Sayfa 27/34 İlkİlk ... 2526272829 ... SonSon
334 sonuçtan 261 ile 270 arası

Konu: Mektubat-ı Rabbani

  1. #261
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 258. Mektup

    Bu mektûb, Serîf hâna yazilmisdir. Allahü teâlânin yakin oldugunu açiklamakdadir:

    Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdigi temiz insanlara selâmlar olsun! Lutf ederek göndermis oldugunuz kiymetli mektûbunuz gelerek, biz fakîrleri çok sevindirdi. Allahü teâlâ da sizi sevindirsin!

    Yavrum! Allahü teâlânin bizlere, kendimizden dahâ yakin oldugu, Kur'ân-i kerîmde bildirilmisdir. Ammâ ne yapalim ki, Allahü teâlâ, akllarimizin, düsüncelerimizin ve bilgimizin ve anlayisimizin ötesindedir. Ötelerin ötesidir. Sunu da biliyoruz ki, bu ötelik, uzaklik, yakinlik bakimindan olup, uzaklik bakimindan degildir. Allahü teâlâ, her yakindan dahâ yakindir. Hattâ, Onun bir olan zâti ya'nî kendisi, bize sifatlarindan dahâ yakindir. Hâlbuki bizler, o sifatlarla var olduk ve variz. Bunu akl anliyamaz. Çünki birseye baskasinin, kendinden dahâ yakin olmasini düsünemez. Bunu açikliyabilmek için, bir misâl aradim ise de, bulamadim. Bu bilgi, kesin olarak (Nass)a, ya'nî Kur'ân-i kerîme dayanmakdadir. Dogru olan kesfler de, böyle oldugunu gösteriyor. Tarîkat sâhibleri, tevhîdden ve birlesmekden söz etmislerdir. Yakinlikdan, berâber olmakdan uzun uzun konusmuslardir. Fekat, Allahü teâlânin çok yakin oldugunu hiç söylemediler. Insanlari saskinlikdan kurtaracak bir açiklama yapmamislardir. Sasilacak seydir ki, Allahü teâlânin bize çok yakin olmasi, bizim Ona çok uzak olmamiza sebeb olmusdur. Bunu iyi anlayiniz. Sözümüzde isâretler ve besâretler vardir. Size ve dogru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânin ?aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ" izinde gidenlere selâm olsun!

  2. #262
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 259. Mektup

    Bu mektûbu oglu, aklî ve naklî ilmlerde yükselmis, hâce Muhammed Sa'îd ?rahmetullahi aleyh" hazretlerine yazmisdir. Peygamberler ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" gönderilmesinin fâideleri ve aklin yalniz basina Allahü teâlâyi taniyamiyacagi ve dagda büyümüs ve câhillik zemâninda ya'nî Peygamber gönderilmemis olan zemânlarda yasamis kâfirlerin ve kâfir memleketlerinde ölen kâfir çocuklarinin âhiretde ne olacaklari ve dünyânin her yerine, meselâ eski hindlilere Peygamberler gelmis oldugu bildirilmekdedir:

    Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun ki, bizleri müslimân olmakla sereflendirdi. O, dogru yolu göstermeseydi, kim bulabilirdi? Onun Peygamberlerine ?aleyhimüssalevâtü vesselâm" inaniriz. Hepsi dogru söylemisdir.

    Allahü teâlânin, insanlara Peygamberleri ?aleyhimüssalevâtü vesselâm" göndermesi en büyük ni'metdir. Bu iyiligin sükrü, hangi agiz ile yapilabilir? Hangi kalb, onlari göndermenin iyiligini kavriyabilir? Hangi vücûd ve a'zâ, o iyiliklere sükr olabilecek birsey yapabilir? O büyük insanlarin mubârek varliklari olmasaydi, bu âlemi yaratanin varligini, biz kisa aklli insanlara kim gösterirdi? Eski yunânlilarin ilk felesoflari, [ve her zemân, her yerde bulunan fen taklîdcileri] o kadar zekî ve kurnaz olduklari hâlde, yaratanin varligini anliyamadilar. Bu kâinât, böyle gelmis, böyle gider, cânlilar da birbirlerinden meydâna gelip ürer. Bu böylece devâm eder, dediler. Câhillik devri geçip, yeni Peygamberlerin ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" da'vetlerinin nûrlari ile, âlem aydinlaninca, sonra gelen yunân felesoflari, o nûrlarin isiklari ile uyanarak, üstâdlarinin sözlerini red etdi. Bir yaratanin bulundugunu kitâblarina yazdilar ve bir oldugunu isbât etdiler. O hâlde, insan akli, o büyüklerin nûrlari ile aydinlanmadikça, bunu bulamiyor. Peygamberler ?aleyhimüssalevâtü vettehiyyât" olmadikca, bizim düsüncelerimiz, dogru yola yaklasamiyor. Ebû Mensûr-i Mâ-Türîdî ?rahmetullahi aleyh" ve yetisdirdigi büyükler, acabâ neden Allahü teâlânin varligini ve birligini, aklin yalniz basina bulabilecegini söylediler? Dagda, çölde yetisip de putlara tapanlarin, Peygamberlerden haberi olmasa bile Cehenneme gideceklerini söylediler. Akllari ile bulmalari lâzim idi, dediler. Biz böyle anlamiyoruz. Bunlarin kendilerine, hakîkat duyurulmadikca, kâfir olmiyacaklarini söylüyoruz. Bu haber de, Peygamberler ?aleyhimüssalevâtü vettehiyyât" ile gönderilmekdedir. Evet, Allahü teâlâ, akli, dogru yolu bulmak için yaratmis ise de, yalniz basina bulamaz. Akla, o yol haber verilmedikçe, siddetli azâb yapilmaz.

    Süâl: Dagda yetisip, hiçbir din duymayip puta tapan müsrikler, Cehennemde sonsuz kalmazsa, Cennete girmesi lâzim gelir. Bu da olamaz. Çünki müsriklere, Cennet harâmdir, ya'nî yasakdir. Bunlarin yeri Cehennemdir. Nitekim, Allahü teâlâ, Mâide sûresi yetmisbesinci âyetinde, Îsâ aleyhisselâmin meâlen, (Allahü teâlâdan baskasina tapanlar, baskalarinin sözlerini Onun emrlerinden üstün tutanlar, Cennete giremez. Onlarin konacagi yer Cehennemdir) dedigini beyân buyurdu. Âhiretde Cennet ile Cehennemden baska yer de yokdur. (A'râf)da kalanlar, bir müddet sonra Cennete gideceklerdir. Sonsuz kalinacak yer, yâ Cennetdir, yâ Cehennem! Bunlar hangisinde kalacakdir?

    Cevâb: Buna cevâb vermek çok güç! Kiymetli yavrum! Biliyorsun ki, çok zemân bunu, bana sormusdun. Kalbe râhat verecek bir cevâb bulunmamisdi. Bu süâli, hal etmek için, (Fütûhât-i mekkiyye) sâhibinin [Muhyiddîn-i Arabî]: (Peygamberimiz ?sallallahü aleyhi ve sellem", kiyâmet günü, bunlari dîne da'vet eder. Kabûl eden Cennete, etmiyen Cehenneme sokulur) sözü, bu fakîre iyi gelmiyor. Çünki âhiret, mükâfat yeridir, hesâb yeridir. Emr yeri, is yeri degildir ki, oraya Peygamber gönderilsin! Çok zemân sonra, Allahü teâlâ, merhamet ederek, bu mes'elenin hâllini ihsân eyledi. Söyle bildirdi ki, bu müsrikler, ne Cennetde, ne Cehennemde kalmiyacak, âhiretde dirildikden sonra, hesâba çekilip, kabâhatleri kadar mahser yerinde azab çekecekdir. Herkesin hakki verildikden sonra, bütün hayvanlar gibi, bunlar da, yok edileceklerdir. Bir yerde sonsuz kalmiyacaklardir. Bu cevâbimiz Peygamberlerin ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" huzûrunda söylenseydi, hepsi begenir, kabûl buyururdu. Herseyin dogrusunu Allahü teâlâ bilir. Herkesin akli, birçok dünyâ islerinde bile, sasirip yanilirken, iyiliklerine, merhametine son bulunmiyan sâhibimizin, Peygamberleri ile haber vermeden, yalniz akllari ile bulamadiklari için, kullarini sonsuz olarak atesde yakacagini söylemek, bu fakîre agir geliyor. Böyle kimselerin sonsuz olarak Cennetde kalacaklarini söylemek, nasil çok yersiz ise, sonsuz azâb çekeceklerini söylemek de, öyle yersiz oluyor. Nitekim, i'tikâdda ikinci imâmimiz Ebül-Hasen-i Alî Es'arî, bunlarin Cehenneme girmiyeceklerini söyliyorsa da, bu sözünden, Cennetde kalacaklari anlasiliyor. Çünki, ikisinden baska yer yokdur. O hâlde, cevâbin dogrusu bize bildirilendir. Ya'nî mahser günü, hesâblari görüldükden sonra, yok edileceklerdir. Bu fakîre göre, kâfirlerin çocuklari da böyle olacakdir. Çünki Cennete girmek, îmân iledir. Yâ kendisi îmân etmis olacak veyâ îmânlinin çocugu oldugu için, yâhud ana-babasi birlikde mürted olunca, kendisi Dâr-ül-islâmda kaldigi için îmânli sayilmis olacakdir. Dâr-ül-islâmda bulunan müsriklerin çocuklari ve zimmîlerin çocuklari da Dâr-ül-harbdeki kâfirlerin çocuklari gibidir. Çünki bu çocuklarda îmân yokdur. Bunlar Cennete giremez. Cehennemde sonsuz kalmak da, teklîfden sonra, inanmamanin cezâsidir. Çocuk ise, mükellef degildir. Bunlar hayvanlar gibi, diriltilip, hesâblari görüldükden sonra, yok edileceklerdir. Eskiden, bir Peygamberin vefâtindan sonra, çok vakt geçip, zâlimler tarafindan din bozulup, unutuldugu zemânlarda yasayip, Peygamberlerden haberi olmiyan insanlar da kiyâmetde böyle sonradan, tekrâr yok edileceklerdir.

    Ey yavrum! Bu fakîr, çok genis ve çok derin düsünüyorum da, Peygamberimizin ?aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm" haberi yetismiyen, yer yüzünde, hiçbir yer kalmadigini anliyorum. Bütün dünyânin, Onun da'vet nûru ile, günes gibi aydinlandigi görülüyor. Hattâ, divâr arkasinda bulunan, Ye'cûc ve Me'cûca bile ulasmis bulunuyor.

    Eski zemânlarda da, bütün dünyâda Peygamber gönderilmedik bir yer kalmamis gibidir. Hattâ, bundan en mahrûm zan edilen, Hindistânda bile hindlilerden bir Peygamber yapilmis; Allahü teâlânin emrleri bildirilmisdir. Hindistânin ba'zi kismlarinda, anlasiliyor ki, Peygamberlerin ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" nûrlari, küfr karanliklari içinde, yildizlar gibi parlamisdir. Eger merâk ediyor isen, bu sehrleri söyliyebilirim. Ba'zi Peygamberlere bir kisi bile inanmamis, kimse kabûl etmemisdir. Yalniz bir kisinin inandigi Peygamberler de olmusdur. Ba'zilarina da, iki veyâ üç kimse îmân etmisdir. Hindistânda bir Peygambere, üç kisiden çok inanan oldugu görülemiyor. Ya'nî, dört dâne ümmeti bulunan Peygamber olmamisdir. Hindlilerin tapindiklari kimselerden ba'zilarinin kitâblarinda, Allahü teâlânin varligi ve sifatlari hakkinda görülen yazilari, hep o Peygamberin isiklarinin aksleridir. Çünki her asrda, her ümmete Peygamber ?aleyhimüssalâtü vesselâm" gelerek Allahü teâlânin varligini ve sifatlarini bildirmisdir. Onlarin mubârek varliklari olmasaydi, küfr ve günâh pislikleri ile kirlenmis olan akllar, îmân devletine kavusamazdi. Bu ahmaklar, çürük akllari ile, herkesi kandirip, kendilerine tapmaga zorlamis, [Sizi biz kurtardik, bizim sâyemizde yasiyorsunuz diyerek,] kendilerinden baska bir kuvvetin bulunmadigini sanmislardi. Nitekim, Misr fir'avnlari: (Eger benden baskasina taparsan, seni habs ederim) demisdi. Ba'zilari da, bu kâinâtin bir yaratani oldugunu isitdiklerinden, kendilerine yaratici [ebedî lider], dediremiyeceklerini anliyarak, bir yaratanin varligini söylemis, fekat bunun kendilerine sirâyet etdigini bildirerek, bu hîle ile insanlari kendilerine tapdirmaga ugrasmislardir.

    [Bugün Hindistânda yayilmis olan, Berehmen ve Buda dinlerinde, oradaki eski Peygamberlerin kitâblarindan, sözlerinden alinmis kiymetli bilgilerin bulundugu görülmekdedir. Berehmen ve Buda dinleri, hiristiyanlik dîni gibi, eski Peygamberlerin ?aleyhimüsselâm" bildirdigi dogru dinlerin bozulmus, degisdirilmis bir hâlidir. Bunlarin hepsi, Muhammed aleyhisselâmin Peygamber olduguna inanmadiklari için kâfirdir. Seyyid serîf-i Cürcânî ?rahmetullahi aleyh", (Serh-i mevâkif) sonunda, üçüncü maksadda, buyuruyor ki: (Muhammed aleyhisselâmin Peygamber olduguna inanmiyan kâfir olur. Bunlardan, yehûdî ve nasârâ [hiristiyan], baska Peygamberlere inaniyor. [Semâvî dinlere inananlara (Ehl-i kitâb), ya'nî (Kitâbli kâfir) denir.] Baska Peygamberlere de inanmiyanlardan, berehmenler, Allahü teâlânin varligina inanmakdadir. Dehriyye ise, Allahü teâlâya da inanmiyor. Hersey tabî'at kanûnlari ile var oluyor. Bir yaratici yokdur. Dehr, ya'nî zemân ilerledikçe, hersey degismekdedir diyor). Mecûsîler, Allahü teâlânin iki olduguna, müsrikler ve putperestler ise, çok olduguna inaniyor. Berehmen, mecûsî ve putperestler, kitâbsiz kâfirdir. Çünki bir Peygambere inanmiyor. Bir semâvî kitâb okumuyorlar. Komünistler ise, dinsiz, tanrisiz kâfir olup, dehriyye kismindandir. Simdi, yeryüzünde, degisdirilmemis bulunan hak din, yalniz Muhammed aleyhisselâmin getirdigi islâm dînidir. Bu dînin, kiyâmete kadar bozulmiyacagini, dogru olarak kalacagini Allahü teâlâ söz vermisdir].

    Süâl: Hindistânda, Peygamber ?aleyhimüssalevâtü vesselâm" gönderilmis olsaydi, biz de isitirdik. Dilden dile, her tarafa yayilirdi?

    Cevâb: Bunlar, bütün Hindistâna gönderilmis degildi. Ba'zilari, bir sehre, hattâ bir köye idi. Allahü teâlâ, bir millet veyâ bir sehr ehâlîsinden en iyisini bu devletle sereflendiriyor, o da, Allahü teâlânin varligini, birligini ve emrlerini, Ondan baska kimsenin birsey yaratamiyacagini insanlara bildiriyordu. Onlar da, ona inanmiyor, inkâr ediyordu. Câhil, yalanci, deli diye alay ediyorlardi. Azginliklari, ona eziyyetleri artinca, Allahü teâlâ da, onlari helâk ediyordu. Uzun zemân sonra, baska bir Peygamberi, böylece gönderiyor ve yine böyle oluyordu. Hindistânda böylece yikilmis, sehr harâbeleri çok görülmekdedir. Sehrlerin bu sebebden harâb olduklari ve Peygamberlerin da'vetleri, etrâfdaki insanlar arasinda yayilip, uzun zemân dillerde dolasiyordu. Peygamberlere ?aleyhimüssalevâtü vesselâm" çok kimse inansaydi ve mü'minler hâkim olarak kalsalardi, o zemân, bizim de haberimiz olurdu. Fekat bir kisi, birkaç gün nasîhat edip gider, buna kimse inanmaz ve bir baskasina, ancak bir kisi, iki kisi inanirsa, bize nasil haber gelebilir. Çünki kâfirler, dîni söndürmege çalisiyor, babalarinin yoluna uymiyan dîni begenmiyorlardi. Kim haber verecek ve kime söyliyecek. Sonra Resûl, Nebî ve Peygamber kelimeleri, fârisî ve arabîdir. Hind lügatinde bu kelimeler yok idi ki, o Peygamberlere de, bu ismler verilmis olsun. Nihâyet sunu da söyliyelim ki, Hindistânin Peygamber gelmiyen ve dogru yol gösterilmiyen yerleri de var dersek, buralardaki insanlar, dagda, çölde yetisen müsrikler gibi olup, inâd etdikleri ve herkesi kendilerine tapdirdiklari hâlde bile, Cehenneme girmez ve ebedî azâb görmezler. Böylelerin Cehenneme girmesi, akl-i selîme, ya'nî sasmiyan akllara uygun olmadigi gibi, yanilmiyan kesfler de, buna müsâ'ade etmez. Fekat, bunlardan inâd edenlerin bir kisminin Cehenneme gitdiklerini görmekdeyiz. Herseyin dogrusunu, ancak Allahü teâlâ bilir.

    Gelin nemâz kilalim, kalbden pasi silelim,
    Allaha yaklasilmaz, nemâz kilinmadikça!

    Nerde nemâz kilinir, günâhlar hep dökülür,
    Insan kâmil olamaz, nemâzi kilmadikça!

  3. #263
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 260. Mektup

    Bu mektûb, hakîkatleri bilen, ma'rifetler sâhibi, ilâhî feyzlere, sonsuz rahmetlere kavusmus oglu seyh Muhammed Sâdika yazilmisdir. Imâm-i Rabbânî hazretlerinin yolunu ve Vilâyet-i evliyâ, Vilâyet-i enbiyâ ve Vilâyet-i ulyâyi ve insandaki on latîfeyi bildirmekdedir:

    Bismillâhirrahmânirrahîm. Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe salât ve selâm olsun! Ey oglum, Allahü teâlâ, seni mes'ûd eylesin! Insana (Âlem-i sagîr) ya'nî küçük âlem denir. Bu Âlem-i sagîr, on parçadan meydâna gelmisdir. Bu on parçanin besi (Âlem-i emr)dendir. [Bu âlemde madde ve ölçmek yokdur.] Bu bes latîfe, (Kalb), (Rûh), (Sir), (Hafî) ve (Ahfâ)dir. Bu bes latîfenin asllari, kökleri (Âlem-i kebîr)dedir. [(Âlem-i kebîr), büyük âlem demekdir. Insandan baska hersey demekdir.] Insani meydâna getirmis olan on parçadan dördü kati, sivi, gaz maddeleri ve enerjidir. Bunlarin asllari da Âlem-i kebîrdedir. Bes latîfenin asllari, Arsin disinda görülür. Arsin disi, Âlem-i emrdir. Ya'nî maddesiz, hacmsizdir. Bunun için, Âlem-i emre (Lâ-mekânî) denir. Imkân dâiresi, ya'nî mahlûklar, bu bes aslin sonunda biter. [Arsin içindeki mahlûklar maddeden yapilmisdir. Zemânli ve hacmlidirler. Bunlara (Âlem-i halk) ya'nî ölçü âlemi denir. Halk, ölçü de demekdir.] Mahlûklar, ademle vücûdün birlesmesinden meydâna gelmisdir. Ademle vücûdün birlesmesi, bes aslin sonuna kadardir.

    Aklli, uyanik bir sâlik [ya'nî tesavvuf yolcusu], yaradilisinda Muhammedî ise, Âlem-i emrin bes latîfesini, siralari ile geçdikden sonra, bunlarin Âlem-i kebîrdeki asllarinda seyr eder. Ya'nî ilerler. Allahü teâlânin lutfü ile, bu bes aslin herbirini inceden inceye geçerek sonuna gelir. Böylece, imkân dâiresini (Seyr-i ilallah) ile bitirmis olur. (Fenâ) hâsil oldu denir. Simdi (Vilâyet-i sugrâ)ya baslamis olur. Bu vilâyete (Vilâyet-i evliyâ) da denir. Bundan sonra, bu bes aslin da asli olan, Allahü teâlânin ismlerinin zillerinde seyre baslar. Bu zillerde adem bulunmaz. Allahü teâlânin ihsâni ile bu zilleri birer birer (Seyr-i fillah) ile geçerek sonuna varir. Böylece, ismlerin zilleri biterek, Allahü teâlânin ismleri ve sifatlari mertebesine erisir. Vilâyet-i sugrâda yükselmek, buraya kadardir. Burada tâm Fenâ hâsil olmaga baslar. (Vilâyet-i kübrâ)ya ayak basilmis olur. Bu vilâyete, (Vilâyet-i enbiyâ) da denir.

    Peygamberlerden ve meleklerden baska, bütün mahlûklarin (Mebde-i te'ayyün)leri, bu zil dâiresinde bulunur. Her ismin zilli, bir insanin mebde-i te'ayyünüdür. Peygamberlerden sonra, insanlarin en üstünü olan hazret-i Ebû Bekrin mebde-i te'ayyünü, bu dâirenin en üstündeki noktadir. Sâlik, kendinin mebde-i te'ayyünü olan isme varinca (Seyr-i ilallah)i bitirir demislerdir. Buradaki ism, Allahü teâlânin isminin kendi degildir. Bu ismin zilline varinca demekdir ki, o ismin, zillerinden bir zildir. Bu ziller, ismlerin ve sifatlarin tafsîlidirler. Meselâ ilm sifatinin parçalari vardir. Bu parçalar, birer birer bu sifatin zillidirler. Bu sifat, o zillerin icmâli, toplulugudur. Bu parçalardan herbiri, Peygamberlerden baska, bir insanin mebde-i te'ayyünüdür. Peygamberlerin ve meleklerin mebde-i te'ayyünleri, bu parçalarin asllari, bütünleri olan ismlerdir. Meselâ, ilm, kudret ve irâde gibi sifatlardir. Birçok kimsenin mebde-i te'ayyünleri, tek bir sifatdir. Fekat çesidli bakimlardan ayrilirlar. Meselâ, Muhammed aleyhisselâmin mebde-i te'ayyünü ilm sânidir. Yine bu ilm sifati, baska bir bakimdan, Ibrahîm aleyhisselâmin da mebde-i te'ayyünüdür ?alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vetteslîmât". Yine bu sifat, baska bir bakimdan da, Nûh aleyhisselâmin mebde-i te'ayyünüdür. Bu çesidli bakimlar, hâci Muhammed Esrefe yazilan mektûbda açiklanmisdir. Büyüklerden kimisi, hakîkat-i Muhammedî, (Te'ayyün-i evvel)dir. Her kemâlin bir arada bulundugu hazretdir. Buna (Vahdet) denir demislerdir. Bu fakîrin anladigina göre, bu vahdet mertebesi, bu zil dâiresinin merkezi, toplulugudur. Bu sözümü, su da kuvvetlendiriyor ki, insanlarin mebde-i te'ayyünleri, ismlerin ve sifatlarin ilmdeki sûretleri, görüntüleridir demislerdir. Ilmdeki varlik, kendisi degil, kendinin zillidir, görüntüsüdür. Bunun için, ilmdeki bu sûretler, ismlerin ve sifatlarin zilleridir. Bizim bu dâiremiz, ziller dâiresinin çevresi ve merkezidir. Asl dâire degildir. Bu zil dâiresini, te'ayyün-i evvel sanmislar. Bunun merkezini topluluk bilerek (Vahdet) demislerdir. Bu merkezin açilmasini, ya'nî çevresini Vâhidiyyet sanmislardir. Zil dâiresinin üstü olan ismlerin ve sifatlarin dâiresini, te'ayyünlerle bagliligi olmiyan Zât-i teâlâ sanmislardir. Hâsâ! Öyle degildir. Çünki o büyüklere göre, ismler ve sifatlar, zâtin kendisidirler. Zâtdan ayri, baska degildirler. Bunun için, zil dâiresinin üstü, ya'nî ismlerin ve sifatlarin mertebesi, zâtin kendisi olur. Ondan ayri olmaz. Hâlbuki, sifatlar zâtdan ayri olarak var olduklarindan, ismlerin ve sifatlarin dâiresi, Zât-i teâlâdan ayri olur. Sifatlari zâtin kendisi demisler, böyle olmadigini bilememisler.

    Zil dâiresinin merkezi, bu dâirenin asli olan üst dâirenin merkezinin zillidir. Üst dâire, ismlerin, sifatlarin, sânlarin ve i'tibârâtin dâiresidir. Hakîkat-i Muhammedî, bu asl dâiresinin merke zidir. Ismlerin ve sânlarin toplulugudur. Bu dâirede ismlerin ve sifatlarin yayilmasi, vâhidiyyet mertebesidir. Ismlerin zillerinin mertebesinde vahdet ve vâhidiyyet kelimelerini kullanmak, zilli asl ile karisdirmakdan ileri gelmekdedir. Buradaki seyre, (Seyr-i fillah) demek de böyledir. Çünki bu seyr, (Seyr-i ilallah)dir. Bu seyrden sonra, eger yükselmek nasîb olursa, zil dâiresinin asli olan, ismlerin ve sifatlarin dâiresinde Seyr-i fillah ile seyr olur. Vilâyet-i kübrâ derecelerine baslar. Bu vilâyet-i kübrâ, Peygamberlere ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" mahsûsdur. Onlarin izlerinde gitdikleri için, Eshâb-i kirâmi da, bu ni'mete kavusurlar. Bu düsey durumdaki dâirenin yatay çapinin altinda bulunan yarim dâirede ismler ve (Sifât-i zâide) bulunur. Üstdeki yarim dâirede sü'ûn ve i'tibârât-i zâtiyye bulunur. Âlem-i emrin bes latîfesi, bu ismler ve sânlar dâiresinin sonuna kadardir. Allahü teâlânin lutfü ve ihsâni ile, eger sifatlar ve sânlar makâmindan yukari çikilirsa, bunlarin asli olan dâirede seyr olur. Bu asllarin dâiresinden sonra, bunlarin da asllari dâiresinde seyr olur. Bu dâireyi de geçdikden sonra, bunun üstündeki dâireden bir kavs, bir yay görünür. Bunu da geçmek lâzimdir. Bu üst dâireden, bir yaydan baska birsey görünmediginden, yalniz kavs diyerek sözü kesiyoruz. Burada ince bir sir vardir. Bu sirri bildirmediler. Ismlerin ve sifatlarin ve sü'ûnlarin mebde'leridirler. Bu üç asllardaki dereceler, nefs-i mutmeinneye mahsûsdur. Nefs, bu mertebelerde itmînâna kavusur. Yine bu makâmda, (Serh-i sadr) olur. Sâlik, (Islâm-i hakîkî) ile sereflenir. Bu makâmda, nefs-i mutmeinne, gögse yerlesir ve (Rizâ makâmi)na kavusur. Bu makâm, Vilâyet-i kübrânin sonudur. Bu vilâyete, (Vilâyet-i enbiyâ) da denildigini yukarida bildirmisdik.

    Seyr, buraya kadar varinca, is bitdi sanildi. (Bunlarin hepsi, ism-i zâhirin açiklanmasidir. Bu ism, uçmak için lâzim olan bir kanatdir. Mukaddes âleme uçmak için lâzim olan ikinci kanat olan ism-i bâtin da, böyle birer birer geçilirse, iki kanat elde edilmis olur) sesini duyurdular. Allahü teâlânin lutfü ve ihsâni ile, ism-i bâtinda da seyr bitince, iki kanat elde edilmis oldu. Bize dogru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! O bize dogru yolu göstermeseydi, biz bulamazdik. Rabbimizin Peygamberleri dogru sözlü olarak gelmislerdir.

    Ey oglum! Ism-i bâtindaki seyrden ne yazayim ki, o seyri örtmek, gizlemek lâzimdir. O makâmdan su kadar açiklanabilir ki, ism-i zâhirde seyr, sifatlarda seyr olup, Zât-i teâlâ ile hiç ilgisi yokdur. Ism-i bâtinda seyr de, her ne kadar ismlerde seyrdir. Fekat bu seyr, Zât-i teâlâ ile ilgilidir. Bu ismler, Zât-i teâlâyi örten perdeler gibidir. Meselâ, ilm sifatinda Zât-i teâlâ hiç akla gelmez. Alîm ismi ise, sifat perdesi gerisinde, Zât-i teâlâyi bildirmekdedir. Çünki âlim, ilm sâhibi olan zâtdir. O hâlde ilmde seyr, ism-i zâhirde seyrdir. Alîmde seyr, ism-i bâtinda seyrdir. Öteki sifatlar ve ismler de böyledir. Ism-i bâtinla ilgili olan ismler, meleklerin mebde-i te'ayyünleridir. Bu ismlerde seyre baslamak (Vilâyet-i ulyâ)ya ayak basmak olur. Bu vilâyete, (Vilâyet-i mele-i a'lâ) da denir. [(Mele') cemâ'at, galabalik demekdir.] Ism-i zâhir ile ism-i bâtini anlatirken bildirdigimiz, ilm ile alîm arasindaki farki az sanmayiniz! Ilmden alîme az yol vardir dememelidir. Yer küresi ile Ars arasindaki uzaklik, o iki ism arasindaki uzaklik yaninda, okyânus yaninda bir damla su gibidir. Söylemeleri yakin, kendileri çok uzakdir. Kisaca söyledigimiz her makâm da böyledir. Meselâ, Âlem-i emrin bes latîfelerini geçip, bunlarin asllarinda seyr olunur. Böylece, imkân [ya'nî mahlûklar] dâiresi biter sözü ile, Seyr-i ilallah, basindan sonuna kadar anlatilmisdir. (Bu seyrin yapilmasi için, ellibin senelik yol geçilir) demislerdir. Me'âric sûresinin dördüncü [4] âyetinde meâlen, (Melekler ve Rûh oraya ellibin senelik bir günde çikarlar) buyurulmakdadir ki, bu sözümüze isâret etmekdedir. Böyle olmakla berâber, Allahü teâlânin ihsâninin çekmesi ile, bu uzun zemânlik is, göz açip kapayincaya kadar yapilabilir. Fârisî misra' tercemesi:

    Kerîmlerle yapilan islerde güçlük yokdur!

    Yine bunun gibi, islerin ve sifatlarin ve sü'ûnlarin ve i'tibârâtin dâiresini geçerek, bunlarin asllarinda seyr olunur denildi. Ismlerin, sifatlarin, sü'ûn ve i'tibârâtin hepsini geçmek, söylemekle kolaydir. Fekat, bunlari geçmek çok zordur. O kadar çok zordur ki, tesavvuf büyükleri ?rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în", (Insani kavusduran konaklar sonsuzdurlar. Bitmez tükenmezler) demisler. (Mertebelerin hepsi seyr edilemez) buyurmuslardir. Fârisî beyt tercemesi:

    Onun güzelligi bitmez, Sa'dînin sözü tükenmez,
    Istiskali susuz ölür, denizin suyu eksilmez.

    Kavusmak için geçilecek konaklarin sonsuz olmasini, sifatlarin tecellîleri bakimindan degil de, Zât-i ilâhînin tecellîleri sonsuz oldugu için söylenmisdir sanmayiniz! Bunun gibi, bitmiyen güzelligin, sifatlarin güzelligi olmayip, zâtin güzelligidir demeyiniz! Çünki zâtin bu tecellîleri, sü'ûn ve i'tibârât olmaksizin degildir. Zâtin o güzelligi, cemâl sifatlarinin arkasinda olmaksizin degildir. Çünki bu mertebede, sifatlarin perdeleri olmaksizin söz edilemez. Allahü teâlâyi taniyan kimsenin dili tutulur, söyliyemez olur. Her tecellîde, biraz zil, görüntü bulunur. O makâmda, sü'ûnu araya katmadan olamaz. Bunun içindir ki, o vüsûl konaklari ve güzellik mertebeleri, ismlerin ve sü'ûnlarin dâiresindedir ve onlara göre sonsuzdur.

    Bu fakîre ?kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz" gösterdikleri ise, tecellîlerin ve zuhûrlarin ötesindedir. Ister zâtin tecellîsi desinler, ister sifatlarin tecellîsi desinler, hepsinin ötesidir. Ister zâtin, ister sifatlarin güzelligi desinler, bütün güzelliklerin ötesidir. Bunun için, yüksek istekleri, çok kiymetli maksadlari bu dar kelime kadrosu ile, kisaca anlatmis bulunuyorum. Sonsuz denizleri, birkaç siseye doldurmus gibi oluyorum. Öyle ise, anlamamazlik etme!

    Yine sözümüze dönelim! Ism-i zâhir ve ism-i bâtin iki kanadi ele geçdikden sonra, uçmak nasîb olursa, yukari çikilirsa, buraya çikan, insanin enerji, hava ve su parçalari oldugu anlasilir. Melekler de, bu üç parçadan yapilmisdir. Hadîs-i serîfde bildirildi ki, (Meleklerin bir kismi atesden ve kardan yaratilmisdir. Bunlar, atesle kari birarada bulunduran Rabbimizde hiçbir noksânlik yokdur derler). Bu seyrde iken rü'yâda gösterdiler ki, sanki bir yolda gidiyorum. Çok gitmekden yorulmusum. Yürüyebilmek için bir sopa, baston ariyorum. Bulamiyorum. Ilerliyebilmek için, çali çirpiya yapisiyorum. Bu da olmuyor. Öylece yürümek zorunda kaliyorum. Bir zemân, böyle ilerledim. Bir sehr göründü. Yaklasdim. Sehre girdim. Bu sehrin, (Te'ayyün-i evvel) oldugu bildirildi. Bu te'ayyün, bütün ismlerin, sifatlarin, sü'ûn ve i'tibârâtin mertebelerini ve bu mertebelerin asllarini ve bu asllarin da asllarini kendinde toplamisdir ve Zât-i ilâhînin i'tibârâtinin sonudur. Bu i'tibârât, ilm-i husûlîde, birbirlerinden ayrildilar. Bundan sonra seyr olursa, ilm-i huzûrî ile ilgili olur.

    Ey oglum! O makâmda, ilm-i husûlî ve ilm-i huzûrî demek, misâl ve benzetmek yolu ile söylenir. Çünki, Zât-i ilâhîden ayri olan sifatlar, ilm-i husûlî ile bilinir. I'tibârât-i zâtiyye, Zât-i teâlâdan hiç ayri degildirler ve ilm-i huzûrî ile bilinirler. Çünki bu makâmda, ilm, bilinen seye yalniz baglanir, bilinen seyden hiçbirsey ilmde bulunmaz. Te'ayyün-i evvel demek olan, o büyük sehrde, Peygamberlerin ve meleklerin bütün vilâyetleri vardir. Mele-i a'lâ denilen meleklerin yükseklerinin (Vilâyet-i ulyâ)sinin sonu bu makâmdadir. Bu makâmda, bu te'ayyün-i evvelin, hakîkat-i Muhammedî olup olmadigi düsünüldü. Hakîkat-i Muhammedînin, yukarida söylenilen gibi oldugu anlasildi. Ona te'ayyün-i evvel denilmesi, bu te'ayyün-i evvelin zillinin merkezi oldugu içindir. Ismleri, sifatlari, sü'ûn ve i'tibârâti kendinde toplamisdir. Bu sehrin üstünde seyr edilince, (Kemâlât-i nübüvvet)e, ya'nî Peygamberlik derecelerine baslanir. Bu derecelerde, yalniz Peygamberler ?aleyhimüssalevâtü vettehiyyât" seyr eder. Peygamberlik makâminin dereceleridir. Peygamberlerin izinde gidenlerin büyüklerine de, tatdirilir. Insani meydâna getiren on parça içinde, bu derecelere yükselen toprak maddeleridir. Ister Âlem-i emrden olsun, ister Âlem-i halkdan olsun, dokuz parçadan herbiri, bu makâmda, toprak maddesinin yolunda ilerler. Onun yani sira, bu ni'metle sereflenirler. Toprak maddeleri yalniz insanda bulundugundan, insanlarin üstünleri, meleklerin üstünlerinden dahâ üstün oldu. Toprak maddelerinin kavusduklarina, hiç kimse kavusmamisdir. Âyet-i kerîmede bildirilen (dünüv) hâsil oldukdan sonra, tedellâ sirri bu makâmda hâsil olur. (Kabe-kavseyn ev ednâ)nin içyüzü meydâna çikar. Bu seyrde iyice anlasildi ki, Vilâyet-i sugrâ, Vilâyet-i kübrâ ve Vilâyet-i ulyânin hepsi, Peygamberlik makâminin kemâlâtinin zilleri, gölgeleridir. Bütün o kemâlât, o dereceler, bu derecelerin misâlleri, görüntüleridir. Iyi anlasildi ki, bu seyrde, bir nokta ilerlemek, Vilâyet makâminin bütün derecelerinden dahâ çokdur. Bu kemâlâtin hepsinin ne kadar olacagini bundan anlamalidir. Geçilmis derecelerin hepsi, bunun yaninda, okyânus yaninda bir damla gibi kalir. Burada, bu oranti bile yokdur. Diyebiliriz ki, (Peygamberlik makâmi) yaninda, (Vilâyet makâmi), sonsuz yaninda, ufak birsey gibidir. Sübhânallah! Câhilin biri, bu sirdan haber vererek, evliyâlik, Peygamberlikden dahâ yüksekdir der. Bunlari anlamiyan, bir baskasi da, bu sözü düzeltmek için, Peygamberlerin vilâyeti, kendi Peygamberliginden dahâ yüksekdir der. Agizlarindan çikan, çok büyük oldu. Allahü teâlânin ihsâni ile ve Peygamberinin ?aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm" sadakasi olarak, bu seyr bitince, bir adim dahâ ileri atilacak olsa yok olunur. Bunun ötesinin yalniz adem oldugu anlasildi.

    Ey oglum! Bu sözlerden, sanmayasin ki, Ankâ kusu avlanila. Hayir, hayir. Öyle degil! Fârisî beyt tercemesi:

    Ankâ avlanilmaz tuzagi topla!
    tuzaga giren, olur yalniz hava!

    Allahü teâlâ, her düsüncenin ötesindedir. O, ötelerin ötesi, ötelerin ötesidir. Fârisî beyt tercemesi:

    Hiç noksani olmiyan çok uzakdir,
    ona yetisiriz sanmak tuhafdir!

    Uzak demekle, arada perdeler var sanilmasin! Çünki bütün perdeler asilmis, hiç perde kalmamisdir. Uzaklik, büyüklükdendir. Anlasilamaz. Kavranilamaz. Bulunamaz. Allahü teâlânin varligi, her mahlûka çok yakindir. Anlamakdan, bulmakdan çok uzakdir. Evet, seçilmislerden çok az kimseyi, Peygamberlerin ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" yani sira, büyüklük perdelerinin içine alirlar. Onlara yapilan ihsânlar bilinemez.


  4. #264
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mektubat-ı Rabbani

    Ey oglum! Bu isler, yalniz insanin (Hey'et-i vahdânî)sine olur. Bu hey'et, on parçadan yapilmisdir. Âlem-i halk ile, Âlem-i emrin hepsinden meydâna gelmisdir. Bununla berâber, bu makâmda, hepsinin basi, toprak maddeleridir. Ondan ötesi, ancak yoklukdur denildi. Çünki, disarda ve ilmde olan varliklarin mertebeleri geçildikden sonra, bunlarin tersi olan adem hâsil olur. Allahü teâlânin kendisi, bu varliklarin ve ademin ötesidir. O makâmda adem bulunmadigi gibi, varliklar da yokdur. Çünki, tersi adem olan bir vücûd, Zât-i ilâhîye lâyik degildir. Baska kelime bulunamadigi için, o mertebede vücûd, ya'nî varlik dersek, tersi, karsiligi adem, ya'nî yokluk olmiyan vücûd demekdir. Bu fakîr, bir mektûbumda [ikiyüzotuzdördüncü (234) mektûbda], (Allahü teâlânin kendisi vücûddür) demisdim. Bunu, anlamiyarak yazmisdim. Isin iç yüzüne varamamisdim. Vahdet-i vücûd gibi birkaç bilgi de, böyle yazilmisdi. Isin içyüzünü bildirdikleri zemân, baslangicda ve yolda iken yazdiklarima ve söylediklerime pismân oldum. Tevbe ve istigfâr eyledim. Estagfirullah ve etûbü ilâllah min cemî'i mâ kerihallah ?sübhânehu ve teâlâ".

    Buraya kadar olan açiklamadan anlasildi ki, Peygamberlik dereceleri, çikarken geçilmekdedir. Peygamberlik yükselmelerinde, insan Hakka dogrudur. Çoklari, vilâyetde yükselirken, insan Hakka dogrudur. Nübüvvetde, mahlûklara karsidir. Yükselirken, vilâyet dereceleri, inerken Peygamberlik dereceleri vardir demislerdir. Bunun için, evliyâligi, Peygamberlikden dahâ yüksek sanmislardir. Evet, Vilâyetde de, Nübüvvetde de, hem çikis, hem de inis vardir. Her iki çikisda da, insan Hakka dogrudur. Inislerinde ise, mahlûklara dogrudur. Böyle olmakla birlikde, Peygamberlikdeki inisde, insan bütün bütün mahlûklara karsidir. Evliyâlikdaki inisde, bütün bütün mahlûklara dogru degildir. Bâtini Hak ile, zâhiri halk ile olur. Çünki vilâyet sâhibi, ya'nî Velî ?kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz" çikis makâmlarini bitirmeden, inise baslamisdir. Bunun için, gözü hep yukaridadir. Bütün varligi ile halka bakamamakdadir. Nübüvvet sâhibi ise,yükselme makâmlarinin hepsini bitirip de indigi için, bütün varligi ile insanlari Hak teâlâya çagirmaga bakmakdadir. Bunu iyi anla! Bu serefli bilgileri, simdiye kadar, hiçbir kimse söylememisdir.

    Yukari çikisda, toprak maddeleri, insanin bütün parçalari içinde, en yukari yükseleni oldugu gibi, inisde de, en asagi inerler. Çünki bunlarin yaratildigi yer, hepsinden dahâ asagidir. Hepsinden dahâ asagi indigi için, onun sâhibinin da'veti, dahâ kuvvetli olur. O, herkesden dahâ çok fâide verici olur.

    Ey oglum! Bizim yolumuzda seyr kalbden baslar. Kalb de, Âlem-i emrdendir. Bunun için, söze Âlem-i emrden baslandi. Baska tarîkatlerde, önce nefsin tezkiyesinden, temizlenmesinden baslanir. Cesedi temizlerler. Bundan sonra, Âlem-i emre sira gelir. Allahü teâlânin diledigi kadar yükselirler. Bunun içindir ki, baskalarinin sonu, bu büyüklerin basinda yerlesdirilmisdir. Bu tarîk, yollarin en çok yaklasdiricisi olmusdur. Çünki bu seyrde, nefsin tezkiyesi ve cesedin temizlenmesi de birlikde olmakdadir. Böylece, yol kisa olur. Bunun içindir ki, bu büyükler, Âlem-i halkin seyrini bosuna vakt geçirmek bilirler. Hattâ, zararli, isi bozucu oldugunu anlamislardir. Çünki baska tarîkatlerin sâlikleri, sikintili riyâzetler ve agir mücâhedelerle tezkiye yaparak, Âlem-i halkin sûretinin çöllerini geçdikden sonra, Âlem-i emrin seyrine baslayinca ve kalbin çekilmesi ve rûhun lezzet almasi hâsil olunca çok olur ki, bu çekilmege ve lezzete baglanip kalirlar. Âlem-i emrin mekânsiz, maddesiz olmasi bunlari aldatir. Bu âlemin nasil oldugu anlasilmamasi karsisinda, nasil oldugu hiç anlasilamiyan maksada, hedefe gitmegi unuturlar. Bunun içindir ki, bir sâlik, (Otuz senedir rûhumu Hak sanarak tapindim) demisdir. Bir baskasi, âyet-i kerîmedeki (Istivâ)nin iç yüzü ve Arsin üstündeki münezzeh mertebenin görünmesi, anlasilmasi güc olan ma'rifetlerdir demisdir. Hâlbuki, yukarida bildirilenlerden anlasildi ki, münezzeh dedikleri o mertebe, mahlûklar dâiresindedir. Hiçbirseye benzemez görünür ise de, benzetilir. Tenzîh gibi görünen tesbîhdir. Bu yüksek yolun büyükleri ?kaddesallahü teâlâ esrârehümül'azîz" böyle degildirler. Seyre, Cezbe makâmindan baslarlar. Lezzetlerin yardimi ile, ilerlerler. Bu çekilis ve lezzet bunlar için baskalarinin riyâzetleri ve mücâhedeleri gibi olur. Baskalarinin kavusmalarini bozan seyler, bu büyüklerin kavusmalarina yardimci olurlar. Âlem-i emrin mekânsizligini, maddesizligini, mekânli, maddeli bulur; tâm mekânsiz olani ararlar. O âlemin anlasilamazligini anlasilabilir bularak, hiç anlasilamiyana yükselirler. Bunun için de, baskalari gibi, vecde, hâle aldanmazlar. Bu yolun cevizine, cam parçalarina, çocuklar gibi bakmazlar. Tesavvufcularin, yaldizli bos sözleri ile ögünmezler. Onlarin anladik sanarak söyledikleri ile iftihâr etmezler. Yalniz bir olani isterler. Ism ve sifatlari degil, yalniz zâti ararlar.

    Yukarida bildirilen yükselme, yaradilisda, tâm uygun, Muhammedî olanlar içindir. Bunlar, Âlem-i emrin, hem Âlem-i sagîrde olan, hem de Âlem-i kebîrde olan, bes cevherinin bütün derecelerine yükselebilirler. Bunlarin asllari olan, Allahü teâlânin ismlerinin zilleri dâiresinden de pay alirlar. Bu zillerin asllari olan ismlerin ve sifatlarin makâminda da seyr ederler. Yaradilisda tâm uygun dedim. Çünki Muhammedî oldugu hâlde, Âlem-i emr latîfelerinin sonuncusu olan hafînin derecelerine yükselen, fekat bu derecelerin hepsini geçemiyen, sonuna varamiyanlar, basinda veyâ ortasinda kalanlar çokdur. Ahfâyi bitiremeyince, bunun asllarini da, böylece bitiremez. Isi sonuna götüremez. Âlem-i emrin baska dört latîfelerinde de böyle olur. Yaradilisda, her bir mertebeye uygun olan kimse, o mertebenin sonuna kadar ilerler. Bir mertebenin basinda veyâ ortasinda kalmak, noksân olmagi gösterir. Sona kil kadar bile varamamak, noksânlikdir. Fârisî beyt tercemesi:

    Dostun ayriligi az olsa da, az degildir.
    göz içinde yarim kil olsa da çok görünür.


  5. #265
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mektubat-ı Rabbani

    Bu noksânlik, asllarin asllarinda da kendini gösterir. Aranilana kavusmagi engeller. Yukarida yazilanlar, Muhammedî yaradilisli olanlar içindir demisdik. Çünki, yaradilisda Muhammedî olmiyanlardan birinin çikacagi en yüksek derece, vilâyet derecelerinin birincisi olur. Birinci derece demek, kalb mertebesi demekdir. Bir baskasi, ikinci dereceye kadar yükselebilir. Ikinci derece, rûh makâmidir. Üçüncü bir kimse, üçüncü dereceye kadar çikabilir. Üçüncü derece, sir makâmidir. Bir dördüncü kimse dördüncü dereceye kadar yükselebilir. Dördüncü derece, hafî makâmidir. Birinci derecede, Allahü teâlânin (Sifât-i ef'âliyye)si tecellî eder. Ikinci derecede (Sifât-i sübûtiyye)si tecellî eder. Üçüncü derecede, (Sü'ûn ve i'tibârât-i zâtiyye) tecellî eder. Dördüncü derece, selbî olan sifatlara uygundur. Tenzîh ve takdîs makâmina uygundur. Vilâyetin her derecesi, ülül'azm bir Peygamberin altindadir. Vilâyetin birinci derecesi, Âdem aleyhisselâmin ?alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm" altindadir. Onun terbiye edicisi, tekvîn sifatidir. Insanlarin her isini, her hareketini bu sifat yapar. Ikinci derece, Ibrâhîm aleyhisselâmin altindadir. Nûh ?aleyhisselâm" da, bu makâmda ortakdir ?alâ nebiyyinâ ve aleyhimessalevâtü vetteslîmât". Bunlarin rabbi, ilm sifatidir. Bu sifat, (Sifât-i zâtiyye)nin en genisidir. Üçüncü derece, Mûsâ aleyhisselâmin ayagi altindadir. Onun rabbi, sü'ûnlarin makâmindan, kelâm sânidir. Dördüncü derece, Îsâ aleyhisselâmin ayagi altindadir ?alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm". Onun rabbi, selb sifatlarindandir, sübût sifatlarindan degildir. Bu derece, takdîs ve tenzîh makâmidir. Meleklerin çogu, bu makâmda, Îsâ aleyhisselâmla ortakdirlar. Bu makâmda büyük sân vardir. Besinci derece, Peygamberlerin sonuncusunun ayagi altindadir ?aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât". Onun rabbi, rablerin rabbidir ve sifatlari, sü'ûnlari, takdîsleri ve tenzîhleri kendinde toplamakdadir. Bütün yüksek derecelerin merkezidir. Hepsinin üstünde olan bu rabbe, sifatlarin ve sü'ûnlarin mertebesinde (Sân-ül-ilm) adini vermek uygun olur. Çünki bu sân, bütün derecelerin üstündedir. Bu baglilik içindir ki, onun milleti, Ibrâhîm aleyhisselâmin milleti oldu. Onun kiblesi, bu ümmete de kible oldu.

    Vilâyet mertebelerinin üstünlügü, derecelerin önde ve arkada olmalarina bagli degildir. Ahfâ sâhibinin dahâ üstün olmasi lâzim gelmez. Üstünlük, asla olan yakinliga, uzakliga ve zil derecelerinin az veyâ çok konaklarini geçmege baglidir. Kalb latîfesinin sâhibi olan bir Velî, asla dahâ yakin oldugu için, o kadar yakin olmiyan ahfâ sâhibinden dahâ üstün olur. Birinci derecede olan bir Peygamberin ?sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" vilâyeti, sonuncu derecede olan bir Velînin derecesinden elbette dahâ yüksekdir.

    Latîfelerin, kalbden rûha ve rûhdan sirra ve sirdan hafîye ve hafîden ahfâya dogru sülûkü, yaradilisinda Muhammedî olanlar içindir. Bu bes latîfeyi sira ile bitirerek, bunlarin asllarinda da, bu sira ile seyr eder. Dahâ sonra, bu asllarin da asllarinda, bu sira ile, seyrini bitirir. Bu sira ile olan yol, yollarin en kiymetlisidir. Çabuk kavusdurur. Ehadiyyete seyr edenler için, Sirât-i müstakîmdir. Baska vilâyetlerde böyle degildir. Onlarda, maksada kavusmak için, her dereceden birer dar yol açilir. Meselâ, kalb makâmindan bir yol açarak, kalbin aslinin asli olan Sifât-i ef'âle gidilir. Bunun gibi, rûh makâmindan sanki bir yol açilip, Sifât-i zâtiyyeye gidilir. Allahü teâlânin fi'lleri ve sifatlari, zâtindan ayri degildirler. Ayriliklari varsa, zillerde ayrilikdir. Bunun için, fi'llere ve sifatlara vâsil olanlara, Zât-i teâlânin tecellîlerinden de biraz hâsil olur. Hâlbuki, ahfâ sâhiblerine, seyrleri bitince, bu tecellîler hâsil olmakdadir. Bu tecellîlerin asagi ve yukari derecelerde olmalari birbirlerine benzemez. Kalb sâhibinin tecellîsi ile, ahfâ sâhibinin tecellîsi müsâvî olmaz. Fekat, burasini yanlis anlamamalidir. Bu ayrilik, Velîler arasinda, birbiri ile olur. Kalb sâhibi ile ahfâ sâhibleri, kemâle vâsil olduklarindan sonra, kalb vilâyetinin sâhibi, ahfâ vilâyetinin sâhibinin vilâyetinden dahâ asagidir. Fekat, Velîler ile Peygamberler arasinda bu ayrilik yokdur. Çünki, bir Peygamberin (Kalb makâmi)ndan olan vilâyeti, bir Velînin (Ahfâ makâmi)ndan olan vilâyetinden dahâ üstündür. O Velî, ahfâ derecelerinin sonuna varmis olsa da, O Nebînin derecesine varamaz. Bu Velînin basi, her zemân, yine bu vilâyetin sâhibi olan bir Peygamberin ayagi altindadir. Sâffâti sûresinin yüzyetmisbirinci âyetinde meâlen, (Peygamberlere yardim edilecegini, onlarin üstün olacagini ezelde yazdik) buyuruldu. Bu ayrilik, Peygamberlerin birbiri arasinda da vardir. Yüksek derece sâhibi, asagi derece sâhibinden dahâ yüksekdir. Fekat, Peygamberler arasinda olan bu ayrilik da, Âlem-i emr kemâlâtinin dâiresinin sonuna kadardir. Bundan sonra, üstünlük, yükseklige ve alçakliga bagli olmaz. Bu makâmda, asagi derece sâhibi, yukari derece sâhibinden dahâ üstün olabilir. Meselâ, bu makâmda, Mûsâ aleyhisselâmla Îsâ ?aleyhisselâm" arasinda üstünlük farki oldugunu görüyoruz. Burada, Mûsâ ?aleyhisselâm" dahâ büyükdür ve dahâ sânlidir. Îsâ aleyhisselâmda bu büyüklük ve böyle sân yokdur. Bu mertebede üstünlük baska birseye baglidir. Bu derecelerin yukari, asagi olmasina bagli degildir. Bunu, dahâ ileride insâallah genis olarak bildirecegim. Bunun gibi, Ibrâhîm ?aleyhisselâm" ile, baska peygamberler arasinda da, Kâ'benin hakîkatine bagli kemâlâtda ayrilik bulduk. Kâ'benin hakîkati, insan ve melek hakîkatlerinin hepsinden dahâ üstündür. Ibrâhîm aleyhisselâmin o makâmda büyük sâni ve yüksek mertebesi vardir ki, Muhammed aleyhisselâmdan baska hiçbir Peygamber, bu sâna ve rütbeye yetisememisdir. Bu çok yüksek makâm Allahü teâlânin azamet ve kibriyâlik perdelerinin göründügü makâmdir. Bu makâmin merkezinde bütün kemâlât toplanmisdir. Bu merkezin kemâlâti, Peygamberlerin sonuncusu içindir. Bu makâmin baska yerleri, Ibrâhîm aleyhisselâmindir. Peygamberlerden ve Evliyânin yükseklerinden bu makâmda görünenler, bu ikisinin yani sira gelebilmis olanlardir. Belki bunun için olmalidir ki, Peygamberimiz ?aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât", o merkezdeki toplulugun, açiklanmasini istiyerek, Ibrâhîm aleyhisselâma yapilan salevât ve berekât gibi, kendisine de salevât ve berekât okunmasini emr buyurmusdur. Bu fakîre gösterdiler ki, bin sene geçdikden sonra, o toplulugun tafsîli kendisine de verildi. Arzûsu kabûl olundu. Bundan dolayi ve bütün ni'metleri için, Allahü teâlâya hamd olsun! O yüksek makâmin kemâlâti, Vilâyetlerin kemâlâtinin ve Nübüvvet ve Risâletin kemâlâtinin üstündedir. Nasil yüksek olmasin ki, o makâm, Peygamberlerin ?salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma'în" ve meleklerin, kendisine karsi secde etdikleri seyin hakîkatidir. Bu fakîrin (Mebde' ve Me'âd) kitâbinda yazdigim; hakîkat-i Muhammedî, kendi makâmindan yükselerek, üstündeki, Kâ'benin hakîkati makâmina çikar ve onunla birlesir. Hakîkat-i Muhammedînin ismi, hakîkat-i Ahmedî olur demisdim. Burada yazili olan, Kâ'benin hakîkati, bu hakîkatin zillerinden bir zildir. Kâ'benin hakîkati, görünmemis oldugu için, bu zilli hakîkat sanmisdim. Böyle karisiklik, çok olmakdadir. Birseyin hakîkati görünmedigi zemân, zil asl sanilmakda, hakîkat diyerek adlandirilmakdadir. Bunun içindir ki, bir makâm, birkaç kerre görünmekdedir. Çünki bu makâmin çok görünmesi, zillerinin görünmesidir. O makâmin hakîkati, en son görünenidir. Bir görünüsün, son görünüs oldugu nasil anlasilir denirse, ondan önceki görünüslerin zil olduklarini anlamak, buna en güzel sâhiddir. Çünki bu bilgi, önceki görünüsler zemâninda yokdu. Her görünüs hakîkat saniliyordu. Hiçbiri zil bilinmiyordu. Bu hakîkatlerin birbirlerine niçin benzemedikleri bilinmedigi hâlde, hiçbiri zil olarak bilinmiyordu.

    Ey oglum ?rahmetullahi aleyh"! Yukarida yazili ma'rifetlerden anlasildi ki, Âlem-i emrin kemâlâti, baslangicdir. Âlem-i halkin kemâlâtina ulasdiran merdiven gibidir. Âlem-i emrin kemâlâtinda hep zil bulunur. Vilâyet makâmlarinda ele geçer. Âlem-i halkin kemâlâtinda zil bulunmaz. Nübüvvet makâmlarinda ele geçer. Zil, dünyâda görünenlerde bulunur. Görülüyor ki, tarîkat ve hakîkat, vilâyetde olur ve islâmiyyetin yardimcilaridir. Islâmiyyet, Nübüvvet mertebesinde olur. Vilâyet, Nübüvvete kavusduran köprü gibidir.

    Yukarida bildirilenlerden anlasiliyor ki, Naksibendiyye büyüklerinin seçdikleri yolda, seyre Âlem-i emrden baslanarak, asagi olan Âlem-i emrden, yukari olan Âlem-i halka çikilmakdadir. Bunun için, en uygun, en iyi yoldur. Yukaridan asagi olan baska seyrlerde, ne kazanilir? Bu inceligi herkese bildirmediler. Baskalari görünüse bakarak, Âlem-i halki asagi sandi. Bu asagidan yukari çikmagi, yükselmek bildiler. Isin dogrusunun böyle olmadigini anlamadilar. Asagi sandiklari, hakîkatde yükseklikdir. Yüksek gördükleri de asagidir. Evet, Âlem-i halk, dâirenin sonu oldugundan, asllarin asli olan birinci noktanin yaninda bulunmakdadir. Baska hiçbir nokta, böyle yakin degildir. Fârisî misra' tercemesi:

    Afva kavusan, günâhkârlardir

    Bu bilgiler, ancak Nübüvvet aynasindan görülür. Vilâyet sâhiblerinden, bu ma'rifete kavusanlar pekazdir.

    Peygamberler ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" seyre Âlem-i emrden baslamislardir. Hakîkatdan islâmiyyete gelmislerdir. Seyrleri, Peygamberlerin ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" seyrlerine benziyen Evliyânin büyüklerinin ?kaddesallahü teâlâ esrârehümül'azîz" seyrleri, islâmiyyetin sûretinden, görünüsünden baslar. Yolun ortasinda, tarîkat ve hakîkat vardir. Bu ikisi, vilâyetde olur ve Âlem-i emre baglidir. Yolun sonunda, islâmiyyetin hakîkatine, özüne varirlar ki, Peygamberligin meyvesidir. Görülüyor ki, tarîkatin ve hakîkatin hâsil olmasi, islâmiyyetin hakîkatinin hâsil olmasi için baslangicdir. Bunun için, Evliyânin büyüklerinin baslangici hakîkatdir. Her ikisinin sonu, islâmiyyetdir. (Evliyânin baslangici, Peygamberlerin sonudur) sözü yanlisdir. Bu söz ile, Evliyânin baslangici ve Peygamberlerin sonu, islâmiyyet demek istemisler ise de, isin özünü anlamadiklari için, bu yaldizli sözü söylemislerdir. Bu sözümüzü baska kimse söylememis, hattâ çoklari, bunun tersini söylemisdir. Çünki, anlasilmasi pek güçdür. Fekat, insâfli bir kimse, Peygamberlerin ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" büyüklügünü düsünürse ve islâmiyyetin kiymetini anlarsa, bu derin inceligi belki kabûl eder. Bunu kabûl etmesi, îmâninin artmasina sebeb olur.

    Ey oglum, iyi dinle! Peygamberler yalniz Âlem-i halkin ibâdet etmesini istemislerdir. (Islâmiyyet, bes sey üzerine kurulmusdur...) hadîs-i serîfi bunu göstermekdedir. Kalb Âlem-i halka çok yakin oldugu için, kalbin tasdîkini da istemislerdir. Âlem-i emrin öteki dört latîfesinin sözünü etmemislerdir. Bunlari hesâba katmamislardir. Dogrusu da budur. Çünki, Cennet ni'metleri, Cehennemdeki azâblar ve Allahü teâlâyi görmek ni'meti ve buna kavusamamak felâketi hep Âlem-i halka olacakdir. Âlem-i emrin bunlarla ilgisi yokdur. Bundan baska, farz, vâcib ve sünnet ile ibâdetler, Âlem-i halkdan olan cesed ile yapilmakdadir. Ibâdetlerden, Âlem-i emr ile ilgili olani, nâfilelerdir. Ibâdetlerin sevâblarinin mikdâri, ibâdetin mikdâri ile ölçülür. Bunun için, farzlardan hâsil olan yakinlik, Âlem-i halkin yaklasmasidir. Nâfileler de, Âlem-i emrin yaklasmasina sebeb olur. Elbette nâfilenin kiymeti, farzin kiymeti yaninda hiç gibidir. Okyânûs yaninda, bir damla kadar bile degildir. Nâfilenin kiymeti, sünnetin yaninda bile böyledir. Sünnet de, farzin yaninda, okyânûs yanindaki bir damla su gibidir. Bu ikisinin yaklasdirmasi arasindaki büyük farki, buradan anlamalidir. Âlem-i halkin, Âlem-i emrden üstünlügünü, bu farkdan ölçmelidir. Çok kimseler, bu inceligi bilmedikleri için, farzlari birakip, nâfilelerin yayilmasina çalisiyorlar. Câhil sôfiler, zikre, fikre sarilip, farzlari ve sünnetleri yapmakda gevsek davraniyorlar. Kirk gün çile çekmegi ve riyâzetler yapmagi begeniyor, Cum'a nemâzina ve cemâ'ate gitmiyorlar. Hâlbuki, bir farz nemâzi cemâ'at ile kilmak, onlarin binlerle, kirk günlük çilelerinden dahâ fâideli oldugunu bilmiyorlar. Evet, islâmiyyetin edeblerini gözetmek sarti ile, zikr ve fikr çok fâideli ve pek kiymetlidir. Câhil hocalar da, nâfilelerin yayilmasina çalisiyor, farzlarin yapilmasina aldiris etmiyor, terk edilmesine sebeb oluyorlar. Meselâ, Asûre nemâzinin, Resûlullahdan ?aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm" haber verildigi iyi bilinmiyor. Bunu cemâ'at ile ve ehemmiyyet vererek kiliyorlar. Hâlbuki, nâfile nemâzi cemâ'at ile kilmanin mekrûh oldugunu fikh kitâblarinda okuyorlar. Farzlari kilmakda gevsek davraniyorlar. Farzlari müstehâb olan zemânlarinda kilanlari pekazdir. Vaktinde bile kilmiyorlar. Farzlari cemâ'at ile kilmaga ehemmiyyet vermiyorlar. Bir iki kisiden fazla cemâ'at toplandigi az görülüyor. Çok zemân da yalniz kiliyorlar. Din adamlari böyle olursa, baskalarinin nasil yapdiklarini artik düsünmelidir. Bu kötü hâllerden dolayi, müslimânlik za'îflemege basladi. Böyle islerin zulmeti ile, günâhlar, bid'atler çogaldi. Fârisî beyt tercemesi:

    Az söyledim, dikkat etdim, kalbini kirmamaga,
    bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çokdur sana!


  6. #266
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mektubat-ı Rabbani

    Nâfile ibâdetleri yapmak, insani zillere kavusdurur. Farzlari yapmak ise, asla ulasdirir. Ancak, farzlari temâmliyan nâfileler [meselâ, farz nemâzlardan önce ve sonra kilinan sünnetler], asla kavusdurmaga yardim ederler. Farzlardan sayilirlar. Iste, farzlari yapmak, Âlem-i halka uygun oldu ki, asla götürür. Bütün farzlar asla yaklasdirirlar ise de, farzlarin en üstünü, en yüksegi nemâzdir. (Nemâz, mü'minin mi'râcidir) ve (Kulun, Rabbine en yakin oldugu zemâni, nemâzda oldugu zemândir!) hadîs-i serîfleri bunu haber vermekdedir. (Allahü teâlâ ile öyle vaktlerim vardir ki...) hadîs-i serîfinde bildirilen, Resûlullah ?sallallahü aleyhi ve sellem" efendimizin en kiymetli zemânlari, bu fakîre göre, nemâzdaki zemânidir. Günâhlari örten nemâzdir. Insani kötü, çirkin seyleri yapmakdan koruyan, nemâzdir. Resûlullahin ?sallallahü aleyhi ve sellem" (Yâ Bilâl, beni ferâhlandir!) buyurarak, râhatlandirilmak istedigi sey nemâzdir. Dînin diregi, nemâzdir. Müslimânlik ile, kâfirligi birbirinden ayiran nemâzdir.

    Yine sözümüze gelelim. Âlem-i halkin, Âlem-i emrden dahâ üstün oldugunu açikliyalim: Âlem-i emr, bu dünyâda nasîbine kavusmakdadir. Müsâhede, rü'yet hâsil etmekdedir. Yarin, Cennet ni'metleri, Âlem-i halka olacakdir. Nasil oldugu anlasilamiyan tâm rü'yet ona nasîb olacakdir. (Müsâhede), zilli görmekdir. Kiyâmetde, Allahü teâlânin kendi görülecekdir. Müsâhede ile rü'yet arasinda ve zil ile asl arasinda ne kadar ayrilik varsa, Âlem-i emr ile Âlem-i halk arasinda da o kadar fark vardir. (Müsâhede), Vilâyetde olur. (Rü'yet) ise Nübüvvetdedir ve Peygamberlere ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" uymakla sereflenenlere, onlara uyduklari için nasîb olur. Vilâyet ile Nübüvvet arasindaki farki, buradan da anlamalidir.

    TENBÎH: Âlem-i emr ile bagliligi dahâ çok olan bir ârif, Vilâyetin derecelerine dahâ çok kavusur. Âlem-i halk ile ilgisi dahâ çok olan da, Nübüvvetin derecelerine dahâ çok kavusur. Bunun içindir ki, Îsâ ?aleyhisselâm", Vilâyetde dahâ ileri gitmisdir. Mûsâ ?aleyhisselâm" da, Nübüvvetde dahâ ileri gitmisdir. Çünki Îsâ aleyhisselâmda, Âlem-i emr kuvvetlidir. Bunun için, melekler gibi oldu. Mûsâ aleyhisselâmda, Âlem-i halk kuvvetli oldugu için müsâhede ile doymayip, rü'yeti istedi. Bu mektûbun basinda, Peygamberlerin, Peygamberlik derecelerindeki ayriliklarinin sebebini, ileride bildirecegiz demisdik. Iste, simdi anlasilmis oldu. Latîfelerinin asagi veyâ yüksek olmasi, burada sebeb olmamisdir. Latîfelerin asagi veyâ yukari olmasi, vilâyetde te'sîrli olur. Herseyin dogrusunu ancak Allahü teâlâ bildirir.

    Ey oglum ?rahmetullahi aleyh"! Peygamberlik bilgileri, dinlerdir ve dinlerle bildirilen hükmlerdir. Bunlar, dahâ çok insanin bedeni ile ilgili bilgilerdir. Peygamberlerin de ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" Âlem-i halk ile ilgileri dahâ çok oldugu için, Peygamberligi, insanlari çagirmak için, asagi inmekdir sanmislardir. Vilâyetde olan derecelere yükseldikden sonra inmekdir demislerdir. Yükselmenin sonu ve yakinligin çoklugu, bu inmekde oldugunu anlamamislardir. Vilâyetin yüksek derecelerindeki yakinlik, bu yakinligin zillerinden bir zille olan yakinlikdir. Bu yakinlik, görünüsde uzaklik sanilmakdadir. Vilâyetde olan yükselme, buradaki yükselmenin görüntülerinden biridir. Buradaki yükselme, görünüsde, inis sanilmakdadir. Meselâ, dâirenin merkezi, çevresinden en uzak olan noktadir. Hâlbuki, dâirenin hiçbir noktasi, çevreye, merkezinden dahâ yakin degildir. Çünki çevre, merkezin genislenmis, açiklanmis hâlidir. [Çevrenin ta'rîfi bile, merkez noktasinin yardimi ile yapilir. Çevrenin çizilebilmesi için, pergelin ayagini merkeze koymak lâzim gelir. Merkez olmazsa, çevre olamaz.] Bu baglilik, merkezden baska, hiçbir noktada yokdur. Görünüse bakan câhiller, bu yakinligi anliyamazlar. Merkez, çevreye en uzak noktadir derler. Merkezin en yakin oldugunu söyliyene câhil ve ahmak derler.

    Vilâyet-i kübrâ derecesinde, Serh-i sadr olunca, nefs-i mutmeinne, makâmindan yükselerek, gögüs makâmina çikar. Buraya yerlesir. Böylece, yakinligin sonuna ulasmis olur. Vilâyet-i kübrâ mertebesinin yükselmesindeki makâmlarin en üstünü, iste bu (Gögüs makâmi)dir. Bu makâma yükselenin görüsü keskin olur ve gizli seyleri görür. Evet, en yüksege çikan, en uzagi görür. Nefs-i mutmeinne, makâmina oturdukdan sonra, akl da, yerinden çikarak, nefsin yanina gider ve (Akl-i mu'âd) ismini alir. Her ikisi birleserek, çalismaga baslarlar.

    Ey oglum ?rahmetullahi aleyh"! Bu mutmeinne, islâmiyyete karsi gelemez. Bas kaldiramaz. Bütün varligi ile, Rabbine dönmüsdür. Ona tutulmusdur. Onun rizâsini kazanmakdan baska, hiçbir düsüncesi yokdur. Ona itâ'at ve ibâdet etmekden baska bir düsüncesi yokdur. Önce, mahlûklarin en kötüsü olan nefs-i emmâre, simdi itmînân kazanmis ve Allahü teâlâyi râzi ederek, Âlem-i emrin latîfelerinden üstün olmusdur. Arkadaslarinin sefi olmusdur. Evet, muhbir-i sâdik [ya'nî hep dogru söyleyici] ?aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm", (Câhillikde en ileride olaniniz, islâm âlimi olunca, en ileriniz olur!) buyurmusdur. Bundan sonra, insanda islâmiyyete uymamak, baskaldirmak gibi seyler görülürse, bunlar cesedi meydâna getiren maddelerden hâsil olur. Gadab, sehvet, hirs gibi asagi düsünceler bu maddelerden ileri gelmekdedir. Birseye düskün olmak, cimrilik, bayagi isler hep onlardan dogmakdadir. Hayvanlarda nefs-i emmâre yokdur. Hâlbuki bu kötülükler, hayvanlarda dahâ çok vardir. Resûlullah ?sallallahü aleyhi ve sellem", (Küçük cihâddan döndük, cihâd-i ekbere geldik!) buyurdugunda, cihâd-i ekber olarak, çok kimselerin dedigi gibi nefsle cihâdi degil, belki cesed ile cihâdi bildirmisdir. Çünki nefsleri itmînâna kavusmus, Rablerinden râzi olmus, Rableri de o mubârek nefslerden râzi olmusdur. Bu nefsler islâmiyyetden ayrilamaz. Rablerine karsi bas kaldiramazlar. Cesedi meydâna getiren maddelerin islâmiyyete uymuyor görünen arzûlari ve bas kaldirmalari, dahâ iyisini yapmagi istememeleridir. Izn verilen seyleri yapmalaridir. Azîmeti ya'nî en iyisini terk etmeleridir. Yoksa, harâm islemegi ve farzlari, vâcibleri terk etmegi istemezler.

    Ey oglum ?rahmetullahi aleyh"! Toprak maddeleri, nefs-i mutmeinneden dahâ yukari derecelere yükselirse de, nefs-i mutmeinne, Vilâyet makâmi ile ilgili oldugu için, Âlem-i emrden olmusdur. Sekr sâhibidir [kendini unutur]. Herseyi unutacak makâmdadir. Bunun için, nefsde islâmiyyetden ayrilacak tâkat kalmamisdir. Toprak maddeleri ise, Peygamberlik makâmi ile ilgili olduklarindan, sü'ûr, uyanikliklari dahâ çokdur. Bunun için islâmiyyetden ayrilik gibi seyler, bunlarda bulunur. Böyle olmalarinin fâideleri vardir.

    Peygamberlik makâmi, Peygamberlerin sonuncusu ile sona ermisdir ?aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât". Fekat, bu makâmin derecelerine, ümmetinden Ona çok uyanlari kavusurlar. Bu olgunluklar, yüksek dereceler, Eshâb-i kirâmda çokdur. Tâbi'în ve Tebe-i tâbi'înden çokaz kimseye de nasîb olmusdur. Onlardan sonra örtülü kalmisdir. Bunun yerine, zil ile olan vilâyet dereceleri çok görülmüsdür. Bununla berâber, Resûlullahin ?sallallahü aleyhi ve sellem" vefâtindan bin sene geçdikden sonra, nübüvvet makâminin derecelerinin yeniden meydâna çikmasi umulur. Asla bagli makâm ve dereceler, yine yayilir. Zil ile olanlar gizlenirler. Hazret-i Mehdî ?aleyhirridvân", asla bagli olan bu yüksek yolu, zâhir ve bâtin ile yayar.

    Ey oglum! Resûlullaha ?aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm" tâm uyan bir kimse, Ona uymakla, nübüvvet derecelerini bitirince, mansab, makâm ehlinden ise, (Imâmet makâmi) verilir. Vilâyet-i kübrâ derecelerini bitirene, (Hilâfet makâmi)ni verirler. Zil derecelerinde, Imâmet makâmina uygun olan, (Kutb-i irsâd makâmi)dir. Hilâfet makâmina uygun olan da, (Kutb-i medâr makâmi)dir. Asagida bulunan bu iki makâm, sanki, yukarida olan o iki makâmin zilli gibidirler. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine göre, Gavs, Kutb-i medâr demekdir. Ayrica bir (Gavslik makâmi) yokdur demisdir. Bu fakîrin inandigina göre (Gavs), Kutb-i medârdan baskadir. Kutb, islerinin birçogunda, Gavsdan yardim ister. Ebdâlin makâmlarina getirilmesinde, Gavsin de te'sîri vardir. Bu, Allahü teâlânin öyle bir ihsânidir ki, diledigine verir. Allahü teâlânin ihsânlari pekçokdur.

    EK: Peygamberlik makâmina uygun olan ve Peygamberligin vilâyetine uygun olan ilmler ve ma'rifetler, Peygamberlerin ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" bildirdikleri dinlerdir. Peygamberlerin dereceleri ayri ayri oldugu için, dinler de, birbirlerinden ayri olmusdur. Evliyânin, Vilâyet makâmina uygun olan ma'rifetler ve tevhîdi, ittihâdi bildiren ilmler ve ihâta, sereyân haberleri ve yakînlik, berâberlik ve aynalik ve görüntülük ve sühûd ve müsâhede sözleri ise tesavvufcularin Sathiyâti, hikâyeleridir. Kisacasi, Peygamberlerin ilmleri, ma'rifetleri, Kitâb ile sünnetdir. Evliyânin ma'rifetleri ise, (Füsûs) ile (Fütûhat-i Mekkiyye)dir. Fârisî misra' tercemesi:

    Gülbagçemi gör de, behârimi anla!

    Evliyânin vilâyeti, Allahü teâlâya yaklasdirir. Peygamberlerin vilâyeti, Allahü teâlânin çok yakîn oldugunu gösterir. Evliyânin vilâyeti, sühûd hâsil eder. Peygamberlerin vilâyeti, anlasilamiyan seylere kavusdurur. Evliyânin vilâyeti, Allahü teâlânin pek yakin oldugunu anliyamaz. Buradaki câhilligin ne demek oldugunu bilemez. Peygamberlerin vilâyeti, çok yakin oldugu hâlde, yakinligi uzaklik bilir. Sühûdü, görememek sayar. Fârisî misra' tercemesi:

    Eger söylersem, sonu gelmez!

    Ey oglum ?rahmetullahi teâlâ aleyh"! Nübüvvetin kemâlâti, ya'nî yüksek dereceleri ve bunun vilâyetden üstün oldugu ve üç vilâyet, ya'nî, Vilâyet-i sugrâ ve Vilâyet-i kübrâ ve Vilâyet-i ulyâ arasindaki farklar ve herbir vilâyetin ayri ayri ma'rifetleri ve herbirine uygun olan yerler anlatilirken, söz çok uzadi. Çok seyler ve tekrâr tekrâr yazildi. Böylece, bu pek sasirtici, yadirgayici bilgilerin anlasilmasi kolaylasdirilmis oldu. Okuyucular, inanmamak tehlükesinden kurtarildi. Bu bilgiler, kesf yolu ile ve zarûrî anlasilan seylerdir. Fikr yorarak ve teori kurarak elde edilmis degildirler. Yapilan açiklamalar, câhillerin kolay anliyabilmeleri içindir. Belki de ilm adamlarinin, zekî kimselerin kavriyabilmelerini kolaylasdirmak içindir.

    Allahü teâlânin bu fakîre ?rahmetullahi teâlâ aleyh" bildirmis oldugu tesavvuf yolu, iste anlasilmis oldu. Basindan sonuna kadar bildirildi. Bu yolun ana caddesi Siddîkiyye yoludur. Bu yolda, nihâyet, bidâyetde yerlesdirilmisdir. Bu caddede konak yerleri yapilmisdir. Bu cadde olmasaydi, o kadar ileri gidilemezdi. Elimize geçen bu lezîz meyvenin tohumu, Buhârâ ve Semerkanddan getirildi. Hindistân topragina ekildi. Bu toprak, Medîne ve Mekke bagçelerinden alinmisdir. Senelerce, fadl suyu ile sulandi. Ihsân ile terbiye olundu. Böylece yetiserek, bu ilm ve ma'rifet meyveleri hâsil oldu. Bize bu dogru yolu ihsân eden, Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ, bizi dogru yola kavusdurmasaydi, kendimiz bulamazdik. Rabbimizin Peygamberleri dogru sözlü olarak gelmislerdir.

    Bu yüksek yola sülûk etmek, girip ilerlemek, yol gösteren Rehberi ?kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz" sevmege baglidir. O, (Seyr-i murâdî) ile, ya'nî çekilerek, bu yoldan geçirilmisdir. Kuvvetle çekilerek, bu kemâlâta kavusdurulmusdur. Onun bakislari, kalb hastaliklarina sifâdir. Onun teveccühü, ya'nî sevgisine kavusmak, ma'nevî hastaliklari giderir. Böyle kemâl sâhibi bir zât, zemâninin imâmidir. Asrinin halîfesidir. Kutblar ve büdelâ onun bulundugu makâmin zillerine kavusmak için cân verirler. Evtâd ve nücebâ, onun kemâlâti denizinden bir damlasi ile doyarlar. Onun hidâyetinin ve irsâdinin nûru, günes isiklari gibi, o istese de, istemese de, herkese gelmekdedir. Fekat, istediklerine dahâ çok gönderir. Fekat, onun istemesi de, kendi elinde degildir. Çok olur ki, birseyi yapmak isteginde bulunur. Fekat, içinden o istek gelmez. Onun nûru ile aydinlanarak, dogru yolu bulanlarin ve onun istemesi ile yükselenlerin, bu kazançlarini bilmeleri lâzim gelmez. Çok olur ki, uyduklari seyhin kemâlâtina kavusduklari ve herkese yol gösterdikleri zemân bile, kendi hidâyet ve rüsdlerini de, oldugu gibi anliyamazlar. Çünki, herkese ilm vermezler ve makâmlari birer birer geçmenin ma'rifetini herkese ihsân etmezler. Evet, kavusduran yollardan birinin önderligi kendisine verilmis olan bir zâtin ilm sâhibi olmasi, elbette lâzimdir. Bunun, yolun inceliklerini bilmesi sartdir. Bu bildigi için, yolcularin da bilmesine lüzûm görülmemisdir. Onlar, bunun önderligi ile kemâle kavusurlar ve baskalarinin kavusmalarina da yardim ederler. Fenâ ve Bekâ ile sereflendirirler. Fârisî misra' tercemesi:

    Herkesin isini bitirmek için, birini seçer.

    Bu yolda yetismek ve baskalarini yetisdirmek aks ile, uzakdan te'sîr ederek olur. Tâlib, yol gösteren Rehberine ?kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz" karsi kalbindeki muhabbet bagi ile, her ân onun gibi olmakdadir. Ondan aks eden, yayilan nûrlar ile temizlenir. Bunlari anlamasina lüzûm yokdur. Nûrlari saçan da, alan da bilmez. Günes isinlari karsisinda, her ân olgunlasan, tatlilasan karpuzun, bu degisikligini bilmesine ne lüzûm vardir? Günes de, karpuzu olgunlasdirdigini bilmez. Evet, baska yollarda çabalayarak ilerliyenlerin, bunu bilmesi lâzimdir. Eshâb-i kirâmin yolu olan bizim yolumuzda, ilerlemegi ve çekip götürmegi bilmek hiç lâzim degildir. Bununla berâber, bu yolun sürücüsü gibi olan önderi, derin ilm ve çok ma'rifet sâhibidir. Bunun içindir ki, bu yüksek yolda, diriler ve ölüler, büyükler ve çocuklar, gençler ve ihtiyârlar, kavusmakda müsâvîdirler. Hepsi, sevgi baglari ile veyâ o ni'met sâhibinin kalbi ile çekmesi ile, isteklerinin sonuna varirlar. Bu, Allahü teâlânin öyle bir ihsânidir ki, diledigine verir. Allahü teâlâ, çok büyük ihsân sâhibidir.

    Sona varmis olanin bilgisi olmaz ise de, hârikalar, kerâmetler gösterir. Çok olur ki bunlarin hâsil olmasi, kendi istegi ile degildir. Çogundan haberi bile olmaz. Herkes, Onun ?rahmetullahi teâlâ aleyh" kerâmetlerini görür. Onun ise haberi yokdur. Sona ermis olanda ilm yokdur demek, hiçbir hâlini bilmez demek degildir. Her birini ayri ayri inceden inceye bilmez demekdir. Bunu yukarida kisaca bildirmisdik. Onun hidâyet nûru, mürîdlerine vâsitasiz olarak veyâ bir, yâhud birkaç vâsita ile, onun yoluna bagli kaldiklari müddetçe akar. Onun yolunu degisdirerek, bozarak kirletirlerse [ve reformlar, bid'atler yaparak yikmaga baslarlarsa], feyz kesilir. Ra'd sûresinin onikinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bir millet, kendi islerini bozmazsa, Allahü teâlâ da, onlara olan ni'metlerini degisdirmez!) buyuruldu. Ne kadar çok sasilir ki, tarîkatcilar yapdiklari degisiklikleri, reformlari, bu yolu düzeltmek, olgunlasdirmak saniyorlar. Noksânlarini temâmliyoruz diyorlar. Bilmiyorlar ki, temâmlamak ve olgunlasdirmak, her câhilin yapacagi is degildir. Birsey eklemek, her ahmaga yakisacak sey degildir. Fârisî beyt tercemesi:

    Kildan ince ma'nâlar var, kulagini eyle yakin!
    her kürsîde nutk çekeni, birsey bilir sanma sakin!

    Sünnetlerin nûrunu, bid'atlerin zulmetleri ile örtdüler. Resûlullahin milletinin parlakligini ?alâ masdarihessalâtü vesselâmü vettehiyye" yeni yeni islerin kirleri ile söndürdüler. Dahâ da çok sasilir ki, birçoklari, bu yenilikleri, bu reformlari, güzel görüyorlar. Bid'atlere (Hasene) adini takiyorlar. Bu bid'atlerle, dîni yükseltiyoruz, islâmiyyetin noksânlarini temâmliyoruz diyorlar. Herkesin bu bid'atleri yapmasini körüklüyorlar. Allahü teâlâ bunlari dogru yola getirsin! Bilmiyorlar ki, din bu bid'atlerden önce kâmil olmusdu. Allahü teâlânin ni'meti temâm olmusdu. Allahü teâlâ, bu dinden râzi olmusdu. Mâide sûresinin üçüncü [3] âyetinde meâlen, (Bugün dîninizi sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan ni'metimi temâmladim ve size din olarak islâmiyyeti vermekle râzi oldum) buyuruldu. Dînin olgunlasmasini, bu bid'atlerden, bu reformlardan beklemek, bu âyet-i kerîmeye inanmamak olur. Fârisî beyt tercemesi:

    Az söyledim, dikkat etdim kalbini kirmamaga,
    bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çokdur sana!

    Ictihâd derecesinde olan yüksek âlimler, dînin hükmlerini açiga çikarmislardir. Dinden olmiyan seyleri meydâna çikarmis degillerdir. Görülüyor ki, ictihâd yolu ile bildirilen hükmler, sonradan meydâna çikarilmamislardir. Dinden olan, dînin temeli olan seylerdir. Çünki, din bilgilerinin temelleri dörtdür. Dördüncüsü, kiyâs ya'nî ictihâddir.

    Ey oglum! Kutb-i irsâdin feyz vermesi ve ondan feyz almakla ilgili ma'rifetler, (Mebde' ve Me'âd) risâlesinde, (Ifâde ve istifâde) bâbinda yazilmisdi. Sirasi gelmis iken, fâideli olan bu ma'rifeti de, buraya yaziyorum. Orada yazili olan ile karsilasdiriniz! Kutb-i irsâd, kemâlât-i ferdiyyeye de mâlikdir. Çokaz bulunur. Asrlardan, çok uzun zemân sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmis olan âlem, onun gelmesi ile aydinlanir. Onun irsâdinin ve hidâyetinin nûrlari, bütün dünyâya yayilir. Yer küresinin ortasindan tâ Arsa kadar, herkese rüsd, hidâyet, îmân ve ma'rifet Onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alir. Arada o olmadan, kimse bu ni'mete kavusamaz. Onun hidâyetinin nûrlari, bir okyânûs gibi, [çok kuvvetli radyo dalgalari gibi] bütün dünyâyi sarmisdir. O deryâ, sanki buz tutmusdur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zâti taniyan ve seven bir kimse, onu düsünürse, yâhud o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açilir. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsina göre, o deryâdan kalbi feyz alir. Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyi zikr ederse ve bu zâti hiç düsünmezse, meselâ onu tanimazsa, yine ondan feyz alir. Fekat, birinci feyz dahâ fazla olur. Bir kimse, o büyük zâti inkâr eder, begenmezse, yâhud o büyük zât, bu kimseye incinmis ise, bu kimse, Allahü teâlâyi zikr etse bile, rüsd ve hidâyete kavusamaz. Ona inanmamasi veyâ onu incitmis olmasi, feyz yolunu kapatir. Ozât ?kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz" bu kimsenin zararini istemese bile, hidâyete kavusamaz. Rüsd ve hidâyet, var görünür ise de yokdur. Fâidesi çok azdir. O zâta inanan ve sevenler, onu düsünmeseler de ve Allahü teâlâyi zikr etmeseler de, yalniz sevdikleri için, rüsd ve hidâyet nûruna kavusurlar. Mektûb burada temâm oldu. Fârisî beyt tercemesi:

    Susdum artik, zekîlere bu yeter,
    çok bagirdim, dinleyen varsa eger.

    Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! O, rahmândir ve rahîmdir. Onun resûlü Muhammed aleyhisselâma ve Âline ve Eshâbina sonsuz salât ve selâm olsun!

  7. #267
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 261. Mektup

    Bu mektûb, seyyid mîr Muhammed Nu'mân ?kuddise sirruh" hazretlerine yazilmisdir. Nemâzin kiymetini ve nemâza mahsûs kemâlâti bildirmekdedir:

    Allahü teâlâya hamd ederim. Onun sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma, salât-ü selâm eder ve sizlere düâ eylerim. Sevgili kardesim! Allahü teâlâ seni hakîkî rütbelere yükseltsin! Bilmelisin ki, nemâz, islâmin bes sartindan, dînin bes esâsindan ikincisidir. Bütün ibâdetleri kendisinde toplamisdir. Islâmin besde bir parçasi ise de, bu toplayiciligindan dolayi, yalniz basina, müslimânlik demek olmusdur. Insani Allahü teâlânin sevgisine kavusduracak islerin birincisi olmusdur. Âlemlerin efendisi ve Peygamberlerin ?aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâm" en üstünü olana mi'râc gecesi, Cennetde nasîb olan rü'yet serefi, dünyâya indikden sonra, dünyânin hâline uygun olarak kendisine yalniz nemâzda müyesser olmusdur. Bunun içindir ki, (Nemâz mü'minlerin mi'râcidir) buyurmusdur. Bir hadîs-i serîfde, (Insanin Allahü teâlâya en yakin olmasi nemâzdadir) buyurmusdur. Onun yolunda, tâm izinde giden büyüklere, o rü'yet devletinden, bu dünyâda büyük pay, nemâzda olmakdadir. Evet, bu dünyâda Allahü teâlâyi görmek mümkin degildir. Dünyâ buna elverisli degildir. Fekat, Ona tâbi' olan büyüklere, nemâz kilarken rü'yetden birseyler nasîb olmakdadir. Nemâz kilmagi emr buyurmasaydi, maksadin, gâyenin güzel yüzünden perdeyi kim kaldirirdi? Âsiklar, ma'sûku nasil bulurdu? Nemâz, üzüntülü rûhlara lezzet vericidir. Nemâz, hastalarin, râhat vericisidir. Rûhun gidâsi nemâzdir. Kalbin sifâsi nemâzdir. (Ey Bilâl, beni ferâhlandir!) [diye ezân okumasini emr buyuran] hadîs-i serîf, bunu göstermekde, (Nemâz, kalbimin nes'esi, gözümün bebegidir) hadîs-i serîfi, bu arzûya isâret etmekdedir. Zevkler, vecdler, bilgiler, ma'rifetler ve makâmlar, nûrlar ve renkler, kalbdeki telvînler ve temkînler, anlasilan ve anlasilamiyan tecellîler, sifatli ve sifatsiz zuhûrlardan hangisi, nemâz disinda hâsil olursa ve nemâzin hakîkatinden birsey anlasilamazsa, bu hâsil olanlar, hep zilden, aksden ve sûretden meydâna gelmisdir. Belki de, vehm ve hayâlden baska birsey degildir. Nemâzin hakîkatini anlamis olan bir kâmil, nemâza durunca, sanki, bu dünyâdan çikip âhiret hayâtina girer ve âhirete mahsûs olan ni'metlerden birseylere kavusur. Araya aks, hayâl karismaksizin, asldan haz ve pay alir. Çünki, dünyâdaki bütün kemâlât, ni'metler zilden, sûret ve görünüsden hâsil olmakdadir. Zil, görünüs arada olmadan, dogruca asldan hâsil olmak, âhirete mahsûsdur. Dünyâda asldan alabilmek için, mi'râc lâzimdir. Bu mi'râc, mü'minin nemâzidir. Bu ni'met, yalniz bu ümmete mahsûsdur. Peygamberlerine tâbi' olmak sâyesinde, buna kavusurlar. Çünki, bunlarin Peygamberi ?sallallahü aleyhi ve sellem" mi'râc gecesi [Receb-i serîfin yirmiyedinci kandil gecesi] dünyâdan çikip âhirete gitdi. Cennete girdi ve rü'yet devleti ile sereflendi. Yâ Rabbî! Sen o büyük Peygambere ?sallallahü aleyhi ve sellem" bizim tarafimizdan, Onun büyüklügüne yakisan iyilikleri ihsân eyle! Bütün Peygamberlere de ?alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" hayrlar, iyilikler ver ki, onlar insanlari, seni tanimaga ve rizâna kavusmaga çagirmis ve begendigin yolu göstermislerdir. Tesavvuf yolunda bulunanlarin birçogu kendilerine nemâzin hakîkati bildirilmedigi ve ona mahsûs kemâlât tanitilmadigi için, derdlerinin ilâcini baska seylerde aradi. Maksadlarina kavusmak için, baska seylere sarildi. Hattâ bunlardan ba'zisi, nemâzi bu yolun disinda, maksadla ilgisiz sandi. Orucu nemâzdan üstün bildi. (Fütûhât) kitâbinin sâhibi [Muhyiddîn-i Arabî ?kuddise sirruh"] dedi ki: (Oruc, yiyip içmegi birakmak oldugu için, Allahü teâlânin sifatlari ile sifatlanmak, Ona yaklasmakdir. Nemâz ise, baskalasmak, uzaklasmak, ibâdet edici ve ibâdet edilen ayriligini kurmakdir). Bu söz de, görüldügü gibi, Tevhîd-i vücûdî mes'elesinden dogmakdadir. Bu mes'ele ise, ask-i ilâhî serhoslugunun bir tezâhürüdür. Nemâzin hakîkatini anliyamiyanlardan birçogu da, izdirâblarini teskîn ve rûhlarini ferâhlandirmagi, simâ' ve nagmede, ya'nî mûsikîde, vecde gelmekde, kendinden geçmekde aradi. Maksadi, ma'sûku, mûsikî perdelerinin arkasinda sandi. Bunun için raksa, dansa sarildilar. Hâlbuki, (Allahü teâlâ harâmda sifâ te'sîri yaratmamisdir) hadîs-i serîfini isitmislerdi. Evet, bogulmak üzere olan bir acemî yüzücü, her ota da sarilir. Birseyin aski, âsiki sagir eder ve kör eder. Bunlara eger nemâzin kemâlâtindan birsey tatdirilmis olsaydi, simâ' ve nagmeyi agizlarina almaz, vecde gelmegi hâtirlarina bile getirmezlerdi. Fârisî misra' tercemesi:

    Dogru yolu göremeyince, çöle sapdilar.

    Ey kardesim! Nemâz ile mûsikî arasinda ne kadar uzaklik varsa, nemâzdan hâsil olan kemâlât ile mûsikîden hâsil olan teessür de, birbirinden o kadar uzakdir. Akli olan, bu kadar isâretden çok sey anlar! Bu, öyle bir üstünlükdür ki, Peygamberimizden ?sallallahü aleyhi ve sellem" bin sene sonra meydâna çikiyor. Öyle bir sondur ki, bastarafa benzemekdedir. Peygamberimiz ?sallallahü aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât" belki de bunun için, (Baslangici mi dahâ iyidir, yoksa sonu mu?) buyurdu da, (Baslangici mi dahâ iyidir, yoksa ortasi mi?) buyurmadi. Demek ki, sonra gelenlerin öndekilere dahâ çok benzedigini görerek, sübhelendi de, böyle buyurdu. Diger bir hadîs-i serîfde: (Bu ümmetin en fâidelileri, önce ve sonunda gelenlerdir. Ikisinin arasi bulanikdir) buyurdu. Evet, bu ümmetin sonunculari arasinda, basdakilere çok benziyenler olacakdir. Fekat, adedleri azdir. Hattâ pekazdir. Ortadakilerde o kadar benzeyis yok ise de, mikdârlari çokdur. Hem de pekçokdur. Fekat, sondakilerin az olusu kiymetlerini dahâ da artdirmis, öndekilere dahâ yaklasdirmisdir. Peygamberimiz ?aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât" buyurdu ki, (Islâm dîni garîb basladi. Sonu da böyle garîb olacakdir. Bu garîblere müjdeler olsun!). Bu ümmetin sonu, Peygamberimizin ?sallallahü aleyhi ve sellem" vefâtindan bin sene sonra, ya'nî ikinci bin ile [ya'nî binonbir (1011) hicrî senesinde] baslamisdir. Çünki bin sene geçmesi ile, insanlarda büyük degisiklik ve esyâda kuvvetli tebeddül olur. Allahü teâlâ, bu dîni kiyâmete kadar degisdirmiyecegi, [din düsmanlarinin çalismalarina ragmen, bozulmakdan koruyacagi] için, ilk zemânda gelenlerin tâzelikleri, kuvvetleri sondakilerde de görülmekde ve böylece ikinci bin basinda islâmiyyetini kuvvetlendirmekdedir. Bu sözümüzü isbât etmek için, kuvvetli sâhid olarak, Îsâ ?alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm" ile hazret-i Mehdîyi ?rahmetullahi teâlâ aleyh" gösteririz. Fârisî beyt tercemesi:

    Rûhul kudsün feyzine eger kavusursan,
    Mesîhin yapdiklari senden de meydâna gelir.

    Ey kardesim! Bugün bu sözler, çok kimselere agir gelir. Akllarina uygun gelmez. Fekat bilgileri, ma'rifetleri insâf ile ölçerlerse ve islâmiyyetle karsilasdirirlarsa, islâmiyyete hangisinin dahâ çok ta'zîm ve hurmet etdigini görüp kabûl ederler.

    Bu fakîr ?kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz", bütün kitâblarimda ve mektûblarimda tarîkatin ve hakîkatin, islâmiyyete hizmet etdiklerini ve Peygamberligin evliyâlikdan yüksek oldugunu, bir Peygamberin vilâyetinin bile, kendi nübüvvetinden asagi oldugunu yazdim. Vilâyet derecelerinin, Peygamberlik kemâlâti yaninda hiç oldugunu, büyük bir denize nazaran, bir damla kadar bile edemiyecegini ve bunun gibi dahâ birçok seyler bildirdim. Hele ogluma gönderdigim mektûbda, [Muhammed Sâdika yazdiklari bundan önceki ikiyüzaltmisinci (260) mektûbdur] tesavvufu nasil anlatdigimi görürlerse, insâfa gelirler. Bunlari söylemekden maksadim, cenâb-i Hakkin ni'metini göstermek ve gençleri tesvîk içindir. Yoksa hâsâ ki, kendimi baskalarindan üstün göstermek için degildir. Kendini frenk kâfirlerinden dahâ üstün bilen bir kimsenin Allahü teâlâyi tanimasi harâmdir. Yâ, din büyüklerinden üstün görenin hâli ne olur? Fârisî beytler tercemesi:

    Beni sultân tutup kaldirsa toprakdan,
    Yakisir basimi yüksek görsem göklerden.

    Ben o topragim ki, nisân bulutu,
    Aciyip üzerime serper bereketli yagmuru.

    Yüzlerle dile mâlik olsa, eger vücûdüm,
    Lutfünün sükrünü, nasil yapabilirim?

    Bu mektûbu okuyunca, içinizde nemâzin hakîkatini ögrenmek ve ona mahsûs kemâlâtdan birkaçina kavusmak arzûsu uyanir ve bu arzû, sizi râhatsiz edecek kadar çogalirsa, istihâreler yapdikdan sonra, bu tarafa gelip ömrünüzün bir parçasini da nemâzi ögrenmek için harc ediniz! Insanlara dogru yolu, se'âdet-i ebediyye caddesini gösteren ancak Allahü teâlâdir. Dogru yolda yürüyenlere ve Muhammed Mustafâya ?aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât" tâbi' olmakla sereflenen bahtiyârlara, Allahü teâlâ selâmet versin!

  8. #268
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 262. Mektup

    Bu mektûb, mevlânâ Muhib Alîye yazilmisdir. Bu yolun bagliyan bagi, muhabbet oldugu bildirilmekdedir:

    Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdigi insanlara selâm olsun! Lutf edip yazmis oldugunuz mektûb gelerek, bizleri sevindirdi. Çok sevdiginizi ve ihlâsinizi bildirdigi için râhatlik verdi. Eski günleri anlatiyorsunuz. Yavrum! Islâmiyyete uygun hâllerden hangisi üzerinde olursaniz olunuz, hiç sikilmayiniz. Ancak, bu sevgi baginin da kopmamasi lâzimdir. Hattâ muhabbet, hergün artmalidir. Bu ates sönmemeli, sogumamalidir. Her ân alevlenmelidir. Çünki bizleri bagliyan bag, (Muhabbet)dir. Bu yolun feyzi, (In'ikâs) ile, kalbden kalbe akarak ulasir. Bu akisda, yakinlik uzaklik farki yokdur. Ancak, feyzin hizli veyâ yavas olmasina ve bu yolun inceliklerini ögrenmege te'sîr eder. Bu noktayi, kiymetli ogluma, tarîkati anlatan uzun mektûbun [260. ci mektûbun] sonunda açiklamisdim. Oradan isteyiniz. O mektûbun bir sûretini, kardesim seyyid mîr Muhammed Nu'mânin arkadaslari da götürdü. Onlardan da isteyiniz! Dahâ uzatmiyorum. Vesselâm. [Evliyânin kalbleri ayna gibidir. Aynaya gelen isiklar, karsisinda bulunan cismler, sekller aynada görülür. Aynanin karsisinda bulunan ikinci bir aynada ve bunun karsisindaki üçüncü aynada da görünürler. Resûlullahin mubârek kalbinden yayilan feyzler, ma'rifet nûrlari da, bu kalbe bagli olan kalblere gelir. Kalbleri bagliyan bag, muhabbetdir. Eshâb-i kirâm, Resûlullahi çok sevdikleri için, bu nûrlara kavusdular. Sevgi ne kadar çok olursa, gelen feyz de çok olur. Sevmek, inanisi ve isleri ve ahlâki, onun gibi olmakdir. Eshâb-i kirâmin kalblerine gelen feyzler, sonraki asrdaki bunlari seven gençlerin kalblerine de geldi. Bunlarin da islâmiyyete uymalari kolay ve tatli oldu. Her biri birer Velî oldu. Uzak memleketde ve mezârda olan Velîden de feyzler yayilmakda, âsiklarinin kalblerine gelmekde, kalbleri nûrlanmakdadir. Resûlullahin mubârek kalbinden yayilan feyzler, her asrdaki âsiklarin kalblerinden yayilarak, zemânimizdaki Velîlerin kalblerine geliyor ve bunlarin kalblerinden kendilerini sevenlerin kalblerine ve bu arada bizlere de geliyor.]

  9. #269
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 263. Mektup

    Bu mektûb, meyân seyh Tâc için yazilmisdir. Kâ'be-i rabbânî hakkindadir ve nemâzin ba'zi üstünlükleri bildirilmekdedir:

    Allahü teâlâya hamd ve senâlar olsun. Onun seçdigi, begendigi iyi insanlara selâm olsun! Herkesi sevindiren tesrîfiniz haberi, bu âsiklarinizi, sevenlerinizi çok sevindirdi. Bunun için de, Allahü teâlâya hamdler ve sükrler olsun! Fârisî iki beyt tercemesi:

    Ey mâvi semâ! Insâf et de öyle söyle!
    Bu ikisinden hangisi, dahâ hosdur söyle:

    Isik saçan günesinin, çikisimi sarkdan,
    Cihân dolasan ayimin, dogusu mu Sâmdan?
    Buraya kadar zahmet etmegi arzû buyurdugunuza göre, bâri çabuk tesrîf ediniz ki, sevenlerinizin gözleri yoldadir. Beytullahdan yeni haberler dinlemek istiyoruz. Bu fakîre göre, insanlarin ve meleklerin seklleri, vücûdleri, Kâ'benin sekline, sûretine secde etdikleri gibi, bu sûretlerin hakîkatleri, asllari da, onun hakîkatine secde etmekdedir. Onun hakîkati bütün hakîkatlerin üstü ve ona bagli olan kemâlât, diger bütün hakîkatlere bagli kemâlâtin üstüdür. Bu hakîkat, sanki mahlûklarin hakîkatleri ile, ilâhî hakîkatler arasinda bir geçiddir. Ilâhî hakîkatler demek, onun azametinin, büyüklügünün dereceleri olup, orada sifat ve keyfiyyet yokdur. Ya'nî, nasil diye sorulamaz ve hiç zil ve sûret yokdur. Dünyâda olan terakkîler, yükselmeler ve zuhûrlar, görünüsler, mahlûklarin hakîkatlerinin sonuna kadardir. Ilâhî hakîkatlerden ?celle sultânühü" nasîb almak, ancak âhiretde olacakdir. Dünyâda bunlardan nasîb, ancak nemâzdadir ki, nemâz, mü'minin mi'râcidir. Ya'nî dünyâdan âhirete yükselten bir merdiven gibidir. Nemâzda sanki dünyâdan çikip, âhirete gidilir ve âhiretde kavusulacak olan seylerden haz, zevk alinir. Öyle zan ediyorum ki, nemâzda bu devletin hâsil olmasi, Kâ'beye dönüldügü içindir. Çünki orasi, ilâhî hakîkatlerin ?teâlâ ve tekaddeset" zuhûr etdigi yerdir. Görülüyor ki, Kâ'be, dünyâda sasilacak birseydir. Görünüsde dünyâdaki evlerden biridir. Hakîkatde ise, âhiretdendir. Kâ'be dolayisi ile nemâzda da, bu hâl hâsil olmus, sûreti de, hakîkati de, dünyâ ve âhireti kendinde toplamisdir. Muhakkak olarak anladim ki, nemâz kilarken hâsil olan hâller, nemâz disinda hâsil olan bütün hâllerin üstündedir. Çünki bu hâllerin hepsi, zil ve sûretden kurtulamamis, ne kadar yüksek ve kiymetli olsalar da, asldan nasîb alamamislardir. Nemâzdaki hâller ise, asldan nasîblidir. Zil ile asl ve birsey ile gölgesi arasinda ne kadar fark varsa, bu iki hâl arasinda da, o kadar fark vardir. Allahü teâlânin lutf ve ihsâni ile mü'minlere ölüm zemâninda hâsil olan hâl, nemâzdaki hâllerin üstüdür. Çünki ölüm, âhiret hâllerinin baslangicidir. Âhirete yakin olan hersey, dahâ temâm ve dahâ üstündür. Çünki dünyâda sûret görünüyor. Âhiret ise, hakîkatin zuhûr etdigi yerdir. Aradaki farki bundan anlamalidir. Bunun gibi, Allahü teâlânin ihsâni ile, mezârda hâsil olan hâller, ölüm zemâninda hâsil olan hâllerden üstündür. Kiyâmet gününün hâli de, kabr hâline göre böyledir. Çünki orada görülen, dahâ temâm ve dahâ kâmildir. Cennetde görülenler, kiyâmet günündekinden dahâ temâm ve dahâ kâmildir. Hâllerin en üstünü ise Peygamberimizin ?aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât" haber verdigi ya'nî, (Allahü teâlâ, ayrica bir Cennet yaratmisdir ki, burada Hûrîler ve köskler yokdur. Burada Allahü teâlâ, güler gibi tecellî eder, görünür) buyurdugu yerdir. Âhiretdeki hâller, dünyâdaki hâllerin, görünenlerin üstündedir. Bunlarin da en üstünü, hadîs-i serîfde bildirilen Cennetdir. Hattâ dünyâ aslin, hakîkatin zuhûr edecegi, görünecegi yer degildir. Dünyâya mahsûs olan, zillerin, benzerlerin görünmeleri, bu fakîre göre, dünyâ islerindendir ve hakîkatde, mahlûklara, mümkinlere âid seylerdir. Bunlardan bir kismina Sifât-i ilâhiyyenin tecellîsi, ba'zisina da, Zât-i ilâhînin tecellîsi gibi ismler vermislerse de, hepsi dünyâ seyleri, zil ve sûretler tecellîsi, görünüsüdür. Bu fakîre göre bu dünyâda olan hersey, sûret ve hayâldir. Burada matlûbun, maksûdun kokusunu bile duymuyorum. Dünyâ âhiretin tarlasidir ve tohum ekecek zemândir. Matlûbu burada aramak, bosuna ugrasmakdir. Ele birsey geçmez. Yâhud baska seyleri matlûb sanarak, insan rü'yâ ile, hayâl ile oyalanip kalir. Nitekim birçok kimse, bu hâle düsmüsdür. Dünyâda asldan haber veren yalniz nemâzdir. Matlûbun kokusu, yalniz nemâzda duyulur. Nemâzdan baska seylerde, bu koku yokdur.

  10. #270
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 264. Mektup

    Bu mektûb, mîr seyyid Bâkir-i Sârenpûrîye yazilmisdir. En sonda hayret ve cehâlete varmak lâzim oldugu, kesf ve kerâmetlere güvenilmemesi lâzim oldugu bildirilmekdedir:

    Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdigi kullarina selâmlar olsun! Asiri sevginizi ve kavusmak istediginizi bildiren kiymetli mektûbunuz gelerek bizleri çok sevindirdi. Isinize bakiniz! Ismleri ve sifatlari düsünmeksizin, Zât-i teâlânin ismini çok zikr ediniz! O makâmdan câhil ve anlamakdan saskin olunciya kadar, bu mubârek ismi zikr ediniz! Çünki zikr ederken, Allahü teâlânin ismleri ve sifatlari düsünülürse, çok olur ki, hâller hâsil olur. Mevâcidin zuhûr etmesine sebeb olur. Hâllerde ve mevâcidde yanlisliklar oldugu çok görülmüsdür. Burada, bâtilin hak ile karisdigi çok vâki' olmusdur. Bu günlerde, baska yerde bulunan seyhlerden biri, bu fakîre mektûb yazarak hâlini bildirdi. Dedi ki, Fenâ hâli beni öyle kapladi ki, her neye baksam, hiçbirsey göremem. Yere, göke baksam, hiç göremem. Arsi, Kürsîyi de bulamam. Kendimi düsünsem hiç bulamam. Birinin yanina gitsem, onu da bulamam. Allahü teâlâ sonsuzdur. Onun sonunu kimse bulamamisdir. Tesavvuf büyükleri ?rahmetullahi aleyhim", bu hâlimi kemâl olarak bildirmislerdi. Sen de, bunu kemâl biliyorsan, Allahü teâlâya kavusmak için senin yanina gelmekligime lüzûm yok. Eger sen, baska birseyi kemâl biliyorsan bana yaz!

    Fakîr, ona söyle cevâb yazdim: Bu hâller, kalbin degisiklikleridir. Kalb, bu yolun dahâ birinci basamagidir. Bu hâller bulunan kimse, kalbin dahâ dörtde birini geçmisdir. Kalbin geri kalan üç parçasini geçmesi lâzimdir. Bundan sonra, ikinci basamak olan rûha sira gelir. Bu mektûbdan bir zemân sonra, bu fakîrden tarîkat dersi alarak memleketine gitmis olan, sevdiklerimizden birisi, birgün yanimiza gelip, hâsil olan hâllerini anlatdi. Hâli, o mektûbu yazan seyhin hâline benziyordu. Hattâ bu, o makâmda, ondan birkaç adim dahâ ilerde idi. Bunun hâline teveccüh olundukda, onun bu Fenâsi, hava maddesinde idi. Hava, her boslukda bulundugu için, onun gördügü hep hava idi. Bunu, sonsuz olan Allahü teâlâ sanmisdi. Allahü teâlâ, böyle seylerden münezzehdir. Onu ikinci olarak çagirarak hâlini arasdirdigimda, havadan baska hiçbir seye tutulmus olmadigini iyi anladim. Böyle oldugunu kendine de bildirdim. O da, vicdânina danisdiginda, havadan baska hiçbir kazanci olmadigini kendisi de anladi. O hâllerinden tevbe ve istigfâr eyledi. Ilerlemege çalisdi.

    Kalb, Âlem-i halk ile Âlem-i ervâh arasinda bir vâsitadir. Bu her iki âleme de benziyen taraflari vardir. Sanki kalbin yarisi Âlem-i halkdan, yarisi da Âlem-i ervâhdan gibidir. Âlem-i halkdan olan yarisinin da yarisi hava olur. Buna göre kalbin dörtde biri hava olur. Bu son bildirdigimiz de, birinci cevâba uygun olmakdadir. Bundan fazla yazacak zemân olmadi. Size ve dogru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânin izinde gidenlere selâm olsun! [(Âlem-i halk) madde âlemi demekdir. Çünki halk, ölçmek ma'nâsina da kullanilir].

Sayfa 27/34 İlkİlk ... 2526272829 ... SonSon

Benzer Konular

  1. Ramazan ayının üstünlükleri imam rabbani
    By ArzuNur in forum Mübarek Gün Ve Geceler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 28.09.08, 22:42
  2. İmâm-ı Rabbâni Hazretleri'nden bir nasihat...
    By ArzuNur in forum Nasihatlar
    Cevaplar: 4
    Son Mesaj: 16.07.08, 21:58
  3. İmam-ı Rabbani
    By Kartal__13 in forum İslami Şiirler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.06.08, 23:34
  4. İmÂm-i RabbÂnÎ
    By İslam-Gülü in forum İslam Büyüklerimiz ve Alimlerimiz..
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 10.06.08, 15:14

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •