Nâfile ibâdetleri yapmak, insani zillere kavusdurur. Farzlari yapmak ise, asla ulasdirir. Ancak, farzlari temâmliyan nâfileler [meselâ, farz nemâzlardan önce ve sonra kilinan sünnetler], asla kavusdurmaga yardim ederler. Farzlardan sayilirlar. Iste, farzlari yapmak, Âlem-i halka uygun oldu ki, asla götürür. Bütün farzlar asla yaklasdirirlar ise de, farzlarin en üstünü, en yüksegi nemâzdir. (Nemâz, mü'minin mi'râcidir) ve (Kulun, Rabbine en yakin oldugu zemâni, nemâzda oldugu zemândir!) hadîs-i serîfleri bunu haber vermekdedir. (Allahü teâlâ ile öyle vaktlerim vardir ki...) hadîs-i serîfinde bildirilen, Resûlullah ?sallallahü aleyhi ve sellem" efendimizin en kiymetli zemânlari, bu fakîre göre, nemâzdaki zemânidir. Günâhlari örten nemâzdir. Insani kötü, çirkin seyleri yapmakdan koruyan, nemâzdir. Resûlullahin ?sallallahü aleyhi ve sellem" (Yâ Bilâl, beni ferâhlandir!) buyurarak, râhatlandirilmak istedigi sey nemâzdir. Dînin diregi, nemâzdir. Müslimânlik ile, kâfirligi birbirinden ayiran nemâzdir.
Yine sözümüze gelelim. Âlem-i halkin, Âlem-i emrden dahâ üstün oldugunu açikliyalim: Âlem-i emr, bu dünyâda nasîbine kavusmakdadir. Müsâhede, rü'yet hâsil etmekdedir. Yarin, Cennet ni'metleri, Âlem-i halka olacakdir. Nasil oldugu anlasilamiyan tâm rü'yet ona nasîb olacakdir. (Müsâhede), zilli görmekdir. Kiyâmetde, Allahü teâlânin kendi görülecekdir. Müsâhede ile rü'yet arasinda ve zil ile asl arasinda ne kadar ayrilik varsa, Âlem-i emr ile Âlem-i halk arasinda da o kadar fark vardir. (Müsâhede), Vilâyetde olur. (Rü'yet) ise Nübüvvetdedir ve Peygamberlere ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" uymakla sereflenenlere, onlara uyduklari için nasîb olur. Vilâyet ile Nübüvvet arasindaki farki, buradan da anlamalidir.
TENBÎH: Âlem-i emr ile bagliligi dahâ çok olan bir ârif, Vilâyetin derecelerine dahâ çok kavusur. Âlem-i halk ile ilgisi dahâ çok olan da, Nübüvvetin derecelerine dahâ çok kavusur. Bunun içindir ki, Îsâ ?aleyhisselâm", Vilâyetde dahâ ileri gitmisdir. Mûsâ ?aleyhisselâm" da, Nübüvvetde dahâ ileri gitmisdir. Çünki Îsâ aleyhisselâmda, Âlem-i emr kuvvetlidir. Bunun için, melekler gibi oldu. Mûsâ aleyhisselâmda, Âlem-i halk kuvvetli oldugu için müsâhede ile doymayip, rü'yeti istedi. Bu mektûbun basinda, Peygamberlerin, Peygamberlik derecelerindeki ayriliklarinin sebebini, ileride bildirecegiz demisdik. Iste, simdi anlasilmis oldu. Latîfelerinin asagi veyâ yüksek olmasi, burada sebeb olmamisdir. Latîfelerin asagi veyâ yukari olmasi, vilâyetde te'sîrli olur. Herseyin dogrusunu ancak Allahü teâlâ bildirir.
Ey oglum ?rahmetullahi aleyh"! Peygamberlik bilgileri, dinlerdir ve dinlerle bildirilen hükmlerdir. Bunlar, dahâ çok insanin bedeni ile ilgili bilgilerdir. Peygamberlerin de ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" Âlem-i halk ile ilgileri dahâ çok oldugu için, Peygamberligi, insanlari çagirmak için, asagi inmekdir sanmislardir. Vilâyetde olan derecelere yükseldikden sonra inmekdir demislerdir. Yükselmenin sonu ve yakinligin çoklugu, bu inmekde oldugunu anlamamislardir. Vilâyetin yüksek derecelerindeki yakinlik, bu yakinligin zillerinden bir zille olan yakinlikdir. Bu yakinlik, görünüsde uzaklik sanilmakdadir. Vilâyetde olan yükselme, buradaki yükselmenin görüntülerinden biridir. Buradaki yükselme, görünüsde, inis sanilmakdadir. Meselâ, dâirenin merkezi, çevresinden en uzak olan noktadir. Hâlbuki, dâirenin hiçbir noktasi, çevreye, merkezinden dahâ yakin degildir. Çünki çevre, merkezin genislenmis, açiklanmis hâlidir. [Çevrenin ta'rîfi bile, merkez noktasinin yardimi ile yapilir. Çevrenin çizilebilmesi için, pergelin ayagini merkeze koymak lâzim gelir. Merkez olmazsa, çevre olamaz.] Bu baglilik, merkezden baska, hiçbir noktada yokdur. Görünüse bakan câhiller, bu yakinligi anliyamazlar. Merkez, çevreye en uzak noktadir derler. Merkezin en yakin oldugunu söyliyene câhil ve ahmak derler.
Vilâyet-i kübrâ derecesinde, Serh-i sadr olunca, nefs-i mutmeinne, makâmindan yükselerek, gögüs makâmina çikar. Buraya yerlesir. Böylece, yakinligin sonuna ulasmis olur. Vilâyet-i kübrâ mertebesinin yükselmesindeki makâmlarin en üstünü, iste bu (Gögüs makâmi)dir. Bu makâma yükselenin görüsü keskin olur ve gizli seyleri görür. Evet, en yüksege çikan, en uzagi görür. Nefs-i mutmeinne, makâmina oturdukdan sonra, akl da, yerinden çikarak, nefsin yanina gider ve (Akl-i mu'âd) ismini alir. Her ikisi birleserek, çalismaga baslarlar.
Ey oglum ?rahmetullahi aleyh"! Bu mutmeinne, islâmiyyete karsi gelemez. Bas kaldiramaz. Bütün varligi ile, Rabbine dönmüsdür. Ona tutulmusdur. Onun rizâsini kazanmakdan baska, hiçbir düsüncesi yokdur. Ona itâ'at ve ibâdet etmekden baska bir düsüncesi yokdur. Önce, mahlûklarin en kötüsü olan nefs-i emmâre, simdi itmînân kazanmis ve Allahü teâlâyi râzi ederek, Âlem-i emrin latîfelerinden üstün olmusdur. Arkadaslarinin sefi olmusdur. Evet, muhbir-i sâdik [ya'nî hep dogru söyleyici] ?aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm", (Câhillikde en ileride olaniniz, islâm âlimi olunca, en ileriniz olur!) buyurmusdur. Bundan sonra, insanda islâmiyyete uymamak, baskaldirmak gibi seyler görülürse, bunlar cesedi meydâna getiren maddelerden hâsil olur. Gadab, sehvet, hirs gibi asagi düsünceler bu maddelerden ileri gelmekdedir. Birseye düskün olmak, cimrilik, bayagi isler hep onlardan dogmakdadir. Hayvanlarda nefs-i emmâre yokdur. Hâlbuki bu kötülükler, hayvanlarda dahâ çok vardir. Resûlullah ?sallallahü aleyhi ve sellem", (Küçük cihâddan döndük, cihâd-i ekbere geldik!) buyurdugunda, cihâd-i ekber olarak, çok kimselerin dedigi gibi nefsle cihâdi degil, belki cesed ile cihâdi bildirmisdir. Çünki nefsleri itmînâna kavusmus, Rablerinden râzi olmus, Rableri de o mubârek nefslerden râzi olmusdur. Bu nefsler islâmiyyetden ayrilamaz. Rablerine karsi bas kaldiramazlar. Cesedi meydâna getiren maddelerin islâmiyyete uymuyor görünen arzûlari ve bas kaldirmalari, dahâ iyisini yapmagi istememeleridir. Izn verilen seyleri yapmalaridir. Azîmeti ya'nî en iyisini terk etmeleridir. Yoksa, harâm islemegi ve farzlari, vâcibleri terk etmegi istemezler.
Ey oglum ?rahmetullahi aleyh"! Toprak maddeleri, nefs-i mutmeinneden dahâ yukari derecelere yükselirse de, nefs-i mutmeinne, Vilâyet makâmi ile ilgili oldugu için, Âlem-i emrden olmusdur. Sekr sâhibidir [kendini unutur]. Herseyi unutacak makâmdadir. Bunun için, nefsde islâmiyyetden ayrilacak tâkat kalmamisdir. Toprak maddeleri ise, Peygamberlik makâmi ile ilgili olduklarindan, sü'ûr, uyanikliklari dahâ çokdur. Bunun için islâmiyyetden ayrilik gibi seyler, bunlarda bulunur. Böyle olmalarinin fâideleri vardir.
Peygamberlik makâmi, Peygamberlerin sonuncusu ile sona ermisdir ?aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât". Fekat, bu makâmin derecelerine, ümmetinden Ona çok uyanlari kavusurlar. Bu olgunluklar, yüksek dereceler, Eshâb-i kirâmda çokdur. Tâbi'în ve Tebe-i tâbi'înden çokaz kimseye de nasîb olmusdur. Onlardan sonra örtülü kalmisdir. Bunun yerine, zil ile olan vilâyet dereceleri çok görülmüsdür. Bununla berâber, Resûlullahin ?sallallahü aleyhi ve sellem" vefâtindan bin sene geçdikden sonra, nübüvvet makâminin derecelerinin yeniden meydâna çikmasi umulur. Asla bagli makâm ve dereceler, yine yayilir. Zil ile olanlar gizlenirler. Hazret-i Mehdî ?aleyhirridvân", asla bagli olan bu yüksek yolu, zâhir ve bâtin ile yayar.
Ey oglum! Resûlullaha ?aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm" tâm uyan bir kimse, Ona uymakla, nübüvvet derecelerini bitirince, mansab, makâm ehlinden ise, (Imâmet makâmi) verilir. Vilâyet-i kübrâ derecelerini bitirene, (Hilâfet makâmi)ni verirler. Zil derecelerinde, Imâmet makâmina uygun olan, (Kutb-i irsâd makâmi)dir. Hilâfet makâmina uygun olan da, (Kutb-i medâr makâmi)dir. Asagida bulunan bu iki makâm, sanki, yukarida olan o iki makâmin zilli gibidirler. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine göre, Gavs, Kutb-i medâr demekdir. Ayrica bir (Gavslik makâmi) yokdur demisdir. Bu fakîrin inandigina göre (Gavs), Kutb-i medârdan baskadir. Kutb, islerinin birçogunda, Gavsdan yardim ister. Ebdâlin makâmlarina getirilmesinde, Gavsin de te'sîri vardir. Bu, Allahü teâlânin öyle bir ihsânidir ki, diledigine verir. Allahü teâlânin ihsânlari pekçokdur.
EK: Peygamberlik makâmina uygun olan ve Peygamberligin vilâyetine uygun olan ilmler ve ma'rifetler, Peygamberlerin ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" bildirdikleri dinlerdir. Peygamberlerin dereceleri ayri ayri oldugu için, dinler de, birbirlerinden ayri olmusdur. Evliyânin, Vilâyet makâmina uygun olan ma'rifetler ve tevhîdi, ittihâdi bildiren ilmler ve ihâta, sereyân haberleri ve yakînlik, berâberlik ve aynalik ve görüntülük ve sühûd ve müsâhede sözleri ise tesavvufcularin Sathiyâti, hikâyeleridir. Kisacasi, Peygamberlerin ilmleri, ma'rifetleri, Kitâb ile sünnetdir. Evliyânin ma'rifetleri ise, (Füsûs) ile (Fütûhat-i Mekkiyye)dir. Fârisî misra' tercemesi:
Gülbagçemi gör de, behârimi anla!
Evliyânin vilâyeti, Allahü teâlâya yaklasdirir. Peygamberlerin vilâyeti, Allahü teâlânin çok yakîn oldugunu gösterir. Evliyânin vilâyeti, sühûd hâsil eder. Peygamberlerin vilâyeti, anlasilamiyan seylere kavusdurur. Evliyânin vilâyeti, Allahü teâlânin pek yakin oldugunu anliyamaz. Buradaki câhilligin ne demek oldugunu bilemez. Peygamberlerin vilâyeti, çok yakin oldugu hâlde, yakinligi uzaklik bilir. Sühûdü, görememek sayar. Fârisî misra' tercemesi:
Eger söylersem, sonu gelmez!
Ey oglum ?rahmetullahi teâlâ aleyh"! Nübüvvetin kemâlâti, ya'nî yüksek dereceleri ve bunun vilâyetden üstün oldugu ve üç vilâyet, ya'nî, Vilâyet-i sugrâ ve Vilâyet-i kübrâ ve Vilâyet-i ulyâ arasindaki farklar ve herbir vilâyetin ayri ayri ma'rifetleri ve herbirine uygun olan yerler anlatilirken, söz çok uzadi. Çok seyler ve tekrâr tekrâr yazildi. Böylece, bu pek sasirtici, yadirgayici bilgilerin anlasilmasi kolaylasdirilmis oldu. Okuyucular, inanmamak tehlükesinden kurtarildi. Bu bilgiler, kesf yolu ile ve zarûrî anlasilan seylerdir. Fikr yorarak ve teori kurarak elde edilmis degildirler. Yapilan açiklamalar, câhillerin kolay anliyabilmeleri içindir. Belki de ilm adamlarinin, zekî kimselerin kavriyabilmelerini kolaylasdirmak içindir.
Allahü teâlânin bu fakîre ?rahmetullahi teâlâ aleyh" bildirmis oldugu tesavvuf yolu, iste anlasilmis oldu. Basindan sonuna kadar bildirildi. Bu yolun ana caddesi Siddîkiyye yoludur. Bu yolda, nihâyet, bidâyetde yerlesdirilmisdir. Bu caddede konak yerleri yapilmisdir. Bu cadde olmasaydi, o kadar ileri gidilemezdi. Elimize geçen bu lezîz meyvenin tohumu, Buhârâ ve Semerkanddan getirildi. Hindistân topragina ekildi. Bu toprak, Medîne ve Mekke bagçelerinden alinmisdir. Senelerce, fadl suyu ile sulandi. Ihsân ile terbiye olundu. Böylece yetiserek, bu ilm ve ma'rifet meyveleri hâsil oldu. Bize bu dogru yolu ihsân eden, Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ, bizi dogru yola kavusdurmasaydi, kendimiz bulamazdik. Rabbimizin Peygamberleri dogru sözlü olarak gelmislerdir.
Bu yüksek yola sülûk etmek, girip ilerlemek, yol gösteren Rehberi ?kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz" sevmege baglidir. O, (Seyr-i murâdî) ile, ya'nî çekilerek, bu yoldan geçirilmisdir. Kuvvetle çekilerek, bu kemâlâta kavusdurulmusdur. Onun bakislari, kalb hastaliklarina sifâdir. Onun teveccühü, ya'nî sevgisine kavusmak, ma'nevî hastaliklari giderir. Böyle kemâl sâhibi bir zât, zemâninin imâmidir. Asrinin halîfesidir. Kutblar ve büdelâ onun bulundugu makâmin zillerine kavusmak için cân verirler. Evtâd ve nücebâ, onun kemâlâti denizinden bir damlasi ile doyarlar. Onun hidâyetinin ve irsâdinin nûru, günes isiklari gibi, o istese de, istemese de, herkese gelmekdedir. Fekat, istediklerine dahâ çok gönderir. Fekat, onun istemesi de, kendi elinde degildir. Çok olur ki, birseyi yapmak isteginde bulunur. Fekat, içinden o istek gelmez. Onun nûru ile aydinlanarak, dogru yolu bulanlarin ve onun istemesi ile yükselenlerin, bu kazançlarini bilmeleri lâzim gelmez. Çok olur ki, uyduklari seyhin kemâlâtina kavusduklari ve herkese yol gösterdikleri zemân bile, kendi hidâyet ve rüsdlerini de, oldugu gibi anliyamazlar. Çünki, herkese ilm vermezler ve makâmlari birer birer geçmenin ma'rifetini herkese ihsân etmezler. Evet, kavusduran yollardan birinin önderligi kendisine verilmis olan bir zâtin ilm sâhibi olmasi, elbette lâzimdir. Bunun, yolun inceliklerini bilmesi sartdir. Bu bildigi için, yolcularin da bilmesine lüzûm görülmemisdir. Onlar, bunun önderligi ile kemâle kavusurlar ve baskalarinin kavusmalarina da yardim ederler. Fenâ ve Bekâ ile sereflendirirler. Fârisî misra' tercemesi:
Herkesin isini bitirmek için, birini seçer.
Bu yolda yetismek ve baskalarini yetisdirmek aks ile, uzakdan te'sîr ederek olur. Tâlib, yol gösteren Rehberine ?kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz" karsi kalbindeki muhabbet bagi ile, her ân onun gibi olmakdadir. Ondan aks eden, yayilan nûrlar ile temizlenir. Bunlari anlamasina lüzûm yokdur. Nûrlari saçan da, alan da bilmez. Günes isinlari karsisinda, her ân olgunlasan, tatlilasan karpuzun, bu degisikligini bilmesine ne lüzûm vardir? Günes de, karpuzu olgunlasdirdigini bilmez. Evet, baska yollarda çabalayarak ilerliyenlerin, bunu bilmesi lâzimdir. Eshâb-i kirâmin yolu olan bizim yolumuzda, ilerlemegi ve çekip götürmegi bilmek hiç lâzim degildir. Bununla berâber, bu yolun sürücüsü gibi olan önderi, derin ilm ve çok ma'rifet sâhibidir. Bunun içindir ki, bu yüksek yolda, diriler ve ölüler, büyükler ve çocuklar, gençler ve ihtiyârlar, kavusmakda müsâvîdirler. Hepsi, sevgi baglari ile veyâ o ni'met sâhibinin kalbi ile çekmesi ile, isteklerinin sonuna varirlar. Bu, Allahü teâlânin öyle bir ihsânidir ki, diledigine verir. Allahü teâlâ, çok büyük ihsân sâhibidir.
Sona varmis olanin bilgisi olmaz ise de, hârikalar, kerâmetler gösterir. Çok olur ki bunlarin hâsil olmasi, kendi istegi ile degildir. Çogundan haberi bile olmaz. Herkes, Onun ?rahmetullahi teâlâ aleyh" kerâmetlerini görür. Onun ise haberi yokdur. Sona ermis olanda ilm yokdur demek, hiçbir hâlini bilmez demek degildir. Her birini ayri ayri inceden inceye bilmez demekdir. Bunu yukarida kisaca bildirmisdik. Onun hidâyet nûru, mürîdlerine vâsitasiz olarak veyâ bir, yâhud birkaç vâsita ile, onun yoluna bagli kaldiklari müddetçe akar. Onun yolunu degisdirerek, bozarak kirletirlerse [ve reformlar, bid'atler yaparak yikmaga baslarlarsa], feyz kesilir. Ra'd sûresinin onikinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bir millet, kendi islerini bozmazsa, Allahü teâlâ da, onlara olan ni'metlerini degisdirmez!) buyuruldu. Ne kadar çok sasilir ki, tarîkatcilar yapdiklari degisiklikleri, reformlari, bu yolu düzeltmek, olgunlasdirmak saniyorlar. Noksânlarini temâmliyoruz diyorlar. Bilmiyorlar ki, temâmlamak ve olgunlasdirmak, her câhilin yapacagi is degildir. Birsey eklemek, her ahmaga yakisacak sey degildir. Fârisî beyt tercemesi:
Kildan ince ma'nâlar var, kulagini eyle yakin!
her kürsîde nutk çekeni, birsey bilir sanma sakin!
Sünnetlerin nûrunu, bid'atlerin zulmetleri ile örtdüler. Resûlullahin milletinin parlakligini ?alâ masdarihessalâtü vesselâmü vettehiyye" yeni yeni islerin kirleri ile söndürdüler. Dahâ da çok sasilir ki, birçoklari, bu yenilikleri, bu reformlari, güzel görüyorlar. Bid'atlere (Hasene) adini takiyorlar. Bu bid'atlerle, dîni yükseltiyoruz, islâmiyyetin noksânlarini temâmliyoruz diyorlar. Herkesin bu bid'atleri yapmasini körüklüyorlar. Allahü teâlâ bunlari dogru yola getirsin! Bilmiyorlar ki, din bu bid'atlerden önce kâmil olmusdu. Allahü teâlânin ni'meti temâm olmusdu. Allahü teâlâ, bu dinden râzi olmusdu. Mâide sûresinin üçüncü [3] âyetinde meâlen, (Bugün dîninizi sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan ni'metimi temâmladim ve size din olarak islâmiyyeti vermekle râzi oldum) buyuruldu. Dînin olgunlasmasini, bu bid'atlerden, bu reformlardan beklemek, bu âyet-i kerîmeye inanmamak olur. Fârisî beyt tercemesi:
Az söyledim, dikkat etdim kalbini kirmamaga,
bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çokdur sana!
Ictihâd derecesinde olan yüksek âlimler, dînin hükmlerini açiga çikarmislardir. Dinden olmiyan seyleri meydâna çikarmis degillerdir. Görülüyor ki, ictihâd yolu ile bildirilen hükmler, sonradan meydâna çikarilmamislardir. Dinden olan, dînin temeli olan seylerdir. Çünki, din bilgilerinin temelleri dörtdür. Dördüncüsü, kiyâs ya'nî ictihâddir.
Ey oglum! Kutb-i irsâdin feyz vermesi ve ondan feyz almakla ilgili ma'rifetler, (Mebde' ve Me'âd) risâlesinde, (Ifâde ve istifâde) bâbinda yazilmisdi. Sirasi gelmis iken, fâideli olan bu ma'rifeti de, buraya yaziyorum. Orada yazili olan ile karsilasdiriniz! Kutb-i irsâd, kemâlât-i ferdiyyeye de mâlikdir. Çokaz bulunur. Asrlardan, çok uzun zemân sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmis olan âlem, onun gelmesi ile aydinlanir. Onun irsâdinin ve hidâyetinin nûrlari, bütün dünyâya yayilir. Yer küresinin ortasindan tâ Arsa kadar, herkese rüsd, hidâyet, îmân ve ma'rifet Onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alir. Arada o olmadan, kimse bu ni'mete kavusamaz. Onun hidâyetinin nûrlari, bir okyânûs gibi, [çok kuvvetli radyo dalgalari gibi] bütün dünyâyi sarmisdir. O deryâ, sanki buz tutmusdur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zâti taniyan ve seven bir kimse, onu düsünürse, yâhud o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açilir. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsina göre, o deryâdan kalbi feyz alir. Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyi zikr ederse ve bu zâti hiç düsünmezse, meselâ onu tanimazsa, yine ondan feyz alir. Fekat, birinci feyz dahâ fazla olur. Bir kimse, o büyük zâti inkâr eder, begenmezse, yâhud o büyük zât, bu kimseye incinmis ise, bu kimse, Allahü teâlâyi zikr etse bile, rüsd ve hidâyete kavusamaz. Ona inanmamasi veyâ onu incitmis olmasi, feyz yolunu kapatir. Ozât ?kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz" bu kimsenin zararini istemese bile, hidâyete kavusamaz. Rüsd ve hidâyet, var görünür ise de yokdur. Fâidesi çok azdir. O zâta inanan ve sevenler, onu düsünmeseler de ve Allahü teâlâyi zikr etmeseler de, yalniz sevdikleri için, rüsd ve hidâyet nûruna kavusurlar. Mektûb burada temâm oldu. Fârisî beyt tercemesi:
Susdum artik, zekîlere bu yeter,
çok bagirdim, dinleyen varsa eger.
Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! O, rahmândir ve rahîmdir. Onun resûlü Muhammed aleyhisselâma ve Âline ve Eshâbina sonsuz salât ve selâm olsun!