O ne kadar güzel, ne kadar içten, ne kadar sıcak, ne kadar insanı içinin en içinden sarıp sarmalayan bir seslenişti?
Gecenin sonu sabahın alacakaranlığında güneş daha ışımadan gönlü ışırdı insanın. Sabah güneşinin ilk ışıklarıyla ortalık ısınmadan içim ısınırdı. Uykunun en tatlı yerini bölen ne olursa olsun ağzından emziği çekilmiş çocuk gibi öfkelendirir bağırtıp çağırtırken o seslenişte uykudan bile güzel bir sığınma duygusu dolardı gönlüme.
Uykuyla uyanıklık arası görülen bir rüya gibiydi o sese uyanmak. Yarı uykulu, belki bir orman kenarında kendi başına akan soğuk bir pınara ağzını dayayıp su içerken görülen bir rüyanın içine girer, “ana gurban” sesi, o pınarın şırıltısına dönüşürdü.
Sevgi dolu bir sesti, şefkat tınısı vardı, koruyan, kollayan sarmalayan bir örtü gibi bürünürdü.
Heyecan yoktu, bağırtı yoktu, öfke, şiddet, acizlenmek, bezginlik, yorgunluk yoktu sesin içinde. Tam aksine “ne güzel uyuyorsun, seni uyandırmaya kıyamıyorum, ama kalkmak hazırlanmak zorundasın, yoksa gecikeceksin, bu yüzden seni uyandırmak zorundayım, hadi kalk, ne olursun, uyanışın geciktikçe seni uyandırmanın rahatsızlığı büyüyor içimde, kalkıversen de beni bu sıkıntıdan kurtarsan ne var” der gibiydi.
Biraz yalvarır gibi kısıktı. O kısıklığın içinde, keşke uyanmasan der gibi bir pişmanlık vardı. Mecburiyetin hoşlanılmayan zorlaması da saklıydı.
“Ana gurban” sesiyle uyanmak, güne o sesle başlamak çok güzeldi.
Çünkü hepsinin ötesinde “kurban olurum sana, hadi kalk” “annesi yoluna kurban olacak kadar sevdiği çocuk, uyan” diyenin söylediğinde samimi olmasıydı.
Gerçekten eğer öyle bir şeyle karşı karşıya kalsaydın benim için kurban eder miydin kendini?
“Kızım!” “Oğlum!” “Bebeğim!” “Yavrum!” “Bir tanem!” “Annesinin biriciği!” ve daha bir çoğu.
Anadolu Türkçe’sinin anne sütü kadar temiz tadının içinde annelerin çocuklarına söylediği kendince kim bilir daha ne kadar sesleniş vardır?
Her seslenişte çocuğun içi bir kere titrer. Annesinin yüzlerce.
Her seslenişte bir gönülden diğerine bir köprü kurulur. İnsanlar anneleri olmaksızın var olsalardı böyle bir köprü olmaksızın yaşamak zorunda olsalardı ihtimal ki hayatlarını devam ettirecek gücü bulamazlardı. Annesini hiç görmemiş birisi bile bir annesi olduğunun bilgisine dayanarak yaşamayı sürdürebilir. Görmediği annesinin emin olamadığı hayalini hafızasının bir köşesinde saklı tutarak yaşamayı başarabilir.
“Ana gurban” diğerlerinden daha farklı. Belki bunu sen bana söylediğin içindir. Belki başka bir sebebi vardır. “Oğlum” “Kızım” “Yavrum” “Evladım” seslenişlerinde hep “benim” diye biten bir iyelik eki var. “Ana gurban” derken, sen benimsin değil ben seninim vurgusu hissediliyor.
Bir annenin çocuğu için kendini kurban etmeye hazır olması ne müthiş bir şey.
Aslında kurban edilmesi gereken çocuklar değil miydi?
Çocuklar veya anneler, babalar veya oğullar her kimse, kurban edilmenin sebebi neydi?
“Ana gurban” seslenişinin insanın içini ısıtan sıcaklığından bir hisse kapılsa bile “kurban” olmayı veya kurban kesmeyi gerekli kılan neydi?
Galiba kurban sözcüğünün içinde barındırdığı anlam, kaybettiğimiz bir çok anlamın ve sözcüğün akıbetine uğradı. Ağzımızdan çıkan ve içinde kurban kelimesinin geçtiği her cümle gerçek anlamının çok dışında bir yerde duruyor.
“İlahlar kurban istedi” deniyor sözgelimi. İğrenç bir putperest cümlesinin içinde geçiyor kurban kelimesi.
“Kurban edildim” cümlesindeki kurbanın anlamı harcanmak, pisi pisine gitmek şeklinde.
Oysa “Kurban olam kalem tutan ellere” gibi “Kar mı yağmış şu Harput’un başına / Kurban olam toprağına taşına” gibi “Ela gözlerine kurban olduğum gibi” “Kurbandır canlar sana” gibi dilimizde ne kadar çok dolaşmış kurban kelimesi. Hiç birinde olumsuz bir anlam yüklenmeden. Hiç birinde harcanmak, boşu boşunalık gibi vurgular hissedilmeden.
“Kurbanım ben sana” derse birisi nasıl bir tepki alır? “Madem öyle, gel bakalım, ne dersem onu yapacaksın, sen kendini kurbanlık olarak görüyorsan, kendini yok etmeyi göze almışsan, bana her türlü hakkını devretmiş sayılırsın” der mi herhangi bir insan? Yoksa “kurban olurum sana” diyene öncelikle saygı, sonra uğruna her şeyi yapabilmeyi göze alacak bir bağlılık hissi mi uyanır?
Kurbanın dilimizde bu kadar çok, bu kadar güzel, bu kadar olumlu bir anlam yüklenerek dolaşması onun gerçek anlamında gizlidir. Kurban yakınlaşmak, yakın olmak demektir. “Kurbanım ben sana” diyen “sana o kadar yakınım seni kendimle o kadar aynı ve eşit görüyorum ki benliğim bile araya girecek bir mesafe gibi geliyor, benliğimden vazgeçerek sana daha yakın olmak istiyorum” demektedir.
Sen her “ana gurban” diyişinde bu anlamın tümünü bilincinin en derin yerinde hissederek söylerdin. Eğer böyle ağır bir imtihanla karşılaşsaydın hiç çekinmeden kendini kurban ederdin.
Hazreti Süleyman’ın “bu çocuğu ortadan ikiye bölün, her bir yarısını çocuk üzerinde annelik iddiasında bulunan şu iki kadın arasında paylaştırın” hükmünü verdiği zaman ortaya atılıp “hayır, böyle bir şey yapmanıza gerek yok, çocuğun annesi ben değilim, bu kadın, ona verin, bölmeyin, hepsi onun olsun” diye haykıran gerçek anneydin.
Sen Putperest hükümdarın kendisine secde etmeyenler için hazırlattığı derin çukurda yanan ateşin içine atılan bebeğinin arkasından ateşe atlayan anneydin.
Sen şairin;
Kıskaçlar ve açmazlar çevremi çevirince
Senden imdat bekledim sende aradım çâre
Ayağımla düştüğüm kuyulara da gene
Saçından bir merdiven sen dayadın Gülizar
Tenhalara saklandın gizledin gözyaşını
Heves edip almadın dünyanın tek taşını
Hep vermekti hayatın vermek ve çok ağlamak
O inci gözyaşların en kıymetli yadigâr
Benim de gözyaşlarım senin adın Gülizar
diye anlattığı anneydin.
“Ana Gurban” demende ne var ki, zaten kurban etmiştin bütün hayatını.
alıntı