Risale-i Nur sadece tevhidi isbat etmekle kalmamış, imanın diğer şartları da en güzel şekilde isbat etmiştir. Bilhassa ahirete ve kadere iman meselelerini daha önce görülmedik bir şekilde isbat etmiştir. Madem ahirette bize ilk sorulacak meseleler amelî değil, itikadî olacaktır. Bu ilk suallere hakkıyla cevap verebilmek ve Cennetin biletini alabilmek için ne kadar çok risale okumaya muhtaç olduğumuz izahtan varestedir. Üstadımız bu ilk suallere cevap vermeyle ilgili latif bir nükteyi şöyle anlatır:
“Hem meleklere iman meyvesinden bir cüz'ü ve Münker ve Nekir'e ait bir nümunesi şudur:
"Herkes gibi ben dahi muhakkak gireceğim" diye mezarıma hayalen girdim. Ve kabirde yalnız, kimsesiz, karanlık, soğuk, dar bir haps-i münferidte, bir tecrid-i mutlak içindeki tevahhuş ve meyusiyetten tedehhüş ederken, birden Münker ve Nekir taifesinden iki mübarek arkadaş çıkıp geldiler. Benimle münazaraya başladılar. Kalbim ve kabrim genişlediler, nurlandılar, hareketlendiler, âlem-i ervâha pencereler açıldı. Ben de, şimdi hayalen ve istikbalde hakikaten göreceğim o vaziyete bütün canımla sevindim ve şükrettim.
Sarf ve nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesinin vefat edip, kabirde Münker ve Nekir'in: "Men Rabbüke" (Senin Rabbin kimdir?) diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip nahiv (gramer, söz dizimi) ilmiyle cevap vererek, "Men mübtedâdır, Rabbüke onun haberidir. Müşkül bir meseleyi benden sorunuz, bu kolaydır" diyerek, hem o melâikeleri, hem hazır ruhları, hem o vâkıayı müşahede eden orada bulunan bir keşfü'l-kubur velîsini güldürdü ve rahmet-i İlâhiyeyi tebessüme getirdi. Azaptan kurtulduğu gibi, Risale-i Nur'un bir şehid kahramanı olan merhum Hâfız Ali, hapiste Meyve Risalesini kemâl-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip (Hafız Ali abi Denizli hapishanesinde Meyve Risalesini çoğaltırken tam la ilahe illallah kelimelerini yazıyor ve vefat ediyor) kabirde melâike-i suale mahkemedeki gibi Meyve hakikatleriyle cevap verdiği misilli, ben de ve Risale-i Nur şakirtleri de, o suallere karşı Risale-i Nur'un parlak ve kuvvetli hüccetleriyle istikbalde hakikaten ve şimdi mânen cevap verip onları tasdike ve tahsine ve tebrike sevk edecekler inşaallah.”
Bu meselenin psikolojik bir yönü de şöyle izah edilebilir: Bir insan şuurunu kaybettiği zamanlarda (koma veya ağır hastalık halleri gibi) şuur altına neyi çok yerleştirmişse, yani hayatı boyunca neyle çok meşgul olmuşsa, onun fikrini, zikrini, zamanını ne çok işgal etmişse onu sayıklamaktadır. Bir futbolcunun maçı sorması, esnafın çek senet, dolar demesi, Hz. Ömer’in de günler süren koma halinden ayılmaya başlarken namaz vaktinin geçip geçmediğini sorması gibi. Ahirette de mahşer gününde hesap verirken, ayetlerde geçtiği üzere insan azalarının insanın iradesinin zıttına yaptıklarından haber vereceği ve insan hafızasında Üstadın kuvve-i hafıza dediği ve bir mercimek büyüklüğünde olarak tarif ettiği insan beyninin arşivi görevini yapan ünitede herşeyin kaydedilmesi, bize hep şuur altına yerleştirilen şeylerin ahirette çok önmeli rol oynayacağını göstermektedir. Öyleyse risaleler çok okunmalı, imanî meseleler çokça tekrar edilmeli ve şuuraltımıza çok iyi kazınmalıdır ki irademiz devre dışı kaldığında bile bütün benliğimiz Allah’ın varlığını haykırabilsin. Üstadımızın tabiriyle “iman-ı tahkiki, ilmelyakinden hakkalyakine yakınlaştıkça, daha selb edilmeyeceğine (elinden alınamayacağına) ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: “Sekerat vaktinde (ölüm esnasında) şeytan, vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir.” Bu nevi iman-ı tahkiki ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife (duygulara) sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.” Demek ki Zübeyir Ağabeyin ifadesiyle dem ve damarlarımıza karışacak şekilde sebat ve ısrarla bir ömür boyu bu eserleri okursak hüsn-ü akıbete yani imanla ölüp kabre girmeye dair ümidimiz daha artacaktır. Yine muazzez ağabeyimizin ifadesiyle, 180 defa tekrar okunsa yine az. Ve şimdi okumak lazım, zira kabirde okuyamayacağız.
Hayırlı bir işin muzır (zararlı) manileri çok olur. İnsan risale okumak isteyince, hemen bazı maniler çıkmaya başlar. Bunlardan en önemlisi dil meselesidir. Risalelerin ağır ve anlaşılmaz bir dili olduğu, okusak da anlayamadığımız gibi bahanelerle şeytan bizi risalelerden uzaklaştırmaya çalışır. Burada iki soru gündeme gelmektedir: Birincisi, risalelerin dili ağır mıdır? İkincisi eğer hakikaten ağırsa bile, okumaya ve öğrenmeye değmez mi?
Üstadımız risaleleri yazarken manayı ön planda tutmuş, edebi sanatlara pek fazla yer vermemiştir. (gerçi risaleler edebi açıdan da fevkaladedir). Yani, mananın rağmına edebiyat yapmaya çalışmamıştır. Bunla beraber, risalelerin dili 1925’li yılların halk dilidir. Üstadın ilk talebeleri olan ağabeylerimizin çoğu tahsili çok olmayan Isparta’nın çeşitli köy ve kasabalarında ikamet eden halktan insanlardı. Fakat onlar risaleleri ısrar ve sebatla okumuşlar ve anlayarak ciddi istifade etmişlerdir. Türkiye’de dilimiz üzerinde oynanan oyunlarla aralarında sadece yarım asır bulunan iki nesil neredeyse birbirini anlayamayacak hale gelmişlerdir.
İkinci olarak, risalelerde kullanılan kelimelerin çoğu Kur’an-ı Kerim kaynaklıdır. Risaleleri anlayarak okuyan bir insan, Kur’an’da geçen kelimelerden epey bir miktarda öğrenmiş olur. Nitekim, büyüğümüz risalelerle ilgili “Ben Nurların her bir cümlesine ya bir ayet ya da bir hadis gösterebilirim.” demiştir. Üstadımız da birçok risale için (mesela Haşir risalesi için) Kur’an’ın ayetlerinden süzülmüş bazı lemeat olduğunu ifade etmişlerdir. Yani, bizler risale okurken bir taraftan da yüce kitabımızın terminolojisinin bir kısmını öğrenmiş oluyoruz.
Bir başka husus da şudur:Üstadımız risalelerde anlamayı kolaylaştırıcı bazı kolaylıklar sağlamıştır. Bazı kelimelerin anlamları, hemen yanında verilmiştir. Ör: “Şems ve güneş, kamer ve ay” demesi gibi. Bazen de yakın anlamlı bir çok kelime ardı arda sıralanmış, bu yolla ilk okuyanlar için aralarından bilinen bir kelime ile anlama kolaylaştırılmış, daha ileri seviyede okuyanlar için de her bir benzer kelime arasındaki nüanslarla mana çok zengin bir hale getirilmiştir. Ör: 14. Lem’a’nın 1. Makamında Besmelenin esrarı anlatılırken “teavün, tecavüb, teanuk, tesanüt” kelimelerinin ardarda kullanılması. Sırasıyla yardımlaşma, bir birinin ihtiyaçlarına cevap verme, bir birinin boynuna sarılarak iç içe girme ve dayanışma anlamlarına gelen bu kelimelerden herhangi biri bilinse anlam genel olarak anlaşılacaktır. Daha sonraki derinleşmelerde de her bir kelimenin Besmele ile irtibatı ve Cenab-ı Hakk’ın birliğini isbat etme keyfiyeti idrak edilecektir.
En önemli husus ise belki de şu gerçeğin farkına varmadır: Her bir ilmin kendine özgü terminolojisi vardır ve o ilim hakkıyla bilinmek isteniyorsa, bu terminoloji öğrenilmelidir. Ne kadar eski kelimeler de olsa bir hukukçu ciltler dolusu kitapları içindeki terimlerle beraber öğrenmekte, bir doktor anatomi atlasındaki yüzlerce Latince kelimeyi ezberlemekte, yabancı dil öğrenmek isteyen bir insan binlerce kelimeyi edinmeye çalışmaktadır. Din ve hususuyla kelam da bir ilimdir ve kendine mahsus terimleri vardır. Bu terimleri atarak o ilimden bahsetmeniz mümkün olmaz. Dünyevi menfaatten başka bize bir faydası olmayan (hatta bazen o faydayı bile temin edemeyen) ilimleri öğrenirken anlayamıyorum, bilmediğim kelime çok dememekte, gerektiğinde yıllarca gayret sarfederek o ilimleri öğrenmeye çalışmaktayız. Öyleyse, ebedi hayatımızın anahtarı olan imanı, tahkiki bir surette bize kazandıracak olan bir eser külliyatını ne pahasına olursa olsun, vakitlerimizi zayi etmeyerek okumalı ve öğrenmeye çalışmalıyız. Eğer hiç değilse dünyevi ilimleri elde etmek için harcadığımız gayret kadar risaleleri anlamaya gayret etsek ve biraz da sebat etsek göreceğiz ki risaleleri anlamaya ve istifade etmeye başlayacağız. Nitekim, ilk önce anlayamıyoruz diyen binlerce Nur talebesi sebatla okumaya devam ettiklerinde daha önce anlayamadık dedikleri yerleri (ikinci, üçüncü okuyuşta) anladıklarına şahit olmuşlar ve dikkatlerini artırarak her okuyuşta daha başka anlamlara vakıf olmaya çalışmışlardır