Ali Tayyar
"Risale-i Nur'ları muhtaçlara ulaştırın"
"İman ve küfür mücadelesinin Hz. Adem (a.s.) zamanında başlayıp Kıyâmete kadar devam edeceğini, îman hizmetinde bulunma şerefinin, şereflerin en yücesi olduğunu, dünyayı tehdit eden dinsizliğe karşı Risale-i Nur'ların dinsizliğe karşı mutlak galibiyetinden bahsederek, Risale-i Nur'ları çok okuyup, çok tetkik edip, muhtaç olanlara ulaştırmanın bu zamanda en mühim bir vazife olduğunu bir saat kadar bize anlattı.
"Gitmek için müsaade istedik. Elini öptük. Üstad da alnımızdan öperek, bizi bağrına bastı. Ve başımızı iki eliyle sıvazladı.
"Köy yolunda giderken, arkamızdan bir motosikletli yaklaştı. Ve bize hitaben, 'Ancak birinizi götürebilirim' dedi.
"Hüsmen Kardeş 'Sen bin' ben de ona, 'Sen bin' derken, nihayet Hüsmen Kardeşi binmeye razı ettim. Ben ise yaya olarak bir saat sonra Sav Köyüne vardım. Köyde kalemleri kılıç olan 'mübarekler heyetinden' Hafız Mehmed bizi teksir makinelerinin bulunduğu bir saadethaneye götürdü.
"İmanın tekniğe meydan okuduğuna yakinen şahit olduk. Bir dağ köyü olan mübarek Sav'da yapılan hizmeti ve bu hizmeti yapanları görünce imanımız ve azmimiz bir kat daha arttı. Sav'da bir gece misafir olduktan sonra, ertesi gün memleketimize döndük.
"Çobanlar bile çantalarında Risale-i Nur'ları taşıyordu"
"İlk işimiz, köyümüzde faaliyetine devam eden kahvehaneyi tahliye etmek oldu. Dayıma ait olan bu kahvehaneyi, oğluyla birlikte halılarla tefriş edip köyün genç kız ve erkeklerine matuf umumi bir Kur'ân okuma seferberliğine koyulduk.
"Şahıslar üzerinde çok büyük tesir bırakan Nur Risaleleri o kadar fütûhat yapıyordu ki, çobanlar çantalarında bu eserleri taşıyor ve bu ulvî hakikatlerden müstefit oluyorlardı. Mataralarında abdest suyu taşıyor, yanlarında hiç eksik etmedikleri muşamba seccadelerini karlar üzerine sererek feraiz-i İlâhiyeyi eda ediyorlardı.
"Hakime hitaben, 'O kitapların hepsi kütüphanemde mevcut. Ama bu eserlerin yeri müstesnadır' deyince, Hakim yarı istihza, yarı hakikat şunları söyledi: 'Yani bunları okuyunca ne olmuşsun sanki!
"Ben de cevaben, 'Bu kitapların hayatımda yaptığı yüzlerce değişlikten birini, müsaade edersiniz anlatayım' dedim. Ve şöyle devam ettim:
"Muhterem Hakim Bey, biz göçebeyiz. Yaylalarımız ormanlıktır. Bu ormanları devletin görevli memurları bekler. Böyle olduğu halde, hiçbir ihtiyacımız yokken yarıçapı iki yüz santimetreye varan ardıç ağaçlarını, 'Bu ağacın lavı mı daha fazla yükselecek, yoksa şu ağacın mı?' diye keyif için yakardık. Asırlık ağaçlar, birkaç dakika içinde kül olur giderdi. Bu eserlerden, 'ağaçların bizim menfaatimiz için dağlarda ihtiyat ambarı gibi her türlü istifademize âmade oluşunu, havadaki gaza-ı muzırrayı tasfiye edişini, yağmuru çekişini, yaş kaldığı müddetçe de Yaratanı zikredişini' ve daha nice faydalarını okuduktan sonra, aynı muhitte yine koyunlarımızı otlatmamıza rağmen, artık kuru dallarını seçerek, pilâvımızı otlar yanmasın diye Say taşlarının üzerinde pişiriyorduk. Böylece bir değişikliğin, memleket ve millet için fevkalâde bir kazanç olduğunu takdir buyurmazsanız, vereceğiniz en ağır cezayı kemâl-i vicdan-ı kalble kabul ediyorum. Yoksa kitaplarımın iadesini ve dâvâmin beraatini talep ediyorum.'
"Sözlerimi bitirince, Hakim Bey başını sallayarak 'Anlıyorum' evlâdım, anlıyorum evlâdım' dedikten sonra, 'Maznunun beraatine, kitapların Ankara İlâhiyat Fakültesinden bir heyet tarafından tetkikine' karar verdi.
"Üç ay sonra kitaplarımın faydalı eserler olduğu, okunmasının devletin lâiklik prensibine aykırı olmadığı, Türkiye'de din ve vicdan hürriyeti bulunduğu gerekçesiyle iade edildi.
"Biz aynı azim ve şevkle hizmetimize devam ediyorduk.