre, istiare, kinaye, temsîl ve bütün çeşitleriyle mecaz, nazmın ge*reklerindendir. Nazım bunlardan meydana gelir ve bunlarla ayakta durur. Bunlardan biri ihlal edildiğinde, bu ihlalin sadece ona münhasır kalması ve konuya nahvin ah*kamından birine taalluk etmemesi düşünülemez. Kur’ân, ancak nazmı ve uyumuyla mu’cize olmuştur.



    Cürcâniye göre kelamın unsurları üçtür: Lafız, mânâ ve nazm. Nazım için iki ameliye gerekir. Birincisi: Manaların nefiste (zihinde) tertib edilmesi. İkincisi: Lafız*ların nutukta tertib edilmesi. Bu nazariyede iki yön açıkça göze çarpıyor: Nefsî (zihnî, ruhî) yön ve fikrî yön. Nefsî yön, okuyucunun kelam-ı belîği teemmül ve tefekkür ederken hissettiği tesirin terinliğinde ortaya çıkar. Fikrî yön ise, bir açıdan mânâların birbiriyle olan alakasından, diğer açıdan mânâlarla lafızlar arasındaki iliş*kide görülür. Bu ilişki de, sadece vaz’ itibariyle değil, bilakis hem vaz’ hem de tertib açısından bulunmalıdır.



    Zemahşerî’ye gelince, bu nazariyeyi tefsirinde amelî ve tafsîlî bir biçimde uygu*layarak onu netleştirme şerefi kendisine aittir.



    Bediüzzaman da, i’câz konusunda nazmın rolü üzerinde sıkıca durur ve der ki: “Belağat nakışlarının menşei, nazm-ı meanîdir, yoksa mütefalsıf lafızperestlerin yaptıkları gibi lafzın nazmı değildir. Onlarda hubb-u lafız öyle müzmin bir hastalık olmuş ki, Abdu’l-Kahir Cürcânî, Delâilü’l-İ’câz ve Esraru’l-Belağa’da onlara cevap vermeye mecbur olmuş ve yüzden fazla sahifeyi onlarla münazaraya tahsis etmiş”



    Şu sözleriyle de bunu örneklendirir: “Nasıl ki, insanın başındaki gözbebeğini ye*rinde yerleştirmek, bütün cesedin münasebâtını ve vezaif-i acibesini ve gözün o ve*zaife karşı vaziyetini bilmekle olur.”



    Abdulkahir ve Bediüzzaman, lafızların feshatını inkâr etmiyorlar. Bunun bu şe*kilde anlaşılması gerektiğine dikkat çekmek isteriz. Ancak onlara göre, bu lafızlara nazımdan hariç bir biçimde bakılmamalıdır.



    Bediüzzaman, Kur’ân’daki nazmın esrarını açaklamak için beyan ve meanî ilim*lerine dayanmak konusunda Cürcânî ve Zemahşerî’nin görüşlerine katılır ve şöyle der:



    “Kur’ân-ı Kerimin i’câzının esası, nazmının belağatındadır. Nazmın belağatı da iki kısımdır: Bir kısmı ziynet gibidir, diğer kısmı ise, libas gibidir. Birinci kısmın beyanını, ilm-i beyan taahhüd etmiştir ki, gümüş taşlar arasına altın eritir gibi ke*limeler arasında nahvî ve harfî mânâların yerleştirmektir. İkincisini beyan etmeyi ise, ilm-i beyan taahhüd etmiştir ki, mânâların kametine göre üslubdan biçilmiş ve muntazam parçalardan dikilip def’aten ma’na, kıssa veya maksada giydirilen kıymetli bir hulle ve alî bir libastır.”



    Nazımdaki nefsî ve fikrî cihetlere dikkati çekerek şunları söyler: “Kelam-ı Belîğ, akıl ve vicdanın aynı anda kendisinden istifade ittiği sözdür. Öyle ki, akla girdiği anda vicdana da tekattur etsin. Bu iki vechi tekeffül eden ise temsildir. Nitekim, i’câz-ı Kur’ân’ı akseden en parlak ayna addedilmiştir.”, “Onun esası da teşbihtir. Teşbihin şe’ni de nefret, rağbet, meyelan, tenfir, kerahet, hayret veya heybet his*sini tahrik etmesidir. Bazen de ta’zim veya tahkîr, terğîb veya tenfîr, teşvîh veya tezyîn ya da taltîf... ilh. için olur. Üslubun sûretine göre vicdan uyandırılır, his meyil veya nefretle tenbih edilir.



    Kur’ân belağatının kaynağı



    Bediüzzaman merhum, Kur’ân’ın mu’ciz belağatının, “nazmın cezaletinden ve hüsn-ü metanetinden ve üsluplarının bedaatinden, garib ve müstahsenliğinden ve beyanın beraatinden, faik ve safvetinden ve meanisinin kuvvet ve hakkaniyetinden ve lafzının fesahatinden, selasetinden tevellüd ettiğini” söyler. Kur’ân i’câzının bu vechini aşağıdaki beş hususla tafsil eder. İşaret etmek gerekir ki, bu hususlardan her birisi İ’câzu’l-Kur’ân’ın vecihlerinden müstakil bir vecihtir. Bu hususlar şunlardır:



    1) Nazmındaki cezalet-i harikadır. Bediüzzaman bunu şöyle örneklendirir: “Nasıl ki, saatin saniye, dakika ve saatleri sayan millerinden her biri diğerini ikmal eder. Kur’ân cümlelerinden herbirinin heyetlerinin nazmı, kelimeleri arasındaki nizam, herbir cümlenin diğerine müteveccih münasebetindeki intizam da aynen böyledir. Bakara sûresinin baş tarafını tefsir ederken Kur’ân kelamının eczalarının birbiriyle olan irtibatı üzerinde durmuştur. Ona göre münasebetler üç çeşittir: Ayetlerin ma*kablleriyle münasebeti, cümleleri arasındaki nazım ve her bir cümlenin heyetlerinin birbirine bakmasıdır.



    2) Mânâsındaki belağat-ı harikadır. Şöyleki, Kur’ân, belağatının resanetine ve ifadesinin yüksekliğine ilave olarak kelamın mânâlarına da kuvvet vermiştir.



    3) Lafzındaki fesahat-ı harikadır. Kur’ân’ın lafzı nihayet derecede selis ve fesih*dir. Bunun delili usanç ve bıkkınlık vermemesi ve âlimlerin buna şahitlik etmeleridir. Buna Al-i İmran sûresinin 145. âyeti örnek verilmiştir. Bu âyetin, bütün heca harf*lerini içinde bulundurduğu halde, güzelliğine güzellik katmasıdır.



    Bediüzzaman Kur’ân kelimelerinin de i’câzın mazharlarından biri olduğunu vur*gulayarak şöyle der: “Kur’ân’da hiçbir kelime bulunmuyor ki, mevkiiyle münase*betdar olmasın. Veyahut mevkiinin başka bir kelimeye münasebeti daha çok olsun. Evet, Kur’ân’ın herhangi bir yerinde bulunan bir kelime, o mevkiin başında bir tac-ı zerrin gibi görünür. Ve aralarındaki münasebetlerden dolayı, aralarında geçimsizlik yeri yoktur.” Bunun için de tercümesi mümkün değildir.



    4) Beyanındaki beraat-ı faikadır. Kur’ân hitab tabakalarının ve terğib ve terhib, medh ve zem, isbat ve irşad, ifhâm ve ifham gibi kelam kısımlarının en yükseğinde bulunmaktadır.



    5) Üslubundaki harika güzelliktir. Bediüzzaman buna Mukattaat Harflerini örnek vermiş, bunların İlâhî şifre ve remizler olduğunu ve heca harflerinin bütün çeşitleri*nin yarısını aldığını belirtir. “Elif Lâm Mîm”in bedî bir üslup ve garîb bir tarz oldu*ğunu ifade eder.



    Bediüzzaman, îcazın kaynağının, i’câzın da kaynağı olduğu görüşündedir. Ona göre, belağat mutabakat-ı muktaza-yı haldir. Gerçekte, Kur’ân muhatapları değişik tabakalarda ve muhtelif asırlarda bulunmaktadırlar.-Her nevi muhatabın kendisine ayrılan hissesini alması için-bu tabakaları müraat etmek ve asırları göz önünde bu*lundurmak ve tamim ve tevzi’ gayesiyle Kur’ân, çoğu yerde haziflerde bulunmuş. Teşmîl ve taksim için birçok yerde mutlak söylemiş. Belagat nazarında müstahsen ve ilm-i arabîce makbul ihtimalleri ihtiva etmek ve vecihleri çoğaltmak için nazmı irsal etmiş. Böylece her zihne kendi zevki ölçüsünde feyiz vermeyi gerçekleştir*miştir. Feteemmel!



    Bediüzzaman, Kur’ân’ın beliğ irşad üslubunun, onun i’câz vecihlerinden biri ol*duğuna dikkat çeker ve Kur’ân’ın fıtrî selasetini muhafaza ettiğini ve tekellüf elinin kendisine ulaşmasından münezzeh bulunduğunu belirtir.



    Kur’ân’da tekrar



    Bediüzzaman,-cahillerin bir kusur ve medar-ı tenkid zannettikleri-Kur’ân’ın üslubundaki tekrarı i’câz vecihlerinden birisi sayar ve tekrarın hikmetlerini açıklar. Bu hikmetler şunlardır:



    1) Kur’ân bir kitab-ı zikir, dua ve davettir. Dua tekrar, davet de terdid ve te’kid edilir.



    2) Her bir sûre küçük bir Kur’ân hükmündedir. Onun için, Kur’ân’ın ekser mak*satları ekser sûresine dercedilmiştir. Böylece, herkesin bütün Kur’ân’dan istifadesi sağlanmış, hiç kimse bundan mahrum bırakılmamıştır. Bu gayeyle tevhid, haşr ve Hz. Musa’nın kıssası... tekrar edilmiştir. Bediüzzaman’a göre, Kur’ân’ın maksatları dörttür: Tevhid, nübuvvet, haşir ve adalet.



    3) Kur’ân’ın tekrarı, insanın manevi ihtiyaçlarının teceddüdüne münasib düşmek*tedir.



    4) Kur’ân, bu dinin müessisidir. Müessisi, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te’kid için terdad lâzımdır. Te’yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır.



    5) Hem Kur’ân, öyle mesail-i azîme ve hakaik-i dakikadan bahsediyor ki: Umu*mun kalblerinde yerleştirmek için çok defa muhtelif sûretlerde tekrar lâzımdır.



    Bediüzzaman merhum, hülasa olarak Kur’ân’da gerçekte tekrar bulunmadığını, her bir âyetin çok mânâları, çok faideleri, çok vücuh ve tabakaları bulunduğunu, her bir makamda ayrı bir mânâ, faide ve maksatlar için zikredildiğini, dolayısiyle tekrarın ancak sûreten olduğunu söyler.



    Kur’ân’ın hepsi belağat bakımından aynı derecede midir?



    Âlimler, Kur’ân’ın, belağatın zirvesinde olduğunda birleşiyorlar. Ancak İzz ibn Abdüsselam ve Ebu Nasr el-Kuşeyrî, Kur’ân’ın fesahat mertebeleri bakımından farklı olduğunu söylemişlerdir. Kadî ise, bu görüşün tersini savunmaktadır.



    İmam Ebu Süleymân el-Hattabî şu görüştedir: İ’câz beliğ kelamda gizlidir. Mu’*ciz kelam şu üç sınıftan hariç olamaz: Birincisi: Belîğ, rasîn ve cezil. İkincisi: Fesîh, karîb ve sehl. Üçüncüsü: Câiz, talîk ve rasl. Kur’ân, bütün bunları ihtiva etmektedir. Çünkü muhataplar eşit değildirler. Dilini tehzib eden şehirli bulunduğu gibi, bedevi*liğin kendisine kuvvet ve resanet kazandırdığı bedevî de vardır.



    Muhtemelen Bediüzzaman merhum bu sözden etkilenmiştir. Çünkü, i’câz bakı*mından Mekkî üslubun, Medenî üsluptan farklı olduğu görüşünü ileri sürer. Çünkü ona göre, muhatab ve muarızların tabiatları muhteliftir. Mekkî üslup âlî, kaviyy, mu’ciz ve mukni’ gelmiştir. Medenî üslupta ise, sadelik, açıklık ve tafsilli oluşuyla mu’cize bir hava hakimdir.



    Bediüzzaman, Kur’ân’da edebî tasviri kavramış, büyüleyici güzelliğini zevketmiş ve şu neticeye varmıştır: “Sihr-i beyânî, kelamda tecelli ettiği vakit, arazları cevher*lere, mânâları cisimlere, cemadatı zî ruhlara, nebatatı akıllı varlıklara dönüştürür. Aralarına muhavere atar. Bu muhavere bazan muhasemeye, bazen de muhabbete varır. Cemadat hayalin nazarında raksederler.”



    "Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halinin alıncaya kadar incelir." 4âyetini açıklarken şöyle diyor: “Âyet, şu teşbih ile semanın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor gibi beyaz, sivri, nûranî bir dalı, perdeyi yırtıp başını çıkarıp, süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sâir yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak işitenin hayalî olan gözüne göstermekle...”



    Kur’ân-ı Kerim ve şiir



    Özellikle Bakıllanî döneminde Kur’ân’ın üslûbu bazı mülhidlerce tartışma konusu edilmiş olacak ki, Kur’ân’ı bazı şiirlerle mukayeseye kalkışmışlar, bu yüzden de Bakıl*lanî özel olarak şöyle demiştir: Kur’ân’ın i’câzı konsunda tercihe değer görüş, onun, beşer kelamındaki mu’tad bütün nazım çeşitleri dışında bir nazım olması ve bütün hi*tap üsluplarından farklı bulunmasıdır. Kur’ân, ne şiir, ne seci’, ne de kafiyeli olma*yan mevzun kelam türünden değildir. Bu yüzden de muarazası mümkün olmamış*tır.”



    Bediüzzaman ise, Kur’ân’ın şiir olmaktan münezzeh bulunmasının hikmetlerini açıklar ve bunları üç noktada özetler:



    Birincisi: Kur’ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri câmi olduğundan, şiirin hayalatından müstağnîdir.



    İkincisi: Âyetlerin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip tâ ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mabeynlerinde mevcud münasebet-i mane*viyeye rabıta olmak için, o dâire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest her bir âyetin, ekser âyetlere bakar birer gözü, mü*teveccih birer yüzü var... İşte intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör!



    Üçüncüsü: Şiirin şe’ni küçük ve sönük hakikatları, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur’ân’ın hakikatleri, o kadar büyük, âlî ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır.



    Bediüzzaman’ın bu yaklaşımı, Bakıllanî’ninkinden çok daha güçlü ve sağlamdır.



    Kur’ân’da fasıla



    Bediüzzaman, Kur’ân’daki fasılanın mucizelik yönünü açıklamaya özel bir bahis tahsis etmiştir. Bu fasılalara, “hulasât ve fezlekât” adını verir. bunların, ya Esma-i Hüsnâyı veya mânâlarını tazammun ettiğini veya aklı tefekküre sevketmek için akla havale ettiğini, veyahut makasıd-ı Kur’ânîyeden bir kaide-i külliyeyi tazammun etti*ğini, böylece âyetin te’kid ve te’yidi için fezlekeler yapıldığını söyler. Sözkonusu fezlekeler bu özellikleriyle Kur’ân-ı Kerimin mu’ciz birer mazharıdır. Bediüzzaman Kur’ân’ın fasılalarını ele alırken şu neticeleri ortaya çıkarır:



    1) Kur’ân, Sani-i Zülcelal’in ef’al ve eserlerini nazara karşı serer, basteder. Sonra o âsar ve ef’alinde esma-i İlahiyyeyi istihrac eder; veya haşir ve tevhid gibi bir makasıd-ı asliyye-i Kur’ânîyeyi isbat ediyor. Bunun misali, Bakara Sûresi 29. âyettir.




    2) Kur’ân, beşerin nazarına san’at-ı İlâhiyyenin mensûcâtını açar, gösterir. Sonra fezlekede o mensûcatı, esma içinde tayyeder veyahut akla havale eder. Misâl: Yû*nus Sûresi 31-32. âyetler ve Bakara Sûresi 164. âyet.



    3) Bazen Kur’ân, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsîl ediyor. Sonra bir fezleke ile ic*mâl eder. Tafsîliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar. Misâl: Yûsuf Sûresi, 6 ve Al-i İmran Sûresi 27. âyet.



    4) Kur’ân, gâh olur mahlûkat-ı İlâhiyyeyi bir tertiple zikreder; sonra o mahlukat içinde bir nizam, bir mizan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki, sonra o ayine misal tertibinden cilvesi bulunan Esmâ-i İlâhiyyeyi gösteriyor. Güya o mahlukat-ı mezkûre, elfazdır; şu esmâ onun mânâları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hulasalarıdırlar. Me*selâ: Mu’minûn Sûresi 12-14. âyetler; A’raf Sûresi 54. âyet.



    5) Kur’ân, bazen tagayyura maruz ve muhtelif keyfiyyata medar maddî cüz’iyâtı zikreder. Onları hakaik-i sâbite sûretine çevirmek için, sâbit, nûranî, küllî esma ile icmal eder, bağlar. Veyahut, tefekküre ve ibrete teşvik eder bir fezleke ile hatime verir. Misâl: Bakara Sûresi: 31-32. Nahl Sûresi: 66-69. âyetler.



    6) Gâh oluyor ki âyet, geniş bir kesrete ahkâm-ı Rubûbiyyeti serer, sonra birlik ciheti hükmünde bir rabıta-i vahdet ile birleştirir, veyahut bir kaide-i külliye içinde yerleştirir. Meselâ: “Vesi’a kürsiyyuhu’s-semâvâti ve’l-arda velâ yeûdühü hıfzuhüma ve hüve’l-aliyyü’l-azîm” 5



    7) Gâh oluyor ki âyet, zâhirî sebebi, icadın kabiliyetinden azletmek ve uzak gös*termek için müsebbebin gayelerini, semerelerini gösteriyor. Tâ anlaşılsın ki, sebep yalnız zâhirî bir perdedir.



    Âyet gösteriyor ki, sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücudda müsebbebât ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat, hakikatte beynlerinde uzak bir mesafe var. Se*bepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebep ve müsebbeb arasındaki uzak mesafede Esmâ-i İlâhiyye birer yıldız gibi tulu’ eder... Esbâb ile müsebbebat ma*beyninde öyle bir mesafe-i maneviyye var ki, imanın dürbiniyle, Kur’ân’ın nûriyle görünür. Meselâ: Abese Sûresi: 24-32. âyetler; Nûr Sûresi: 43-45. âyetler.



    8) Kur’ân, gâh oluyor ki, Cenab-ı Hakk’ın ahirete bakan hârika ef’allerini kalbe kabul ettirmek için izhariye hükmünde ve zihni tasdika müheyya etmek için bir ida*diye sûretinde dünyadaki acaib ef’alini zikreder veyahut, istikbalî ve uhrevî olan ef’al-i acibe-i İlâhiyyeyi öyle bir sûrette zikreder ki meşhudumuz olan çok nazirele*riyle onlara kanaatımız gelir. Meselâ: Yasîn Sûresinin son âyetleri, Tekvîr ve İnşikak Sûreleri gibi.



    9) Kur’ân-ı Hakîm, gâh olur cüz’î bazı maksatları zikreder. Sonra o cüz’iyat vası*tasiyle küllî makamda zihinleri sevketmek için, o cüz’î maksadı, bir kaide-i külliye hükmünde olan esma-i hüsna ile takrir ederek tesbit eder, tahkik edip isbat eder. Meselâ: Mücadele, İsra ve Fatır Sûrelelerinin ilk âyetleri gibi.



    10) Gâh oluyor; âyet, insanın isyankârane amellerini zikreder, şedîd bir tehdit ile zecreder. Sonra şiddet-i tehdit, ye’se ve ümitsizliğe atmamak için, rahmetine işaret eden bir kısım esma ile hatime verir, teselli verir. Meselâ: İsrâ Sûresi: 42-44. âyet*ler.



    Bunlar, Kur’ânî fasılaların te’siri ve Kur’ân nazmının belağatı konusundaki rolle*rini açıklayan güzel yorumlardır. Ben, Bediüzzaman’ın fasılalar konusunda yazdıkla*rıyla Dr. Ahmed Bedevî’nin yazdıklarını karşılaştırdım. Bedevî’nin genellikle herbir fasılanın sonunda yer aldığı âyetle olan münesebeti açıklamakla yetindiğini ve Su*yûtî’nin el-İtkan’da yazdıkları çerçevesinde dönüp dolaştığını gördüm. Bediüzza*man, sözkonusu fasılalara kapsamlı bir nazarla bakar, içinde bulundukları âyetle mü*nasebetlerini belirtir, insanın ruh, akıl ve vicdanı üzerinde etkili olan imanî tesirlerini ortaya koyar. Bunu da, Allah’ın isim ve sıfatlarını ta’rif ederek, san’at-ı İlâhiyyenin enfüs ve afaktaki eserlerini açıklayarak yapar. Bu açıklamalarında, Dâiretü’l-Meari*fi’l-Biritaniyyenin aynı alandaki iddialarına çok etkili ve parlak bir cevap vardır.



    İ’câzı zevketme



    Bediüzzaman şu kanaattedir: Kur’ân’ın i’câzını tam olarak zevketmek isteyen kişi, kendisini Kur’ân’ın nüzûlünden evvel olan o asr-ı cahiliyette ve sahra-ı bedevi*yette farzetsin ki, her şey perde-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd-u tabiata sarılmış olduğu bir anda birden Kur’ân’ın lisan-ı ülvîsinden: "Göklerde ne var, yerde ne varsa, herşeyin hakikî sahibi olan, her türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti herşeye galip olan ve hikmeti herşeyi kuşatan Allah'ı tesbih eder." 6gibi âyetleri işitsin, baksın: o ölmüş veya yatmış mevcûdat-ı âlem "sebbaha.. yusebbihu..." (tesbih etti, tesbih eder) sadasiyle işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Böylece o asra şuuren gitmekle i’câzın dakaikını zevkedebilirsin. Fakat şimdi o âyetlere ülfet ve perdesi arkasından bak*makla herbir âyetteki mu’ciz güzelliğin derecesini hakiki mânâda göremezsin.”



    Ben de derim ki: Her ne kadar tabiatler körelmiş ve ülfet galebe etmiş olsa da, Kur’ân, mu’ciz güzelliğiyle feyizlerini akıtmaya devam etmektedir. Merhum Seyyid Kutub’un edebî tasvir konusundaki eseri, bu mu’ciz güzelliği isbat etmektedir. Diğer taraftan paslı yürekler, cahiliyet döneminde de olsa, Kur’ân’ın güzelliğini yansıta*mazlar.



    Kur’ân’daki nazım güzelliğini zevketme konusunda ise, Bediüzzaman Abdulkahir Cürcânî’nin görüşünü benimser. Cürcanî, i’câzın bu yönünü, edebî zevke ve sanat duygusuna sahip olanlardan başkasının zevkedemeyeceğini söyler.



    Bediüzzaman, i’câzın ifade edilebileceği konusunda da Abdulkahir’in görüşünü benimser. Merhum bu konuda şunları söyler: “Sekkakî demiştir ki: ‘İ’câz zevkîdir; tarif ve tabir edilemez. ‘Men lem yezuk lem yedri’ Yani; fikri ile i’câzı zevketme*yen, tarif ile vakıf olamaz... bal gibidir’ Lâkin Abdulkahir’in iltizam ettiği veche göre, i’câzı tarif ve tasvir etmek mümkündür. Biz de bu vechi kabul ediyoruz.”



    Diğer i’câz vecihlerine gelince, gündüzün ortasındaki güneş gibi açıktır. parmak*larını kulaklarına tıkayan, kafalarını kuma sokan, kibir ve inatlarından inkârlarında ıs*rar edenlerden başkası onları inkâr etmiyor.



    Neden belağat i’câzı?



    Beidüzzaman Kur’ân nazmının i’câzına ve belağatının harikalığına bu kadar ihti*mam göstermesinin sırrı belağat ve edebin, insanın hasiyeti olduğunu idrak etme*sidir. O bu konuda şöyle der: Beşerin ruhunu terbiye eden en a’la, vicdanını tasfiye eden en latîf, fikrini tezyin eden en güzel, kalbini tevsi’ eden en geniş şey bir nevi edebiyattır. Sen bu nev’i, fenlerin alan bakımından geniş, tesir bakımından nafiz, beşer kalbine en alakadar ve sanki onların sultanı olarak görürsün.”



    Bediüzzaman, Kur’ân’ın başka bir sözle mukayese edilmesinin mümkün olmadı*ğını söyler. “Çünkü kelamın tabakaları, ulviyyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemal cihe*tinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatab, biri maksad, biri makamdır. Yani, kim söylemiş, kime söylemiş, ne için söylemiş ve ne makamda söylemiş? Kur’ân’ın menbaına dikkat edilse, Kur’ân’ın derece-i belagatı, ulviyet ve hüsnü anla*şılır.”



    Kur’ân nazmının mu’cizeliğini açıklama konusunda Bediüz*zaman ile Zemahşeri arasında bir mukayese



    Kanaatıma göre, nazım nazariyyesinin âyetlere uygulanması konusunda Zemah*şerî ile Bediüzzaman’ı karşılaştırma, Bediüzzaman’ın meânî ve beyan ilimlerini kulla*narak Kur’ân nazmındaki harika vecihleri açıklamasını nakletmekle yetinmekten daha yararlı olacaktır. Bu mukayeseden maksadımız, Bediüzzaman’ın orijinallik ve istiklaliyetini, Kur’ân nazmının mu’cizeliğini idrak konusundaki derinliğini ve nazım nazariyesini âyetlere tatbik etmesindeki şümul ve ihatasını göstermektir. Misal ola*rak, Bakara Sûresinin ilk beş âyetini ele alalım. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi: Çünkü bir müfessir, tefsirinin ilk cüzlerinde fikrinin bütün yüklerini ortaya döker, bütün maharetini gösterirler. İkincisi: Çünkü Bediüzzaman İşârâtü’l-İ’câz’da sadece Fatiha Sûresini ve Bakara Sûresinin ilk otuz üç âyetini tefsir etmiştir.



    İşte mukayeseye başlıyoruz:



    "Elif Lâm Mîm. Zâlike'l-kitâbu lâ raybe fîhi... ve ülâike hümü'l-müflihûne" (Bakara Sûresi, 1-5)



    Önce şu âyetlerin açıklamasına bakalım:



    "Elif Lâm Mîm. Zâlike'l-kitâbu lâ raybe fîhi hüden lil müttekîne."



    Gerek Zemahşerî ve gerekse Bediüzzaman, bu âyetlerin nazmındaki pek çok ifade sırlarını ortaya çıkarmışlardır. Her ne kadar ikisi de, bu nüktelerde ittifak edi*yorlarsa da, bunları gerekçelendirmede ve açıklama üslubunda farklılık göstermiş*lerdir. Zemahşerî’ye göre, uzaklar için kullanılan bir ism-i işaret olan "zâlike" nin kul*lanılmasındaki sır, tamamlanmış bir söze işaret etmesidir. Onun için böyle bir kelama uzaklar için kullanılan zalike ism-i işaretiyle işarette bulunulmuştur. Zamehşerî, bu kelam uzak olmadığı halde neden, kendisine "zâlike" ile işaret edilebildiğini, müşarun ileyh olan “sûre” müennes olduğu halde neden müzekker bir ism-i işaret kullanıldı*ğını açıklar. Bediüzzaman ise, "zâlike"nin ta’zim ve ehemmiyete işare ettiğini, Kur’*ân’ın, mıknatıs gibi zihinleri kendisine çektiğine, hayale müracaat ettiğin takdirde gözler, arkasındakini görecek derecede tezahür ettiğine işaret eder. Lisan-ı haliyle, Kur’ân’ın doğruluğuna olan güvenine, hile ve zaaftan münezzeh olduğuna remze*der. Yine bu ism-i işaret, Kur’ân’ın mükemmelliğini ifade eden yüksek mertebesini gösterdiği gibi, emsallarinin yürüdükleri yoldan uzak olduğunu belirtmekle de bu iddiasının deliline ima eder.



    Zemahşerî, "Zâlike'l-kitâbu" ın "Elif Lâm Mîm" ile olan münasebetini açıklar ve "Zâlike'l-kitâbu"ın şunu ifade ettiğini bilirtir: “Kamil kitab işte budur. Sanki diğerleri onun karşısında eksiktirler. Kitab ismine ancak bu layıktır.”



    Bediüzzaman ise, ilave olarak “Kitab” tabirinin kullanılmasındaki sırrı keşfeder. Bu tabirin, Kur’ân’ın, okuma yazma ehli olmayan bir ümminin eseri olamayacağına işaret ettiğini belirtir.



    Zemahşerî, "lâ raybe fîhi"deki zarfın takdim edilmemesinin sırrına değinip, bunu "lâ fîhi ğaulün" örneği ile açıklarken, Bediüzzaman’ın başka bir inceliği yakaladığını gö*rüyoruz. O da, diğer zarf edatlarının değil de "fî" nin kullanılması ve "fîhi" deki zarfi*yettir. Bu konuda şöyle der: “Ve keza zarfiyyeti ifade eden "fî" tabiri, Kur’ân’ın sathına ve zahirine konan şek ve şüphe varsa, içerisindeki hakaik ile defedilebilece*ğine işarettir.”



    Zemahşerî, "hüden lil müttekîne"in sırrını açıklar. Müttakîlerin zaten doğru yolda oldu*ğunu, neden "hüden lil müttekîne" denilmediğini sorar ve cevabını verir. Ayrıca, masdarın "hüden" ism-i fail "hâdî" yerine kullanılmasının, masdarın nekre olarak getirilmesinin, ve "müttekîn" deki îcazın ve cümleler arasında atıf edatının bulunmamasının sırrını açıklar. Be*diüzzaman da bu incelikleri vurgular. Fakat onları daha ziyada tafsil ve izah eder.



    "Ellezîne yu'minûne bi'l-gaybi ve yukîmûne's-salâte ve mimmâ rezaknâhum yünfikûne"âyetine bakalım.



    Zemahşerî, nahiv açısından âyetlerin makablleriyle olan münasebet sırrını açıklar ve “el-imânu bi’l-ğayb” ile nitelendirmesi üzerinde şu soruları sorur: “Acaba, müttakîleri keşf ve beyan etmek için mi gelmiş, yoksa "lil müttekîne" ile birlikte getirile*rek onunkinden farklı bir mânâ mı ifade ediyor veya medih olsun diye mi getiril*miş?” Bu kaydın, beyan olma ihtimalini de, müstakil bir sıfat olma ihtimalini de ve mevsûf için bir medih olma ihtimalini de tek tek açıklıyor. Bediüzzaman da bu bu noktalar üzerinde duruyor. Ayrıca âyetin makabliyle münasebet inceliğini açıklar*ken, önceki âyetin Kur’ân’ın medhi olduğunu, bu âyetin ise müttakîleri methettiğini ve ikinci methin birincisinin neticesi olduğunu belirtir. Sonra da şöyle der:



    "Ellezîne" ile "müttekîne" arasındaki münasebete gelince:



    Bunların biri "tahliye" diğeri "tahliye" dir.



    "Tahliye", tathir etmek ve temizlemektir.



    "Tahliye" ise, tezyin etmek ve süslendirmek mânâsınadır. Bunlar birbiriyle arkadaş olup, burada olduğu gibi, daima birbirini takip ediyorlar. Onun için kalb, takvâ ile seyyiattan temizlenir temizlenmez, hemen onun ardında imanla tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir.



    Kur’ân-ı Kerim, takvâyı üç mertebesiyle zikretmiştir:



    Birincisi, şirki terk,



    İkincisi, maâsiyi terk,



    Üçüncüsü, mâsivâullahı terk etmektir.



    "Tahliye" ise, hasenat ile olur. Hasenat da, ya kalble olur veya kalıp ve bedenle olur veyahut malla olur.



    A’mâl-i kalbînin şemsi, imandır.



    A’mâl-i bedeniyenin fihristesi, namazdır.



    A’mâl-i mâliyenin kutbu, zekâttır.”



    Bediüzzaman Zemahşerî’den fazla olarak "mü'minune" yerine "ellezîne yu'minûne" nin tercih edilmesindeki sırrı açıklayarak şöyle diyor: "mü'minune" kelimesine bedel, fiil sigasiyle "yu'minûne" fiilinin tercihi, İman fiilini hayal nazarına gösterip, keyfiyetin tasvir edilme*sine ve harici delillerin tecellisiyle iman istimrar ve devam ile teceddüt etmesine işa*rettir.”



    Yine Bediüzzaman ziyade olarak "yukîmûne's-salâte" ifadesindeki muzari’ sigasının sırrını açıklayarak şöyle der: “Ruha hayat veren namazın o geniş hareketini ve Âlem-i İslâma yayılmış olan o intibah-ı rûhânîyi muhataba ihtar edip göstermektir. Ve o güzel vaziyeti ve o muntazam haleti hayale götürüp tasvir etmekle sâmi’lerin namaza meylini ikaz edip artırmaktır.”



    Zemahşerî, ve "mimmâ rezaknâhum yünfikûne" da rızkın azamet nûn’u olan "nâ" ya isnad edil*mesindeki sırrı, kendi i’tizal mezhebi yararı doğrultusunda açıklar. Ayrıca, tab’îz ifade eden "min" tabirinin ve fiilin faline takdiminin sırrını açıklar. Oysa Bediüzzaman, âyetin nazmındaki sırları daha üstün bir şümul ve ihatayla açıklayarak asrındaki problemlerin çözümü doğrultusunda incelikler ortaya çıkarır. Zekât müessesesiyle, çağımız medeniyetindeki iktisadî ve ictimâ’î nazariyelere karşı meydan okur. Daha sonra şunları kaydeder:



    “Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır:



    “1) Sadakayı vermekte israf etmemesi. Tâ ki, zelil ve çaresiz olarak muhtaç duruma düşmesin. Bunu tab’îz mânâsına gelen ‘min’ ifade ediyor.



    “2) Başkasından alıp başkasına vermek sûretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması. Bunu da, "mimmâ"nın takdim edilmesinden anlıyoruz.



    “3) Minnetle in’amın bozulmaması. Bunu da ‘rızk’ın azamet "nun" una isnad edil*mesi ifade ediyor. Çünkü veren Allah’tır. Kul ise bir vasıtadır.



    “4) Fakir olmak korkusuyla sadakanın terkedilmemesi. Bunu da, rızkın azamet "nun"na isnadından anlaşılıyor.



    “5) Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi. Bu da, fiilin mutlak bırakılmasından anlaşılıyor.



    “6) Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hacat-ı zaruriyesinde sarfetmesi lâzımdır. İşte "yünfikûne" maddesiyle, sadakanın zarurî ihtiyaçlara sarfe*dilmesi şartı getirilmiştir.”



    Şimdi de şu âyet-i kerimeye bakalım:



    "Vellezîne yu'minûne bimâ ünzile ileyke ve mâ ünzile min kablike ve bi'l-âhireti hüm yûkınûne."



    Zemahşerî, burada sözü edilen kimselerin, öncekilerin aynısı mı, yoksa başkaları mı olduğu sorusunu soruyor ve her iki ihtimale de cevap veriyor. “Vâv” ile atıf yapılmasındaki sırrı ve mânâsını açıklıyor. Yine, bunların öncekilerden farklı kimseler olması ihtimaline göre, bunlardın da müttakilerin kapsamına girip girmediklerini soruyor ve bunun atfe bağlı olduğunu söylüyor. Ayrıca, henüz Kur’ân’ın tamamı inmediği halde ünzile'deki geçmiş zaman sigası ile tabir edilmesindeki sırrı, "el-ahira" kelimesinin takdimindeki inceliği ve yu'minûne 'nun "hüm" zamirine bina edilmesindeki hikmeti açıklıyor.



    Bediüzzaman ise bunlara ilave olarak şu incelikleri de beyan ediyor: "ellezîne" tabi*rinin kullanılması, hükmün medarı ve maksadın esasının iman sıfatı olduğuna işaret*tir. "yu'minûne" nin muzari’ gelmesi, nüzûl ve zuhur tekerrür ettikçe imanın teceddüd et*tiğine işarettir. "mâ"daki ibhamın, iman-ı icmâlînin kâfi geldiğine ve imanın Hadîs gibi batınî ve Kur’ân gibi zahirî vahiylere şâmil olduğuna işarettir. "ünzile" nin maddesi iti*bariyle, Kur’ân’a iman, Kur’ân’ın Allah’tan nüzûlüne iman demek olduğunu gösteri*yor. Mazi siygasiyle gelmesi, henüz nâzil olmayanın nüzulu, nazil olanın nüzulu ka*dar muhakkak olduğuna işarettir. "aleyke" ye bedel, "ileyke"nin zikri, Resûl-i Ekrem’in teklif edilen risalet vazifesini cüz’-i ihtiyarisiyle haml ve kabul etmiş olduğuna... işa*rettir.



    Bediüzzaman yine, Zemahşerî’nin izahlarından ziyade olarak, "ve mâ ünzile min kablike"nin nazım inceliklerini açıklayarak şunları söylemiştir: “Bu cümlenin ma kabline atfı, medlûlün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki: ‘Ey insanlar! Kur’ân’a iman ettiğiniz gibi, kütûb-u sabıkaya da iman ediniz.’ (...) Yahut o atf, delilin medlûle olan atfıdır. Şöyle ki: ‘Ey Ehl-i Kitab! geçmiş olan enbiya ve kitablara iman ettiğiniz gibi, Hz. Mu*hammed ile Kur’ân’a da iman ediniz.’ (...) Yine bu cümlede şöyle bir işaret vardır. Şöyle ki: ‘Zaman-ı Saadette Kur’ân’dan neş’et eden İslâmiyet, sanki bir şeceredir. Kökü zaman-ı Saadette sabit olmakla, damarları o zamanın âb-ı hayat menbaların*dan kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve budakları da istik*bal semasına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve manevî semereleri yetiştiriyor. Evet, İslâmiyet mazî ile istikbali kanatları altına almıştır... (...)” Yine o cümlede, Ehl-i Kitabı imana teşvik vardır. Onlara bir ünsiyet, bir sühûlet gösteriyor.



    Bediüzzaman, "ve bi'l-âhireti hüm yûkınûne." cümlesindeki incelikleri açıklayan Zemahşerînin tesbitlerini teyit etmekle beraber, cümledeki atfın, "el-ahira" in başındaki lâm-ı ta’rifin, "el-ahira" tabirinin ve "yu'minûne"a bedel "yûkınûne" kelimesinin kullanılmasının sırrını da faz*ladan olarak açıklıyor.



    "Ulâike alâ hüden mirrabbihim ve ülâike hümü'l-müflihûne." âyet-i kerimesine gelince, Ze*mahşerî, i’rab vecihlerini, "ulâike" ism-i şaretinin kullanılmasının sırrını, "alâ hüden"deki isti’lânın mânâsını, "hüden" nin nekire gelmesindeki inceliği, "ülâike"nin neden tekrar edildiğini, "ve ülâike hümü'l-müflihûne."un neden atıfla makabline bağlandığını, "hüm" fasıl zamirinin kullanılış sebebini, ve "hümü'l-müflihûne."un ma’rife gelmesinin sırrını açık*lamıştır.



    Bediüzzaman ise, aynı noktaları vurgulamakla beraber, ayrıca âyetin makabliyle vech-i ittisalını ve şu noktalara işaret eden "hümü'l-müflihûne."deki sırrı açıklıyor: Hidayet*lerindeki halk ve tevfik Allah’tandır. Hidayet Rubûbiyyetin şe’nidir. Onları rızıklar terbiye ettiği gibi hidayetle de besliyor. Bediüzzaman, “el-müflihûn”deki mutlaklığın sırrını da, muhatapların tabaka tabaka olduklarını, herbirisinin felahın bir vechini is*tediğini söyleyerek açıklıyor.



    Böylece, Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın nazmı konusundaki derin idrakı ve bunu ne derece şumullü ve geniş bir biçimde zevkedip açıkladığı ortaya çıkıyor. Yine Bedi*üzzaman’ın, nazmın sırlarını açıklarken, yaşadığı asırda İslâmiyete cephe alan ma*teryalist ve ladinî akımlara karşı İslâmiyet yararına bu inceliklerden istifade ettiği açıkça belli oluyor. Zemahşerî’nin bakış açısı ise, bu incelikleri mezhebi olan İ’tizal lehine kullanmak istemesi cihetiyle oldukça dar görünüyor. Bediüzzaman bu nükte*leri açıklarken, sözlerinin daha iyi anlaşılması için, kolay ve açık tabirleri tercih edi*yor. Yine, aynı âyette cümlelerin birbiriyle olan bağ ve münasebetlerine özellikle dikkat çekiyor. Böylece, sözkonusu cümlelerin kendi aralarında ve makablleri olan diğer âyetler arasındaki mükemmel tenasübü ve parlak uyumu gösteriyor.



    Burada, Prof. Dr. Muhsin Abdulhamid’in, İşârâtü’l-İ’câz tefsiri için yazdığı mu*kaddimede söyledikleri şu tesbitlere aynen katıldığımı belirtmek isterim: “Bediüzza*man, geçmiş müfessirlerin, nazm nazariyesini, tam bir tafsilatla Kur’ân’ın bütün sûre, âyet, lafız ve kelimelerini kapsayacak şekilde ve mütekamil bir bütün olarak uygulamadıklarını görmüş ve bir tefsir yazarak nazım nazariyesini detaylı bir biçim*de tatbik etmek istemiştir.”



    Allah, Zemahşeriye de, Bediüzzaman’a da ve bütün İslâm âlimlerine de rahmet eylesin.



    İkinci vecih: Kur’ân-ı Kerimin camiiyeti



    Kur’ân-ı Kerimin camiiyeti şu beş noktada kendisini gösterir:



    1) Lafzındaki harika camiiyettir. Elfaz-ı Kur’âniye öyle bir tarzda vaz’edilmiş ki, her bir kelamın, hatta her bir harfin çok vecihleri bulunuyor. Bediüzzaman bunu "Dağları birer kazık yapmadık mı?" 7âyetini misal veriyor. Herbir âmînin, şairin, belîğ bedevînin, edîb coğrafyacanın, medeniyet ve heyet-i ictimaiyye ilmi mütehassısının, hikmet-i tabi*iyye feylesofunun bu lafızdan birer nasibi bulunduğunu belirtir.



    Bediüzzaman bu veche terettüb edecek genişlik ve şümûlün farkındadır. Bu ne*denle âyetin anlaşılması konusunda her söz ve yaklaşım için bazı şartlar ortaya ko*yar ki, âyet heva ve heves sahiplerinin keyfî müdahelelerine konu olmasın ve onları uygun olmayan bir söz söylemeye sevketmesin. O şartlar da şunlardır: “Nazar-ı belağatta müstahsen, arabiyece sahih olması ve sırr-ı teşri’in layık görmesi.”



    2) Mânâsındaki camiiyet-i harikadır. Evet Kur’ân, bütün müctehidlerin me’hazle*rini, mânâsının hazinesinden ihsan etmektedir.



    3) İlmindeki camiiyyet-i harikadır. Evet Kur’ân, şeriatın müteaddit ve çok ilimle*rini kendi ilminin denizinden akıttığı gibi, daire-i mümkinatın hakikî hikmetini, daire-i vücubun ulum-u hakikiyesini ve daire-i ahiretin maarif-i gamızasını o denizinden muntazaman ve kesretle akıtıyor.



    4) Mebahisindeki camiiyet-i harikadır. Evet, insan ve insanın vazifesi, kâinat ve Halık-ı kâinatın, arz ve semavatın, dünya ve ahiretin, mâzî ve müstakbelin, ezel ve ebedin mebahis-i külliyelerini cemetmekle beraber, nutfeden halketmek, tâ kabre girinceye kadar; yemek, yatmak adabından tut, ta kaza ve kader mebhaslerine ka*dar herşeyi beyan eder.



    5) Kur’ân’ın üslûb ve îcazındaki camiiyyet-i harikadır. Bu da yine beş noktayı ih*tiva ediyor:



    a- Üslûb-u Kur’ân’ın o kadar acîb bir camiiyeti var ki, bir tek sûre, kâinatı içine alan bir bahr-ı muhit-i Kur’ânî’yi içine alır. Bir tek âyet, o sûrenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre, sûrelerin çoğu herbiri birer küçük Kur’ân’dır.



    b- Ayât-ı Kur’âniye, emir ve nehy, vaad ve vaîd, terğîb ve terhîb, zecr ve ir*şad, kasas ve emsal, ahkâm ve maarif-i İlâhiyye ve ulûm-u kevniye ve kavanîn ve şerait-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı ictimaiyye ve hayat-ı kalbiye ve hayat-ı maneviye ve hayat-ı uhreviyye gibi umum tabakat-ı kelamiye ve maarif-i hakikiye va hacat-ı beşeriyeye delalâtiyle, işaratiyle cami’dir. (....) Ayât-ı Kur’âniyede öyle bir camiiyet var ki, her derde deva, her hacete gıda olabilir.



    c- Kur’ân’ın i’câzkârane îcâzidir. Gâh olur ki, uzun bir silsilenin iki tarafını öyle bir tarzda zikreder ki, güzelce silsileyi gösterir. Hem gâh olur ki, bir kelimenin içine sarihan, işareten, remzen, imaen bir dâvânın çok bürhanlarını derceder.



    d- İcâz-ı Kur’ânî, o derece câmi’ ve harıkdır, dikkat edilse görünüyor ki: Bazen bir denizi bir ıbrıkta gösteriyor gibi pek geniş ve çok uzun ve küllî düsturları ve umûmî kanunları, basit ve amî fehimlere merhameten basit bir cüz’iyle, husûsî bir hadise ile gösteriyor. (...) Meselâ, Şahs-ı Adem’e ta’lim-i esmâ ünvaniyle nev’-i benî âdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünûnun talimini ifade eder.



    e- Kur’ân’ın makasıd ve mesâil, maanî ve esâlib ve letâif ve mehâsin cihetiyle camiiyet-i harikasıdır. Elhak, o kadar ecnâs-ı muhtelifeyi bir yerde toplayıp, bir mü*nakaşa, bir karışıklık çıkmamak, kahhar bir nizâm-ı i’câzînin işi olabilir.



    Bediüzzaman merhum gibi bu vechi bu kadar güzel ve harika bir tarzda beyan eden kimseyi görmedim.



    Üçüncü vecih: Ma’rifet ve medeniyetle ilgili i’câz



    Bediüzzaman, beşeriyetin inkılab ve ıstırabından hareketle bir tahminde bulunu*yor ve bu infılak ve inkılabda Kur’ân hidayetinin her tarafta yükselip hakim olacağını haber veriyor. Çünkü, Kur’ân, her asırda taze nazil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor. Özellikle şu asr-ı hazır insanları Kur’ân’ın "Yâ ehle'l-kitâb" hitabına çok muhtaçtır*lar. Çünkü Kur’ân bütün beşer tabakalarına teveccüh eden bir hitab-ı ezelîdir.



    Meselâ, “En ziyade kendine güvenen ve Kur’ân’ın sözlerine karşı kulağını kapa*yan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitab insanları Kur’ân’ın hitab-i mürşidanesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitab doğrudan doğruya şu asra müteveccihdir ve "Yâ ehle'l-kitâb"lafzı “Yâ ehle’l-mekteb!” mânâ*sını dahi tazammun eder.” Bunlara karşı Kur’ân nasıl i’câzını gösteriyor? Şimdi, şu müthiş yeni muarazacıya karşı i’câz-ı Kur’ân’ı isbat etmek için medeniyet muaraza sûretiyle vaz’ettiği esasatı ve desatirini, esasat-ı Kur’âniye ile karşılaştıracağız.”



    Bediüzzaman’a göre, modern medeniyetin Kur’ân karşısındaki acizliği üç cihet*ten ileri geliyor:



    Birinci cihet: Bu cihette, Kur’ân’ın, beşerin dünya ve ahiret saadetini temin için getirdikleriyle, günümüz medeniyetinin insanı mutlu etmek için getirdikleri muka*yese edilir ve beşer medeniyetinin acizliği ortaya konur. Müslümanın açık ve kesin olarak doğru yolu bulduğu bir çok konuda, günümüz medeniyetinin büyük sapma*lar göstererek yolunu kaybettiğini görüyoruz. Meselâ, Müslümanın bütün hal ve hareketlerinde kendisine rehber edindiği “Bismillah (Allah’ın adıyla hareket ederim)” şiarı, iman, mü’minin dünyaya bakışı, Allah’ın birliği, başta namaz olmak üzere iba*det, insanın gerçek vazifesi, malını ve canını Cenab-ı Hakka satmak, kâinatın mu*ammasını çözen Allah’a ve âhiret gününe iman, dünyanın hakikatı ve insanın dün*yadaki görevi, haşir ve âhiret esasları ve dünya hayatına tesirleri, âlem ve insanın yaratılış hikmet ve muammasının halli, nefsin te’dib ve terbiyesi, Risalet-i Ahmedi*yenin isbatı, kaza ve kader konuları... gibi. Bütün bu meselelerde günümüz mede*niyeti yolunu şaşırmış ve Kur’ân mu’cizeliği sabit olmuştur.









    İkinci cihet: Bu cihet, Kur’ân’ın kâinat ve hayata bakışı, ahlakî terbiye konusun*daki düsturları; esası, hedefi, prensipleri, rabıtası, gayesi ve neticesi itibariyle hayat-ı içtimaiyyeye bakışı ve bu konudaki kanunları ile günümüz medeniyetinin aynı konu*lara bakışı ve düsturu mukayese ediliyor. Böylece, Kur’ân’ın üstünlüğü ve medeni*yet-i beşeriyeye galebesi gösteriliyor. Bediüzzaman’ın sosyal hayat açısından yapmış olduğu mukayese şematik olarak şöyle açıklanabilir:











    Üçüncü cihet: Bu cihet, desatir-i Kur’âniyenin ezelden geldiği için ebede gide*ceğini, medeniyet kanunları gibi ihtiyarlamadığını belirtiyor. Meselâ, günümüz me*deniyeti taaddüd-ü zevcatı kabul etmemekle birçok fahişehaneleri açmaya mecbur olmuştur. İktisad, miras ve benzeri konularda Kur’ân’ın kanunları sabit ve ebedî ol*maya devam ediyor. Yine meselâ, günümüz medeniyetinin bütün cem’iyyat-ı hay*riyeleri ile, bütün cebbarane şedid inzibat ve nizamlarıyla, bütün ahlakî terbiyegah*lariyle, Kur’ân-ı Kerimin iki meselesine karşı muaraza edemeyip mağlub düşmüş*lerdir: Bu iki mesele, vücûb-u zekât ve hürmet-i ribadır. Bediüzzaman açıklamala*rına devamla şunları söylüyor: “Bütün ihtilalat-ı beşeriyyenin madeni bir kelime ol*duğu gibi, bütün ahlak-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir. Birinci kelime, ‘Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne.’ İkinci kelime ise, ‘Sen çalış ben yiyeyim.’ Sen yorul ki ben istirahat içinde yaşayayım. İşte medeniyet, beşerin havas ve avam (zengin ve fakir) tabakalarını müsalaha edemediği halde, Kur’ân, bu iki düsturu kö*künden kesmiştir.”



    Kısaca, nasıl Avrupa felsefesi ve modern medeniyeti hikmet-i Kur’ân’ın ilmî ve amelî i’câzına karşı mağlub oluyor. Öyle de, medeniyetin edebiyat ve belağatı da, Kur’ân’ın edeb ve belağatına karşı mağlub oluyor.



    Kur’ân-ı Kerim, herkese saadeti temin eden bir medeniyeti kabul ediyor. Oysa şu mediniyet-i hazıra, ekseriyetin rahatını selbederek onları bir meşakkat ve şeka*vete atmıştır.



    Onun içindir ki Bediüzzaman, vatan gençlerini, hakikatı karalayan ve bu dinin mensuplarına türlü türlü sıkıntılar çektiren Avrupa’yı taklitten sakındırmış ve ikinci bozuk Avrupa dediği kısmına şöyle seslenmiştir: “Bil ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalaletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, beşerin saadeti bu ikisi iledir. Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek”



    Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerimin, Hz. Âdem’e bütün isimlerin öğretilmesi, Hz. Musa kıssasında bakaranın kesilmesi, İsrailoğullarının kalblerinin taş gibi, hatta taştan daha sert olmakla nitelendirilmesi gibi cüz’î hadiseleri zikrederek, bunların arkasında beşer hayatı için şümullü kanunlar vazetmeyi hedeflediğini belirterek şöyle diyor: “Kur’ân-ı Hakîm’de bazı hadisat-ı tarihiye sûretinde zikredilen cüz’î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır.” “Herkesin her zaman muhtaç olduğu bir ders-i hikmettir.”



    Bediüzzaman, bu üslubun sırrını da şöyle açıklıyor:



    “Evet, i’câz-ı Kur’ân’ın bir esası olan îcâz, hem hidayet-i Kur’ân’ın bir nûru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifhâm, iktiza ediyorlar ki: Kur’ân’ın muhatabları içinde ekseriyeti teşkil eden avama karşı küllî hakikatları ve derin ve umûmî düsturları, me’luf ve cüzî sûretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umûmî avama karşı, muazzam hakikatlerin yalnız uçları ve basit bir sûreti gösterilsin.”



    Dördüncü vecih: Bediüzzaman ve bilginin İslâmîleştirilmesi



    Öyle görünüyor ki, Bediüzzaman’ın Kur’ân-ı Kerime olan geniş bakışı ve üm*metin şahit olduğu dış kaynaklı meydan okuma döneminde yaşaması ona, kesin ilmî ve imanî yakine sevketmiştir ki: Kur’ân muhtelif ilimlerin temel merciidir. Bütün bu ilimler, Kur’ân’ın nur kaynağından çıkmışlardır. Onların gerçek kaynağı Kur’ân’dır. Kısaca, Bediüzzaman’ın fikirlerinde, el-Ma’hedü’l-Alemî Li’l-Fikri’l-İslâmî’nin dünya*nın dört bir yanındaki şubeleriyle tahkikine çağırdığı “Bilginin İslâmîleştirilmesi” ko*nusunda çok verimli bir zemin bulunmaktadır. Kur’ân’ın bahislerindeki harika cami*iyeti; maksat, mesele, ma’na, üslup ve güzelliklerindeki ihatası konusunda Bediüz*zaman’ın açıklamaları, sözkonusu fikrin, yani “Bilginin İslâmîleştirilmesi” fikrinin ge*lişip boy atması için çok zengin ve verimli bir topraktır. Bediüzzaman’ın bu konu*daki orijinal görüşlerinden birisi de şu açıklamalarıdır:



    “Sair enbiya (a.s)’ın mu’cizatları, birer havarık-ı san’ata işaret ediyor ve Hz. Âdem’in (a.s) mu’cizesi ise; esasat-ı san’at ile beraber, ulûm ve fünûnun havarık ve kemâlatının fihristesini bir sûret-i icmâlîde işaret ediyor ve teşvik ediyor. Amma mu’cize-i kübra-i Ahmediye olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ise, ta’lim-i es*manın hakikatına mufassalan mazhariyetini; hak ve hakikat olan ulûm ve fünû*nun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kamâlatı ve saadâtı vazıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla, beşeri onlara sevkediyor. Hem öyle bir tarzda sevkeder, teşvik eder ki; o tarz ile şöyle anlattırıyor: ‘Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’la, tezahür-ü Rububiyyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir ve in*sanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalat ile yetişmektir.’ Hem öyle bir sûrette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: ‘Elbette nev’-i beşer ahir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir.’ (....) Netice: Madem enbiyaya dâir olan âyetler, şimdiki terakkiyat-ı beşeriyyenin harikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var ve madem her bir âyetin müteaddit mânâlara delaleti muhakkaktır; belki müttefakun aleyhtir ve madem enbiyaya ittiba etmek ve iktida etmeye dâir evamir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maani-i sarihalarına delaletle beraber, san’at ve fünûn-u beşe*riyyenin mühimlerine işârî bir tarzda delalet, hem teşvik ediliyor denilebilir...”



    Yine meselâ Bediüzzaman’ın,



    "Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim yanımızda olmasın. Herşeyi Biz belirli bir miktar ile indiririz." 8 âyetini zikrederken, İsm-i Ha*kîm’in tecelli-i a’zamından olan, bütün kâinatı ihata eden umûmî hikmetin, iktisad ve israfsızlık mihveri etrafında döndüğünü, hatta iktisadı emrettiğine işaret ettiğini görüyoruz. Rahmân Sûresin’de dört defa “mizân” kelimesinin geçmesinden şu ne*ticeyi çıkardığını müşahede ediyoruz: “İşte, hakaik-ı Kur’âniyeden ve desatir-i İslâ*miyeden olan, adalet, iktisad, nezafet hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı bir düstur olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur’âniye ne derece kâinatla alakadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaikı bozmak, kâinatı bozmak ve sûretini değiştirmek gibi mümkün olmadığını bil!”



    "Biz demiri de indirdik ki, onda hem kuvvet ve şiddet, hem de insanlar için faydalar vardır." 9âyetini açıklarken de şöyle demek*tedir:



    Bediüzzaman şunları da söylüyor: “Allah Tealâ, şahs-ı Âdem’e ta’lim-i esmâ ün*vaniyle nev’-i benî ademe ilham olunan bütün ulûm ve fünûnun talimini ifade eder.” “...Meselâ, hendese ilmi, Cenâb-ı Hakkın ‘Adl ve Mukaddir’ isimlerine da*yanıyor. Tıb ilmi, Allah’ın ‘Şâfî’ ismine dayanıyor. Fizyoloji, kimya, botanik ve biyo*loji gibi hakîkat-ı mevcûdatdan bahseden ilimler, Allah’ın Hakîm ismine dayanır.



    Bediüzzaman, Risalelerinin pek çok yerinde, şu gerçeği vurgulamaktadır: “Ayât-i Kur’ânîye, enva-i ulûm ve mearif-i hakikiye ve bütün hülasat-ı ulûm-u kev*niye ve kavanîn ve şerait-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı ictimaiye ve hayat-ı kalbiye ve hayat-ı maneviye ve hayat-ı uhreviye gibi umum mearif-i hakikiye ve hacat-ı beşe*riyeye delaletiyle, işaretiyle cami’dir.” Hatta, kelimat-ı Kur’âniyenin bile bu hususi*yeti bulunmaktadır. "De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, hattâ bir o kadarını daha getirip ilâve etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi." 10âyetini açık*larken bu mânâya dikkat çekmekte ve "Rabbimin sözleri"nden maksadın “Kur’ân” oldu*ğunu belirtmektedir. Kur’ân, hayattar olup, hayat fışkırmaktadır.



    Bediüzzaman merhûmun bu bakış açısı, tabirlere kadar uzanır. Çünkü o, etrafın*daki her şeye Kur’ân-ı Kerim’in mefhumlarıyla bakar. Böylece, dışı süslü, içi ise kof bir cehalet olan Garb felsefesinin bu mefhumları karalamasını reddeder. Meselâ, sersem ve geveze felsefe şöyle der: “Güneş bir kitle-i azîme-i mâiye-i nâriyedir. Hem merkez ve medarında döner. Birer kıvılcım gibi ondan fırlamış olan dünyamız ve diğer seyyaratı, etrafında döndürür...” Oysa Bediüzzaman, güneşi, bir me’mur-u musahhar ve bir sırac-ı münevver olarak görür. Ona göre, "Güneşi de bir kandil yaptı." (Nuh Sûresi, 16) âyet-i kerimesinde azamet-i Rububiyet içinde Halık’ın rahmetine, vüs’at-ı rahmeti içinde ihsanının ifhamına, azamet-i saltanatı içinde keremenin ihsasına işaret vardır. Yine Bediüzzaman, bu mevcûdattan zat ve mahiyetleri için bahsedilmediği, bilakis ma’rifet-i Sani’a alamet olmaları cihetiyle bahsedildiği görüşündedir. Dolayısiyle bu mefhumların, bir kemal-i ilmî, bir zevk-i rûhî, gaye-i insaniye ve fevaid-i diniyyeyi netice vermesi gerekir.



    Bediüzzaman’ın, i’câzü’l-Kur’ân’ın bu yönü üzerinde önemle durduğunu görü*yoruz. O bu konuda şöyle diyor:



    “Şeriat-ı İslâmiye, aklî bürhanlar üzerinde müessestir. Bu şeriat ulûm-u esâsi*yenin hayatî noktalarını tamamiyle tazammun etmiş olan ulûm ve fünûndan mü*lahhastır. Evet, tehzîbu’r-ruh, riyâzetü’l-kalb, terbiyetü’l-vicdan, tedbiru’l-cesed, tedvîru’l-menzil, siyasetü’l-medeniye, nizamatü’l-âlem, hukuk, muamelat, hadâb-ı içtimaiye ve saire ve saire gibi ulûm ve fünûnun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, Şeriat-ı İslâmiyedir. (....) Binaenaleyh, vicdanı insaf ile müzeyyen olan zat, bu şeriatın hakîkatının bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, takat-ı beşeriye*den hariç bir hakikat olduğunu tasdik eder.”



    Şu halde Kur’ân, ancak kâinat kitabının ışığında anlaşılabilir. Kâinat kitabı da an*cak Kur’ân’ın esaslarına göre fehmedilebilir. Bediüzzaman, Kur’ân’ın anlaşılması ko*nusunda bu gerçeğe ve bu esasa dikkat çekerek şöyle der: “Evet, Kur’ân-ı Hakîm, şu Kur’ân-ı azîm-i kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en belîğ bir tercümanıdır.”



    Beşinci vecih: Kur’ân’ın beyanındaki birlik



    Bediüzzaman’ın bu konudaki sözlerinden anlaşılıyor ki: Kur’ân-ı Kerim, tam bir bütünlük içindedir. Bir kısmı bir kısmını tasdik için inmiştir. Birbirini tefsir etmekte*dir. İçinde en ufak bir şüphe ve ihtilafa yer yoktur:



    “Kur’ân-ı Mübîn, yirmi senede hacetlerin mevkileri itibariyle necim olarak, mü*teferrik parça parça nüzûl ettiği halde, öyle bir kemâl-i tenasübü vardır ki, güya bir defada nazil olmuş gibi bir tenasüb gösteriyor. Hem yirmi senede, mütebâyin esbâb-ı nüzûle göre geldiği halde, tesânüdün kemalini öyle gösteriyor; güya bir sebep-i vahidle nüzûl etmiştir. Hem mütefavit ve mükerrer suallerin cevabı olarak geldiği halde, nihayet imtizac ve ittihadı gösteriyor. Güya bir sual-i vahidin ce*vabıdır. Hem mütegayyir, müteaddit hadisatın ahkâmını beyan için geldiği halde, öyle bir kemal-i intizamı gösteriyor ki, güya bir hadise-i vahidenin beyanıdır. Hem, muhtelif, mütefavit halette hadsiz muhatabların fehimlerine münasib üslüb*larda tenezzülat-ı kelamiye ile nazil olduğu halde, öyle bir hüsn-ü temasül ve gü*zel bir selaset gösteriyor ki, güya halet birdir, bir derece-i fehimdir, su gibi akar bir selaset gösteriyor. Hem, mütebaid, müteaddid muhatabîn esnafına mütevec*cihen mütekellim olduğu halde, öyle bir sühûlet-i beyanı, bir cezalet-i nizamı, bir vuzûh-u ifhamı var ki; güya muhatabı bir sınıftır. Hatta her bir sınıf zanneder ki, bil asale muhatab yalnız kendisidir. Hem mütefavit, mütederric irşâdî bazı gayeler isal ve hidayet etmek için nazil olduğu halde, öyle bir kemal-i istikamet, öyle bir dikkat-i muvazenet, öyle bir hüsn-ü intizam vardır ki, güya maksat birdir.”



    Bu, Kur’ân’ın bedi’ ve emsalsiz bir i’câz vechidir. Bediüzzaman merhumdan başka bu i’câz vechine dikkat çekeni görmedim. Gerçekten de Kur’ân, muntazam bir vahdet teşkil etmektedir. Ne önünden, ne de arkasından hiçbir batıl kendisine yanaşamaz. Hakîm ve Hamîd olan Allah Teala tarafından indirilmiştir. Onda niza ve çekişmeye düşmek asla doğru değildir. Bu nokta, Kitab-ı Azîz olan Kur’ân’la mu*amelenin önemli esaslarından biridir.



    Altıncı vecih: Dengeli bir yol ortaya koyması



    Bediüzzaman, İ’câzın bu vechini müstakil bir bahiste ele almıştır. Bu i’câz vec*hiyle şunu kastetmektedir:



    “Kur’ân, bütün aksam-ı tevhîdin bütün meratibini, bütün levazımatiyle muha*faza ederek beyan edip muvazenesini bozmamış, muhafaza etmiş. Hem bütün hakaik-i aliye-i İlâhiyyenin muvazenesini muhafaza etmiş; hem bütün Esmâ-i Hüsnâ’nın iktiza ettikleri ahkâmları cem’etmiş, o ahkamın tenâsübünü muhafaza etmiş. Hem Rubûbiyet ve Ulûhiyyetin şuunatını kemâl-i muvazene ile cem’etmiş*tir. İşte şu muhafaza ve muvazene ve cem’ bir hâsiyettir. Kat’iyen beşerin ese*rinde mevcut değil...”



    “Kur’ân, bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî erkân-ı sitte-i imaniyenin herbi*risini tafsilen, erkân-ı hamse-i İslâmiyenin herbirisini kasden ve cidden ve saadet-i dareyni te’min eden bütün düsturları görür, gösterir. Muvazenesini muhafaza edip, tenasübünü idame edip o hakaikın hey’et-i mecmuasının tenasübünden hasıl olan hüsün ve cemalin menbaından Kur’ân’ın bir i’câz-ı manevîsi neş’et eder. İşte şu sırrı-ı azîmdendir ki, ulemâ-i ilm-i kelâm, (....) bir kısmı onar cild ola*rak erkân-ı imaniyeye dâir binler eser yazdıkları halde, aklı nakle tercih ettikleri için Kur’ân’ın on âyeti kadar vuzuh ile ifade ve kat’î isbat ve ciddi ikna edememiş*ler.”



    Bediüzzaman, o büyük müsademeler ve o acib inkılab ile birlikte,



    “Hz. Muhammed (a.s.m) getirdiği şeriatın hakaiki, fıtratın kanunlarındaki mu*vazeneyi muhafaza etmiştir. İctimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlal etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda olmuştur. Bundan da anlaşılır ki; İslâmiyet nev’-i beşer için fıtrî bir dindir ve ictimaiyatı tezelzülden vi*kaye eden yegane bir amildir” der.



    “O Kur’ân-ı câmiin nusus ve vücuhundan ve işarat ve rumuzundun çıkan şeri*at-ı kübra-yı İslâmiyetin kemal-i intizamı ve muvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve resaneti; cerhedilmez bir şahid-i adil, şüphe getirmez bir bürhan-ı katı’dır. Demek oluyor ki: Beyanat-ı Kur’âniye, beşerin ilm-i cüz’îsine müstenid olamaz.”



    Bilemiyorum, bu harika izahlar varken, ez-Zerkânî, İ’câzü’l-Kur’ân konusunda bu vechi, neden ma’lul vecihlerden saymıştır?



    Yedinci vecih: Kur’ân-ı Kerimin hakemliği ve murakabeciliği



    Bediüzzaman i’câzın bu yönü hakkında şöyle diyor:



    “Kur’ân’ın bir cenahı mazîde, bir cenahı müstakbelde, kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatleri olduğu ve bu, onları tasdik ve te’yid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri gibi, öyle de: Evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri, hayattar tekemmülleriyle, şecer-i müba*rekelerinin hayatdar, feyizdar ve hakikatmedar olduğuna delalet ediyorlar”



    Kur‘an, bütün kütûb-u sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatların kavaid-i esasiye*lerini cem’etmiş olduğundan, usulde muaddil ve mükemmeldir.



    Kur’ân’ın mazi ve müstakbeli kanatları altına alması, onun murakebesine delildir. Geçmiş semâvî kitablardaki hakikatleri ta’dil ve ikmal etmesi onun hakemliğini isbat eder. Alimlerin ve evliyaların büyük çoğunluğunun ondan derslerini almaları yine onun hakimiyetini gösterir. Bu murakabe ve hakemliğin sözkonusu olduğu en önemli nokta, hayatî ve amelî yönün yanısıra, ilim ve ma’rifet cihetidir.



    Sekizinci vecih: Gaybi ihbarları



    Kur’ân’ın ihtiva ettiği ihbarat-ı gaybiye üç çeşittir. (el-Mektûbât’ın 143 sayfa*sında belirttiği gibi dört çeşit değildir): Maziye ait ihbarat-ı gaybiye: Kur’ân, Hz. Adem’den tâ en hayırlı asır olan Asr-ı Saadete kadar pek çok haberleri nakletmiştir. İstikbale ait ihbarat-ı gaybiye: Hz. Muhammed’in korunacağına, düşmanlarının he*zimete uğratılacağına, Rumların Sasanîlere galib geleceklerine, Müslümanların Mek*ke’yi fethedip Mescid-i Haram’a gireceğine dair ihbarlar bu nev’e girer. Hakaik-ı İlahiyeye, hakaik-ı kevniyeye ve umûr-u uhreviyeye dair ihbarat-ı gaybiyesidir.



    Bediüzzaman, Fetih Sûresinin ihtiva ettiği gaybî haberleri zikrederken şu değer*lendirmeyi yapar: “İşte Kur’ân’ın enva-ı i’câzından olan ihbar-ı gayb nev‘inin le*meat-ı i’câziyesi ayat-ı Kur’âniyede o kadar çoktur ki, hasra gelmez. Ehl-i zahirin kırk elli âyete hasretmeleri, nazır-ı zahirî iledir. Hakikatte ise binden geçer. Bazen bir âyette dört beş vecihle ihbar-ı gaybî bulunur.”



    Kur’ân’ın i’câzını isbat eden ihbarat-ı gaybiyenin diğer bir çeşidini de Bediüzza*man nazım sûretindeki Lemeat risalesinde şöyle açıklar: “Nakil ve hikâyatında, ih*bar-ı sadıkada hazır müşahid gibi bir üslûb-u bedi-i pür meanî naklederek, beşeri onunla ikaz eder. Menkulatı şunlardır: İhbar-ı evvelîni, ahval-i ahirîni, esrar-ı cehen*nem ve cinanı. Hakaik-ı gaybiye, hem esrar-ı şehadet, serair-i İlâhî, revabıt-ı kev*niye dair hikayatıdır, hikayet-i iyânî ki ne vaki’ reddeylemiş, ne mantık tekzib etmiş. Mantık kabul etmezse redd de bile edemez. Semâvî kitabların ki matmah-ı cihânî. İttifakî noktalarda museddikane nakleder. İhtilâfî yerlerinde musahhihane bahse*der.”



    Bu açıklamaların önceki vecihle de münasebeti bulunmaktadır.



    Şu kadar var ki: Ben, Bediüzzaman’ın: “Ulemâ-i batın için Kur’ân baştan başa ihbarat-ı gaybiye nev’indendir” derken kendisine katılmıyorum. Çünkü, “Ulema-i batın” tabiri, âlimler nezdinde mazbut değildir. Ayrıca bu gibi ikiliklerden uzak dur*mak gerekir. Çünkü bu ümmeti yanlış anlamaya sevkeden hususlardandır. Bundan dolayı biz Müslümanlarda şu gibi ikilikler ortaya çıkmış: Ulemâ-i zahir-Ulemâ-i batın, dünya-ahiret, ilim-din...



    Dokuzuncu vecih: Bütün insan tabakalarına hitab etmesi



    Bediüzzaman’a Kur’ân terkib yönleri konusunda müfessirlerin ihtilaf etmelerinin sırrı sorulmuş, o da şu şekilde cevap vermiştir:



    “Kur’ân’ın i’câz vecihlerinden biri odur ki; nazmı öyle bir üsluptadır ki, bütün asırlara, tabakalara intibak edebilir.”



    Kur’ân gençliğini ve tazeliğini muhafaza etmiş ve “her asırdaki tabakat-ı beşerin her bir tabakasına güya doğrudan doğruya husûsî müteveccihdir, hitab ediyor. Evet bütün benî Ademe bütün tabakatiyle en yüksek ve en dakik ilim olan imana ve en geniş ve nuranî fen olan ma’rifetullaha ve en ehemmiyetli ve mütenevvi maarif olan ahkham-ı İslâmiyeye davet eden, ders veren Kur’ân ise, her neve her taifeye muvafık gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki ders birdir, ayrı ayrı değil. Öyle ise, aynı derste tabakat bulunmak lâzımdır. Derecâta göre herbiri, Kur’ân’ın perde*lerinden bir perdeden hisse-i dersini alır.” Kur’ân, hiç kimseyi i’câzından mahrum bırakmıyor.



    “İşte Te’nis-i ezhan için akl-ı beşere karşı İlâhî tenezzülat. Tenzîlin üslubunda tenevvüü, mûnisliğidir mahbhub-u ins-u cânnı.” “Hatta yalnız gözü bulunan, ku*laksız, kalbsiz, ilimsiz tabakasına karşı da, Kur’ân’ın bir nevi alamet-i i’câzı vardır. Şöyle ki: (....) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın yazılan kelimeleri birbirine bakıyor. Meselâ Sûre-i Kehf’de ‘Ve sâminuhum kelbuhum’ kelimesi, altında yapraklar de*linse, Sûre-i Fatır’daki ‘Kıtmîr’ kelimesi, az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi de anlaşılacak”




    Bana öyle geliyor ki, gözünden başka bir şeyi olmayan kimseye i’câzın isbatında bir nevi tekellüf ve mübalağa vardır. Çünkü, mushafların tab’ ve baskısı üzerinde yapılacak bir müdahale bu gibi delilleri ortadan kaldırır. Öte yandan, bu gibi şeylerle meşgul olmak, Bediüzzaman merhumun da bizzat belirttiği makasıd-ı Kur’ânîyeden değildir.



    Onuncu vecih: Bir din te’sis etmesi ve hayatı değiştirmesi



    Kur’ân öyle bir din te’sis etmiştir ki, ne geçmişte onun misli var, ne de gele*cekte olacak. “Arzımızı, senevî yevmî dairesinde şu hayt-ı semâvîdir; tutmuş da döndürüyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş. Bırakmıyor isyanı.”



    “Kur’ân, bu dünyada öyle nuranî ve saadetli ve hakikatli bir sûrette bir tebdîl-i hayat-ı ictimaiye ile beraber, insanların; hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde, hem hayat-ı ictimaiyele*rinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde bir inkılab yapmış ve idame etmiş ve idare et*miştir...”



    Onbirinci vecih: Uzun zaman geçmesine rağmen kendisine muaraza edilmemesi



    “On üç asır müddette meylü’t-tehaddi varmış Kur’ân’ın a’dasında, şevk-i taklid uyanmış Kur’ân’ın ahbabında. Şu iki meyl-i şeditle milyonlarca kütûb-u arabiye yazılmıştır, meydanda. Onlar ile Tenzil muvazene edilse, en amî adam bile onla*rın beşerî kitaplar, Kur’ân’ın ise semâvî olduğuna hükmedecek. Kur’ân, beşerin önünde kapıları açık bırakmış, bu uzun zaman zarfında kendi mazmun ve muhte*vasını neşretmiş. Ruhları ve zihinleri de kendine davet etmiş. Buna rağmen be*şer onun muarazasına muktedir olamamış. İmtihan zamanı artık geçti.”



    Ben ise diyorum ki: Kıyamete kadar bu meydan okuma sona ermeyecek ve devam edecektir.



    Onikinci vecih: İ’câz-ı ilmi



    Bediüzzaman, modern ilmin keşfiyatından da bahseder. Kur’ân’ın bu konuyu da ihmal etmediği görüşündedir. Çünkü Kur’ân, bütün beşeriyete hitab etmektedir. Kur’ân buna iki cihetle işaret etmiştir: Birincisi: Mu’cizat-ı enbiya sûretiyle. İkincisi: Bazı hadisat-ı tarihiyeyi serdederken. Bediüzzaman ayrıca bu konuda araştırma yapmanın çok büyük bir dikkat gerektirdiği kanaatındadır.



    “Ra’d” ve “Berk” kelimelerini tefsir ederken bu konuya temas ederek şöyle der:



    “Onlar (ra’d ve berk) âlem-i gayb cihetinden bulutlar âlemindeki kanunlarının tanzimi için müvekkel kılınmış meleklerin elinde iki açık delildir. Sonra, hikmet-i İlâhiye sebepleri müsebbelere bağlamıştır. Bulut, havada dağınık bulunan su bu*harından teşekkül edince, bir kısmı negatif elektrikle, bir kısmı da pozitif elektrikle yüklü olur. Bunlar birbirine yaklaşınca aniden çarpışır ve şimşek meydana gelir. Sonra birbirine girme, anî yer değişikliği ve-âlemde boşluk bulunamayacağı için-yerinin başkasıyla dolması sebebiyle de titreme olur, tabakaları dalgalanır ve gök gürültüsü doğar. Bu durumlar, ancak Ra’d ve Berk meleklerinin temsil ettikleri bir nizam ve kanun altında cereyan eder.”



    Bediüzzaman’ın risaleleri i’câz’ın bu nev’inin örnekleriyle doludur.



    Onüçüncü vecih: Allah Teala’nın marifetine ulaştıran yol Kur’ân’dır



    “...105...”



    Bediüzzaman Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif bulunduğunu söyler ve bunları şöyle sıralar: Birisi: Şu kitab-ı kâinattır. İkincisi: Şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrası olan Hz. Muhammed (a.s.m)’dır. Üçüncüsü ise: Kur’ân-ı Hakîm’dir.



    Bundan anlaşılıyor ki: Bütün ma’rifetlerin en mühimmi, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkı ve diğer hakikatleri bilmenin kaynağı olan ma’rifet-i Halık’ın kaynağı ikidir: Birincisi: Vahiy; ikincisi ise: Kâinat, yani duyular, tecrübe ve müşahede. Bu, ta’lim ve terbiye alanında yararlanılması için gerçekten anlaşılması ve geliştirilmesi gereken bir yaklaşımdır.



    Bediüzzaman merhum, i’câz yolları arasında bir tezahum bulunmadığını belirtir. İ’câz vecihlerinin bitmez tükenmez olduğuna, anlattıklarını İ’câzü’l-Kur’ân’ın sadece bir parçasını keşfeden kısa bir bahis olduğuna ve konuyu layık olduğu şekilde izah etmediğine inanır.



    Kur’ân, dünya durdukça duracak ve yeni yeni mu’cizeleri de ortaya çıkacaktır. Kur’ân’ın diğer i’câz vecihlerini sadece zaman ortaya çıkarmayacak, âyetleri üze*rinde derin tefekkür ve teemmül, özellikle de Kur’ân atmosferinde yaşama da bu hizmeti ifa decektir.



    İ’câzü’l-Kur’ân’a dair şüpheler



    Bediüzzaman, asrın mülhidlerinin Kur’ân-ı Kerim hakkında uyandırdıkları şüphe*leri görmezlikten gelmemiş, aksine, bunlara karşı son derece uyanık davranmıştır. Kur’ân’ın kendi kendisini müdafaa ettiğini ve hükmünü icra ettiğini önemle belirt*miştir.



    Bediüzzaman sözkonusu şüphelerin en önemlilerini ele alır. Şöyle ki:



    Birincisi: Kur’ân’da müteşabihat ve müşkilat denilen, hakîkî mânâları anlaşılma*yan, bazı şeylerin bulunması, i’câzına münâfidir. Zira Kur’ân’ın i’câzı, belağat üze*rine müessestir. Belağat da ancak ifadenin zuhur ve vüzûhuna mebnîdir.



    İkincisi: Yaratılışa ait meseleler, mübhem ve mutlak bırakılmıştır. Ve keza kâ*inata dair fünundan pek az bahsedilmiştir. Bu ise talim ve irşad mesleğine münafi*dir.



    Üçüncüsü: Kur’ân’ın bazı âyetleri zahiren aklî delillere muhaliftir. Bundan o âyetlerin hilaf-ı vaki oldukları zihne geliyor. Bu ise, Kur’ân’ın sıdkına muhaliftir.



    Bediüzzaman bu şüphelere şöyle cevap verir: Kur’ân’ın üsluplarında cumhûr-u nasın fehimleri müraat edilmiştir. Beşerin akıl seviyesine tenezzülatta bulunulmuştur. Ta ki, avam onları idrak ve fehmedebilsin. Onun için müteşabih gelmiştir.



    "Gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti." (Bakara Sûresi, 29) 11 kaydını tefsir ederken aynı gerçeği şöyle te’yid et*mektedir: “Pek geniş olan Kur’ân-ı Hakîmin hitablarına, mânâlarına, işaretlerine dikkat edilmekle bir amîden tut bir veliye kadar bütün tabakat-ı nâsa ve umum ef*kâr-ı ammeye olan müraatları, okşamaları fevkalade hayrete, taaccübe mucibtir. Her bir kısım insanlar, ("yedi gök" hakkında) istidatlarına göre feyz-i Kur’ân’dan hisselerini almışlardır.”



    Bediüzzaman’ın “İşkâl dedikleri şey, ya üslubun pek yüksek ve muhtasar olma*siyle mânânın çok derin ve inceliğinden ileri gelir, Kur’ân’ın müşkilatı bu kabilden*dir” sözünde ise bir îtham vardır. Çünkü, zorluk anlayışlardan kaynaklanmaktadır, Kur’ân’ın kendisinden değil. Meselâ, müşkil diye iddia ettikleri âyetlere bakın. Bu kimselerin, sözkonusu âyetlerin sayıları ve neden müşkil sayıldıkları konusunda farklı görüşler ileri sürdüklerini görürsünüz. Öyleyse, her işkâl, ilminin azlığından ve bu konudaki yetersiliğinden dolayı sahibinin anlayışından kaynaklanmaktadır. Kur’ân, lafzını muğlaklaştırmaktan ve ibaresini güçleştirmekten münezzehtir.



    Bediüzzaman, ikinci şüpheye ise şöyle cevap vermektedir: Eğer Kur’ân ta o zamanda kevnî ilimlerde tafsilata girseydi, cumhur-u nasın zihinlerini teşviş ederdi. En iyisi insanlarla akıllarının derecesine göre konuşmasıdır.



    Üçüncü şüpeyi ise şöyle cevaplandırıyor: “Kur’ân’ın maksatları dörttür. Kur’ân’*da kâinatın bahsi, san’at-ı İlâhiyye ve nazm-ı nizam-ı bedi’ ile Nazzam-ı Hakikî’ye istidlal etmek için ancak tebe’î ve istitradîdir.”



    “Hülasa: Madem ki Kur’ân bütün zamanlardaki bütün insanlara nâzil olmuştur, şu şüphe addettikleri umûr-u selase, Kur’ân’a nakîsa değil, Kur’ân’ın yüksek i’câ*zına delillerdir. Evet Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanı talim eden Cenab-ı Hakka kasem ederim ki; o Beşîr ve Nezîr’in basar ve basîreti, hakîkatı hayalden tefrik edeme*mekten münezzehtir, celîldir, celîdir; veya insanları kandırarak muğalatalara dü*şürtmekten, meslek-i alileri ganîdir, alîdir, temizdir, tahirdir.”



    Bediüzzaman, aynı şekilde Kur’ân’ın üslubu ile ilgili olarak da bazı şüphelere yer veriyor ve bunları kesin cevaplarla çürütüyor:



    Meselâ, “Allah, celal ve azametiyle insanların konuştukları gibi nasıl insanlar ile tekellüm etmeye tenezzül eder? Ve cüz’î ve hakir şeylerden nasıl bahseder? Aza*matine yakışır mı?”



    Bediüzzaman bu şüpheye şöyle cevap veriyor:



    “Allah’ın iradesi, ilmi, kudreti, kullî, umumî, muhît ve şamildir. Cenab-ı Hakkın azametine mikyas, ancak mecmu’ âsarıdır. Meselâ, şems ziyasını bütün âleme neşrettiği bir sırada, pis mülevves bir zerre de onun ziyasından istifade ettiği va*kit, şemse karşı: ‘Ne için bu pis, bu mülevves zerre ile meşgul oldu ve ne için ona ziyasını verdi?’ diye itiraz edilebilir mi? (....) Hülasa: zerre gibi küçük şeyler veya âdî fiiller, Halık’ın halkıyla vücûda geldikleri için, O’nun dâire-i ilminde dahil olduk*ları bedîhîdir. Bu itibarla, onlardan bahsetmekte bilbedahe, müşahhat (münakaşa etmek) yoktur. (....) Kur’ân’ın muhatabı beşer olduğuna göre, Kur’ân beşerin hissiyatiyle memzuc olan üsluplarını giyer ve şivesiyle söyler ki, beşerin fehmi söylenilen sözden tevahhuş edip ürkmesin. Evet yüksek bir insan bir çocukla konuştuğu zaman, çocuğun şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. (....) Kur’ân’ı inzal etmekten maksat, cumhur-u nası irşad etmektir. Cumhur ise avamdır. Avam-ı nas çıplak olan hakaikı göremez; ülfet peyda etmedikleri akliyat-ı mahzayı ve mücerredâtı fehimleri alamaz. Bunun için Cenab-ı Hak, lütuf ve ih*saniyle hakikatları onların ülfet ettikleri bir libas ile, bir şive ile göstermiştir ki, tevahhuş edip ürkmesinler.”



    Araştırmanın sonuçları



    Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın mu’cizeliğini isbat ve beyan konusundaki metodunda gözlenebilen bazı önemli hususlar vardır. Öncelikle İ’câzü’l-Kur’ân’ı açıklarken üze*rinde durduğu arka plana bakmak gerekir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, hiç kuş*kusuz o Kur’ân’a yapılan hücumlardan ve bu hücumlara karşı Kur’ân’ın bizzat ver*diği cevaplardan hareket etmiştir. Alimlerimiz, Kur’ân’ın mu’cizeliğini Araplara de*taylı olarak, Arap olmayanlara ise icmâlî bir biçimde açıklamaya özen göstermişler. Bediüzzaman ise, Kur’ân’ın mu’cize yönlerini bütün insanlara tasilatlı bir biçimde açıklamaya büyük ihtimam göstermiştir.



    Bediüzzaman’ın, İ’câzü’l-Kur’ân’ı açıklama konusunda kendisinden önceki âlim*lerden etkilendiği doğrudur. Ancak, bu konuda daha önce hiç temas edilmeyen önemli bir takım çizgiler belirlediğini de itiraf etmeliyiz. Abdulkahir Cürcânî ve onun nazmu’l-Kur’ân konusundaki nazariyesini takdir etmekle birlikte, Abdulkahir’in var*dığı çizgide kalmamış, aksine bu nazariyeden çıkan başka bir meselede tafsilatta bulunmuştur. O da, münasebetler meselesidir. Bediüzzaman, buna büyük önem vermiş ve tefsir ettiği âyetlere kapsamlı bir şekilde uygulamıştır. O kadar ki, bu uy*gulamasında Zemahşeri’yi aşmıştır. Sözkonusu münasebetler üçtür: Ayetin âyetle münasebeti. Aynı âyetin cümleleri arasındaki münasebet. Her bir cümlenin keyfiyet ve unsurları arasındaki münasebet. Yani aynı cümlenin, lafız ve eczaları arasındaki ilişki, mânâsındaki münasebetler. Bu Kur’ân-ı Kerimdeki i’câz sırrını anlamak için “nazım nazariyesi”ne Bediüzzaman tarafından getirilen çok güzel ve önemli bir yeniliktir.



    Aynı şekilde Abdulkahir Cürcanî’ye takdir ve hayranlığını bildirmekle birlikte Bediüzzaman’ın, Kur’ân’ın i’câz vecihlerinden sadece bir tanesiyle yetinmek konu*sunda onu taklit etmediğini, yani “Nazım Nazariye”sini i’câz konusunda tek ölçü ka*bul etmediğini görüyoruz.



    Bediüzzaman’ın başka bir yönüne daha dikkat çekmek gerekir. O da, İ’câz ko*nusunda bazı orijinal ve yeni vecihler getirmesidir. Meselâ: Kur’ân’ın marifet ve medeniyet konusundaki i’câzına dikkat çekmesi, Kur’ân’daki ilimlerin birliğini vurgu*laması, Kur’ân’ın ilim ve ma’rifetin temel bir kaynağı olduğunu belirtmesi, Kur’ân’ın yapısındaki bütünlük ve ahengi açıklaması, Kur’ân’ın bütün semâvî kitaplara murakıb ve hakem olduğunu ifade etmesi... gibi konular Bediüzzaman’ın i’câzü’l-Kur’ân ko*nusunda getirdiği yeniliklerdir.



    Bediüzzaman, i’câz vecihlerinden her birisine ve hatta bu vecihlerin şıklarına ori*jinal ve güzel misaller getirmiş ve bu açıklamalarında eski âlimler tarafından tekrar edilen misallerle yetinmemiştir.



    İ’câz konusunu ele alan kitaplara göz attığımızda, müelliflerinin Kur’ân’ın mu’ci*zeliğini âlimler seviyesindeki kimselere göstermeye çalıştıklarını görüyoruz. Dolayı*siyle onların muhatapları sadece âlimlerdir, başkalarını nazara almazlar. Fakat, Bedi*üzzaman’ın onlardan farklı olarak, i’câzü’l-Kur’ân konusunda avam-ı nasa özel bir itina gösterdiğini gördüm. Bu gerçek, avamın da Kur’ân’ı anlayabileceği ve Kur’*ân’ın avam tabakası için de mu’cize teşkil ettiğini tekrar tekrar ifade etmesinde açıkça göze çarpıyor. Acaba, avama gösterdiği bu itinanın sırrı ne olabilir? Hiç şüp*hesiz Bediüzzaman “alim-i mürşid”e güzel bir örnektir. Çünkü, avamın seviyesini yükseltmeye çalışmış, böylece bir çoklarının Kur’ân’ı anlayıp mânâlarını idrak etme*lerine, dolayısiyle iki dünya saadetini kazanmalarına ve Kur’ân’a muhatap olma se*viyesine çıkmalarına imkân sağlamıştır.



    Bediüzzaman İ’câz konusunda-özellikle-iki nokta üzerinde açıklamalarını teksif etmiştir. Birincisi: Beyan i’câzı. İkincisi ise: Batı ve materyalist felsefe karşısındaki ma’rifet ve medeniyet i’câzı. Acaba, bizzat Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi Arap olmayanların Araplaşıp, Arapların arasına karışınca lafız sanatının galebe etmesi se*bebiyle insanların dil konusundeki selikaları bozulmuşken beyan i’câzının rolü ne olabilir? Bir âlim-i mürşid olan Bediüzzaman, terbiyenin en evvel metod ve usule ihtiyacı olduğu inancındadır. Bunun en güzel yolu ise, belağat ve edebiyattır. Çünkü, bu insanın hassasıdır. İnsanın ruhunu en güzel şekilde terbiye, vicdanını en okşayıcı olarak tasfiye, fikrini en güzel biçimde tezyin eden ve kalbini en iyi şekilde genişleten bir nevi edebiyattır. Bundan dolayıdır ki, bu nevi edebiyatı, bütün ilimle*rin sultanıymış gibi, hepsinden daha yaygın, daha geniş, daha nafiz ve beşer kalbine daha yakın olarak görürsünüz. Bediüzzaman, belağatın ehemmiyetine ve akıl ve vicdana olan te’sirine önemle dikkat çeker. Bu sebeplerden dolayıdır ki, Bediüzza*man bu i’câz vechine son derece önem verir.



    Bediüzzaman, “Beyanî i’câz”ı açıklarken iki metod takip etiğini görüyoruz. Bi*rincisi: Buna yeterli derecede delil ve bürhan getirmesi. Fatiha Sûresinin tamamı ile Bakara Sûresinin ilk otuz üç âyetini içine alan parlak tefsiriyle bu metoda gözel bir örnek sergilemiştir. İkincisi: İ’câzü’l-Kur’ân konusundaki bu veche yöneltilebilecek bütün şüpheleri defetmek. Meselâ, Kur’ân’daki tekrarların sırları ve Kur’ân’ın şiir olmaktan münezzeh olduğu konusundaki ikna edici izahlarını gördük. Bana öyle ge*liyor ki Bediüzzaman, bu konuda, İ’câzü’l-Kur’ân isimli kitabının büyük bir kısmını şiirin tenkidi, tahlili ve Kur’ân’ın şiire olan üstünülüğüne tahsis eden el-Bakillânî’den daha iyi yapmıştır. Çünkü Bakıllânî, bu noktada israfa kaçmıştır. Eğer, Kur’ân naz*mının güzelliğini açıklamaya yönelseydi daha önemli ve üstün bir hizmet yapmış olurdu.



    Yine Bediüzzaman’ın, Kur’ân’ın fasılaları (ayet sonları) konusunda ne güzel açık*lamalar yaptığını gördük. Bu açıklamaları yaparken, sadece âyet sonunun âyetle olan münasebetini belirtmekle yetinmemiş, aksine, bu fezlekelerin Allah’a iman ve sıfatullahla ilgili temel kaideler ihtiva ettiğini, Kur’ân’ın külli maksatlarını isbat ettiğini belirtmiş ve Kur’ân fasılalarının insanın vicdanı ve kalbi üzerindeki imanî ve psikolo*jik tesirlerini açıklamıştır. Bu güzel ve orijinal açıklamaları Bediüzzaman’dan başka bir kimsenin yaptığını görmedim.



    Kur’ân’ın marifet ve medeniyet konusundaki i’câzına gelince, Bediüzzaman bu i’câz yönünü kavrayıp el atabilmiş, onu isbat edebilmiş ve Kur’ân’a hücum edildiği bu asırda bununla Kur’ân muarızlarına karşı koyabilmiş, ve bundan hareketle Batının bozuk medeniyetinin çürüklüğünü ve bu medeniyetin nasıl beşeriyeti dalalete sürük*leyip hak ve hakikati görmesine engel olduğunu isbat edebilmiştir. Bediüzzaman bunu yaparken, realiteyi konuşturmuş ve İslâm Ümmetinin, Allah’ın Şeriat ve ni*zamını terkederek harfi harfine ve adımı adımına Batıyı taklid etmesi karşısında duy*duğu teessüf ve üzüntü haliyle gerçekleri dile getirmiştir. Onun sözleri, Kur’ân-ı Kerimi yeniden hayat ve marifet alanına aktarmaya, Ümmetin inanç ve kültürünü tashih ve medeniyetini kurma konusunda Kur’ân’ı tekrar en büyük merciiyet ma*kamına iade etmeye açık bir davettir.



    Mediüzzaman merhumun, ictimaî, beşerî ve tabii ilimlerin Kur’ân-ı Kerimin nur kaynağından çıktığını ve özellikle de Allah’ın güzel isimlerine dayandığını açıklama*sıyla “bilginin İslâmîleştirilmesi” fikrinin en büyük öncülerinden birisi olmuştur. Bu nedenle, Bediüzzaman’ın fikirleriyle “el-Ma’hedü’l-Alemî Li’l-Fikri’l-İslâmî” arasında bir köprü kurulmasını zarurî görüyorum.



    Bediüzzaman’ın İ’câzü’l-Kur’ân konusundaki fikirleri öylesine gerçekçi ve canlıdır ki, günlük hayata aktarılmaya rahatlıkla imkân verir. Bu da, onun fkirlerini araştır*mak, onları geliştirmek, üzerinde yeni fikirler bina etmek ve bunların üzerinde do*nup kalmamakla olur. İslâmın sancağını asırlarca taşıyan bu millet, Batının materya*list medeniyetine karşı koyabilen Bediüzzaman’ı örnek alarak Kur’ân-ı Kerimin esas ve düsturları üzerinde eski şanlı tarihini yeniden kurabilir ve buna muktedirdir.



    Hülasa: Kur’ân, âlimlere enerji kaynağı olmaya devam edecek, hayranlık uyan*dırıcı sırları bitip tükenmeyecek, bütün kitaplara ve bilcümle ma’rifetlere olan ha*kemliği sürecek ve âlimler: “Kur’ân hâlâ taptazedir!” demeye devam edeceklerdir.



    Ben, Bediüzzaman’ın eserlerinde zengin bir fikir madeni buldum. Her fikri, Kur’ân-ı Kerimin i’câz vechinden biri sayılabilir. Bu açıklamalarımla maksadımı ifade edip edemediğimi bilemiyorum.



    Rabbim, hamdederek Seni her türlü naksandan tenzih ederim. Senden başka hiçbir ilah olmadığına şehadet ederim. Senden af diler ve Sana tevbe ederim.



    ____________________







    1 Doç. Dr. ZİYAD HALİL MUHAMMED ED-DEĞAMİN



    1962’de Amman’da doğdu. 1987’de masterini ve 1991’de doktorasını tamamladı. Halen Malezya’da Uluslararası İslâm Üniversitesinde öğretim üyesidir.



    Yayınlanmış eserlerinden bazıları:



    1) Mevzuî Tefsir’de Araştırma Metodu.



    2) Kur’ân Tefsirinde Disiplinli Metod.







    2 Kamer Sûresi: 20.



    3 Mâide Sûresi: 31.



    4 Yâsîn Sûresi: 39.



    5 Bakara Sûresi: 255. âyet; İbrahim Sûresi: 32-34. âyetler.



    6 Cum’a Sûresi: 1.



    7 Nebe’ Sûresi: 7.



    8 Hicr Sûresi: 217.



    9 Hadîd Sûresi: 25.



    10 Kehf Sûresi: 109.



    11 Bakara Sûresi, 29



  8. #18
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995

    BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’YE GÖRE MÂRİFET TEORİSİ

    EDİB İBRAHİM DEBBÂĞ 1

    1.

    Bugün Müslüman, yirmi birinci yüzyılın kapısında, bir çok yeni fikirlerin, kültür*lerin ve ilimlerin kulağını sağırlaştırdığı bir asır ile karşı karşıya bulunmaktadır. Çünkü, beraberinde getirdiği tenkit ve ayırımcılık hissiyatı-ihmâl ve atâlet ile-neredeyse onun meselelere berrak ve açık bir şekilde yaklaşma kudretini kaybetmiş haldedir. Bu korkunç fikrî tufan karşısında, kendini imanî köklerinden ve temellerin*den az kalsın ayırır ve koparır duruma gelmiştir. Bunların temelinde, hiç şüphesiz, ışığında bu engellere karşı koyabilecek ve ona asrın şüphelerine mukabil sarsılmaz, kırılmaz ve şaşmaz fikrî ve vicdanî esaslarla mukabele imkanı verecek güçlü bir “mârifet nazariyesi”nden mahrum oluşu vardır.

    Muasır Müslümanın içinde bulunduğu bu müşküllerin çözüm yollarını arayan bir kimsenin öncelikle şu gelen sualleri dikkate alması gerekir:

    Müslümanın “iman bilgisine” ulaşması nasıl mümkün olur? “Mârifet ile iman”a nasıl ulaşır?

    Daha açık bir dille; “iman”dan “mârifet”e, “mârifet”ten “iman”a nasıl bir yol bulunabilir?

    Bu sorulara cevap olmak üzere ciddî çalışmalar yapılmış, başlangıçtan günü*müze kadar, bir çok İslâm alimi ve düşünürü yüzlerce kitap, araştırma ve makaleler kaleme almış ve bunlardan her birisi kendi ihtisas sahası doğrultusunda, İslâm haki*katleriyle, özellikle modern asrın keşfettiği kevnî hakikatler arasındaki “tetâbuku-uygunluğu”; dinî düşüncenin doğruluğu ile, yapısı batıl ve evhâmla kirlenmemiş beşerî fikirlerin doğruluğu arasındaki derin-batınî yakınlık bağını değerlendirmiştir.

    İslâmî düşünceyi ortaya çıkarma konusunda hiç kimsenin şüphesi bulunmadığı bu övgüye layık gayretler, maalesef ayrı ayrı dağınık bir halde bulunmaktadır ve bun*lar biraraya toplanarak, parçaları arasında irtibat kurulamamış, bu asırda aklî ve imânî açılardan gelen taarruzlara karşı koymaya yetecek gücü sağlayan “mârifet-i imaniye” anahtarını Müslümanın eline verebilecek “mârifet ifadeleri”nden uzak kalmıştır.

    Asrımızdaki kültürel yönelişler, fikir erbabınca fikrî müfredâtın tanzim edilmesini ve bunun bir tek teori çerçevesinde toparlanmasını gerektirmekte; bu parçaları birbirine bağlayacak, bir tek mârifet yoluna çıkaracak, bu doğrultuda ortaya çıkan fikrî cevheri, onun hakikatini ve temellerini bilmeyi mümkün kılacak zihnî bir bağın kurulmasını icap ettirmektedir.

    Buradan da anlaşılacağı gibi asrımız, insan davranışları, bilgileri, kültürleri ve ilimlerinin bütününden ortaya çıkan bir “teoriler, denklemler, kanunlar, semboller ve rakamlar” asrı olma özelliğini taşır.

    İçimizdeki görüş ve fikir sahipleri, fikirler arasındaki müfredat ve cüz’iyyat ara*sında kaybolmaya devam ettikleri, fürüât ve ayrıntılarda boğuldukları sürece, müte*kâmil marifet çizgisinde fikrî dağınıklığın tasnifine yönelik gayretler kendini göste*remeyecektir.

    2.

    Bu alanda eşine ender rastlanır başarılı gayretlerden birisini Bediüzzaman Said Nursî telif ettiği risâleleriyle ortaya koymuştur. Risalelerin tamamı yüz otuz parça*dır. Bu eserler mârifet-i imaniye için gayet geniş ve metin birer zemin oluşturmuş*tur. Bunları içimize sindirebildiğimizde fikrî ve vicdanî bir doyuma ulaşabilir, günü*müz dünyasında önümüze çıkan fikrî ve vicdanî müşküllere karşı koyma gücüne sa*hip olabiliriz.

    Bediüzzaman’ın şekillendirdiği ve sınırlarını çizdiği mârifet-i imaniye, şu âyet-i kerimeyi çok iyi anladığını gösterir:

    “Onlara gerek içinde yaşadıkların âlemin her tarafında, gerekse kendi nefisle*rinde âyetlerimizi göstereceğiz-tâ ki Kur’ân’ın hak olduğunu onlara iyice açık*lanmış olsun...” 2

    Bu ayet-i azimenin ışığında, birçok akıl sahiplerinin mârifet konusunda dikkate almadıkları noktaları değerlendirerek, bu konuyu temelinden ele almış ve mârifeti aşağıdaki gibi üçe ayırmıştır:

    1- Semâvât ve arz, her ikisi arasındaki ve yeraltındaki varlıklarla ilgili ilimleri şâmil olan mârifet-i kevniyye.

    2- İnsanın yapısını, ferden ve nev’an, zâhiren ve bâtinen insanı ilgilendiren her şeyi şâmil olan mârifet-i insaniyye.

    3- Allah’ın varlığı, Onun yarattığı şeylerdeki rubûbiyyeti ve şuûnatıyla irtibatlı olan mârifet-i İlâhiyye.

    Bu üç mârifet çeşidi birbirini istilzâm, birbirine istinad ve delâlet etmekte, birbir*leriyle ayrılmaz bir bütün teşkil etmekte ve bu âlemde münferid, müstakil ve ayrı bir mârifet şekli görülmemektedir.

    Bir mü’min oluşum, ârif olmamı gerektirir; çünkü mârifet benim niçin mü’min olmam gerektiğini kuvvetli bir şekilde bana bildirir.

    Sıdk ile ve derinlemesine ârif oluşumla, sahip olduğum mârifet beni mârifet derecelerinin en yüksek mertebesi olan mârifetullaha yükseltir.

    Bir insan olarak, insanın durumu, yapısı, varlığı ve gidişatı üzerinde önemle du*rup, alemde ve kâinattaki küçük hacmine rağmen batınında sakladığı gizli sırları öğrenmek beni sonuçta bu insanın ve mevcudatın Hâlıkını bilmeye yöneltir.

    3.

    Bu mârifet çeşitleri, tıpkı bir eşkenar üçgenin kenarları gibi birbirleriyle bağlantı*lıdır. Taban kenarlarından birinde “mârifet-i kevniyye”, diğerinde “mârifet-i insa*niyye” bulur. Tepe noktasında ise “mârifet-i İlâhiyye” yer alır.

    Bu üçgenin hangi köşesinden okursak okuyalım, her zaman tabandan zirveye doğru çıkarak okuyabilir veya aynı şekilde zirveden tabana inebiliriz. Yani; eğer imân yolunda kâinat ve insanı tanıyabileceğimiz gibi, kâinat ve insanı tanıma yo*lunda imânı hareket noktası yapabiliriz. Aklımız mârifet yolunda hangi birisinden başlarsa başlasın, diğer iki mârifet şeklinin muhal olmadığı sonucuna ulaşır. Adeta her üç mârifet, tıpkı eşkenar üçgenin bir tek matematiksel şekil meydana getirme*leri gibi, bir tek mârifeti teşkil eder gibidir.

    Din, kültür ve ilim meselesinde bir çok vartaya düşenlerde gördüğümüz gibi, ayırımcı ve infirâdî nazardan çekinmemiz gerekir. Böyle bir bakış açısı mütekâmil bir mârifet yapısı bina etme gayretlerini boşa çıkaracaktır.

    Terkîbe (birleştirmeye) yönelik câmi’ bakış açısı, böyle bir mârifetin inşasında muhtaç olduğumuz bir yaklaşımdır. Tıpkı dağılmanın, kâinatın üzerine kurulu bulun*duğu terkip esasıyla tenakuz halinde olması gibi. Zira bu binâ etme değil yıkımdır; terkip ise yıkım değil binâ etmektir. Daha derinlemesine bakacak olursak, bizim kâ*inatla olan bağlantımız, ondan ayrılmaz bir parça oluşumuzla ortaya çıkar. Çünkü, bizlerin ondaki terkibî kanundan uzak kalmamız veya kesretten vahdete, cüz’den külle yönelirken ondaki kanunlardan ayrılmamız düşünülemez. Bilakis, anlayış ve idrakte, bilgi ve fikirlerin şekillendirilmesinde, düşünce yapımızı bu kanunlar çerçe*vesinde belirlememiz gerekir.

    4.

    Müslüman düşünürün aklı, muhtelif mârifet noktalarını massetmeye, onları haz*metmeye ve kalem lisanıyla küllî bir vahdet şekline çevirmeye kadir bir basîrete sa*hip olmalıdır.

    Zihninde, fikrî problemler hakkında geçmiş tarihe has muayyen ve sınırlı çözüm sureti bulunan bir kimsenin yazdıklarıyla, zihninde kâmil imânî bir medeniyet sûreti bulunup, onu yeni bir zemine oturtmak, donmuş, hareketsiz medeniyet hissinden kurtulmak, kendisini hararete, harekete yöneltmek, kendisindeki cevheri, vücudun*daki sonsuzluk unsurlarını havî derinlikleri anlamak isteyen kişinin yazdıkları arasında büyük farklar vardır.

    Evvela, câmi’ ve şümullü akıldan mahrum olan, cüz’iyyattan ve müfredattan kendini kurtaramayan, düşünceleri küll-ü küllîdeki cüz’-ü cüz’î ile meşgul olan nisbî bir merhale vardır.

    İkinci merhalede ise, bütün unsurları ve parçalarıyla mutlak-küllî bir medeniyet birliği lisanıyla konuşulur; imanî tefekkür ameliyesinde sathîlik ve kusur illeti sayılan teczie ve parçalarda boğulma hatasına düşülmez.

    Bediüzzaman Said Nursî risalelerinde, âfâk ve enfüste cevelân eden gözlerinin keşfettiği gibi, İslâm medeniyetindeki imanın sûretini resmeder. Kevnî, insânî ve İlâhî ayırımları arasındaki engelleri ve sınırları ortadan kaldırır. Ona göre bu üç un*sur, müslümanın vicdanından başlayıp, aklı ve ruhunun mârifetleriyle devam eder, meyvesinden taşına bütün varlıkların derinliklerine kadar uzanır.

    5.

    Günümüzde, İslâm medeniyetini yeniden hayata geçirme gücü neredeyse öl*müş, ruhunu bıkkınlık ve yorgunluk sarmış, cismi duyarsızlaşmış, damarları donmuş, aklı ve kalbi hastalanmış, içini zamanın ölü ve öldürücü boş hevesleri kaplamış, me*deniyet düşüncesinden uzaklaşılmıştır. Geçmiş zamanlarda olduğu gibi, bedeni zin*danlarda da olsa hürriyetinden koparmayan, nur ve hidayet ışığı saçan imanî bir enerjiden güç alan Müslüman insanın azîm medeniyet ruhundan arta kalanı-bütün taş kalpliliğiyle-taşlaştıran sağır ve ruhsuz maddeci gürûhun taarruzuna karşı basî*ret, akıl ve kalp şimşeklerini çaktıran ruhî enerjisinin, zamanla tedrîci bir değişime uğraması şeklinde kendini gösteren sekerâtı giderek şiddetlenmiştir.

    İşte bu tablo, bizlerin içinde bulunduğu karamsar durumu, yeniden medeniyet alanında rol üstlenebilmek için ayaklarımızın üzerinde doğrulabilme, diğer yandan tarihin derinliklerinden günümüze kadar görülen bütün olaylara nüfûz edebilme melekesine sahip, bizleri tarihin ve zamanın dışına iten sebepleri bir bir yok edecek kudretli ve çaplı bir mütefekkirin ortaya çıkması konularındaki ümitsizliğimizi gös*termektedir.

    Böyle bir ortamda, İslâm ümmeti olarak düşüşümüzün ve çöküşümüzün sırlarını anlamak güç değildir. Zira, öyle bir vaziyetteyiz ki, aklımızdaki mârifet-i ilâhiye ve mârifet-i insaniye, kevnî ilimlerle tabiî ilimler arasında bir bölünmüşlük vardır. Şuur*suzluk içindeki ümmetin medeniyet uykusundan uyandırılması ve yeniden harekete geçirilmesi için bu asırdaki mütefekkirlere, bir cihetten kevnî ve insânî gerekler ara*sında, diğer cihetten gayra nisbetle meşîet-i İlâhiye arasında zihnî bağlar kurma gö*revi düşmektedir.

    6.

    Bediüzzaman Said Nursî’yi okuduğumuzda, sadece insâni ve kevnî hakikatleri alıp, İlâhî hakikatleri gözardı etmeksizin, gayet îcâzlı bir şekilde İlâhî, insânî ve kevnî hakikatler arasında kurduğu câmi’ fikrî terkipleri sunarken sergilediği benzersiz kud*reti karşısında aklımız adeta durmaktadır.

    İşte, Bediüzzaman’ın cami’ ve şâmil düşünce yapısına dair ipucu verecek bazı örnekler. Cenab-ı Allah’ın bir buyruğunu dile getirerek şunları söylüyor:

    "Herşeyden yüce olan Rabbinin ismini tesbih et. O Rabbin ki, herşeyi yaratıp düzene koymuştur. O Rabbin ki, herşeye lâyık bir şekil ve ölçü tâyin etmiş ve onu yaratılış gayesine yöneltmiştir." (A'lâ Sûresi, 1-3) sırrınca: Umum eşyada hususan zihayat masnûlarda hikmetli bir kalıptan çıkmış gibi her şeye bir miktar-ı muntazam ve bir suret, hikmetle verildiği ve o suret ve o miktarda mas*lahatlar ve faydalar için eğri büğrü hudutlar bulunması; hem müddet-i hayatla*rında değiştirdikleri suret-i libasları ve miktarları yine hikmetlere, maslahatlara muvafık bir tarzda mukadderat-ı hayatiyeden terkip edilen manevî ve muntazam birer sûret, birer miktar bulunması, bilbedahe gösterir ki: Bir Kadîr-i Zülcelâl’in ve bir Hakîm-i Zülkemâl’in kader dairesinde suretleri ve biçimleri tertib edilen ve kud*retin destgâhında vücudları verilen o hadsiz masnûat, o Zâtın vücûb-u vücûduna delâlet ve vahdetine ve kemal-i kudretine hadsiz lisan ile şehadet ederler. Sen kendi cismine ve azâlarına ve onlardaki eğri büğrü yerlerin meyvelerine ve fayda*larına bak! Kemâl-i kudreti gör.” 3

    7.

    Müslüman insan-rûhî derinlik kazanmasıyla-zamanın ve tarihin haricine çıka*rılsa da yine kevnî bir unsur olarak kalacaktır. Böylelikle, zamanı ve tarihi aşıp, ter*kettiği gerçek yerini yeniden elde etme fırsatını yakalayacaktır. Neticede ise, za*manın nabzından ve tarihin kalp atışlarından bir cüz’ olmasını engelleyen bütün ayı*rıcı sınırları ortadan kaldıracaktır.

    Zamânî ve tarihî ağırlığının kaybolması korkusu, mahbus bulunduğu ademî boş*luk kazanında ruhunu saran bir çok engellerden sadece bir tanesidir. Bununla ken*disini, milletlerin, ümmetlerin ve medeniyetlerin ölümle yüzyüze geldikleri tarih nehrine yeniden döküldüğünü hisseder.

    İnsanın, değişim tarihinde, zahiren ve batınen vücudda olduğu gibi devamlı isti*hale halinde olduğunu ve sürekli değiştiğini bilmek, onun kâinattaki dinamiklerle ve hareketlerle bağlantılı olduğunu te’kid eder. Zira, insan ondan bir parçadır. Bir hal üzere kalmak ve donuklaşmak, hayatın en güzel yönlerinin, en derin fikirlerin ve en temiz hareket tarzının boy gösterebilmesine yönelik olarak, insanın derinliklerin*deki mahiyetini, zâtındaki gizli sırları açığa çıkaracak değişimin de durması demektir. Hiç şüphesiz ondaki bu değişimde, kuvvet ve zaafın, genişlik ve darlığın, imdad ve kifayetin birarada bulunduğunu bilmek gerekir. Bu yolla, nefsindeki nakîzaları ve ih*tiva ettiği zıtlıkları açık bir şekilde görebilir. Neticede ise, onun idaresine güç yeti*rebilir, inat ve isyanını dizginleyebilir hale gelecektir.

    “İ’lem Eyyühe’l-Aziz! İnsanın akıl ve fikir meydanı öyle bir vüs’attedir ki, iha*tası mümkün değildir; ve o kadar dardır ki, iğneye mahal olamaz. Evet, bazan zerre içinde dönüyor, katre içerisinde yüzüyor, bir noktada hapsoluyor. Bazen de, âlemi bir karpuz gibi eline alır ve kâinatı misafireten getirir, akıl odasında misa*fir eder. Bazen de o kadar haddini tecavüz eder, yükseğe çıkar ki; Vâcibü’l-Vü*cûdu görmeye çalışır. Bazan de küçülür, zerreye benzer. Bazan da semâvat ka*dar büyür. Bazan de bir katreye girer. Bazan da fıtrat ve hilkati içine alır.” 4

    8.

    İnsan, pozitivizm kanununca yorumu yapılmaktan aciz kalınacak şekilde harika fikirlere ve fiillere sahip, bu âlemde benzersiz olarak niteleyebileceğimiz bir varlık*tır. İzafiyet, fizikî cismine, husûsi kanunları ve kuralları çerçevesinde eğilebilir ve bazı yorumlar getirebilir. Ancak, onun batınî yapısına el uzatmaktan aciz kalır. İnsa*nın batını, onun hakikî âlemidir ki, bu yönüyle sebebiyet anlayışına adeta isyan eder. Bu yönü onun vücud bulmasındaki motor gücü ve kâinatın haricinde ve tabiatın gerisinde, hayatının bir dinamosudur. Bu güç, enbiyânın fikirleri fiillere çevirmede kullandıkları bir enerjidir. Bu fikirler ve fiillerin uzaktan yakından sebeplerle bir ilgisi yoktur.

    Pozitivizm ve cazibe kanunlarının keşfedilmesi hakikaten ilmî fütûhata büyük ko*laylıklar sağlamıştır. Alimler, bir çok kevnî ve hayatî düğümlerin çözülmesine yöne*lik deney ve araştırmalarında bu yola dayanmışlardır. Ancak itiraf etmeliyiz ki pozi*tivizm ve cazibe kanunları zamanla, dinî ve rûhî düşünce alanlarında, fikir ve ruhun hareket kabiliyetine yönelik aklî ve vicdanî engeller haline gelmişlerdir. Bu sebeple, İlâhî değişim kanunu gibi insanla alakalı olan bütün yönlerin tabiat kanunlarınca ele alınması ve yorumlanması imkânsızlaşmıştır.

    Pozitivizmdeki katılık ve akla olan baskısı, çok ileri boyutlarda hissedilen âlemin nihayetinden nihayetsiz duygulara varıncaya, nisbî olan sayılabilen şeylerden fikir ve akîde yönüyle asla sayılamayacak derecede sınırsız olan mutlaka kadar insanın şuûrî ve hads kuvvelerini tatil etmeye zorlamaktadır. Bir çok meşakkat ve engellerden sonra, pozitif aklın idrakten aciz kaldığı bir çok hakikatteki harikalığın hads ve şuur ile elde edilmesini sağlayan telakkî ve istikbâl kapıları böylece kapanmış olacaktır. Pozitivizm azgınlığı ve onun hareket metodu birçok günümüz düşünürünün aklını hakimiyeti altına almış, insanlarda vicdanî açıdan yer etmeye çalışmış ve bütün faali*yetini onları kapalı, dar bir hissî daire içine almaya hasretmiştir. Bu dar kalıbı ancak arınmış güçlü nefislere sahip olanlar kırabilir.

    Tereddüt ve korku içindeki nefisler ise, yine şaşılacak bir şekilde pozitivizm ağına sığınmaktadır. Zira ondan uzaklaşıp kurtulmaktan acizdir. İşte, Batılı müte*fekkirlerin ve âlimlerin ortaya koydukları pozitivizmin galibiyetine mukabil, azîm imanî fütuhattaki şahid olduğumuz gerilemenin temel sebebi burada yatmaktadır. Bizdeki basîretin bozulmasından dolayı, onların pozitivizm perdesi altında bizleri imandan alabildiğine uzaklaştırarak dalâlete atmak istediklerinin maalesef farkında değiliz.

    İşte Bediüzzaman, pozitif aklı muhakeme ederek, yakıcı bir şekilde şöyle tenkid eder:

    “Her bir mevcud, doğrudan doğruya Zat-ı Ehad ve Samede verilse; vücûb de*recesinde bir suhûlet, bir kolaylık ile ve bir intisab ve cilve ile, her bir mevcuda lazım her bir şey, ona yetiştirilebilir. Eğer o intisab kesilse ve o me’muriyet ba*şıbozukluğa dönse ve her bir mevcud kendi başına ve tabiata bırakılsa, o vakit imtina derecesinde yüz bin müşkilat ve suûbetle sinek gibi bir zihayatın, kâinatın küçük bir fihristesi olan gayet harika bir makina-i vücûdunu icad eden, içindeki kör tabiatın, kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet sahibi olduğunu farzetmek lazım gelir. Bu ise bir muhal değil, belki binler muhaldir.” 5

    9.

    Burada Bediüzzaman’ın, pozitif aklın kasden veya kasıtsız olarak halk ve icâd noktasında bazı Rubûbiyet özelliklerini sebeplere vermeyi esas alışını şiddetle tenkid ettiğini vurgulamak istiyorum. Haddizatında pozitivizmin nazarında kâinat sığınılacak bir kaledir. Onu kendisine sımsıkı bağlamış, onu kendisinden ayıracak, koparacak her türlü sebebi bertaraf etmeye çalışmıştır. Aslında onun esasları, kâinatın ardında, bütün varlık aleminde vaki olarak dercedilmiş mucizevî İlâhî amellerdir.

    Hayatla ilgili bazı kaideleri açısından, bir mü’minin imanı pozitivizme itimad et*meye mani değildir. Diğer yandan ona olan itimadı, pozitivizm kafesinden imani görüşlerini kurtarmasına ve sert duvarlarını parçalamasına engel olamaz. Bu hare*ket alanını, pozitivizmin ulaşamadığı ve onun dışındakilerle iktifa ettiği ruh ve vicdan yönlerinden vaki olan mesajlara kulak vermeyi de içine alacak şekilde, hududsuz olarak, ebede kadar uzanır.

    İnsan, ebedi ve hududsuz olan bu alemi sadıkane bir şuurla kabul ederek, ona kucak açabilir. Zira bu alem perdesi,-Bediüzzaman’ın dediği gibi-insanın lisan-ı hâl ve lisan-ı kâl ile yaptıklarının yanısıra fıtrî tazarrûlarına bir cevap olarak İrâde-i İlâ*hiye ile açılacak, bu da tıpkı ademden vücûd âlemine, ölümden hayat vatanına inti*kal eden bütün hayat sahipleri açısından geçerli olduğu gibi, ölümden sonra, insan*lara bir izzet ve yakınlık belirtisi olarak verilecektir.

    Bediüzzaman, kâinatın ardındaki âlem-i gayba nüfûz etme kudretine sahip basî*ret-i rûhiyesini kaybetmiş bir nazarla kesafetli olan şu âlem-i şehadete bakmaz. Onun hissiyatına göre bu âlem-i şehâdet, bütün mu’cizâne vasıflarıyla bir levha-i i’*câziye şeklini almıştır. Bir Mübdi-i Bâri-i Kadîrin elinde resmedilmiş ve en güzel şe*kilde yaratılmıştır. Ancak bu âlem-i şehadet, bir gölge, remiz ve îmâdır. Daha gü*zel, daha mukaddes ve daha harika, aynı zamanda nihayetsiz ve ebedî bir âlemin gölgesi ve nümûnesidir. Mü’minlerin güzelliklere meftun ve müştâk nazarlarını beklemektedir.

    Bizim içimizde, güzelliklerin müşahedesine fıtrî bir yakınlık, düşkünlük ve ünsi*yet, aynı zamanda bu özelliği taşıyanlara karşı bir incizâb vardır. Haddizatında ce*mâlin kendisi bizleri şevke ve zevke yöneltir. Güzelliklere meftun, onlara değer ve*ren, hislerini onlarla tathir ve tehzîb eden ehl-i zevk müşahidlerin nefislerindeki saf*vet bu konuda gereklidir.

    Ve keza, bir cemâl sahibi, daima hüsün ve cemalini görmek ve göstermek ister. Bu ise, ahiretin vücûdunu ister. Çünki, daimî bir cemâl, zail ve muvakkat bir müş*taka razı olmaz. Onun da devamını ister. Bu da ahireti ister...

    Ve keza, görünüyor ki, bu alemin sahibi, yaptığı şu kadar fiillerin delaletiyle ha*rika bir sehavete sahip olduğu gibi, nur ve ziya ile dolu güneşler ve meyve ve se*mereler ile hamile eşcar ve ağaçlar misillü pek çok hazineleri vardır. Binaenaleyh, bu ebedî sehâvet, tükenmez servet, ebedî bir ziyafetgâhı ister ve devam ile muh*taçların da devam-ı vücûdunu iktiza eder. Zira nihayetsiz bir sehavet, harika bir ke*rem, daima halka ihsan ve in’am etmek iktiza eder. Bu ise, ihsan ve in’amlara min*nettar ve muhtaç olanların devam-ı vücutlarını ister. 6

    10.

    Nefs-i mü’minin kevnî, insânî ve ilâhî hakikatler ile tevhid cihetindeki imanî haki*katlerin arasına engel koyması hakikaten müessif bir durumdur. Bir tek marifet na*zariyesi etrafında tevhidî bir terkibin şekillendirilmesinde dayanılan zihnî unsur, imanın cüz’iyyatı ve bölümleri konusunda büyük bir acze ve enerji sarfiyatına se*bep olacak kadar güçlü bir unsurdur. Bu durum normal bir Müslümanın, daha ön*ceden girişmediği böyle bir imanî tecrübe için cesaretini kırmaktadır.

    Böylelikle Bediüzzaman dinî bir vecibeyi yerine getirme açısından, henüz imanî kuvveleri uyanmamış ve tevhid mârifetini idrak derecesine ulaşamamış insanlara yardım etmeyi kendisine şart koşmuştur. Risaleleri aracılığıyla onları mârifet-i imâ*niye dairesi içine gayet emin nefislerle girmeye teşvik etmiş, bunun idraki için yapı*lacak cihada yönelik önlerine uygun yol açmıştır. Bunu gerçekleştirirken dalâlet ve inkâr vasıtalarıyla aralarına set çekmeyi ihmal etmemiştir.

    Bu mârifet yolunun idrakine ulaşabilmesi için Müslümanın yaptığı cihad,-Bedi*üzzaman’ın takdim ettiği gibi-küfür, fısk ve isyan gibi kerih gördüğü şeylere karşı yapacağı cihadın üzerine kurulur. Çünkü sevdiği şeyler uğruna yapacağı cihadın tamam olabilmesi için öncelikle kerih gördüğü şeylere karşı cihad açması gerekir. Eğer bu yolda aceleci olunur ise, çoğu zaman başarı elde edilemez. Bu acelecilik ve aşırı istek sonucu, tek tek aşılması gereken merhaleleri bir defada aşmaya çalışa*cağından, öncelikle bir takım yorgunluk emareleri görülecek, gençlik ve delikanlılık dönemini yaşamadan ihtiyarlığın ve yaşlılığın sıkıntılarını yüklenecek, sür’atle güçten ve takatten düşecek, daha hedefine ulaşamadan iman gücünü giderek kaybedecek*tir. Böylece o kimse, tıpkı Resûlüllahın (a.s.m.) vasıflandırdığı gibi, hırsla eşeğine fazla yük yükleyen kişinin hem eşeğinden, hem de mallarından olmasına döner.

    Mârifetin desteklediği iman ve imandan destek alan mârifet konusuyla ilgili bir Risâle-i Nur talebesi şunları söylüyor:

    “Ruhumda büyük bir boşluk hissederek, okuyacak kitap ararken, Risâle-i Nur’u okuduğum zaman elimde olmayarak ondan ayrılamadım. Kalbimdeki o büyük ih*tiyacı, Risâle-i Nur eserlerinin karşıladığını hissettim. İlmî ve imanî şüphelerden kurtaran aklî ve imanî isbatları onda buldum. Böylelikle vesveselerin verdiği sıkın*tılardan kurtuldum. Bu hakikatlerden anladım ki; Risâle-i Nur, bu asrın insanları olan bizler için yazdırılmıştır.” 7

    11.

    İnsan, bir sebepten dolayı benliğinin hastalığa düçâr olması dışında ilhad ve adem çukuruna asla yuvarlanmaz. Bu hastalık sebebiyle, âlem-i hissin ardındaki ya*kînî ve vicdanî şuur kaynakları kurur. Nefsinde kesif ve galîz bir his kendini gösterir. Bu alemin ardında muttali olduğu hakikatleri inkâr etmeye koyulur. “Kevniyet” (oluşum) kelamından öteye söyleyeceği bir şey kalmaz. Bu konumda fazla geçme*den, kendisini görüş açıklığını ve müşahede safiyetini kaybetmiş bir şekilde, ölü bir bakış açısıyla yeniden haşredildiğini görür. Zihnî bir çalkantı yaşar. Anlayışında dal*galanmalar olur ve yavaş yavaş varlığının sırlarını tanımaya, mevte ve fenâya mah*kûm olarak düşündüğü bu varlıktaki mânâ ve gayeleri anlamaya başlar. Kâinatın ardındaki âlemden fışkıran bu müthiş mânâ akımını gözetlemekten aciz kalır. Her bir varlığın, muhtaç olduğu mânâları üzerlerinde görür. Ve böylelikle mânâ bütün kâ*inatı doldurmuş, vücûd alemi onun esiri olmuştur. Manasızlık ise sadece kendini be*ğenmiş hastaların hayallerinde kalmıştır. Neticede böyleleri nefs, kâinat ve hayat ci*hetlerinden, en önemlisi nefsin, kâinatın ve hayatın Hâlıkı (c.c.) canibinden çok ağır bir mes’uliyeti boynuna yüklemiş olur.

    Eğer bazıları açısından mevt ve fenâ korkusu imanî bir perde olursa, bu hal on*ları ebediyet ve bekâ sebeplerine ulaştıracak her türlü yolu araştırmaya itecektir. Bazıları ise, bu korkularını ademî bir ilhad fikriyle perdelemeye çalışacak, mevtin hayatı hitama ereceği bir son ve hatime olduğu zannını taşıyacaklardır. O kısa akıl*larıyla ölümün sırrını kavrayamayıp da, büyük bir uyanışla kendine gelenler, bu yanlış itikadlarını terkedecekler, zihinlerinde dolaşan problemleri ve müşkillerin ta*mamına cevap bulabilecekleri “din”e yüzlerini çevireceklerdir.

    İşte, mülhid bir insanın yaşadığı içler acısı durum budur. Yukarıda iktibas ettiğim bir Nur talebesinin söylediği gibi hayatta yaşanan boşluk ve yalnızlığın gerçek se*bebi buradan kaynaklanmaktadır.

    12.

    Fertlerin, ümmetlerin ve halkların nefsî terkible birlikte fikrî ve vicdanî teem*mülde bulunmaları, esas hedefe ulaşabilmek için köklü bir medeniyet usûlüne sımsıkı bağlanarak işe başlama gerekliliğini ortaya çıkarır. Sahibi oldukları akîde ağacını besleyen, zevale ve nihaî dağılmaya maruz kalmaktan muhafaza eden akaidî kökleri yeniden tanımak için nefsî (psikolojik) tarihlerine eğilmeleri halinde, kendilerine mu*hatap olan, onları dinleyen ve anlayan insanlara en uygun davet dilini seçme fırsatı sağlayacaktır.

    İslâmın bir şehri konumundaki Müslüman için tarihî terkip, nefsî ve fikrî dokusu içinde yer alır. Özellikle Müslümanın onunla beraber Kur’ân’ı uyguladığı “zaman” mefhumu ezelden ebede kadar bir vahdet unsuru gibidir. Bu kavram, Allah’ın il*minde bir vahdet unsuru olmuş ve olmaya devam edecektir.

    Kur’ân-ı Kerim, tıpkı dalgaların vurmasını ve kabarmasını engelleyen, darbele*rine karşı koyan, engin vadileri istila etmesini önleyen dağlar misali, yekvücud bir vahdet içinde, kesintisiz ve fasılasız bir şekilde ezelden ebede kadan bütün haşme*tiyle uzanmıştır.

    Kur’ân, olan şeylerden adeta bu gün oluyormuş, olmaya devam ediyormuş ve hep olacakmış gibi söz eder. Olacak şeyler hakkında da adeta bu gün olmuş gibi bahseder. Gayb ve şuhûd alemlerinden haber verirken, adeta gayb şuhûd gibi, şu*hûd gayb gibidir. Sanki bu iki âlem ayrı değil de, müttehid bir birlik halindediler.

    Bu sebepten dolayı, Bediüzzaman’daki mârifet çizgisine baktığımızda, dünyevî ve uhrevî olarak iki âlem arasındaki ikiliğin kaldırıldığını görürüz. Dünyevî âlem, ahirete açılan bir kapıdır ve sadece vehmî ve itibari perdeler dışında buradan gir*meye dair hiç bir engel yoktur. Son durağımız olan ahiret âlemi teşekkül ettiğinde, iki mu’cize âlem hakkındaki bilmediklerimiz ayân beyân ortaya çıkacaktır.

    Kur’ânî Müslümanlık, iki âlemi birlikte kuşatmayı ve mârifetin sınırlarını bu iki âlemi içine alacak şekilde genişletmeyi gerektirir. Eğer böyle bir imanî anlayış içinde dünyevî hayatı çevreleyip de nisbî, mahdûd ve fanî olarak görülen her bir şeye tepeden bakılırsa, bazı hakikatler görülecektir. Nûrâniyet-i Kur’âniye ile, her bir fanî, mahdûd ve nisbî olan eşyaya sonsuzluk, sınırsızlık ve ebediyet verebile*cektir. Böylelikle bu iman sayesinde Müslüman, Cennet-i kübrâya vasıl olmadan önce bu dünyasını bir cennet-i suğrâya dönüştürecektir. Bu hakikate Bediüzzaman şöyle işaret eder:

    “Hayatın iki vechi vardır. Biri siyah, dünyaya bakar, diğeri şeffaf ahirete na*zırdır. Nefis, siyah vechin altına girer. Şeffaf veche terettüp eden saadet-i ebe*diyeyi ister.” 8

    İnsan nefsi, bekâ ve ebediyet sevgisiyle yaratılmıştır. Onu ister ve şiddetle arzu*lar. Hatta, devamiyet mânâlarından birisine malik olarak vehmettiği şeylere karşı da büyük bir şevk ve aşk ile sarılır. Gördüğü ve lezzet aldığı dünya ve ondaki şeylere bekâ özelliği vermeye çalışır. Bu fıtrî hakikate Bediüzzaman şöyle temas eder:

    “İ’lem Eyyühe’l-Aziz! Nefs-i nâtıkanın en yüksek matlubu devam ve bekâdır. Hatta vehmî bir devam ile kendisini aldatmazsa hiç bir lezzet alamaz..” 9

    13.

    Âlem-i gayb, bütün dinlerce müjdelendiği gibi, bekâ ve devamla birlikte olma*sından hareketle, âlem-i şehadetin zıllî (gölgeli) ve remzî de olsa bir bekâsı ve de*vamı vardır. Bu iki âlem arasındaki bir irtibat ve içiçelik hükmünce, âlem-i şehâdet olan kâinat üzerindeki celâl ve cemâl suretlerinden bazılarını aksettiren, onun ışıkla*rını ve renklerini gösteren büyük ebed âleminin aynaları vardır. Çünkü cemâl, on*daki güzellik vasfıyla ebedî ve mukaddes cemâl mânâlarından birisini remzen gös*terir.

    Bediüzzaman, bekânın fenâya sürekli galib geldiği görüşündedir. Eşyâ, bekâya tabi olmakla bir değer taşır, aksi takdirde fenâya ve zevâle mahkum olur. Bu ko*nuda bir çok hakikati dile getirdikten sonra, fenânın sûrî ve itibârî olmasında karar kılan ve bu tesbitini şöyle açıklık getirir:

    “Bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenâb-ı Hak*kın ebedî ve sermedî olan dârüs-selâm menziline davetlisi olan mahlukatın içtima*ları için bir han ve bir bekleme salonudur...

    “Meselâ, Kudret-i Ezeliyenin yarattığı şu gül çiçeğine bak! Evet, nasıl bir ke*lime ağızdan çıkar çıkmaz zahiren fenaya giderse de, Allah’ın izniyle kulaklarda, kâğıtlarda, kitaplarda milyonlarca timsalleri kaldığı gibi, akıllar adedince mânâları kalır.

    “Kezâlik, o gül kısa bir zamanda vazifesi tamam olur olmaz solar, ölür gider. Amma onu gören bütün insanların kuvve-i hafızalarında ve halefiyle hamile olan tohumlarında suretleri, mânâları bâkidir. Demek, o gülün tohumu olsun, kuvve-i hafızalar olsun, o gül çiçeğinin suretini, zinetini, menzilini hıfz için sanki birer fo*toğraf ve bekası için birer menzildir.” 10

    Bediüzzaman burada bizleri, âlem-i gaybı da içine alacak kadar nihayetsiz bir alanı anlamaya zorlamakta, bu güzel âlemde ebediyete ulaşmak için bekleyen her bir insanın zâtında var olan yüksek ve nurlu iman mesafelerine kadar ilerleme ka*pasitesini harekete geçirmektedir. O, bizlerden fikrî ve rûhî ufuklarımız üzerine vaki olan hal-i hazırdaki hissî baskılardan kurtulmamızı ister. İçimizdeki bu gizli dalgalan*maların bekası ve ebed aşkıyla yanıp tutuşan vicdan kaynaklarının devamı için bizi heyecana getirir.

    İnsan, iki gayb arasında yaşamaya mahkumdur. Bunlar, geçmiş zaman ve gele*cek zamandır. Bu yüzden insanın içinde yaşadığı zaman diliminde, bir şeyde mey*dana gelen değişmelerin ve tekrarların bir hikmeti yoktur. Hâzır zaman adeta on*dan bir eser bırakmaz ve vücûdunun bütün mâ-i hayatını emer. Bu durumda, hâzır zamana nüfûz edebilmek, mazi olmuş gayb-ı tarihe dalabilmek, gelecek olan gayb-ı tarihe yönelebilmek için bütün kuvvetini toparlaması gerekir. Çünkü eğer hâzır zaman, bir cihetle mazi cihetine temellerini isnad etmediği, diğer cihetle geleceğe ellerini uzatmadığı takdirde anlamsız, sathî, değersiz, parçalanmaya ve dağılmaya maruz kalacaktır.

    Tarih-üçüncü boyutuyla,-sûret-i vücûdunun fenâya ve zevâle düşmekten in*sanı muhafaza için, mümkün olabilecek en güzel elbiseyi “ene” şeklinde ona giy*dirmiştir. Bu (yani ene), dehşetli enerjisi, olayları ve hadiseleri patlak verdirmedeki iradesiyle bütün zamanları dolduran gizli bir kuvvedir.

    İnsanın ene’siyle, zaman veya tarihin ene’si arasında, birindeki hisleri diğerine bağlayan mârifet noktasından kuvvetli akrabalık vardır. Her ikisinin nabzı aynı atar, biri diğerinin nidâlarını hemen işitir. İnsanın kendi varlığını idrak edebilmesi, dahilin*deki cevherleri keşfedebilmesi için “fiil-i tarihî”yle kendisini karşı karşıya getirmesi gerekir. Bu durumda tarih içinde kendisine bir meded bulacak, dünya üzerinde zıllî ve hayalî bir ebediyet elbisesine bürünecektir.

    Buna mukabil, “basîret-i tarih”, sakin duran zamanlardan herhangi bir zamanın hareket geçirilmesine güç yetirecek kuvveti, hareketini idame ettirecek enerjiyi in*sana verir. Zaman çarkının deveranını tekeffül eder. Neticede, insansız tarih, tarihsiz insan olamaz.

    Tarihe yakınlık duyup, derinliklerine dalacak olursak, ondaki vakaların ve hadise*lerin sadece insan eliyle gerçekleşmediği sonucuna ulaşırız. Tıpkı Bediüzzaman’ın belirttiği gibi, her bir hadisede insan eli ve İlâhî kudret eli birlikte mevcut bulunmak*tadır. 11

    Tarihi hadiselerdeki fiil-i insanî, altında gizli olan ve birlikte bulunan fiil-i kader ve fiil-i kevnin üzerinde bir kılıftır.

    İnsan iradesi, nefsin dahilindeki tavr-ı kuvveden, nefsin haricinde tarihe ait tavr-ı fiile doğrudan intikal edemez. Ancak, insan iradesinin, ona zıt ve aykırı bir güç odaklarının baskısından kurtulması, onların tamamına galip gelmesi ve aralarından zaferle çıkması halinde bu intikal gerçekleşebilir. Bunun için de, kanunları ve kaide*leri temsil eden “kevn”in iradesiyle ters düşmemek şartı vardır. Zira ondaki kanun*lara galip gelmek muhaldir. Bütün bunların ötesinde, bütün meşietlerin fevkinde olan meşiet-i kaderiye ile aralarında bir muvafakatın olması gerekir.

    Bediüzzaman’ın mârifet nazariyesine göre İlâhî, kevnî ve insanî irade tarihte buluşmuştur. Tıpkı, insanın ve onun sahip olduğu maârifin şuûnatıyla alakalı olarak buluşmaları gibi.

    14.

    Bu âlem, nihayetsiz zaman ve mekan boşluklarını dolduracak ve kaplayacak ka*dar enerjiyle doludur. Ona mukabil olarak, âlem-i nefs de, tarihi ve zamanı doldu*racak ve kaplayacak seviyede irade enerjisiyle yüklüdür.

    İradenin şe’ni, en yüksek eczâsı ve onu oluşturan en şerefli unsurlarına varın*caya kadar âlem-i nefsde teşekkül eden tefekkür, hads ve şuûrdur. Bunu ihata edebilecek bir tasavvurun varlığı imkansız olduğu gibi; cetvellerle ölçülüp, mercek*lerle yakınlaştırıp ve terazilerle dengeleme gibi işlemlere tabi tutarak, metodik bir ilmî araştırma çerçevesinde ele alınamaz.

    Gözün elde ettiği, basîretin elde ettiği gibi asla olamaz. Hislerimizin mütalaası, şuurumuzun müatalasına benzemez. Kişilik, mukayese ve müvazeneye tabi tutula*bilir; yoksa kıyas ve ölçüyü kabul etmeyen bir şey değildir.

    Gaybî olsun şuhûdî olsun bütün yüksek mânâlar için kendi nefislerimizi bir sığı*nak olarak görebiliriz. Her ne kadar biz onların içinde meskûn olsak da.. Ancak bizler, o isimlerin bizlere hatırlattığı miktarı dışında onlardaki mânâların boyutlarını idrak edemeyiz.

    İsimler mânâların remizleri, kilitlerinin anahtarlarıdır. Hissî ve manevî mahiyetle*rindeki hakikatlerin suretlerini verirler. O varlığın bir diğer varlığa, bir hakikatin di*ğer bir hakikate nisbetle sahip olduğu ayırdedici özelliklerini ve vasıflarını ifade ederler.

    Hiç bir ismi olmayan bir şey veya bir mânâ, ibhâm gölgesi altında kalır. Böyle bir şey ya zihinlerimizde mevcud değildir, ya da hiç yoktur. Vaktâ ki, kendisi bir isimle belirleninceye kadar vücûd ile yokluk arasında tercihe bırakılmıştır. Umulur ki, şu ayet bu hakikate işaret etmektedir; “(Allah) Âdeme bütün isimleri öğ*retti...” 12 Yani, ilk insan yeryüzüne indirilmeden önce, mevcudatın suretlerine dair mârifet kesbetmişti. Efkâr ve maânîyi (fikirler ve mânâlar) ifade eden isimlerin kendisine vahyedilmesi muktezâsınca varlıkları tefrik edebilme, onları kullanabilme kudretine sahipti.

    Mârifet-i kevniyye mertebelerinin ilki, tecrübe ve deneme yollarıyla elde edilen mevcudata ait isimlerin remzen işaret ettiği mânâları elde etmeyi gerektirir.

    Mârifet-i İlâhiyye mertebelerinin ilki, kâinatta, insanda ve hayatta tecelli eden Esmâ-i Hüsnânın gözetlenmesini, onlardaki failiyyetin ve tesirlerin keşfedilmesini gerektirir. İsimler âleminde bu yolla insan, kevnî ve İlâhî hakikatlerle karşılaşacaktır. Bu konuda Bediüzzaman’ın şu sözlerine kulak verelim:

    “Kudret-i Ezelî kitabından olan bir masnû, kendi nefsine kendi cirmi kadar ve bir vecihle delâlet eder. Amma Nakkâş-ı Ezelîye pek çok vücûhla delâlet eder. Ve kendisinde tecelli eden esmâdan uzun bir kasideyi inşâd eder.” 13

    15.

    Hiç şüphesiz Bediüzzaman, vücûdunun tamamını kaplayan bu iki rûhî orduyu tanzim etmiş, uzunca süren batınî tekâmül cihetine kuvvetle yönlendirmiş ve bunu imanî tecrübeleri, kevnî, insanî ve İlâhî açıdan gayet şumullü nazariyesi (teorisi) ile gerçekleştirmiştir. Ayrıca o, mânâlarda “dalâlete sapmış”, “ene” çukurunda nefessiz kalmış, ezici bir azaba düçâr olmuş insana karşı mes’uliyet hissederek, onun elinden tutmaya, kör nefsinin zindanından kurtarabilmek için yardım elini uzatmaya, içinde imana yeniden yer açmaya çabalamıştır. Onu asla kendi haline terketmemiş; ta ki onun nefsi, bütün alemi karanlıklar içinde görecek şekilde siyah bir nokta iken, şaş*kınlığının ve çaresizliğin gerçek sebebi olan şüpheleri izale etmek suretiyle nûr ve ziyâ saçan bir nokta derecesine çıkarmıştır. Bu yolda o insan, en derin mânâlara gi*den yolda yakîni elde eder. Böylece o, fikrî ve rûhî donukluğa yol açacak her türlü taarruz karşısında, mârifet dolu âlem-i tevhîd kal’asına girerek sığınır.

    Ne zaman ki, “ene” körlük ve karanlık merkezi olmaktan çıkıp, “Nûr” ism-i İlâhîsine dayanarak nûr ve ziya saçan bir merkez haline gelirse, hayat, kâinat ve in*san kanunlarından görülmeyenleri dahi keşfetmeye; büyük cehd göstererek ancak idrak edilebilen hakikatleri kolaylıkla idrak etmeye başlayacaktır. Böylece fikir cen*îni, vücûd göbek bağıyla bağlı kalacak, kesintisiz bir şekilde hayat ve nemâ âmille*rinden beslenecektir.

    İşte burada, Bediüzzaman’ın te’lif ettiği risalelere, hakaikin güneş misali ortaya çıkmasını ve mevcudatın aydınlanmasını sağlayan “Nûr” İsm-i İlâhîsine işareten “Ri*sâle-i Nûr” ismini vermesini açıkça anlayabiliriz.

    Eğer hakikat, Hakkın cemâli ve celâliyle meczolmuşsa, burada ünsiyetindeki cemâl, heybeti ve haşmetindeki celâlden bir eser vardır. Aslı toprak olan insan, bu iki hakikate yüzünü çevirme ve onlar hakkında doğrudan şifahî olarak konuşma hu*susunda mâzurdur. Aksi takdirde bu hakikatlerdeki celâle çarpılır, cemâl karşı karşı*sında kendinden geçer. Nefs-i insana bir rahmet olarak, ancak o hakikatlere bir işa*ret edebilir veya remzen temas edebilir. Eğer örtülü bir şekilde gelmişse, gayet remizli ve gizli bir şekilde üzerine sarılan kılıfı ile ona vâsıl olabilir. Aklını ve hayâlini, onun ardındaki remizlerin keşfinde kendine tanınan içtihad hürriyetine bırakır. Gâ*mız ve hafî perdeler ardındaki hakikatleri araştırır.

    Bu açıdan, Kur’ân-ı Kerimde ve hadis-i Nebeviyede geçen “müteşâbihât” bu açıdan değerlendirilebilir.

    Kur’ân-ı Kerimde muhkem ve müteşâbihât olduğu gibi, hadis-i şeriflerde de-Bediüzzaman’ın beyan ettiği gibi-aynı durum geçerlidir. Bu ehâdis özellikle, gele*cekteki âlem-i âmme ve ümmet-i hâssa içinde vaki’ olacak olaylara işaret etmek*tedir. Mehdî ve Deccâl, Mesîh Aleyhisselâmın âhir zamanda nüzûlü, Onun Hristi*yanlarla savaşması ve domuzu öldürmesi, kıyamet alametleri ve diğer mugayye*bâtla ilgili olaylar...

    Hangi sebeple olursa olsun, dinî düşüncenin zayıflaması, gerilemeye ve kuru*maya yüz tutmasıyla, tasavvur kuvveti de buna paralel olarak zayıflayacak ve kay*bolacaktır. Hal böyle olunca, mezkur iki hakikatın işareten ve remzen belirttiği esasların keşfinde de acziyet doğacak, neticede nassın zahirine temessük edilecek, mânâsı değil harfi üzerinde durulacak, anlayış kaybolacak, idrakte hataya düşülecek, fikir belirli konulara inhisar edip daralacaktır. Zahir-i nass ve harfiyeti üzerinde du*rulmasıyla derinlere dalmanın önü kesilecek; kasıtsız da olsa İslâmın şiddetle reddet*tiği hissî putlaştırmalara sapılacak, hatta bunlar nassların tefsiri yapılırken ondaki maksadlar ve mânâlar konusunda belirlenmiş kaideler ve metodlar haline gelecektir.

    Bediüzzaman, nassların tefsirindeki harfî metoda tenkid yöneltmiş, mârifet-i imaniye zımnında olarak, istikbale ait bir çok hadis-i şerif nasslarının tefsirinde kendi metodu olan hakâika remizler ve işaretler yoluyla ulaşma yolunu kullanmıştır. Bir Müslümanın doğrudan şifahî olarak ele alması ve kendine göre açıklamalarda bu*lunması doğru olmayan bu alandaki metodu gerçekten çok münasibdir. Öte yan*dan, bütün zamanlarda bu nasların anlaşılması ve ondaki hedefler ve maksadların bi*linmesi için aklı kullanım hürriyeti konunun ehillerine tanınmış durumdadır.

    Çünkü örtülü ve remizli ifadeler altında, maddi olanlar da dahil, bir çok hakikat*ler gizlenmiştir. İnsanlara yöneltilen ısrarlı teşvik ve şiddetli tavsiyeler, İslâma bu alandan yöneltilen tehditlere karşı koyabilmek için bunları anlamaya, ondaki örtüleri yırtmak için zihnini zorlamaya, kapalı mânâları açmaya, perde arkasında kalan kuru remizlerdeki gizli hakikatleri keşfetmeye yöneliktir.

    Dinî ve ilmî akımların her ikisi de insan nefsindeki derin bir tek kanaldan akmak*tadır. Bu kanal, mârifet sevgisi, cehalete düşmanlık ve görünmeyen hakikatlere alaka duymaktır.

    Her ne kadar yolları muhtelif olsa da, bu iki akımın bir tek kanaldan akması, bü*tün maârifin nihayetinde ulaşmayı hedeflediği mârifet-i İlâhiyye denizine birlikte dö*külmeyi ifade eder.

    Bediüzzaman, mârifet âlemlerinin kavuşacağı, bir tek mârifet âlemini oluştur*mak üzere birbiri içine nüfûz edeceği ve böylelikle kevn, hayat ve insan duvarlarını nûruyla yıkacağı günlerin yakın olduğu görüşündedir. Neticede, yaşadığımız yüzyı*lın “Avrupaî aydınlanma asrı” olarak isimlendirilmesinden bu yana, kuru ve terke*dilmiş vaziyete düşen mü’minin ruh hanesinde, yorgunluğa ve şüphelere maruz kalmış nefsiyle ilim yeniden kucaklaşacaktır. Zerreden galaksilere kadar bütün âlemde, şüphelerle dolu olarak cahilane bir şekilde sürdürdüğü yolculuğunu terke*derek, imanî görüşünü daha da derinleştirecek ve “Kulları arasında Allah’dan en fazla korkanlar, alimlerdir” kudsî hakikatini büyük bir tevazû ve haşyet ile tasdik edecektir.

    Elhâsıl:

    Bediüzzaman her ne kadar “mârifet-i imaniye” teorisi açısından umûmî yakla*şımlar ve geniş sınırlar belirlemiş olsa da, kendisinin ulaştığı neticenin mükemmel ol*duğu veya teorisinin hiç bir gelişme ve eklemeyi kabul etmeyecek kadar son sını*rına ulaştığı iddiasında değildir. Çünkü o, akl-ı insanînin belirli bir sınırda durmasının imkânsız olduğu görüşündedir. Aynı zamanda, talebeleri ve okurları arasında zeki olanları kendi teorisinin geliştirilmesine ya da buna kuvvet ve sağlamlık verecek eklemelerde bulunmaya yöneltmiştir.

    Bunun yanısıra Bediüzzaman, sahip olduğu bütün ilim hazinelerini dile getir*memiştir. Çünkü, hiç kimse böyle bir şeyi gerçekleştiremez. Bu suskunluk deryası içinde onu taşımaya güç yetirecek bir kelam yoktur. Hakikat lem’aları ve pırıltıları işte bu suskunluk içinde, bu kapalı dudaklar arasında en şiddetli vuzûh, en fazla inki*şâf içindedir. Eğer bu dudaklardan o hakikatler fışkırmış olsaydı, ibareler ve cümle*lerle münderic halde olurdu.

    O, kendisinin iman hakikatlerini bekleyen Müslüman insanı bunlara ulaştıran bir kişiden başka birisi olmadığını söyler. Ancak o, aynı zamanda bir keşşâf ve bir ön*derdir. Bediüzzaman, sözlerine nazar eden insana hitaben şöyle der:

    “Arkadaş! Şu müşevveş eserlerim ile büyük bir şeyin etrafını kazıyorum. Ama bilmiyorum keşfedebildim mi? Veyahut sonra inkişaf edecektir. Veyahud bilâhere zuhur edecek. Keşfine yol açıp gösteriyorum.” 14

    ____________________

    1 EDİB İBRAHİM DEBBÂĞ (Araştırmacı-Yazar)

    1931’de Irak’ın Musul şehrinde doğdu. Çeşitli eğitim kurumlarında 29 yıl hocalık yaptı. 1982’de emekliye ayrıldı.

    1950’den beri birçok gazete ve dergide makaleleri yayınlanan Edib İbrahim, Irak dışındaki ülkelerde de tanınmış bir edibdir.

    1980 yılında Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur Külliyatını tanıyan Edib İbrahim Debbağ’ın Bediüzzaman’ın hayatı ve fikirleri konusunda yayınlanmış eserleri şunlardır:

    1. Küfür ve Tuğyan Çemberinde İman Meşalesi ve Bediüzzaman

    2. Tarihin Hareketi

    3. Miraç ve Risale-i Nur

    4. Bediüzzaman ve Bilgi Kuvveti.

    2 Fussilet: 53.

    3 Sözler, 618

    4 Mesnevî-i Nûriye, 85

    5 Lem’alar, 183

    6 Mesnevî-i Nûriye, 37

    7 Şuâlar, 461

    8 Mesnevî-i Nûriye, 181

    9 Mesnevî-i Nûriye, 168

    10 Mesnevî-i Nûriye, 40

    11 Bkz: Kastamonu Lahikası

    12 Bakara: 21.

    13 Mesnevî-i Nûriye, 216

    14 Mesnevî-i Nûriye, 122



  9. #19
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995

    BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’YE GÖRE MEHDİLİK MESELESİ

    ZEKİ SARITOPRAK 1

    Giriş:

    Meşhur Müslüman tarihçi ve sosyolog İbni Haldun, “geleceği merak etmek, insan fıtratının özelliklerindendir” der. Dünyanın ne kadar ömrü kaldığını merak edip, öğrenmeye çalışmanın insan tabiatının gereği olduğunu savunur. 2 İnsanlar, zor ve sıkıntılı dönemlerde sürekli bir “kurtarıcı” arayışı içine girmişlerdir. Bazan meçhul bir şahıs, bazan bir lider, bazan da bir bilgin kurtarıcı olarak benimsenmiştir. Bu sayede insanlar sıkıntılarını biraz olsun atlatmış, bir derece teselli bulmuşlardır.

    Bir “kurtarıcı”yı bekleme inancı, yalnız Yahudi ve Hristiyanlarda değil, hemen hemen bütün dinlerde ve kültürlerde mevcut olup, insanlığın müşterek bir inancı, ümidi ve kurtuluş ideali olmuştur. İslâm inancında da “kurtarıcı” mefhumun vardır. Farklı isimlerle dikkatimizi çeker. En büyük özelliği, toplumu zulümden kurtarıp, adaleti tesis etmek olan bu şahsiyet, “İmam” 3 “müceddid”, 4 “Halife”, 5 “Meh*di” 6 gibi isimler bu meçhul kurtarıcılar için kullanılmıştır. Rolleri aynı, fakat şahsi*yetleri farklıdır. İnanışa göre Şiilerin beklediği Mehdi ile Emevilerin beklediği Süf*yan âhirzamanda çarpışacaklardır. Bütün bu mefhumların ortak yanı, âhirzamanda bir islahat hareketinin rehberliğini yapacak, manevi güce sahip bir şahsiyetin ortaya çıkacağıdır. Biz burada şahsiyetleri farklı, fakat fonksiyonları aynı olan bu isimlerden Mehdi meselesi üzerinde duracak, Bediüzzaman’ın meseleye bakışını tesbite çalışa*cağız.

    I. Etimoloji

    Sözlük mânâsı itibariyle mehdi, doğru yola, hidayete erişmiş kimsedir. “Allah’ın kendisini hakka ulaştırdığı kişiye mehdi denir. 7 Bu itibarla doğru yolda bulunan her Müslümana mehdi denilebilir. Ancak kelimenin başına “el” takısı gelirse, özel bir ünvan olur. Hz. Peygamberin âhirzamanda geleceğini haber verdiği şahsiyet için kullanılır. Rivâyetlerden anlaşıldığına göre bu zât, zulüm ve haksızlıkların alıp yürü*düğü bir zamanda gelip, yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Çoğul sığası olan “mehdiyyûn” (mehdiler) ise, dört halife ve onların yolunda gidenler için kullanıl*mıştır. Âhirzamanda gelecek zâtın “mehdi” ismiyle anılmasının sebebi, Hz. Ali’den rivâyet edilen hadis olabilir. Bu rivâyete göre Cenab-ı Hak, Mehdi’yi bir gecede kâmil mânâda hidayete ulaştırır. 8 Mehdinin irşadı vehbî olacaktır. O, Allah’ın hususi inayetiyle yetişecektir. 9

    Bazı yorumcuların bu kelimenin yanlış kullanıldığını nazara vererek, aslının ism-i fail sığası olan “mühdi” (yol gösteren, hidayete ulaştıran) olduğunu söylemelerinin bir esası yoktur. 10

    Hanbelî âlimi es-Sefarinî (v.1188/1774) mehdiye bu ismin verilmesini sübjektif bir mutalaa ile açıklamıştır. Ona göre Mehdi gizli bir ilimle irşad olunmuştur. Şam dağlarından bir dağa sığınmıştır. Zamanı gelince oradan gerçek Tevrat ve İncil’in sahifelerini ortaya çıkaracak, bunlarla Yahudi ve Hristiyanları susturacak, onun vası*tasıyla Hristiyanlardan bir cemaat Müslüman olacaktır. 11

    II. Mehdi kavramının tarihi seyri

    Tarihte Hz. İbrahim’e (a.s.), Hz. Muhammed’e (a.s.m.), dört halifeye, Hz. Hüseyin’e, Süleyman b. Abdulmelik’e, Hişam b. Abdulmelik’e ve bazı Abbasî halife*lerine mehdi denilmiştir. Bilhassa Hz. Ali’ye hem “hadi” hem “mehdi” denilmiş*tir. 12 Hz. Ömer b. Abdulaziz’e Mehdi diyenler, bazı hadisleri de ona hamletmiş*lerdir. 13 Hatta dört halifeye, bizzat Peygamber efendimiz (a.s.m.) “mehdiler” tabirini kullanmıştır:”Sizi, sünnetime sarılmaya, raşid ve mehdi halifelerimin yolunda gitmeye teşvik ederim” buyurmuştur. 14 Resul-i ekrem efendimizin, bizzat hali*feleri için bu tabiri kullanması, mehdi teriminin yalnız ve yalnız bir şahsa münhasır olmadığını göstermektedir.

    Ancak “beklenen mehdi” mefhumu bizzat hadislerde gelmiş olmalıdır ki birçok kimse kendisinin o olduğunu ileri sürmüştür. Aslında mehdilik fikrinin ilk istismar edilme hadisesi Hz. Ali’nin azatlı kölesi Keysan tarafından çıkarılmıştır. Hz. Ali’nin küçük oğlu Mued b. Hanefiyyenin ölmediğini, günün birinde çıkacağını, ve adaleti tesis etmek üzere Cebel-i Ridvan’da gizlendiğini iddia etmiştir. Muhtar es-Sakafi bu fikri kendisine menfaat sağlamak amacıyla sömürmüştür. Halbuki Mu*hammed b. Hanifiyye, h. 81’de Medine’de ölmüş ve cenaze namazını da o zama*nın Medine valisi Hz. Osman’ın oğlu Eban kıldırmıştı. 15 Hicri 128’de Haris b. Şu*reyc kendisinin beklenen mehdi olduğunu söylemiş, fakat kimseye kabul ettireme*diği için başarılı olamamıştır. “Haris isminde bir kurtarıcı çıkacaktır” şeklinde hadis uydurduğu kaydedilmektedir. 16 Kimi makam ve şöhret duygusuyla, kimi menfaat sebebiyle, kimisi de milli bir heyecan saikiyle bazı insanlar Mehdilik iddiasında bu*lunmuşlardır. Ne yazık ki bir kısmı, İslâm cemiyetinde huzursuzluklara sebebiyet vermiştir.

    Hindistan Mehdisi Seyyid Muhammed (v.910/1504), Mağrib Mehdisi Abdullah b. Tumert (v.524/1103), Hindistan’da çıkan ve İngilizlerin destekçisi olan Mirza Gulam Ahmed Kadıyanî, İngiliz işgal kuvvetlerine karşı çarpışan ve onları mağlup eden Sudan Mehdisi Muhammed Ahmed (v.1303/1885), 1895’te yaptığı hac iba*detinden döndükten sonra ortaya çıkıp İngiliz ve İtalyanlara karşı çarpışan Somali Mehdisi Muhammed b. Abdillah Hasan (1339/1920), Amerikalı Zenci Müslümanla*rın lideri Eliah Muhammed ortaya çıkıp etrafında kitleleri toplayabilen mehdilik ha*reketinin bazı mümessilleridir. 17 Hz. Peygamber Efendimizin soyundan gelen es-Seyyid Muhammed es-Sünûsî’nin (v.1320/1902) de mehdi olduğuna inanılan şah*siyetlerdendir.

    Öyle görülüyor ki, mehdilik inancını su-i istimal eden ve İslâm ümmetinin vah*detini bozan mehdiler olmuştur. Kendilerini mehdi ilan ederek şarlatanlık yapanlar ile, kendi hallerinde ibadet ve takva üzere hareket eden ve böyle bir iddiası olma*yan mübarek zâtları ayırmak lâzımdır. Müritleri tarafından, aşırı hüsn-ü zandan do*layı, kendilerine mehdi denilmişse de onlar umumiyetle kabul etmemiştir. Birinci*sinde şarlatanlık vardır. İkincisinde ise iddia bile yoktur. O bakımdan mehdi mesele*sine hücum edenler bu ayırımı yapmalıdır. Şarlatanlar İslâm dünyasında fitne ve tefrika meydana getirmişlerdir. Batılı müsteşrikler, Mehdilik iddiasında bulunan bazı şahsiyetlerin eserlerini yayına hazırlamışlardır. 18

    Mehdi olarak tanınan bazı şahsiyetlerin kendi insanlarına ve ülkelerine faydaları da olduğu bir gerçektir. Meselâ Sudan ve Somali gibi Afrika ülkelerindeki mehdilik hareketlerinin, sömürgeci güçlere karşı büyük gayretler sarfederek vatanlarını düş*manların işgalinden kurtardıklarını görmekteyiz. Bu yüzden müsbet faydaları gö*rülmüştür. Buna karşılık Kadiyanilik hareketi ise, aksine Hind Müslümanlarını ingiliz sömürgeciliğine karşı tam anlamıyla pasif hale getirme gayreti içine girmiştir.

    III. Kur’ân ve Sünnette mehdi meselesi

    Bediüzzaman’a göre mehdi meselesine geçmeden önce, konunun Kur’ân ve sünnette yer alıp almadığına işaret etmemiz gerekir.

    Âhirzamanda beklenen bir şahsiyetin ünvanı olarak “mehdi” meselesi Kur’ân’da geçmemektedir. Ancak birçok islahatçıdan bahsedilmektedir. Eğer mehdiyi bir isla*hat sembolü olarak kabul edersek, bu itibarla Kur’ân’da geçmediğini söylemek mümkün değildir. İnsanları fitnelerden kurtaran, karanlık dönemlerde, toplumlara nur götüren şahsiyetler ve gruplar mevzubahis edilmiştir. Mehdi kelimesiyle aynı anlamı taşıyan “muhtedi” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de üç yerde geçmektedir: “Allah’ın kendisine hidayet ihsan ettiği kimse mühtedi(hidayete ermiş)dir. 19 Bir görüşe göre “Her milletin bir hâdisi (yol göstereni) vardır” 20 meâlindeki âyet-i kerime de mehdiye işaret etmektedir.

    Mehdi hakkındaki rivâyetlere gelince: Hadislerde mehdinin sayıca çokluğundan bahsedilmez, ancak her asırda bir müceddidin gelmesinden sözedilir. Mehdi ile ilgili tabirler mücerred mefhumlar olduğundan, o mefhumlara layık her asırda pekçok manevi şahsiyetler bulunabilir. Bu mânâda İsâ b. Meryem’in de bir çeşit mehdi olabilecği ifade edilmiştir. 21

    Kütüb-i sitte’den Ebû Davud, Tirmizî ve İbni Mâce gibi hadis kaynaklarında Mehdi sarihan zikredilmektedir. Meşhur Yemenli âlim eş-Şevkanî, Mehdi hakkındaki hadislerin sayısının elliyi bulduğunu söyler. Bunları sahih, hasen ve zayıf şeklinde üç kısma ayırır. Ona göre bunların toplamı mütevatir derecesindedir. Sıddık Hasan Han ise bu konuda zayıf hadisler de dahil olmak üzere 33 hadis zikreder. 22

    Buharî ve Müslim’de sarih olarak geçmemekle birlikte “İmam” ve “Halife” tabir*leriyle ahirzamandaki bir “kurtarıcı”dan sözedilmektedir. Bu kurtarıcı Buhari’de “İmam” tabiriyle ifade edilmiştir. “İmamınız sizden olduğu halde İbni Meryem nâzil olduğu zaman haliniz nasıl olur?” mealindeki hadisi 23 şerheden İbni Hacer el-As*kalanî ve son dönem âlimlerinden el-Keşmiri gibi zatlar buradan zikredilen “imam” dan maksadın mehdi olduğunu ifade etmişlerdir. 24 Hatta İbni Hacer, Hz. İsa’nın ahirzamanda bu ümmetten bir adamın arkasında namaz kılmasının, mehdinin zuhu*rundan bahseden sahih görüşlere delil teşkil ettiğini söylemektedir. Yorumun de*vamında İmam-ı Şafiî’den, Mehdi’nin bu ümmetten olduğu, Hz. İsâ’nın, onun arka*sında namaz kılacağı hakkındaki haberlerin mütevatir olduğu hususunda bir nakil yapmaktadır. Meşhur Kelâmcı Sa’duddin et-Teftazanî de “imam” tabirinden mehdi*yi anlıyor ve bu hadisin mehdiye delalet ettiğine işaret ediyor. 25

    Müslim’de geçen hadiste ise âhirzamandaki bolluk ve refah dönemine işaret edilmekte ve saymaksızın mal dağıtan bir “halife”den bahsedilir. 26 Bazıları, Hz. Ömer b. Abdülaziz dönemindeki bolluğa bakarak bu hadisi ona yorumlamışlardır. Ancak hadiste geçen “ümmetimin ahirinde” tabiri, bu bolluğun ümmetin sonunda olacağını göstermektedir. Bunun dışında mehdi ile ilgili hadisler Ebû Davud, Tirmizî, İbni Mâce ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i gibi hadis kaynaklarında geçmektedir. Mehdi meselesine çok ehemmiyet vediği anlaşılan Ebu Davud, Sünen’inde bu ko*nuya ayrı bir bölüm tahsis etmiştir.

    Ümmü Seleme’nin rivâyetine göre Hz. Peygamber (a.s.m.) “Mehdi benim zür*riyettimden, kızım Fatıma’nın evlatlarındandır” buyurmuştur. 27

    Ebu Davud’un kaydettiği başka bir rivâyete göre “Dünyanın tek günlük ömrü bile kalmış olsa, Allah o günü uzatıp benden bir kimseyi o günde gönderecek” di*ğer bir rivâyette “... Ehl-i beytimden birini ki, o zâtın ismi benim ismime uyar, ba*basının ismi de babamın ismine uyar. Bu zât yeryüzünü, eskiden cevr ve zülümle dolmasının aksine, adalet ve hakkaniyetle doldurur”buyurulmuştur. 28

    Diğer bir rivâyette Mehdi’nin soyuna, şekline ve icraatına şöyle işaret edilmek*tedir:”Mehdi bizdendir. Alnı açık, burnu incedir. Zulümle dolmuş yeryüzünü ada*letle dolduracaktır.” 29

    Hz. Ali’den gelen bir rivâyete göre Allah mehdi’ye kısa bir süre içinde, hatta bir gecede bilgi ve anlayış nasib edecek, onu irşad edecektir. Resulullah şöyle bu*yurmuştur:“Mehdi bizdendir, Allah onu bir gecede irşad eder.” 30

    Yine Ebû Davud’un kaydettiğine göre bir gün Hz. Ali, oğlu Hasan’a baktı ve “Bu oğlum, Resulüllahın tesmiye buyurduğu üzere seyyiddir. Bunun neslinden Peygamberinizin adını taşıyan biri çıkacak. Ahlakı yönüyle Resulüllaha benzeyecek, şekli itibariyle ona benzemeyecektir.” dedi ve sonra de yeryüzünü adaletle doldu*racağına dair meseleyi anlattı.” 31 Kütüb-i sitte’de gibi muteber hadis kaynakla*rında yer alan bu rivâyetler ümmetçe kabul görmüştür. Hadis metodolojisi açısın*dan bunları mevzu kılacak bir itiraz vaki değildir. Buna karşılık bazı zayıf rivâyetler de tesbit edilmiştir. Bir kısım rivâyetlere yalancı ravilerin karıştığı hadis tahlilcileri tarafından ortaya konmuştur. Meselâ Hz. Hüseyin’den rivâyet edilen bir hadiste “Peyamber efendimiz Hz. Fatıma’ya ‘sana müjde mehdi senden olacaktır” hadisinin senedinde iki yalancı ravi bulunmaktadır. 32

    Kaynaklarda nakledildiğine göre adamın biri Hz. Ali’ye mehdiyi sordu. Hz. Ali “ O âhirzamanda çıkacaktır. Kişinin “Allah” dediği için ölüme mahkum edileceği bir dönemde gelecektir.” diye cevap vermiştir. Devamında “Allah, onun etrafında hiçbir şeyden korkmayan ve hiçbir menfaat için sevinmeyen bir topluluk meydana getirecektir.” 33 Bu ifadeler, bazı kitaplarda hadis olarak geçmekte ise de aslında hadis değil, Hz. Ali’nin (r.a.) sözüdür.

    Mehdi’nin faziletiyle ilgili olarak şöyle bir hadis nakledilmektedir: Abdülmuttalib’*in evlâtlarıı olan bizler Cennet ehlinin efendileriyiz. Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdi” 34. Bu bakımdan Tavus-u Yemenî, onun zamanına yetişmeyi çok arzu etmiştir. Mehdi, manevi makam itibariyle dört halife ve sahabeden sonra geldiği hususunda icma olduğu ifade edilmiştir. 35

    Mehdi’nin çıkacağı zaman konusunda hiçbir hadiste hiçbir bilgi yer almamakla birlikte, Tirmizî’nin kaydettiği bir hadiste onun doğu tarafındnan çıkacağı belirtil*mektedir. 36 Meşhur müfessir Kurtubî (v.671/1272), onun Kuzey Afrika’dan çı*kacağını söylemektedir. Bu konuda naklettiği rivâyetin ise aslı yoktur. 37 Kurtubî Gırnata Nusayrilerinin ilk yıllarında, bu devletin İspanya’nın Müslümanlara kalmış yegane parçası olduğu zamanda ölmüştür. Macdonald’a göre Kurtubi’nin, Mehdi’*nin Kuzey Afrika’dan çıkacağını söylemesi, o dönemde bir islahatçı ve mehdi ihti*yacından kaynaklanmıştır. 38

    Mekkeli âlim el-Heytemi’nin (v.973/1565) kaydettiğine göre, bilinenin aksine, mehdinin mücadelesi kansız olacaktır. Şöyle der:”Ona beyat edenler, rükün ve ma*kam arasında (Ka’be civarında) beyat ederler. Uyuyanı uyandırmaz, asla kan dök*mezler.” 39 Bu da halkın inancında yerleşen, mehdi kılıçla mücadelesi şeklindeki fikri çürütmektedir.

    Muhyiddin-i Arabi (v.638/1240) yeryüzünde zumün yaygınlaştığı bir zamanda Allah’ın bir halifesini göndereceğini söyler. O yeryüzünü adaletle doldurur. Hata etmeksizin Resulullahın izinde gider. Onun hatalarını düzelten görülmeyen bir me*leği vardır. Onun zamanında adam akşam cahil, cimri ve korkak iken sabah en âlim, en cömert ve en cesur hale gelir. 40

    Farklı yanlarına rağmen konuyla ilgili hadislerin ortak noktası şöyle ifade edi*lebilir: a) Mehdi peygamber efendimizin soyundan adaleti gerçekleştirecek bir zât gelecektir, b) İsmi Peygamber Efendimizin ismine uygun olacak, c) bolluk ve huzur getirecektir.

    Konuyla ilgili hadislerin İmam Mâlik, Buharî ve Müslim’de yer almayışını bir zafi*yet işaret olarak değerlendiren muasır yazarlardan Mevdudî, Mehdi ile ilgili hadisle*rin ravilerinin pek çoğunun Şiiler olduğunu belirtmekle birlikte, hadislerin bir kıs*mını doğru kabul etmektedir. Ona göre Resulullah prensip olarak çok detaylara girmemiştir. Abbasiler döneminde hilafetlerini desteklemek amacıyla hadis uydu*rulmuş olabileceğine dikkati çekmektedir. Özellikle Abbasilerin bir alameti olan “siyah bayraklılar”ın desteklenmesi hakkındaki hadisleri uydurma görmektedir. 41 Mısırlı âlim Ahmed Emin ise bu hususu mehdi hadislerinin tamamını reddetmeye gerekçe sayar. 42 Hadisler Emevi ve Abbasiler dönemindeki taht kavgasından dolayı uydurulmuş rivâyetler şeklinde değerlendirir. Iraklı âlim Muhsin Abdulha*mid’in tenkit ettiği husus ise Şiilerin beklediği mehdi ile ilgili hadislerdir. 43 el-Elba*nî, mehdi ile ilgili hadislerin sıhhatine işaret etmektedir. “Mehdi’nin zuhuru âlimlerin kabul ettiği bir hakikattır” der. 44

    Ancak hadis uzmanları zayıf rivâyetlerin varlığını kabul ederlerse de, hadis litera*türünde mehdi meselesinin gerek isim ve gerekse mefhum olarak varlığını inkâr etmenin mümkün olmadığı kanaatindedirler. Zira Ashabın en tanınmış kişileri rivâyet eder. Hz. Ali, İbni Abbas, İbni Ömer, Talha, İbni Mes’ud, Ebu Hureyre, Enes b. Malik, Ümmü Seleme, Ebu Said el-Hudrî, Ümmü Habibe, Sevban, Kurre b. İyas, Abdullah b. el-Haris b. el-Cez’ ve Ali el-Hilalî gibi râviler bulunmaktadır. Rivâyet*ler, Ebû Davud, Tirmizi, İbni Mace, Bezzar, Hakim, Taberânî gibi meşhur hadis imamları tarafından tahriç edilmiştir. Hadislerde bir ibham görülüyorsa da bu hadis*lerin zayıflığından değil, nübüvvet dilinin vecizliğindendir. Böylesine şöhret kazan*mış ve ümmet tarafından kabul görmüş olmasındandır ki Kettânî gibi zatlar bunların mütevatiru’l-ma’na olduğunu söylemişlerdir. 45

    Mehdi hadislerine ciddi tenkidin Müslüman tarihçi ve sosyolog İbni Haldun’dan (733/1332) geldiği birçok müellif tarafından dile getirilmektedir. Hatta İbni Hal*dun’un konuyla ilgili hadisleri zayıf gördüğünden, İslâm inancında mehdinin varlığını inkâr ettiğini söylemişlerdir. Gerçekten mehdi meselesiyle detaylı bir şekilde ilgile*nen âlimlerden birinin İbni Haldun olduğunu görmekteyiz. Gelecekte vuku bulacak olayların gayba ait meseleler olduğunu, Allah’ın vahiy veya rüya yoluyla bildirme*dikçe beşerin gaybî meseleleri bilemeyeceğini söyler. Mehdi meselesinin, asırlar boyunca Müslümanlar arasında meşhur olduğunu, dini teyid ve adaleti tesis edecek birisinin gelmesinin gerekli olduğuna inanıldığını objektif bir ifadeyle dile getiren İbni Haldun, bu konudaki hadisleri tahlil eder, sened ve rical açısından değerlendirir ve sonuç olarak şu hükmü ortaya koyar:”Görülüyor ki, pek azı müstesna, bu hadis*lerin hepsi de tenkit edilmekten hali kalmamıştır.” 46 Bu ifadelerden hareketle İbni Haldun’nun mehdi meselesini inkâr ettiği hükmünü çıkarmak mümkün değildir. İbni Haldun, mütasavvifenin oldukça detaylı anlatılan mehdi anlayışlarını tenkit etmek*tedir. Ona göre tasavvufçuların mehdi hakkındaki görüşleri Şiilikten alınmıştır.

    Görüldüğü gibi mehdi hadisleri konusunda en titiz davranan İbni Haldun dahi konuyu kökten red etmemiş, “Pek azı müstesna” diyerek ihtiyatlı bir tabir kullan*mıştır. Bu tabirinden, mehdi konusunda az da olsa sahih hadislerin varolduğu anla*şılır. Dolayısıyla hadisleri ceffe’l-kalem inkâr etmenin yanlış olacağı, aralarında zayıf*ların bulunması ise hepsinin inkârını gerektirmeyeceği kanaatindeyiz. Bir sepette bulunan elmalardan bir kaç tanesi çürükse hepsinin çürüklüğüne hükmetmenin doğru olmadığı aşikârdır.

    İbni Haldun sosyolojik bir tesbitte bulunmaktadır:”Bir şahıs bir güce, bir millete dayanmayıp, sadece ehl-i beyte nisbetiyle ortaya çıkarsa muvaffak olamayacağı sosyolojik bir gerçektir. Muvaffak olabilmesi için bir millet gücü gerekir ki ona des*tek olup, başa geçirinceye kadar onu müdafaa etsin.” 47 Tek başına bir şahsın böylesi büyük islahatı gerçekleştiremeyeceğine işaret etmektedir.

    Burada Mevdudî’nin bir yorumuna yer vermek istiyorum. Ona göre Mehdi adı ile dinde özel bir makam ve mevki yoktur. Peygamberlere iman etmenin gerekli oluşu gibi mehdiye de iman etmenin şart olduğunu düşünmek tamamen yanlış*tır:”Mehdi ne zaman gelirse gelsin, o, zamanın bilgisini, kültürünü, ahvalini, zorunlu şeylerini çok iyi bilecek ve zamanına uygun tedbirleri alacak, dönemindeki fennî ve ilmî buluşlardan, aletlerden faydalanacak, onları en iyi şekilde kullanacaktır.” 48

    IV. Bediüzzaman’a göre Mehdi meselesi

    Önce meselenin mübhem olmasının ve mehdinin herkes tarafından bilinmeme*sinin hikmetini açıklamaktadır. Mehdi ve Süfyan gibi âhirzamanda çıkacak bazı şahıs*ların mübhem oluşları sebebiyle, çok zaman evvel, hatta tabiîn zamanında çıkışları beklenmiştir. Yetişmek emelinde bulunmuşlardır. “İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i ilahiyye iktiza eder ki, vakitleri taayyün etmesin.Çünkü her zaman ve her asır kuvve-i maneviyyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak “mehdi” mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lakaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın ba*şına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edil*seydi, maslahat-ı irşadı umumi zayi olurdu.” 49 O halde diyebiliriz ki, Bediüzza*man’a göre her asrın, her dönemin bir mehdisi vardır. Buradan anlaşılıyor ki mehdi bir şahıstan ibaret değildir. Her ne kadar “Büyük Mehdi”den bahsediyorsa da “Her*bir asır me’yusiyet vaktinde, kuvve-i maneviyesini te’yid edecek bir nevi Mehdî’ye muhtaç olduğundan, rahmet-i İlahiyye ile her devirde belki her asırda bir nevi mehdi âl-i beytten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihyâ etmiş.” Buna örnek olarak siyaset âleminde Abbasi halifelerinin üçüncüsü olan Mehdi”yi (875-885) örnek göstermektedir. Diyanet âleminde Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Şah-i Nakşibend’i misal vermektedir. Bunları “Büyük mehdinin bir kısım vazifelerini icra eden zâtlar” şeklinde değerlendirmektedir. 50

    Büyük Mehdi’nin, gücünü âl-i beyt denilen Hz. Muhammed’in (a.s.m.) soyundan gelene seyyidler cemaatinden alacağını belirtmektedir. “Dünyada mütesânid hiçbir hânedan ve mütevâfık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, âl-i beytin hânedanına ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebil*sin.” 51

    Nitekim “Yalnız akrabalarıma muhabbeti isterim” 52 şeklindeki âyeti yorumla*yan Bediüzzaman, Resulüllahın bu sevgiyi istemesi, nesebi akrabalık cihetiyle olma*dığını belirtir. Büyük zâtların, rehberlerin umumiyetle âl-i beytten çıkacağından do*layı, ümmetin onların etrafında kenetlenmesini istemektedir. “Resul-i Ekrem (a.s.m.) gayb aşina nazarıyla görmüş ki, al-i beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Alem-i İslâmın bütün tabakatında, kemâlat-ı İnsaniye dersinde rehberlik ve mürşitlik vazifesini görecek zâtlar, ekseriyet-i mutlaka ile, âl-i beytten çıkacak”.O, Resulüllahın Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e büyük şefkatini de bu şekilde izah etmektedir. Nesebi ve akrabalık hissinden gelen bir şefkat olmadığını açıklayarak, Hz. Hasan ve Hüseyin’e büyük alakayı gösterirken, onların mübarek neslinden gelen imamları, kutupları ve mehdileri görmüş “Ve onların umumu na*mına başlarını öpmüş. Evet Hz. Hasan’ın başını öpmesinde, Şah-i Geylanî’nin hisse-i azimesi var.” 53 Burada Hz. Peygamberin âl-i beytine çok önem verdiğini, Müs*lümanların her dönemde onların etrafında kenetlenip İslâmı ihyaya çalışmalarının gereğini vurgularken, bu mübarek soydan birçok mehdinin geldiğini de ifade etmiş bulunmaktadır. Mehdiyi bir şahıstan ibaret görmediği de anlaşılmaktadır.

    Al-i beytin önemli şahsiyetlerinden bazı örnekler veren Bediüzzaman’a göre bunların herbiri birer mehdidirler. Meselâ milyonlar müridi olan Sünûsi tarikatının li*deri Seyyid Ahmed es-Sünûsî (v.1320/1902), Seyyid İdris (v.13701950 ?) gibi diğer bir zât yüzbinden fazla Müslümanlara rehberlik ediyor. Seyyid Yahya (v.1368/1948) gibi bir başka seyyid yüzbinler insanlara emirlik ediyor. “Bu seyyid*ler kabilesinin efradlarında böyle zahiri kahramanlar çok olduğu gibi, seyyid Abdul*kadir-i Geylâni(v.562/1167), Seyyid Ebu’l-Hasen eş-Şazelî(v.657/1258), Seyyid Ahmed-i Bedevî(v.675/1276) gibi zâtları da “manevi kahramanların kahramanları” olarak takdim etmektedir. 54 Herbiri bir tarikatın lideri veya başka bir vesileyle bi*rer hizmetin başında bulunmaları hasebiyle bunları “kumandan” tabiriyle tavsif et*mektedir.

    Namazın içinde teşehüdde bütün Müslümanların günde en az beş defa okuduğu duâda şöyle denilmektedir: ”Allahım,Hz. İbrahim’e ve onun âline salat gönderdiğin gibi, efendimiz Hz.Muhammed’e ve onun âline de salat gönder.” Peygamberler*den oluşan Hz. İbrahim’in al-i beyti beşeriyeti hidayet nurlarıyla aydınlatmışlardır. Hz. Muhammed’in âl-i beyti ise mertebe itibariyle peygamberlere yetişmeseler de herbiri birer peygamber kadar hizmet vermiş ve vermeye devam etmektedir. Be*diüzzaman’a göre, o kumandanların toplamı, muazzam bir ordu teşkil eder. Eğer maddî şekle girse ve bir dayanışma ile fırka vaziyetini alsalar, İslâmiyet dininin milli*yet-i mukaddesesini, rabıta-ı ittifak ve uyanmaya vesile yapsalar, hiçbir milletin gücü onlara karşı dayanamaz.”İşte o pek kesretli, o muktedir ordu, âl-i muhammed aleyhissalatu vesselam’dır ve Hz. Mehdi’nin has ordusudur” 55 der.

    “Evet bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve ali haseb ve asil neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, al-i beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatın fırkaları başında onlar ve ehl-i kemâlin nâmdar reisleri yine onlardır. Şimdi de kemiyeten milyonları geçen, bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalpleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabiyle serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-i azime içindeki mu*kaddes kuvveti tehyic edecek ve uyandıracak hâdisat-i azime vücuda geliyor... Elbette o kuvvet-i azimedeki bir hamiyet-i aliye feveran edecek ve Hz. Mehdi ba*şına geçip, tarik-i hak ve hakikata sevkedecek. Böyle olmak ve böyle olmasını; bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, adetullahtan ve rahmet-i ilahiyyeden bekle*riz ve beklemekte haklıyız.” 56

    Hz. Mehdi’nin ve ona bağlı olan nurani cemiyetin vazifesi ve hizmetini anlatır*ken, onların “Süfyan komitesinin rejim-i bidakâranesini” tamir edeceklerini belirt*mektedir. 57 Bu ifadelerinden anlaşıldığına göre, Hz. Mehdi’nin hizmeti kaba kuv*vet ve güç kullanmaya dayalı bir hizmet olmayacaktır. Manevi bir tamirat ve ısla*hat faaliyetidir.

    Görüldüğü gibi Bediüzzaman’ın mehdilik hakkındaki düşüncesi İbni Haldun’un sosyolojik tahliline uygunluk arzetmektedir. Mehdilik fikrini reddeden muasır yazar*lardan Abdulkerim el-Hatip ve Abdullah es-Semman gibi zâtlar bu yorumu görmüş olsalardı, mehdilik meselesini kökten reddetmezlerdi kanaatindeyim.

    Bediüzzaman, mehdi konusunda olağanüstü bir şahıs beklentisi içinde değildir. Herşeyin kevni kanunlar çerçevesinde cereyan edeceğine inanır. Bu bakımdan nassların zahirine, akla uygun olsun olmasın, yapışıp kalan katı tutumlu ilim adamla*rından değildir. Meselâ “müslih”, “mürşid-i ekmel”, “müceddid”, “Halife-i zişan” gibi tabirleri de mehdi kategorisi içinde mutalaa etmektedir. Fitne zamanlarında bir “Islahatçı”nın bulunmasını “Allah’ın kâinata koyduğu kanun” açısından zaruri gör*mektedir. Bediüzzaman’a göre âhirzamanın en büyük fesadına karşı, Cenab-ı Allah en büyük bir müceddid ve mürşid olan bir zat-i nuraniyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i nebeviden olacaktır. 58

    Bir şahıs ne kadar kuvvetli olursa olsun büyük bir islahatı tek başına yapamaz. İbni Haldun’un sosyolojik bir tesbit olarak söylediği “bir kuvvete dayanması” mese*lesini böylece Bedeiüzzaman vuzuha kavuşturmaktadır. Ona göre Mehdi’nin beşeri güç kaynağı, âl-i beyt-i nebevi, yani Resulüllahın soyundan gelen insanlardır. Bu neslin sayı bakımından oldukça çok ve güçlü olduklarına işaret eder.Bütün ehl-i ha*kikatın başında onlar bulunur. Sayısal olarak milyonları geçmektedir. Meydana ge*len büyük hadiseler, o büyük cematin içindeki kudsi kuvveti harekete geçirecektir. Böyle bir meselenin tahakkukunu, ilahî kanunların bir gereği olarak telâkki eder. 59

    Mehdinin üç mühim vazifeyi gerçekleştireceğini söylemektedir: a) maddecilik fikrini tam susturmak ki buna iman merhalesi de denilir b)İslâm şearini ihya etmek ki buna hayat merhalesi denilir c) bütün iman ehlinin yardımıyla ve ittihad-ı İslâmın desteğiyle, bütün âlimler ve velilerin, bilhassa, her asırda çokça bulunan seyyid*lerin iltihakıyla o büyük vazifesini yapmaya çalışır ki buna da şeriat merhalesi. 60 O halde mehdi gelip de eline kılıcı alıp herşeyi ıslah etmeyecektir. Tek başına değil, bilakis Müslümanların saf ve temiz kitlesinden oluşan, al-i beyt-i nebevî’den büyük bir hareket olarak islahat yapacağı anlaşılmaktadır. Başka bir eserinde mehdinin üç vazifesini şöyle ifade etmektedir: İman, hayat ve şeriat. Bediüzzaman’a göre bu üç vazifenin en mühimmi imandır. 61 Mehdi’nin henüz gelmediğini söylemekle bir*likte kendi dönemini kastederek o zât şayet “Bu zamanda gelse harekatını o (siyasî) cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten ferağat edecek ve he*defini değiştirecek diye tahmin ediyorum” der. Dolayısıyla en mühim mesele olan iman hususuna ağırlık verecektir.

    ”Şimdiki umumun nazarında ve hâl-i âlem ilcaatında en mühim mesele hayat ve şeriat göründüğünden o zât şimdi olsa da, üç meseleyi birden umum ruy-i ze*minde vaziyetlerini değiştirmek nev-i beşerdeki cari olan adetullaha muvafık gel*mediğinden, her halde en a’zam meseleyi esas yapıp diğer meseleleri esas yap*mayacak; tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara alet olmadığı tahak*kuk etsin.” 62

    Bediüzzaman’ın ifadelerine dikkat edilirse, o, mehdiyi, herşeyi mucizevari bir şekilde kılıçla düzelten bir şahıs olarak görmez. Mehdi’yi normal bir insan, büyük bir ıslahatçı olarak görmekte ve etrafındaki nuranî cemiyetinden bahsetmektedir. Re*sulüllahın sünnetini ihya edeceğini, şer kuvvetleriyle mücedelesi de manevi olacağı*nı söyler. Böylesine esbab dairesinde hareket eden bir zatın muvaffak olması kud*ret-i ilahiyye noktasından da mümkündür. Bir dakikada yer ve gök arasını bulutlarla doldurup, boşaltan, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eden, bahar içinde bir saatte yaz mevsimini, yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Allah, mehdi ile de İslâm âleminin karanlıklarını dağıtabilir. 63

    İslâm toplumunda daima hak üzere devam edecek olan bir grubun bulunacağı hadis-i şeriflerde anlatılmaktadır: “Ümmetimden kıyamete kadar hak üzere devam eden bir taife bulunacaktır.” 64 Müslim’in kaydettiği bu hadiste Resulullah bir tai*feden bahsetmektedir. Haber verdiği bu taifenin dini mevzuları tazeleyeceğini, din yolunda mücadehe edeceğini, adaleti yayacağını, dosdoğru ölçülere sarılacağını, insanlığa İslâmı takdim edeceğini belirtmektedir. Bu, Allah’ın kâinata kayduğu fıtri kanunlara, İslâmın ruhuna ve pratik talimatlarına mutabıktır. Cenab-ı Allah her de*virde hakiki mehdileri, yüzlerce islahatçıyı yaratabilir, vaktiyle de böyle yapmıştır. Bundan sonra da elbette böyle olacaktır.

    Bu hadisi yorumlayan Bediüzzaman, “Bu asırda bir mu’cize-i maneviyye-i Kur’*âniyye olan” Risale-i nur şakirtlerinin hizmetini de bu hadisin muhtevası içinde mu*talaa etmektedir. Onun başlattığı nur hizmetinin gelecek asırda da devam edece*ğine dair bazı istinbatlarda bulunmaktadır. Hicri onaltıncı asrın başlarına kadar nur hizmetinin gittikçe parlayacağını, ondan sonra bir şer cereyanının hâkim olacağını bu hadis-i şeriften çıkarmaktadır. 65

    Sonuç:

    Nerede fitne ve tahribat varsa, orada ona karşı bir hayır ve islahat sözkonusu*dur. Demek islahat hareketleri İslâm ümmetinin fitrî bir ihtiyacıdır. Allah’ın kâinata koyduğu bir kanunun gereğidir. Ahirzamanda icitamî ve ahlâkî bozuklukların art*ması, küfür ve inkârın yaygınlaşması karşısında insanların manevi islahatçılara muh*taç olduğu sosyal bir realitedir. Nitekim sosyolojik olarak tarihe baktığımızda hep böyle cereyan etmiştir.

    Ehl-i sünnette mehdilik, şiilerde olduğu gibi, temel bir inanç değildir. O halde imanın temel esaslarından olmayan ahirzaman hadiseleriyle ilgili teferruat sayılabile*cek meseleler için, kat’i delil aranmaz. “belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemek” yeterdir. Hadis kaynaklarımızdan Buhari ve Müslim’de ismen geçmediği doğrudur. Ancak “mehdi” rolunu üstlenen “imam”, “halife” ve “hak üzerine de*vam eden taife” ve buna benzer tabirlerle mefhum olarak geçtiğini söylemek mümkündür. İbni Haldun dahi, mehdi hadislerini tenkit etmiş, ancak kökten red*detmemiştir. Az da olsa bir kısmının sıhhatini kabul etmiştir. Ayrıca her zayıf veya mevzu hadisin “manası yanlıştır”, demek değildir.Hadis olduğu kesin değilse de, mânâsı doğru olabilir.

    Bediüizzaman’a göre yeryüzünün belli bir bölgesinde, belli bir tarihte mehdi olarak bir şahsı beklemek gibi bir inanç yanlıştır. Zira her devirde, bu mânâyı taşı*yan ıslahatçılar, faziletli şahsiyetler bulunabilir. Kötü olan tenbelliğe düşüp herşeyi Mehdi’nin düzelteceğini, gaybî bir insanın gelip toplumları kurtarmasını bekleyerek uyuşmaktır. Mehdi gelecektir diye vazifeyi bırakmak, mükellefiyetten kaçmaktır. Mehdilik fikri gerçekten toplumu tenbelliğe atıyorsa, yanlıştır. Ama Amerikalıların, ülkelerini, Hz. İsa’ya yer hazırlamak düşüncesiyle yeşillendirmeleri gibi, Müslüman*lar da Mehdi’ye zemin hazırlamak maksadıyla gayrete gelirlerse, netice itibariyle güzeldir.

    Bediüzzaman’dan anlaşıldığına göre mehdi bir şahıstan ibaret değildir. Faaliyet*ler geniş bir zaman dilimine dağılmış bir hareket, bir ekol ve bir cemaat olabilir. Zira hadislerde anlatıldığı üzere adaletin tesisini bir şahsın yapması mümkün değildir. Bir cemaat, büyük bir heyet, Müslümanların büyük bir topluluğu birlikte hareket ederse ancak başarabilir. Bizce mehdiyi kavram olarak düşünmek mümkündür. Mü’minler her dönemde hayır ve iyiliğin yanında yer alırlar. Her dönemde de buna ihtiyaç vardır. Zira hayır ve şer kavgası her zaman olmuş, kıyamete kadar da de*vam edecektir. Dolayısıyla hayır yoluna devam edildiği sürece mehdiye tabi olmak*tan elde edilen netice kazanılmış demektir. Bir hayali mehdiyi beklemek yerine, ne*rede hayır varsa orada bulunmak, daha isabetlidir. Herşeyin açık seçik olması imti*han prensibine ters olur. Mehdi olsa bile, onun mehdi olduğuna dair gökten bir nida yapılmayacaktır. Bazı sahte mehdiler çıktığı ve halkı kandırdığı doğrudur. An*cak sahte mehdiler çıkıyor diye, mehdilik fikrini kökünden reddetmek doğru de*ğildir. Müseylemetu’l-kezzap gibi sahte paygemberler de çıktı, peygamberliği red*detmek gerekmedi. Sahte doktorların çıkması, doktorluk mesleğinin reddini gerek*tirmez. Bediüzzaman’ın görüşleri, kevnî kanunlarla uyumluluk arzetmektedir. Onda aklın sınırlarını zorlayıcı hususlar yoktur. Netice itibariyle Bediüzzaman da mehdilik meselesini imanın esasatından saymamaktadır. Bu bakımdan mehdiye inanmayan bir insanı tekfir etmek doğru değildir. Bediüzzaman’a göre birçok mehdi vardır. Âhir*zamanda beklenen büyük mehdi diğer mehdilelerin ve islahatçıların sonuncusudur. O da normal bir insandır. Olağanüstü bir şahıs değildir. Hizmetlerini kevni kanunlar çerçevesinde beynelmilel bir hizmet olarak gerçekleştirecektir.

    ____________________

    1 Yard. Doç. Dr. ZEKİ SARITOPRAK

    Batman’ın Kozluk ilçesinde 1958 tarihinde doğan Zeki Sarıtoprak, ilk ve ortaokulu doğduğu bölgede tamamladı. 1978’de Adana-Osmaniye İmam-Hatip Lisesini bitirdi. 1983’te Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. Aynı üniversitede Lisans üstü tahsilini sürdürdü. 1985’te yüksek lisansı, 1991’de doktorayı tamamladı.

    Doktora tezi hazırlık safhasında üç sene Mısır’da bulundu. Halen Harran Üniversitesi İlahi*yat Fakültesi Kelâm Anabilim Dalı Başkanlığını yapmaktadır. Arapça ve İngilizce bilir. Evli ve iki çocuk babasıdır.

    Bazı aktüel ve bilimsel dergilerde araştırmaları yayınlanan Sarıtoprak, İslâm Ansiklopedisine bazı maddeler yazmıştır.

    Yayınlanmış eserleri:

    Suffe Ashabı (1985). Sahabiler Ansiklopedisi (Heyet, 1989). İslâmî Tefekkür.

    İslâma ve Diğer Dinlere Göre Deccal (1992).

    Sıfatu Eşrati’s-Sâa (1995). İslâm İnancı Açısından Nüzûl-u İsa Meselesi.

    2 İbni Haldun, el-Mukaddime, II, 821.

    3 Buharî, Enbiya, 49.

    4 Ebû Davûd, Melâhim, 1.

    5 Müslim, Fiten, 67-9.

    6 Ebû Davûd, Mehdi, 1.

    7 İbni Manzur, Lisanu’l-Arab, h-d-y md..

    8 Müsned, I, 84.

    9 Haccac, Alamatü’l-kiyameti’l-kübrâ, s.73.

    10 bk. D.B. Macdonald, “Mehdi”, İA, VII, 474; Goldziher’in “Mehdi” sözünün zamanımızda “mühtedi”, yani başka bir dinden İslama girmiş şahıslar hakkında kullanıldığını bildirmesi ve buna delil olarak da aslında Kıptî iken, sonradan İslamı kabul eden ve isimleri Mehdi olan biri 1812-1815, diğeri de 1870-1890 seneleri arasında Ezher şeyhliği yapmış iki zatı göstermesi bir yakıştırmadır. Zira Mısır’da mehdi ismini taşıyan ve aslında müslüman olan ve Ezher’in muhtelif bölümlerinde yer alan birçok kıymetli zevat bulunmaktadır. Ez*her şeyhleri ve isimleri hakkında bk. el-Ezher tarihuhu ve tatatavvuruh, s.161-4.

    11 es-Sefarinî, Levamiu’l-envâr, II, 72.

    12 Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, III, 236; aynı müellif, el-Mehdi ve’l-Mehdeviyye, s.39; Goldziher, el-Akide ve’ş-şeria, s.342; İbniu’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, IV, 31.

    13 Nuaym b. Hammad, Kitabu’l-fiten, vr. 53a.

    14 Tirmizi, ilim, 16; İbni Mace, Mukaddime, 6; Ebu Davud, Sünnet, 5.

    15 Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, III, 237; Süleyman Uludağ, İslâmda inanç konuları, s. 435.

    16 Sa’d Muhammed Hasan, el-Mehdiyyetu fi’l-İslâm, s.183-4.

    17 bk. a.esr., s.81-273; Ahmed Emin, el-Mehdi, s.63, 72, 78-9, 80, 82, 84.

    18 Sa’d Muhammed, aynı eser, s.195.

    19 el-A’raf (7), 178; el-İsra (17), 97; el-LKehf (18), 17.

    20 er-Ra’d (13), 7.

    21 İbni Kesir, Alamatü’l-kıyame, s.33.

    22 Sıddık Hasan Han, el-İzaa, s.114.

    23 Buharî, Enbiya, 49.

    24 el-Askalanî, Fethu’l-Bârî, VI, 570; el-Keşmirî, et-Tasrîh, s.97.

    25 et-Teftazânî, Şerhü’l-makasıd, V, 314.

    26 Müslim, Fiten, 67-9.

    27 Ebû Davud, Mehdi, 1.

    28 Ebû Davud, Mehdi, 1; Tirmizî, Fiten, 52; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 99.

    29 Ebû Davud, Mehdi, 1.

    30 Ahmet b. Hanbel, Müsned, I, 84.

    31 Ebû Davud, Mehdi, 1.

    32 Sıddık Hasan, el-İzaa, s.130.

    33 a.esr., s.128.

    34 Tirmizî, Fiten, 52; İbni Mâce, Fiten, 34.

    35 el-Heytemî, el-Kavlu’l-muhtasar, s.71; es-Sefarinî, Levami, II, 85; İmam Rabbanî, “Mehdi’nin makamı sahabenin makamından daha önde görünüyor” şeklinde ifade kaydetmektedir. (İmam Rabbani, Mektubat, I, 45)

    36 Tirmizî, Fiten, 79.

    37 el-Heytemi, el-Kavlu’l-muhtasar, s.24.

    38 D.B. Macdonald, “Mehdi”, İA, VII, 477.

    39 el-Heytemi, aynı eser, s.53.

    40 Muhyiddin Arabî, el-Futuhatu’l-Mekkiyye, 366. bab.

    41 Mevdudi, Meseler ve Çözümleri, s.45.

    42 Ahmed Emin, Duha’l-İslam, III, 237-8.

    43 Muhsin Abdülhamid, İslama Yönelen Yıkıcı Hareketler, s.53.

    44 el-Elbanî, Silsiletu’l-ehadisi’s-sahiha, II, 336, III, 38-43.

    45 el-Kettâni, Nazmu’l-mütenasir, s.144-6.

    46 İbni Haldun, Mukaddime, II, 822.

    47 Aynı eseer, II, 817.

    48 Mevdudi, Meseleler ve Çözümleri, s.47, 50, 51.

    49 Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s.309-10.

    50 Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, s.496.

    51 Aynı eser.

    52 eş-Şura (42), 23. ş

    53 Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s. 20-1.

    54 B.S.Nursi, Mektubat, s.412.

    55 aynı eser, s.412.

    56 aynı eser, s.412-3.

    57 aynı eser, s.423.

    58 Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s.411-2.

    59 Aynı eser, s.412.

    60 B. Said Nursi, Emirdağ Lahikası, I, 259-60.

    61 B.Said Nursi, Kastamonu Lahikası, s.57.

    62 Aynı eser, s.58.

    63 B. Said Nursi, Mektubat, 411-2.

    64 Müslim, İman, 247.

    65 Daha geniş izah ve istinbat şekli için bk. Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, s.23.



  10. #20
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995

    BEDİÜZZAMAN’A GÖRE ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLİŞİN İSBATI

    HÜSEYİN ÂŞÛR 1

    Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın adıyla.

    “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye kadirdir.” 2

    Üstad Bediüzzaman Nursî’nin üslubu, eşsiz, zengin ve aynı zamanda câzib özel*liğiyle başkalarınkinden farklılık arzediyor. Bu üslup, İslâmî gerçeklerin ne derece makul, uyumlu ve sağlam olduğunu açıkça gösteriyor. Bu üslubuyla o, aynı za*manda kinaye yoluyla doğru hakikatleri gösteren temsil ve hikâyeciklerle mücerret mânâları zihinlere yaklaştırıyor.

    Belki de Üstad Said Nursî’ye bu konuda yetişecek kimse yoktur. Nitekim, aynı alanda bu üslubu kullanan çok az kimse vardır. Meselâ, Mevlâna Celâleddin Rûmî, buna yakın bir üslub kullanmıştır. Fakat, bunu tasavvuf alanında gerçekleştirmiştir. Bediüzzaman ise, diriliş, haşir, peygamberlik, Allah’ın birliği gibi İslâmî hakikatleri isbat ederken bu üsluptan yararlanmıştır. Bunu da, aynı anda hem vicdana hem de akla hitab eden, her ikisini de ikna edip besleyen aklî ve hayalî temsillerden yola çıkmıştır. O bu alanda, İslâmî Kelâm ilmine asrın ruhuyla uyum sağlayan büyük bir gelişme kazandırmıştır. Nitekim Bediüzzaman, modern ilmin toyluk döneminde ya*şamıştır. Bu dönemde modern ilmin din yerini tutabileceği sanılmış, bütün dinlere özellikle de İslam’a gerek dünya çapında ve gerekse bölgesel olarak saldırılmıştır. Burada şunu da unutmayalım ki, o dönemde İslâm özellikle Türkiye’de büyük bir saldırıya maruz kalmıştır. Böyle bir ortamda, Türkiye gibi bir yerde İslâm’ı etkin bir biçimde savunabilmek için aklî, ilmî ve ikna edici bir üslupla akıl ve vicdanlara hitap etmekten başkası mümkün değildi.

    Belki de, Bediüzzaman’ın eserlerinin gerek Türkiye’de ve gerekse İslâm Dün*yasının diğer bölgelerinde meydana getirdiği müthiş tesirin sebebi bu ve benzeri özellikleridir.

    Haşir konusunu ve Üstad Bediüzaman’ın vicdana hitab ve aklî ikna eden temsil*ler yoluyla bunu nasıl isbat ettiğine göz attığımızda bile, onun üslubunun orijinalliğini hemen farkedebiliyoruz. Bu üslubta, kısa hikayecikler ile avâm-ı nâsın anlayışını ok*şamakta ve Haşir, Ahiret halleri ve diğer İslâmî gerçekleri en açık bir biçimde izah etmektedir.

    Meselâ, Üstad Bediüzzaman, hepimizin elinden tutarak bizi geçmiş veya gele*ceğe götürmekte, her yerdeki türlü türlü mu’cizeleri bize müşahede ettirmekte, böylece de hikmetin ne derece intizamla işlediğini , inâyeti gösteren işaretlerin ne kadar açık olduğunu, adalet belirtilerinin parlaklık derecesini, geniş rahmet meyve*lerinin ne denli zahir olduğunu göstermektedir. Kalb gözü kör olmayanlar kesin olarak inanırlar ki, böyle bir Sultan’ın hikmetinden daha mükemmel bir hikmeti, Onun inayetinden daha güzel bir inayeti, Onun rahmetinden daha geniş bir rahmeti, Onun adâletinden daha parlak bir adaleti tasavvur etmek mümkün değildir. Fakat dünya denilen memleket bu hikmet, inâyet, rahmet ve adâletin hakîkatlerini tam olarak göstermeye yetmediğinden, bir de o hikmet, rahmet ve adâleti tahakkuk ettirecek, Onun makarr-ı saltanatında daimî saraylar, parlak ve sâbit mekânlar, hoş ve ebedî meskenler mesut ve ölümsüz ahâlî olmadığı takdirde, şu gördüğümüz hikmet, inâyet ve rahmeti inkâr etmek lazım gelir.

    Bu açık ve parlak adaletin delil, işâret ve alâmetlerini inkâr etmek ise, büyük bir ahmaklıktır. Bu tıpkı, gündüzün ortasında güneşin ışığını gözleriyle gördüğü halde güneşin kendisini inkâr edenin akılsızlığını andırır. Bütün alâmetler gözler önünde dururken ahireti inkâr etmek şöyle demeyi gerektirir: Gördüğümüz hikmet dolu bu icraatlar, kerem dolu gayeler taşıyan bu fiiller ve rahmet yüklü bu güzelliklerin sa*hibi olan Zât,-hâşâ yüzbin defa hâşâ-ancak boş ve abes işler yapıyor! Böyle bir iddia ise, hakîkatlerin zıtlarına dönüşmesinden başka bir şey değildir. Bu da, eşyanın varlığını, hattâ bizzat kendi kendilerini inkâr eden sofestâîler dışında bütün akıl sahip*lerinin ittifakıyla imkânsızdır.

    O halde bu dünya memleketinden başka bir memleketin bulunması gerekir ki, orada büyük bir mahkeme, yüksek bir adâlet ve büyük bir kerem gerçekleşsin ve bu rahmet, hikmet, inâyet ve adâlet bütün parlaklık ve açıklığıyla tezahür edebilsin. Bu gördüğümüz memleket olan dünya, ancak bir tecrübe ve imtihan meydanıdır, bir eğitim ve manevra alanıdır, O Sultan’ın harika sanatlarının sergisidir ve çok kısa ve geçici bir dar-ı ziyafettir. Görmüyor musunuz ki, her gün peş peşe bir kafile ge*lip biri gidip kayboluyor? İşte bu memleketin durumu bu... Her gün dolup başalı*yor. Bir gün gelecek bütün bütün boşalacak ve başka bakî ve dâimî bir diyara dö*nüştürülecektir. Bütün insanlar oraya nakledilecek ve herbirine yaptığına göre ceza veya mükâfat verilecektir.

    Kıyametten bahsederken Bediüzzaman prensip olarak nazarlarımızı şu gerçeğe de çeviriyor: Biz kesin olarak biliyoruz ki, bir köy muhtarsız olmaz, bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz, bir harf kâtipsiz olmaz... O halde bu parlak, muntazam ve düzenli memleket nasıl olur da hakimsiz ve sultansız olduğu iddia edilebilir?

    Madem kesin olarak bu memleketin bir Sultanı vardır, o halde mutlaka bir he*sabın, bir cezanın, bir haşir ve kıyametin de bulunması gerekir. İşte Üstad Bediüz*zaman’ın metodu budur. Haşrin zarûrî olduğunu, bizim ve her şeyin buna ihtiyacı bulunduğunu isbat ediyor.

    Dünya denilen bu memlekette sevap ve ceza yok denecek kadar azdır, o halde başka bir diyarda bir mahkeme-i kübrâ vardır. Görülmüyor mu ki, zalim, izzet ve zorbalığıyla, mazlum zillet ve ezilmişliğiyle buradan göçüp gidiyorlar. O Adil ve Kerim Sultan’a, iyileri mükafatlandırmaması, saltanatını hafife alan kötüleri de ceza*landırmaması yakışmaz. Bu memlekette, bu hükmün bin cüzünden bir cüz’ü bile yerine getirilmediğine göre, demek ki, büyük bir mahkemeye bırakılıyor.

    Her yere serpiştirilmiş bu büyük nimetler parlak bir kemâle ve açık bir cemâle işaretten başka bir şey değildir. Hiç şüphesiz, eksiksiz fakat gizli kemâl bütün mah*lukatın huzurunda i’lan ve isbat edilmeyi gerektirir. Eşi benzeri bulunmayan o gizli cemâl ise görülmek ve ızhar edilmek ister. O halde göç daimî ve ebedî bir aleme doğrudur.

    Bu dünyada çok küçük bir ucunu gördüğümüz bu kemâl ve cemâlden başka, bir de peygamberler ve ilâhî elçiler yüksek sesle yalvarıp dua ediyorlar; o sınırsız kemâl ve cemâli görmek için O Yüce Sultan’ın kendilerini huzuruna almasını diliyor*lar. Sonra aynı elçiler, ya bir nevi özel telefonlarıyla veya O’nun yüce divanına doğru yükselip çıkmakla O büyük Sultanla doğrudan doğruya irtibat kurup bize haber veriyorlar ki, O Sultan iyileri mükâfatlandırmak için muazzam ve parlak bir mekân döşemiş, kötüleri cezalandırmak için de korkunç bir zindan hazırlamıştır.

    Bediüzzaman, yine basit ve sade temsil ve teşbih yoluyla Levh-i Mahfuzu her şeyi hatta en küçük ve basit işleri kaydeden bir fotoğraf makinasına benzetir. Nasıl ki, şahsî hüviyet ve kimlik cüzdanları, o hüviyetlerin alındığı büyük bir kaynak sicilin varlığına işaret ediyorsa, sızıntı ve damlalar büyük ve zengin bir menbaın varlığını gösteriyorsa, insandaki kuvve-i hafıza da büyük ve ince bir muhafazayı gösteriyor. Aynı şekilde ağaçların çekirdekleri meyvelerin nüveleri de küçük hüviyetler mesa*besinde olup küçük birer levh-i mahfuz niteliğindedir.

    Bu büyük inkılablar ve müthiş değişiklikler, bu kuruluş ve yıkılış, ictima ve da*ğılma, tebeddül ve tegayyur hep bir maksattan haber veriyorlar; bir gayeyi göste*riyorlar. Bütün bunlar da, müthiş bir yıkılış ve kuruluşa sahne olacak müthiş bir gü*nün işaret ve alametleridir. Bu da kıyamet günüdür. “O gün ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah’a temiz bir kalb ile gelenler (o günde fayda görür).” 3

    Allah, Büyük müceddid ve mütefekkir Üstad Bediüzzaman Said Nursî’ye rahmet eylesin.

    Son duamız şudur: “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun!”

    ____________________

    1 HÜSEYİN ÂŞÛR (Araştırmacı-Yazar)

    Mısır’da faaliyetini sürdüren Muhtarü’l-İslâmî Gazetecilik ve Yayıncılık adlı kuruluşun genel koordinatörüdür. 1000’in üzerinde kitap yayınlayan Hüseyin Âşûr ayrıca üç de dergi çıkarmaktadır:

    1. Fikir ve edebiyat dergisi: el-Muhtârü’l-İslâmî

    2. Kadın dergisi: Hacer

    3. Çocuk dergisi: Zemzem.

    Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur hakkında pek çok yazı yayınlayan Hüseyin Âşûr, Üstadın hayatı ve ahlâkı ile ilgili bir kitap ile beraber Ahmed Behcet’in “Türkiye’de İslâmî Hareketin Lideri Said Nursî” isimli bir kitabını neşretmiştir.

    2 Rum Sûresi: 50.

    3 Şuara: 89.



Sayfa 2/6 İlkİlk 1234 ... SonSon

Benzer Konular

  1. Bediüzzaman Sempozyumu 1992
    By BaRLa in forum Risale-i Nur & Bediüzzaman
    Cevaplar: 19
    Son Mesaj: 05.06.09, 19:15
  2. Bediüzzaman Sempozyumu 1991
    By BaRLa in forum Risale-i Nur & Bediüzzaman
    Cevaplar: 9
    Son Mesaj: 05.06.09, 19:04
  3. Bir Bediüzzaman Klasiği
    By BaRLa in forum Bediüzzaman'ın Hayatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 17.05.09, 08:17
  4. Bediüzzaman risalelerde,
    By SiLa in forum Sorularla Risale-İ Nur
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.10.08, 18:26
  5. Bediüzzaman Portresi
    By SiLa in forum Bediüzzaman'ın Hayatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 13.07.08, 11:46

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •