Sayfa 1/6 123 ... SonSon
51 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: Bediüzzaman Sempozyumu 1998

    Share
  1. #1
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Bediüzzaman Sempozyumu 1998

    AÇILIŞ KONUŞMASI

    Prof. Seyyid Muhammed Nakîb El-Attas 1

    Saygıdeğer bilim adamları, değerli misafirler, hanımefendiler ve beyefendiler,

    Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuhu

    Uluslararası Bediüzzaman Said Nursî Sempozyumunun açılışı için bu sunuş tebliğini arzetmeye davet edilmiş olmamı, şahsım için büyük bir şeref ve hususî bir imtiyaz olarak telâkki ediyorum. Medeniyetimizin, yirminci yüzyıl boyunca yürüttüğümüz mücadelelerimize şâhitlik etmiş olan bu son mevkiinde bu hayırlı vesileyle sizlere hitap etmek üzere bana böyle nazik bir davette bulundukları için, bu sempozyumu düzenleyenlere teşekkürlerimi sunmak, memnuniyetle yerine getirmem gereken bir vazifedir.

    Bununla birlikte, hemencecik itiraf etmem gerekir ki, bu büyük ve muhterem âlimden haberdar olduğum halde, kendisiyle entellektüel bir düzlemde tanışma ve yapmamı haklı olarak beklediğiniz gibi, konuşmamda öncelikle bu büyük âlimin tefekkürü üzerinde yoğunlaşmak üzere, onun fikirlerini dikkatle inceleme imkânını hiçbir zaman bulabilmiş değilim. Size sunacağım şey, zihinlere doğru bilginin, marifetin yerleştirileceği bir eğitim sistemi sayesinde Müslümanlar arasında anlayış ve birliğe ulaşma yönünde onun sarfettiği dur-durak bilmez gayretin takdiriyle birlikte, kendi entellektüel çabam içinde, belirli olaylar vesilesiyle onu tanıyabildiğim kadarıyla, bu muhterem âlimin tefekkürü ve vizyonuyla son derece mânidâr bir biçimde örtüştüğünü gördüğüm fikirlerin bir hülâsasıdır.

    Bilginin ve bilimlerin kavranış tarzı ve kavramsallaştırılması, kezâ metod ve teorilerin uyarlanması, her bir medeniyette, bu medeniyetin dünya görüşünü teşkil eden özgün metafiziksel sistem çerçevesinde formüle edilir. Her bir metafiziksel sistem ve dolayısıyla onun yansıttığı dünya görüşü, başka hiçbir medeniyetin metafiziksel sistemi ve dünya görüşü ile aynı değildir; medeniyetler, nihaî olarak doğru ve gerçek diye mütâlâa olunan şeyin yorumuna dair farklılıklar muvâcehesinde ayrışırlar. Şayet bir medeniyetten kök salan bilgi ve bilimler vahyedilmiş hakikatın beyanlarına ve genel hükümlerine bağlanmazlar ise, o zaman doğru olarak mütâlâa edilen şey her zaman için hakikaten doğru olmayabilir, kezâ gerçek olarak mütâlâa olunan şey hakikaten gerçek olmayabilir; ve dolayısıyla, böylesi bir yorumun, dünya görüşündeki ve bu dünya görüşünün yansıttığı metafiziksel sistemdeki değişimleri de içine alan ‘paradigma kaymaları’ denilen şeye ihtiyaç gösteren sürekli bir tashih edici revizyona tâbi tutulması gerekir. Bizler, gerçeklik ve hakikatin ve onlardan türetilen değerlerin ayrı şeyler oldukları; ve bunların anlamlarını eşit derecede geçerliliğe sahip olan izafîlik ve çoğulluk (relativity and plurality) paradigmaları içerisinde dile getirdikleri tezini savunanlarla aynı fikirde değiliz.

    Biz, bilginin tamamen insan aklının malı olmadığını düşünüyoruz. Kezâ, bu bilgiden türetilen bilimlerin, sadece ve sadece, insanoğlunun işin içine değer yargısını sokmayan bir objektifliğe mâlik olduğunu ileri süren ve başka hiçbir şeyin yardımına başvurmamış aklî ve hissî bir tecrübesinin ürünleri olmadıkları; bilakis, bilginin ve bilimlerin, vahyedilmiş hakikatin beyanları ile genel hükümlerinin yol göstericiliğine ve onların teyidine muhtaç oldukları düşüncesindeyiz. Bu görüşü savunduğumuza göre, İslâm metafiziğinin ve ondan türetilen dünya görüşünün kalıcı bir biçimde müesses temel unsurlarını tam bir berraklıkla kavramak, aramızdaki, kendilerini öğretim ve eğitime vakfetmiş âlimler ve tahsillilerin boyunlarının borcudur. Bu, böyledir; zirâ metafizik, İslâm’ın entellektüel ve dinî geleneğinde aksettirildiği üzere, yalnızca akıl ve tecrübeye dayalı değildir, gerçekliğin ve hakikatın tabiatı noktasında vahyin te'yidi ve tasdiki dahilinde bizatihî vahyedilmiş dinin de devreye sokulması esasına dayalıdır.

    İslâm, bilginin dinî, beşerî ve bilimsel alanları diye bir ayrıma gidilip bunların birbirinden soyutlanmasını asla hoşgörmemiştir; zaten, böyle birşey, İslâm’ın dünya görüşüyle tutarsız olurdu. Gelin görün ki, bilim adamlarımızın pek çoğu, bu dünya görüşü dahilinde temellendirildiği üzere, bilginin birliğini kabul etmiyorlar artık. Bilginin yalnız zihne mahsus kılınmaya başlanmasından beri bilginin birliğini tanıma ve kabul etme noktasında sergilenen bu kabiliyetsizlik, zihinlerin birliğinin olmayışından dolayıdır. Şimdi kısaca tekrarlayacağım, çok temel olduğu halde yine de gözden kaçırılmış ‘entellektüel birlik’ yahut ‘zihinsel birlik’ kavramını; 1985’te düzenlenen bir konferansta, tevâfuka bakın ki, yine burada, İstanbul’da izah etmiştim. Bilginin üç dalının imtizacı ve bütünleştirilmesi hususunda, Nursî rahmetullahi aleyh, Müslüman aklı tâciz eden epistemolojik problemlere doğrudan temas etmese de, bunun kavramsal çerçevesinin farkındaydı. Kendisinin, içinde “İslâm’ın üç büyük geleneğinin; tasavvuf, kelâm ve fünûnun kavramsal birliği”nin idrak edilmesinin gerektiği bir üniversite kurulması önerisi, bunun bir delilidir. 2

    İslâm’ın, görünen âlem kadar, bir bütün olarak hayatın perspektifini içine alan gaybî âlemlere dair bir metafizik araştırma hükmündeki gerçeklik ve hakikat vizyonu, salt değişik kültürel nesnelerin, değerlerin ve olguların sun’î bir insicam içerisinde biraraya toplanmasıyla teşkil edilmiş bir dünya görüşü değildir. 3 O, felsefî spekülasyon ve bilimsel keşfin, şartların değişmesi karşısında değişen paradigmalarla uyum halinde müstakbel değişim ve başkalaşımlar geçirmek üzere belirsiz ve açık uçlu bırakma zarûreti duyulan tarihsel ve ilerlemeci bir felsefî spekülasyon ve bilimsel keşif süreci sayesinde tedricen oluşturduğu türde bir dünya görüşü de değildir. O, çağlar boyu tekrarlanagelmiş diyalektik bir dönüşüm sürecine maruz kalan; tezden antiteze, sonra senteze ulaşan; ve önceki her bir aşamanın unsurlarının bu süreç içinde yer alan bir sonraki aşama içerisinde asimile edilmiş olduğu; nitekim asıl itibarıyla tanrı-merkezli olan, sonra yavaş yavaş tanrı-ve-dünya-merkezli hale gelen ve şimdi dünya-merkezli olan ve muhtemelen diyalektik süreç dahilinde yeni bir tez teşkil etmek üzere tekrar değişim geçirmeye başlayan bir düşünce sistemine dayalı bir dünya görüşü de değildir. Böyle bir dünya görüşü, batının kültürel, dinî ve entellektüel geleneğinin tarihinde ortaya çıkmış bulunduğu ve ortaya çıkmaya devam ettiği veçhile, dünya görüşü ve değer sistemlerinin farklı yorumlarını savunan hususî ve birbirine muhalif düşünce sistemlerinden birinin veya öbürünün daha etkili ve baskın durumda olmasıyla karakterize edilen ideolojik çağlarla uyum halinde değişir.

    Oysa, İslâm’ın kültürel, dinî ve entellektüel geleneğinin tarihinde; materyalizm veya idealizme dayalı bir düşünce sisteminin baskın hale gelmesiyle karakterize edilen ve rasyonalizm, realizm, nominalizm, pragmatizm, pozitivizm, mantıksal pozitivizm, kritisizm gibi asırlar arasında salınıp duran ve içinde bulunduğumuz zamana gelinceye kadar birinden sonra bir başkası ortaya çıkan birbirini izleyen metodolojik yaklaşımlar ve konumlar ile desteklenen hususî çağlar olmamıştır. İslâmî düşüncenin temsilcileri-ilâhiyatçılar, feylesoflar, metafizikçiler-beraberce ve münferiden, hususî herhangi bir metodu kesin biçimde baskın kılmaksızın, kendi tahkikatlarında, kendi hakikat arayışlarında değişik metodları uygulamışlardır. Araştırmalarında ve aynı zamanda şahıslarında; ampirik olan ile rasyonel olanı, tümdengelimsel metodlar ile tümevarımsal metodları kaynaştırmış ve subjektif (öznel, enfüsî) 4 ile objektif (nesnel, âfâkî) arasında hiçbir karşıt bölünmeyi onaylamamış; bilakis, hepsi de, benim bilgiye dair tevhid metodu adını verdiğim şeye etkide ve katkıda bulunmuştur. İslâm’da ‘klasik,’ sonra ‘orta çağ,’ sonra ‘modern’ diye ve şimdi de, söylendiğine göre tekrar ‘post-modern’e kayma şeklinde karakterize edilebilen tarihsel dönemler olmadığı gibi; orta ve modern çağ arasında bir ‘rönesans’ ve ‘aydınlanma’ olarak tecrübe edilen kritik olaylar da olmamıştır.

    Düşünce sistemlerindeki, dünya görüşü ve değer sisteminin temel unsurlarındaki değişimleri kapsayan kaymaları destekleyenler, bütün kültür biçimlerinin böylesi kaymaları tecrübe etmesi gerektiğini söyleyebilirler; ama diğer taraftan, böyleleri değişen şartlarla etkileşim sürecinde kendilerini bitkin hale düşürür ve bir şey ortaya koyamayan (yaratıcı olmayan), sersemlemiş bir duruma gelirler. Maamafih, onların tezi ancak düşünce ve değer sistemleri birbiri ardınca gelen zaman dilimlerinden yardım gören kültürel ve felsefî unsurlardan türetilmiş bulunan medeniyetlerin tecrübe ve bilinci noktasında geçerlidir. İslâm ise bir kültür biçimi değildir ve İslâm’ın gerçeklik ve hakikat vizyonunu yansıtan İslâmî düşünce sistemi ve bundan türetilen değer sistemi, salt bilimden yardım gören kültürel ve felsefî unsurlardan türetilmiş değildir. Bilakis, İslâmi düşünce sistemi ve ondan türetilen değer sistemi, asıl kaynağının vahiy olan, din tarafından tasdik ve entellektüel ve sezgisel prensipler tarafından te'yid olunan bir düşünce ve değer sistemi sunar. İslâm, kendisine, daha işin başında kâmil halde bulunan; işgal ettiği yer ve bir ilerleme süreci içerisinde oynadığı rol muvâcehesinde hiçbir tarihsel açıklama ve değerlendirmeye ihtiyaç duymayan; gerçekten vahyedilmiş bir din olma haki katını izafe eder. Dinin temellerinin hepsi; isim, iman ve amel, ibadetler, inanç sistemi ve akide. bütün bunlar vahiyle gelirler ve Hz. Peygamber tarafından gerek sözleri, gerek bütün ümmete örnek teşkil eden fiilleri ile yorumlanır ve gösterilirler. İslâm’ın temeli vahiy ve sünnettir; tarihselcilik akıntısına ister istemez kapılıp giden kültürel gelenek değil. İslâm dini, vahyedildiği zamandan itibaren, kendi kimliğinin şuurundaydı. Dünya tarihinin ilgili aşamasında zuhur ettiği dakikada İslâm zaten ‘kâmil,’ yani en mükemmel halde idi; kemâle ermek üzere bir ‘büyüme’ süreci yaşamaya hiç mi hiç ihtiyacı yoktu. Ancak ve ancak, ne olduğunu daha en başta kendisi bilen bir din; ve kendini-bilmesi tarihten değil, bizatihî vahiyden gelen bir dindir vahyedilmiş din. İnsanlığın dinî geleneklerindeki sözümona ‘ilerleme,’ asla İslâm’a tatbik edilemez [zirâ, İslâm daha vahyedildiği anda en ekmel sûrette olan bir dindir]; bir ilerleme süreci olarak varsayılan şey, İslâm’ın durumunda, ancak ve ancak, farklı milletlerden mü’minlerin başka başka nesilleri arasında ortaya çıkan ihtiyaçların gerekli kıldığı ve değişmeyen kaynağa atıfta bulunarak yapılan yorumlama ve ayrıntılara inme süreci olabilir. 5 İslâm’ın dünya görüşünü karakterize eden özelliklerden biri otantikliği, diğeri de nihaî olan şeye işaret eden bir kesinlik taşımasıdır. İslâm önceki dinlerden bir şeyler kaparak oluşan bir din olmadığı ve temel unsurlarının kalıcı bir biçimde müesses olduğu bir son din hükmünde olduğu gibi, küllî bir perspektiften bakılırsa, varoluşu ve hayatı beraberce kuşatan bir gerçeklik ve hakikat görüşünü de aksettirir. Bu gerçeklik ve hakikat görüşünün en belirgin ve en ziyade önem arzeden noktaları, Allah’ın, vahyin (yani Kur’ân’ın), Allah’ın yarattığı tüm mahlukatın (yaratılış âleminin), insanın ve insanın nefis ve ruhunun psikolojik yapısının, bilginin, dinin, özgürlüğün, değer ve faziletlerin, mutluluğun tabiatına dair olanlarıdır-ki, tüm bunların, kendilerinden neşv ü nema bulan anahtar terim ve kavramlarla birlikte, değişim, ilerleme ve terakkî hakkındaki fikirlerimiz üzerinde derin ve esaslı bir etkisi vardır. Kendi dünya görüşümüzün, kalıcı, değiştirilemez biçimde müesses olduğunu savunduğumuz bu temel unsurlarıdır ki, babası bir felsefî ideoloji olarak sekülerleşmenin güçleri olan modernitenin meydan okumasıyla yüzyüze bulunuyor. Fakat, işin doğrusu, modernite veya postmodernite, bizatihî bir dünya görüşü olarak tarif edilmeyi hak eden insicamlı bir vizyon sunabilme kabiliyetinde değildir. Şayet bir dünya görüşü ile bir yap-boz bulmacada çizilen bir resim arasında sun’î bir benzerlik kuruverirsek, modernite yap-bozunuz yalnızca tutarlı, insicamlı herhangi bir resim ortaya koymaktan uzak olmakla kalmadığını, üstelik onun böyle bir resmi teşkil etmek üzere oluşturulan parçalarının çoğunun birbirine uymadığını görürüz. Bütün parçaları zaten ortadan kaldırıyor olan postmodernitenin durumu ise haydi haydi böyledir. Sahih hiçbir dünya görüşü, onun yansıttığı büyük ölçekli bir ontolojik sistemin reddedildiği ve hakikat ile gerçeklik arasında ve hakikat ile değerler arasında bir ayrımın var olduğu bir zamanda odağı teşkil edemez. Bu temel unsurlar, dünya görüşümüzü oluşturan birleşik bir sistem olarak insicamlı bir düzen dahilinde bizim bütün anlam, hayat standartları ve değerler sistemlerimize yer eden bütünleştirici prensipler olarak işgörürler; ve bu temel unsurlar tarafından dile getirilen hakikî gerçekliğin en üst prensibi, Kur’ân’da vahyedildiği üzere, Allah’ı bilme üzerinde odaklanır.

    İslâm, dünyayı, bütün cüz’leriyle birlikte, daimî bir yeniden yeniye yaratılış süreci içerisinde zuhur eden olaylar muvâcehesinde dünyayı bütün cüz’leriyle birlikte yorumlar. Bu yorumlama, Allah’ın Kendi Zâtını, Kendi yaratma faaliyetini ve Kendi mahlûkatını tarif ediyor olduğu vahiy sayesinde gerçekleşir. Grek veya Helenistik felsefe geleneğiyle yahut şu veya bu felsefe sayesinde değil, bilim sayesinde de değil. Bu yorum, gerçekliklerin te'yidini ve onların birbirini tamamlayan zıt unsurlardan oluşan çifte tabiatını; yine bu gerçekliklerin kalıcılık ve değişimine dair varoluşsal şartları; onların daimî bir yok olma ve misilleri (emsalleri) ile yenilenme sürecine dahil olmalarını; onların geçmiş zamandaki mutlak başlangıçları ile gelecek zamandaki mutlak sonlarını kesin biçimde öngörür. Zamanın ve mekânın dayandığı bir sınır vardır; ve her ikisi de, kâinatı varlık sahnesine getiren yaratıcı fiilin sonucudur. Değişim, eşyadaki varoluşun sürekliliğini tazammun eden olgusal şeylerde değildir yalnızca; bizatihî eşyanın bütün müstakbel durumlarını hâvî olan gerçekliklerinin ontolojik düzeyindedir de. Değişim, o halde, yaratıcı fiil sayesinde eşyanın zaman boyunca kimliklerini koruyan gerçekliklerindeki kalıtsal potansiyelerin başarılı bir biçimde kuvveden fiile çıkarılmasıdır. Bir tarafta gerçekliğin sürekliliği ihtiva eden ikili durumu ve diğer tarafta değişim, varlığın dahilî durumunda haricî vücud ve adem arasında üçüncü bir ontolojik kategoriyi öngörür. Bu, Allah’ın ilminde kalıcı bir biçimde yerleşik varlıklar olarak kâim olan ideal gerçeklikler alanıdır; ve bu ideal gerçeklikler ise, Allah’ın ne aynı, ne de gayrı olan isim ve sıfatlarının suret ve vecihlerinden öte birşey değildirler.

    İslâm’da ortaya konulduğu üzere, Allah’ın vasıfları, vahiyden alınan esaslardan hareketle bilinir ve tanınır. Vahiy derken, büyük şair ve sanatçıların bizatihî tecrübe ettiklerini ileri sürdükleri ani rü’yetleri kast etmiyoruz. Kezâ, vahiy ile, kutsal metinlerin yazarları olan havarilerin kendilerine has ilhamlarını yahut bilgelerin ve ehl-i irfanın işrâkî sezgisini kastediyor da değiliz. Vahiy ile, Allah’ın Kendi Zâtı, mahlûkatı, onlar arasındaki münâsebet ve Kendisinin seçilmiş peygamberine ve elçisine ilettiği kurtuluş yoluna ilişkin kelâmını kastediyoruz. Ki, bu kelâm, salt bir sesle veya mektupla değil, bilakis O’nun kelimeler içinde temsil etmiş olduğu herşeyi ihtiva eder biçimde Peygambere iletilmiş; ve Peygamber tarafından, kendi subjektifliğini ve bilişsel muhayyilesini asla işe karıştırmaksızın, mahiyet itibarıyla yeni, ancak herşeyi de kuşatıcı bir linguistik form içinde insanlığa aktarılmıştır. Kur’ân sûretinde nazil olan bu vahiy sondur, nihaî vahiydir; ve önceki vahiylerin hakikatını nazil oldukları aslî formları dahilinde te'yid etmekle kalmaz, bu vahiylerin hakikatı kültürel yaratımlar ile etnik keşiflerden ayıran özlerini de ihtiva eder.

    Kur’ân’ın yeni bir Arapça formu içinde vahyedilen Allah kelâmı olduğunu tasdik ettiğimize göre, bu durumda, Kur’ân’da Allah’ın mahiyetinin tarif edilmesi, Allah’ın bu linguistik form dahilinde Kendisini Kendi kelâmıyla tarif etmesi anlamını taşır. Kur’ân Arapçasının, onun gelenek içinde yorumlanmasının ve ona çağlar boyu otorite sahibi otantik bir metin olarak başvurulmasının; gerçeklik ve hakikatı tarif etmeye hizmet ederken Arapça’yı ulaşabileceği en yüksek noktaya eriştirmeleri bundandır. 6 Bu anlamda ve modernist ve postmodernist düşüncede hüküm süren durumun tersine, şunu savunuyoruz: İslâm’ın meselesi, dil felsefecilerinin genelde bütün dillerin sahih gerçekliğe yaklaşmak veya sahih gerçekliğe tekabül etme noktasındaki yeterlilikleri açısından problematik buldukları semantik ile haddinden fazla iştigal etmek değildir. Vahiyden türetilen Allah’ın mahiyeti telâkkisi, aynı zamanda, beşerî tecrübenin ve insanın Allah ve O’nun mahlûkatı noktasındaki bilincinin bir sonucu olarak, akıl ve sezgi temelleri üzerine ve bazı durumlarda ampirik sezgi üzerine de müessestir.

    Dil ontolojiyi yansıtır. Bir dile yabancı anahtar kavramların sokulması, yalnızca kelimelerin tercüme edilmesiyle olup biten birşey değildir. Bu iş, daha esaslı bir biçimde, böyle kavramların içinde sokulduğu dil tarafından yansıtılan dünya görüşüyle uyumlu olmayan yabancı bir dünya görüşünün üst sistemine ait sembolik formların tercüme edilmesini de içerir. Bu yabancı anahtar kavramların dile sokulması hususunda ve bunların dile yerleşmiş olmasını savunma noktasında sorumluluk taşıyanlar, dinin esaslarını sıkı bir biçimde bilmeyen ve onun gerçeklik ve hakikat vizyonu üzerinde sıkı bir biçimde temellenmemiş olan âlimler, akademisyenler, gazeteciler, eleştirmenler, siyasetçiler ve amatörlerdir. Ortaya bir entellektüel karmaşa ve anarşinin çıkmasının başlıca sebeplerinden biri, bu saydığımız kişilerin İslâm’ın vahiyden türetilen dünya görüşünün yansıttığı anahtar terimlerin anlamları noktasında etkilerine mârûz kaldıkları değişim ve kısıtlamalardır. Onların düşünüş tarzını etkileyen en önemli faktör, hiç şüphesiz, dilimize ve söylem evrenimize seküler kavramı ile bu kavramın tazammumlarının sokulmasıdır; ki, bir bütün olarak Müslümanlar, henüz, seküler kavramına dair esaslı bir perspektife sahip değillerdir.

    Sağlam bir gerekçeye dayanarak kuvvetle inanıyorum ki, bugün Müslümanların konuştuğu dillere müphem sekülarite kavramının girmesi ve bu kavramın Arapçalaştırılması, büyük ölçüde, bir ‘teokratik devlet’ olarak mütâlâa ettiği şeyi bir ‘seküler devletten ayıran kapanması güç bir gedik açan sosyopolitik nosyonun içinde vücut bulduğu şeyden; kutsal ile din dışı (profane, lâdinî) ayrımının birbirine karşıt biçimde Müslüman zihnine farkına varılmaksızın sokulmuş olmasından sorumludur. Müslümanların zihinlerinde, Müslüman ‘seküler’ devleti nosyonu bir yanlış anlamayla ‘teokratik’ devletle zıtlık içinde mütâlâa edilip onun yerine ikâme edildiği için, ciddi bir karışıklık mevcuttur. Fakat İslâm bizatihî kutsal ile lâdinî arasında karşıt bir bölünmeyi ihtiva etmediğine göre, bir Müslüman zihin nasıl bu seküler devlet ile teokratik devleti birbirine zıt bir konuma yerleştirebilir? Bir İslâmî devlet ne bütünüyle teokratiktir, ne de bütünüyle seküler. Kendisini bir Müslüman devlet olarak adlandıran veya başkalarınca ‘seküler’ diye adlandırılan bu devlet, benim ‘sekülerizasyon’ adını verdiğim felsefî ve bilimsel sürecin manevî anlamın yaratılış âleminden koparılıp atılmasını, siyasette ve beşerî işlerde dinî değerlerin ve erdemlerin reddini, insanın aklında ve hal ve hareketlerinde bütün değerlerin ve hakikatın izafîleştirilmesini zorunlu olarak içerdiği şekilde, manevî anlamın tabiatının bölünmeye maruz kalmasını zorunlu olarak gerektirmez; siyasette ve bütün beşerî işlerde dinî değerlerin ve erdemlerin reddini zorunlu olarak gerektirmez; dinî hakikat ve dinî eğitime zorunlu olarak karşı çıkmayı gerektirmez.

    Bizim sosyal ve siyasî alanda kargaşalar ve keskin ihtilaflar ortasında kalmamıza sebep olan, Müslümanların zihnindeki bu karışıklıktır. Birliğin iki veçhesi vardır: cemaatî ve millî dayanışma olarak toplum içinde tecellî eden haricî, dışsal birlik; ve cemaatî ve millî sınırların ötesindeki alanları kuşatan entellektüel ve manevî insicam içinde ifşa olunan fikirlerin ve zihnimizin enfüsî, içsel birliği. Müslümanlar olarak kimliğimizi nasıl anlayıp anlamlandırdığımız hususu, sözünü ettiğim ilk birliğin gerçekleştirilmesinin de esası ve temeli olan bu ikinci veçheye bakar. Bu ikinci veçhenin insicamı, aklın, kullanıcılarının muhakemesini etkileyen bir akıl yürütme ve iletişim vasıtası olarak dilin önümüze sunduğu kavramların sıhhatine ve birbiriyle tutarlı bir bütün arzediyor olmasına bağımlıdır. Eğer dilde kavramların sıhhati ve bütünlüğü bozulur da karmakarışık bir hale maruz kalınırsa, bu, ‘dünya görüşü’nde temsil edilen bilginin ifsada uğramasıyla sebep olunan bir karışıklıktan dolayıdır.

    Bizim karşı karşıya olduğumuz gerçek meydan okuma, işte bu problemdir, bilginin ifsada uğraması problemidir. Bu, modern batı kültür ve medeniyetinin felsefe, bilim ve ideolojisinden gelen etkilerden, kezâ kendimizin karmaşaya maruz kalmamızdan dolayı ortaya çıkar. Entellektüel karışıklık vahiyden türetilen dünya görüşünü yansıtan ana terimlerin anlamındaki değişimlerin ve bir anlam daralmasının sonucu olarak ortaya çıktı. Bu entellektüel karışıklığın akisleri, kendilerini, dinî bilgi, iman ve değerlerin dejenere olmasının belirtisi hükmündeki moral ve kültürel altüst oluşla açığa vururlar Bu gibi anahtar terimlerin anlamlarındaki değişim ve daralmalar, hakikat krizine ve kimlik krizine yakalanmış kalbleri ve akılları bocalatıp yalpa yaptıran bir felsefî program olarak sekülerizasyonun yayılmasından dolayı ortaya çıkar. Bu krizler, sırayla, bizlerin hikmet sahibi ve meşhur seleflerimiz tarafından dinin hayatiyet kazandırdığı temeller üzerine sıkı bir biçimde kurulmuş bulunan tarihsel köklerden kopmaya değilse de, sapmalara yol açan sekülerleştirilmiş bir eğitim sisteminin sonucu olarak gerçekleşmişlerdir. İnsanın, yüzyüze geldiğimiz problem türünün basitçe kanunî ve siyasî araçlar tarafından çözüme kavuşturulamayan; dünya görüşümüzün bütün temel unsurlarını kucaklayacak bir çabayı gerektiren, böylesine derin bir mahiyetinin bulunduğunu görmesi gerek. Kanun ve düzen; ancak ve ancak, hakikatın dalâletten ayrılmış olarak, gerçeğin vehmî olandan ayrılmış olarak kabulünün peşisıra, bu kabulün teslim ve iz’an düzeyine eriştiğinin amelî planda te'yid ve tasdiki gerçekleştiğinde, yerlerini bulmuş olabilirler. Bu, doğru bilgi ve onu yayan doğru metod sayesinde başarılır. Öyleyse, enerjilerimizi legalizm labirentlerinde yolumuzu el yordamıyla bulmaya çabalayarak heba etmeyelim; bunların yerine, enerjilerimizi, doğrudan insanla, insanın ne olduğunun bilgisi ve onun hayattaki amacıyla, insanın nihaî mukadderatıyla ilgili olduğundan dolayı, dinin ve din tarafından yansıtılan dünya görüşünün sahih biçimde anlaşılması ve değerlendirilmesi ile sıkı bir biçimde bağıntılı olan temel problemle baş etme noktasında yoğunlaştıralım.

    Bilginin edinilmesi, iktisabı sürecine; benim edeb adını verdiğim şeyi edinen bir insanda harekete geçen manevî/ahlâkî maksadı içeren bilgi edinilmediği sürece, ‘eğitim’ adı verilemez. Edeb, kaynağı hikmet olan (gerçek) bilgi üzerine kurulu bulunan bir nefis terbiyesinden kaynaklanan doğru harekettir. İnsanların kolay anlaması hatırına, edebi basitçe ‘doğru eylem’ ya da ‘doğru hareket’ olarak tercüme edeceğim. Anlam ile bilgi arasında fıtrî bir bağlantı vardır. ‘Anlam’ı, bir sistem içindeki herhangi bir şeyin yerinin kabulü tanınması olarak tarif ediyorum; ki bu, bir şeyin sistem içindeki diğer şeylerle olan ilişkisi vuzûha kavuşturulmuş ve anlaşılmış hale geldiğinde ortaya çıkmaktadır. ‘Yer,’ sistem içindeki doğru veya asıl yere atıfta bulunur; ve buradaki ‘sistem’ gelenek tarafından bir dünya görüşü içerisinde formüle edilen ve din tarafından dile getirilen Kur’ânî kavramsal sisteme atıfta bulunur. Zaten tarif etmiş olduğumuz üzere, ‘bilgi,’ insanın benliğinde anlama ulaşılmasıdır ve benliğin anlama kavuşmasıdır ve bu, yaratılış düzeninde eşyanın asıl yerlerinin kabulü demektir; bu kabul ise, bizi varlık ve varoluş düzeninde Allah’ın asıl yerinin kabulüne, tanınmasına götürür. Fakat böyle bir bilgi, asıl yerlerin kabulü, kabul olunan şeyin gerçeklik ve hakikatının teslim ve iz’anı-yani, insanın kendi zâtında onu te'yid ve tasdik etmesi ile fiiliyata geçirilmedikçe, bir eğitim haline gelmez. Teslim ve iz’an, kabule asıl olan hareket ve eylemi gerektirir. Edeb veya doğru hareket, işte böyle bir iz’an ve teslimi ihtiva eder. Eğitim, o halde, insanın kendi zâtında edebi özümsemesidir. Edebin kollektif bir varlık olarak toplumu teşkil eden münferid şahıslarda fiiliyata aktarılması, adalet durumunu yansıtır; ve adaletin kendisi, nurunu bir şey veya bir varlık için doğru ve asıl yeri keşfetme alıcısına sahip olan nübüvvet lambasından alan bir ışık olan hikmetin bir yansımasıdır. Asıl yerde olmanın şartı, benim adalet diye adlandırdığım şeydir; ve edeb, asıl yerde olma şartını sayesinde gerçekleştirdiğimiz bilişsel eylemdir (cognitive action). Öyleyse, edeb, benim burada tarif ediyor olduğum anlamda, hikmetin bir yansımasıdır da; ve topluma ilişkin olarak, edeb, toplumun içerisindeki âdil bir düzenin tesisidir. Edeb, kısaca tarif edilirse, adaletin hikmet tarafından yansıtıldığı üzere temsil olunmasıdır.

    Edeb ile ne kasdettiğimi açıklamak ve kendi edeb tarifimi değerlendirmek için, meselâ insan nefsini düşünelim. İnsanın nefsi veya benliği iki veçheye sahiptir: biri, övülmeye değer fiiller işlemeye yatkın, fıtraten kavrayışlı, Allah’la olan ahdine sadık nefis; diğeri ise şer amellere meyilli, tabiatı itibarıyla hayvanî, Allah’la olan ahdine aldırış etmeyen nefis. İlkini rasyonel nefs (en-nefsu’n-nâtıka), ikincisini ise dünyevî veya hayvanî nefis (en-nefsu’l-hayvâniyye) diye adlandırıyoruz. Nefs-i nâtıka hayvanî nefse boyun eğdirdiği ve onu kontrol altında tuttuğu zaman, insan hayvanî nefsi asıl yerinde ve nefs-i nâtıkayı da asıl yerinde tutuyor demektir. Bir insan, bu şekilde, kendi iç dünyasında her bir nefsini asıl yerinde tutmuş olur. Bu o kişinin kendi nefsine yönelik edebidir.

    Sonra, bu insan, ailesine ve onun değişik fertlerine ilişkin olarak; anne-babasına ve ailesinin yaşlı bireylerine karşı samimi bir tevâzu, sevgi, hürmet, özen, ihsân ve ikram yüklü tavır ve davranışlar arzediyorsa; bu, o kişinin kendilerini asıl yerlerinde tutmakla, onlarla olan ilişkisinde kendisinin asıl yerini bildiğini gösterir. Bu, aileye yönelik edebdir. Ve benzer şekilde, böyle bir tavır ve davranış öğretmenlere, arkadaşlara, cemaate, liderlere uzandığında, ilgili kişinin onlarla olan münasebetinde de asıl yerinin bildiğini gösterir; ve bu bilgi, onların hepsine yönelik edebi gerçekleştirmek için gerekli fiilleri icap ettirir.

    Bir insan kelimeleri asıl yerlerine koymalı; tâ ki gerçek anlamları anlaşılır bir hal alsın ve düzyazı veya şiir gibi bir tarzda yazılan cümleler veya dizeler edebiyat haline gelsin. Bu dile yönelik edebdir. Dahası, birisi ağaçları ve taşları, dağları, nehirleri, vadileri ve gölleri, hayvanları ve onların yaşadığı mekânı asıl yerlerine koyduğunda, bu, tabiata ve çevreye yönelik edebdir. Aynısını insan evine tatbik edip mobilyayı düzenlediği ve âhenk sağlanıncaya kadar içindeki eşyayı asıl yerine koyduğu zaman, bütün bu faaliyet, eve ve mobilyaya yönelik edebi ifade eder. Ve renkleri, biçimleri ve de sesleri hoş etkiler husule getiren doğru yerlerine koyduğumuzu belirtirsek, bu, sanat ve müziğe yönelik edebdir.

    Bilgi de ve onun bazıları hayatımız ve mukadderatımız üstünde diğerlerinden daha büyük önem taşıyan birçok dalları ve disiplinleri de sözkonusu edilecek olursa; eğer bir insan onları değişik düzey ve özelliklere göre derecelendirir ve değişik bilimleri her birini özelliklerine göre asıl yerlerine koyarak tasnife tâbi tutar ise, bu da bilgiye yönelik edebdir. Edebin anlamına dair yorumumun, edebin bilgiyi tazammun ettiği hususunu açığa çıkardığı herhalde vuzûha kavuşmuş olsa gerektir: Edeb, hikmetten türetilen bilgidir; bilgi aramanın maksadını tecelli ettirir; insan benliğinin ahlâkî ve moral değerler ile erdemlerden kaynaklanan enfüsî ve âfâkî faaliyetidir. Edebin kökeni ve de beslendiği kaynak, ne felsefedir, ne de bilim. Edeb, din pınarından akıp yayılan vahyedilmiş hakikatten doğmakta ve beslenmektedir.

    İslâm’daki, hepsi de bilgi kavramıyla ortak bir havuza uzanan başlıca anahtar kavramlardan bazılarının yukarıdaki tariflerinden hareketle, onların anlamlarının, hususan hepsi de sistem içinde belirli bir ‘düzen’e ve birinin bu düzenle ilişkisine işaret eden ‘asıl yer’ nosyonu üstünde odaklaşan anlamlarının sıkı bir biçimde birbiriyle ilişkili olduğu berrak hale gelir. Düzen, varlık ve varoluşun, hem haricî varoluşun, hem de zihinsel varoluşun yaratılmış düzenine nüfuz eden bir hiyerarşi biçimindedir. Kasdettiğim hiyerarşi, beşerî düzene tatbik edildiğinde, insan tarafında vücuda getirilen ve bir kast sistemi yahut ruhbanlıkta olduğu şekilde kademeli bir örgütlenme veyahut herhangi bir sınıfa göre gerçekleşen bir sosyal tabakalaşma misali, bir sosyal yapıya eklemlenmiş türde bir hiyerarşi olarak anlaşılmamalıdır. Bu, olsa olsa, kasdettiğim hiyerarşinin yanlış anlaşılması olur. Kasdettiğim hiyerarşi, bir sosyal yapı içerisinde organize edilecek birşey değildir; bundan ziyade, zihinde organize edilecek ve tavır ve davranış suretinde fiiliyata aktarılacak birşeydir. Zihindeki bu organizasyon, iktidar, refah ve soy gibi beşerî kriterlerce formüle edilmez; bilakis, Kur’ânî bilgi (mârifet), ferâset ve fazilet kriterleri tarafından formüle edilir. İnsan aklı bilgi ve varlığın değişik seviye ve derecelere göre tanzim edilmiş olduğu realitesini kabul ettiğinde ve aklın kabul ettiği şey tavır ve davranışları ile amelî planda teslim olunduğunda, kabul ile teslim arasındaki, sayesinde nefsin teslim ve iz’an fiiliyle mutâbakat halinde asıl yerini kabul ettiği bu uyum, edebden başka birşey değildir. Fakat akıl bilgi ve varlığın seviye ve derecelerini yanlış yerlere koyduğu zaman-ki, meşru hiyerarşide düzeni mahveden birşeydir bu-, bu, bilginin ifsadından dolayıdır. Böyle bir ifsad adaletin karmaşaya maruz kalması ile kendini aksettirir ve iş o noktaya gelir ki, ‘asıl yerler’ nosyonu artık ne akılda, ne de hariçte tatbik edilemez; ve meydanı edebin parçalanışı vâkıası doldurur.

    Edebin, bilginin ifsada uğramasının etkisiyle gerçekleşen bu parçalanışı, hayatın bütün alanlarında, sayesinde yanlış ve bâtıl liderlerin ortaya çıktığı bir durum yaratır. Çünkü, bu parçalanış yalnızca bilginin ifsadını içermez, aynı zamanda gerçek liderleri kabulü ve teslimi noktasında insanın kapasite ve kabiliyet kaybına uğraması anlamına da gelir. Bu durumu karakterize eden entellektüel anarşiden dolayı, avâm entellektüel kararların belirleyicileri haline gelir ve bilgiye dair hususlarda otorite düzeyine çıkartılır. Otantik tarifler mahv u perişan hale gelir ve bu aslî tariflerin yerlerini alan, derin kavramlar kılığına bürünmüş lâf ebelikleri ve boş sloganlarla başbaşa kalırız. Tarif etme; problemleri tesbit ve izole etme ve böylece doğru çözümler temin etme yetersizliği; sahte problemler yaratılması; problemlerin salt politik, sosyo-ekonomik ve kanunî faktörlere indirgenmesi, aşikâr hale gelir. Eğer böyle bir durum cehaleti ganimet bilen, çok değişik sapkınlık ve aşırılık örnekleri sergileyen kişi ve grupların zuhûru için münbit bir üreme ortamı temin ederse, bu hiç de şaşırtıcı değildir.

    Yukarıda yer alan pasajlarda, kalıcı bir biçimde müesses temel unsurların bir kısmını, İslâm’ın bu unsurlardan neşv ü nema bulan dünya görüşünü oluşturan birleşik bir üst-sistem olarak insicamlı bir düzen içinde bizim anlam ve hayat standartları ve de değerler sistemlerimizin hepsinde yer alan bütünleştirici prensipler olarak işgören anahtar kavramlarla birlikte, yalın bir özet dahilinde serdetmiş bulunuyorum. Bu temel unsurların ve onlarla ilgili anahtar kavramların, daha önce de söylediğimiz gibi, değişim, ilerleme ve terakkî hakkındaki fikirlerimiz üzerinde derin bir etkisi vardır. Bu dünya görüşünün genel atmosferi dahilinde çeşitlilik ve değişim ortaya çıkabilse ve gerçekten çıksa bile, yine de, bu çeşitlilik ve değişim bizatihî bu temel unsurların karakterini ve rolünü asla etkilememiştir; o kadar ki, üst-sistem tarafından bir dünya görüşü olarak aksettirilen şey bozulmamış bir halde durmaktadır. Bunun böyle olduğu İslâm dairesi dahilindeki fıkıh, kelâm, felsefe ve metafizik okullarındaki, geleneklerdeki, kültürler ile dillerdeki çeşitliliğe; ve tarihin seyri içinde değişen talih dalgalarını karşılarken sergilenen değişime mukabil temel unsurların hepsinde aynen sabit kalmasından anlaşılabilir. Bu, çeşitlilik ve değişimin; onların ne hüviyette olduğunun şuurunda olan, bu suretle dünya görüşünün temel unsurlarına hizmet eden anahtar kavramlarda hiçbir değişimin dahlinin olmamasını ve hiçbir karışıklığın bunlara el uzatmamasını temin eden bilen bir topluluk tarafından düşünülüp taşınılmış bilişsel itidalin sınırları içerisinde gerçekleşmiş olmasından dolayı böyledir. İslâm’ın dünya görüşü samimî Müslümanların zihinlerinde her daim kâim durur. Onlar arasındaki ilim ve irfan ehli, İslâm’ın bir ideal değil, realite olduğunu; ve içinde yaşadıkları çağın meydan okumaları tarafından kendilerinden talep edilen şey her ne olursa olsun, bunun bu dünya görüşünü yabancı unsurlarla karıştırıp bozmadan karşılanması gerektiğini bilirler. Onlar, bilim ve teknolojideki ilerlemelerin ve onların gündelik hayatta uygun bir kullanıma konulan varlıklarının gerçeklik ve hakikate dair vizyonları noktasında işin içine zorunlu olarak kavram ve anlayış kargaşasını sokmayı gerektirmediğini de bilirler. Teknoloji bilimle aynı şey değildir; ve faydalı ve uygun teknolojinin kabul edilmesi ister istemez onu dünyaya getiren bilimdeki tazammunların da kabul edilmesini gerektirmez. Kargaşa ancak İslâm’ın ve İslâm tarafından yansıtılan dünya görüşünün yetersiz düzeyde bilinmesinin bir sonucu olarak; kezâ modern seküler felsefe ve bilimin beyanları ile genel hükümlerinde kalıtsal biçimde varolan tazammunların ve yüzyüze gelinen entellektüel, dinî ve ideolojik meydan okumaların mahiyetinin bilinmemesinin sonucu olarak ortaya çıkar.

    Değişme, ilerleme ve terakkî, gerçek anlamlarında, bizim için nihaî olarak-şimdilerde yaptığımız gibi-meydan okumalarla yüzyüze geldiğimiz bir zamanda kendi değer ve erdemlerimiz, kendi davranış kalıplarımız, kendi düşünce ve inancımız, kendi hayat tarzımız üzerine çaba sarfettiğimiz, gerçek İslâm’ı kavramaya yönelik, şuurlu ve dikkatlice düşünülmüş bir hareket anlamına gelir. Bizim hâlihazır randevumuz, kafaları karışık modernist Müslüman âlimler, entellektüeller, akademisyenler, yazarlar ve takipçileri tarafından, kezâ birçok türdeki dinsel sapkınlık ve aşırılık taraftarları tarafından Müslüman düşünce ve inancına gizlice sokulan yabancı bir dünya görüşünün meydan okumaları iledir. Onlar, bilerek veya bilmeyerek, bir felsefî program olarak küresel bir sekülerizasyon dalgasını yaymış bulunan modern seküler batı felsefe ve biliminin, teknoloji ve ideolojisinin büyüsüne yakalanmışlardır. Batı bilim ve teknolojisinin tamamının ister istemez dine karşı olma mecburiyetinde bulunmadığı vâkıasının farkında değiliz. Maamafih, bu vâkıa, bizim bilim ve teknoloji ile atbaşı giden bilimsel ve felsefî teorileri ve bizatihî bilim ve teknolojiyi; tazammun ettikleri şeyi ilk etapta anlamadan ve sözkonusu teorilere eşlik eden değerlerin geçerliliğini test etmeden, eleştirel-olmayan bir biçimde peşinen kabul etmek zorunda olduğumuz anlamına gelmez. İslâm kendi içerisinde hakikata sahip olma iddiasının kaynağına mâliktir ve bilimsel ve felsefî teorilerin böyle bir iddianın haklılığını göstermesine ihtiyacı yoktur. Daha da ötesi, İslâm’ın, bilimsel keşiflerin onun hakikatının geçerliliği ile çelişebileceğinden korkma gibi bir meselesi yoktur.

    Biliyoruz ki, hiçbir bilim değerden bağımsız değildir. Dolayısıyla, onun varsayımlarını ve genel hükümlerini onların geçerlilik ve uygunlukları veya diğer taraftan bizim hayatımıza uygunlukları konusunda doğru muhâkemelerde bulunmaya muktedir olmamızı sağlayacak olan-tarihimizin, düşünce ve medeniyetimizin, kimliğimizin de bilinmesini icap ettiren-kendi dünya görüşümüzün sahih bilgisinin yol göstericiliğine başvurmadan kabul etmenin bizim hayat tarzımızda sebep olacağı değişim, basitçe, bizim dünya görüşümüze yabancı olan şeye uygun bir değişim olurdu. Ve böyle bir değişimi ne bir ‘ilerleme,’ ne de bir ‘terakkî’ olarak adlandırırdık. İlerleme, insan salt biyolojik bir varlık olmadığına göre, ’biyolojik insanda mündemiç olan şeyi harekete geçirip görünür ve somut kılmak’tan ibaret değildir: İnsan olmak, akıllı ve canlı olmaktan çok daha fazla birşeydir. Terakkî ne ‘olma,’ ne de ‘vücuda gelme’dir, ne de vücuda gelmiş olup asla ‘varlık’ haline gelemeyene yönelik bir harekettir; çünkü, terakkî kavramında kaçınılmaz biçimde mevcut olan ‘birşeylerin hedeflenmiş olması’ yahut ‘gaye’ nosyonu, ancak kalıcı bir şekilde müesses olarak, zaten varlık olarak anlaşılan şeye atıfta bulunduğu takdirde gerçek ve doğru bir anlam taşıyabilir. Bu bakımdan, zihinde zaten tavazzuh etmiş olan ve onun içinde kalıcı bir biçimde müesses olup, haricî olarak da zaten varlık durumunda bulunan şey, değişime maruz kalamaz. O, ne başarının pençesinden kesin olarak düşme tehlikesine tâbi olabilir ve ne de sürekli bir biçimde, başarıya erişmenin ötesine gidebilir. ‘Terakkî’ terimi, dünya hayatında ulaşılması kasdolunan bir nihaî maksada bağlanmış bulunan belirli bir istikamete atıfta bulunur. Eğer bu istikamet hâlâ boş ise, hâlâ vücuda gelme durumunda ise ve ona bağlı maksat nihaî maksat değilse, bu takdirde onunla iştigale nasıl gerçekten terakkî denilebilir? Karanlıkta elyordamıyla yürüyen insanlardan terakkî ediyorlar diye söz edilemez; böylesi insanların terakkî ediyor olduğunu söyleyenler, terakkînin gerçek anlamına ve amacına karşı katıksız bir yalan söylemektedirler.

    ‘Değişme,’ ‘ilerleme’ ve ‘terakkî’ kavramları, içinde kendimizi hak ile bâtılın, gerçek ile vehmî olanın karışmış olmasından dolayı zihni bulandırılmış ve müphemiyet alanında esir edilmiş halde bulduğumuz durumları öngörür. Böylesi ikircikli durumlarda bizim daha iyiyi seçme, iyi ve bizim ihtiyaçlarımıza uygun olanı kabul etme, ihtiyaçlar muhakememizde sahih bir biçimde dikkatlice düşünüp taşınma özgürlüğümüzü uygularken olumlu bir eylem sergilememiz, hepsi doğru yola (sırat-ı müstakîme) geri dönme ve adımlarımızı bu yolla uyum içinde olacak şekilde yönlendirme çabamızı muhafaza etmemiz; işte ancak böyle bir çaba ilerlemedir; ve içinde ilerlemeyi ihtiva eden böyle bir geri dönüş de, terakkîdir.

    Şimdi tekrar tarihin kavşaklarındayız; ve İslâmî kimliğin farkında olma hali, artık daha iyi bir duruma gelmiş Müslümanların şuurlarında ışımaya başlıyor. Ancak bu farkındalık hakikat güneşi sayesinde tam bir uyanıklık düzeyine eriştiğindedir ki, aramızdan, hakikate arka çıkarken rollerini hikmet ve adalet ile oynamaya muktedir olacak olan, manevî ve entellektüel olgunluğa ve bütünlüğe erişmiş erkekler ve kadınlar zuhûr edecektir. Böylesi erkekler ve kadınlar, geçmişten ders almak ve gelecek için manevî ve entellektüel açıdan donanmak üzere, İslâm’ın Kur’ân-ı Kerîm ile Hazreti Peygamberin Sünnetinin kudsî temeli üstüne müesses bulunan dinî ve entellektüel geleneğinin ilk üstadlarına geri dönmeleri gerektiğini bileceklerdir. Onlar basitçe modern seküler batı medeniyetinin husûle getirmiş olduğu şeye yaklaşmamak veya onu taklit etmemek gerektiğini idrak etmekle kalmayacak; Müslümanların yitiği olan, hayattaki amaçları, tarihleri, ilimlerinde tecessüm etmiş değerleri ile erdemlerine kendi yaratıcı bilgi, irade ve muhayyilelerini kullanarak yeniden erişmeleri gerektiğini idrak edeceklerdir. Zirâ, bu yitiğe, ‘ilerleme’ şamatasıyla sağırlaşan sloganların içerdiği abuk sabuk lâflar ve de kör taklit tarafından asla erişilemez. Onlar, ilerlemenin, İslâm’ın hakikat yolundan çok uzaklara düşmüş bulunan çağdaş olayların zımnında yatan olgularla mütekabiliyet arzetmesi gibi bir meşgaleyle iştigal etmemesi gerektiğini de kavrayacaklardır. Ve yine onlar, İslâm’ın maksadına tekabül edecek bir hükûmete ve de ilerlemenin tabiatına dair kendi özgün tanımlarını ve telakkilerini düşünüp taşınacak, sonra da formüle edeceklerdir. Onların zuhûru salt fiziksel mücadele şartına bağlı değildir; bilakis, bundan ziyade, tarihte büyük değişimler husule getirmeye muktedir olan doğru bilgiye, özgüvene ve vizyon edinme cesaretine ulaşılması şartına bağlıdır.

    Bizim tarihimizin seyrini belirlemesi gereken, biziz. Başkaları, kendi tarihlerini bize dayatmasınlar.

    ____________________

    1 Syed Muhammad Naquib al-Attas Endonezya’nın Bogor kasabasında 1931’de doğdu. İlk öğrenimini Sukabumi’de ve Malezya’nın Johor Bahru şehrinde tamamladı. Bundan sonra, Malay Kraliyet ordusunda görev yaptı ve İngiltere’de Sandhurst Royal Military Academy’de Kurmay okulunu başarı ile bitirdi 1952-55). Ancak iki yıl sonra ordudan Malezya Kralından bilimsel eğitimini devam ettirmek için özel izinle ayrılıp Singapur’da Malaya Üniversitesi’nde öğrenimine devam etti.(1957-9). Bunu takiben Yüksek Lisansını Kanada’da McGill Üniversitesi’nde, Montreal (1962) doktorasını ise İngiltere’de Londra Üniversitesinde, İslam felsefesi, Kelam ve Tasavvuf konusunda yaptı (1965).

    Ülkesine döndükten sonra kendisinin de kurucularından biri olduğu National University of Malaysia’da Malay Dili ve Edebiyatı Bölümü başkanı olarak göreve başladı. Sonra ayni üniversitenin Fen Edebiyat Fakültesi Dekanlığında bulundu. 1973 yılında Malay Dili ve Edebiyatı Enstitüsünü kurdu ve bir sure bunun müdürlüğünü üstlendi. Daha sonra Kuala Lumpur’daki Malaya Üniversitesi’ne geçti ve burada Malay Dili ve Edebiyatı Bölümünun başkanlığını ve Fen Edebiyat Fakültesinin de Dekanlığını yaptı UNESCO’nun İslam uzmanı seçilmesi ile burada bir sure kendi alanı ile ilgili danışmanlık görevi yaptı ve Temple Üniversitesi’nde İslamî Araştırmalar uzmanı olarak misafir profesör olarak çalıştı Sonra Ohio Üniversitesi’nde ilk olarak "Tun Abdul Razak Distinguished Chair of Southeast Asian Studies" kürsüsüne ve Washington Amerikan Üniversitesi’nde İbn Haldun kürsüsüne seçildi (1986).

    Profesör al-Attas dünyanın birçok değişik üniversitelerinde dersler verip seminer ve konferanslara katılmıştır. Yirmiden fazla kitap telif etmiş olup bilimsel dergilerde birçok makaleler yayınlamıştır. Kitaplarının bir kısmı aşağıda verilmiştir. Yayınları genellikle İslam felsefesi, kelam, tasavvuf Malay dünyasında İslam, Malay edebiyatı ve eğitim konusundadır. İngilizce olarak kaleme aldığı eserlerinin bir çoğu Maleyce, Arapça, Türkçe, Farsça, Urduca, Fransızca, Almanca, Rusça, Japonca, Korece, Boşnakça ve Hintçe’ye çevrilmiştir. Karsılaştırmalı felsefe alanına olan katkılarından dolayı 1975’te Imperial Iranian Academy of Philosophy tarafından üstün Başarı Ödülü verilmiştir.

    Profesör al-Attas 1987’de Kuala Lumpur’da Uluslararası İslam Düşüncesi ve Medeniyeti Enstitüsünü kurarak burada bilimsel faaliyetlerine devam etmektedir. Kurmuş olduğu enstitünün binasını kendi mimari anlayışına göre, iç tezyinatından şehircilik planına kadar hepsini bizzat kendisi çizerek inşa ettirmiştir. Başarılarından dolayı 1993’te Malezya Hükümet Al-Ghazali Chair of Islamic Thought adli kursuyu kurarak onu bu kursunun ilk bilim adamı olarak tayin etmiştir. 1994’te Ürdün Kralı Hussein Profesör al-Attas’ı Kraliyet Bilimler Akademisi Fahri Üyeliği Payesini vermiştir. Sudan Hartum Üniversitesi ise 1995’te Fahri Edebiyat Doktorası ünvanını vermiştir. Al-Attas halen kurmuş olduğu ve üniversite olarak planladığı Enstitüsünun yeni Kampus inşaatı ile mesgul olup bunun Rektörlük görevini yapmaktadır.

    Profesör Al-Attas’in Bazı Eserleri

    1) A Commentary on the Hujjat al-Siddiq of Nur al-Din al-Raniri (Kuala Lumpur: National Museum, 1975).

    2) The Mysticism of Hamza Fansuri (Kuala Lumpur: University of Malaya Press, 1970).

    3) The Oldest Known Malay Manuscript: A 16th Century Malay Translation of the Aqaid al-Nasafiyyah (Kuala Lumpur: University of Malaya, 1988).

    4) Raniri and the Wujudiyyah of 17th Century Acheh (Singapore: The Malayan Branch of the Royal Asiatic Society Monograph Series, 1966).

    5) Prolegomena to the Metaphysics of Islam: An Exposition of the Fundamental Elements of the Worldview of Islam (Kuala Lumpur: ISTAC, 1995).

    2 Örnek olarak bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Letters, çev. Şükran Vahide (İstanbul: Sözler Neşriyat, 1994), s. 388; ve aynı mütercimin kaleme aldığı Bediüzzaman Said Nursî adlı eser (İstanbul: Sözler Neşriyat, 1992), s. 43.

    3 Sun’î insicam tabiri ile, bizim fıtrat olarak kasdettiğimiz anlamda ‘doğal’ olmayan bir insicamı kasdediyorum. Bir dünya görüşü olarak yansıtılan böyle bir insicam zorunlu olarak şartların değişmesiyle değişime maruz kalma durumundadır.

    4 Sübjektif’ derken, kelimenin genelde insanlarda uyandırdığı anlamı kaydetmiyorum. İnsan benliği yaratıcıdır; idrak, muhayyile ve akıl vasıtasıyla his, imgelerin hissedilebilir tecrübesi ve anlaşılabilir formlar dünyalarının ‘yaratılma’ ve yorumlanmasına iştirak eder. Buradaki ‘sübjektif,’ objektif olana zıt olmayan, bilakis onun tamamlayan bir şeydir.

    5 Karş. el-Attas, Islam and Secularism, Kuala Lumpur, 1978, bölüm II.

    6 Daha fazla ayrıntı için, bkz. benim The Concept of Education in Islam adlı eserim, Kuala Lumpur, 1980, ss. 1-13.



  2. #2
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998

    TAKDİM

    İstanbul İlim ve Kültür Vakfı hür fikir ve araştırma yolunu açmak için bundan on yıl önce Risale-i Nur Külliyatı üzerinde akademik çalışmaları başlatmış ve bu konuda yapılan çalışmaları desteklemiştir. Bu çalışmaların ilki 1990 İstanbul Hilton Otelde düzenlenen panel ile başladı. Bu toplantı Bediüzzaman'ın vefatının 30'uncu yılı münasebetiyle düzenlenmiş, uluslararası seviyede katılımcılar olmuştu. Gerek toplantıda sunulan tebliğler ve gerekse panele gösterilen ilgi bizleri Bediüzzaman ve eserlerinin ciddi bir şekilde araştırılmasına sevketti. Böylece Bediüzzaman ve eserleri olan Risale-i Nur Külliyatı, yurt içinde ve yurt dışında birçok panel, yarışma ve sempozyumla mercek altına alındı.

    Bediüzzaman'ı anmayla başlayan çalışmalar Risale-i Nur'u anlamaya ve nihayet Kur'anî mesajı kavramaya yönelik toplantılara dönüştü. Zira Bediüzzaman ve eserleri Kur'an'la iç içe ve Kur'anî mesajla yüklüdür. Yakın geçmişte dünyada meydana gelen sosyal ve siyasî çalkantıların etkisiyle beşerî formüllerin yoğun bir şekilde çıkmaza girmesi insanlığın Kur'an'a olan ihtiyacını kat kat arttırmıştır. Bu çalışmalar, İslâm düşünce dünyasının asırlardan beri durağanlaşan yapısına yeniden hareket ve şekil kazandıran Kur'ân'ın çağdaş tesfiri Risale-i Nur Külliyatının, ilim ve akademi çevreleri tarafından her geçen gün daha iyi tanınmasına zemin hazırlamıştır.

    İslâm hayatı her yönü ile kuşatır ve düzenler. Fakat, onun bu özelliği bir çok çevrede görmezlikten geliniyor. Gerek İslâm dünyasında, gerekse dış çevrelerde, İslâmiyeti daraltıcı ve gerçek özünden saptırıcı bazı kavramlarla asılsız niteleme çabaları, ne yazık ki eksik olmuyor. "İslâmiyet"in hayatın her safhasını tanzime yönelik özelliğini gözardı ederek, "radikal", "fun damantal", "siyasal" gibi eklemelerle İslâm'ı tanımlama çabalarına karşı, gerçeği görme ihtiyacı, günümüzde ayrı bir önem kazanmıştır. İslâm'a yönelik yanlış ve yanlı değerlendirmelere karşı, alternatif ve orijinal yorumlarla cevap veren çağımızın önemli kaynaklarından birisi, şüphesiz Bediüzzaman Said Nursî'nin Risale-i Nur Külliyatıdır.

    İslâmiyeti tanımlamadaki iyi niyet ve dürüstlük mahsulü olmayan, veya yanlış değerlendirme neticesi ilmî ve fikrî dayanaktan mahrum, İslâmiyet etrafındaki şüphe ve kavram kirlenmesini, asr-ı saadet saffeti ve çağımız realitesi ile telif eden Bediüzzaman Said Nursi, herkesin kendi üzerinde buluşabileceği, benimseyip paylaşabileceği İslâmı, altı bin sayfalık Risale-i Nur Külliyatı ile günümüze ve gündemimize getirmiştir. Onun bu konudaki hareket noktası, "zaman geçtikçe Kur'ân'ın gençleştiği" gerçeği ile "İslâmın dünya ve ahiret saadetini temine" yeterli bir sistem olduğu inancıdır.

    İslâmiyetin çağımız insanına ve düşünce dünyasına takdim ve tanıtımı mahiyetindeki Risale-i Nur Külliyatı üzerinde, İstanbul İlim ve Kültür Vakfını özellikle 1990'lı yıllardan itibaren düzenlediği ulusal ve uluslararası panel ve sempozyumlarda bilimsel tahlil çalışmaları yapılmaktadır. Bu eserin yayınlanmasına kadar toplam 525 ilim ve fikir adamının katılımı ile yapılan panel ve sempozyumların sayısı on altıyı bulmuştur. Bu toplantılarda sunulan tebliğlerin sayısı ise 283'tür. Bunların 151'i yabancı, 132'si ise yerli ilim adamları tarafından takdim edilmiştir.

    Ülkeler bazında bu toplantılara katılım ise harf sırasına göre şöyledir: Amerika, Almanya, Azerbaycan, Cezayir, Fas, Filistin, Hindistan, Hollanda, Irak, İngiltere, İran, İspanya, İtalya, Katar, Libya, Lübnan, Malezya, Mısır, Pakistan, Saraybosna, Suriye, Suudi Arabistan, Tayland, Türkiye, Yemen.

    Elinizdeki eser, 20-22 Eylül 1998 tarihinde din ve felsefe başta olmak üzere birçok bilim disiplinine mensup ilim ve fikir adamlarının dünyanın dört bir yayından İstanbul'da bir araya gelerek takdim edip tartıştıkları tebliğleri ihtiva ediyor. Konusu, "Kur'ân'ı Anlamada Çağdaş Bir Yaklaşım: Risale-i Nur Örneği" olan bu kitap, Risale-i Nur Külliyatı üzerinde 21. Asırda daha da hızlanıp yoğunlaşacağına inandığımız ilmi ve fikri çalışmaların 20. Asır damgasını taşıyan son tefekkür meyvelerinden birisidir.

    Vakfımız bu ve benzeri çalışmalara devam edecektir. Bilhassa çeşitli boyutlarıyla Risale-i Nur Külliyatının çağdaş bir tefsir olarak Kur'an esaslı yorumları asrın ulaşmış olduğu metodik sosyoloji ve antropoloji ilimlerinin yardımıyla incelenecektir. Bu çalışmalarla Kur'an'ın daha iyi anlaşılması yolunda gayret bizden, tevfik Allah'tan.

    İstanbul İlim ve Kültür Vakfı



  3. #3
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998

    ALLAH'IN VARLIĞINA İMAN MESELESİNDE BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ'NİN MÜTALAASI

    Dr. İmtiyaz Yusuf 1

    Risale-i Nur Külliyatı Üzerinde Bir Çalışma 2

    Allah'ın varlığı üzerindeki tartışma insan düşüncesinin eksenini oluşturmaktadır. Başarılarıyla övünülen şu asrımızda bu konudaki tartışmalara baktığımızda hem bilim-teknoloji hem din alanlarında ortaya konan iddialar göstermektedir ki bu tartışmalar azalmayacaktır. Bu mesele, bütün zamanlarda geçmişte, halihazırda ve gelecekte insanların dünya görüşünü oluşturma ve şekillendirmede temel ve esas olma gibi bir yere sahiptir. Bu, zamanın geçmesiyle ve insan bilgisinin artmasıyla sûreten değişen ama insanlığın çoğunluğunun hayatını şekillendirme ve güvene alma noktasında esas olma özelliğini asla kaybetmeyen bir meseledir. 3

    Burada konuya dinî-felsefî bir bakış açısıyla yaklaşılacaktır. Bu, Müslümanlar arasında daima tartışılagelmiş olan vahiy ve akıl ilişkisi açısından şüphe verici veya tam tersi bir sonuç doğurabilir. Belki konunun dışına çıkarım ama iddia ediyorum ki vahyi aklın vasıtaları ve idrak kabiliyeti ile anlama ihtiyacı ne azalacak ne de önemini yetirecektir. Burada itiraf etmeliyim ki ancak kısa bir süre önce Said Nursî'yi keşfederek vahiy ve akıl arasındaki münasebetle ilgili felsefî çıkmazımdan kurtulabildim. Kaldı ki Said Nursî'nin düşüncelerini anlamak öyle çok da zor değildir. Said Nursî 4 (1876-1868)'nin yazdıkları, aşırı derecede karmaşık olan asrımızda genelde insanlığın ve özelde Müslümanların karşı karşıya bulunduğu felsefî, aklî ve sosyal mücadeleler göz önünde bulundurularak yapılmış, Kur'ân-ı Kerim'in şerh, açıklama, izah ve tefsirleridir. 5Bunlar, Kur'ân üzerinde yapılmış derinlemesine ve eşi benzeri olmayan çalışmalardır.

    Bu makale, Said Nursî'nin, Allah'ın varlığı, Allah'a imanın Müslümanların hayatındaki müsbet etkisi ve onu inkar edenlerin dünya görüşlerinde yaptığı değişiklikle ilgili derin ve sağlam tefekküründen yararlanarak yazmağa teşebbüs ettiğim ilk çalışmadır. Bu makale, Said Nursî'nin Risale-i Nur Külliyatı'ndan olan Sözler isimli eserinde yer alan ikinci ve sekizinci sözlerde ortaya koyduğu düşüncelerle açıklanacak, tahlil edilecek ve ilişkilendirilecektir. 6

    Burada Türkçe bilmediğimden dolayı çalışmamda sadece Risale-i Nurların İngilizceye yapılan tercümelerinden yararlandığımı da itiraf etmek zorundayım.

    Bu makalenin birinci bölümünde çok kısa bir şekilde Said Nursî'nin düşüncesinin, modern zamanların İslâm düşüncesi geleneği içersindeki yeri tesbit edilmeye çalışılacaktır. Makalenin ikinci bölümünde, dinler tarihi açısından Allah'ın varlığı ile ilgili kavramlarla Said Nursî'nin Allah'ın varlığı ile ilgili olarak ortaya koyduğu Kur'ânî izah şekli ele alınacaktır.

    1. BÖLÜM İslâm Düşüncesinde Said Nursî'nin Yeri Güneydoğu Asya'dan gelmiş biri olarak diyebilirim ki, Said Nursî'nin İslâm düşüncesine yapmış olduğu çok önemli ve emsâlsiz katkı, İslâm dünyasının bu bölgesinde az bilinmektedir. Bu durum, siyasî yönlendirme tarafları ağır basan ve buralarda haklarında çokça bilgi mevcut olan Ebul Ala Mevdudi, Hasan el-Benna, Seyyid Kutup gibi, diğer Güneydoğu Asyalı olmayan İslâm düşünürlerinin durumları ile çelişmektedir.

    Bu durumun sebepleri şunlar olabilir:

    a) Said Nursî hakkında Arapça ve mahalli dillerde bilginin yaygın olmaması.

    b) Mevcut İslâm düşüncesinin geniş çapta politik yönlendirilmesi. 7

    c) Milletlerarası olayların uzantıları olarak meydana gelen günlük politik olayların daha çekici görünüp dikkatleri Said Nursî gibi büyük âlimler üzerinde yapılması gereken ciddi çalışmalardan alarak kendine çevirmesi.

    Yukarıda zikredilen sebepler dışında Çağdaş İslâm düşüncesinin hukukî ve teolojik yönlendirmeleri de söz konusudur. Mesela, İslâm düşüncesinde katılığa, tıkanıklığa yol açan, adına âdab 8, hikmet denen ve herkesin uyması istenen bazı katı standartların varlığı. 9Bu durum, Said Nursî gibi modern ve çağdaş dönemlerde İslâm medeniyetinin içinde bulunduğu krizle ilgili, Kur'ânî bir bakış açısıyla, çözümler getiren İslâm düşüncesinin harika beyinlerine seyirci kalınması sonucunu doğurmuştur. O, izahlarında fen bilimleri, sosyal ve insanî bilimlerin gelişmelerinden yararlanmayı esas alan yeni bir metodolojiye ihtiyaç olduğunu ortaya koydu. Ancak bu yolla ümmet, düşünce olarak Kur'ândan uzaklaştırılma ve materyalizmin ağına düşme tehlikesine karşı koyabilirdi.

    Son olarak, sadece Güneydoğu Asya'da değil İslâm âleminin diğer bölgelerinde de hakim olan, ezberciliğe dayalı geleneksel İslâmî eğitimin yaklaşımı, yeni arayış ve sorgulamalardan uzak kalma sonucunu doğurmuştur. İşte Said Nursî'nin yazdıklarının, geleneksel İslâmî entellektüelin yazdıklarına benzememesinin sebebi budur. Kaldı ki Said Nursî'nin derinlemesine bir tefekkür isteyen, Kur'ân üzerindeki, Çağdaş Müslaman kafasının fazlasıyla ihtiyaç duyduğu çalışmalarına gerekli ilginin gösterilmesi aslında yerine mutlaka getirilmesi gereken bir vazifedir.

    Bediüzzaman Said Nursî'nin Risale-i Nur Külliyatın'da toplanan Kur'ân'a dayalı temaların işlendiği derin ve sağlam fikirleri, çağdaş Müslümânâ, Kur'ânî bilgi hazinesini derinlemesine kavrama imkanı veriyor. Farklı meseleleri işleyen 130 parçadan oluşan Risale-i Nur Külliyatı, bilim ve teknolojinin, materyalist dünya görüşünün revaçta olduğu bir çağda, okuyucuyu Kur'ânî vahiy duygusu ile kuşatmaktadır.

    Said Nursî de selefleri Ahmed sirhindi (1564-1624) 10ve Hindistanlı Seyyid Ahmed Han (1817-1898) 11gibi Batıyla temasa geçme sonucu ortaya çıkan inanç problemlerini çözecek yeni "Kelâm"ın oluşturulması gerektiğini düşündü. 12

    Bediüzzaman Said Nursî, bir insan olarak, modern bilim ve onunla ilişkilendirilen materyalizmin gerek fikri gerekse uygulamaya yönelik taraflarıyla Türkiye'nin de içinde bulunduğu birçok İslâm ülkesinde Kur'ân'ı ortadan kaldırmak tehdidinde bulunduğu bir dönemde yaşadı ve mesaisini Kur'ân üzerinde yoğunlaştırdı. Bugün, onun, Kur'ân'ın mesajının bilimsel ve fikri olarak doğruluğunun delili olan ereslerinin tesir sahası Türkiye ile sınırlı değil; bu tesir uzak doğudan Amerika'ya kadar uzanmıştır. Başka bir ifadeyle Bediüzzaman Said Nursî'nin Kur'ânla ilgili düşünceler ve derin tefekkürü Kur'ân'î mesajların hak ve hakîkat olduğu ve her zaman ve zeminde geçerliliğini koruduğu meselesinde çok mühim rol oynamaktadır.

    Kur'ân ile Risale-i Nur arasındaki münasebet ayla güneş arasındaki münasebete benzetilmiştir. Onun amacı Kur'ânın icâzını beyan etmektir. 13Risale-i Nur, Türkçe bilenlerin ve Şimdi artık Türkçe bilmeyen Müslümanların da Kur'ân'ın mesajından derin dersler çıkarması için bir çeşit sondaj vazifesi görmüştür. Bununla birlikte, birçok ideoloji ve görüşün biribirleriyle çelişen sadakat taleplerinde bulunarak Müslümanların aklını allak bullak ettikleri zamanımızda, Risale-i Nur, Müslümanların İslâm'a sadakatını 14 tesis etmektedir. Modern Türkiye örneğine baktığımızda, Risale-i Nur sayfalarının, Kur'ân'ın Türk düşüncesi ve hayatından sökülüp atılması faaliyetini bertaraf ettiği ve böylece İslâmî kimliği koruduğu görülür. Türkiye örneği, benzer entellektüel çatışmalar, modern çağın bilimsel iddiaları, maddecilik, tüketicilik ve geleneksel İslâm gibi problemlerle uğraşmaktan yorgun düşmüş diğer Müslümanlar için de bir modeldir. Böylelikle Risale-i Nur, modern çağda İslâm klasikleri arasındaki yerini almış bulunmaktadır. 15

    Said Nursî'nin amacı Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu göstermekti. 16O, Avrupa'daki modern felsefî eğilimlerin ve bunların Türkiye'ye yayılmasından haberdardı. Ayrıca o, aklî bilimlerin hakîkatı arama konusunda kifâyetsiz olduğunun da farkındaydı. Her ne kadar, felsefî tartışmalardan uzak kaldı ise de İslâmiyetin bir din ve dünya görüşü olarak geleneksel yöntemlerle ne anlaşılabileceğinin ne de açıklanabileceğinin farkına vardı. Sadece meseleyi ortaya koymak yetmiyordu, İslâmın doğruluğunu ispat edecek, ikna edici tartışmalara, delillere ihtiyaç vardı 17 Said Nursî'nin Kur'ân üzerindeki derin düşünceleri, Risale-i Nur'da baştan sona kaleme alındığı gibi, İslâmî mesajın mükemmelliğinin delilleridirler.

    İslâm modernistlerinden daha öteye giderek 18 modern bilimlerin tahsili ve Müslümanların aynı zamanda aklî bir yaklaşıma sahip olmaları için teşebbüste bulunan Said Nursî, İslâmla bilim arasındaki ilişkiyi esas itibariyle ortaya koydu. Tabiat, insan ve yaratıcı arasındaki ilişkiyi açıklamak için Kur'ân'ın felsefî izahları (philosophical hermeneutics) 19ile meşgul oldu. İddiaların inandırıcı ve yaratıcı olması için zikredilen üç şey arasındaki mesafenin aşılması ve bir olayın diğeri için çıkış noktası olma cihetinde aradaki mesafenin hem engel hem vasıta olması söz konusudur. 20Başka bir ifadeyle, Said Nursî'de felsefe ile ilâhîyat arasında çok keskin bir farklılaşma gözlenmiyor. Onda felsefe feragat etmiş insanlığı, ilâhîyat ise harfi harfine ilâhî prensiplere teslim olmayı temsil eder.

    Din felsefesi açısından baktığımızda, Risale-i Nur'da Said Nursî'nin din, Allah ve cemiyetle ilgili felsefî meseleleri ele aldığı görülür. O, Allah'ın varlığının ispatı ile ilgili olarak Batı'da bu konuyla alâkalı ontolojik, kozmolojik ve klişeleşmiş 21 klasik argümanlara benzemeyen başka bir delil sunuyor. Said Nursî'nin Allah'ın varlığını ispat etme metodu "tecrübî" metod olarak isimlendirilebilir.

    Bu açıdan bakıldığında, Said Nursî, modern dönemlerde, İslâmî entellektüel geleneği içersinde oluşan öğrenme geleneğinin yeniden hayat bulmasına destek vermiştir. Derinlemesine olan Kur'ân ve Hadis bilgisine dayanarak İslâm düşüncesinde akıl ve vahiy arasındaki karşılıklı ilişkiyi gösterdi. O, şüpheci materyalizmin İslâm imanını tehdit ettiği çağımızda, İslâmı bir bütün olarak, detaylarına varıncaya kadar öğrenme arzusunda olan çağdaş Müslüman nesillerinin entellektüel susuzluğunu gidermeyi başardı.

    Said Nursî zamanının çok ötesinde idi. O, Müslümanlar arasında Allah'a iman hususundaki esasları zayıflatan, dinî belirsizlik ve dogmatizmin geleceğini önceden görebilmişti. Bundan dolayı o, olup bitene seyirci kalmayarak ileride, Müslümanların mevcut ama İslâm'ın ortadan kalktığı bir dönemin gelmemesi için, Kur'âna hizmet çerçevesinde, mesaisini Kur'ân üzerinde yoğunlaştırdı. Risale-i Nur, İlahî hitabın muhatabı olan, toplum ve tarih içindeki insanı, Kur'âna ve Allah'a bağlamayı esas alan bu gayretin canlı bir şahididir. Said Nursî öncelikle Allah'ın birliğini pekiştirme ile meşguldu. 22

    Said Nursî, Müslümanlar ve diğer insanlar tarafından keşfedilmeyi bekleyen, eşi benzeri çok az bulunan bir elmastır. Bundan dolayı Risale-i Nurlar üzerinde çok daha fazla çalışmaya ve tefekkür etmeye ihtiyaç vardır. Kaldı ki Risale-i Nurlar, Kur'ân'ın mânâ okyanusundan damlalar hükmündedir.

    "Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kâlem olsa, deniz de mürekkep olsa, hatta buna yedi deniz daha eklense de Allah'ın kelâmı yazılmakla tükenmez. Şüphesiz ki, Allah yegâne galiptir, hükmünde hikmete sahiptir." (Lokmân Suresi, 27.)

    II. BÖLÜM Risale-i Nur'da Allah'ın Varlığının İspatı a) Dinler Tarihinde Allah'ın Varlığı Kavramının Tarihçesi Louis ve Mary Leakey'ye göre insanlar 175 ile 375 milyon yıl önce 23 dünya üzerinde yaşamaya başlamışlar ve o tarihten beri Allah'ın varlığı meselesi üzerinde durmaktadırlar. Dünyanın değişik bölgelerindeki insanların Allah'ın varlığı kavramı üzerinde durmaları, dinler tarihi çalışmalarının önemli bir konusudur. Bu meseleyi kavrayış, Theos, Gods, Brahman, Dhama vs. gibi farklılık arz eder. 24

    İslâmın vahdet anlayışı, Allah'ın kâinatın Rabbi ve yaratıcısı olması en güzel bir şekilde Kur'ândaki İhlâs sûresinde beyan edilmiştir. 25

    Meâlen der ki:"Allah birdir, Allah Samed'dir (Her yaratığın muhtaç olduğu eksiksiz bir varlıktır) Kendisi doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Eşi ve benzeri yoktur." (İhlâs sûresi, Âyet: 1-4.)

    İslâm'daki Allah anlayışı aşağıdaki şekilde özetlenmiştir.

    "Allah'tan başka ilâh yoktur. O, ezelî ve ebedîdir. Hayat sahibi, âlim-i mutlak ve kadir-i mutlaktır. O, beşer üstüdür. Hiç bir şey ona benzemez. (Kur'ân 42: 11). Her şey sıradan, sadece Allah mukaddestir. Onun yarattığı ve ayakta tuttuğu bu âlem ve içindeki herşey bir amaca binaendir. Onun yarattığı ve beslediği hiç bir şey gereksiz değildir. Onlar, insanın öğrenmesi, kullanması, zevk alması içindir. Bu âlem, insan dramasının oynandığı bir sahne olarak yaratılmıştır. Yaratılışın sebebi ve tacı durumunda olan insan, meleklerden daha üstündür. Çünkü kendisine cüz'i irade verilmiş ve sorumluluk yüklenmiş, Allah'ın rızasının önemli ve yüksek bir kısmını teşkil eden ahlâkî değerlerle bezenmiştir. 26

    Dini hayatın çekirdeğinde Allah bulunmaktadır. Kelime-i Şehadette "Allah'tan başka ilâh yoktur" denir. Tanrı'nın adı, İslâm dininde Allah'tır. Müslümanların yaşadığı her yerde, Müslümanın her hareketinde ve düşüncesinde işin özünü teşkil eder. 27

    Bununla beraber, Müslüman ilâhîyatçıları, filozofları ve düşünürlerinin devam eden bir vazifeleri vardır. O da, sürekli olarak Kur'ân'daki Allah kavramını zaman, tarih ve bilgilerdeki gelişmeye paralel olarak yorumlamak, açıklamak ve değerlendirmektir. Bu faaliyet, bugüne kadar Kur'ân'ın sunduğu Allah mefhumunu değiştirmek veya sulandırmak anlamına gelmedi. Yapılacak şey, meseleyi zamanın idrakine, zamanın diliyle sunmaktır. Bu görev, hümanizm gibi ateizm gibi felsefî akımlar tarafından Allah'ın varlığı meselesinin saldırılara maruz kaldığı, Allah merkezli bir dünya görüşü yerine, insan ve madde merkezli bir dünya görüşünün yerleştirilmeye çalışıldığı modern ve çağdaş dönemlerde, en yaygın şekliyle yerine getirilmek durumundadır. İşte biz Risale-i Nurlar'da Alah'ın varlığı ile ilgili olarak yazılanların önemini bu bağlamda değerlendiriyoruz.

    b) Said Nursî'nin Risale-i Nurlar'daki Yaklaşımı

    Said Nursî'nin yazdıkları, tahkiyeye, benzetmelere ve kendi nefsine nasihat etmeğe dayanmaktadır. Şerif Mardin bu tarzı, "Mıknatis gibi bir etkiye sahip olmak" şeklinde tanımlar. "Risale'lerin kompleks üslubu ve araya birçok unsur karıştırılmış, gramatik olmayan ifadelerini anlamak zordur. Bu bilge insan, ileri derecede muğlak ve kinayeli üslubuna rağmen talebelerimizin gönlünü fethetmede inanılmaz bir güce sahiptir. Bu eserlerde, semboller ve mecazlar, daldan dala atlayan âlimlerin geleneksel yönteminde olduğundan çok daha yüklü görünmektedir." 28

    Said Nursî'nin Allah'ın Varlığı Meselesindeki Yaklaşımı

    Said Nursî'nin Allah'ın varlığı, Allah'ın varlığının insan hayatı, düşüncesi ve davranışları üzerindeki etkisi ile ilgili görüşleri, yoğunlukla ikinci ve sekizinci sözde ele alınmaktadır. 29

    O, ikinci sözde Allah'ın, mahfi oluşu ile ilgili kısa bir giriş yaparak mutluluk ve ihsanın Allah'a iman etmekte olduğunu söyler. Bu sözde, müellif, meseleyi Müslüman kimliğine sahip olan bir kişi açısından ele alır. Konuya, aynı amaçla, ticaret ve keyif için seyahate çıkan iki kişinin hikâyesi anlatılarak başlanır. İkisi de farklı yollardan gitmeyi tercih ederek Allah'a varmayı amaçlamaktadır. Biri bencillik (hodbinlik), diğeri Allah'a itimad (hudabinlik) yolunu seçer.

    Said Nursî, hodbinlikte kibir ve gururun, dikkafalılığın, kendini beğenmişliğin, gülünç duruma düşmenin, karamsarlığın, başkalarının güvensizliğini kazanmanın bulunduğunu ve bunun da ümitsiz bir dünya görüşü doğurduğunu söyler. 30 Böyle bir kişi için herkes düşman, hayat ise bir işkencedir. Herşeye kendi âleminden baktığı için gözleri sadece kendi varlığını görüyor ve âlem ise ona sadece fizikî, maddî ve şehevî olarak görünüyor.

    Said Nursî, "Küfür manevî bir cehennem zakkumu tohumunu saklıyor" demektedir. 31

    "Gerçekten (cehennemdeki) zakkum ağacı"( Duhan sûresi, Âyet:43.)

    "Elbette (cehennemdeki) zakkum ağacının meyvelerinden yiyeceksiniz."(Vakıa Suresi, Âyet:52.)

    "İki ağacı birbirine sürterek çıkardığınız ateşe dikkat ettiniz mi) Onun ağacını yaratan siz misiniz yoksa biz miyiz?"(Vakı'a sûresi, Âyet:72.)

    Kur'ân'da "zakkum" ağacı cehennemin sembolü olarak zikredilmektedir. Kur'ân'ın tanımlamasına göre cehennem dünyada işlenen amellerin ahiretteki meyvesidir. 32 Zakkum bu yönüyle sembolize edilmektedir.

    Allah'ı tanıyan dindar adam, dünyaya dostça ve güvenle bakar. Onun için hayat bir sürurdur. Dünya coşku ve mutlulukla dolup taşmaktadır. 33 Onun dünya görüşü "Allah en büyüktür" ve "ondan başka ilâh yoktur" şeklindeki Kur'ânî prensiplere dayanmaktadır. Mutlu bir insan olarak o, kendini bahtiyar olarak görmekte ve seyahatı esnasında yaptığı ticaretten ettiği kâr dolayısı ile Allah'a daima şükretmektedir.

    İkinci sözün sonunda Said Nursî şöyle bir mütalaada bulunur: "Demek ki selâmet ve emniyet yalnız İslâmiyet ve imandadır. Öyle ise biz daima, İslâm dinine mensup olduğumuz ve mükemmel bir imânâ sahip bulunduğumuz için Allah'a hamdolsun" demeliyiz. 34 Allah'ın varlığına iman, hayat tarzımıza neşe katmaktadır.

    Said Nursî, biz dünyayı nasıl görür ve hayal edersek dünya öyle görünür, demektedir. Allah'a iman etmemek kişinin kendisini ve dünyayı bedbin bir nazarla görmesi sonucunu doğuruyor. Böylelikle içindeki çirkinlik dış âleme yansıdığı için gülünecek şeyler ona ağlamaklı, vazifenin bitmesi, azledilme ve yağma gibi görünmektedir. 35 Bu insanlık trajedisinin çıkış yolu, Allah'ın varlığına götüren apaçık delilleri görmeyi engelleyen suizanların ve kuruntuların farkına varmaktır. Allah'ın varlığına iman ise huzura, mutluluğa ve dünyayı dostça, cana yakın bir bakış açısıyla görmeğe yol açar. İster mutlu ve tatmin olmuş biri isterse mutsuz, şaşkınlık içinde, ne yapacağını şaşırmış biri olsun, Allah'a iman, onların hayatına yön verir.

    Allah'ın varlığına iman herşeyi değiştirir, hayatın, düşüncelerin ve davranışların mükemmel ve huzurlu olmasını sağlar.

    İkinci sözden daha hacimli bir risale olan Sekizinci Söz'de Said Nursî, daha farklı bir yaklaşımla meseleye bakar. Burada, konu, insanın kimliği, Alah'a inanma veya inanmama meselesi karşısındaki tavrı ve ilişkileri açısından izah edilmektedir.

    Müellif, dünya, insan ve Allah arasında kurulacak irtibatın gerekliliği üzerinde detaylı olarak durur. Varılan sonuç, Allah'a iman ve dinin emirlerini takip etmenin, dünyanın ve hayatın sırlarını çözdüğü hakîkatıdır. Bu iman, materyalizmin kucağındaki modern insanı tıpkı bir mahkumun kurtuluşu gibi, hayatın zincirlerinden kurtarır.

    Karanlıktan kurtulmanın ve hürriyete kavuşmanın sırrı Allah'a ve ondan başka ilâh olmadığına iman etmektir. 36

    Sembolik ve tahkiyeye dayalı üslubu ile yine seyahata çıkan ve iki ayrı kola ayrılan yolun başındaki iki kardeşin hikâyesini anlatır. Bunlara, sağ yolda kanuna ve nizama uyma zorunluluğu vardır, fakat bu zorluk içinde güven ve saadet vardır. Sol yolda ise serbestlik ve hürriyet vardır, fakat o hürriyetle beraber tehlike ve sefalet vardır. Şimdi iki yoldan birini seçme konusunda hürsünüz denir. 37 Bediüzzaman burada, şahsiyeti bulmanın ve saadetin Allah'a imanda bulunduğunu ima etmektedir. İmanda emirlere ve kurallara uymak gerekli olduğu halde, imansızlıkta sınırlama yoktur.

    Emniyet ve mutluluğa giden yol şansla, talihle bulunmaz, bunun için düşünen insanın aklını kullanması gereklidir. Bu yolu bulmanın diğer bir şartı, materyalistlerin en zor entellektüel çıkmazı ve kriz sebebi olan gözle görülmeyen ve bir olan Allah'a inanma ve itimad etme inancının yerleştirilmesidir. Kur'ân'da, tasdik fiili olarak aşağıdaki âyet zikredilmiştir:

    "Ben Allah'a dayandım" (Hûd sûresi, Âyet: 56. )

    Allah'ın varlığına güvenmenin yerleştirilmesi, kişisel olgunluğa, kişinin kendine güvenmesine huzur ve güvenliğe yol açar. Öte yandan inanmayanların tavırları, tesadüfî değil kendi düşüncesizlikleri ve ahmaklıklarının sonucudur. 38 İmansızlık, mutsuzluğa ve kedere yol açar, kişi bu durumda öyle bir haldedir ki ne yaşar ne ölür. 39

    "Allah'tan başka ilâh yoktur, O, Hayy ve Kayyûm'dur."(Bakara sûresi, Âyet: 225.)

    Her iki yolu seçen kardeşlerin mücadeleleri, başlarından geçenler ve karşılaştıkları zorluklar, yazar tarafından sembolik bir şekilde tasvir edilmektedir.

    İnanan kişi, ilâhî şuuruyla iyi ve ahlâkî yolu seçer. Onun bakış açısı ve düşünceleri müspettir. Her şeyin iyi tarafına bakar. O düşünür ki, gözle görülmeyen bir hakim vardır, o, herşeyi görür, test eder ve insanı yönlendirir. Böylelikle bu inanç ona mutluluk verir. 40

    "Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır. Onları ancak kendisi bilir. O, karada ve denizde olan herşeyi bilir. Onun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tek tane, yaş-kuru birşey yoktur ki apaçık bir kitapta (levh-i mahfuzda) bulunmasın."(En'am sûresi, Âyet: 59.)

    Said Nursî, hikâyenin sonunda der ki:

    Ey nefsim ve ey bu hikâyeyi nefsimle beraber dinleyen arkadaş! Eğer bedbaht kardeş değil de bahtiyar kardeş olmak istersen Kur'ân'ı dinle, onun hükmüne itaat et, ona yapış ve ona göre amel et. Eğer bu temsilî hikâyedeki hakîkatleri anladınsa onu dinin, dünyanın, insanın ve Allah'a imanın gerçeklerine uyarlayabilirsin. En önemlilerini ben söyleyeceğim, incelerini sen kendin bulup çıkar.

    İşte bak! O iki kardeşten birisi inanan bir ruh ve salih kalptir. Diğeri kâfir bir ruh ve fasık bir kalptir. O iki yoldan sağdaki, iman ve Kur'ân yoludur. Soldaki ise küfür ve isyan yoludur. O yoldaki bahçe ise, insanlık cemiyeti ve medeniyeti içerisinde geçici olan sosyal hayattır ki hayır ve şer; iyi ve kötü; temiz ve pis şeyler beraber bulunur. Akıllı kişi, "hoş temiz şeyleri al, sıkıntılı ve bulaşık olanı bırak" kaidesine göre hareket edendir. 41

    Etrafımızda, her yerde sunulan Allah'ın varlığı ile ilgili deliller, "yaratılışın açığa vurulmamış hikmetini imanın sırrıyla çözmektedir". 42 Dünyaya Allah'a iman gözlüğü ile bakmak, bu âlemi, hayatımızın anlam ve gayesini idrak edişimizde, her gün karşılaştığımız zorlukların üstesinden gelişimizde büyük değişiklik meydana getirir. Bediüzzaman, 8. sözdeki iki kardeşin sonuçta ruh halini tahlil ederken "Birinci kardeşin alçak nefsi ona manevî bir cehennem hazırlarken, ikincinin iyi niyeti, iyi zannı, güzel karakteri, iyi fikirleri onu büyük bir saadet ve mutluluğa, fazilet ve feyze mazhar etmiştir." 43 der.

    Sonuç olarak Bediüzzaman, iman edenler ve Kur'ân'ın prensiplerini kendilerine rehber edinenler için kabir, "bu dünya zindanından, sonsuzluk bostanlarına; imtihan meydanından cenet bahçelerine, hayatın zorluklarından Rahman olan Allah'ın rahmetine açılan bir kapıdır." Ölüm, "dünya zindanından cennet bahçelerine bir davet, Rahmân-ı Rahim olan Allah'ın cömertliğinden kişinin hizmetlerinin karşılığı olarak kendisine düşen ücreti almasının vaktidir" der.

    Daha önce de ifade edildiği gibi, Bediüzzaman'ın Allah'ın varlığı ile ilgili olarak ortaya koyduğu deliller, tecrübî, ispata dayalı delillerdir. Bu deliller, sadece ileri sürmeye, iddia etmeye dayalı değil; aynı zamanda davet edicidir. Bu yöntem, inanan veya inanmayan insanların ortaya koydukları yaşama biçimi ve davranışların gözlenmesine dayalı, gerçekçi ve güçlü argümanları esas alır.

    Bu tebliğde ele alınan "iki söz" bile Said Nursî'nin Kur'ân'la ilgili derin vukûfiyetine ve insan hayatında dini boyutun daima geçerliliğini koruduğu gerçeği konusunda modern ve çağdaş insanı ikna etmekteki başarısına yeterli delildir. Bayağı yaşama biçimi, düşünce ve davranışların hakim olduğu bu materyalist çağda, Risaleler, dinin insanı kâmil kıldığı ve onu mutluluğa erdirdiğini ispat etmektedirler.

    Sonuç

    Risale-i Nur, Kur'ân-ı Kerim'in mânâsı ve bu asra bakan yönü üzerine yazılmış bir mükemmel eserler bütünü olduğu halde, ne yazık ki araştırma düzeyinde derinliklerine gerekli ölçüde nüfuz edilememiştir.

    Risale-i Nur'un geçerliliğini koruması, hayatla, yaşamayla ilgili büyük problemlere ve meselelere çözüm getirmesidir.

    Risale-i Nur'un metinlerine bakıldığında bir bütünlük, müştereklik, kılı kırk yaran bir tarzla karşılaşılır. Külliyat, dindar, şarklı bir İslâm âliminin, materyalizmin hızla ilerlediği çağımızla ilgili çözülmemiş, girift meseleleri halletmek, bunları anlamayı sağlamak üzere kâleme aldığı samimi ve büyük bir teşebbüstür.

    Risale-i Nur'da, Said Nursî, çağdaş anlamda, varlıkla ilgili tatmin edici izahlar yapar. O, Kur'ân'ın sahih mesajını iletme ve hayatın mânâsını el yordamı ile yakalama belirsizliği içersinde olan insanlığı Kur'ân'ın faydası hususunda aydınlatma gibi çok zor ve kompleks bir görev üstlenmiştir. Felsefî meseleleri izah ederken kullandığı, eşi benzeri olmayan yaklaşımı sayesinde o, üstlendiği görevi hakkıyla ifa etmiştir. Ayrıca o, İslâm'daki dini hayatın sıhhatli olduğunu göstermek, sorgulayan aklı tatmin etmek için vahiy, düşünce ve pratik arasında ilişki kurmayı başarmıştır.

    Risale-i Nur'un büyüklüğünü ve dinin günlük hayatımızdaki yerini kavrayabilmek için bu eserler üzerinde daha ileri derecede araştırmaların yapılmasına ihtiyaç vardır. Bu tür çalışmalara, benim gibi yeni bir Risale-i Nur talebesi de dahil, bu karmakarışık dünyada hayatın anlamını bulma problemi ile boğuşan; insan, âlem ve Allah arasındaki münasebeti anlamaya çalışan bütün insanlığın ihtiyacı vardır. Ancak bu sayede, insanların dindarlıklarından dolayı saygı gördüğü, materyalizm tarafından alçanmadığı, manen zengin ve fazilet üzerine bina edilmiş bir hayatı yaşayabiliriz.

    İkinci ve sekizinci sözler, bize şahsi kemalât, mutluluk ve Yüce Allah'a karşı tevazunun nasıl elde edileceğinin anahtarını ve bunlara götüren yolu göstermektedir. Başka bir ifadeyle, gözle görülmeyen Allah'ın varlığı hususunda gözle görmüş gibi tatmin oluruz.

    Said Nursî'nin Risale-i Nur'da takdim ettiği düşüncelerini anlamak zor bir iş olabilir. Ancak, hayat, düşünce ve davranışlarla ilgili getirdiği açıklık, bizi asrımızın bu önemli eseri üzerinde daha ileri düzeyde araştırmalar yapmak için cesaretlendiren yeterli ödüldür.

    Türkiye'nin modernizasyonu üzerinde etkili olan şartlar esas alınarak kaleme alınan Risale-i Nur'daki mânâlar ve öğrenilecek şeyler, aslında bütün dünyadaki Müslümanların istifadesine sunulacak mahiyettedir.

    Son yıllarda, ekonomik olarak çok ani bir maddi büyüme halmesine girişen ve şimdi ise ekonomik kriz yaşayan Güneydoğu Asya toplumlarının kimliği ve sosyo-kültürel cepheleri üzerinde bu iki olay da çok derin tesirler bırakmıştır. Güneydoğu Asya Müslümanları, halihazırdaki karışık politik ve sosyo-ekonomik dönemde, bozulmamış İslâmî kimlikle, ekonomik ve sosyo-kültürel olarak kendine gelme meselesinde Risale-i Nur'daki öğretilerden yararlanabilirler. Risale-i Nur'ların odaklaştığı, İslâm ve sosyal değişme arasındaki karşılıklı mücadelede yaklaşımın nasıl olması gerektiği teması, Kur'ân'ın mânâsını ve muteberliğini anlama hususunda yeni bir anlayış sağlayacaktır. Böyle bir anlayış, bilgi alanındaki mücadelelerde, birleşik İslâm liderliğini oluşturmada, pazar güçlerini hayrete düşürmede; dağılan aileler, uyuşturucu tiryakiliği, okuldan ayrılmalar, inatçı çocuklar gibi problemlerin çözümünde yol gösterici olacaktır. 44 Kronolojik olarak çağdaş Güneydoğu Asya toplumları, modernlik, materyalizm ve globalleşme meseleleri ile Türkiye'den sonra yüz yüze gelmişlerdir. Hal böyle olunca Said Nursî'nin Risale-i Nur'larda yer alan görüşleri, modern ve çağdaş zamanların getireceği yeni ve kaçınılmaz mücadelelerde, çıkmazlardan kurtulma çabalarında, İslâmî bir bakış açısıyla karşı koymada başvuru kaynağı niteliğinde olacaktır.

    İslâm'ın her zaman ve zeminde muteberliğini gösteren, Allah'ın varlığı gibi Kur'ânî meselelerin anlaşılması büyük ve dindar dimağlar tarafından detaylandırılma ihtiyacındadır. Bu cümleden olarak, Risale-i Nur, Allah'ın varlığını anlamada, dünya misafiri insanoğlunun yolunu aydınlatmada ve imanın hem bu geçici âlemde hem öbür âlemde başarı, mutluluk ve kemal noktasını yakalamadaki önemini idrak etmede önemli bir fener vazifesi görmektedir.

    ____________________

    1 1957 yılında Tanzanya'da doğdu. Halen Pattani - Thailand Prince of Songkla Üniversitesi İslami Araştırmalar Bölümünde Öğretim Üyesi olarak görevini sürdürmektedir.

    2 Bu makale, İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından 20-22 Eylül 1998 tarihleri arasında İstanbul'da (Türkiye) düzenlenen Kur'ân'ı Anlamada Çağdaş Bir Yaklaşım: Risale-i Nur Örneği isimli uluslararası sempozyumda takdim edilmek üzere hazırlanmıştır.

    3 Eugene G. d'Aquili and Andrew B. Newburg, "The Neuropsychological Basis of Religions, Or Why God Won't Go Away" Zygon, cilt: 33 no. 2, (June 1998): 187-201; Henry Simoni, "Divine Passibility and the Problem of Radical Particilarity: Does God Feel Our Pain" Religious Studies, cilt: 33 (1997): 327-347; David Swinburne, The Existence of God (Oxford: Clarendon Press, 1991); Victor Cosculluela, "Death and God: The Case of Richard Swinburne" Religious Studies, cilt:33, (1997): 293-302; Mikael Stenmark"an Unfinished Debate: What are the Aims of Religion and Science" Zygon, cilt: 32, no. 4, (December 1997): 491-514.

    4 The Oxford Encyclopedia of the Modern Islamic World. S.V "Nurculuk" Madde yazarı : Şerif Mardin.

    5 Said Nursî'nin hayatı ve mücadelesi ile ilgli olarak İngilizce yazılmış iyi bir kaynak için bkz: Hamid Algar, "Said Nursî and The Risale-i Nur" Islamic Perspectives Studies (Seyyid Abul A'la Mevdudi, Hurşid Ahmed ve Zafer İshak Ensari için çıkarılan armağan sayı). The Islamic Foundation, Leicester, 1979 s. 313-333.

    6 Bu makalede Risale-i Nur'a yapılan bütün atıflar ve Risale-i Nur'dan yapılan bütün iktibaslar Şükran Vahide'nin "The Words" olarak İngilizce'ye çevirdiği eserden yapılmıştır. (Sözler Neşriyat, İstanbul - 1992).

    7 Muhsin S. Mahdi, The Political Orientation of Islamic Philosophy, Müteferrik Makaleler Serisi, D.C: Center for Contemporary Arab Studies, Washington, 1982.

    8 "Üretkenliğin, düzenin, hakikatın ve hukukun gerçekleşmesini sağladığı varsayılan bir zan" şeklinde tanımlanmıştır. Bkz. Yusuf Waghid, "Islamic Educational Institutions : Can the Heritage Be Sustained" The American Journal of Islamic Social Sciences. Cilt : 14, No : 4, 1997 s. 38.

    9 a.g.m. s. 45-47.

    10 Francis Robin, The Oxford Encyclopedia of the Modern Islamic World, 2. cilt, Ahmed Sirhindi'nin Mevlânâ Halid yoluyla Said Nursî üzerindeki tesiri ve Mevlânâ Halid'in Modern nakşibendiliği Türkiye'ye takdimi için bkz. Şerif Mardin, Religion and Social Change in Modern Turkey, State University of Newyork Press, Newyork, 1989. s. 57-60.

    11 Hafız Malik, The Oxford Encyclopedia of the Modern Islamic World, 2. Cilt" Seyid Ahmed Khan.

    12 Hamid Algar, "Said Nursî and the Risala-i Nur" s. 320.

    13 a.g.e. s. 326.

    14 a.g.e. s. 327.

    15 Muhammed Abduh'un Risalat al Tevhid İngilizceye The Tecology of Unity olarak terc. Ishak Musa'ad ve Kenneth Cragg, George Allen ve Unwin Ltd. Londra, 1966; Allame Muhammed İkbal, The Reconstruction of Religious Thought in Islam, 2. Baskı, İkbal Akademisi, Lahor, 1989; Malik Bennabi, The Qur'anic Phenomenon terc: Abu Bilal Kırkarı, American Trust Publications, Indianapolis, 1983, Islam in History and Society terc: Asthma Rashid, Berita Publishing, Kuala Lumpur,. 1991. Ali Şeriati, On the Sociology of Islam, terc: Hamid Algar, Mizen press, Berkeley, 1979. Ismail el - Faruki, Islamization of Knowledge VA : International Institute of Islamic Thought, Hernden 1982; Seyyid Hüseyin Nasr, Islam and the Plight of Modern Man, Longman. London, 1975; Fazlur Rahman Major Themes of the Qur'an, Bibliotheca Islamica Minneapolis, 1980; Seyyid Muhammed Nakuib al Attas, Prolegomena to the Metaphysics of Islam, Kuala Lumpur, 1995.

    16 Şerif Madrin, Religion and Social Change in Modern Turkey, s. 78.

    17 a.g.e. s. 173.

    18 İslâmi modernizm tartışması için bkz. Fazlur Rahman, İslâm and Modernity, The pres of Cihcago University, Chicago, 1982. Line bkz. Fazlur Kahman "İslâmi Modernizm : Its scope method and Amlternatives" International Journal of Middle East Studies, Cilt 1, 1970, s. 317-333.

    19 Hermeneutical Felsefe, mümkün olduğu kadar bir dinî topluluğun kullandığı en temel ifadelere ulaşmaya çalışır. Bu ifadelerle o toplumun mensupları kendi adlarına veya değerleri adına deneyimlerini yorumlarlar. Poul Ricouer, Riguring and Sacred, Minneapolis: Augsburg Fortress, 1995, s. 36.

    20 a.g.e. s. 38.

    21 Ninian Smart, Philosopher's and Religiours Truth, 1964.

    22 Şerif Madrin, Religion and Social Change in Modern Turkey, s. 224.

    23 Louis Leakey, Adam's Ancestors (1953) ve Unveiling Man's Origins (1969).

    24 Encyclopedia of Religion, s.v. "God" Dictionary of Philosophy and Religion Eastern and Western Thought (1980) "God" by W.L. Reese; The Myth of The Eternal Return (Princeton: Princeton University Press, 1954); Ainslie T. Embree (ed.) The Hindu Tradition (New York: Vintage Books, 1972); Edward Conze, Buddhism: İts Essence and development (Oxford: Oxford University Press, 1959); Keith Ward, The Concept of God (Oxford: Oxford University Press, 1974) aynı yazarın Concepts of God (Oxford: Oneworld Publications, 1998); Karen Armstrong, A History of God-The 4000 Year Quest of Judaism Christianity and Islam (New York: Ballantine Books, 1993.

    25 Aynı zamanda bkz. The Oxford Encyclopedia of Islamic World, s.v. "Allah" madde yazarı: F.E. Peters.

    26 İsmail R. al Farukî ve David Sopher, Historical Atlas of the Religions of the World, Macmillan Publishing Con. Inc. New York, 1974, s.24.

    27 İsmail R. al Farukî, Tawhid: Its Implications For Thought and Life, International Institute of Islamic Thougt, Wyncote, 1982.

    28 Şerif Mardin, Religion and Social Change in Modern, Turkey, s.177.

    29 Bediüzzaman Said Nursî, From the Risale-i Nur, The Words on the Nature and Purposes of Man, Life and All Things Terc. Şükran Vahide, Sözler Neşriyat, İstanbul, 1992, s.27-28, 45-50.

    30 a.g.e., s.27.

    31 a.g.e., s.28.

    32 Kur'ânda zikredilen sembolik ağaç zakkumla ilgili Muhammed Esad'ın yorumları için bkz. Muhammed Esad, The Message of the Kur'ân, Cebelitarık, Dar ül-Endülüs, 1980, s.690.

    33 The Words, s.28.

    34 a.g.e., s.28.

    35 a.g.e., s.28.

    36 a.g.e., s.45.

    37 a.g.e., s.45.

    38 a.g.e., s.46.

    39 a.g.e., s.46.

    40 a.g.e., s.47.

    41 a.g.e., s.49.

    42 a.g.e., s.48.

    43 a.g.e., s.48.

    44 Güneydoğu Asya müslüman toplumlarının, karşı karşıya oldukları mücadelelerle ilgili bkz. Hüssin Muttalib, "Islam in South east Asia and 21 st Century; Managing the Inevitable Challenges, Dilemmas and Tersions" Islamic Studies. Cilt:37, No:2, 1998, s.201-227. ile İmtiyaz Yusuf, "Islamic Revivalism in Centemporary Asia" Asean Forum, Cilt:2, No:2, 1998, s.1-21.



  4. #4
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998

    ALLAH’IN KİTABINDA İKİ HARİKA OLAY

    Prof.Dr. Muhammad Sa'id Ramadan al-Buti 1

    Merhum Üstadın Allah’ın kitabından çıkarıp ortaya koyduğu feyiz dolu hakikatları görünce, sempozyum için belirlemek istediğim ve biraz daha açarak fikir adamlarına sunmayı arzu ettiğim konuların seçiminde zorlandığımı söylemeliyim.

    Kur'ân’ın malı olan bu eşsiz hakikatlardan bazılarını seçip üzerinde çalışma yapmaya karar verdim.

    Ben bu araştırmamda Üstad Nursî’nin ortaya koyduğu iki Kur'ânî hakikatın üzerinde önemle durulmasının gereğine inanmaktayım.

    Merhum Bediüzzaman’ın bu hususta ortaya koyduğu düşüncelerini arapçaya tercüme edilmiş Nur Risalelerinden aynen aktaracağım. Ancak daha önce işaret ettiğim gibi günümüz gerçeklerine ve değişik düşüncelerdeki araştırmacılara ışık tutacak bu ifadelerin daha iyi anlaşılması için, Nur Risalelerindeki değişik parçalardan yapacağım yeni bir metin çerçevesinde konuyu değerlendirmeye çalışacağım.

    Birinci hakikat: Bediüzzaman’ın ifadesiyle Kur'ân’ın, “yüce ilahî hakikatlar” arasında mevcut olan müvazeneyi korumasıdır. O bu konuda şöyle der: Kur'ân’ı Hakim’in ulviyetine en sadık bir delil ve hakkaniyetine en zahir bir burhan ve icazına en kuvvetli bir alâmet şudur ki: Kur'ân, Tevhidin bütün mertebelerini, bozmamış, muhafaza etmiştir. Bu hususiyet, insanların söz ve eserlerinde asla mevcut değildir. Bu özellik, ne en büyük mütefekkirlerin düşüncesinde, ne evliyanın ve ne de metafizik ile ilgilenen işrakiyyun hükemasının kitaplarında görülebilir. Bilakis onlardan en üst seviyeye çıkmış olanlar bile ya cehaletinden veya ilgi alanına girmediği için bu hikakat ağacının ancak bir veya iki dalının meyveleriyle meşgul olmuştur. Âdetâ bir iş bölümü çerçevesinde onlardan herbiri, bu hakikat ilminin farklı bir dalında uzman olmuştur.

    Evet, mutlak hakikat, sınırlı olan fikirlerle şekilledirilemez. Onun bütün yönlerini görmek için, Kur'ân gibi külli ve kuşatıcı bir perspektif gerekir. Beşerî düşünceler, yalnız hakikatın bir - iki yönüyle meşgul olduğundan, âdetâ orada haps olur ve başka tarafları görmezlikten gelir. Ya ifrat veya tefrit ile hakikatın müvazenesini bozar ve mevcut dengeleri ihlâl eder. 2

    Bediüzzaman bu konuyu şöyle bir misalle açıklamaya çalışır: Mesela; bir denizde hesapsız ve çişit çeşit cevherlerin dolu olduğu bir definenin bulunduğunu farzedelim. Gavvas dalgıçlar, o definede bulunan mücevheratı aramak için o denize çalışıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan ancak el yordamıyla onları almaya çalışırlar. Bir dalgıcın eline uzunca bir elmas geçer. Ona göre bütün hazine uzun direk gibi elmastan ibarettir. Diğer arkadaşlarından duyduğu farklı cevherleri kendisinin bulduğu definenin bir teferruatı olduğuna hükmeder. Bir diğerinin eline yuvarlık bir yakut geçer. Başka birinin eline dörtgen şeklinde bir kehribar geçer. Bunlardan herbiri definenin aslı kendisinin bulduğu türden cevherleri ihtiva ettiğine, arkadaşlarının gördükleri ise bu definenin tamamlayıcısı durumundaki ikinci derecede değer ifade eden unsurlar olduğuna inanır. Böylelikle hakikatın müvazenesi bozulur, rengi değişir ve fasit tevillerle kendini kandırmaya çalışır.

    İşte bunun gibi, birer hakikat denizi olan Kur'ân’ın âyetleri de, birer dalgıç gibi hakikatın denizine dalmış gerçekleri keşfediyor. Ancak âyetlerin gözü açık olduğundan definenin her tarafını çok net bir şekilde görebiliyor ve hakikat cevherlerini olduğu gibi yansıtıyorlar. 3

    Üstadın söylediği bu gerçeklerin doğruluğu, ilmi çevrelerde ortak bir kanı olarak ispatlanmıştır. Bu husus, bugün batı dünyasında, hatta Kur'ân’ın ışığından nasibini alamamış kimselerin de araştırmalarında ortaya koyduğu ve büyük bir hayranlıkla kabul ettiği ve biraz sonra değineceğim gibi kitaplarında ve değişik sohbetlerde itibar edip dile getirmekten kendilerini alamadıkları bir hakikattır.

    Bir çok kimse, içinde bulunduğumuz kâinatın değişik, farklı hakikatları ihtiva ettiğini düşünmektedir. Bu tamamen yanlış bir vehimdir. Çünkü kâinat, bir tek hakikattan ibarettir. Diğer değişik ve çeşitli görüntüler ise sözkonusu hakikatın dal-budağı hükmünde olup ona hizmet etmek için vardır.

    Buna göre, astronomi, jeoloji, zooloji, tarih, psikoloji, felsefe ve ahlâk gibi ilimlerin hepsi de kâinatta mevcut olan bir tek hakikatın farklı yönlerini inceleyen ilim dallarıdır. Ancak, kâinattaki mevcut bir tek hakikatın çok geniş çok büyük ve çok yönlerden dallı budaklı olması, aralarında kültür seviyesi yüksek ve sahasında uzman olan kimselerin de bulunduğu bir çok insana, birbirinden bağımsız çeşit çeşit ilmî hakikatların bulunduğu vehmini vermiştir. Bu sebepledir ki, onlardan herbiri, sırf kendi dünyasında gördüğü hakikatle meşguldur.

    İşte bu yapay farklılıktan dolayıdır ki, malumatlar değişik ve bir kısmı saptırıcıdır. Bununla beraber, bulunan hakikatler, onları bulanların kendisini bile doyurmaktan uzaktır. Onlar, derinlere daldıkları nispette şaşkınlıkları artmaktadır. Buldukları hakikatı olduğu gibi algılamaktan aciz olduklarından, derinleştikçe bir başka bilinmezle karşılaşmakta ve ızdıraplara düşmekten kurtulamamaktadırlar.

    Şüphesiz, bir tek hakikattan ibaret olan şu kâinatın değişik şekillerde kendini gösteren farklı hakikatlarını birbirinden bağımsız olarak görmek, aynı konunun farklı yönlerini değişik bölümlerde işleyen bir kitabın yalnız bazı parçalırını görmek gibidir. Sözkonusu kitabın belli bazı bölümlerini okuyan bir kimsenin, o kitabın tamamını kavramaktan uzak olduğu gibi, değişik ilmî gerçekleri ihtiva eden kâinat kitabının farklı hakikatlarını, bağımsız birer bölüme olarak gören kimsenin de, sadece şifa verecek bir malumat elde etmekten aciz kalması kaçınılmazdır.

    Bugün dünyanın, ünlü olarak kabul ettiği insanların en meşhur fikir, felsefe ve ilim erbabı sayılanların bile, şimdiye kadar ortaya koyduğu gerçeklerin kendi kendilerini bile tatmin etmekten uzak olması ve ömürlerinin son nefeslerini verirken, cehaletten gelen sıkıntılar içerisinde çırpınmaları, Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu düşüncenin doğruluğunun en açık delilidir.

    Örneğin, B.R.Şiko, hayatından bahsederken; kendisinin şimdiye kadar birçok gerçeği keşfettiğini, sevgi ve barış gibi konularda çeşitli hayallerini gerçekleştirdiğini, ancak aldatıcı duygular dışında, ilk hayalleri olan “marifet”ten başka bir şeyle kendini tatmin edemediğini itiraf etmektedir. 4

    Genel çekim kanunu ve izafiyet teorisinin sahibi, Einstein de aynı problemden şikayetçidir. Kendisinden ölümün hakikatını soran Amerikan asıllı arkadaşı Corç Frik’e verdiği cevapta: “ölümün ne olduğunu bilmediğini” seyledikten sonra, “şimdiye kadar kâinat ile ilgili olarak topladığım bilgilerin hepsi, çözülmesi güç birer bilmece olmaktan öteye gidemedi” 5 diyerek, yaşadığı hayal kırıklığını ortaya koyan ifadelere yer vermiştir.

    Enghels, “Anti duhernik” adlı eserinde kâinatla ilgili olarak yaptığı uzun tahlillerinde şu görüşlere yer vermektedir: Kandaki al ve ak yuvarlarla ilgili bilgimiz ne kadar da kıttır. Öyleki, hücre ile ilgili ortaya çıkan yeni bir buluş, bizi biyoloji ile alâkalı olan önceki bilgilerimizi ve daha sonraki malumatlarımızı yeniden gözden geçirmeye zorlamaktadır. Daha önce kesin olarak kabul görmüş bilgilerimiz, bir anda bilmeceler sırasına kayıverir. Hakaik-i ebediye ile ilgili malumat ise bizim için çok daha yaralayıcı ve yıpratıcı olmaktadır. İnsanlık tarihi ile ilgili bilgilerimiz ise, biyoloji bilgilerimizden çok daha gerilerdedir. Öyle anlaşılıyor ki gelecek nesil, bizim şimdiki bilgilerimizden istifade etmekten çok, onları düzeltmek için uğraş verecektir. 6

    Kanaatıma göre, idealizm ve eksistansiyalizm gibi sapık felsefî doktrinlerin ortaya çıkış sebebi, sahiplerinin kâinata ait malumatlarının bölük pörçük olması ve dolayısıyla kapsamlı bir şekilde bir bütünlük gösterememesidir.

    O halde kâinat çapında herhangi bir konudaki bilginin doğruluğu, yalnız aklı tamin etmesi ve nefsin hoşuna gitmesi ile ölçülemez. İnsan, kâinat ve hayat arasında var olan ilişkiyi tespit edebilecek geniş kapsamlı ve bütünlüğü gözeten bir perspektife sahip olmayan bir bilginin doğruluğuna hükmedilemez.

    Önemli olan bilginin derinliği değil, doğru ve kapsayıcı olmasıdır.

    Bu söylediklerimize bir delil teşkil edecek olan şu ilmî kaideyi de vurgulamadan geçemeyeceğim: Değişik parçalardan meydana gelen bir kütlenin %20’si hakkında doğru olduğunu söylemek mümkün değildir. Bilâkis böyle bir araştırma, o kütlenin gerçekleri hususundaki doğru bilgi oranı %1 bile olmaz. Böyle bir bilgi, olsa olsa sözkonusu kütle hakkında çelişkili, şüphelerle dolu, insanda tereddütler meydana getiren ve yanlış bazı tasavvurlara götüren bir özelliğe sahip olur.

    Yine bir harita hakkında kapsamlı bir bilgiye sahip olmadan, sadece büyüteç altına aldığı bir parçadaki birkaç farklı renklerin özelliğini bilmekle, ilgili konular hakkında doğru bir tahlil yapmak mümkün müdür?

    Aynen bunun gibi, kâinat hakkında kuşatıcı ve her tarafı gören bir göze sahip olmayan bir bakış açısının ortaya koyacağı bilgiler, her zaman eksik olmaya mahkûmdur.

    Peki, şu kapsamlı bilgiye nasıl ulaşılabilir? Diğer bir ifadeyle, kâinatın tümünü gösteren bir haritayı okumamızı sağlayan, onun parçaları arasında var olan alâkayı olduğu gibi yansıtan bir gözlük var mıdır?

    Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, böyle bir haritayı doğru olarak çizen ve insanlara takdim eden tek kitap, Kur'ân’dır. Bu noktadan hareketle rahatlıkla anlıyoruz ki Kur'ân, şu kâinat sahibinin kitabıdır. Yoksa kâinat hakkında bu kapsamda doğru bilgi sahibi olmak kimin haddinedir?

    Kur'ân’ı yakından tetkik edenler çok iyi bilirler ki, orada önce insanın yaratılışı, özellikleri, ona yakışan bir hayat tarzı sözkonusu edilir. Daha sonra insanın içinde bulunduğu çevresinden, yeryüzü ve kâinatla olan alâkasından sözedilir? Böylelikle kâinatın temel direği ve bilginin asıl kaynığı olan insan hayat ve diğer varlıklar bir bütün halinde incelenmiştir.

    Allah’ın i’câzlı kitabı olan Kur'ân’ı yakından inceleyen bir kimsenin gözünde, kâinat bir ağaç, parçaları ise birer yaprak ve meyve gibi çok açık bir ilişki içerisinde ortaya çıkmış olacaktır.

    Kur'ân’ın şu geniş perspektifinden kâinata bakan herhangi bir kimse, kendi kabiliyeti nisbetinde doğru ve sahih bilgiler almaya muvaffak olur; artık kırık şişeler hükmündeki değersiz bazı bilgiler onu tatmin edip aldatmaz. Yarım yamalak bilgylerden gelen vesveseler, Kur'ân’ın ışığı altında yadınlanmış olan akıl ve kalbini sapıklığa sevkedemez. O artık herşeyin üzerinde bir mühür görmüştür. Hakkı hak, batılı ise batıl olarak okumaktadır.

    Kur'ân’ın vermek isteği bilgi budur. “Allah’ın kullarından O’na karşı gereği gibi saygılı olanlar ancak âlim olanlardır” âyeti, bu gibi bilginler hakkındadır. Yarım yamalak; bölük, pörçük bilgiler ile kendilerini dev aynasında görenlerin durumu "Onlar dünyanın sadece dışa yansıyan hayatından haberdardır” âyetin ifadesinde çok çarpıcı bir şekilde gözler önüne serilmektedir.

    Bediüzzaman’ın ifadesiyle - Kur'ân’ın fen ve felsefeye karşı hâkimiyetini gösteren yukarıdaki bilgilerden sonra, şöyle bir soru sormak yerinde olacaktır. Şimdiye kadar Kur'ân’ın vermek istediği bilgi budur. “Allah’ın kullarından O’na karşı gereği gibi saygılı olanlar ancak âlim olanlardır” âyeti, bu gibi bilginler hakkındadır. Yarım yamalak; bölük, pörçük bilgiler ile kendilerini dev aynasında görenlerin durum." Onlar dünyanın sadece dışa yansıyan hayatından haberdardır." âyetin ifadesinde çok çarpıcı bir şekilde gözler önüne serilmektedir.

    Bediüzzaman’ın ifadesiyle Kur'ân’ın fen ve felsefeye karış hâkimiyetini gösteren yukarıdaki bilgilerden sonra, şöyle bir soru sormak yerinde olacaktır. Şimdiye kadar Kur'ân’ın terbiyesiyle yetişmiş hangi insan var ki, Einstain gibilerin ölüm vaktinde düştüğü duruma düşmüş ve kâinat ile ilgili bilgilerini bir bilmece olarak değerlendirmiş olsun? Ya da Kur'ân’ın perspektifi ile kâinatın haritasını inceleyen hangi insan var ki materyalist fen ve felsefecilerin düştüğü şaşkınlığa ve fikrî karanlığa düşmüş olsun?

    İster tarihe, isterse günümüze bakılsın, Kur'ân’ın hayatının ölçüsü olarak kabul eden hiçbir kimsenin ilmiyle bir şaşkınlığa düştüğü gösterilemez. Bunun aksi ise daima geçerlidir. Yanlışa düşen, Kur'ânî bilgilerinden dolayı değil, gereği gibi bilgi edinemediğinden düşmüştür.

    İkinci Hakikat: Bediüzzaman’ın ifadesiyle Kur'ân’ın şebabetidir. Her asırda taze nazil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor. Evet, Kur'ân, bir hutbe-i ezeliyye olarak umum asırlardaki umum tabaka-i beşeriyyeye birden hitabettiği için, öyle daimî bir şebabeti bulunmak lazım gelir. Hem de öyle görülmüş ve görünüyor. Hatta fikirleri farklı ve kabiliyetleri değişik olan asırların herbirisine ayrı ayrı sanki o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir.

    İnsanların eserleri ve kanunları, insan gibi yaşlanıyor, değişiyor ve zamanlara göre farklılık arzediyor. Oysa Kur'ân’ın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve köklüdür ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor.

    Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur'ân’ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitap insanları, Kur'ân’ın “Ey ehl-i Katab! Ey ehl-i katab!” şeklindeki irşad dolu hitabına o kadar muhtaçtır ki güya o hitap doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve “ehl-i kitab” deyimi, “ehl-i mektep” mânâsını de içine almaktadır. Bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle “ey ehl-i kitap, bizimle sizin için aynı/eşit olan söze gelin!” sayhasını, dünyanın her tarafına savuruyor. 7

    Merhum Üstad burada Kur'ân’ın her asırda taze inmiş gibi gösterdiği şebabet ve gençliği için bir çok misaller zikretmiştir.

    Ben diyorum ki: Bu özellik, Allah’ın kitabından başka hiçbir şey için sözkonusu olmadığı gibi, Kur'ân’ın en çarpıcı bir özelliğidir. Şu var ki, bu özelliğin ortaya çıkması için asırların geçmesi gerekiyordu. Birbirini takip eden asırların ve nesillerin rahminde olgunlaşan bu özellik geçmiş asırda bilinmesi mümkün değildi. Çünkü bunun ortaya çıkması zamana bağlıdır. Onların gelecek zamanlarda ortaya çıkacak olan bilgilerin ve değişik sosyal, kültürel durumların nasıl olacağını bilmedikleri için Kur'ân’ın bu özelliğini keşfetmeleri sözkonusu olamazdı.

    Bediüzzaman’a göre, 14 asır önce gelmiş olmasına rağmen Kur'ân, ihtiva ettiği hakikatların eşsiz olması ve her asırdaki insanların ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir geniş kapsama sahip olması ile şebabetini ve gençliğini ispat etmiştir.

    Bununla beraber, Kur'ân’ın muhatapları arasında, âlimin yanında cahillerin, tahsilli ve kültürlü kimselerin yanında âmi kimselerin, ufku geniş ihtisas sahibi kimselerin yanında, ufku dar kimselerin bulunması ve hepsinin de kendi kabiliyetleri nisbetinde ondan dersini alması gerçekten hayret verici ve Kur'ân’a mahsus bir durumdur. Kur'ân, kullandığı ifadelerde çok basit alelâde insanların, basit malumatları çerçevesinde, gözleriyle gördükleri hakikatlara tatbik edebildikleri birtakım kelimelere yer verdiği gibi, ancak zamanla ortaya çıkan ilmi gerçekleri gösteren bazı işaretleri, işin ehli olan kimseler için koymayı da ihmal etmemiştir.

    Kur'ân, birden fazla olan hakikatlara işaret etmek üzere kullandığı iadelerinde bir çelişkinin sözkonusu olmaması ayrı bir harikalıktır.

    Örneğin “Yeri biz döşedik; ne güzel düşeyiciyiz biz” ayetini inceleyin. Bir bedevî insan, şüphesiz bu âyetin açık lafızları itibariyle ortaya koyduğu gerçekler penceresinden yerküresine bakar. Ona göre, yeryüzü gerçekten bir döşek gibi öyle serilmiş ki, rahatlıkla üstünde dolaşılabilmekte ve yerin döşek gibi serildiği ve gerekli donanımla döşendiği, gözle görülmektedir. Halbuki işin ehli bir mutahassıs âlim bu ifadeden anlıyor ki: Yeryüzü bir küre şeklinde döşenmiştir. Elips şeklinde yuvarlak ve sürekli olarak, 23 küsür derece eğik olduğu için, doğu-batı, kuzey-güney; hangi tarafa gidilirse gidilsin, yeryüzünün bittiği bir noktaya varılamaz. Demek yeryüzü, üstünde (sathında) yuvarlak daireler oluşacak şekilde bir eğim içerisinde uzatılarak döşenmiştir... Kur'ân bu gerçeği dile getirdiği zaman, hiç bir insan ondan haberdar değildi. “Yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” âyetinde kullanılan “satıh” (yayılma) kelimesi bu gerçeğe işaret etmektedir.

    İşte bütün bunlar Bediüzzaman’ın tabiriyle Kur'ân’ın şebabetini ve her asırda yeni nazil olmuş gibi gençliğini ve tazeliğini göstermektedir.

    “Deh” kelimesi Arapçada büyümek, geniş olmak ve yuvarlak olmak anlamına gelir. Kur'ân’da “ondan sonra yeri dahvetti / yaydı” buyurulmaktadır. Yerküresinin şeklinden habersiz bir bedevî arap, bu ifadeden yerin gözle görüldüğü şeklinde bir sergi gibi döşendiğini anlar. Bu anlayış doğrudur ve Arapça dil kurallarına muvafıktır. Ancak, bir astronomi bilgini bu ifadeden daha farklı şeyler anlar. Birinci mananın yanında o, bu ifadeden yerin yuvarlak olarak döşendiğini de anlar. Şimdi düşünün ki, tek bir kelime, biri çok yüzeysel, diğeri çok derin ilmi olmak üzere iki manayı ihtiva etmekte ve 14 asır önceki bedevî bir Araba da, 14 asır sonra gelen ve alanında uzman olan insana da hitap etmektedir.

    Bu konuda birkaç misal daha vermekte fayda vardır.

    Kur'ân’ı Kerim, güneşi hep “ışıklı", ayı ise “nurlu” olarak nitelenmektedir: “Güneşi ışıklı, ayı nurlu kılan O’dur (Yunus, 10/5), “Gökte burçlar kılan, orada parlak bir lamba ve aydınlatıcı bir ay yaratan Allah yücedir.” (Furkan, 25/61), “Görmediniz mi, Allah yedi göğü birbiriyle ahenktar olarak nasıl yaratmış? Onların içinde ayı bir nur kılmış, güneşi de bir çıra yapmıştır” (Nur, 71615-16)

    Bu âyetlerden farklı kesimler farklı mânâlar anlamış ve o mânâların hepsi de doğrudan. Meselâ: Alelâde bir insan bu son âyetten, güneş ve ayın her ikisinin de yeryüzüne ışık gönderdiğini anlar. Bir Arap ayın her ikisinin de yeryüzüne ışık gönderdiğini anlar. Bir Arap filoluğu ise, âyette geçen “Sirac” kelimesinin şaratiyle güneşte ışık ile birlikte ısındırma özelliğinin de var olduğunu anlar. Bir astronomi bilgini ise, bu tâbirlerden güneşin ışığın bizzat kaynağı ayın ise, ışığını dışarıdan almakta olduğunu anlar. Çünkü Arapçada ışığın kaynağı olan şeyler için “muzi” (ışıklı) tabiri, ışığını dışarıdan alanlar için de “münir”(nurlu) tabirini kullanırken, İşte Kur'ân-ı Hâkim’ın Kur'ân’da ay için “nur-münir”, güneş için “ziya-siraç” tabiri kullanması bu ince farkı belirtmek içindir. Bunu gören kimse, elbette Kur'ân’nın, her zamandaki şebabetini ve her asırda yeni nazil olmuş gibi tazeliğini nasıl koruduğunu anlamakta gecikmeyecektir.

    Bu ifadelerden sakın bizim de Kur'ân’ın ifadelerini rastgele ilmî nazariyelere uydurmaya çalışan kimselerden olduğumuz anlaşılmasın. Biz, Kur'ân’ı çağın ilmî nazariyelerini desteklemek için bir ayna gibi kullanan ve kesin olarak kanıtlanmamış zayıf teorileri boyun eğdirmek suretiyle, âyetlerle istediği şekilde oynayanlardan değiliz.

    Bizim söylediklerimiz, yeni ilmî buluşlar ortaya çıkmadan önce de bilinen, tefsir iliminin kaidelerine uygun ve Kur'ân’ın indiği asırdan beri değişmeyen lügavî delaletlerden ibarettir.

    Kur'ân, daha indiği ilk günlerinde: “Biz, yeryüzünü dirilere ve ölülere toplanma yeri yapmadık mı?” (Mürselât, 77/25-26) buyurmuştur. Âyette geçen “keft/kifat” kelimesi, cazibe anlamındadır. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: “Biz yeryüzünü size bir cazibe merkezi kılmadık mı? Siz hayatta olduğunuz sürece onun üzerinde dolaşıyorsunuz; öldüğünüzde ise altında defnediliyorsunuz. Müfessirler, Batılıların yer çekimi kanununu keşfetmeden önce kelimenin bu sözlük anlamından dolayı zorunlu olarak âyete bu manayı vermişlerdir. Öyle ki, Yunus b.kara, âyette yer alan “kitaf” kelimesinin bu sözlük mânâsını gözönünde bulundurarak, batılılardan çok önce yer çekiminin varlığından sözetmiştir.

    Biz, burada, insanların Kur'ân’ın nasıl ilmî teorilere doğru çektiklerini değil, Kur'ân’ın insanları kevnî ve ilmî hakikatlara nasıl ulaştırdığından bahsediyoruz. Bu ikisi arasında büyük bir fark vardır.

    Sözün özü: Biz Kur'ân’ın her asırda değişik insanlara ve onların farklı seviyelerini gözönünde bulundurarak hitap ettiğini söyleyen Bediüzzaman (r.a.) ile aynı fikirdeyiz. Kur'ân cahil bir kimseye gücünün üstünde bir anlayış yüklemediği gibi, işin ehli olan kimseler için de seviyelerine uygun ilmî hakikatları gösteren işaretlerden mahrum bırakmamıştır. Kur'ân, bütün bunları indiği günden itibaren Arapçada mevcut olan kelimelerin sözlük anlamlarından anlaşılabilen delaletler çerçevesinde ortaya koymaktadır.

    Kur'ân’ın ortaya koyduğu prensiplerin hiç eskimeden her asırda gençliğini koruması hususuna gelince, merhum Üstad Bediüzzaman bu konuda oldukça önemli misaller vermiş ve çok ehemmiyetli bir hakikata dikkatlerimizi çekmek istemiştir. O hakikat da şudur: İnsanlar, zamanla ilim ve teknikte ileri gidebilir. Çünkü ilmî gelişmeler, tedrici olarak önceki ilim ve tecrübelerden yararlanarak ortaya çıkar. İlim ve kültürün gelişmesini sağlayan akıl ve fikirdir. İnsanın kendisini korumak için organlarını kullanması ne ise, eski bilgileri yeni bilgilere eklemek için akıl ve fikrini kullanılması da budur. Yani insanlık, bir seyr-i tabii içerisinde ilmî ve teknik bilgilerini geliştirmek zorundadır.

    Halbuki ahlakî ve insanî değerler, tekniğin ve ilmin gelişmesine paralel olarak gelişme göstermemektedir. Bilâkis bu tür gelişmeler, çoğu zaman insanların azgınlık ve şımarıklık göstermesine yol açmaktadır. "Şüphesiz insan, kendini müstağni her yönden ihtiyaçsız hissettiği zaman azgınlaşır" âyeti bu gerçeğe işaret etmektedir.

    İşte Kur'ân’ın değer ölçüleri burada devreye giriyor ve insanları zulüm ve şımarıklığı bırakıp hak ve adalet ölçüsüne göre hareket etmeye çağırıyor. Bu hak ölçüsü her zaman tazeliğini koruduğu için Kur'ân da bu değer ölçüleri ile her zaman gençliğini korumaya devam edecektir. İnsanlığın her zaman hak dine olan ihtiyacı da buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü insanoğlu, zulüm ve despotluk gibi bir gericiliğe sapmaması için sürekli olarak Kur'ân’ın hak ve hakikat olan tavsiyelerine kulak vermeye mecburdur. İnsanlık camiası, ancak bu şekilde terakki etmenin iki yolunu birden bulmuş olacaktır. Biri, ilmî, maddî teknolojik sahadaki ilerleme, diğeri ise manevî, ahlakî ve insanî değerlerin hâkim olduğu bir topluma kavuşmakla elde edilen ilerleme.

    İyi işlerin ve güzelliklerin ancak kendisinin lütfu ile tamamlanan Allah’a hamdu senalar olsun!

    ____________________

    1 Prof. Dr. Muhammad Sa'id Ramadan al-Buti, Cizre’de doğdu. Dört yaşında iken babası ile birlikte Suriye'ye yerleşti. Orta öğrenimini et-Tecihul-İslâmi” külliyesinde tamamladı. Ezher üniversitesi Şeriat Fakültesini 1955’te, Ezher Üniversitesi Arap dili ve Edebiyatı fakültesinde Yüksek Lisansını 1958’de tamamlayan el-Buti, aynı Üniversitenin usul’uş-şeriatil-İslâmiyye” fakültesinde doktorasını 1965’te tamamladı. Aynı senede Şamdaki Şeriat fakültesinde önce dekan yardımcılığı sonra dekanlık görevini yürüten el-Buti, halen aynı fakültede dinler tarihi bölüm başkanı olarak çalışmaktadır. Değişik uluslararası sempozyum ve konferanslara katılan yazarın, Fıkıh, akaid, felsefe ve edebiyat sahasında yazdığı kırk civarındaki eserleri, Türkçe, İngilizce ve Fransızca'ya tercüme edilmiş bulunmaktadır.

    2 bk. Nursî, Sözler (trc, İhsan kasım es-Salihi), 512-513

    3 bk. Nursî, a.g.y.

    4 bk. B, Rusul, Siretuz-zatiyye (Hayat hikayesi), 6-7.

    5 bk. Mecelletu’l-ulum el-Lubnaniyye, sayı: 3.

    6 bk. Engelsh, Anti Dorink (?), 150.

    7 bk. Nursî, Sözler (trc. İhsan kasım es-Salihi), 471w.



  5. #5
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998

    YİRMİNCİ YÜZYILIN ORTASINDA TECDİT VE ISLAH:

    BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ VE 1950’LERDE DİN

    Prof. Dr. John Obert Voll 1

    Modern çağın büyük değişimleri ve dönüşümleri insan hayatının tüm veçhelerini etkilemiştir. Son iki asırda, modernitenin tecrübeleri dinî inanç ve gelenekler üzerinde bir tesir icra etmiştir ve din bütün toplumların modern tecrübelerinin şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır ve oynamaya devam etmektedir. Din ve modernite arasındaki etkileşimlerin en ilgi çekici ve kritik devirlerinden biri, yirminci yüzyılın ortasıdır.

    Türkiye 1950’ler boyunca birçok gözlemci tarafından bir dinî uyanışın bazı türlerini tecrübe eden bir ülke olarak görüldü. 2 Bu faaliyetin pek çok kısmı, zamanın siyasî gelişmeleri muvacehesinde müzakere edildi. İkinci Dünya Savaşını takiben, Türkiye çok partili parlamenter bir cumhuriyet haline gelmişti ve dinî konular doğal olarak kamusal tartışmaların-daha önceki durumda vâki olana nazaran-daha aşikâr bir cüz’ü halini aldı. 1950 seçimlerinde Demokrat Partinin kazandığı zafer dine dair politikalarda bazı değişimlere yol açmıştı. Meselâ, ezanın aslî haliyle, (Türkçe yerine) Arapça olarak okunmasına izin verildi ve dinî eğitimde bir derece yayılma sağlandı. Bununla birlikte, bu zamanda, partizan politikayla bilhassa ilgilenmeyen daha geniş entellektüel eğilimler de vardı. Bir grup Türk düşünür ve manevî lider, İslâmî prensiplerin modern ve zuhura başlayan post-modern dünya bağlamında izah ve yeniden ifade edilmesine yönelik daha uzun vadeli faaliyetlerle meşguldüler. Bediüzzaman Said Nursî, Türkiye dışında çok iyi bilinmemesine rağmen, 3 bu gelişmelerde rol oynayan önemli şahsiyetlerden biridir ve 1950’ler onun hayatının son on yılını temsil etmektedir.

    Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatı, modern Türkiye’nin tarihinin büyük kısmını kapsar. Kendisi 1877’de, Osmanlı İmparatorluğunun son on yılları esnasında, doğu Türkiye’de doğdu ve Osmanlı ordusunda hizmet gördü. Birinci Dünya Savaşını takiben, “Kurtuluş savaşı esnasında yazdığı milliyetçi broşürler, Ankara’daki milliyetçi hükûmetin takdirini kazanmasına yol açtı. Fakat, bu prestij, milliyetçi hükûmetin Meclis üyelerine başarılarının basitçe kendi çabalarından dolayı değil, ilahî müdahalenin sonucu gerçekleştiğini hatırlattığında, kaybolup gitti.” 4 Daha sonra, onun popüler bir dinî öğretici olarak konumu Mustafa Kemal Atatürk’ün yeni reformist hükûmetinin kuşkusunu celbetti ve Nursî sonraki hayatının büyük kısmını hapiste veya Türkiye’nın ücra köşelerine sürgün edilmiş vaziyette geçirdi. 5

    Nursî’nin kendisi, hayatını üç döneme ayırır. Hayatının ilk safhasında, o, “Eski Said” idi. Bu dönemde bir dizi muhafazakâr İslâmî dava ile iştigal eden aktivist bir araştırmacı olduğu kadar, Osmanlı ordusunda görev alan faal bir askerdi de. Nursî daha sonraları, bu dönemdeki entellektüel konumunu tarif ederken, şunları söylüyordu: “Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin [vahyedilmiş bilgiye zıt] düsturlarını kısmen kabul edip, onların silahlarıyla onlara mübareze ediyorlar; bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünûn-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar, o suretle İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar.” 6

    Yeni Said, Birinci Dünya Savaşının sonunda, Bediüzzaman’ın bir süre için esir olarak bulunduğu Rusya’dan İstanbul’a dönüşünü takiben ortaya çıktı. Bu esnada, içinde beşerî felsefelerin zayıflığının, ayrıca kendi gururunun üstesinden gelme ihtiyacının ve sonra “Kur’ân’ı yegâne üstad edinme” 7 meydan okumasının kabul edildiği bir manevî uyanışı tecrübe etti. Bir sonuç olarak, kendisini sosyal ve siyasî meselelerle faal biçimde iştigalden geri çekti ve hayatının geri kalan kısmını dolduran bir projeyi, Risale-i Nur’un değişik kısımlarının yazılmasını üstlendi. Bu eser, Kur’ân tefsirinin hapislerine ve sürgünlerine rağmen sayıları yıllar geçtikçe büyüyen talebeleri ile takipçilerine verdiği talimatlarla mezcolduğu çok ciltli bir hayat eseriydi.

    1950’ler esnasında, Said Nursî “Üçüncü Said” dönemine girdi. 1950’ler boyunca Türkiye’de ortaya çıkan yeni siyasal bağlam Risale-i Nur’un yayınlanmasını mümkün kıldı ve Risale-i Nur’un okuyucuları ile talebeleri daha insicamlı bir hareket haline geldi. “Bediüzzaman’da, hayatının bu döneminin Üçüncü Said olarak bilinmesine yol açan başlıca görünür değişim, sosyal ve siyasî hayatla daha yakından iştigal etmesi idi.” 8 Bu, Nursî’nin bir siyasî partiyi örgütlediği ve hatta onun kurduğu hareketin, yani Nurculuğun bir sufî tarikatının formel örgütsel yapılarını almaya başladığı anlamına gelmez. Vuku bulan şey, bunların yerine, hareketin, yayın kurumlarını ve Nursî’nin yazılarından ilham alan bir grup insanı ihtiva eden “bir iman hareketi olarak daha iyi görünür” hale gelmesiydi. 9

    1950’lerin gözlenen dinî uyanışında, Üçüncü Said’in önemli katkıları olmuştur. Onun fikirleri çok değişik özellikte insanlara yayılacak etkili bir cazibeye sahipti ve tazammunları itibarıyla ayırıcı biçimde Türk olmayan konularla ilgiliydi. 1950’lerde tahakkuk eden modernitenin dönüşümü olgusunun bazı en önemli konularının muhtevası muvacehesinde Said Nursî’nin yazılarının tümünün ele alınması, uzun ve kapsamlı bir çalışma gerektirir. Bununla birlikte, yazılarının bir kısmında, Lem’alar’da yoğunlaşmak, böylesi bir analiz için bir başlangıç noktası temin edebilir. 10

    MODERNİTE, BİLİM VE AKIL

    Dünyanın en önemli dinî geleneklerinin tümündeki düşünürler, modern çağda etkili ve ikna edici olan biçimler dahilinde geleneklerinin hakikatlerini sunma noktasında önemli meydan okumalar ve görevlerle yüzyüze gelmişlerdir. Ondokuzuncu yüzyıl sonlarına gelindiğinde, “moderniteyle başa çıkma” noktasındaki başlıca meselelerden bir kısmı açıkça belirlenmeye başladı ve temel tartışma noktaları ortaya çıktı. Muhtemelen, bütün bu meselelerin en tartışmalısı, dinî iman ile bilimsel akıl arasındaki ilişkinin tanımlanmasıydı. İman ve Akıl, hususan Avrupa’daki “Aydınlanma” döneminin bir sonucu olarak ortaya çıkmış bulunan felsefî geleneklerde, ekseriya çatışma halinde olarak görülmüştür. Dinî iman, “modern” perspektifi tanımlamaya çalışan birçok insan tarafından modern öncesi zamanlardan hasıl olan bir ürün olarak görüldü. Onsekizinci yüzyıl felsefeleri üzerine inşa edilen Modern Çağ bir “akıl çağı” olarak düşünülürken, Orta Çağ ekseriya bir “iman çağı” olarak tarif ve tasvir edildi.

    Akıl ile vahiy arasında çatışma, 1950’lerin modern bilincinin önemli bir parçasıydı. Bu, 1950’de yayınlanan, Crane Brinton’a ait The Shaping of the Modern Mind (Modern Zihnin Şekillenmesi) başlıklı etkili bir kitapta açıkça sunulur. 11 Brinton, “onsekizinci ve daha sonraki asırların erkek ve kadınlarının inandığı şeyin büyük kısmının geleneksel Hıristiyan inancının bazı son derece önemli cüzleriyle uyuşmaz halde” olduğunu söylüyor ve bunun “bütün insanların, Hıristiyanlar için ancak bir inayet halinde ve yine onlar için ancak ölümden sonra mümkün olan bir kemal haline şu anki Batı düşüncesi dahilinde burada, bu dünyada erişebileceği inancı”nı taşıyan yeni bir kozmolojiyi içerdiğini ileri sürüyordu. 12 Bu yeni kozmolojinin temel düşüncesi, rasyonalizm ile modern bilimin bir kombinasyonu idi. Bu bağlamda, rasyonalist “evreninden salt doğaüstünü bertaraf etmekle kalmaz; bizatihî insanı bütünüyle doğanın veya ‘maddî evren’in çerçevesi içerisine yerleştirmeye hazırlanır. Rasyonalizm, yavaş yavaş büyüyen prestijinin büyük kısmını doğal bilimin başarılarına borçluydu. Son olarak, Newton’la birlikte bilim şaşılacak ölçüde tam, matematiksel olarak test edilebilen ve başarılı bir tahminde bulunmayı mümkün kılma anlamında işleyen bir kâinat şemasına ulaşmayı başardığında, yeni rasyonalist dünya görüşü için aşama tamamlanmıştı.” 13

    Yirminci yüzyıl ortalarına gelindiğinde dünyanın pek çok kısmına hâkim hale gelen işte bu “modern zihin”di ve bütün dinsel düşünürlerin yüzyüze geldiği işte bu “bilimsel rasyonalizm”di. Dinsel modernizmin büyük tartışmaları, vahyedilmiş bir dine inanan bir insanın modern rasyonalizm ile Newton’cu bilimi de kabul edebilip edemeyeceği ile ilgiliydi. İki temel tez gelişti: Başlıca dünya dinlerinin tamamı dinlerin modern terimler dahilinde anlaşılabileceğini göstermenin yolunu arayan “modernist” düşünce okulları geliştirirken, ateist rasyonalistler ve kutsal metinleri yalnızca zahirî anlamıyla yorumlayan fundamentalistler iman ve aklın, modern bilim ile “gerçek din”in birbiriyle uyuşmasının imkânsız olduğunda ittifak ettiler. Modernistler temelde modernitenin geçerliliğini kabul ettikleri ve sonra kendi dinlerinin moderniteyle nasıl uyum içinde olduğunu göstermeye çalıştıkları özür dileyici (apologetic) bir konumu benimsediler. Müslüman dünyada, modernist gelenek, ondokuzuncu yüzyıl sonlarında Muhammed Abduh gibi entellektüellerin eserleriyle güç kazanmıştır.

    1950’lere gelindiğinde, “din bilime karşı” tartışması dahilinde yer alan temel konular, bilimsel teorideki önemli gelişmelerin tazammunları halkın zihnine ve entellektüellerin müzakerelerine nüfuz etmeye başlayınca, değişmeye başlamıştı. 1950’lerde, yirminci yüzyılın en önemli fizikçilerinden biri, Werner Heisenberg tarafından yazılan bir kitapta, bilim ile din arasındaki çatışmanın evrimi tarif ve tasvir edilmiştir. Heisenberg şunları söylemektedir: “Ondokuzuncu yüzyıl, yalnızca bilimi değil, aynı zamanda büyük halk kitlelerinin genel bakış açısını da teşkil eden aşırı derecede katı bir doğal bilim çerçevesi geliştirdi... Bu çerçeve o kadar dar ve öylesine katı idi ki, dilimizdeki, her zaman onun tâ en temel özüne ait olmuş bulunan birçok kavrama, meselâ zihin, benlik (nefis) veya hayat kavramlarına onun içinde bir yer bulmak zordu... Bilimin dine karşı açık bir düşmanlığı gelişmişti... Bilimsel metoda ve rasyonel düşünüşe duyulan itimat insan zihninin başka bütün teminatlarının yerini aldı.” 14 Heisenberg “Newtoniyen mekaniğin bilimsel dilinin hatalı bir biçimde gelinecek son nokta olarak kabul edilmiş olduğu”nu, ama eski katı çerçevenin izafiyet teorisi ve kuantum mekaniğinin uyandırdığı muazzam etki dolayısıyla yirminci yüzyılda çözülmeye başladığını da belirtiyordu. 15 Heisenberg’in ulaştığı hükümler yeni ama gene katı bir çerçevede ısrar ediyor değildi, bilakis modern bilim eski kültürel kalıpları parçalayabilmiş iken, dünya etrafındaki medeniyetler bu yeni etkinlikle bağ kurdukça, “modern fiziğin açıklığının, bir dereceye kadar, daha eski geleneklerin yeni düşünce akımlarıyla telif edilmesine yardımcı olabileceğini” belirtiyordu. 16 Modern teknolojinin yayılması eski kültürel geleneklere zarar verebildiği halde, “bu topyekün gelişme uzunca bir zamandan beri beşerî güçler tarafından girişilecek herhangi bir denetimin çok ötesine geçmiş bulunduğundan, onu zamanımızın en esaslı özelliklerinden biri olarak kabul etmek zorunda ve olabildiği kadar fazla biçimde, onun daha eski kültürel ve dinî geleneklerin hedefi olmuş bulunan insanî değerlerle bağlantısını kurmaya çalışma durumundayız.” 17

    Heisenberg tarafından tarif edilen bu girişim, 1950’lerdeki tartışmaların yeni tonunu temsil ettiği gibi, Said Nursî’nin etkisinin anlaşılması için bir boyut temin etmektedir. Eski “modern” tartışmalar bilimin dini “tasvip” edip etmediğini göstermeye çalışmakla iştigal ettiği halde, yeni (erken “post-modern”) çaba bilim ile din arasındaki irtibat noktalarını görmeye çalışmakla ve “bilim” ile “dinler”in her ikisine bizim doğal dilimizin cüz’leri olarak nazar etmekle meşguldü. Nursî’nin tarihçesinin yazarı, farklı tartışma tarzlarını yansıtan bir olaydan söz eder. 1950’lerin ortasında, bir “İngiliz oryantalist”* İstanbul’a gelir ve içinde “yedi sema”dan söz eden Kur’ân âyetlerinin Kur’ân’ın bilime aykırı olduğunu gösterdiğini, çünkü modern bilimin uzayda yedi sema bulunmadığını ortaya çıkardığını söylediği bir konferans verir. Nursî’nin iki talebesi dinleyiciler arasındadır ve üstadlarına bu konu hakkında soru yöneltirler. Nursî, talebelerinin çoğaltıp ertesi gün oryantalistin konferansında dağıttıkları, Risale-i Nur’dan seçmelere dayalı bir mektup yazar. Biyografiye göre, mektup “oryantaliste okunmuş, bunun sonucunda oryantalist o günkü konferansını kısa kesip, geri kalan konferanslarını iptal etmiştir.” 18

    Bu olay, tartışmanın mahiyetinden dolayı ilgi çekicidir. “İngiliz oryantalist,” açıkça, vahyedilmiş bir metnin iddialarını “reddetmek” için modern bilimi kullanan eski “modern” münakaşa tarzında tartışıyordu. Sözümona bilim adamı ile eski tarz bir fundamentalist, bu tür bir tartışmada, kutsal metnin zahirî bir yorumuna ihtiyaç olduğunda hemfikirdirler. Bediüzzaman’ın cevabı ise bu eski formatta değildir. Onun talebelerine verdiği mektuptaki malzemeye, muhtemelen, Lem’alar’daki, özellikle yedi semanın anlamının nasıl anlaşılacağı sorusuyla ilgili malzeme de dahildi. Birkaç kelimeyle özetleyecek olursak, Bediüzzaman analizine şunu söyleyerek başlar: “Coğrafya ve kozmoğrafya fenlerinin kısacık kanunlarıyla ve daracık düsturlarıyla ve küçücük mizanlarıyla Kur’ân’ın semavatına çıkamadıklarından ve âyâtın yıldızlarındaki yedi kat mânâları keşfedemediklerinden, âyeti tenkid, belki inkârına divanecesine çalışmışlar.” 19 Nursî, tartışmayı, tartışma konusu âyetleri mota mot zahirî anlamıyla “isbat etmek”ten ziyade, “anlam düzeyleri”ni anlamaya çalışma alanına çeker. Getirdiği açıklamada, “Evvelâ, âyetin mânâsı ayrıdır ve o mânâların efradı ve mâsadakları ayrıdır. İşte o küllî mânânın müteaddit efradından bir ferdi bulunmazsa o mânâ inkâr edilmez” der ve “semavatın yedi tabakasına ... dair mânâ-yı küllî”den söz ederek bunu vurgular. 20

    Bediüzzaman, açıklamasının daha ileri bir takdimini, bir “orta yol”u (hadd-i vasat) ihtiyar eden öğretisinde muntazaman tezahür eden bir tema muvacehesinde temin eder. Bu durumda, şu açıklamayı getirir:

    “Eski hikmet semavatı dokuz tasavvur edip, lisan-ı şer’îde Arş ve Kürsî yedi semavat ile beraber kabul edip acib bir suretle semavatı tasvir etmiştiler. O eski hikmetin dâhi hükemasının şa’şaalı ifadeleri, nev-i beşeri çok asırlar müddetince tahakkümleri altında tutmuşlar... Ve hikmet-i cedîde namı verilen yeni felsefe ise, eski felsefenin mürur ve ubûra ve hark ve iltiyama kabil olmayan semavat hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semavatın vücudunu adeta inkâr ediyorlar. Evvelkiler ifrat, sonrakiler tefrit edip hakikatı tamamıyla gösterememişler. Kur’ân-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp, hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sâni-i Zülcelâl, yedi kat semavatı halketmiştir.” 21

    Bediüzzaman daha sonra, izahını, yine bu ifade tarzında, farklı insanların âyetleri kendi anlayış seviyelerine uygun düşen biçimlerde anlayabileceklerini söyleyerek sürdürür. “Evet, hitâbât-ı Kur’âniyenin vüs’ati ve maânî ve işârâtındaki genişliği ve en âmi bir avamdan en has bir havassa kadar derecât-ı fehimlerini mürâat ve mümâşat etmesi gösterir ki: Her bir âyetin her bir tabakaya bir veçhi var, bakıyor. İşte bu sırra binaen, ‘yedi semavat’ mânâ-yı küllîsinde yedi tabaka-i beşeriye, muhtelif yedi kat mânâyı fehmetmişler.” 22 Nursî daha sonra “yedi semavat”ın anlaşılabileceği farklı yolları müzakere eder, ve “Âyetin mânâ-yı küllîsinden bir tek mâsadak sadıksa, o küllî mânâ sadık ve hak olur. Hatta vâkide bulunmayan, fakat umumun lisanında mütedavil bulunan bir ferdi, umumun efkârını mürâat için o küllîde dahil olabilir” hükmünü verir. 23

    Bu örnek, din ile bilimin bir sentezini sağlamak üzere Nursî tarafından sarfolunan çok ciddi gayretin bir resmini bize sunar. 1950’ler boyunca, Said Nursî, Risale-i Nur külliyatına eklenen son parça olan bir grup mektup yazdı. Bu mektuplar, onun hayat tarihçesinin ifade ettiği gibi, “Risale-i Nur’un en önemli veçhelerinden birini daha da resmeder: bilimin iman hakikatlarıyla ilişkisini kurması... ve bu ikisinin her hâlükârda çatışma halinde olmaktan ziyade, Kur’ân’ın ışığında ele alınırsa, bilimin imanı genişletip güçlendirebileceğini göstermesi.” 24 Bununla birlikte, “yedi semavat”a dair âyetlerin müzakeresinin gösterdiği gibi, bilim ile din arasındaki münasebete, rasyonalist literalizmin fundamentalist literalizmle birbiriyle iddialaştığı; gerek rasyonalist tarafın, gerek fundamentalist tarafın âyetlere zahirî ve tek bir anlam yüklediği “modern” tartışma ve çatışmalar muvacehesinde nazar edilmemiştir. Bunun yerine, Bediüzzaman, “hitabat-ı Kur’âniyenin vüs’ati” ve “lisan-ı şer’î” açısından; keza zaman, mekân ve sosyal ortama bağlı farklı anlamlar muvacehesinde konuşmaktadır. Gerçi bu özellikle hermenötik bir analiz muvacehesinde sunulmamaktadır; ama onun, din ile bilim arasında çatışma tezini esas alan “modern” söylem muvacehesinde çerçevesi belirlenmiş eski argümanların bir tekrarı olmaktan ziyade, 1950’lerde zuhur eden güçlü post-modern biçimin bir cüz’ü olduğu ortadadır.

    MODERNİTE VE ORTA YOL

    Yirminci yüzyıl ortalarında, toplum ve dünya meselelerinin en görünür veçhelerinden çoğu, -çatışma halindeki, birbirine açıkça muhalif iki tezle birlikte-birbiriyle rekabet halindeki kutuplarla ilgiliydi. Küresel düzeyde-Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği, Doğuya karşı Batı, Komünizme karşı Kapitalizm arasındaki-Soğuk Savaş rekabeti hayatın birçok boyutları için bir referans çerçevesi sunar. 1950’li yıllar ulusal kurtuluş ve sosyal devrim savaşlarının büyük bir önem kazandığına şahit oldu. Bu esnada önde gelen bir siyaset bilimci, Harold Lasswell, şunları söylüyordu: “Zamanımızın küresel ölçekte devrimci bir değişimin gerçekleştiği bir devir olduğu konusunda bir ihtilaf sözkonusu değildir. İhtilafa düştüğümüz şey, yalnızca, bu devrimin özgün tabiatının ne olduğudur.” 25 Bu devir, o sırada yaygın bir biçimde okunan bir kitabın sözlerini kullanmak gerekirse, “kesin inançlı”lar çağıydı. 1951’de, Eric Hoffer, Kesin İnançlılar adlı eserinde şunları yazıyordu: “Şu günlerde, kesin inançlının güdülerine ve verdiği karşılıklara bir derece nazar etmek pek çoğumuz için zarurîdir. Kesin inançlı, her yerde yürüyüş halindedir, veya kendine benzeterek veya ona düşmanlık ederek, dünyayı kendi suretinde şekillendiriyor.” 26 Bu analizde, “kesin inançlı,” kendisine başarılı bir kitle hareketi için zorunlu anahtar olarak bakılan mutlakçı fanatik idi. “Bir ulusu veya dünyayı dönüştürecek olanlar, bunu niyetlenilmiş değişimlerin makuliyetini veya arzu edilebilirliğini göstererek, yahut insanları yeni bir hayat tarzına zorlayarak yapamazlar. Onların abartılı bir ümidi nasıl tutuşturup körükleyeceklerini bilmeleri gerekir.” 27

    Zamanın büyük devrimleri ayrı ve rekabet halindeki grupların ve halkların önemini vurguladılar. Başlıca devrimler, “proleteryanın tam anlamıyla evrenselci rolü”ne dayalı Marksist devrimci ideolojilerde görüldüğü üzere, “küresel” grupların doğuşu ideolojilerine kendilerini dayandırdığında bile, gözlenmiştir ki “yirminci yüzyılda başarılan bütün devrimler diğer ulus devletlerin oluşturduğu bir dünyada bir ulus devlet hükûmeti kurarak başarıya ulaşırlar.” 28 Birçok açıdan, yirminci yüzyılın devrimci ihtilafları, yüzyılın ortasındaki savaşlarda yansıdığı üzere, modern olanın bir düğüm noktasıydı. Ulus devlet siyasal modernitenin tecellisi idi ve şimdi de öyledir. Yirminci yüzyılın ortalarında, “modernleşme” süreçleri kavramsal açıdan ekseriya “ulus inşa etme”yle ilintilendirilmişlerdir. Ulus devletler birarada işleyebilirken, milliyetçi ve devrimci “kesin inançlılar” dünya etrafındaki devletlerin ve toplumların önde gelen bir parçası idi. 1950’li yıllar hayli bariz bir ifratkârlık devriydi.

    Milliyetçilik ve devrim, inhisarcılık ve modern savaş hali, yirminci yüzyıl boyunca cereyan eden küresel modernleşme süreçlerinin tecellileri idi (ve şimdi de öyledir). Aynı zamanda, yine aşikâr olan ve bunların ötesine uzanan köklü hareketler de vardı. Tıpkı Einstein ve Heisenberg’in Newton’cu fiziği aştıkları doğal bilimlerdeki gibi, siyaset ve dinde de buna benzer önemli değişimler yaşanıyordu. F. S. C. Northrop, bu zaman zarfında şunu belirtiyordu: “Yirminci yüzyıl Einstein’ın ve Planck’ın insanın tabiat telâkkilerinine dair şaşırtıcı yeniden yapılandırmaları ile açıldı. Orta noktasına, hem ülke içi hem de uluslararası politikada benzer bir reformasyon ile ulaştı. Daha az dikkat çekmiş, ama eşit derecede önemli bir değişme ise, din dahilindeki kıyaslanabilir değişimlerdir.” 29 Dinî gelişme muvacehesinde, Northrop şunu belirtir: “Dünya dinleri arasında, dışarıdan misyonerce bir hamiyetten ziyade, içeriden sempatik bir anlayışla doğan mukayeseli din çalışmaları ve karşılıklı saygı, bunun özü haline gelmiştir. O halde, yüzyılın ortasındaki en yeni dinî karakteristiğin beraberlik yanlısı bir zihniyet olması bir tesadüf değildir.” 30 Birçok şekilde, bu perspektif, ikna ile hoşgörüyü mezceden bir orta yol ve ılımlılık lehine literalist fundamentalizmin militanlığından uzak duran bir saiki taşıyordu. Bu ise, çoğulculuğu kabul etmenin ve militan inhisarcılığı reddetmenin önemine dair postmodern bilincin başlangıç noktalarını aksettirir.

    Böylesi bir dünyada, Bediüzzaman, Hoffer’in kullandığı anlamda, bir “kesin inançlı” değildi. O, bunun yerine, “orta yol” (hadd-i vasat) olarak İslâm’a kendini adamış bir mü’mindi. Bediüzzaman’ın bilim ve dine birbiriyle çatışma halindeki zıtlar nazarıyla bakmaktan ziyade onları biraraya getirme yaklaşımı, onun modern bağlamda iman ve pratiğe dair tartışma konularına yönelik geniş yaklaşımının karakteristiği idi. Onun yazılarında ve öğretilerinde İslâm’ın bir orta yol, aşırılıktan ziyade bir itidal yolu olduğu temasının sürekli bir tekrarı vardır. Bu, Northrop tarafından müzakere edilen, yüzyılın ortasında dünya dinlerinde mevcut temanın önemli bir ifadesini temsil etmektedir.

    Nursî sık sık iki zıt görüşü müzakere ediyor ve sonra gerçek anlamda İslâmî yolu ikisi arasında orta yol olarak tanımlıyordu. Sünnî ve Şiî İslâmî geleneklerle ilgili ihtilaflı meselelerde bile, yaklaşımı buydu. Sünnî ve Şiî farklılıklarına dair müzakeresinde, şu hükmü ortaya koyuyordu: “Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır... Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve hakikatsız, haksız, zararlı olan nizâmı aranızdan kaldırınız... Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î meseleleri bırakmak elzemdir.” 31

    Benzer şekilde, Bediüzzaman gerek Hoffer, gerek Lasswell tarafından tarif edildiği üzere devrimci bir kitle hareketi liderine dair “modern” kalıba uymuyordu. Bediüzzaman İslâm’ın mesajının makuliyetini vurguladı ve farklı birçok bağlamda İslâm’ın temel bir beklentisi olarak itidalden söz etti. Meselâ, Hz. Muhammed’i bir davranış modeli olarak sunduğu “Onbirinci Lem’a”da şunları yazıyordu: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm, hilkaten en mutedil bir vaziyette ve en mükemmel bir surette halkedildiğinden, harekât ve sekenâtı, itidal ve istikamet üzere gitmiştir... Bütün sünen-i seniyyesinde, ahvâl-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer’iyesinde, hadd-i istikameti ihtiyar edip, zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden içtinab etmiştir.” 32

    Bediüzzaman’ın yaklaşımı, çeşitlilik ve bir derece çoğulculuğa açıklık muvacehesinde Northrop tarafından tarif ve tasvir edilen, zuhura başlayan post-modern beraberlik yanlısı halet-i ruhiyeyi de yansıtır. Nursî sık sık gayrimüslimlerle inançlararası ilişkilere dikkat çeken bir konumda değildi ve bu, onun vizyonunun ve misyonunun hayli aşikâr bir kısmı da değildi. Bununla birlikte, kendisi, gelişen beraberlik yanlısı ilişkilerin öneminin farkındaydı ve 1953’te İstanbul’da Rum Ortodoks Patriğini ziyaret etti. Daha geniş tabirle, “Bediüzzaman İslâm dünyasının Batı karşısında ve Batının kültürel bütünlüğü karşısında bağımsızlığını daima savunduğu ve desteklediği ve bunun için mücadele ettiği halde, mütecaviz dinsizliğe karşı İslâm’ın ve samimî Hristiyanların işbirliğini öngördü.” 33 Temel bir siyasî tavrı bu bağlamda müzakere eden Bediüzzaman, Komünist bloka karşı Türkiye’nin sair Müslüman ülkelerle ve önde gelen Hristiyan devletlerle ittifak kuracağı Bağdat Paktına dahil olması yolunda güçlü bir destek veren bir mektup yazdı. 34

    Ateizme karşı mücadele etmek için Hristiyanlarla ittifak kavramı, birçok açılardan, daha eski vaziyet alışların bir devamıdır ve çoğulculuğun kabul edildiğine dair temel bir gösterge değildir. Bununla birlikte, Bediüzzaman yorumlama metodları ve yaklaşımları muvacehesinde nisbeten çoğulcuydu. Post-modern düşünce sık sık relativist olmakla ve hiçbir hakikatın mevcut olmadığı hükmünü kabul etmekle suçlanır. Bazı post-modern düşünürler için bu doğru iken, çoğulculuğun gerçekliğinin ve meşruiyetinin kabul edilmesi ve fikir çeşitliliğine açıklık relativizm değildir. Mutlak bir bilimsel hakikatı keşfetme ve isbat etme imkânına dair modern kanaat, müfrit post-modern relativizmle zıtlık içindedir. Bununla birlikte, bu aşırı uçlar arasında “orta yol”lar vardır, ve Bediüzzaman bu yollardan birinin bir örneğini temin eder.

    Nitekim, Kur’ân tefsiri muvacehesinde, Said Nursî, Kur’ân âyetlerinin Allah’ın mesajının genişliğini ve anlamların derinliğini aksettirdiğini ileri sürmektedir:

    “Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan; mefâhimiyle, mânâ-yı sarîhiyle ifade-i hakâik ettiği gibi; üslûblarıyla, hey’âtıyla çok maâni-i işâriyeyi dahi ifade ediyor. Her bir âyetin çok tabaka-i mânâları var. Kur’ân, ilm-i muhîtten geldiği için, bütün mânâları murad olabilir. İnsanın cüz’î fikri ve şahsî iradesiyle olan kelâmlar gibi bir-iki mânâya inhisar etmez.

    İşte bu sırra binaen, âyât-ı Kur’âniyenin ehl-i tefsir tarafından hadsiz hakâikı beyan edilmiş. Müfessirînin beyan etmediği daha çok hakâikı var. Ve bilhassa hurufatında ve mânâ-yı sarîhinden başka, işârâtında çok ulûm-u mühimme vardır.” 35

    Farklı birçok anlam düzeylerine bu şekilde açık olunması, relativist bir konum olmayan, ama yorumda bireyin rolünün önemini vurgulayan bir çoğulculuğu yansıtır. Hakikatın dikkatlice dengelenmiş çoğulcu teyidi, ihlâsa dair bir müzakerede Bediüzzaman tarafından açıkça sunulur:

    “... Belki hodgâmlık ve enaniyet varsa, kendini haklı ve muhalifini haksız tevehhüm ederek; ittifak ve muhabbet yerine, ihtilâf ve rekabet ortaya girer. İhlâsı kaçırır, vazifesi zir ü zeber olur.

    İşte, bu müdhiş sebebin verdiği vahîm neticeleri görmemenin yegâne çaresi, ‘dokuz emir’dir.

    ...

    3. Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise: ‘Mesleğim haktır, yahut daha güzeldir’ diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden ‘Hak yalnız benim mesleğimdir’ veyahut ‘Güzel benim meşrebimdir’ diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek.” 36

    Bu konum, insanların hakikatı ihata edebileceği yolların çeşitliliğine dair yaklaşımında, ne relativist ne de absolutist olan; izafiyetçi de, mutlakiyetçi de olmayan bir orta yolu yansıtır. Bu perspektifte, Allah’ın vahyi bütün insanlara hakikatı sunar, ama, farklı kapasiteleri, zamanları ve bağlamlarından dolayı, insanlar bu hakikatı farklı şekillerde anlayacaklardır. “Kur’ân’ın müteşabihatı var; gayet derin mes’eleleri temsilât ile ve teşbihatla avama ders veriyor.” 37 Bununla birlikte, “teşbih ve temsiller, havastan avama geçtikçe, yani ilmin elinden cehlin eline düştükçe, mürur-u zamanla hakikat telâkki edilir.” 38 Bediüzzaman bir örnek olarak, modern astronomi dünyanın boşlukta durduğunu öğretirken, onun bir öküz ile bir balığın üzerinde olduğu şeklindeki daha eski bir halk inancını verir. Öküz ve balık imgesini zahirî anlamıyla anlayan biri şimdi anlaşıldığı şekliyle bu inanca ilişirken; bu imgenin önemli bir mecazın bir cüz’ü olduğu vâkıasından hareket edilirse, bu inanç, Kur’ân ve hadisin içinde bir nebze yanlış barındırdığını hiçbir şekilde göstermez; onun yerine, bu yorumla, hakikatın tasavvur edilebileceği yolların çeşitliliği vurgulanır. 39

    Bu tür bir yaklaşımla, Bediüzzaman “modernist düşünce ve kültür içerisindeki metafizik aleyhtarı temayüller”e karşılık veren “post-modern” dinî düşünüşün erken bir tarzını yansıtan biri olarak görülebilir. Ama “analitik postmodern”den ziyade “metaforik postmodern” diye adlandırılmış olan şeyin tarzına daha uygun düşen bir biçimde. 40 “Modern” düşüncenin koyduğu sınırların ötesine uzanma sürecinin başlıyor olduğu 1950’lerde yaşamış dinî düşünürlerin pek çoğu gibi, Bediüzzaman da tam anlamıyla “post-modern” veya çoğulcu bir düşünür değildi. O, dinsel çoğulculuğa “anonim Hıristiyanlık”ın kavramsal çerçevesi aracılığıyla bakan Roman Katolik bilgin Karl Rahner’in çoğulculuğuna ziyadesiyle benzer biçimde, açıkça, dünyaya ve dünya görüşlerine münhasıran İslâmî bir perspektiften baktı. Bununla birlikte, her iki örnek açısından da, bu, modern fundamentalist ve misyoner vizyonların inhisarcı kategorilerinin ötesinde önemli bir adımdı ve Bediüzzaman tarafından, sıkı bir biçimde, itidal ve orta yol (hadd-i vasat) olarak İslâm ekseninde sunuldu.

    1950’LERİN TÜRK BAĞLAMI

    Türkiye, dünyanın başka birçok kısmı gibi, 1950’lerde önemli geçişleri tecrübe ediyordu. Bu, 1950 seçimi sayesinde çok partili politikanın başarılı bir doğum gerçekleştirmesiyle birlikte siyaset sahasında, ayrıca ekonomi ve uluslararası ilişkiler sahasında aşikâr biçimde ortadaydı. Pek çok gözlemci de, dini, ilerleme ve geçişin çok önemli bir alanı olarak belirlemiştir. 1950’den 1960’a uzanan on yıl, siyasî tabirle, hükûmetin Demokrat Partinin kontrolünde olduğu dönemdi, ve bu devrin değerlendirmeleri dinî meseleleri ilgili devrin tarihinde can alıcı önemi haiz meseleler olarak gördüler. Meselâ, Demokrat Parti yönetimine son veren 1960 ihtilâli ile başlayan 1960’larda yazılmış bir çalışma, bunu teyid etmektedir: “Yıllar yılı, Türkiye’de, Demokrat Parti döneminin laikliğe ihanetin mi, din sömürüsünün mü, ibadet hürriyetinin yeniden sağlanmasının mı, yoksa ‘modernleşmiş İslâm’a dair yeni bir dönemin mi başlangıcı olduğu konusunda tartışmalar olacaktır.” 41

    1950’lerin sonlarında, Wilfred Cantwell Smith modern çağda İslâmî tecrübeye dair etkili bir çalışma yazdı. Smith Türk tecrübesini Müslüman dünyada moderniteyi adapte etme noktasında en başarılı tecrübe olarak tarif etti. “Türkler, modern dünyada, ne istediklerini bilen yegâne Müslüman halktır. Onlarınki, temelde moderniteye özü itibarıyla uygun diye değerlendirebilecekleri ve değerlendirdikleri entellektüel ve sosyal kurumları geliştirdikleri yegâne Müslüman ulus devlettir.” 42 Bu Türk tecrübesi, Smith ve başka çokları tarafından, birbirine zıt ama tamamlayıcı “rönesans” ve “reformasyon” çabaları bağlamında görüldü. Zıtlık “geçip gitmiş kadim bir gerçekliğin yeniden canlandırılması [rönesans] ile yanlış gitmiş bulunan mevcut birşeyin tadil edilmesi [reformasyon] arasındadır. 43 Bu devirdeki gözlemciler 1950’lerde aşikâr olan, hem liberal sekülarizmin teyidini hem de İslâmî kimliğin yeniden teyidini içeren Türk “reformasyonu”ndan sık sık söz etmişlerdir. Çoklarının zihnindeki bu konu, asıl dinî gelişmelerin eski bir ortodoksiyi yeniden diriltme yönünde artan gayretler istikametinde mi, İslâmî modernizmin yeni ve Türklere özgü bir versiyonunu içeren bir İslâmî reformasyonun belirlenmesi istikametinde mi olacağı ekseninde mütalâa ediliyordu. 44 Ana bağlam, pek çok insan tarafından, modernleşme ve modernleşmeye cevap verme sürecinde yer alan bir aşama olarak görüldü.

    Bununla birlikte, bazı daha derin ve esaslı dönüşümlerin tahakkuk ediyor olduğuna dair göstergeler vardı. 1950’lerde hükûmet ile “ihyacı” Müslüman gruplar arasındaki çatışmaların bir kısmı, açık bir biçimde, eskinin modernleşme ve buna karşı gerici, modası geçmiş mukabeleler yaklaşımı muvacehesinde görülebilir. Meselâ Ticâniyye tarikatıyla bağlantılı olaylarla ilgili durum buydu. 45 Maamafih, modernite ve gericilik arasındaki eski gerilimleri aşan gelişmeleri görmeye başlamak da mümkündü. Taşra şehirlerindeki ve kırsal kesimdeki muhafazakâr Müslüman liderlerin daha yaşlı kuşakları ölüyorlardı ve imam-hatipleri eğitmek için kurulmuş bulunan yeni okulların ürünleri yerel dinî hayatta ciddi bir etki sahibi olmaya başlıyorlardı. Reaksiyoner Müslüman ihyacılığının gücü manidar bir derecede zayıflatılmıştı.

    Sözünü ettiğimiz zamanda Türkiye’yi dolaşan çok iyi malumat toplamış bir gözlemci olan Richard Robinson, zuhura başlayan dinî halet-i ruhiyeyi açık bir biçimde, daha eski ihyacı Müslüman halet-i ruhiyesi ile zıtlık içinde karşılaştırarak tarif etmekteydi:

    “1960’a gelindiğinde, siyasal açıdan manidar bir hacmi bulunan dinî açıdan muhafazakâr bir unsura rağmen, bu unsur artık laik cumhuriyet devletini tehlikeye sokacak durumda değildi. Bizatihî İslâm, köy düzeyinde bile temelli bir dönüşüme maruz kalmaktaydı. İktisadî teşvik, maddî refah, yenilik, makine, ticaret ve sosyal değişme, artık dine meydan okumalar olarak görülmediler. Bir cami inşası sürecinde 100.000 lira harcayan bir köy, gördüm ki, bakımlı, düzgün bir haldeki laik okulundan dolayı da aynı şekilde gurur duyuyor... En azından bu köyde, yeni cami dinî reaksiyonu temsil ediyor değildi, çünkü köylüler devamlı hayatlarında el’an gerçekleşmiş maddî iyileşmelerden ve kısa bir süre sonra gerçekleşecek iyileşmelerden söz ediyorlardı. Ve yine de, dikkatsiz bir gözlemci ancak yeni camiyi görebilir ve otomatik bir şekilde bunu geleneksel halk İslâmına duyulan ilginin yenilenmesiyle eşitleyebilirdi. Fakat, yanlış yapmış olurdu. Halk İslâmı ile modern hayat arasında bir uyum gerçekten vuku buluyordu.” 46

    Bediüzzaman, bariz ve önemli bir biçimde, bu toplumun bir parçasıydı. O, modernleşmeye karşı çıkmaya devam eden reaksiyoner artçı kuvvetin bir parçası değildi. Ayrıca, W. C. Smith tarafından “liberal modernistler” diye tarif edilen reformist entellektüel seçkinler zümresinin bir parçası da değildi. Robinson tarafından tasvir edilen köylüler gibi, Bediüzzaman da, ne-Smith’in tabiriyle-ihyacı bir “rönesans” için çaba sarfediyordu, ne de bir modernist “reformasyon” için. Zuhura başlayan yeni bir yol, bir “orta yol” vardı ki; bu yol, “modernleşme” savunucularının ve muhaliflerinin eski argümanlarıyla pek o kadar iştigal etmiyordu; bunun yerine mevcut temeller üzerine inşada bulunmaya niyetli, ve bunlardan öteye, daha sonraları bir “post-modern” gelecek olarak düşünülebilecek şeye uzanan bir yoldu bu. Gerek “rönesans,” gerek “reformasyon;” 1950’ler modernin ötesine uzanacak ve onu aşacak olan hareketlerin başlama noktalarına şahit olduğu halde, “modern”in geniş bağlamı içerisinde yer alan hareketleri yansıtan tabirlerdir. Bediüzzaman yazdığı şeylerin pek çoğunda, İslâmî inanç için modernin ötesine uzanan ve onu aşan post-modern bir “orta yol”un ilk ifadeleri görülebilir.

    Küresel şartlar muvacehesinde, Bediüzzaman’a yirminci yüzyılın ortalarında aşikâr hale gelmeye başlayan uzun vadeli dönüşümlerin bir parçası nazarıyla bakılabilir. Bu dönüşüm, “modern”den “post-modern”e hareketi içerir; ikincisi, yani “post-modern” yüzyılın sonuna gelindiğinde bile henüz ancak pek berrak olmayan bir biçimde tanımlanmış bir geçiş aşamasını temsil ediyor olsa da. Bununla ilgili dinî geçişlere dair müzakerelerde, bir Hıristiyan bilginin “din” ile “paradigma” arasında nasıl bir ayrıma gittiğinden söz etmek faydalı olabilir. Bir paradigma “bilinçli-bilinçsiz kanaatlerin, değerlerin ve davranış kalıplarının topyekûn bir kümesi”dir ve din “yalnızca dünya, toplum, din ve Kilisenin bilinçli-bilinçsiz bir ana modelinden ibaret değildir; bu gibi modellerin bağlamında şuurlu biçimde inanılan bir hayat görüşüdür.” 47 Başlıca dinî geleneklerin uzun tarihleri ve ayrıca medeniyet tarihleri içerisinde, devirlerin temel paradigmalarını tanımlamak mümkündür. Bu perspektifte, yirminci yüzyılın ortaları, “Modern Aydınlanma” olarak geliştirilmiş bulunan paradigmadan, daha çoğulcu bir perspektif ve ilahiyata dair meselelere hermenötik bir yaklaşım tarafından tanımlanan zuhura başlayan bir “post-modern” paradigmaya geçiş dönemiydi. Bediüzzaman’ın “hadd-i vasat”ı, yani “orta yolu,” bazı önemli açılardan, bu geçişin bir yansımasıdır. Bu yol, sekülarizm yanlıları ve reaksiyoner gelenekçiler arasındaki, daha eski “Modern Aydınlanma” paradigması içerisindeki tartışmaların bir parçası değildir; bilakis yeni, post-modern bir İslâmî paradigmayı tanımlamanın başlangıç noktasını oluşturmaktadır.

    ____________________

    1 1958 yılında Dartmouth Üniversitesinden mezun oldu. 1960 yılında Harvard Üniversitesinde master yaptı. 1969 yılında Harvard Üniversitesinde doktorasını verdi. Halen ABD Georgetown Üniversitesi öğretim üyesidir. Müslüman-Hrıstiyan Anlaşma Merkezinde İslâm Tarihi profesörüdür. Çok sayıda yayınlanmış ilmî kitap ve makaleleri vardır.

    2 Değişik zamanlarda bu konuda yazılan birçok makalenin en ziyade istifadeli olanlarından bir kısmı şunlardır: Bernard Lewis, “Islamic Revival in Turkey,” International Affairs 28 (1952), s. 38-48; Lewis V. Thomas, “Recent Developments in Turkish Islam,” Middle East Journal 6 (1952), s. 22-40; Howard A. Reed, “Revival of Islam in Secular Turkey,” Middle East Journal 8 (1954), s. 227-282.

    3 . Nursî’nin hayatına ve önemine dair, Türkiye dışında onun daha iyi bilinmesini sağlayan yararlı bir analiz, Şerif Mardin’in Religion and Social Change in Modern Turkey adlı kitabıdır (Albany: State University Press of New York, 1989).

    4 Şerif Mardin, “The Nakshibendi Order of Turkey,” Fundamentalisms and the State, ed. Martin E. Marty ve R. Scott Appleby (Chicago: University of Chicago Press, 1993), s. 218.

    5 Said Nursî’nin hayatının ayrıntılı bir anlatımı için bkz. Şükran Vahide, Bediüzzaman Said Nursi (Istanbul: Sözler, 1992).

    6 İktibas eden Vahide, ss. 164-165.

    7 Vahide, s. 167.

    8 Vahide, s. 330.

    9 Şerif Mardin, “Nurculuk,” The Oxford Encyclopedia of the Modern Islamic World, ed. John L. Esposito (New York: Oxford University Press, 1995) 3:256.

    10 Bu tebliğ için, Lem’alar’ın aşağıda belirtilen baskısından istifade edilmiştir: Bediüzzaman Said Nursî, The Flashes Collection, çev. Şükran Vahide (from the Risale-i Nur Collection: 3; İstanbul: Sözler, 1995). Bu esere ilişkin bundan sonraki atıflar The Flashes Collection olarak belirtilecektir.

    11 Crane Brinton, The Shaping of the Modern Mind (New York: Mentor Books, 1950).

    12 Brinton, ss. 107, 113.

    13 Brinton, ss. 110-111.

    14 Werner Heisenberg, Physics and Philosophy: The Revolution in Modern Science (New York: Harper and Row, 1958), ss. 197-198.

    15 Heisenberg, ss. 198-199.

    16 Heisenberg, s. 202.

    17 Heisenberg, ss. 202-203 (vurgular eklenmiştir).

    * Şükran Vahide’nin İngilizce Said Nursî biyografisinde de ismi zikredilmediği için bu makalede “İngiliz oryantalist” kaydıyla geçen kişi, Prof. Alfred Guillaume’dur. İngiliz oryantalist A. Guillaume, sözü edilen iddiayı, 11-17 Mayıs 1953 tarihleri arasında İ.Ü. Edebiyat Fakültesi İslâm Tedkikleri Enstitüsünce düzenlenen konferanslarının beşincisinde serdetmiştir. Bilgi için, bkz. İslâm Tedkikleri Enstitüsü Dergisi, cilt 1, cüz: 1-4, 1953-Çev.

    18 Vahide, s. 346.

    19 The Flashes Collection, s. 97.

    20 The Flashes Collection, s. 97.

    21 The Flashes Collection, s. 99 (vurgular eklenmiştir).

    22 The Flashes Collection, s. 101 (vurgular eklenmiştir).

    23 The Flashes Collection, s. 102.

    24 Vahide, s. 336.

    25 Harold D. Lasswell, “The World Revolution of Our Time,” [ilk olarak 1951’de Stanford University Press tarafından yayınlanan deneme], World Revolutionary Elites: Studies in Coercive Ideological Movements içinde, ed. Harold D. Lasswell and Daniel Lerner (Cambridge: The M.I.T. Press, 1965), s. 29.

    26 Eric Hoffer, The True Believer: Thoughts on the Nature of Mass Movements (Perennial Library Edition, 1966; New York: Harper and Brothers, 1951), s. 10.

    27 Hoffer, s. 18.

    28 John Dunn, Modern Revolutions (ikinci baskı; Cambridge: Cambridge University Press, 1989), s. xii.

    29 F. S. C. Northrop, “The World’s Religions at Mid-century: An Introductory Essay,” Religions and the Promise of the Twentieth Century içinde, ed. Guy S. Metraux ve François Crouzet (New York: New American Library, 1965), s. xiv.

    30 Northrop, s. xv.

    31 The Flashes Collection, s. 43.

    32 The Flashes Collection, ss. 92-93.

    33 Vahide, s. 344.

    34 Vahide, ss. 353-354.

    35 The Flashes Collection, s. 51.

    36 The Flashes Collection, s. 203.

    37 The Flashes Collection, s. 129.

    38 The Flashes Collection, s. 128.

    39 Bu konu tam olarak “Ondördüncü Lem’a”da ele alınmıştır, bkz. The Flashes Collection, ss. 127-132.

    40 Carl Raschke, “Fire and roses, or the problem of postmodern religious thinking,” Shadow of Spirit: Postmodernism and Religion içinde, ed. Philippa Berry and Andrew Wernick (Londra: Routledge, 1992), ss. 101-102.

    41 Walter F. Weiker, The Turkish Revolution, 1960-1961 (Washington: The Brookings Institution, 1963), s. 9.

    42 Wilfred Cantwell Smith, Islam in Modern History (Princeton: Princeton University Press, 1957), s. 163.

    43 Smith, Islam, s. 170.

    44 Smith, Islam, ss. 189-190.

    45 Meselâ, bkz. Lewis thomas'ın "Recent Develeopments" adlı makalesindeki müzakere, ss. 22-23.

    46 Richard D.Robinson, The First turkish Republic: A Case Study in National Development (Cambridge:Harvard University Press, 1963), s.205.

    47 Hans Kung, Theology for the Third Millennium, çev. Peter Heinegg(New York: Doubleday, 1988), ss.211-212.



  6. #6
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998

    RİSALE-İ NUR BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ

    RUS KOLOMİYALİZMİ-ORTA ASYA GERÇEĞİ-KOMÜNİZM VE

    YENİ TÜRK CUMHRİYETLERİ

    TÜRKİYE CUMHURİYETİNE DÜŞEN YENİ GÖREVLER

    Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı 1

    “Ekser-i hükemanın garbda ve AVRUPA'da zuhuru; ve ağeb-i enbiyanın şarkta ve ASYA’da tulu’ları, kader-i Ezelinin bir işaret ve bir remzidir ki; Asyada hakim, galip din cereyanıdır. Elbette Asyanın ileri kumandanı olan bu hükümet-i Cumhuriyet, Asyanın bu fıtrı hasiyetinden ve madeninden istifade edecek. Ve bitarafane prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecek."

    Bediüzzaman Said NURSÎ

    Üstad’ın Orta Asya Gerçeği ile ilk Karşılaşması

    Gerçekte Üstad’ın Orta Asya gerçeği ile karşı karşıya gelmesi; İstanbul'a geldiği ilk yıllarda (1907) Çarlık Rusya dönemi ve o sıralarda Rusya'dan İstanbul'a gelen Türkçü aydınlarla ilk temasları ve onlardan Çarlık Rusya ve Orta Asya da yaşayan müslümanlar hakkında aldığı köklü bilgilerle başlamış, Çarlık Rusya müslümanların çok yakın ilgi göstermiş ve bu ilgisi onun ölümüne kadar da devam etmiştir.

    Zaten Çarlık Rusya hakkında hiç de iyi fikirler beslemeyen Üstad’ın bu durumu fazla sürmemiş, onlar ve özellikle Orta Asya müslümanları için yeni bir fikrî hazırlık içine girmiştir. Bundan sonraki sayfalarda üzerinde duracağımız parlak fikirler işte onun, böyle çok ciddi ve çileli bir arayıştan sonra vardığı neticelerdir.

    Ne var ki Bolşeviklerin; yeni bir ihtilal ile Çarlık Rusyasını yıkmaları, komünistlerin iktidarı ele geçirmeleri, (Ekim, 1917) bolşevik liderlerin komünizmi bir rejim ve Üstadın tabiri ile “küfr-ü mutlak” 2 yani, Allahsızlığı bütün Anadolu ve Orta Asya Türklüğüne karşı çarpık bir ideoloji, Hayır! korkunç bir ejderha olarak sunmaları; Üstad’ın Ruslara karşı duyduğu nefreti kamçılamış, bundan da öte onu, amansız bir mücadleye sevketmiştir. Üstad’ın, Anadolu ve Orta Asya Müslümanlığı adına komünistlerle yaptığı bu zorlu mücadeler ne yazık ki çok na' müsait şartlar altında olmuş ve bu, onun tabiri ile “kabir kapısına” 3 kadar da devam etmiştir.

    Üstad: Çarlık Rusya ve Osmanlı

    Üstad’ın İstanbul'a geldiği yıllar; Çarlık Rusya’nın, hem Osmanlı, hem Balkanlar ve Anadolu, hem de; Orta Asya Müslümanlığına adeta kan kusturduğu bir nevi “Moskoflu yıllar” olarak tarihe geçmiştir. Fransa, İngiltere, Almanya gibi o devirlerin “Düvel-i Muazzaması” sayılan büyük devletler, nasılki; Avrupa’nın dünya çapında sömürgeciliğinin, koloniyalizminin yüzsüz temsilcileri olmuşlarsa, bu Çarlık Rusya için de böyle olmuştur. Çarlık Rusya da; Asya’nın, Türk İslâm dünyasına karşı sömürgeci gücünün zalim, cebbar, korkunç bir temsilcisi olarak ortaya çıkmış ve onun bu hali komünizmin yıkılmasına kadar da da devam etmiştir.

    Zaten Ruslar’ın bilindiği gibi en büyük arzusu; Afganistan'ı ele geçirerek Hint Okyanusuna ve Boğazları zorlayarak Akdenize, bir diğer ifade ile sıcak denizlere ulaşmak, dolayısıyla “Kutup Ayısını” sıkışıp kaldığı tabiat kapanından kurtarmaktı. Bu bakımdan, sıcak denizlere inmek, Çarlık Rusya’nın olduğu kadar, Komünist Rusya’nın da tarih boyunca en büyük emeli olmuştur.

    Ancak Rusyanın; Anadolu ve Orta Asya Müslümanlığına karşı yürüttüğü bu büyük sömürgeci yayılma politikası ve bunun tarihi sonuçlarının münakaşa yeri burası değildir. Hemen şunu ifade edelim ki, dünyada tarih boyunca Müslüman Türk varlığının iki büyük düşmanı olmuştur. Bunlardan birisi İngilizler, diğeri ise Ruslardır. Bunları ne tarih, ne de müslüman Türk Milleti, dün olduğu gibi, ne bugün ve ne de yarın hiç bir şekilde affetmeyecektir.

    İngiltere; Türk’ün İslâmî şahsiyeti ve İslâm dünyasındaki dini varlığını, müessir şahsiyetini tüketmeyi hedef almış ve bunda, neylersiniz ki büyük ölçü de başarılı olmuştur. Rusya ise, asıl Müslüman Türk varlığına, Türklük dünyasına kasdetmiş, onu asimile etmek, dünya tarihinden silmek gibi korkunç bir plan ve hedef gütmüştür.

    Bediüzzaman, İngiltere ve Rusya'nın bu hunhar planını devrin en iyi teşhis edebilmiş kimselerinden biridir. Bu bakımdan dünyaya, Üstad Bediüzzaman kadar korkunç, ne İngiliz ve ne de Rus düşmanı bir kimse henüz gelmemiştir? Onların, İslâm Dünyası ve Müslüman olan bu hain ve soysuz emellerini son devir ricalinden en iyi bilen hisseden Üstad olmuş ve onlarla olan bu mücadelesini, hayatının çok önemli bir gayesi haline getirmiştir. 4

    Üstad’ın Mesajı: Çarlık Rusya yıkılacaktır.

    Üstad’ın, Orta Asya Müslümanlığının ayağa kaldırılması için yaptığı ilk mücadelelere; İstanbul'a teşriflerinden hemen sonra ve Çarlık Rusyaya karşı başlattığını söylemiştik. Üstad; Anadolu İmân Hareketinde olduğu gibi, ne Çarlık Rusya'nın, Türk dünyasına karşı beslediği sömürgeci emeller ve ne de, komünizmin Türk gençliğine vurduğu ağır öldürücü darbelerden hiç bir zaman ümitsizliğe kapılmamış ve Çarlık Rusyasının bir manada mutlaka çökeceğini söylemiştir. Nitekim o, bu ilk mücadele yıllarında neşrettiği kitaplarında şöyle demiştir; “beşer esir olmak istemediği gibi, ecir olmakta istemez,” 5 Bu bakımdan; “beşer esirliği parçaladığı gibi, (bir gün gelecek) ecirliği de parçalayacaktır” 6

    Üstad, değil komünizm; hatta Çarlık Rusyanın, bir taraftan Tuna'dan, Osmanlıya karşı Balkanlara indiği, diğer taraftan da korkunç bir ahtapot gibi, Kafkasya ve Müslüman Orta Asya Türklüğüne yöneldiği ve onları böldüğü, parçaladığı ve birer birer o kokuşmuş midesine indirdiği o meşum devirlerde dahi o, yine ufukları aşan gözleri ile hep Asya bozkırlarına, Orta Asya’ya ve İslâm'ın bu topraklardaki istikbaline bakmış ve şu müjdeyi vermiştir; “Asyanın istikbali uzaktan parlak görünüyor” 7 Zira; “Alem-i İslâm ve Asya muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat o camideki muhterem cemaattır, (bu dün böyle olduğu gibi, istikbalde de böyle olmaya devam edecektir)” 8

    Bediüzzaman; Orta Asya Müslümanlarının maruz kaldığı bunca ağır zulüm ve felaketlere rağmen, onların kurtulması yolundaki bu sonsuz ümidini hiç bir zaman yitirmemiş olduğu görülmektedir. Nitekim o, kısa bir süre uğradığı Tiflis'te, Rus Çarına ulaşmak üzere, kendisine yaklaşan bir Rus polisinin gözüne baka baka şunları söylemiştir; “Şu (Çarlık) perde-i müstebidanesi yırtılacak, takallus edecek (ve sizin silahlarınız geri tepecek)tir” 9

    Rus Polisi İle İlginç Bir Konuşma

    Bilindiği gibi Üstad, meşhur “Otuzbir Mart” hadiseleri ve bu günlerin tabiri ile “Sıkı yönetim” sorgulamaları ve idamla göz göze, burun buruna gelmesi ve bunu takip eden bir seri bedbaht olaylardan sonra, 10 İstanbul'dan ayrılmış deniz yoluyla Batum’a oradan da Tiflis’e gelmiştir(1910). 11 Maksadı Van’a gitmekti. Burada ve Şeyh Sanan tepisinde Rus polisi ile yaptığı konuşmalar, onun bu yöndeki ümidlerinin hiç sarsılmadığını ve granit kayalar kadar sağlam ve güçlü olduğunu göstermektedir? Mamafih Üstad, Şeyh Sanan tepesinde iken bir Rus polisi ona yaklaşır ve “Niye böyle etrafa dikkatlice bakıp durduğunu” sorar. Üstad ona

    “Medresemin planlarını yapıyorum”der. O zaman aralarında şu ilginç konuşma geçer. Rus Polisi;

    - Nerelisin? Üstad;

    Bitlisliyim. Rus Polisi;

    - Burası Tiflis'tir. Üstad;

    Ha Bitlis, ha Tiflis. Bunlar birbirinin kardeşidir. Rus Polisi;

    -Bu da ne demek oluyor? Üstad;

    -Görmüyor musun! Asya da Alem-i İslâmda üç nur birbiri ardısıra inkişafa başlıyor. Sizde ise (tam aksine), birbiri üstüne üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu (Çarlık) perde-i müstebidanesi yırtılacak, takallus edecek, (eskiyip dökülecek) ben de gelip işte burada medresimi açacağım." Rus Polisi yarı alaylı bir şekilde;

    - Heyhat! Şaşarım ben, senin bu boş ümidlerine. Üstad gülerek;

    - Ben de şaşarım! senin boş aklına. Sen bu kışın böyle devam edip gideceğine ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin ise bir neharı vardır. Rus polisi;

    - Görmüyor musun İslâm (ülkeleri) parça parça oldu. Üstad;

    -Hayır! Onlar tahsile gitmişler. İşte Hindistan; İslâm'ın en kabiliyetli bir genci, İngiliz yüksek mektebinde çalışıyor. Mısır; İslâm'ın zeki bir çocuğu, İngiliz siyasal bilgiler fakültesinde ders görüyor. Kafkas ve Türkistan; İslâm'ın iki kahraman yiğitleri, Rus Harb okulunda eğitim görüyor. Üstad daha sonra devamla;

    -Yahu! (Hele bir baksana) Şu asilzâde evlatlar, buralarda eğitimlerini tamamladıktan sonra, her biri, bir (İslâm) ülkesinin başına geçecek ve muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını kemalat ufuklarında öyle bir dalgalandıracaklardır ki; bunlar kader-i ezelinin nazarında, feleğin inadına, insanlığın özündeki ezeli hikmetin sırlarını ilan edecek (ve herkes İslâma baş eğecektir) 12

    Hakikat-ı halde, Çarlık Rusya o zamanlar, dünyanın en güçlü devletlerinden, o devirlerin tabiri ile “Düvel-i Muazzama”dan birisi idi. Kendisini, Osmanlı ülkesindeki Ortodoks Hıristiyanların hamisi sayıyor, devletimizin içişlerine karışmak şöyle dursun, Osmanlıya kan kusturuyordu. Diğer taraftan, Kırım, bugünkü Türk Cumhuriyetleri, yani Kafkasya, Azerbeycan, Özbekistan, Kazak, Kırgızistan ve Türkmenistan toprakları da dahil bütün Orta Asyayı ele geçirmiş, Türk dünyasının üstünde batılı sömürgecilerden daha azgın, çok daha güçlü bir imparatorluk kurmuştur.

    Ne ilginçtir ki Üstad, böyle Çarlık Rusyanın en güçlü, en kuvvetli olduğu devirlerde dahi, onun cevherine bakmış, özünü okumuş ve hiç kimsenin ihtimal dahi vermediği bir hakikati ortaya koymuştur. O da Çarlık Rusyanın çok yakında yıkılıp çökeceği idi.

    Medresetü’z-Zehra: Rusyanın Önüne Çekilen Sed

    Ancak Üstad; yukarda da ifade edildiği gibi, başta Çarlık Rusya olmak üzere, emperyalizme çanak tutan batılı sömürgeci ülkelerin İslâm dünyasının mukadderatı ile ilgili, inadına pis ve bir o kadar da kirli emellerinin karşısında durabilmek için, doğuda mutlaka, çok büyük bir İslâm Üniversitesi’nin kurulmasını istiyordu. 13 O, Camiu’l-Ezher ayarında, ve Medresetü’z-Zehra adını verdiği bu Asya İslâm Üniversitesinin, Doğu Anadolu'da, mesela Van’da kurulmasını tasarlamış ve bunun için, İstibdad, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devri de dahil, her dönemde birçok ciddi teşebbüslerde bulunulmuştur.

    Zira bu bölge; Asya, Avrupa ve Afrika’nın en uç noktalarından geçen çok büyük bir dairenin ortasında bulunuyordu. Burası, ayrıca Avrupa'nın sosyal, siyasî ve fikrî tesir sahasının dışında olduğu gibi, aynı zamanda yine Üstad’ın tabiri ile; “hem İran, hem Arabistan, hem Mısır ve Afganistan, hem Pakistan ve Türkistan ve Anadolunun merkezi hükmünde” 14 bir bölgedir. Yine burası, üç kıtanın hava trafiğini kontrol eden, çok stratejik bir merkez durumunda idi. Ancak bu üniversite, Camiu’l-Ezherden çok daha büyük, çok daha umumi ve çok daha küllî ve teferruatlı olmalı idi. Zira Üstada göre;

    “Camiu’l-Ezher, Afrika'da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya, Afrika'dan ne kadar büyükse, daha büyük bir daru’l-fünun, bir İslâm Üniversitesi Asya'da lazımdır. Tâ ki İslâm kavimlerinin, mesela Arabistan, Hindistan, İran, Kafkasya, Türkistan, Kürdistandaki milletleri, menfi ırkçılık ifsad etmesin. Hakiki müsbet ve kudsî umumi mahiyeti hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ve “Müminler kardeştir!” 15 esasının tam inkişafına mazhar olsun” 16

    Ne yazık ki, Üstad; hayatının en büyük gayelerinden biri ve böylesine büyük sosyal ve dini fonksiyonları olan, ayrıca Türkiyeyi İslâm dünyasında çok saygın bir yere getirecek olan İslâm milletleri arası, büyük İslâm Üniversitesi’nin kurulmasında başarılı olamayacaktır. Nitekim, bundan çok kısa bir zaman sonra, Avrupada siyasî dengeler değişmiş ve çok sudan bir sebeple I. Dünya Harbi çıkmıştır(1914) 17

    Harb, Avrupada başladığı halde, alevleri çok geçmeden Osmanlı İmparatorluğunun sınırlarını sarmış. 18

    Bundan sonra felaketler birbirini takip etmiş, bu büyük gazi, bir elinde kalem 19 bir elinde kılıç at üstünde ve görevi milis alayı komutanı olarak, doğuda Ruslarla ve Ermenilerle yapılan harblere katılmış ve çok büyük bir talihsizlik eseri, Ruslara esir düşmüştür. 20

    Üstad: Geliyorum Diyen Bolşevik İhtilali

    Üstad; Çarlık Rusyanın yıkılması ve Orta Asya Müslümanlarının ayağa kaldırılması gibi yüce emeller peşinde koşarken hiç beklemediği şeyler olmuştur. Zira Bolşevikler; Çarlık Rusya'yı yıkmak için, yeraltı ve yerüstü çok sıkı bir hareket başlatmış bulunuyorlardı. Rusyadaki esaret yıllarında, Çarlık Rusyanın akıbetini görürcesine hisseden Üstad, bunları gözardı etmemiştir. Üstad bütün bu gelişmeleri, muhtemelen “Teşkilat-ı Mahsusa”da bulunduğu yıllarda edinmiş olduğu derin tecrübelerden de yararlanarak 21 Osmanlı devlet ricaline, Enver Paşa’yı göndermiştir.

    Onun, Rus esirler kampından, hem de esaretin yüklediği o çok namüsaid şartlar altında, bütün hayati tehlikeleri göze alarak, böyle bir istihbarat raporunu İstanbul’a ulaştırması, her şeyden önce çok büyük bir vatanperverlik örneği olduğu gibi, tarihlere geçmesi gereken müthiş bir “entelijans” olayıdır. Bu rapor Bab-ı Aliye; Ruslara karşı takip ettiği politikada derin bir nefes aldırmış ve onlara yeni bir insiyatif sağlamıştır.

    Üstad’ın, geliyorum diye haber verdiği, komünist Bolşevik ihtilali en sonunda gerçekleşmiş, Çarlık Rusya; bu Osmanlı ve gelmiş geçmiş Orta Asya Müslümanlığının en azılı düşmanı yıkılmış ve tarih mezarlığında ona ayrılan yeri almıştır(1917) Çarlık Rusya'nın yıkılmasından sonra, Bolşeviklerin komünizmi, bir devlet idaresi olarak ortaya koymaları, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adı altında hür dünyaya karşı, Allahsız, inadında güçlü bir blokun ortaya çıkması ve hele hele, Orta Asya ve bu günkü Türk Cumhuriyetlerinin, bu dipsiz Cehennem çukuru içinde boğulup gitmeleri, şüphesiz herkesten ziyade Üstad’ı yaralamıştır.

    Büyük insanlar hiç bir zaman yeise ve ümitsizliğe kapılmamışlardır. Bu ermiş Tanrı Kulları; “Herkesin her şey bitti!” dediği ve insanların ümitsizliğin kahredici pençesi altında inlediği zamanlarda bile, onlara bir ışık, bir nur göstermişler ve büyük kitlelere yeni bir yaşama gücü vermişlerdir. Bu, büyük Anadolu Evliyası için de her zaman böyle olmuştur. O, komünizmin en güçlü olduğu devirlerde bile, Anadolu ve Orta Asya Müslümanlarına hayati bir mesaj vermek istemiş ve komünistlerin o hayasız yüzlerine şiddetli bir şamar indirircesine şöyle demiştir;

    “Ümidim varki istikbal semavatı zemin-i Asya

    Bahem olur teslim yed-i beyza-ı İslâma” 22

    Üstad, bu beytinde, istikbalin kesinlikle İslâm'ın olduğu ve İslâm'ın Asya’da, komünizme teslim-i silah ettireceğini ve netice itibarı ile komünizmin yıkılıp gideceğini haber vermiştir. Üstad’ın “ed-Dai” adında ve hayatının önemli olaylarının adeta bir şifresi olan ve kendi ölümünü bile, en az yarım asır önce kesin tarihi ile haber veren ve komünist ihtilalden sonra, yani 1918'li yıllarda yazdığı “Lemeat” adındaki eserinde yer alan bu şiirinden aldığımız bu beyitleri, dikkatle okunduğunda bir insanın şaşmaması, hayret ve dehşet içinde kalmaması mümkün değildir.

    Komünizm Küfr-ü Mutlak ve Türk Dünyası

    Mamafih, Üstad çok önceden olduğu gibi, Çarlık Rusya'nın yıkılacağını ve Rus esaretinde yaşayan Orta Asya müslümanlığının kurtulacağını bekliyor ve Orta Asya da, İslâm'ın istikbalinin çok parlak olacağını söylüyordu. Evet, netice itibari ile Çarlık Rusya yıkılmış, bu defa onun beklentilerinin tam aksine, Orta Asya’ya, Üstadın tabiri ile “bolşevik baykuşları” hem, “Allahsız komünist iman düşmanları” ve hem de “küfr-ü mutlak” hâkim olmuştu.

    Bu rejimde din yok, bir Yüce Varlığa inanma yok, insanı üstün kılan ahlâkî değerler ve insanî meziyetlere saygı yoktu. Dini; geniş halk kitlelerini uyutmak için bir ‘afyon’ olarak kabul ediyor ve “ateizm” veya “küfr-ü mutlakı” insanlara yeni bir din, haşa bir “Yüce Varlık” gibi sunuyordu. Bu yeni Allahsızlık dininin, haşa bir manada “peygamberi” C.Marks ve “Mukaddes Kitabı" ise onun kalbine bir zakkum ağacı gibi diktiği “Kapital” adında karalamaları, hezeyanları idi."

    Peki komünizm acaba; Orta Asya ve Türk İslâm dünyasına neye mal olmuştur? Bu soruya Risale-i Nurlar ve hele hele Üstadın sorumlu kişiler ve devlet adamlarına yazdığı mektuplarda çok geniş cevaplar verilmiştir. Üstad’ın komünizm ideolojisi ve materyalist diyalektiğin kör temsilcileri ile olan elli yıllık mücadelesi ve onun kalbinin derinliklerinden kopup gelen bu canhıraş feryadlarının, kendi şartları içinde ve gerçek manada bir değerlendirmesi ne yazık ki henüz yapılmamıştır.

    Ancak Üstad’ın bu çok samimi beyanlarından da anlaşıldığı gibi komünizm; Türk İslâm Dünyası için büyük bir musibet ve ondan da öte bir bela ve felaket olmuş ve Anadolu insanı da bundan yeteri kadar nasibini almıştır. Utanç duvarı, diğer adı ile “Demir Perde”, Doğu ve Batı Almanya arasına yapılmamış, bu duvar sadece, Türkiye ile Orta Asya Türklüğü ve belki dünya Türklüğü arasına örülmüş ve adeta bir Çin seddi gibi olmuştur. Böylece, asırlarca atası bir; Türk, dini bir; İslâm, dili bir; Türkçe ve Mukaddes Kitabı Kur'ân olan bu büyük millet ve vatan coğrafyası, birbirinden ayrı yaşamak zorunda kalmıştır.

    Bundan daha da acısı, uzun yıllar süren CHP döneminde, Orta Asya'ya ilgi duyanlar, Anayurdun özlemini çekenler, Müslüman Türk’ün kara bahtı, kem talihi için ağlayanlara başta Üstad Bediüzzaman olmak üzere, her nedense kimse sahip çıkmamış, Arş-ı âlâyı titreten bu acı feryatlara kimse kulak asmamıştır. Müslüman Türk’ün imanını kurtarmaya koşanlar, Nurun ilk mücahitleri hapishanelere tıkılmış, onun kara bahtına ağıt yakanlara ne hazindir ki, netameli gözlerle bakanlar olmuştur.

    Komünizmin Türk Dünyasına vurduğu Büyük Darbe

    Bu müddet zarfında Orta Asya Müslümanlığının durumu da hiç iç açıcı değildi. Orada da çok kahredici hadiseler olmuştur. Türk’ün ebedî vatan coğrafyası, bir terzinin, kumaşı makasla küçük büyük parçalara ayıdığı gibi, komünistler tarafından bölünmüş, parçalanmış, bu parçanın kimine Özbek, kimine Kırgız, Kazak denilmiş, küçük küçük lokmalar olarak, daha kolay yutulabilir bir hale getirilmişlerdir.

    Çünkü, Orta Asya Müslüman halkının kendine has ifadesi ile “Önce böl! Sonra buyur!” şeklinde formüle edilen bu sömürgeci zihniyet, komünizm için de geçerli olmuştur. Komünizm, bu Türk Cumhuriyetlerini kısa bir zaman içinde, kokuşmuş midesine indirmiş ve sonra da kendi keyfine bakmıştır. Böyle bir idari yapılanmada ne İslâm ve ne de Müslüman Türk’e yer yoktu. Hatta, eğitim ve öğretim sistemlerinde İslâm dini ve Müslüman Türk milletini hatırlatacak en ufak bir mefhuma bile yer verilmemişti. Komünistler; mikro manada ırkçılığı, kavmiyetçiliği, hararetle destekledikleri halde, makro manada İslâm ve Türk milliyetçiliğinin her hal-ü kârda karşısında olmuşlardır. Bu bakımdan, Kazak, Kırgız, Özbek, Azeri, vs gibi Müslüman Türk kavimleri, kendilerini hem İslâm, hem de Türklük ailesinin dışında müstakil bir toplum olarak görmüşler, hatta onlar, komünizmin azgın pençesine ve onun hasis menfaatleri uğruna kardeş, kardeşi vuracak bir hale gelmişlerdir.

    Peki; Müslüman Türk Dünyası bu korkunç akıbete nasıl sürüklenmiştir? Şüphesiz cebir, şiddet, sürgün, katliam, alfabe değişikliği, işgal olayları, bihassa Müslüman Türk yerleşim bölgeleri ve başkentlerin komünist Ruslarla doldurulmasıdır. Bu tahribatların en önemlisi şüphesiz alfabe değişikliğidir. Çünkü, bir çok ilim adamlarının da ifade ettiği gibi; dünyada hiç bir dilin birden fazla alfabesi olmadığı halde Müslüman Türklere yirmi çeşitten fazla alfabe kabul ettirilmiştir. Böylece o güzelim dilimiz Türkçe parçalanmış, sunî milletler ortaya çıkmış ve Müslüman Tüklerin hepsi birbirine düşman edilmişlerdir. 23

    Haddizatında, komünizm en ağır darbeyi Müslüman Türk’ün tarihi şahsiyeti, onun milli manevî değerleri ve kültür ve sanat eserlerine vurmuştur Bu cümleden olmak üzere, her türlü dinî eğitime son verildiği gibi, din eğitimi veren tarihi binalar, medreselerin kapısına kilitler vurulmuş, okullar kapatılmış, cami ve mescidlerde Allah'a kulluk, ibadet yasaklanmış, hülasa; tarihi Orta Asya gerçeği, Müslüman Türk milleti ve onun İslâm'î şahsiyetini hatırlatan ne varsa inkâr edilmiş, zulmün koyu karanlık nisyanına bırakılmıştır.

    Komünizmin Yeni Tağutları: Lenin, Stalin

    Komünistler bunlarla yetinmemişlerdir. ALLAH (c.c.), kâinatın yüce yaratıcısı kör bir dalalet uğruna inkar edilmiş, dinin meşhur ilim irfan yuvaları, ünü cihanı tutmuş tarihi Buhara ve Semerkant Medreseleri komünizmin azgın zulmü altında, ahlâksızlığın birer propaganda merkezi haline getirilmiştir. Böylece, mazinin istikbale yadı olan muhteşem camiler, medreseler, hanlar, hamamlar, tekke ve zaviyeler ve bunların yaldızlı kubbeleri bir bir yıkılmış, kör yarasalar ve Üstadın tabiri ile “Bolşevik baykuşların” tüneği birer harap virane olmuşlardır.

    Bu kör dalalet, inat ve inkarcılığın Risale-i Nurlarda adı “küfr-ü mutlak” yani “kesin dinsizlik” olarak bildirilmiştir. Bunların öncüleri Nemrudlar, Şeddadlar, Tağutlar ve Firavunlardı. Evet, bunların bir devirde halkı meydanlarda toplayıp, onların dini inançlarını hiçe sayan ve Kur'ânî bir ifade ile bir böğürtü halinde “Ben sizin en yüce rabbinizim!” diyen 24 ve en yüksek yerlerden bağıran eski Mısır Firavunlarından ne farkı vardı? Evet komünist liderler çağımızda, hele hele modern ilim zihniyetinin bile bu Yüce varlığı kabul ettikleri bir asırda, o melun Firavunlar zihniyetinin yeryüzünde cebbar bir tağutu, eli kanlı zalim bir Nemrud’u olmuşlar ve her dinden inanç sahiplerini inim inim inletmişlerdir.

    Onlara göre, hâşâ Allah (c.c.) yoktu. Ancak bunu iddia eden hain bedbahtların, daha açık bir ifade ile komünist önderlerin mesela; V.İ.Lenin,(1870-1924) ve Y.V.Stalin (1879-1953) vs. nin kendilerini her yerde bir ilâh olarak lanse ettikleri muhteşem heykelleri vardı. Onlar; halkın gönüllerinde açtıkları inkar yarası ve kalblerden silip süpürmeye çalıştıkları bir “Yüce Varlığa inanma” gibi ulvî bir duygunun yerini, işte bu menfur heykel ve mücessem “Put”larla doldurmak, istiyorlardı. Onların çoğu deli saçmasını andıran sözleri, sanki Allah kelâmı ve Kur'ân ayetleri gibi, her yere asılıyor ve herkese ilham kaynağı olması isteniyordu.

    Artık asıl bundan sonradır ki momünizm, Orta Asya Müslümanlığı üstüne her türlü felaketin kara habercisi bir kâbus gibi çökmüş ve Türk yurtlarında Cehennemî bir hayat başlamıştır. Komünizm bu geniş topraklarda, insanların et ve kemikleri üzerine bina edilen bir saltanat kurmuştur.

    Ne yazık ki, on asır İslâm Kültür ve medeniyetinin feyizli nurlarının fışkırdığı Türkistan, pırıl pırıl güneşi, şırıl şırıl ırmakları, cıvıl cıvıl kuşları, harıl harıl çalışan insanları ile dopdolu olan bu yerler; yine o, yüce insanların ellerini kâinatın yaratıcısına kaldırarak, dünyayı kucaklarcasına dua ettikleri ve kendilerinden sonra gelenlere, yani yüce Müslüman Türk milletine kutsal bir vatan olmasını diledikleri bu mübarek topraklar; Müslüman Türk'ün, Hz. Nuh peygamberden beri Ana yurdu olan Orta Asya; bir asra yakın bir zamandır, Çarlık Rusya ve komünizmin zulmü ve ağır baskılar altında ve bir esaret zinciri içinde inleyip durmuşlardır.

    Evet bu izahlar; bizim yukarda da ifade ettiğimiz gibi, Üstad’ın belki idam hükmü ile yargılandığı mahkemelerde yaptığı müdafaalar ve yine onun Risale-i Nur külliyatında komünizm ve komünistlerle ilgili olarak ortaya koyduğu hikemi bilgi ve çok önemli yorumlar ve ilgilileri uyarmak için bütün gücü ile yaptığı canhıraş feryatların bir tahlil ve terkibinden başka bir şey değildir.

    Üstad’ın Müjdesi: Komünizm İslâma Boyun Eğecektir:

    Ne varki; bütün bu beklenmedik ve Orta Asya Müslümanlığının kara bahtı ve makus tali’ini teşkil eden komünistik uygulamalar Üstadı, hiçbir zaman bir hayal kırıklığına düşürmediği gibi, komünizmin yıkılacağına olan dağlar kadar imanından da hiç bir şey de kaybettirmemiştir. Zira o, yukarda da kaydedildiği gibi, Asya’nın istikbalini parlak görüyordu. İslâm güneşinin önünü kaplayan Çarlık bulutu nasıl dağılıp gitmişse, Kur'ânı örten komünist Rus bulutları da öylece dağılıp gidecek ve İslâm kendi yurdunda yine hür olacaktı.

    Nitekim O, komünist ihtilalin hem de en başarılı olduğu ilk yıllarda yazdığı (1918) ve aynı yıllarda “lemeat” adıyla yayınladığı, yarı edebî bir eserinin başına bir imza şeklinde ortaya koyduğu bir şiirinde şöyle söylüyordu; “İstikbal semavatı ve (Orta) Asya zemini, her ikisi mutlaka İslâm'ın güneş gibi parlayan iman ışıklarına teslim olacaklardır.

    Zira yemin-i yümnü imandır,

    Verir, emn-ü eman ile enama” 25

    Üstad’ın bu sözleri hiç bir zaman bir kavl-i mücerrede kalmamıştır. O, Anadolu İman hareketini bir yönü ile, Anadoludan komünist baykuşların sesini, soluğunu kesmek için yürütmüş, komünizmin, küfr-ü mutlak şeklinde ortaya koyduğu, Allahsızlık ve ateizme karşı Risale-i Nurların iman hakikatları ile en büyük darbeyi vurmuş, ve Anadolu Türklüğünü onların karşısına serapa bir iman kalesi olarak dikmiş ve Anadoluda İslâm'ın mukadderatı ile ilgili olarak tezgahlanan bütün milletlerarası, Üstadın tabiri ile; “zındıka komitesi” 26 ve “Mason ve Farmason" 27 oyunlarını da bozmuştur. bu bakımdan hemen hiç çekinmeden diyebiliriz ki:

    Dünyada Üstad kadar; dini, imanî manada, komünizmi çökertmek için hem de en zor ve en güç şartlar altında; bıkmadan, usanmadan, yılmadan, yorulmadan mücadele veren; hapishane koğuşları ve zindanlarda yatan bir kimse, henüz gelmemiştir. Bu manada, dünyada nurdan heykeli dikilecek bir kimse varsa o da, şüphesiz Bediüzzaman Said Nursî'dir.

    Ne var ki bizim bu izahlarımızdan, Üstad’ın komünizmle olan mücadelesinin sadece Anadolu insanına sınırlı olarak kaldığı anlamı da çıkarılmamalıdır. O, aynı heyecan ve iman coşkusu ile bu mücadelesini Müslüman Orta Asya halkı adına da yürütmek istemiştir. Fakat o devirlerin CHP hükümetlerinin dış Türklere olan vahşi politikası yüzünden bir çok Müslüman aydın ve mütefekkirleri gibi, o da eli kolu bağlı olarak beklemiştir. O meşum devirler; sadece “Rabbimiz Allahdır!” diyen Nurun ilk mücahitleri ve bütün Müslümanlar için değil, orta Asya Türklüğünü düşünen milliyetçilerin “ırkçı”, “Turancı” ve “faşist” olarak suçlandığı ve tabutluklarda yatırıldıkları bir “Milli Şeflik” dönemi idi.

    Buna rağmen; dünya siyasî konjonktüründe, özellikle 1940'lı yıllardan sonra meydana gelen yeni siyasî gelişme ve köklü değişiklikler Üstad’ı, Orta Asya Müslümanları hakkında yeni ümitlere, bekleyişlere sevketmiştir. Üstad; bu global siyasî gelişmelerden, Komünist Rusya'nın yıkılacağı yolunda büyük ümitlere kapılmış, hatta çevresinde bulunan aklı başında Nur talebelerine, dinî gerçeklere dayanarak yaptığı keskin yorumlarla bir kamuoyu oluşturmak istemiştir.

    II. Dünya Harbi ve Üstad’ın Yeni Beklentisi.

    Mamafih, aynı durum, Kırım, Kafkas ve Orta Asya Müslümanları için de söz konusu olmuştur. Zira, II. Dünya Harbinin patlak vermesi, nazi Alman ordularının Rusya'ya ilerlemesi, hatta Moskova’ya dayanması, sadece Rusyadaki Müslümanlara değil, Üstad’a büyük bir ümit kaynağı olmuştur. Belki güneş, bir gün yeniden doğduğunda, Komünist Rusya, çatır çatır yıkılıp gitmiş olacaktı. Üstad; Alman ordularının Rusya’yı, mağlup etmesini bu hususta İngiltere, Fransa, hatta ABD'nin Rusya lehine bir tavır almaları ve onu desteklemelerine karşı çıkıyordu. Nitekim; bu meseleye bir de perdenin arkasından bakan ve olayları maneviyat dürbünü ile seyreden Üstad, konumuza esas olan fikirlerini, bir kısım hadislerde adı geçen “Hz.İsa” ve “Deccal” sembolizmi ile anlatmaya çalışmıştır.

    Bu sembolizmde, asıl büyük “Deccal” Rusya ve komünizmdir. Üstad; Almanya’nın komünizmi çökertmek için giriştiği bu mücadeleyi, bir bakıma Hz. İsa’nın manevî vazifelerinden biri olarak yorumlamış ve pek tabii olarak ta bu ciddi meselede, dinsizlik safını tutan İngiltere, Fransa vs. gibi devletleri de “Deccal”ın yanında görmüş ve şu yorumlarda bulunmuştur.

    İsevîlik dini ve o dinden gelen adat-ı müstemirresinin muhafazası hesabına çalışan bir hükümetle (Almanya); resmi (görünüşü ve bunu çekinmeden) ilanıyla zulmetli pis menfaatı için dinsizliğe ve Bolşevizme yardım edip tervic eden bir hükümet ki (Komünist Rusya); yine hasis menfaati için İslâmlarda (Anadolu) ve Asyada (Orta Asya bu günkü Türk Cumhuriyetlerinde) dinsizliğin intişarına taraftar olan o fitnekar ve cebbar hükümetlerle (İngiltere, Fransa); muharebe eden evvelki hükümet (Almanya)nın, (bu fitnekar hükümetlerin karşısına çıkmaları ile, bir manada komünizmin kuvvet bulmasına yardım ettiklerini ” vurgulamıştır. 28

    Komünizmin Türk Dünyasından Aldığı Acı İntikam;

    Neticede, nazi Almanyası yıkılmıştır, ama bu defa onlar, insanlık ve bütün Müslüman Türk dünyasının başına komünist Rus ejderhasını bela etmişlerdir. Unutulmamalıdır ki; bu Rus ejderhasının, Türk İslâm dünyasından aldığı intikam çok acı olmuş, milyonlarca Müslüman Türk’ün boynu vurulduğu gibi, bir o kadarı da başta Kırım ve Ahıska Türkleri olmak üzere, yurdundan yuvasından sürgün edilmişlerdir.

    Bütün bu beklenmedik gelişmelerden üzülen ve İslâm'ın, Orta Asyadaki parlak istikbali hakkındaki ümidleri bir müddet daha geciken Üstad olmuştu. İşte Üstad’ın; “şimdi on senedir, katiyyen dünya cereyanlarından ve vaziyetlerinden, Almanyanın mağlubiyeti ve Bolşeviklerin istilasından başka, hiçbir haber alamayacak derecede beni hayat-ı içtimaiyeden çekmiş” 29 şeklindeki yakınmaları, onun viran olan emellerinin kelimeler şeklindeki ifadelerinden başka bir şey değildir.

    Üstad; uzun seneler devam eden CHP hükümetleri zamanında, devletin resmi ipolitikasında Müslüman Orta Asya Türklüğü’nün hiçbir yerinin olmadığını çok iyi bildiği için, onların kurtuluş ümidlerini kalbinin sıcak dünyasına gömmek durumunda kalmış ve onlarla ilgili görüşlerini bir başka bahara saklamıştır. CHP devrinin dış politikası, alışıla gelmiş şekliyle “Yurtta sulh, cihanda sulh” idi.

    CHP ve Unutulan Orta Asya Müslümanları.

    CHP kadrolarınca bir kere daha yozlaştırılan bu politika icabı, dış Türkler konusu, hele hele milyonlarca Müslüman Türk’ün yaşadığı Orta Asya gerçeği unutulmuş, Orta Doğu ve Müslüman Arap ülkeleri bir kenara itilmiş oluyordu. Yine bu cümleden olmak üzere, Avrupanın karşısında değil, her hal-ü karda onun yanında yer almaya çalışılmış, hatta şeklen dahi Avrupaî yaşayış, bir hayat tarzı olarak milletimize kerhen de olsa kabul ettirilmek istenilmiştir.

    Ne yazık ki Türkiye; hiç bir iddiası olmayan bu son derece pasif dışpolitika icabı, senelerce, Orta Doğu, Balkanlar ve Orta Asya’dan elini eteğini çekmiş, buralarda yaşayan Müslüman Türk varlığına en ufak bir ilgi göstermemiş ve meydanı bütünüyle tarihi hasımlarına bırakmıştır. Bundan daha da kötüsü; CHP döneminde müslüman Türk'ün tarihî misyonu ve Orta Asya Müslümanlarına bakışı daha da yozlaştırılmış ve bu bir suç telakki edilmiştir.

    Böylece, komünizmin Müslüman Türk Dünyası ile aramıza koyduğu “Demir Kapı” bizim bu çok bilmiş aklı evvel CHP siyaset bilimcileri tarafından, çok daha sağlam bir şekilde kilitlenmiş oluyordu. Bu bir bakıma, sayıları milyonlarla ifade edilen Müslüman Orta Asya halkının, Anadoluya açılan ümit kapılarının da kilitlenmesi idi. CHP başta Üstad ve Nurun ilk mücahitleri olmak üzere, muhafazakar Anadolu insanının desteği ve “46 ruhu” diye anılan kollektif Anadolu heyecanı ile Müslüman halkımızdan çok büyük bir şamar yemiş ve iktidardan bir daha geri gelmemek üzere uzaklaştırılmıştır. (1950) Artık iktidarın yeni sahipleri, Üstad ve Nur Talebelerinin büyük ölçüde desteğini almış cılız, yarı muktedir DP kadroları idi.

    Üstad: DP ile Uyanan Yeni Ümitler;

    Müslüman Anadolu halkına yeni, sıcak dini mesajlar vererek, hele hele “Ezan-ı Muhammediyi” bir ilâhî ilham şekliyle, Türkçe, Arapça değil, Rabbani olarak okunmasına müsade eden DP üst kadroları, Üstad ve Nur’un ilk mücahitlerini büyük ölçüde ferahlatmış ve sevinçlere boğmuştur. Nitekim Üstad, Nurun ilk mücahitlerine yazdığı bir mektubunda bu sevinçlerini, şu cümlelerle ifade etmiştir.

    “Hem sizin, hem bu memleketin, hem Âlem-i İslâmın mühim bayramlarının mukaddemesi olan bu memlekette, şeair-i İslâmiyenin yeniden parlamasının müjdecisi olan Ezan-ı Muhammedi'nin kemal-i ferahla onbirler minarelerde okunmasını tebrik ediyoruz” 30

    Bütün bu güzel ve hayırlı gelişmeler, Üstad’ın gönlünde, diğer şeylerle birlikte Komünist Rusya ve Müslüman Orta Asya Türkleri için yeni emeller doğmasına sebep olmuş, yeni bir arayış içine girmiştir. O, bu cümleden olmak üzere, yeni DP kadrolardan, alışılagelmiş dış politika dengelerini yeniden düzenlemelerini, doğuya dönmelerini, özellikle komünist Rusyanın esaretinde bulunan ve o günlerin rakamları ile kırk milyonu aşan Müslüman Türk kavimleri ile, onları hayrına daha aktif bir politika takip etmelerini istiyordu.

    Üstad, DP kadrolarından; CHP’nin o, herkesi bıktıran usandıran ve “Laiklik” adı altında dindarlara yapılan baskılara artık bir son verilmesi, biran önce Anadolu insanına din serbestisinin tanınması ve okullarda din derslerinin okutulmasını istiyordu. Hatta o, daha da ileri gidiyor, Rusya Müslümanlarına sahip çıkılmasını, hükümetin, diplomasının kendi şartları içinde bir yolunu bulup, Rusyada yaşayan müslümanlar üzerinde komünizmin ağır baskılarının kaldırılması ve din hürriyetinin bir dereceye kadar onlarada verilmesini savunuyordu.

    Şayet bunda bir mesafe alınacak olursa, Rusya artık Türkiye ve Türk dünyası için bir tehlike olmaktan çıkacaktı. Nitekim o; “Dindar ve hamiyetkâr ve vatanperver milletvekillerine bir hakikati ihtar” diye başlayan ve DP milletvekillerine hitaben yazılan bir uzun mektubunda bu görüşlerini şu şekilde dile getirmektedir;

    “Kalbime geldi ki; Bu vatan ve İslâmiyetin maslahatı; her şeyden evvel, dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun süratle çıkarılması, (din derslerinin) hem de mekteplerde çabuk tatbik edilmesini gerektirmektedir. Çünkü böyle bir uygulama ile, Rusya'da ki kırk milyona yakın müslüman, (Bügün yüz nilyon civarındadır.) hem dört yüz milyon Âlem-i İslâm'ın (Bügün yeryüzünde yaşayan Müslümanların sayısı artık bir bucuk milyonun üstündedir. Çoğu fakir değil, zengin ülkedir.) manevi kuvvetini bir ihtiyat kuvveti olarak bu vatana kazandırmakla beraber, komünizmin manevî tahribatı ve Rusya'nın bize tecavüz etmesini de önliyecektir” 31

    Üstad’a göre; Amerika ve İngiliz’e kafa tutan azgın komünist Rusya'nın, Çin’i ve yarı Avrapayı istila ettiği halde, bize karşı (Türkiye) tecavüz edememesinin bir sebebi de Rusya'daki Müslümanlar ve hakaik-i imaniye ve Kur'âniyedir. Üstad bunların ötesinde bize, Rusya karşısında yeni yeni ufuklar göstermekte ve bir kısım yeni tekliflerde bulunmaktadır. Bizlerin görüş ufkunu aşan bu yaklaşım ve teklifi şudur:

    “İki harb-i umuminin neticesinde hasıl olan bir intibah-ı kavi ve beşerin tam uyanması cihetiyle katiyyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rusya'da dinsiz kalamaz. Geri dönüp, Hristiyan da olamaz, olsa da küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklî ve kalbî ikna eden Kur'ân ile musalahaya tâbi olabilir” 32

    Bu görüşler; yani, Rusya'daki insanların manevî değerlerinin yeniden yapılanmasında, Kur'ân hakikatlarının esas alınması fikri, çok cesur bir şekilde, Üstad tarafından yarım asır önce ileri sürülmüştür. Bunlar haddizatında, sadece Rus komünist liderler için değil, komünizmin manevî olarak viraneye döndürdüğü bu günkü Orta Asya Türk Cumhuryitelerinin istiklal ve mukadderatı ve onların dizginlerini elinde tutan, idari kadroları fazlasıyla alakadar eden mühim görüşlerdir.

    Üstad’ın Türk Cumhuriyetleri Hakkında yeni Sinyalleri

    Bu yeni insiyatifin altında; bugün bir vakıa haline gelmiş olan Türk Cumhuriyetlerinin güçlenmesi, kuvvetlenmesi ve dimdik ayakta kalabilmesi için, komünizmin bıraktığı imansızlık tortularının silip süpürülmesi, onların yeniden dinî ve İslâmî şahsiyetlerine kavuşturulması, komünizmin fosilleşmiş ideolojilerinin Kur'ânla doldurulması fikri yatmaktadır. Üstad bu görüşleri, yarım asır önce, sanki bugünleri görürcesine söylemiştir. Ayrıca 1950'li yıllarda bunları görmek ve bir devlet politikası olarak ilgililere tavsiye etmek, Üstad’ın, bugünlerin tabiri ile, ne kadar “vizyon” sahibi bir kimse olduğunu ortaya koymaktadır.

    Ancak, bizim burada asıl üzerinde durmak istediğimiz çok ilginç bir husus daha vardır. O da, Üstad’ın 1327/1909 yılında Şam'da, Ümeyye Camiinde bir cuma günü, irticalen söylediği meşhur hutbesinde dile getirdiği hakikatlardır. Üstad, daha o zamanlarda, başta Araplar olmak üzere, İslâm âleminin ecnebi esaretinden kurtulacağını söylemiştir. Bu hutbe, o sıralarda Arapça olarak yayınlanmış ve aydın çevreler arasında çok büyük bir ilgi görmüştür.

    Ancak Üstad, bu mühim eserinin Türkçesini, 1951 yılında, DP'nin iktidara gelmesinden sonra yeniden yayınlarken, bu görüşlerini bir kere daha tekid etmiş ve İslâm âleminin ecnebi esaretinden kurtulacaklarını ve yeni yeni devletler kuracaklarını haber sayan Müslümanlardan başka kimse kalmadığına göre, Üstadın bundan maksadının Rusya olduğu aşikardır. Üstad’ın bu istihbaratı ve yeni yeni İslâm devletlerinin kurulacağını söylemesi, bugün Orta Asya’da yeniden ayağa kalkan Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan gibi yeni Türk Cumhuriyetlerinden başkası değildir. Gönlümüz, Çin'in insanlık dışı ağır zulmü altında yaşayan müslüman Uygur Türklerinin de en kısa zamanda hürriyetlerine kavuşması ve yeni kurulan bu Türk Cumhuriyetleri arasındaki şerefli yerini almasıdır.

    Senin de Bir Zelzelelik Canın Var:

    Gel gör ki; Üstad’ın bunları söylediği yıllar, komünistlerin ABD'de dahil dünyaya meydan okuduğu, komünist liderlerin dünyayı sanki avuçlarının içinde bir portakal gibi küçük gördüğü yıllardı. Mamafih, insanlık tarihi çok ilginç olaylar ve beklenmedik gelişmelerle doludur. Son on yılda cereyan eden olaylar ve kaydedilen gelişmeler, hele hele komünizm açısından bunun en çarpıcı örneklerini oluşturmaktadır. Onun en tantanalı ve kuru bir şamata, baş döndürücü propaganda makinası ile bütün dünyayı meşgul ettiği devirlerde bile ümidini kesmeyen ve inleyen feryadları arş-ı âlâya kadar ulaşan bir “Bayrak Şairi”nin;

    “Senin de bir zelzelelik canın var!” diyerek horladığı bu komünist rejim, öyle bir sarsılmış, öylesine bir vaveyla ile yıkılmıştır ki; bugün onun kokuşmuş cesedi bile bütün insanlık için çekilmez bir yük ve bir büyük bela haline gelmiştir.

    Dünün başı göklerde dolaşan komünist liderleri, bugün yine batıya el açmakta ve komünizmin ninnisi ve herkese ayrı bir Cennet vaadiyle uyuttukları masum halkı, açlık ve sefaletten kurtarmak için, hür dünyadan yardım istemektedir. Evet olaylar, bu büyük Tanrı Kulu’nu bir kere daha ve bütün heybeti ile haklı çıkarmış, onun yarım asır önce çelik ve irade beyanı ile ortaya koyduğu görüşler bir bir gerçekleşmiştir. Rusya ve hele komünizm, onun tâ 1918'li yıllarda haber verdiği gibi bir daha dirilmemek üzere çökmüş ve zavallı insanların kanı canı, eti, kemiği ve cesedi üzerine kurulan bu zulüm sistemi yıkılıp gitmiştir.

    Bu ne ulvî bir tecellidir ki; Sovyet Rusya’nın yıkılacağı ve Orta Asya müslümanlarının bir gün mutlaka hürriyet ve özgürlüklerine kavuşacağı yolundaki “İhtiyar Çınar”ın gördüğü tatlı rüya, onun ölümünden otuz sene geçmeden, bugün artık bir gerçek olmuştur. Komünizm yıkılmış, senelerdir komünizmin zulmü altında yaşayan ve bugün sayıları yüz milyonu aşan müslüman Türk varlığı, bir tek damla dahi kan akıtmadan hürriyet ve istiklaline kavuşmuş ve yeni yeni bir çok Türk Cumhuriyetleri ortaya çıkmıştır. Bunlar; Azerbeycan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan Cumhuriyetleri idi. Kırım Türkleri ise ayağa kalkıyordu.

    Çöküş’ün Hazırlıksız yakaladığı Türk Aydını:

    Komünizmin, hiç beklenmedik bir zamanda, büyük bir vaveyla ile yıkılması, Türk aydınları, devlet kadroları iktidar ve muhalefetiyle kim olursa olsun, herkesi ne yazık ki, yine hazırlıksız yakalamıştır. Çünkü, hiç bir kimse, şayet birgün; komünizmi yıkıldığı takdirde Orta Asya Müslümanlarının durum ve Türkiyenin, din, dil ve asırlarca kader birliği içinde olduğumuz bu kan ve can kardeşlerimize karşı sorumluluğumuzun neler olabileceği yolunda hiç bir plan ve program yapmamıştı.

    Öyle ya; Moskova’dan, Anadolunun bağrına esen senelerce devam eden soğuk savaş rüzgarlarının, Orta Asya Müslüman Türk varlığına karşı; kör, sağır ve dilsiz haline getirdiği bu insanlar, özel ücretli kalem ve köşe yazarları, Sovyetlerin yıkılması, gelişen ve değişen dünya nizamı karşısında adeta şaşırıp kalmışlardır. Halbuki Üstad; bunlara ilk hedefi 1951'li yıllarda göstermiş ve Sovyet Müslümanlarının kendi kaderlerine terkedilmemelerini, Türk Hükümetlerinin (DP) onlara dinî yakınlık göstermelerini dile getirmiş ve onların Türkiye'yi bir ümit, bir ışık kapısı olarak görmelerini istemiştir. 33

    Diğer taraftan komünizm; sadece ekonomik bir felaket getirmemiş, onun ötesinde toplumun moral gücünü, millî ve manevî değerlerini de yıkmıştır. O, tıpkı hayvanların haralarda yaşadığı gibi, insanları da “kolhozlarda” yaşayan ikinci sınıf bir hayvan sürüsü haline getirmiştir. Şimdi asıl mesele, komünizmin yıktığı bu millî manevî değerler nasıl tamir edilmeli, nereye ve hangi zemin üstüne inşa edilmeli idi? Yeni kurulan bu Türk Cumhuriyetlerinin, asıl kimliği ne olacaktı? Onlarda bizim gibi, bu geçiş döneminde bir kimlik bunalımına sürükleneceklermi idi? Bu sorular maalesef, hiç kimseyi rahatsız etmemiştir.

    Evet, insanların olduğu gibi, büyük milletlerin hatta büyük kıtaların da Asya, Avrupa ve Amerika gibi bir kaderi bir alın yazısı vardır. Orta Asya hakkında şöyle veya böyle söz söylemek veya karar vermek mecburiyetinde olanlar, önce Asya'nın tarihi geçmişine ve bir kaderi ilâhî olan alın yazısına bakmaları gerekmektedir. Aksi takdirde herkes iş işiten geçtikten sonra şair Ziya Paşa’nın dediği gibi;

    Eyvah bu baziçede biz yine yalnız kaldık,

    Zira ziyan ortada bizler ne kazandık” diye feryad edeceklerdir.

    Burada, hemen şunu ifade edelim ki; Müslüman Türk Milletinin kaderi gibi, Orta Asya’nın kaderini de, tarih boyunca en iyi, en güzel en doğru bir şekilde ancak bir kimse okumuş ve okuduklarını da yazmıştır. O da şüphesiz; Allah (c.c.) tarafından Türk milletinin imanına hizmet misyonu ile gönderilen Bediüzzaman Said Nursî’dir.

    Üstad: Orta Asyanın Alın Yazısını Okuyan Adam:

    Orta Asya'nın alın yazısına gelince; bu bahtiyar fani, belki bir asra varan ömrü boyunca bu kader çizgisi ve alın yazısının şifrelerini çözmek için sarfetmiş, harf ve kelimelerini hecelemek için uğraşmış, didişmiş ve en sonunda bunları herkesin okuyabileceği kadar büyük harflerle şöyle ifade etmiştir;

    “Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru, ağleb-i hükemanın Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelinin bir remzi bir işaretidir ki; Asya akvamını intibaha getirecek terakki ettirecek, idare ittirecek, din ve kalpdir. Felsefe ise kalbe yardım etmeli, yerine geçmemelidir” 34

    Şu bir gerçektir ki din; Asya'nın mayasında her zaman önemli bir faktör olmuştur. Ari ve Sami dinler, hatta Hint ve Çin menşeli dinlerin hepsinin beşiği Asya'dır. Hristiyanlık ve daha sonra İslâmiyet gibi üniversal dinlerin tümü Avrupa'ya, ya din adamları veya Fatihler vasıtasıyla Asya'dan gitmişlerdir. Şarkın; Asya'nın fazilet dolu kemalat sahibi yüce Peygamber ve Evliyalarının karşısına batı; Avrupa, eski Yunanlılardan itibaren devam edip gelen, ekserisi dinsiz olan filozofları, mütefekkirleri, aydın ve ateistleri ile çıkmıştır.

    Sosyalizm, pragmatizm, nasyolalizm, emperyalizm, koloniyalizm ve dinsizliği, ateizmi nerede ise bir ilim haline getiren komünizm dahil sonu “izm” le biten bütün fikir cereyanlarının istisnasız hepsi Avrupanın pis kokuşmuş, karanlık fikir muhitlerinden çıkmış ve insanlığın başına bela olmuşlardır. Bu “izm”lere Üstad bir yenisini yani, “anarşizm ve terörizmi” ilave etmekte ve şöyle demektedir;

    “Evet, İhtilal-i Fransevide, hürriyetperverlik tohumuyla sosyalitlik türedi. Ve sosyolistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrip ettiğinden Bolşevikliğe inkılap etti. Ve Bolşeviklik dahi, çok mukaddesat-ı ahlâkıyeyi ve insaniyeyi bozduğundan elbette ektikleri tohumlar, hiç bir kayıd ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsülünü verecektir.” 35

    Evet, o zamanlar, bundan elli sene önce, Avrupa'da lafı bile edilmeyen “anarşi” ve “terörizm” çok geçmeden ulu Anadolu Evliyası’nın söylediği gibi doğmuş ve bugün bir gerçek haline gelmiştir. Bundan da öte, kızıl bir ateş gibi düştüğü ülkelere kan kusturmaktadır. Evet, bu manada insanlığın bir tek mücrimi vardı; o da, Avrupa’dır. Bu bakımdan “Ey bu vatanın gençleri! Sakın Avrupa'yı taklid etmeyiniz.” 36 diye bu sözleri boş boşuna söylememişlerdir.

    Asya'yı Ayağa Kaldıracak Dindir:

    Avrupa'nın kendi topraklarında, değil hak din, şimdiye kadar bâtılda olsa fazileti, imânî değerlerin yücelmesini esas alan hiçbir din ve insanlığa kendini kabul ettirmiş hiç bir nurlu faziletli tarikat ortaya çıkmamıştır. Bütün bu izahlar; Asya'nın, kader çizgisi ile ilgili olarak söz konusu görüşleri ileri sürenlerin bu fikirlerinde ne kadar güçlü ve haklı olduklarını ortaya koymaktadır.

    Bu bakımdan Üstad’ın genel olarak Asya ve Müslüman Orta Asya Türklüğünün kaderi, alın yazısı olarak tesbit ettiği ve İstibdat, Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet, İnkılaplar dönemi, CHP vev DP iktidarı ileri gelenlerine, hemen her devirde, her vesile ile ve sonsuz bir sorumluluk duygusu içinde söylediği bu hikmetli sözün bir başka versiyonunu, burada bir kere daha tekrar etmek istiyoruz. Evet:

    “Ekser-i hükemanın garbda ve Avrupa'da zuhuru ve ağleb-i enibyanın şarkta ve Asya’da tulu’ları, kader-i Ezelinin bir işareti ve remzidir ki: Asya'da hakim, galip, din cereyanıdır” 37

    Ancak Üstad’a göre; Asya'da uyanan akvam ve bu arada Orta Asya'nın siyasî manada yeniden yapılanmasında Türkiye’ye büyük görevler, düşmektedir. Çünkü, Müslüman AnadoluTürklüğü asırlar boyunca, Avrupa’ya karşı Asya'nın kumandanı, önderi olmuş ve onun üstünlüğünü temsil etmiştir. Artık Türkiye şimdi, Asya'da yeni yeni ayağa kalkan Türk kavimlerinin de önderliğini yapmalı ve devlet tecrübesini onlara götürmelidir. Ne varki Üstad, DP’nin önde gelenlerinden, Türkiye'nin kendisi “Laik” olsa dahi, Orta Asya’da laikliği, İslâmiyetin lehine olarak kullanmasını tavsiye etmektedir. Üstad’ın bu hususta, çok daha geniş yorumlar yapılması gereken görüşlerinin özü şudur:

    “Elbette, Asya’nın ileri kumandanı olan bu (Türkiye) hükümet-i Cumhuriyesi Asya'nın bu fıtrî hasiyetinden ve madeninden istifade edecek. Ve bîtarafâne (Laiklik) prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecektir” 38

    Üstad’ın Yeni Türk Cumhuriyetlerine Mesajı:

    Üstad’ın bu arada bugünkü Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin sorumlu devlet adamlarına da çok önemli mesajları vardır. Onlardan Üstad; kendileri fazla dindar, olmasalar dahi, halkın dinî duygu ve düşüncelerine saygılı olmalarını istemektedir. Zira Asya'da aslolan dindir. Bu bakımdan Üstad, adeta onlara konuşurcasına şu hayati tavsiyelerde bulunmakta ve şöyle demektedir;

    “Asya'da din hakimdir. Felsefe ikinci derecededir. Bu remz-i kadere binaen Asya’da hüküm sürenler dindar olmasalar dahi, din lehine çalışanlara (katiyyen) ilişmemeli, belki (bütün güçleri ile) teşvik etmelidir” 39

    Görülüyorki bütün bunlar Üstad’ın; kendi devrini aşan ufukların ötesi için söylemiş olduğu sözlerdir. Üstad bu fikirlerini, karanlıklı ve görüş mesafesinin nerede ise sıfır olduğu bir dönemde, sanki bu günleri görürcesine ileri sürmüştür. Bu görüşleri bugün, bizim şerefli bayrağımızın yanında göndere bayraklarını çekmiş olan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nin yarınları ile ilgili temel görüşlerdir. Üstad’ın bu tesbitlerini, otuz sene önceki şartlar içinde ve komünizmin en güçlü olduğu devirler açısından değerlendirdiğimiz takdirde, bir insanın şaşmaması, hayret ve dehşetler içinde kalmaması mümkün değildir.

    Zira Üstad’ın senelerce önce söylediği gibi, “Asya tarlasının çiçekleri, ziya-ı İslâmiyetle neşv-ü nema bulacaktır” 40 Üstad, herzaman batıya değil, doğuya bakmış ve onun alın yazısını şu cümlelerle okumuştur:

    “Âlem-i İslâm ve Asya muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat o camideki muhterem cemaattır” 41 O cemaat ve camileri aydınlatacak ve başta Ahmet Yesevi olmak üzere Asya Türklüğüne feyiz, nur ve bereket veren evliyaları, bugün ise Risale-i Nurla’rın iman hakikatlarıdır.

    Bu bakımdan Üstad; Asya'da uyanan akvamı, bunlardan mesela, Kırgız, Kazak, Özbek, Türkmen vs. gibi Türk kavimlerinin Avrupa'yı körü körüne taklit etmemelerini söylemekte, onların bir çok mukaddes değerlerini Avrupaî bir hayat tarzı için feda etmelerinden büyük endişeler duymaktadır. O, bu hususta haklı olarak şöyle demektedir:

    “Asya'da uyanan akvam Türk Cumhuriyetleri), menfi fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa'yı her cihetle taklit ederek hatta çok mukaddesatları, o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki, her milletin, kamet-i kıymeti, başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı olmak lazım gelir. Bir kadına, bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango, bir kadın libası giydirilmediği gibi körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur.

    Çünkü; evvela, Avrupa bir dükkan bir kışla ise, Asya; bir mezraa, bir cami hükmündedir. Bir dükkancı dansa gider, bir çiftçi gidemez, kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti olmaz” 42

    Bu bakımdan, Üstadın Anadolu gençleri için söylediği şu sözler bize göre, Orta Asya Müslüman Türk gençleri için de geçerlidir;

    “Ey bu vatanın gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âya, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların safına iltihak edip, kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Agâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü, şu suretle ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır” 43

    Bunun için Üstad, ilim, teknik ve fen bakımından yeni yeni uyanmaya başlayan Asya kavimlerinin, medeniyet yolunda ilerleme, ilim, fen ve teknik yönden gelişmelerinde Avrupa'yı değil, kendi örf ve adetlerinden hiç bir şey kaybetmeden gelişip ilerleyen Japonya’yı örnek almalarını söylemektedir. Zira;

    “Medeniyet yolunda Japonlara uymamız, onlar gibi hareket etmemiz lazımdır. Onlar Avrupa medeniyetinin güzelliklerini, teknik buluşlarını almışlardır. Fakat her milletin devam ve bekasının temeli, mayası, esası olan millî âdetlerini muhafaza etmişlerdir” 44

    Asya’nın Geleceği Şûra İle Açılacaktır:

    Üstad, uyanan Asya kavimlerinin idari yapılanmalarında, demokratik fikrî tartışmalara açık parlamenter cumhuriyet şeklini öngörmektedir. Üstad’a göre buna giden yol da “Şûra” ve “Meşverettir”. Haddizatında Üstad’a göre; “en büyük kıta olan Asya'nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûray-ı hakikiyeyi yapmamasıdır” 45 Bu sayede Asya zulüm ve istibdadın çelik zincirlerini kıracak, gerçek hürriyete kavuşacak ve Avrupa'nın karşısında durabilecektir. O, bu hususa esas olan fikirlerinde şöyle demektedir:

    “Asya kıtasının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şûradır. Yani nasıl fertler birbiriyle meşveret eder, taifeler, kıtalar dahi o şûrayı yapmaları lazımdır ki, üçyüz belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını zincirlerini açacak, dağıtacak” 46

    Üstad şûrayı; Orta Asya Türk Cumhuriyetleri için idari yapılanmada vazgeçilmez bir esas olarak görmektedir. Bu bir manada halka açık, meclisleidir. Bu meclislerde, fikirler açıkça tartışılacak, millet ve memlekete en yararlı olan ne ise, o yapılacaktır. Bu günlerin tabiri ile bu katılımcı demokrasiden başka birşey değildir. O, bunun zaruretine ait bir suali yine kendisi sormakta ve şöyle demektedir:

    “Eğer desen: Neden şûraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya'nın hayatı ve terakkisi şûra ile olabilir?

    Evet, haklı Şûra ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüzonbir olduğu gibi ihlâs ve tesanüdü hakiki ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve On adamın, hakiki ihlâs ve meşveretin sırrı ile, bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor” 47

    Üstad, böyle meşveret ve şûra ile idare edilen demokratik ve insan haklarına saygılı, dinî hürriyetin âdilâne yaşandığı takdirde uyanan Asya kavimleri, bu arada Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin, ilim, fikir, edebiyat, felsefe ve sanatta ilerleyecekleri, fen ve teknikte geleceklerini, hulâsa istikballerinin parlak olacaklarını görmekte ve şöyle demektedir:

    “İbn-i Sina'ları ve Bismarkları, Dekartları, Taftazanileri, inşaallah geri bırakacak. Bu kuvvetli Asya ve Rumeli tarlası çok şubban-ı vatan mahsülü vereceğinden ümitvarız”

    ____________________

    1 Konya Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesinde öğretim üyesidir.

    2 Bu konularda geniş bilgi için bkz. Nursî, S.Emirdağ Lahikası, En, I, s. 154-207. Nursî Ş.Şua’lar, En.s. 231-309-280-237-351.

    3 Nursî, S.a.g.e.s.497.

    4 Bu konularda geniş bilgi için bkz. Nursî, s.Sünuhat, YAS. s. 97-106 Üstad işgal yıllarında İngilizlere meydan okumuş, onlar hakkında “Hutuvat-ı Sitte” adındaki eserini yazmış ve halkı İngilizlere tavır almaya çağırmıştır.

    5 Nursî, S. Sünuhat, YAS. s. 57. Tarihçe-i Hayat, EN. s.131

    6 Nursî, S. Sözler, EN. s.709 Üstad bu konulardaki ilk fikirlerini 1918 yılında neşrettiği Lemeat adındaki eserinde zikretmiştir.

    7 Nursî, S.Muhakemat, EN. s.42.

    8 Nursî, S. Mektubat, EN. s. 413.

    9 Nursî, S.Sünuhat, s.85.

    10 Bu konularda geniş bilgi için bkz. Nursî, S.Divan-ı Harb-i Örfi, YAS. İstanbul 1995

    11 Şahiner.N.a.g.e.s.132.

    12 Geniş bilgi için bkz. Sünuhat, YAS. s.84. Bu konuşmalarda, Üstadın ifadeleri kısmen sadeleştirilmiş ve bir üslup zenginliği verilmiştir.

    13 Nursî, S.Emirdağ Lahikası, EN. II.s.223.

    14 Nursî, S.a.g.eI.s.185.

    15 Kur'ân-ı Kerim, el-Hucurat;11

    16 Nursî, S. a.g.e.II.s.223.

    17 Nursî, S.Hutbe-i şamiye, YAS s.126 “Sırb bir neferin, Avusturya veliahdine attığı bir tek gülle eski harb-i umumiyi patlattırdı, otuz milyon nüfusun mahvına sebeb oldu.”

    18 Bilgi için bkz. Nursî, S.Şua’lar, EN s.316, 521,639,697. Kastamonu lahikası, ENs.75,93,186,187, Emirdağ Lahikası, EN.s.I.247, II, s.72,82,85 Sikke, EN s.25 lemalar, EN.,s.231,448.

    19 Üstad, meşhur İşaratü’l-İcaz tefsirini işte, bu harbler esnasında yazmıştır. Nitekim o, şöyle demektedir. “İşaratü’l-İcaz tefsiri, eski Harb-i Umuminin birinci senesinde, me’hazsız ve kitap mevcud olmadığı halde telif edilmiştir.” Geniş bilgi için bkz. Nursî, S.İşaratü’l-İcaz, YAS.s.9.

    20 Nursî, S.Mektubat, EN.s.75 Emirdağ Lahikası, EN. I.s.76,156. II, s.13. Şua’lar, s.496, 526 Tarihçe-i Hayat, s.116 daha geniş bilgi için bkz. Şahiner, N.a.g.e.s.158 vd. Said Nursî Tarihçe-i Hayat, EN.s.116.

    21 Bu konularda geniş bilgi için bkz. Kutay, C.Tarih Sohbetleri, İstanbul, 1966. II. s.205.

    22 Nursî, S.Sözler, EN.s.694.

    23 Bu konuların genel bir değerlendirmesi için bkz. Kitapçı, Z.Orta Asya Türklüğünün Büyük İslâm Kültür ve Medeniyetindeki Yeri, s.20.

    24 Kur'ân-ı Kerim; en-Naziat, 23.

    25 Nursî, S.Sözler, EN. s.694.

    26 Nursî, S.Emirdağ Lahikası, I. s.79.II.s.17-19 Nursî, S.Sikke, s.212.

    27 Nursî, S.a.g.e.II.s.25. Nursî, S.Şua’lar, s.300, 425,596,735.

    28 Nursî, S.Kastamonu Lahikası, EN.s.81.

    29 Nursî, S.Şua’lar, s.358.

    30 Nursî, S.Emirdağ Lahikası, II.s.20,24,186. Krş. Kastamonu Lalikası, s.191, 293 Tarihçe-i Hayat, s.616,639.

    31 Nursî, S.Emirdağ Lahikası, II.s.71.

    32 Nursî, S.a.g.e.II.s.72.

    33 Nursî, S.Emirdağ Lahikası, s.71.

    34 Nursî, S. Mektubat, EN,s.325. krş. Emirdağ Lahikası, EN.II.s.224.

    35 Nursî, Şua'lar, EN, s.588.

    36 Nursî, S. Lemalar, YAS. s.120.

    37 Üstad bu cümleleri meşhur “Eskişehir Müdafaası”nda söylemiştir. Geniş bilgi için bkz. Said Nursî .Tarihçe-i Hayat, EN. s.241

    38 Geniş bilgi için bkz. Said Nursî Tarihçe-i Hayat, s.241.

    39 Nursî, S.Şua’lar, EN. s.375.

    40 Nursî, S.Hutbe-i Şamiye, YAS s.9 Krş. Nursî, S.Divan-ı Harb-i Örfi, YAS. s.63.

    41 Nursî, S. Mektubat, EN. s.413.

    42 Nursî, S. Mektubat, EN.s.324-325.

    43 Nursî, S. Lemalar, YAS, s.124.

    44 Nursî S.Divan-ı Harb-i Örfi, EN. s.71 Şahiner, a.g.e.s.337.

    45 Nursî, S. Hutbe-i şamiye, YAS. s.65.

    46 Nursî, S.a.g.e.YAS. s.66.

    47 Nursî, S.a.g.es.67.



  7. #7
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998

    BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ'DE KUR'ÂN İ'CÂZININ BEYANI İLE İLGİLİ YENİLİKLER

    Prof. Dr. Ahmad Abu Zayd 1

    Bediüzzaman Said Nursî, önemli bir âlim, fikir adami, müceddid ve samimi büyük bir mücahiddir. Kendisi tâ küçük yaslardan beri Islâm ilimleri alaninda temayüz etmis, onlari olaganüstü bir sekilde, hem hifz etmek hem de anlamak suretiyle kavramistir. Bu özelliginden dolayi, zamaninin büyük âlimleri onun üstünlügünü teslim etmislerdir.

    Bediüzzaman, ümmetinin dertlerini yüklenmis, içinde bulundugu menfî sartlari düzeltmek ve islah etmek için teblig sancagini eline almis ve ülkesinden düsmani kovmak için gönüllü mücahidlerin komutasini üstlenmis bir kisidir. Daha sonra islah hareketininin önderligini yapmis ve büyük bir azim ve gayretle küfür ve ilhad akimina karsi koymustur. Yoluna atilan dikenler ve büyük eziyetler, azmini kiramamis, dinyadan göçünceye kadar fikriyle, ilmiyle, kalemiyle ve temiz ve nezih hayatiyla cihada devam etmistir.

    Bediüzzaman, kaleme aldigi bütün Risalelerini, Kur'âna hizmet etmek, onun hakikatlerini bütün dünyaya duyurmak, iman esaslarini teyid etmek ve küfrün karanliklarini izale etmek gayesiyle telif etmistir.

    Bu önemli fikir adaminin dünyasina girmek ve ilmi ortamin teneffüs etmek isteyen her arastirmacinin, öncelikle onun düsüncesine giden kapilari açmasi için, beraberinde özel anahtarlari bulundurmasi ve belli geçitlerden geçmesi gerekmektedir. Söz konusu anahtarlari da söyle özetlemek mümkündür:

    1- Hayatini bütün ayrintilariyla okumak

    2- Hz. Peygamber(s.av)'in ona Kur'ân ilmi vermesine dair duasi

    3- O dönemdeki Ingiliz sömürgelerinden sorumlu bakanin Kur'ân ile ilgili sözlerinden haberdar olduktan sonra kendi kendine aldigi karar:"Sunu bütün dünyaya ilan ediyorum ki, Kur'ân, nûru sönmeyen manevî bir günestir ve onun nurunu söndürmek mümkün degildir"

    4- Bütün hayatini Kur'ân-i Kerim'e vakfetmis olmasi. Zira, Bediüzzaman o uzun mesakkatli hayatini Kur'ânla iç içe yasadi, hapishanede ve sürgünde biricik arkadasi, mûnisi, hayatinin nuru, kalbinin sürûru ve yolunun aydinlaticisi sadece Kur'ân'di.

    5- Onun dünyadan el etek çekmesi ve dünya zinetine tenezzül etmemesi,

    6- Yazdigi bütün eserlerin çok ciddi ve orjinal bir özellige sahip olmasi; Bediüzzaman bilgiyi, iman nurundan ve mümarese ettigi ortamin onu kamçilamasindan, Kur'ânin sirlari ve bereketinden, ve esmâülhüsnâ'nin tecellilerinden almistir. Onun için kaleme aldigi Risaleler nur adini almis ve bölümleri; lemâlar, suâlar, Nûr pencereleri, sûle.. seklinde disariya yansimistir, o bütün bunlari kaleme alirken, baskalarinin yaptigi gibi, kitaplardan ve kaynaklardan kopyalama ve nakil yoluna gitmemistir.

    Iste bunlar bu büyük mütefekkirin kisiligine dair herhangi bir yönü arastirmak isteyen kisinin ihtayaç duyacagi bazi anahtarlardir.

    Bediüzzaman Said Nursî'nin Eserlerinde Kur'ân I'câzi

    Bu büyük mütefekkir insana göre, Kur'ân i'câzi ile ilgili yeni gelismeler etrafinda bir arastirma yapmayi teklif ettigimde, diger kitaplarina müttali olmamistim, Isârâtül I'câz Fi Mezânni Icâz adli eserin Kur'ân i'câzi ile ilgili yegane eser oldugunu zannediyordum, ancak diger kitaplarina da muttali olunca söz konusu zannimin yanlis oldugunu anladim.

    Bazi Nur talebeleri -Allah kendilerinden razi olsun- bana, Sözler'i, özellikle Yirmibesinci Söz'ü tavsiye ettiler, bu Söz'ü mütâla etmeye baslayinca, Bediüzzaman'in daha önceki Söz'lere, Risalelere ve kaleme aldigi baska teliflere göndermede bulundugunu farkettim. Mütâlaa ve arastirmalarimi devam ettirirken Yirmibesinci Söz'ün bir paragrafinda, müellifin Kur'ân i'câzi ile ilgili hakikatleri isledigi bir takim kitap ve risalelere atifta bulundugunu gördüm, orada söyle diyordu: "Mahzen-i mu'cizât ve Mu'cize-i kübrâ-yi Ahmediyye(a.s.m) olan Kur'ân-i Hâkîm-i Mu'cizül-Beyanin hadsiz vücuh-u i'câzindan kirka yakin vücuh-u i'câziyyeyi arabî risalelerimde ve arabî Risale-i Nurda ve Isârât-ül-I'câz namindaki tefsirimde ve geçen su yirmidört Sözlerde isaretler etmisiz." Böylece anladim ki, konu Risale-i Nurda genis, çok bahisleri ve farkli yönleri ele alan bir konudur, bunun üzerine konuyu Bediüzzaman'in, Kur'ânin i'câzi ile ilgili kendine has tespitleri içeren belli vecihleri islemeye karar verdim, dolayisiyla yapacagim bu is pek kolay degildi, çünkü Bediüzzaman'in bu konuda kaleme aldigi fikirler çok ciddi ve orjinallik arzediyordu. Ben bu çalismamda konuyu bütün ayrintilariyla hakkiyla isledigimi iddia edemem, benim yaptigim sadece bu büyük mütefekkirin genis bahçesinde bir tur atmak, güzel çiçeklerinden bir buket derlemek, ummânindan bir kaç yudum içmek, orjinal tespitlerinden birkaçini seçmek ve Nur'larindan bir parça esinlenmektir.

    Kur'ân Icazini Beyan Baglaminda Nursî'nin Getirdigi Yeniliklerden Bir Nebze

    Kur'ânin Tarifi: Burada sözlerime Bediüzzaman Said Nursî'nin Kur'ân'a getirdigi çok latif bir tarife dikkat çekmekle baslamak istiyorum, çünkü bu tarif Kur'ân-i Kerim gerçeginin derin bir boyutta idrak edildigine ve onun celil ve latif maksatlarinin derin bir sekilde anlasildigina delalet eden bir tariftir. Allah Teâlâ beni bu tarife ulasmaya muvaffak kildiginda ne kadar sevindigimi anlatamam! Zira çalismalarim esnasinda, Kur'ân'in azametine, hakikatine ve özüne layik bir tanimla karsilasmak ümidiyle eski ve bilinen tarifleri karsilastirirken, zihnimde tasarladigim bir tanima ulasamiyordum, surasi kuvvetle muhtemeldir ki, Said Nursî bütün bu tariflerden haberdardi, ancak özü, kalbi ve ruhu Kur'ânla yogurulan Üstad Bediüzzaman Kur'ân-i Kerim'in parlak nurlarindan bir tarif ortaya koymayi tercih etmis ve söyle dile getirmistir:" Kur'ân; su kitab-i kebir-i kâinatin bir tercüme-i ezeliyesi; ve âyât-i tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-i ebedîsi; ve su âlem-i gayb ve sehadet kitabinin müfessiri; ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i Ilâhiyenin mânevî hazinelerinin kessafi; ve sutûr-u hâdisâtin altinda muzmer hakaikin miftahi; ve âlem-i sehadette âlem-i gaybin lisani; ve su âlem-i sehadet perdesi arkasinda olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-i ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-i ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi; ve su Islâmiyet âlem-i mânevîsinin günesi, temeli, hendesesi; ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritasi; ve Zât ve sifât ve esmâ ve suûn-u Ilâhiyenin kavl-i sârihi, tefsir-i vâzihi, burhan-i kàtii, tercüman-i sâtii ve su âlem-i insaniyetin mürebbîsi; ve insaniyet-i kübrâ olan Islâmiyetin mâ ve ziyasi; ve nev-i beserin hikmet-i hakikiyesi; ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürsidi ve hâdîsi; ve insana hem bir kitab-i seriat; hem bir kitab-i dua; hem bir kitab-i hikmet; hem bir kitab-i ubudiyet; hem bir kitab-i emir ve davet; hem bir kitab-i zikir; hem bir kitab-i fikir; hem bütün insanin bütün hâcât-i mâneviyesine merci olacak çok kitaplari tazammun eden tek, câmi bir kitab-i mukaddestir; Hem bütün evliya ve siddikîn ve urefâ ve muhakkikînin muhtelif mesreplerine ve ayri ayri mesleklerine, herbirindeki mesrebin mezâkina lâyik ve o mesrebi tenvir edecek ve herbir meslegin mesâkina muvafik ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-i semâvîdir." 2

    Bu ifadeler, söz konusu tariften seçilmis ifadeler olup Said Nursî'nin Kur'ân-i Kerim ve onun i'câzi ile ilgili arastirmalarinda ortaya koydugu dini boyutu ortaya koymaya kâfi niteliktedir. Said Nursî, bu tarifle, mütekaddim mantik ve ûsül âlimlerinin yaptigi gibi, zahirî niteliklerle kendini mesgul etmedigi anlasilmaktadir, kendisi isin hakikatine, özüne, maksat ve gayesine yönelik bir tarif yapmistir.

    Kur'ân Icazini Zevketmenin Sarti

    Bediüzzaman Said Nursî Kur'ân-i Kerim'e, mevcut konumda ve ülfet perdesinden bakilmasinin, Kur'ân-i Kerim'in her âyetindeki cemali ve i'câzi görmeye mani oldugunu açik bir sekilde ifade eder, bu sebeple Kur'ân i'câzinin zevkedilmesine yönelik bir sart ortaya koyar, o sart da, Kur'ân-i Kerim üzerinde düsünen kisinin kendini Kur'ânin indigi cahiliyye asrinda, bedevîligin ve cehaletin sahrasinda tasavvur etmesidir, kisinin zihinsel anlamda o tarihi kesite intikal etmesi Kur'ânl'a arasindaki ülfet perdesinin zail olup i'câzinin inceliklerini zevketmesine sebep olacagini ifade eder ve baska bir metot takip edilmesi durumunda bu zevkin tadilamayacagini vurgular. Iste bu baglamda Bediüzzaman söyle der:" Iste, Kur'ân'in herbir âyeti, birer necm-i sâkip gibi i'caz ve hidayet nurunu nesirle küfür ve gaflet zulümâtini dagittigini görmek ve zevk etmek istersen, kendini Kur'ân'in nüzulünden evvel olan o asr-i cahiliyette ve o sahrâ-yi bedeviyette farz et ki, hersey zulmet-i cehil ve gaflet altinda, perde-i cumud-u tabiata sarilmis oldugu bir anda, birden Kur'ân'in lisan-i ulvîsinden 'Göklerde ve yerde ne varsa Allah'i tesbih eder. Onun kudreti herseye galiptir ve hikmeti herseyi kusatir.' (Hadid Sûresi, 57:1.); 'Göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsi o Allah'i tesbih eder ki, herseyin hakikî sahibidir, her türlü noksandan münezzehtir, kudreti herseye galiptir ve hikmeti herseyi kusatir.' (Cum'a Sûresi, 62:1.) gibi âyetleri isit, bak: O ölmüs veya yatmis mevcudat-i âlem "sebbeha, tüsebbihu" (tesbih eder, tesbih eder) sadâsiyla, isitenlerin zihninde nasil diriliyorlar, hüsyar oluyorlar, kiyam edip zikrediyorlar." 3

    Tesrii I'câz veya Hidâyet Eksenli I'câz

    Kur'ân bir tesri ve hidâyet kitabidir; o, ter-u tazeligini ve gençligini her zaman muhafaza eden ve her zaman dilimine hitap eden bir Kitap'tir, beser kaynakli hiçbir düsünce sistemi Kur'ân'dan daha dogru degildir, Allah Teâlâ Arap müsriklerine ve her dönemdeki müsriklere hitaben söyle buyurur: " De ki "Eger dogru sözlü iseniz, Allah katindan, bu ikisinden daha dogru bir Kitap getirin de ona uyayim." Eger, Sana cevap veremezlerse, onlarin sadece heveslerine uyduklarini bil." (Kasas, 49, 50)

    Uzun bir zaman insanlar bu âyet-i kerimeyi okuyup tekrar etmelerine ragmen, onun tesrii seviyedeki i'câzini derin bir boyutta anlayamamislardir, ancak Said Nursî bu âyet-i kerimeyi, (Kur'ân'in Sebâbetigençligi ter-u tazeligi)basligi altinda ele alir ve bu baglamda söyle der:"Kur'ân-i Kerîm her asirda taze nazil oluyor gibi, tazeligini, gençligini muhafaza ediyor." 4

    Bediüzzaman Kur'ân-i Kerim'in ezelî bir hitap oldugunu ve bütün asirlarda yasayan her insan tabakasina hitap ettigini açikça ifade eder, bu tespitten hareketle, Kur'ân-i Kerim'in söz konusu gençligin devamli olmasini gerektirmektedir. Bu tespit de Kur'ân'in fezâili ile ilgili Hz. Ali(r.a)'dan nakledilen ve Kur'ânin "okumakla eskimeyecegi, âlimlerin ondan doyamayacagi ve esrârinin kiyamete kadar devam edecegi" seklinde zikredilen hadisle örtüsmektedir.

    Bediüzzaman Said Nursî Kur'ân i'câzinin bu yönünü çok mâhirâne ve harika bir üslûpla ortaya koyar ve Kur'ânin tesriini, insanligin tesri ve tanzim alaninda ulastigi en son nokta kabul edilen modern medeniyet sistemleriyle kiyaslama yoluna gider.

    Bediüzzaman Said Nursî insanligin ortaya koydugu eserlerin ve kanunlarin, zamânâ bagli olarak, insan gibi yaslanip ihtiyarladigini açik bir sekilde ifade ederken, Kur'ânin hüküm ve kanunlarinin zamanin ilerlemesiyle daha da güç ve kuvvet kazanip perçinlestigini ve tazeligini muhafaza ettigini dile getirir. Modern medeniyetin hayat tarzi ile Kur'ân-i Kerim in hikmetini kiyaslama baglaminda, Bediüzzaman Said Nursî, modern medeniyyetin sosyal hayatta, kuvveti temel kriter aldigini, her seyde menfaati hedefledigini, mücadeleyi hayatin düsturu saydigini, sosyal bir bag olarak menfî milliyetçiligi ve irkçiligi esas aldigini, ve bütün gayesinin insanin arzu ve heveslerini tatmin etmek oldugunu ifade etmistir.

    Devamla Bediüzzaman Said Nursî söyle der: "Halbuki, kuvvetin se'ni, tecavüzdür. Menfaatin se'ni, her arzuya kâfi gelmediginden, üstünde bogusmaktir. Düstur-u cidâlin se'ni, çarpismaktir. Unsuriyetin se'ni, baskasini yutmakla beslenmek oldugundan, tecavüzdür. Iste, su medeniyetin su düsturlarindandir ki, bütün mehâsiniyle beraber, beserin yüzde ancak yirmisine bir nevi surî saadet verip seksenini rahatsizliga, sefalete atmistir.

    Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadi, kuvvet yerine "hakki" kabul eder. Gayede, menfaat yerine "fazilet ve riza-i Ilâhîyi" kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine, "düstur-u teavünü" esas tutar. Cemaatlerin rabitalarinda, unsuriyet ve milliyet yerine, "rabita-i dinî ve sinifî ve vatanî" kabul eder. Gayâti, hevesât-i nefsaniyenin nâmesru tecavüzâtina sed çekip ruhu maâliyâta tesvik ve hissiyat-i ulviyesini tatmin etmektir ve insani kemâlât-i insaniyeye sevk edip insan etmektir." 5

    Bu karsilastirmanin sonunda Bediüzzaman Said Nursî modern medeniyetin geçmis dinlerden ve özellikle Kur'ân-i Kerim'den birçok meziyet ve güzellikleri almis olmasina ragmen Kur'ân karsisinda maglup düstügünü vurgular.

    Bediüzzaman Said Nursî tesrii i'câzi izah etmek için Kur'ân'in tesrilerinden dört meseleyi seçer.

    Birinci Mesele: Bu meselede, Bakara suresinin 43. âyetinde geçen ..ve zekâti verin âyet-i ile, yine Bakara suresinin 275. âyetinde geçen: Allah alisverisi helal, faizi ise yasakladi ifadeleri ele alir. Bediüzzaman Said Nursî, bu iki hükümdeki Kur'ân'in i'câzini beyan etmek için bir giris yapar ve giriste sosyal hayattaki bütün çalkantilarin ve isyanlarin temel sebebinin tek bir cümle oldugunu vurgular, o cümle de: Ben karnimi doyurduktan sonra baskasi acindan ölmüs, beni ilgilendirmez! Ayni sekilde söz konusu giriste bütün rezaletlerin ve ahlak disi tavirlarin temelinde yine tek bir cümlenin oldugunu ve bunun: Sen kazan ben yiyeyim, sen yorul ben dinleneyim oldugunu ifade eder. Bu baglamda Bediüzzaman söyle der:" Evet, hayat-i içtimaiye-i beseriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, muvazeneleriyle rahatla yasarlar. O muvazenenin esasi ise, havas tabakasinda merhamet ve sefkat, asagisinda hürmet ve itaattir. Simdi, birinci kelime havas tabakasini zulme, ahlâksizliga, merhametsizlige sevk etmistir. Ikinci kelime avâmi kine, hasede, mübarezeye sevk edip rahat-i beseriyeyi birkaç asirdir selb ettigi gibi, su asirda sa'y, sermaye ile mübareze neticesi, herkesçe malûm olan Avrupa hâdisât-i azîmesi meydana geldi." 6

    Ancak Kur'ân-i Kerim birinci cümleyi kökünden söküp onu zekâtla tedavi ederken, ikinci cümleyi de faizin haram kilinmasiyla bertaraf etmektedir.

    Kur'ân-i Kerim'in ahkâmi ile modern medeniyetin örf ve âdetleri arasinda yapilan bu kiyaslama ile, Bediüzzaman Said Nursî diger üç meseledeki i'câzin sirrini beyen eder, o üç mesele de: Taaddüdü zevcât, miras taksimi ve fotograf meselesi. Burada içinde bulundugumuz makam bunlari ayrintili bir sekilde ortaya koymaya müsait degildir.

    Kur'ânin Harikulâde Câmiiyyeti

    Bediüzzaman Said Nursî'nin bu baslik altinda isledigi meseleler, Kur'ân'in i'câzini beyan noktasinda en yeni tespitlerden kabül edilir. Çünkü eski âlimlerin gayretleri Kur'ân'in belagî ve beyanî üslûplarina yönelikti, hatta meâni ilminin kurucusu Abdülkâhir Cürcânî de, gayretlerini cümle düzeyindeki nahvi terkiplerin belagî mânâlari üzerinde hasretmistir.

    Ancak Bediüzzaman Said Nursî, Kur'ân-i Kerim'in harikulâde camiiyyetinin, isledigi lafizlarda ve degindigi ilimlerde, bahislerde ve mânâlarda bulundugunu açiklamistir. Makam bütün bu noktalari ayrintili bir sekilde ortaya koymaya müsait olmadigi için Kur'ânin camiiyyeti ile ilgili sadece iki yönü ele alacagim: Birincisi, Kur'ânin lafiz eksenindeki harikulâde camiiyyeti; ikincisi de Kur'ân-i Kerimin bahislerindeki harikulâde camiiyyeti.

    Kur'ânin Lafiz Eksenindeki Harikulâde Câmiiyyeti

    Said Nursî, Kur'ân'in her kelimesinin, hatta her harfinin, bazen de her sükûnunun birden çok mânâ ifade edecek ve herkese, seviyesi oraninda ondan faydalanmasini saglayacak çok dakik bir sekilde yerlestirildigini ifade eder ve bu baglamda: "Her âyet-i kerimenin zâhiri ve bâtinî mânâsi, bir basi ve sonu vardir. Herbirinin kökü, dali ve yapraklari vardir" hadisine 7 isaret eder 8. Daha sonra Bediüzzaman Kur'ân'dan bazi misaller vererek onlari tahlil etmek, içerdikleri harikulâde câmiiyyeti beyan etmek ve her tabakanin bu âyetten ne oranda nasiplendigini zikretmek üzere daglari zemininize birer direk ve kazik kilmadik mi? âyetini misal verir: Âvamin, sairin, fesahat ve belâgat ehli bedevî Arab'in, cografya uzmaninin, sosyologun ve tabiat feylesofunun bu âyetten kendi seviyeleri oraninda farkli farkli mânâlar anladiklarini kaydeder.

    Bediüzzaman bu kabilden olmak üzere birkaç misal daha anar ve itiraz konumundaki birinin edasiyla söyle bir soru gündeme getirir ve söyle der: "Eger desen: "Geçmis misallerdeki bütün mânâlari, nasil bilecegiz ki Kur'ân onlari irade etmis ve isaret ediyor?"Elcevap: Madem Kur'ân bir hutbe-i ezeliyedir. Hem muhtelif, tabaka tabaka olarak, asirlar üzerinde ve arkasinda oturup dizilmis bütün benî Âdeme hitap ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif ifhâma göre müteaddit mânâlari derc edip irade edecektir ve iradesine emareleri vaz edecektir.Evet, Isârâtü'l-I'câz'da, suradaki mânâlar misilli kelimât-i Kur'âniyenin müteaddit mânâlarini ilm-i sarf ve nahvin kaideleriyle ve ilm-i beyan ve fenn-i maânînin düsturlariyla, fenn-i belâgatin kanunlariyla ispat edilmistir. Bununla beraber, ulûm-u Arabiyece sahih ve usul-ü diniyece hak olmak sartiyla ve fenn-i maânîce makbul ve ilm-i beyanca münasip ve belâgatçe müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usulü'd-din ve ehl-i usulü'l-fikhin icmâiyla ve ihtilâflarinin sehadetiyle, Kur'ân'in mânâlarindandirlar." 9

    Bahislerindeki Câmiiyyet

    Bediüzzaman Kur'ân'in bu özelligini açiklar ve onun, insan ve bu dünyadaki vazifesi, kainat ve hâlik arasindaki iliski, dünya-ahiret, yer-gök, geçmis-gelecek ve ezel-ebed ile ilgili bütün bahisleri isledigini zikreder ve arkasindan söyle der: "Dünyayi isiklandiran ziya, günesten baska hangi seye yakisir? Tilsim-i kâinati kesfedip âlemi isiklandiran beyan-i Kur'ân, Sems-i Ezelîden baska kimin nuru olabilir?" 10

    Küllî Kur'ân Hakikatleri Arasindaki Tenasüb ve Insicam

    (Kur'ân I'câzinin en önemli vechi)

    Allah Teâlâ söyle buyurur:" Eger o Allah'tan baskasindan gelseydi, onda çok aykiriliklar bulurlardi." (Nisâ, 82)

    Bir baska âyet-i kerimede söyle buyurur: "Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitabi, sözlerin en güzeli olarak indirmistir. Rablerinden korkanlarin, bu Kitaptan tüyleri ürperir, sonra hem derileri ve hem de kalpleri Allah'in zikrine yumusar ve yatisir." (Zümer, 23)

    Âlimler, Kur'ân-i Kerim'deki lafzî ve manevî tenâsüb konusu üzerinde fikir yormus, ancak bu baglamda sadece bir takim isaret ve telmihlerde bulunmakla yetinmis ve Kur'ân'in bu meziyetine ikna edeci yorumlar getirememislerdir.

    Kur'ân-i Kerimin i'câzi ile ilgili bu vecih Bediüzzaman'a inkisaf etmistir; kendisi, uzagi yaklastiracak ve soyut mânâlari somutlastiracak temsîlî üslûbuyla konuyu çok net ve basarili bir sekilde izah etmistir.

    Bediüzzaman konu ile ilgili harika açiklamalarina su ifadelerle baslar:" Kur'ân-i Mu'cizü'l-Beyânin en yüksek derece-i i'câzina bakmak istersen, su temsil dürbünüyle bak. Söyle ki:

    "Gayet büyük ve garip ve gayetle yayilmis acip bir agaç farz edelim ki, o agaç genis bir perde-i gayb altinda, bir tabaka-i mesturiyet içinde saklanmistir. Malûmdur ki, bir agacin, insanin âzâlari gibi onun dallari, meyveleri, yapraklari, çiçekleri gibi bütün uzuvlari arasinda bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzimdir. Herbir cüz'ü, o agacin mahiyetine göre bir sekil alir, bir suret verilir. Iste, hiç görülmeyen-ve hâlâ görünmüyor-o agaca dair biri çiksa, perde üstünde onun herbir âzasina mukabil bir resim çekse, bir hudut çizse; daldan meyveye, meyveden yapraga bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayet uzak mebde ve müntehâsinin ortasinda uzuvlarinin ayni sekil ve suretini gösterecek muvafik tersimatla doldursa, elbette süphe kalmaz ki, o ressam bütün o gaybî agaci gayb-âsinâ nazariyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder. Aynen onun gibi, Kur'ân-i Mu'cizü'l-Beyan dahi, hakikat-i mümkinâta dair-ki o hakikat, dünyanin iptidâsindan tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmis ve Arstan ferse, zerreden semse kadar yayilmis olan secere-i hilkatin hakikatine dair-beyanat-i Kur'âniye o kadar tenasübü muhafaza etmis ve herbir uzva ve meyveye lâyik bir suret vermistir ki, bütün muhakkikler nihayet-i tahkikinde Kur'ân'in tasvirine "Mâsaallah, bârekâllah" deyip, "Tilsim-i kâinati ve muammâ-yi hilkati kesif ve fetheden yalniz sensin, ey Kur'ân-i Kerîm" demisler." 11

    Daha sonra Üstad Nursî, i'câzin bu önemli vechi ile ilgili ayrintili açiklamalara girer ve Kur'ân-i Kerim'in ortaya koydugu ve ilâhî isim ve sifatlarin, rabbani fiilerin ve O'nun hâkimâne tasarruflarini, kökü ezelden ebede uzanan nurânî bir Tûbâ agaci hükmünde oldugunu vurgular... Daha sonra, Kur'ân-i Kerimin; "o hakikat-i nuraniyyeyi bütün dal ve budaklariyla, gayât ve meyveleriyle, o kadar tenâsüple birbirine uygun, birbirine layik, birbirini kirmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tavahhus etmeyecek bir surette o hakaik-i esmâ ve sifâti ve süûn ve ef'âli..."(Sözler, s. 506) mu'ciz bir beyan ile ortaya koydugu sonucuna varir. Bediüzzaman devamla söyle der: "İman dalinin budagi hükmünde olan Islâmiyetin erkân-i hamsesi aralarinda ve o erkânin tâ en ince teferruati, en küçük âdâbi ve en uzak gayâti ve en derin hikemiyâti ve en cüz'î semerâtina varincaya kadar, aralarinda hüsn-ü tenasüp ve kemâl-i münasebet ve tam bir muvazenet muhafaza ettigine delil ise, o Kur'ân-i câmiin nusus ve vücuhundan ve isârat ve rümuzundan çikan seriat-i kübrâ-yi Islâmiyenin kemâl-i intizami ve muvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve rasaneti, cerh edilmez bir sahid-i âdil, süphe getirmez bir burhan-i kàti'dir.

    Demek oluyor ki, beyanat-i Kur'âniye beserin ilm-i cüz'îsine, bahusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz. Belki, bir ilm-i muhite istinad ediyor; ve cemî esyayi birden görebilir, ezel ve ebed ortasinda bütün hakaiki bir anda müsahede eder bir Zâtin kelâmidir." 12

    Âyetlerin Hatimelerindeki Hülasalara Yönelik I'câz

    Bu, Kur'ânin i'câz vecihlerinden birisi olup hem ilk dönem hem de son dönem âlimler tarafindan üzerinde durulmamis bir vecihtir.

    Evet Kur'ân i'câzi, tefsir ve Kur'ân Ilimleri alaninda arastirma yapan kimseler, Kur'ân i'câzinin bu vechi ile ilgili olarak, isaret babindan çok özet bilgilerle karsilasabilirler. Ancak bunlarin derin ve tafsilatli bir boyutta olmadiklari görülür. Ancak Üstad Bediüzzaman bu konuyu ele almis ve üzerinden perdeyi aralayarak çok açik ve net bir sekil kazandirmistir.

    Bediüzzaman Said Nursî, Kur'ânin i'câzi ile ilgili bu vecihe kisa bir mukaddime ile giris yapmis ve orada Kur'ân-i Mu'cizu'l Beyânin, âyetlerin hâtimelerinde çogunlukla yer alan bazi fezlekeleri zikreder ki o fezlekeler "Kur'ân-i Mu'cizü'l-Beyan, âyetlerin hâtimelerinde galiben bazi fezlekeleri zikreder ki, o fezlekeler, ya Esmâ-i Hüsnâyi veya mânâlarini tazammun ediyor; veyahut, akli tefekküre sevk etmek için akla havale eder, veyahut makasid-i Kur'âniyeden bir kaide-i külliyeyi tazammun eder ki, âyetin tekid ve teyidi için fezlekeler yapar. Iste o fezlekelerde Kur'ân'in hikmet-i ulviyesinden bazi isarat ve hidayet-i Ilâhiyenin âb-i hayatindan bazi resasat, i'câz-i Kur'ân'in berklerinden bazi serarat vardir. " 13

    Ikinci olarak, Kur'ân-i Kerim, beserin nazarina ilâhî san'atin mensucâtini açar sonra fezlekede o mensucâti, esmâ içinde tayyeder veyahut akla havale eder. Birincinin misallerinden birisi Allah Teâlâ'nin su sözüdür:" De ki: "Gökten ve yerden size rizik veren kimdir? Kulak ve gözlerin sahibi kimdir? Diriyi ölüden çikaran, ölüyü de diriden çikaran kimdir? Her isi düzenleyen kimdir?" Onlar: "Allah'tir! " diyecekler. "O halde O'na karsi gelmekten sakinmaz misiniz?" de. Iste gerçek Rabbiniz Allah budur."(Yunus 31-32)

    Bediüzzaman Said Nursî keskin nazari ve latif zevkiyle bu misali zikrettikten sonra âyetin birinci ve dördüncü fikralarinin "Allah" dedigini, ikinci fikranin ise rab dedigini, üçüncü fikranin da el-Hak dedigini vurguladiktan sonra söyle der:

    "Iste gerçek rabbiniz Allah budur cümlesinin ne kadar mûcizâne bir cümle oldugunu anla."

    Ikincinin misallerinden ise su âyet-i kerimeyi zikredebiliriz: "Göklerin ve yerin yaratilmasinda, gece ile gündüzün birbiri ardinca gelmesinde, insanlara yararli seylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'in gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttigi suda, her türlü canliyi orada yaymasinda, rüzgârlari ve yerle gök arasinda emre âmâde duran bulutlari döndürmesinde, düsünen kimseler için deliller vardir." (Bakara 164)

    "Iste Allah Teâlâ'nin kemali kudretini ve azameti rububiyyetini gösteren ve vahdaniyyetine sehadet eden semavat ve arzin yaratilisindaki tecelli-i saltanati uluhiyyet; gece ve gündüzün ihtilafindaki tecelli-i rububiyyet... gibi mensucât-i sanati tâdâd ettikten sonra akli, onlarin gerçegine ve tafsiline sevkedip tefekkür ettirmek için: akledenler için ibretler vardir der. Bununla akillari ikaz için akla havale eder. Bediüzzaman Said Nursî, âyet-i kerimelerin noktalandigi fezlekelerdeki i'câzi beyan etmek üzere seçtigi on noktanin sonunda söyle der: "Iste su on isârât-i icâziyyeden anla ki âyetlerin hatimelerindeki fezlekelerde, çok resahât-i hidâyetiyle beraber çok lemaât-i i'câziyye vardir ki, bülegâlarin en büyük dahileri su bedî üslûplara karsi kemal-i hayret ve istihsanlarindan parmagini isirmis, dudagini dislemis, bu insan kelami olamaz demis ve: Bu Kur'ân sadece vahyedilen bir vahiydir âyetine hakkalyakîn seviyesinde iman etmisler." (Sözler, 452)

    Kur'ânin Lafzindaki Fesahat-i Harika

    Kur'ân lafizlarinin fesahati ile ilgili çok sey söylenmistir. Ancak Bediüzzaman Said Nursî'nin Kur'ândaki bu meziyyeti ortaya koyma noktasinda takip ettigi metot orjinal bir metottur, zira kendisi, müfred kelime üzerinde yogunlasan alisilagelmis metodu bir kenara atmis ve Kur'ân-i Kerimdeki ses ve harfler arasindaki insicami âyet düzleminde ele alarak beyanî sirlarini mükemmel bir sekilde ortaya koymustur ki bu da orjinal bir metottur, biz bu kabilden açiklamalari, bir takim isaret ve imâlar bir kenara birakilirsa, daha önceki i'câz bahislerinde bulamiyoruz.

    Bediüzzaman bu baglamda söyle der:" Kur'ân-i Hakîmin âyetlerinde, kelâmlarinda, cümlelerinde fesahatin esbabini izah çok uzun gider. Onun için sözü kisa kesip yalniz nümune olarak bir âyetteki huruf-u hecâiyenin vaziyetiyle hasil olan bir selâset ve fesahat-i lâfziyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lem'a-i i'câzi gösterecegiz. Iste, 'Yedi gök ve yer ve onlarin içindekiler Onu tesbih eder.' (Isrâ Sûresi, 17:44.) " 14

    Bediüzzaman bu âyetin fonetik bir tahlilini yapmak üzere özet bir giris yapar ve sonra da bu âyet-i kerimenin Arap alfabesindeki bütün harfleri içerdigini, agir olan bütün harf gruplarini ihtiva ettigini, bununla beraber bunun âyetin selâsetini bozmadigini, hatta ona bir revnak ve güzellik kattigini, muhtelif tellerden mütenasip, mütesânid bir nagme-i fesahat kattigini ifade eder, sonra âyet-i kerimede bir araya gelen sesler arasindaki münasebeti vurgulamaya geçer, bu baglamda elif ile yâ; mim ile nûn; sâd ile sîn, sîn, ayn, gayn; dâd ve ti; zâl(peltek), zâl; hemze ve hâ; kâf ve kef; fâ, bâ ve tâ; râ ve lâm; hâ ve hâ(noktali); se ve dâd arasindaki yakinligi zikreder ve sifat, mahreç, hafiflik, agirlik ve dagilim noktasinda mezkur ses gruplari arasindaki münasebetleri izah etmeye çalisir. 15

    Daha sonra Bediüzzaman Said Nursî konuyu söyle noktalar: "Iste su hurufun bu zikrinde harikulâde bu vaziyet-i muntazama ile ve o münasebet-i hafiye ile ve o güzel intizam ve o dakik ve ince nazim ve insicam ile iki kere iki dört eder derecede gösterir ki, beser fikrinin haddi degil ki sunu yapabilsin. Tesadüf ise, muhaldir ki ona karissin. Iste su vaziyet-i huruftaki intizam-i acip ve nizam-i garip, selâset ve fesahat-i lâfziyeye medar oldugu gibi, daha gizli çok hikmetleri bulunabilir. Madem hurufatinda böyle intizam gözetilmis. Elbette kelimelerinde, cümlelerinde, mânâlarinda öyle esrarli bir intizam, öyle envarli bir insicam gözetilmis ki, göz görse "Masaallah," akil anlasa "Bârekâllah" diyecek." 16

    Bu tebligimizin sonunda, bir kez daha, Said Nursî'nin, Kur'ân-i Kerim'in i'câzi ve bu i'câzin metodolojisini ortaya koyma konusundaki katkilarinin çok büyük oldugunu vurgulamak istiyorum. Bediüzzaman Said Nursî(Allah gani gani rahmet eyelsin) Kur'ân-i Kerimin âyetlerine yönelik sirlari ortaya koyma noktasinda kaleme aldigi yazi ve tetkiklerinde, Kur'ânin, insanligin her zaman için hidâyet bulmasi, emir ve buyruklariyla mutlu olmasi, hikmetinden feyizlenmesi gayesiyle indirilen Allah Teâlâ'nin ezelî ve nurânî hitabi oldugunu ispat etmeyi hedeflemistir.

    Benim bu tebligde Bediüzzaman'in Kur'ân i'câzina getirdigi yeniligin, O'nun fikir bahçesinden derlenmis ve bir zâviyeden ele alinmis bir buketten baska bir sey olmadigini ifade etmek isterim. Son dönem Islâm âlimlerinin Kur'ânin esrâri ile ilgili ortaya koyduklari çalismalari muttali olan herkes, Said Nursî'nin, konuya yeni boyutlar getirme noktasinda digerlerinden farkli ve üstün oldugunu rahat bir sekilde idrak eder. Ancak ne yaziktir ki onun ismi bu baglamda hiç anilmamaktadir, kanaatim o dur ki modern çagda Kur'ân alanindaki yenilikler her anildikça O'nun ismi de orada anilmalidir.

    ____________________

    1 1945 yılında Fas-Mağrib'de doğdu. 1990'da doktora ünvanını aldı. Halen Rabat Muhammed el-Hâmis Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İslam Araştırmaları Bölüm Başkanıdır. Kur'an İ'câzı ile ilgili üç eseri vardır.

    2 Risale-i Nur Külliyatı, s. 161.

    3 Risale-i Nur Külliyatı, s. 198.

    4 Risale-i Nur Külliyatı, s. 183.

    5 Risale-i Nur Külliyatı, s. 183.

    6 Risale-i Nur Külliyatı, s. 183.

    7 Hadis-i Şerifi, İmam-ı Ahmed ve Tirmizi, Ubeyy (r.a)'dan rivayet etmişlerdir. Ayrıca İmam-ı Ahmed, Huzeyfe(r.a)'dan, Taberâni de İbn Mesud(r.a)'dan rivayet etmişlerdir.(Bk. Keşfu'l-Hafâ, c.1, s.209)

    8 Kelimât, s. 451)

    9 Risale-i Nur Külliyatı, s. 174.

    10 Risale-i Nur Külliyatı, s. 177.

    11 Risale-i Nur Külliyatı, s. 198.

    12 Risale-i Nur Külliyatı, s. 199.

    13 Risale-i Nur Külliyatı, s. 187.

    14 Risale-i Nur Külliyatı, s. 168.

    15 A.g.e s. ve yer

    16 A.g.e s. ve yer.



  8. #8
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998

    BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ’NİN ÇEVRE ANLAYIŞI

    Doç. Dr. İbrahim Özdemir 1

    Giriş

    Bu çalışmanın amacı Bediüzzaman Said Nursi’nin çevre anlayışının/felsefesinin temel niteliklerine işaret etmektir. Böylece, bu sempozyumun konusu olan “Kur’an’ı Anlamada Çağdaş Bir Yaklaşım”a da müşahhas bir örnek verilmiş olacaktır. Zira, Said Nursi’nin çağdaş Müslüman âlimlerden daha çok, Kur’an’ın kainata bakışı, yani kozmolojik yönü ve bunun anlamı üzerinde durduğu görülmektedir. Fakat öncelikle çevre anlayışı/felsefesi kavramından ne anlıyoruz? Bunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Felsefe kavramının anlam ve tarihi kadim geleneklere kadar gitmesine rağmen, çevre felsefesi kavramının yirminci yüzyılın son çeyreğinde kullanılmaya başladığı görülmektedir. Bu kavramın muhtevası üzerinde bir fikir birliği olmasa da, genelde felsefenin genel tanımının çevreye uygulanması olarak anlaşılabilir. Başka bir ifadeyle, felsefî bir bakış açısıyla bir yandan çevre sorunlarının ortaya çıkış nedenlerini vurgularken, diğer yandan da çevreyi bir bütün olarak anlamaya ve anlamlandırmaya çalışma gayretidir. Her ne kadar tarihin her döneminde insanlar kendilerini ve çevreyi anlamaya çalışmışlarsa da, içinde bulunduğumuz bağlamda, tüm bu eski çabalardan da yararlanarak çevre ve insanın tanımı yeniden inşa edilmeye çalışılma çabasıdır çevre felsefesi.

    Çevre sorunlarının yoğun olarak yaşanmaya başlamasından sonra bir çok düşünür bu sorunların köken ve nedenleri hakkında felsefi sorular sormaya başladığı görülmektedir. Bunun bir sonucu olarak da, çevre felsefesi (environmental/eco philosophy) kavramıyla beraber çevre ahlâkı (environmental ethics) kavramı ortaya çıkmıştır. Çevre felsefesi ile daha çok cevap aranan sorular şunlardır:

    Kâinat veya Tabiat nedir?

    Kâinatın bir anlamı var mıdır?

    Kâinattaki estetik boyutun anlamı nedir?

    Kâinatın bir bütün ve düzenli olması ne anlama gelmektedir?

    Tabiatın insandan bağımsız kedinden değeri (intrinsic value) var mıdır?

    İnsan nedir?

    İnsanın kâinattaki yeri nedir?

    Gelecek nesillere karşı sorumlu muyuz?

    Çağdaş insanın 20. yüzyılda gerçekleştirdiği tüm bilimsel-teknolojik gelişmeler ve ekonomik göstergelerden sonra, kâinatın ve hayatın anlamını yeniden keşfetmeye ve böylece hayatını yeniden anlamlandırmaya çalışması gerçekten de ilginçtir. Bunun bazı pratik nedenleri olsa da, en önemli nedenlerinden birisinin insanlığın sadece maddî şeylerle tatmin olmayan ruhunun arayışı olduğu söylenebilir. Bu bağlamda çevreci düşünürlerden Skolomoski’nin çevre felsefesi tanımı dikkat çekicidir: “çevre felsefesi, insanlık projesinin insanlığın anlamını kainatla bağlantılı olarak yeniden keşfetmesidir”. 2 Aynı yazar çevre felsefesinin temel niteliklerini ise şöyle sıralamaktadır. Çevre felsefesi:

    hayat merkezlidir,

    insan, tabiat ve hayatın değerine bağımlıdır,

    manevi olarak canlıdır,

    kapsamlı ve globaldir,

    hikmetle ilgilenir/ilgilidir,

    çevre duyarlıdır,

    hayatın kalitesini esas alır,

    politik duyarlıdır [yani çevre bakış açısına sahip bir birey kendisi ve içinde yaşadığı çevreyle ilgili olarak alınan her tür politik karara ilgi duyar ve bu kararların her aşamasında yer almaya çalışır],

    toplumun iyiliğini esas alır,

    bireyin sorumluluğunu vurgular,

    fizik ötesi aleme hoşgörülüdür,

    sağlık duyarlıdır. 3

    Bu yeniden keşfin temel niteliklerine baktığımızda şöyle bir varsayımın olduğu görülmektedir: 17. yüzyıldan bu yana, Kartezyen dualizmin öznesi insanın tabiatı yanlış okuma ve anlamlandırmasının bir sonucu olarak, çevre sorunları ortaya çıkmıştır. Yani, bugün sorun olarak ortaya çıkan şeyler yanlış davranışlarımızın, bu da tabiatı yanlış veya eksik olarak anlamlandırmamızdan kaynaklanmaktadır. Zira insan toplulukları varoldukları günden bu yana tabiatı ve kendilerini anlamlandırmalarına göre, bir hayat tarzı ve davranış modeli geliştirmişlerdir. Günümüzdeki çevre sorunlarının felsefi boyutunu ve modern insanın çevreyle olan ilişki biçimini anlamak için bu nokta önemlidir. 4 Başka bir ifadeyle, insanların sahip oldukları dünya görüşleri (Weltanschauung) ile davranışları arasında doğrudan bir ilişki vardır. İnsanlar hem kendilerini, hem çevrelerini bu dünya görüşüne göre anlamlandırırlar.

    Biz bu çalışma çerçevesinde, çağdaş düşünürlerimizden Bediüzzaman Said Nursî’nin çevreyle (en geniş anlamda) ilgili görüşlerini ortaya koymaya çalışacak; kısa da olsa bu anlayışın nasıl bir insan-tabiat ilişkisine kaynaklık ettiğine/edebileceğine işaret edeceğiz. Ancak, Said Nursi’nin çevre anlayışına geçmeden önce bir konunun vurgulanması gerekmektedir. Bu da Nursi’nin telif ettiği 130 parça Nur Risalelerinde modernitenin genelde dinlere, özelde ise İslâm’a yaptığı meydan okumaların farkında olduğu ve bunlarla bilinçli bir hesaplaşmaya girdiğidir. Bu aynı zamanda, çevreci düşüncenin modern felsefeye yaptığı eleştiri ile de örtüşmektedir. Başka bir ifadeyle, Said Nursi’nin hayatı boyunca, içinde bulunduğumuz çağda hakim olan “din-dışı, madde-mekanist” 5 Batı Medeniyetinin meydan okumalarına cevap vermeye; bu medeniyetin neden olduğu belli başlı sorunlara eğildiği görülmektedir. Onun hem bir tebliğci müceddit, hem bir eylem adamı oluşunun temelinde de bu yatmaktadır. 6 Bundan dolayı, çağımıza damgasını vuran bu iki söylemin kısaca belirtilmesi gerekmektedir.

    Modernitenin Meydan Okuyuşu

    Çağımızda sadece dine değil, tüm aşkın ve metafizik değerlere en büyük meydan okuma/okumalar başlıca iki kaynaktan gelmektedir. Bunlar:

    a) Tabiat sözkonusu olduğunda her türlü aşkın değeri inkar eden Maddeci-Mekanist Alem Anlayışı. (Bu anlayıştan doğan tüm benzer felsefe akımları dahil.)

    b) Ahlakiliğin ve moral değerlerin dini ve manevi yönünü yadsıyan ve reddeden varoluşçu anlayış.

    Bilindiği gibi, 17. Yüzyıl bilimsel devrimlerinin temelinde Kartezyen dualizm bulunmaktaydı. Daha önceleri bir bütün ve canlı olarak tasavvur edilen kainat, ilk kez, madde/ruh olarak ikiye ayrılmıştır. Bu yeni ve modern anlayışın en radikal noktası ise, sadece madde/maddi olanın vurgulanması, ruhî ve manevi olan herşeyin bilgisinin yadsınmasıdır. Önceleri sadece epistemolojik olarak nesnel olanın bilgisinin mümkün olduğu vurgulanırken, J. Locke’la beraber, nesnel olmayan tüm bilgiler ikincil sayılmış ve muhayyilenin ürünü olarak görülmüştür. 7 Madde dışı olan herşey çağdaş pozitivist felsefe tarafından ise anlamsız ve boş spekülasyonlar olarak görülerek, red edilmiştir. Prof. Dr. Teoman Duralı’nın ifadeleriyle: Yeniçağ bilimi, temeline “herhangi bir zaman diliminde mekanda bulunan, gözlemlenebilir, kütlesi ile boyutları tesbit edilebilir” diye tarif edilen maddeyi almıştır. 8

    İkinci anlayışa gelince, tabiatın tesadüfen var olduğu, aslında tesadüf ve saçmalığın (absürdite) hayatın en temel gerçeği olduğunu ileri süren çağdaş felsefi anlayışlardır. K Jaspers, Kierkegaard, G. Marcel vb. Tanrıya inanan varoluşçu filozofları biliyoruz. Ancak Ateist varoluşçulara göre kainatın en temel özelliği saçma olması ve her şeyin tesadüfün, rastlantının ve zorunluluğun bir sonucu olmasıdır. Bunlara göre, Kainatın var olmasında bir amaç olmadığı gibi, bir anlamı da yoktur. Bu görüşü en çok vurgulayan varoluşçu (existentialist) 9 filozofların başında ise Jean-Paul Sartre ve Albert Camus gelmektedir. Sartre’ın popüler romanlarından birisinin adı Bulantı idi. Evrenin anlamsızlığı ve boşluğu, her şeyin saçmalığı karşısında duyulan bir bulantı. 10

    Kainatın anlamsızlık ve saçmalığının tüm çalışmalarına yansıdığı ve saçmalığı ahlaki bir ilke haline getiren Camus’ya göre kainattaki en temel ve açık olan şey, her şeyin saçma oluşuydu. Geriye tek şey kalıyordu: Bu saçmalığa uygun ve onu tamamlayan bir yaşam tarzı. Bütün geleneksel ve toplumsal değerleri yadsıyan bir saçma ahlakı öneriyordu Camus. Ona göre, dini, geleneksel ve toplumsal tüm değer yargıları ve normlar geçersizdi. Tüm bunlar, insanın özgürlüğünün önündeki engeller ve tuzaklardı. İnsan var olmak için özgür olmalıydı. Bunun için de şimdi ve burada ilkesinden hareketle, tüm değerlerden sıyrılmalı, sadece kendisini gerçekleştirmeyi esas almalıydı. 11

    Görüldüğü gibi, bu anlayış tüm ahlâki öğretilerin, dini ve toplumsal değerlerin reddini içermektedir. Günümüzde insanın karşı karşıya bulunduğu sorunları ve krizleri bu fikrî ve felsefî bağlamın dışında anlamanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu anlayışı şiddetle eleştiren R. Garaudy “Hiçliğin ve saçmalığın sahte peygamberleri, bu kaosu alt etmeyi denemek yerine, onu önlenemez ve sonu gelmezmiş gibi yansıtarak, gençliğimize hayatın anlamı olmadığını öğretiyorlar. Eğer hayatın anlamı yoksa, her şey meşrudur, cinayet bile. Ve bizler fertler, gruplar ve milletlerarası bütün hayvanca şiddet gösterilerine teslim edilmişizdir” 12

    Çevre sorunları açısından düşünecek olursak: Tabiatta bir düzen, bir ahenk ve ekolojik bir sistem ve dengenin olduğunu kabul etmeyen; en temel ilke olarak mücadeleyi ve zayıf olanı ele geçirme olarak gören; 13 ayrıca hayattaki en önemli ilke olarak kendi menfaat ve çıkarını gören, bu uğurda değil çevreyi, insanları bile feda etmeyi meşru ve haklı gören bir anlayış ve varsayımlar yumağının hakim olduğu bir dünya görüşünü benimseyen birey ve topluluk için çevre sorunları bir anlam ifade eder mi? Bu dünyaya bir kez gelmiş ve öteki âleme de inanmayan; haklılığın ve gerçekliğin tek ölçütü olarak gücü; hayatın yegane amacı olarak da nefsinin ve arzularının sonsuz isteklerinin ve ihtiyaçlarının sınırsız bir tarzda yerine getirilmesi olarak gören bir bireyin, çevre sorunlarına ilgi duyması, gelecek nesillerin hukukuyla ilgilenmesi veya nesli tükenen türleri sorun edinmesi beklenebilir mi? Bu sorular tartışılabilir. Ancak bu soruya çağdaş düşünür ve tarihçi Arnold Toynbee’nin verdiği cevap olumsuzdur. Toynbee, özellikle batı dünyasında yaygın olan ve ancak tüm çağdaş toplumları da salgın bir hastalık gibi saran bir olgudan hareket etmektedir: Çağdaş insanın maddî hırs tutkusu ve egoist tutumu... Kendi çıkarı ve zevki için her şeyi göze alması. Toynbee bunu şöyle ifade ediyor:

    Maddi hırsa kapılan insanlar dar görüşlü bir tavırla benden sonra tufan demektedirler. Hırslarını sınırlamayı başaramazlarsa çocuklarını yok olmaya mahkum edeceklerini bilebilirler. Çocuklarını sevebilirler, yalnız bu sevgi çocuklarının geleceğini güvence altına almak için varlıklarının bir kısmını feda etmeye yetmeyebilir. Kanımca dinsel bir inanç biçiminde bu hedefe bağlanmadıkça (din kelimesini en geniş anlamında kullanarak) ileri ülkelerin çağdaş kuşaklarını, kendi pahalarına (ekosistem) için hemen fedakarlık yapmaya yöneltmek mümkün olmayacaktır.” 14

    Tüm bu görüşlerin etkisiyle modern toplum, özellikle 19. Yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ilk yarısında dinden ve geleneksel manevi değerlerden uzaklaşmaya ve dini değerleri dışlamaya başlamıştır. Nietzsche’inin “Tanrı öldü” sözü hem bu bağlamı göstermekte, hem de modern insan için artık Tanrının buyruklarının ve manevî değerlerin bir değerinin olmadığını göstermektedir. Bilindiği gibi Nietzsche’nin çağdaşı Rus düşünür ve romancısı Dostoevsky ise şöyle diyordu: “Tanrı ölmüşse, artık yoksa her şey mubah, her şeye izin var demektir.” 15

    Bilindiği gibi, ünlü düşünür bu noktadan hareketle, Tanrı’nın varlığını vurgulamış ve Tanrı’sız bir hayatın anlamsızlığını; kargaşa ve anarşiye neden olacağını göstermeye çalışmıştır. Bunun en etkili örneklerinden birisi Suç ve Ceza adlı romanıdır.

    Bu nedenle Nursi’ye göre nihilist, absürd ve gücü mutlak referans olarak alan bir dünya görüşünden kurtuluşun ve anlamlı bir hayat için “sığınılacak tek nokta-i istinad ve melce' yalnız marifet-i Sâni'dir.” 16 Hayatının erken bir döneminde buna şöyle işaret eder:

    “Evet herşeyi hikmet ve intizamla gören Sâni-i Hakîm'e itikad etmezse ve alel-amyâ tesadüfe havale ederse ve o beliyyata karşı elindeki kudretin adem-i kifayetini düşünse; tevahhuş ve dehşet ve telaş ve havftan mürekkeb bir halet-i cehennem-nümun ve ciğerşikâfta kaldığından eşref ve ahsen-i mahluk olan insan, herşeyden daha perişan olduğundan nizam-ı kâmil-i kâinatın hakikatına muhalif oluyor.”

    İşte, yukarıda kısaca vurguladığımız bir bağlamda Nur Risalelerini telif eden Said Nursi, bir yandan modernitenin meydan okumalarına cevap vermeye çalışırken, diğer yandan da kadim kelam anlayışını tecdit ederek, 17 ısrarla kâinat kitabı dediği âlemdeki düzeni, ahengi, ölçüyü, güzelliği vurgulamış; bundan hareketle de Allah’ın varlığını-bütün esma-ul hüsnası ile beraber- ortaya koymaya çalışmıştır. Bunun bir benzerini İmam- Gazali’de görmekteyiz. 18 Bu nedenle Said Nursi’nin Esma’ul Hüsna'ya yaptığı vurgu çok önemlidir. Zira tüm bu vurgularda, bireyin kainata Kur’ani bir bakış açısıyla bakması sağlanırken, diğer yandan da Müslüman bireyin imanı ve inancı adeta yeniden inşa edilmektedir. 19 Böylece çağdaş materyalist felsefenin, imana iliştiği ve şüphe zerk ettiği aynı yerden hareketle, başta Allah’ın varlığı olmak üzere, ahiret, haşir, nübüvvet ikna edici bir tarzda ortaya konmaktadır.

    Çevre Duyarlı Bir Hayat

    Said Nursi’nin çevreyle ilgili görüşlerini araştırırken dikkatimizi ilk çeken noktalardan birisinin, daha çocukluğundan itibaren onun çevreyle olan yakın ve ilgi çekici ilişkisidir. Nursi’nin daha çocukluğunda başlayan tabiat sevgisinin, onun fikri gelişimiyle beraber geliştiğini ve daha sonra tüm görüşlerinin temelini oluşturduğu söylenebilir. Dikkatimizi çeken bir nokta, onun daha çocukluğundan itibaren tabiata ve tabiattaki tüm varlıklara karşı büyük bir ilgi ve merak duyduğudur. 20 Dağları, yaylaları, nehirleri, pınarları, ovaları ve tüm bunların içinde yaşayan hayvanları hayret ve merakla incelerken, aynı zamanda bunlara karşı büyük bir sevgi ve şefkat beslediği görülmektedir. İçinde yaşadığı ve yetiştiği toplumsal yapıya baktığımızda, Doğu Anadolu’da hakim olan tasavvufî bir derinliğin onda baskın olduğunu görmekteyiz. 21 Çocukluk ve gençliğinden başlayarak çok iyi bir tabiat gözlemcisi olduğunu görmek için Nursi’nin hayatıyla ilgili kitaplara ve yakın talebelerinin onunla ilgili hatıratına bakmak yeterlidir. Tillo’da kapandığı türbe hücresinde Kamus’u ezberlerken, köylülerin kendisine getirdiği çorbayı “Cumhuriyetçi olarak” tavsif ettiği karıncalarla paylaşmış, kertenkele öldüren bir talebesine ise, “Onları sen mi yarattın? Diyerek çıkışmıştır. Barla’ya sürgüne gönderilirken, kendisine eşlik eden kır bekçisinin havalanan kekliklere ateş etmesine engel olmuş, “şimdi yavrulama zamanıdır” demiştir. Hapishanenin ilaçlanmasıyla sineklerin öldürülmesinden son derece müteessir olmuş ve bunun üzerine “Sinek Risalesi” olarak bilinen küçük bir eser yazmıştır. 22 Yine başta Barla’da kaldığı evin önündeki Çınar ağacı olmak üzere, kaldığı yerlerdeki varlıklarla adeta bir ünsiyet ve dostluk bağı kurmuştur. Kısaca, kâinatla ve etrafındaki her şeyle iletişim kurmuş ve çok farklı bir ilişki kurmuş; tüm mahlukatla hikmet, şefkat ve merhamete dayalı bir ilişki şekli geliştirmiştir.

    Başka bir ifadeyle, daha sonraları tamamen Kur’ani bir zemine oturttuğu şu temel soruları sormuş ve cevap aramıştır:

    “Kâinatın anlamı nedir?

    Bu kâinat ve içindekiler nereden gelmekte ve nereye gitmektedir?

    Kâinattaki güzellik, düzen, ahenk ve mükemmelliğin kaynağı nedir?

    İnsan nedir?

    İnsanın görev ve sorumlulukları nelerdir?

    Bu ve benzeri, felsefenin ortaya çıktığından bu yana cevaplamaya çalıştığı en temel sorulara/sorunlara Kur’ani bir bağlamda cevaplar aramak, onun projesinin temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle onun daha ilk dönem eserlerinde cevap aradığı temel soruları anlamak için şu alıntı önemlidir:

    Evet benî-âdem, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücud ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini celbetti. "Şu garib ve acib mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?" diye ahvallerini anlamak üzere hilkat-ı hükûmeti, fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı. 23

    Böylece o, Kur’anın oluşturmak istediği dünya görüşünü ve bu dünya görüşünün müşahhaslaştığı bireyi tanımlamaya ve ortaya koymaya çalışmaktadır. Bunun için de, kadim geleneklerde olduğu kadar, semavi dinlerin de, vurguladığı canlı bir alem/dünya görüşünü, Kur’ani bir bağlamda ortaya koymaya çalışmış; böylece insan, kâinat ve Allah ilişkisini Tevhidi bir bağlamda vurguladığı görülmektedir.

    Kainatın Metafizik Boyutu

    Herşeyden önce, Said Nursi kâinatın metafizik boyutunu ısrarla vurgular ve bu onun dünya görüşünün temelini oluşturur. Bunun özü de, kainat ve içindeki her şeyin, Allah tarafından yaratıldığıdır. “Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin” 24 âyetinde hareketle şu temellendirmeyi yaptığı görülmektedir:

    Herşeyden Cenab-ı Hakk'a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var.

    Bütün mevcudatın hakaikı, bütün kâinatın hakikatı; esma-i İlahiyeye istinad eder.

    Herbir şeyin hakikatı, bir isme veyahut çok esmaya istinad eder.

    Eşyadaki sıfatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ hakikî fenn-i hikmet, "Hakîm" ismine ve hakikatlı fenn-i tıp "Şâfî" ismine ve fenn-i hendese "Mukaddir" ismine ve hâkeza...

    Herbir fen, bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemalât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatları, esma-i İlahiyeye istinad eder.

    Sonuç olarak bazı Müslüman Mutasavvıfların: "Hakikî hakaik-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir" görüşüne katıldığını ifade eder. 25 Ayrıca Hac suresi 18. Ayetten hareketle şöyle der: “Kur'an-ı Hakîm tasrih ediyor ki: Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyarattan zerrelere kadar herşey Cenab-ı Hakk'a secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri, mazhar oldukları esmalara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir.” 26

    Kainatın ve tabiatın varlığını böyle tesbit ettikten sonra, kainat ve içindeki varlıkların tek yaratılış gayesinin, insan merkezci (antroposentrik) anlayışın öne sürdüğü gibi, 27 insan olmadığını, aksine kâinatın insandan bağımsız amaçları ve gayeleri olduğunu şöyle belirtir:

    Evet her şeyin vücudunun müteaddid gayeleri ve hayatının müteaddid neticeleri vardır. Ehl-i dalaletin [maddeci-mekanist ve pozitivist felsefe anlayışı] tevehhüm ettikleri gibi, dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir. Tâ, abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayat-ı vücudu ve netaic-i hayatı üç kısımdır:

    Birincisi ve en ulvîsi, Sâni'ine bakar ki; o şeye taktığı hârika-i san'at murassaatını, Şahid-i Ezelî'nin nazarına resm-i geçit tarzında arzetmektir..... her şey hayatıyla, vücuduyla Sâni'inin mu'cizat-ı kudretini ve âsâr-ı san'atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelal'in nazarına arzetmek birinci gayesidir.

    İkinci kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîşuura bakar. Yani herşey, Sâni'-i Zülcelal'in birer mektub-u hakaik-nüma, birer kaside-i letafetnüma, birer kelime-i hikmet-eda hükmündedir ki; melaike ve cin ve hayvanın ve insanın enzarına arzeder, mütalaaya davet eder. Demek ona bakan her zîşuura, ibret-nüma bir mütalaagâhtır.

    Üçüncü kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz'î neticelerdir. 28

    Kâinatın tek amacının insan merkezli olmadığını belirttikten sonra, birinci ve asıl amaçla ilgili şu örneği verir:

    Evet şu eşyanın esma-i İlahiyeye ve âlem-i âhirete müteveccih yüzlerine baksan göreceksin ki; mucize-i kudret olan herbir çekirdeğin bir ağaç kadar gayesi var. Kelime-i hikmet olan herbir çiçeğin bir ağaç çiçekleri kadar manaları var ve o hârika-i san'at ve manzume-i rahmet olan herbir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri var. Bizlere rızık olması ise; o binler hikmetlerinden birtek hikmettir ki, vazifesi biter, manasını ifade eder, vefat eder, midemizde defnedilir. Madem bu fâni eşya, başka yerde bâki meyveler verirler ve daimî suretler bırakır ve başka cihette ebedî manalar ifade eder, sermedî tesbihat yapar. Ve insan ise, onların şu cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur, fânide bâkiye yol bulur. 29

    Daha sonra, kâinatın ve varlıkların Allah’ın isimlerine nasıl ayinelik ettiğini örneklerle açıklayan Nursi, bu anlayışın doğrudan Kur’ani olduğunu şöyle belirtir:

    ....hakaik-i eşyanın esma-i İlahiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki hakikî hakaik, o esmanın cilveleri olduğunu ve herşeyin çok cihetlerle, çok dillerle Sâniini zikr ve tesbih ettiğini anla. “Herşey O’nu tesbih eder ve över” 30 in bir manasını bil ve “Şiddeti zuhurundan gizlenmiş olan Allah’ı her tür noksandan tenzih ederiz” de. Ve âyetlerin âhirlerinde olan “O Alîm ve Kadîrdir” 31 “O Gafûr ve Rahîmdir.” 32 “O Azîz ve Hakîmdir” 33 gibi zikir ve tekrarlarındaki bir sırrı fehmet.

    Eğer bir çiçekte esmayı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan; Cennet'e bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temaşa et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmayı vâzıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün. 34

    Said Nursi, kainata bu şekilde bakmanın Kur’an’ın bir özelliği olduğunu belirttikten sonra, bu Kur’ani bakış açısını çağdaş felsefe anlayışından ayıran en belirleyici özelliklerinden birisi olduğunu şöyle belirtir:

    Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın bütün kâinattaki âdiyat namıyla yâdolunan, hârikulâde ve birer mu'cize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-i acibeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celbedip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.

    Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu'cizat-ı kudreti, âdet perdesi içinde saklayıp, cahilâne ve lâkaydane üstünde geçer 35

    Bu bağlamda, Said Nursi’nin tabiat söz konusu olduğunda kullandığı bir kavram, onun tabiat anlayışını anlamak için önemlidir. Bu da, manay-i harfi ve manay-i ismi kavramlarıdır. Bediüzzaman’a göre, Kur’an’ın tabiat ve kainata yaptığı vurgunun temel amacı da, dolaylıdır. Yani Kur’an kâinattan kâinat adına bahsetmiyor. Kainatın Yaratıcısı ve Sahibi olan Allah adına bahsediyor. Kâinat Allah tarafından yaratıldığı gibi, içindeki her şeyde Allah’ın ayetleri ve belgeleridir. Yani O’nu göstermektedir.

    Büyük mutasavvıflar tarafından da kullanıldığını gördüğümüz bu kavramların, 36 Said Nursi’nin ilk dönem eserlerinde de yer aldığını görmekteyiz. Düşünürümüzün Risale-i Nur için bir çekirdek ve fidelik olarak gördüğü ilk eserlerindeki bu kavramı, daha sonraları tekrar, ancak çok canlı ve etkileyici bir şekilde kullandığını görmekteyiz. Önce ilk dönem eserlerindeki tanımına bakalım. Eski Said döneminde Arapça olarak telif ettiği ve daha sonra Türkçe’ye tercüme edilen Mesnevi-i Nuriye’ye yazdığı mukaddimede bu konuya şöyle dikkat çeker:

    Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksad: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet, nazardır. Şöyle ki:

    Cenab-ı Hakk'ın masivasına [kâinata] mana-yı harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır.

    Evet her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk'a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk'a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk'a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh nimete bakıldığı zaman Mün'im, san'ata bakıldığı zaman Sâni', esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir. (...) Maddiyata esbap hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa, marifet-i İlahiyedir. 37

    Yeni Bir Bakış ve Okuma Biçimi: Manay-ı Harfi

    Kanımca, Said Nursi’nin çevre felsefesinin anlamanın yollarından birisi onun “manay-ı ismi ve manayı harfi” kavramlaştırmasını anlamaktan geçmektedir. Bu kavramlaştırmanın altındaki temel mantıki yapı anlaşıldığında tüm Risale-i Nur projesinin üzerine bina edildiği temel de anlaşılmış olacaktır. 38 Risalelerdeki bu bakış açısının ilk dönem Nur talebelerinin dikkatini hemen çektiği görülmektedir. Risale-i Nur’ların ilk telif edilmeye başladığı Barla dönemindeki eserlerde sık sık geçen “manay-ı ismi ve manay-ı harfinin” anlamını merak eden ilk talebelerinden Re’fet Beye verdiği cevap, onun tabiata bakış açısını da ortaya koymaktadır:

    “mana-yı ismî ile mana-yı harfînin bahsi ise; ilm-i nahvin umum kitapları başlarında o mes'ele izah edildiği gibi, ilm-i hakikatın Sözler ve Mektubatlar namındaki risalelerinde temsilâtla kâfi beyanat vardır. Senin gibi zeki ve müdakkik bir zâta karşı, fazla izahat fazla oluyor. Sen âyineye baksan, eğer âyineye şişe için bakarsan, şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebaî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. "Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah'ın şânı ne yücedir!" 39 dersin. Âyine şişesi tebaî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci surette âyine şişesi mana-yı ismîdir. Re'fet mana-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mana-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mana için bakılır ki akistir. Akis mana-yı ismîdir. Yani delle alâ ma’nen fî nefsihi “Mânâsı kendi içindedir ve kendine işaret eder” olan tarif-i isme bir cihette dâhildir. Ve âyine ise Della alâ ma’nen fî gayrihi “Tek başına bir mânâsı yoktur; ancak başkasının mânâsını gösterir”olan harfin tarifine mâsadak olur. Kâinat nazar-ı Kur'anî ile, bütün mevcudatı huruftur, mana-yı harfiyle başkasının manasını ifade ediyorlar. Yani esmasını, sıfâtını bildiriyorlar. Ruhsuz felsefe ekseriya mana-yı ismiyle bakıyor, tabiat bataklığına saplanıyor. 40

    Yine bu bağlamda sorulan diğer bir soruya verilen cevap da konumuz açısından önemlidir. Bu da Nursi’nin, hemen hemen tüm eserlerine, mektuplarına ve hatta anekdotlara İsra Suresinin 44. ayetiyle başlamasıdır. Cevap ilginç olduğu kadar, Risale-i Nurun metodu ile ilgili önemli ipuçlarını da vermektedir:

    Mektubunuzda, benim her mektubumun başında ve in min şey’in illâ yusebbihu bihamdihi “Hiçbir şey yoktur ki, O’nu övüp tesbih etmesin.” yazılmasının hikmetini soruyorsunuz. Bunun hikmeti şudur ki: Kur'an-ı Hakîm'in hazain-i kudsiyesine, bana açılan en birinci kapı o olduğudur. En evvel hakaik-i âliye-i Kur'aniyeden, şu âyetin hakikatı bana zahir olmuş ve ekser risalelerde, o hakikat sereyan etmiştir. 41

    Bir kitabda yazılı bir harf, yalnız bir cihetle kendisini gösterir ve kendisine delalet eder. Fakat o harf, kâtibine çok cihetlerle delalet eder ve nakkaşını tarif eder.

    Kezalik kitab-ı kâinatta mücessem olarak yazılan herbir kelime, kendi miktarınca kendini gösterirse de pek çok cihetlerden münferiden ve müçtemian Sâni'ini gösterir, esmasını izhar eder. Ve kendi evsafıyla, eşkaliyle, nakışlarıyla âdeta Sâni'ini medh için yazılmış bir kasidedir. 42

    Kâinatı bir kâtip gibi görme ve okuma, Yeni Said dönemindeki eserlerinde çok daha canlı ve etkileyici olduğunu ifade etmiştik. Bunun en güzel örneklerinden bir tanesi, Esma-i Hüsna’dan bahseden 30. Lem’ada bulmaktayız:

    İsm-i Hakem'in tecelli-i a'zamı şu kâinatı öyle bir kitab hükmüne getirmiş ki, her sahifesinde yüzer kitap yazılmış ve her satırında yüzer sahife dercedilmiş. ve her kelimesinde yüzer satır mevcuddur.. ve her harfinde yüzer kelime var. ve her noktasında kitabın muhtasar bir fihristeciği bulunur bir tarza getirmiştir. O kitabın sahifeleri, satırları, tâ noktalarına kadar yüzer cihette nakkaşını, kâtibini öyle vuzuhla gösteriyor ki; o kitab-ı kâinatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade kâtibinin vücudunu ve vahdetini isbat eder. Çünkü bir harf, kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde; kâtibini bir satır kadar ifade ediyor. Evet bu kitab-ı kebirin bir sahifesi, zemin yüzüdür. (...) Bu sahifenin bir satırı, bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar, nebatlar adedince manzum kasideler; beraber, birbiri içinde, yanlışsız yazıldığını gözümüzle görüyoruz. O satırın bir kelimesi çiçek açmış, meyve vermek üzere yaprağını vermiş bir ağaçtır. İşte bu kelime; muntazam, mevzun, süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince Hakem-i Zülcelal'in medh-ü senasına dair manidar fıkralardır. Güya çiçek açmış her ağaç gibi, o ağaç dahi nakkaşının medîhelerini teganni eden manzum bir kasidedir.

    (...) Herbir çiçekte, herbir meyvede bir mizan var. Ve o mizan, bir intizam içinde.. ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin içinde.. ve o tevzin ve tanzim, bir zînet ve san'at içinde.. ve o zînet ve san'at, manidar kokular ve hikmetli tatlar içinde bulunduğundan; herbir çiçek, o ağacın çiçekleri adedince Hakem-i Zülcelal'e işaretler ediyor. Ve bu bir kelime olan bu ağaçta, bir harf hükmünde olan bir meyvede bulunan bir çekirdek noktası, bütün ağacın fihristesini, programını taşıyan küçük bir sandukçadır. Ve hâkeza.. buna kıyasen kâinat kitabının bütün satırları, sahifeleri böyle İsm-i Hakem ve Hakîm'in cilvesiyle yalnız herbir sahifesi değil, belki herbir satırı ve herbir kelimesi ve herbir harfi ve herbir noktası, birer mu'cize hükmüne getirilmiştir ki; bütün esbab toplansa, bir noktasının nazirini getiremezler, muaraza edemezler. Evet bu Kur'an-ı Azîm-i Kâinat'ın herbir âyet-i tekviniyesi, o âyetin noktaları ve hurufu adedince mu'cizeler gösterdiklerinden, 43

    Görüldüğü gibi, Nursi, kainata “Kur’an-ı Azim-i Kâinat” demekte ve bunu bir çok yerde tekrarlamaktadır. Yine burada çevreci bir bakış açısıyla dikkat çeken nokta, kâinattaki nizam ve mizana yapılan vurgudur. Bu nizam ve mizan bir yandan Allah’ın varlığını gösterirken, diğer yandan insanların dikkatleri bu nizam ve mizanın korunmasına zimnen de olsa çekilmektedir. Bir yandan “israf, abesiyet, faidesizlik, fıtratta yoktur. İsraf ise, İsm-i Hakîm'in zıddı olduğu gibi; iktisad, onun lâzımıdır ve düstur-u esasıdır” denilmekte, diğer yandan bundan insanın ders çıkarması istenerek şöyle denilmektedir:

    “Ey iktisadsız israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından, ne kadar hilaf-ı hakikat hareket ettiğini bil! ‘Yiyin, için, fakat israf etmeyin.’ A'râf Sûresi, 7:31

    âyeti; ne kadar esaslı, geniş bir düsturu ders verdiğini anla!.. 44

    Said Nursi’ye göre Kur’an’ın kainattan bahsetmesinin asıl nedeni “istitradîdir”. Yani dolaylıdır. Kur’an kâinattan kâinat olarak değil, Allah tarafından yaratıldığı ve O’nu gösterdiği için bahsetmektedir “Güya herbir masnu' birer lisan olup Sâni'in hikmetini tesbih ediyor. Ve her bir nev' parmağını kaldırarak şehadet ve işaret ediyor.” (...) Bu açıdan bakınca, “meclis-i âlî-i Kur'anî'ye girmiş olan kâinatın her ferdi dört vazife ile muvazzaftır.” Bunlardan konumuz açısından dikkat çeken birinci ve dördüncü vazifelerdir:

    Birincisi: İntizam ve ittifak ile Sultan-ı Ezel'in saltanatını ilân...

    Dördüncüsü: Herbiri birer hakikatın nümunesi olduklarından, efkârı hakaik cihetine tevcih ve teşvik ve tenbih etmektir. Ezcümle: Kur'an'da kasem ile temeyyüz etmiş olan ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri daima ikaz ederler. Evet kasemat-ı Kur'aniye, nevm-i gaflette dalanlara kar'-ul asâdır. 45

    Görüldüğü gibi, burada Kur’an’ın özellikle Mekki surelerinde kâinata yapılan vurguya dikkat çekilmekte ve bunun temel amacının ise insanı gafletten uyandırmak olduğu belirtilmektedir. 46

    Said Nursi’nin erken dönem eserlerindeki bu anlayışın onun daha sonra Risale-i Nur ismini verdiği külliyatının temeli ve nüvesi olduğu söylenebilir. Diğer önemli bir nokta ise, bu bakış açısının bir yandan Kur’an merkezli olması, yani doğrudan Kur’ani nasslardan hareket ederek temellendirmesi, diğer yandan da Gazali, İmam Rabbani ve Mevlânâ çizgisine vurgu yapmasıdır. 47

    Başka bir ifadeyle, Bediüzzaman Said Nursi’nin erken dönem eserlerinde vurguladığı bazı noktaları, herkese hitap edecek mitik-şiirsel bir üslupla geliştirdiği söylenebilir. Tüm bunlardaki amaç ise, kâinat ile Allah arasındaki ilişkiyi ortaya koymak, bireyin bu ilişkiden hareketle Allah’la yoğun bir ilişki kurmasını sağlamaktır. O’na göre:

    "herbir zerre kendi başıyla Sânii ilân ettiği gibi, tesavir-i mütedâhileye benzeyen mürekkebat-ı müteşabike-i mütesaide-i kâinatın herbir makam ve herbir nisbetinde herbir zerre müvazene-i cereyan-ı umumîyi muhafaza ve her nisbette ayrı ayrı mesalihi intac ettiklerinden Sâni'in kasd ve hikmetini izhar ve kıraat ettikleri için Sâni'in delaili, zerrattan kat kat ziyadedir."

    Eğer desen: Neden herkes aklıyla görmüyor?

    Elcevap: Kemal-i zuhurundan... Evet şiddet-i zuhurdan görünmemek derecesine gelenler vardır. Cirm-i şems gibi. Teemmel sutûra’l-kâinâti fe innehâ mine’l-melei’l-a’lâ ileyke resâilu. Yani: "Sahife-i âlemin eb'ad-ı vâsiasında Nakkaş-ı Ezelî'nin yazdığı silsile-i hâdisatın satırlarına hikmet nazarıyla bak ve fikr-i hakikatle sarıl. Tâ ki mele-i a'lâdan uzanan şu selasil-i resail, seni a'lâ-yı illiyyîn-i tevhide çıkarsın." 48

    Kâinatın aşkın bir varlıktan (mele-i aladan) gelen mektup(lar) olarak görülmesi, bu mektubun okunuşu ve bundan çıkarılacak sonuç Said Nursi’nin mesaisinin en önemli kısmını oluşturmaktadır. Bu, aynı zamanda Kur’anın oluşturmak istediği bireyin temel niteliklerini ortaya koymaktır.

    Kâinatın bir mektup/kitap gibi okunmasının en temel sonuçlarından bir tanesi:

    “Kalbinde nokta-i istimdad, nokta-i istinad ile vicdan-ı beşer Sâni'i unutmamaktadır. Eğer çendan dimağ ta'til-i eşgal etse de, vicdan edemez. İki vazife-i mühimme ile meşguldür. Şöyle ki: Vicdana müracaat olunsa, kalb bedenin aktarına neşr-i hayat ettiği gibi.. kalb gibi kalbdeki ukde-i hayatiye olan marifet-i Sâni' dahi; cesed gibi istidadat-ı gayr-ı mahdude-i insaniye ile mütenasib olan âmâl ve müyul-ü müteşaibeye neşr-i hayat eder; lezzeti içine atar ve kıymet verir ve bast ve temdid eder.”

    Diğer bir sonuç ise, “kavga ve müzahametin meydanı olan dağdağa-i hayata peyderpey hücum gösteren âlemin binler musibet ve mezahimlere karşı yegâne nokta-i istinad marifet-i Sâni'dir...” Görüldüğü gibi, kuvvetli bir iman bilinci benliğin esasını oluşturmakta; bunun yarattığı psikolojik durum/durumlar bireyin hayatını düzenlemede her tür olumsuzluklara karşı dayanmada motor işlevi görmektedir. 49

    Bu duruşun tersi ise, yukarıda vurgulandığı gibi, Said Nursi’nin tüm hayatı boyunca mücadele ettiği bir felsefi duruşu temsil etmektedir. Bu da, Allah’ı ve her türlü metafizik değeri dışlayan maddeci-mekanist ve nihilist bakış açılarıdır.

    Said Nursi “Allahtan başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur. En güzel isimler O’nundur” 50 ayetinden hareketle esmaul hüsnayla ilgili görüşlerni serd etmektedir.

    Esma’nın bütüncül bir şekilde anlaşılması gerektiğini vurgulayan Nursi, parçacı ve seçmeci bir anlayışın yanlış sonuçlara ulaşmak kadar, Allah’ın rububiyetinin tam olarak anlaşılmasını da zorlaştıracağını vurgular Ona göre, örneğin, Kadir ve Halik isminin eserini gören biri, Alim ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalaletine düşebilir”. Yapılması gereken ve ideal olan

    onun nazarı, daima karşısında “Hüve, hüvallah” okusun, görsün. Onun kulağı herşeyden “Kulhüvallahü Ehad” dinlesin, işitsin. Onun lisanı “Lâ ilâhe illâ hu, beraber mîzened âlem” desin, ilân etsin. İşte Kur'an-ı Mübin “Allahü lâ ilâhe illa huve, lehü’l-esmâü’l-hüsnâ” fermanıyla, zikrettiğimiz hakikatlara işaret eder. 51

    Eğer o yüksek hakikatları yakından temaşa etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. "Ne diyorsunuz?" de. Elbette "Ya Celil, Ya Celil, Ya Aziz, Ya Cebbar" dediklerini işiteceksin. Sonra deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. "Ne diyorsunuz?" de. Elbette "Ya Cemil, Ya Cemil, Ya Rahîm, Ya Rahîm" diyecekler. Semayı dinle. Nasıl "Ya Celil-i Zülcemal" diyor. Ve arza kulak ver. Nasıl "Ya Cemil-i Zülcelal" diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl "Ya Rahman, Ya Rezzak" diyorlar. Bahardan sor. Bak nasıl "Ya Hannan, Ya Rahman, Ya Rahîm, Ya Kerim, Ya Latif, Ya Atûf, Ya Musavvir, Ya Münevvir, Ya Muhsin, Ya Müzeyyin" gibi çok esmayı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor. Bak nasıl bütün esma-i hüsnayı okuyor ve cephesinde yazılı. Sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat, azîm bir musika-i zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor. 52

    Said Nursi’nin vurguladığı önemli bir nokta da, herkesin kainatı bu gözle okuyabileceğidir. Bunun önde gelen şartı ise “dikkattir”. Kur’an’ın bir çok ayette vurguladığı gibi kâinata dikkatle bakıldığında, herkesin esmanın tecellilerini görebileceği ve okuyabileceğine inanmaktadır. 53

    Esma’nın kâinatta değişik şekil, tarz, boyut ve yoğunlukta tecelli etmesinden, çoğulcu bir sonuç çıkarır Said Nursi. Ona göre, Esma’nın tecellisi farklı farklı ve değişik tarzlarda olduğu gibi, insanların da bunları kendi kabiliyetleri, değişik bakış açıları ve içinde bulundukları durum itibarıyla farklı farklı algılamaları normal karşılanmalıdır. 54

    Tabiatın Anlamı

    Şimdi, onun tabiatla ilgili görüşlerine kısaca değinmek gerekir. Aslında, Nursi’nin kâinat kavramını daha çok kullandığı ve tabiat ise daha özel anlamlarda kullandığı görülmektedir.

    Ona göre tabiat:

    Daire-i mümkinat içinde kader-i İlahînin yazar bozar bir levhası,

    kudret-i İlahiyenin kavanin-i icraatına tebeddül ve tegayyür eden bir defteri,

    bir mecmua-i kavanin-i âdât-ı İlahiye ve bir fihriste-i san'at-ı Rabbaniye. 55

    Tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsız tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-ı hariciye sahibi ise; ancak bir san'at olabilir, Sâni' olamaz. Bir nakıştır, Nakkaş olamaz. Ahkâmdır, Hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, Şâri' olamaz. Mahluk bir perde-i izzettir, Hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, Fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir; kâdir olamaz. Mistardır, masdar olamaz. 56

    Bu şekilde tanımlanan tabiata baktığımızda, “zerrattan, seyyarata kadar bütün mevcudat, ayrı ayrı lisanlarla şehadet ettikleri ve parmaklarıyla işaret ettikleri bir Sâni'-i Zülcelal'i” göstermektedir. 57

    İnsan-Kâinat ilişkisi

    Said Nursi’ye göre, kâinat sadece O’nu göstermekle kalmıyor. Tabiat’ın Onu tanıyan ve tanımayanlarla adeta bir ilişkisi, tabir yerinde ise nefret ve muhabbetinin söz konusu olduğu vurgulanmaktadır. Nursi, kainatta tüm varlıkların insanların yapıp-etmeleri ve davranış biçimleriyle alakadar olduğunu ifade etmektedir. Mülk Suresi 8. Ayetten hareketle, kâinat ve içindeki unsurların ehl-i dalalete kızdıklarını ve öfkelendiğini ifade eder. Bunun nedeni ise, Kur’ani bağlamda mevcudatın her birisi birer yüksek vazife ile vazifeli, adeta birer İlahi memur derecesinde hem hizmet ve hem de Rabbini tesbih ederken; küfür ve inançsızlık vasıtasıyla bu makamdan düşerek, “camid, cansız, fani, manasız bir mahluk durumuna inmesidir:” 58

    Ehl-i dalaletin şerrinden kâinatın kızdıklarını ve anasır-ı külliyenin hiddet ettiklerini ve umum mevcudatın galeyana geldiklerini, Kur'an-ı Hakîm mu'cizane ifade ediyor. Yani: Kavm-i Nuh'un başına gelen tufan ile semavat ve arzın hücumunu ve Kavm-i Semud ve Âd'in inkârından hava unsurunun hiddetini ve Kavm-i Firavun'a karşı su unsurunun ve denizin galeyanını ve Karun'a karşı toprak unsurunun gayzını ve ehl-i küfre karşı âhirette “Neredeyse öfkeden parçalanacak!” (Mülk Sûresi, 67:8) sırrıyla Cehennem'in gayzını ve öfkesini ve sair mevcudatın ehl-i küfür ve dalalete karşı hiddetini gösterip ilân ederek gayet müdhiş bir tarzda ve i'cazkârane ehl-i dalâlet ve isyanı zecrediyor.

    Kâinatın inanmayanlara kızdığını ve onların ölmesine üzülmediğini belirten Duhan Suresi 29. Ayetini yorumlarken, yine kâinat- insan ilişkisinin bu boyutuna vurgu yapar:

    “Gök ve yer onlara ağlamadı.” (Duhan Sûresi, 44:29) âyetinin sırrına dikkat et, kulak ver! Bak ne diyor! Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki: "Ehl-i dalaletin ölmesiyle insan ile alâkadar olan semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani onların ölmesiyle memnun oluyorlar." Ve mefhum-u işarîsiyle ifade ediyor ki: "Ehl-i hidayetin ölmesiyle semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar" Çünki ehl-i iman ile bütün kâinat alâkadardır, ondan memnundur. Zira iman ile Hâlık-ı Kâinat'ı bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip hürmet ve muhabbet ederler. Ehl-i dalalet gibi tahkir ve zımnî adavet etmezler. 59

    Görüldüğü gibi, Nursi’nin çevre felsefesinde her şey canlı, anlamlı ve birbiriyle ilişkilidir. Kâinatın içindeki canlı-cansız tüm varlıklar Allah’ı tanıdığı gibi, O’nu tesbih de etmektedir. O’ndan gelen emirleri dinlemekte ve uymaktadır. Bu açıdan Kur’an’daki bazı Peygamber kıssaları dikkat çekicidir. 60

    Evrensel Bir İlke Olarak Temizlik

    Konunun bu yönden temellendirilmesinin yanında, çevre temizliğiyle ilgili de bir kaç noktaya dikkat çekilmelidir. Çevreci hareketin bugün geldiği nokta, çevre sorunlarının metafizik ve felsefi boyutuna gelse de, çevre ve temiz bir dünyada yaşama hakkının bu tartışmalardaki yeri açıktır. Said Nursi, öncelikle kâinatta hakiki manada pislik, kir, süprüntü, düzensizlik ve ahenksizliğin olmadığını; daha doğrusu evrensel bir temizlik ilkesinin bulunduğunu vurgular. Peki tüm tabiatta var olan ve insanların onun için şiirler yazdığı ve adete ona aşık olduğu tüm bu güzelliklerin ve temizliğin temeli nereden gelmektedir?

    Zariyat suresinin 48. Ayetini İsm-i Kuddus bağlamında yorumlayan Nursi, kainattaki tabiilik, saflık ve temizlikten hareketle, tüm kainatın İsm-i Kuddusun cilve-i azamına mazhar olduğunu ifade eder. Ona göre, tabiatta gördüğümüz tüm saf, temiz ve nezih durumlar, kendi kendinden (manay-ı ismi) olmayıp, evrensel bir ilkeden, yani Kuddus isminin tecellisinden kaynaklanmaktadır (manay-ı harfi).

    Bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i Arz o derece pâk, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz, zahirî bulunsa da, çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir. Demek bu fabrikaya bakan zât, çok iyi bakıyor. 61

    Bu nedenle İsm-i Kuddüsten gelen temizlik emrini tüm varlıklar dinler ve uyar:

    o tanzif-i kudsîden gelen emirleri, değil yalnız denizlerin âkil-ül lahm [et yiyen] tanzifatçıları ve karaların kartalları, belki kurdlar ve karıncalar gibi cenazeleri toplayan sıhhiye memurları dahi dinliyorlar. Belki o kudsî evamir-i tanzifiyeyi, [temizleme emirlerini] bedende cereyan eden kandaki küreyvat-ı hamra ve beyza dahi dinleyip, bedenin hüceyratında tanzifat

    yaptıkları gibi; nefes dahi o kanı tasfiye eder, temizler. Ve o emri; göz kapakları, gözleri temizlemek ve sinekler, kanatlarını süpürmek için dinledikleri gibi, koca hava ve bulut dahi dinler. Hava zeminin sathına, yüzüne konan toz toprak gibi süprüntülere üfler, tanzif eder. Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra gökyüzünü çok zaman kirletmemek için, çabuk süprüntülerini toplayıp kemal-i intizamla çekilir, gizlenir. Göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve süpürülmüş, parıl parıl parlar gösteriyor. Ve o evamir-i tanzifiyeyi yıldızlar, unsurlar, madenler, nebatlar dinledikleri gibi, bütün zerreler dahi dinliyorlar ki, hayret-engiz tahavvülât fırtınaları içinde o zerreler nezafete dikkat ediyorlar. Bir yerde lüzumsuz toplanmıyorlar, kalabalık etmiyorlar. Mülevves olsalar, çabuk temizleniyorlar. En temiz ve en nazif ve en parlak ve en pâk vaziyetleri; en güzel, en saf, en latif suretleri almak için, bir dest-i hikmet tarafından sevkolunuyorlar.

    İşte bu tek fiil, yani tek hakikat olan tanzif; İsm-i Kuddüs gibi bir ism-i a'zamdan, kâinatın daire-i a'zamında görünen bir cilve-i a'zamdır ki, doğrudan doğruya mevcudiyet-i Rabbaniyeyi ve vahdaniyet-i İlahiyeyi esma-i hüsnasıyla beraber, Güneş gibi geniş ve dûrbîn gibi olan gözlere gösterir. 62

    İslâm kültüründe temizliğe verilen önemi anlamanın yolu, böyle bir temellendirmeyle mümkündür. Yani temizlik ve temiz olma arizi ve kişisel bir şey olmayıp, belki evrensel bir gerçekliktir. Nursi bundan şu sonucu çikarır: “Evet kâinat sarayını tertemiz tutan bu ulvî, umumî tanzif; elbette İsm-i Kuddüs'ün cilvesi ve muktezasıdır. Evet nasılki bütün mahlukatın tesbihatları İsm-i Kuddüs'e bakar; öyle de bütün nezafetlerini de, Kuddüs ismi ister. Nezafetin bu kudsî intisabındandır ki "Temizlik îmândandır." hadîsi, nezafeti imanın nurundan saymış. "Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri ve temiz olanları sever." (Bakara Sûresi, 2:222.) âyeti dahi, tahareti muhabbet-i İlahiyenin bir medarı göstermiş. 63

    IV

    Ekolojik ve çevreci bakış açısının en çok üzerinde durduğu diğer önemli bir nokta ise kâinatta çok hassas eko sistemlerin olduğudur. Dahası, kuantum fiziğinin ve biyolojinin günümüzde geldiği son nokta, tüm kâinatın adeta bir canlı organizma olduğuyla ilgili görüştür. Bilimdeki bu görüşlerin gelişmesiyle, mekanik âlem anlayışı yerini organik alem anlayışına bırakmıştır. Klasik Fizik ise yerini Yeni Fizik anlayışına bıraktığı görülmektedir. 64 Zaten çevre felsefesine meşruiyyet kazandıran da bilimdeki bu yeni gelişmeleridir. Kâinatın bir canlı organizma olarak algılanışı beraberinde insanın da bu organizmanın bir üyesi olduğu fikrini getirmiştir. Böylece Kartezyen felsefenin en büyük ve temel varsayımlarından birisi olan beden-ruh (mind-body) konusu cazibesini yitirmiştir. Peki, insan-kâinat ilişkisinin mekanik ve materyalist dünya görüşüne göre devam edemeyeceği malum olduğuna göre, yeni paradigma nasıl olacaktır? Tüm bu konular son yirmi yıl içerisinde yoğun olarak tartışılmaktadır. Bunun detaylarına girmek, bu çalışmanın hacmini aşmaktadır. Vurgulamak istediğimiz nokta, kâinatın bir bütün olduğu, çok hassas bir denge ve ölçüye sahip olduğu ve tüm bunların da yine Allah’a dayandığını vurgulayan Nursi’nin görüşlerine işaret etmektir.

    Said Nursi, kâinattaki denge, nizam ve mizana[ölçü] dikkat çekerken, yine Kur’an’dan hareket eder. Hicr suresinin 21. Ayetinden hareketle, kâinatta gözlemlediğimiz tüm ekolojik sistemlerin; denge, ahenk ve mizanın, başka bir ifadeyle herşeyin herşeyle bağlı ve bir bütün oluşturmasını Allah’ın Adl ve Kadir isimlerinin tecellisine bağlar.

    Cesed-i hayvanînin hüceyratından ve kandaki küreyvat-ı hamra ve beyzadan ve zerratın tahavvülâtından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin vâridat ve masarıfına.. tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına.. tâ hayvanat ve nebatatın tevellüdat ve vefiyatlarına.. tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına.. tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına.. tâ mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve bürudetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar o derece hassas bir mizan ile ve o kadar ince bir ölçü ile tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi; hikmet-i insaniye dahi, herşeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor. Belki, hikmet-i insaniye o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır. 65

    Buna göre, kâinat “umum eşyayı bir tek şey gibi kolayca idare eden bir tek Hâlık-ı Adl- ü Hakîm'in mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor.” 66 Görüldüğü gibi, Nursi, kâinattaki bu düzen ve mizanın Adl ve Kadir isimlerinin tecellisi olduğunu ve onlara dayandığını ifade ederken, diğer yandan da başta Ekoloji ve Biyoloji olmak üzere konuyla ilgili bilim dallarının da kainattaki bu olgunun sonucu olarak ortaya çıktıklarını vurguluyor. Böylece Şükran Vahide’nin ifade ettiği gibi, Said Nursi’ye göre “İslâmiyet ile ilim arasındaki bu mutabakatın kaynağı Kur’an-ı Kerimdir. Yine Bediüzzaman göre, Kur’an kitab-ı kâinatın tercümanıdır. Dolayısıyla hayatının tanzimi için ortaya koyduğu prensipler, kainatta cari olan kanunlar (şeriat-ı fitriyee-i İlahiyye) ile mutabık olduğu ve bir birine uyduğu için, Kur’an insanın gerçek ilerlemesinin yegane kaynağıdır.” 67

    Nursi, bununla da yetinmez. Ona göre insan kainattaki bu evrensel ilkeden ders çıkarmalı; düzenli, amaçlı ve iktisatlı bir hayat yaşamalıdır. Bu nedenle, kâinattaki denge, ahenk ve mizanı görüp ondan bireysel ve toplumsal hayat için gerekli dersi çıkarmayanları şöyle eleştirir:

    Ey israflı, iktisadsız.. ey zulümlü, adaletsiz.. ey kirli, nezafetsiz bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisad ve nezafet ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata muhalefetinle, manen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki; umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun? Evet İsm-i Hakîm'in cilve-i a'zamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisad ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor; iktisadı emrediyor. Ve İsm-i Adl'in cilve-i a'zamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın müvazenelerini idare ediyor ve beşere de adaleti emrediyor. Sure-i Rahman'da "Gökyüzünü yükseltip nizam ve ölçü verdi. Tâ ki ölçüde sınırı aşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getirin ve âhiretteki mizanınızı ziyana düşürmeyin." (Rahmân Sûresi, 55:7-9) âyetindeki dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden dört defa "mizan" zikretmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık yoktur. Ve İsm-i Kuddüs'ün cilve-i a'zamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor. 68

    Ona göre, “iktisat ve israfsızlık üzerine hareket eden bir kâinatta, insan savurgan ve ölçüsüz bir hayat yaşayamaz/yaşamamalıdır. Başka bir ifadeyle, anlamlı ve ölçülü bir hayatın temeli ve kalkış noktası tüm kainatta gözlemlediğimiz ve Allah’ın adl ve kadir isimlerinin cilveleri olan düzen, intizam ve mizan olmalıdır. Said Nursi’nin kainatta olan esma-i İlahiye’nin tecellilerinin üzerinde bu kadar ısrarla durmasının nedeni “Allah’ın iki kitabı arasında bir ayrılık olmadığını” göstermektir. Daha sonra bu anlayışın Risale-i Nurun en temel ve ayırtedici özelliği olduğu yine düşünürümüz tarafından farklı bir bağlamda şöyle belirtilmektedir.

    İman-ı tahkikînin kuvvetiyle ve marifet-i Sânii netice veren masnuattaki tefekkür-ü imanîden gelen lemaat ile bir nevi huzur kazanıp, Hâlık-ı Rahîm'in hazır ve nâzır olduğunu düşünüp, ondan başkasının teveccühünü aramayarak; huzurunda başkalarına bakmak, meded aramak o huzurun edebine muhalif olduğunu düşünmek 69

    Burada dikkat çeken noktalar etrafımızdaki herşeyden hareketle yapılan imani bir tefekkürün Yaratıcının marifetine götürmesi, bu marifetten de Allah’ın heryerde hazır-nâzır olduğu bilincine (huzur) ulaşma ve bu bilincin tüm eylemlerimiz ve davranışlarımızın için temel belirleyici olmasıdır. O’na göre varolanlarda gördüğümüz tüm güzel ve olumlu sıfatların kaynağı Allah’tır: “Masnu'da olan feyz-i kemal, Sâni'in kemalinden iktibas edilmiş bir zıll-i zalilidir. Demek kâinatta ne kadar hüsün ve cemal ve kemal varsa, umumundan lâyuhadd derecede yüksek tabakada evsaf-ı Cemaliye ve Kemaliye ile Sâni' muttasıftır.” 70

    Sonuç

    Sonuç olarak, Said Nursi’nin çevre felsefesi Kur’ani bir temele dayanmaktadır. Buna göre kainat Allah tarafından belli bir düzen, denge, ölçü, güzellik, estetik yapıda yaratıldığı gibi, bu şekildeki kâinat Yaratıcısının en açık ve kesin delilidir. Kur’an’ın kozmolojik ve metafizik boyutun vurgulayan Nursi, İslâm’ın boyutunu

    Kâinatın yaratılış amacı sadece insan merkezli değildir; kâinat her şeyden önce Yaratıcısını gösteren bir belge, bir kitap olduğundan insanı aşan bir boyutu vardır.

    Kainattaki tüm canlıların bir yaratılış gayesi vardır. İnsan öncelikle bunu anlamada ve buna uygun hareket etmek zorundadır.

    Kâinatta israf ve savurganlık olmadığı gibi, insan da hayatında israfa yer vermemelidir.

    Sınırsız büyüme ve sınırsız tüketme modelleri Kur'an'ın ruhuna aykırıdır. İnsan Yaratıcının kâinatta koyduğu ekolojik dengeleri ve sistemleri dikkate almak zorundadır.

    İnsan, bu dünyada yaptıklarının hesabını âhirette verecektir. Buna, kâinattaki canlı ve cansız varlıklara nasıl davrandığı da dahildir.

    İnsanın, barış, huzur, refah ve mutluk içinde yaşaması; Yaratıcısını tanımasına, O’na bağlanmasına ve O’nun koyduğu ilkelere uygun hareket etmesine bağlıdır. Yaratıcıyı inkâr eden ve O’nun tabiatta koyduğu düzeni dikkate almayan insanın sonu mutsuzluktur. Bu dünyada dahi, cehennemî bir ruh halini yaşamaktır.

    Böylece, 18. Yüzyıldan bu yana hâkim olan ve aslında tüm dinlere meydana okuyan mekanik, materyalist ve modern dünya görüşüne meydan okuduğu görülmektedir. Çevre Felsefesinin, çevreyi yeniden anlamlandırma çabasında, Said Nursi’nin yukarıda özetlemeye çalıştığımız görüşlerinin daha da bir önem kazandığı görülmektedir. İslâmi bir çevre felsefesi ve çevre ahlakı oluşturmada bu görüşlerin yapacağı katkı büyüktür. Aslında bu anlayış, Gazali, İmam-ı Rabbani, İbn-i Arabi ve Mevlânâ gibi, İslâm geleneğinin büyük dehalarının anlayışlarına benzemesine rağmen, düşünürümüzün de sık sık ifade ettiği gibi Kur’an merkezlidir. Tasavvufun ve içinde bulunduğu ortamdan aldığı mefhumları Kur’ani bir bağlamda yorumlamış ve yeniden tanımlamıştır.

    Kısaca, Said Nursi kâinatın anlamını vurgularken, aynı zamanda insanın anlamını ve bu kâinattaki konumunu da ortaya koymuştur. Bu insanın en temel görevi ve hayatının amacı, istediği gibi ve hiçbir ahlâki endişe taşımadan yaşaması değil; belki baştan başa hikmetlerle yaratılmış ve âdeta Kur’anın mücessem bir şekli olan kainat kitabını yine Kur’an’ın ışığında iyi incelemek ve anlamlı bir hayat yaşamaktır. Hayatını, bu iki kitaptan aldığı ilham ve ilkelerle anlamlandırmaktır. Bu anlamlandırmanın insani boyutunu unutmamaktır. Bunun anlamı, alem ve tüm canlılarla uyum içinde yaşarken, yaptığı tüm olumsuz davranış ve hareketlerin hesabını vereceğini insanın unutmamasıdır.

    ____________________

    1 1985 yılında Ankara Universitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. 1988 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü mastır yaptı. 1996 yılında aynı bölümde doktorasını verdi. Halen Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Çok sayıda makaleleri vardır. Yayınlanmış eserleri:

    Çevre Sorunları ve İslam, 1995. (Münir Yukselmiş'le beraber).

    The Ethical Dimension of Human Attitude Towards Nature, 1997

    Çevre ve Din, 1997

    2 Henryk Skolimowsky, Eco-philosophy-Ideas in Progress, (Boston-London: Marion Boyars, 1981), s.1.

    3 Bkz. Skolimowski, a.g.e. , s. 28-52. Çevre Felsefesi kavramı (Environmental philosophy, Ecophilosophy veya environmental philosopher ve eco- philosopher kavramlarının ilgili literatürde sıkça ve bazen yekdiğerinin yerine kullanıldığının görmekteyiz. Çevre felsefesi kavramının kendisi, çevre sorunlarını anlama ve onları aşmada felsefe/felsefi bakış açısının büyük rol oynayacağına inanmaktadır. Zira öncelikle sorunların gerçek nedenlerini anlamak ve daha sonra bunları aşmada ortaya konacak yeni fikir yöntemlerin belirlenmesinde felsefeye büyük görevler düşmektedir. Bununla beraber, çevre felsefesinin en temel karakteristiğinin, konusunu ve sorularını bütüncül bir bakış açısıyla anlamaya çalışmak olduğu belirtilmelidir. Ayrıca bkz.: William Blackstone, “The Search for an Environmental Ethics,” Tom Regan (ed.,) Matters of Life and Death, (Philadelphia: Temple University Press, 1980) içinde, s. 229; Arne Naess, Ecology, Community, and Life Style- Outline of Ecophilosophy, trans. David Rothenberg, (Cambridge: Cambridge University Press, 1992), s. 36. Rothenberg, D., Does the ecology movement have a philosophy? Social Policy, Winter, 1992.

    4 A.g.e..,s. 1. Ayrıca çevre sorunlarının temelindeki felsefi fikirler için bkz. Dr. İbrahim Özdemir, The Ethical Dimension of Human Attitude Towards Nature, Çevre Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1997; Neil Evernden, The Natural Alien: Humankind and Environment, (Toronto: University of Toronto Press, 1985); Lynn White, “The Historical Roots of Our Ecological Crisis”, Man and The Environment, (eds.) Wes Jackson and Kansas Wesleyan, (Dubuque, Iowa: WM. C. Brown Company Publishers, 1971) içinde; Carolyn Merchant, The Death of Nature: Women, Ecology and the Scientific Revolution (San Francisco: Harper and Row, 1980)

    5 Prof. Dr. Teoman Duralı, Biyoloji Felsefesi, (Ankara: Akçağ, 1992), s. 160.

    6 Bkz.: Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç, Îlim Anlayışı ve İlimlerin Sınıflandırılması Açısından Risale-i Nurlar’ın Bir Değerlendirmesi” Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu- 3, (İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1996), s. 485-490.

    7 Locke'un kuramını ve içerdiği sonuçları en iyi anlayan ve bunu eleştirenlerden birisi hiç şüphesiz çağdaş düşünürlerden A.N. Whitehead’dir. Bkz.: A. N. Whitehead, Science and the Modern World, (Cambridge: University Press; New York: Macmillan Company, 1926), s. 79-80. Yine bu kuramın yeni bir yorumu ve eleştirisi için bkz.: David Ray Griffin, God and Religion in the Postmodern World: Essays in Postmodern Theology, (Albany: SUNY Press, 1989), s.16-17.

    8 Duralı, Kartezyen anlayışın yaptığı bu temel zihniyet değişikliğini şöyle ifade eder: “Maddeyi esas alan Yeniçağ fiziği, varlık alemini özden ikiye bölen Descartes’in “Res Cogitans”-“Res Extansa” aykırılığının “Res Extansa” kesiminde karar kılmış, buna karşılık “Res Cogitans”ı saf dışı bırakmıştır. Fiziğin bu keskin tavrı, sonuçta, özellikle XVIII. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Avrupa'nın düşünce hayatını, giderek, dünyagörüşünü temelden belirleyip biçimleyecekti. Gaye bildirir, nitel Eskiçağ Fiziğini de kapsayan ilmin yerine; nedensel, nicel, biçimsel Yeniçağ Fiziğinin özelliklerine uygun tarzda kurulan bilim artık, ölçülüp biçilebilen, niceleştirilip tekrarlanabilen görünürdeki varolanları kendisine konu kılabilirdi.” Bu anlayışın sonucu ise, “ ...alışılmış gözlem ile ölçüm araç ile gereçlerine vurulamayan maddeötesi, öyleki maddedışı cümle varlıklar, ‘kuruntu’, ‘uydurmaca’ yahut ‘dil cambazlıkları’ diye damgalanır oldular. “Res Cogitans’la ilgili tekmil dile getirmeler, öne sürmeler, iddialar, en hafif deyimle, ‘spekülatif’ yahut ‘konstruktiv’ diye istiskal ve istisgar olunmuşlardır.”. a.g.e., s.144.

    9 “Absürd” yada “Saçma” kavramı farklı alanlarda sıklıkla kullanılmış olsa da kendisinden söz edildiğinde bize ilk planda varoluşçuluğu hatırlatır. Zira varoluşçu filozofların her biri, absürd kavramından şu ya da bu biçimde söz etmişlerdir. Hatta kavrama varoluşçuluğu karakterize eden bir rol bile yüklenmiştir. Paul Foulquire’nin varoluşçuluk tanımı- varoluşçuluk “Saçma felsefesidir”- sözü edilen duruma güzel bir örnek teşkil eder. Bkz.: Yrd. Doç. Dr. Emel Koç, “ J.P.Sartre ve A. Camus Felsefelerinin Absürd (Saçma) Kavramı Açısından Değerlendirilmesi”, Felsefe Dünyası, s.27, Yaz, 1998, s. 54.

    10 Sartre göre, bu alem Tanrı tarafından yaratılmadığı gibi, kendi kendisinin sebebi de olmayan, herhangi bir varolma prensibi de bulunmayan, bir varlığı izah etme imkanımız yoktur. Bu sebepsiz varlık Sartre’a göre Saçma’dır. Hiç bir dayanağı olmadan varolduğu için o aynı zamanda “fazladan”dır. Bkz.: Koç, a.g.e., s. 57. Bunu “Bulantı” romanının kahramanı Roquentin şu sözlerinde görmek mümkündür: “ Benliklerinden sıkılan, rahatsızlık duyan bir sürü varlıklardık biz... Ne birimizin, ne öbürümüzün orada olmasına hiçbir neden yoktu. Utanan, için kaygılanan her varlık öbürleri karşısında fazla görüyordu kendini. Fazla. Bu ağaçlar, bu parmaklıklar, bu çakıl taşları arasında kurabildiğim tek ilişki buydu.” Sartre, Bulantı, çev. S. Tiryakioğlu, (İstanbul: 1983), s.141. Sartre felsefesinin neden olduğu felsefi sorunlar için bkz.: Kenan Gürsoy, J.P. Sartre Ateizmi’nin Doğurduğu Problemler, (Ankara: 1987).

    11 Bkz.: Albert Camus, The Stranger, (New York: Vintage Books, 1996. Camus’un aynı konudaki görüşleri ve absürdite felsefesi için bkz.: The Myth of Sisyphaus and Other Essays, trans. J. O’Brain, (New York: Vintage Books, 1960), s. 5, 21, 36-38,45; The Rebel. An Essay on Man in Revolt, trans. A. Bouet, (New York: Vintage Books, 1956), s. 21, 100-103. Ayrıca bkz: Glynn, Patrick, “Beyond the Death of God”, National Review, c. 48 (May 6 1996), s. 28. Dostoevsky’nin Absürd felsefenin sonuçlarıyla ilgili vurgusu için bkz: The Brothers Karamazov, trns. C. Garrnett, (New York: The Modern Library, 1942), s. 299-301. Ayrıca yine Camus’un farklı bir değerlendirmesi için: Prof. Dr. İsmail Tunalı “ Kurtarıcı Olarak Çağdaş Felsefe ve Çağdaş Sanat”, Türkiye’de 1. Felsefe Mantık Bilim Tarihi Sempozyumu Bildirileri, yayına Haz: Kenan Gürsoy - Alparslan Açıkgenç, (Ankara: Ülke Yayın Haber, 1992), s.131.

    12 Roger Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, ter: Cemal Aydın, (İstanbul: Pınar Yayınları, 1990), s. 29. (vurgu eklenmiştir.)

    13 Bu bağlamda, hayatı bir mücadele ve özellikle de güçlünün hayatta kalma hakkını vurgulayan Darwin’in teorisi hatırlanmalıdır. Bu teori sadece, tabiatı ve evrimi bu şekilde temellendirmekle kalmamış, Sosyal Darwinizm ile, güçlü ve kudretli batılı ülkelerin, zayıf ülke ve milletleri sömürme ve onlara hükmetme anlayışına fikir analığı etmiştir. Bu neden Darwinizm, hem teori hem de sosyal sonuçları gözönüne alınarak çeşitli eleştirilere maruz kalmıştır. Firitjof Capra, Turning Point, s. 44-45. David Pepper, Roots of Modern Environmentalism, s. 100-103.

    14 Arnolda Toynbee- Daisaku İkeda.Yaşamı Seçin, Çeviri:Umut Arık, (Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1992), s. 45. (Vurgu eklenmiştir.) Ayrıca bkz. Dr. İbrahim Özdemir, Çevre ve Din, (Ankara: Çevre Bakanlığı yayınları, 1997), s. 74-75. Japon Düşünür İkeda’da bu konuda benzer görüşlere sahip olduğu görülmektedir. İkeda daha da ileri giderek : “Çağdaş bilimsel-teknolojik uygarlık insan hırsının dizginlerini hemen hemen tamamen salıvermiştir- gerçekte kendisi serbest bırakılmış maddî hırsın ürünüdür- ve hepimiz bu olguyu açıklıkla anlayıp yargımızı bu anlayışa dayandırmadıkça, doğal çevremizin bozulmasını durdurmayı ve insanoğlunun olası yok oluşunu engellemeyi başaramayacağız.” Yaşamı Seçin, s. 42.

    15 Fromm, s. 282. Dostoevsky bir başka eserinde yine “ eğer Tanrı yoksa, o zaman ben Tanrıyım. Eğer Tanrı varsa, her şeyin O’nun iradesiyledir ve O’nun iradesinden kaçamam. Eğer değilse, o zaman her şey benim irademdir [dilemem/istememdir] ve kendi irademi göstermek durumundayım.” diyerek Tanrı’nın varlığı ile ahlaki değerler arasındaki ilişkiyi irdeler. Fyodor Dostevsky, The Possessed, trans. C. Garnett, (New York: E.P. Dutton & Co. Everyman’s Library, c.II, 1931), s. 253 ve devamı. Dostoevsky’nin Absürd felsefenin sonuçlarıyla ilgili vurgusu için bkz: The Brothers Karamazov, trns. C. Garrnett, (New York: The Modern Library, 1942), s. 299-301.

    16 Muhkemat, s. 119-120.

    17 Bkz.: Muhsin Abdulhamid, “Bediüzzaman Said Nursî: Modern Asrın Kelam Alimi”, Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu- 3, (İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1996), s. 741

    18 İmam-ı Gazali İhyasından sonra yazdığı Cevahiru’l- Kur’an adlı kitabında, Kur’an’ın kâinata Allah’ın varlığı ve esma'ul hüsnasının teccelisi bağlamında yaptığı vurgunun üzerinde durur. Özellikle Mekki surelerde karşılaştığımız bu vurguyu yapan ayetlerin 763 kadar olduğunu ve Kur’anın kalbi mesabesinde bulunduğu ifade eder. Zira diğer ayetler bazen bireylere ve özel durumlarla ilgili olabilirken, Allah, mebde ve meadla ilgili ayetler evrensel olup, herkesi ilgilendirmektedir. Bkz.: İmam Gazali, Cevahir-ul Kur’an.; Varlıkların Yaratılış Hikmetleri,ter: Hasan Aksu-Mürsel Sıradağ, (İstanbul: Dede Korkut yayınları, 1971); İhyau Ulumui’d-din, ter: Ahmed Serdaroğlu, (İstanbul: Berir Yayınevi, 1975),c.4, s. 759 (Tefekkür Kitabı).

    19 Bilindiği gibi, Allame Muhammed İkbal’in en büyük projesi İslâm Düşüncesinin yeniden ihya edilmesiydi. Bu konudaki hareket noktasının da, klasik İslâm filozoflarından farklı olarak Kur’ani olduğu görülmektedir. Bkz.: Muhammed İkbal, çev: Ahmed Asrar, Dini Düşüncenin Yeniden İnşası, (İstanbul: Birleşik Yayıncılık). Ayrıca İkbal ve Said Nursi’nin görüşlerinin bir karşılaştırması için bkz.: Doç. Dr. Celal Celalzade, “Bediüzzaman ve Muhammed İkbal’in Fikirlerinin Mukayesesi”, Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu- 3, (İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1996), s. 530.

    20 Bkz. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat; Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Yönleriyle Bediüzzaman Said Nursi, Son Şahitler, 1-5; Abdulkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi; Rahmi Edem, Davam. (İstanbul: Timaş Yayınları)

    21 Bkz.: Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, (İstanbul: İletişim, 1992).

    22 Bediüzzaman Said Nursi, Latif Nükteler, (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1988, s. 5-11.

    23 İşarat-ül İ'caz, s. 12.

    24 İsrâ Sûresi, 17:44.

    25 Sözler, 627, 32. Söz, 3. Mevkıf.

    26 Sözler, s.351.352.

    27 İnsanmerkezci anlayışla ilgili olarak bkz.: Dr. İbrahim Özdemir, “Çevre Hukukunun Antropocentik Karakteri, Felsefe Dünyası, Sayı: 27, 1998, s. 68-80. Ayrıca bkz. “Antropocentrism” maddesi. Peter Adam Angeles, Dictionary of Philosophy, (London: Haper & Row, 1981); Baird Callicott, “Non-Anthropocentric Value Theory and Environmental Ethics”, American Philosophical Quarterly, vol. 21, No. 4, October, 1984, s. 299.

    28 Sözler, s. 75. Ayrıca bkz.:Sözler 625-626.

    29 Sözler. 86. (italikler vurgulanmıştır.) Bu bağlamda kendisine sorulabilecek olan “Neden en çok misalleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun? Sorusuna ise şöyle cevap verir: “Çünkü onlar hem mu'cizat-ı kudretin en antikaları, en hârikaları, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, onlardaki kalem-i kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına düşmüşler”.

    30 İsra: 44.

    31 İbrahim:4.

    32 Yunus:107.

    33 Rum:54.

    34 Sözler, s. 631.

    35 Sözler, 137, 13. Söz.

    36 Tasavvuftaki insan-tabiat ilişkisi ve büyük mutasavvıfların konuyla ilgili görüşleri için bkz.: Annemarie Schimmel. Deciphering the Signs of God: A Phenomenological Approach to Islam, (Edinburgh: Edinburgh University Press, 1994); S. Hossein Nasr, Introduction to Islamic Cosmological Doctrines, (London: 1978), Sufi Essays, (Albany: SUNY Press, 1991), Religion and The Order of Nature, (New York, Oxford: Oxford University Press, 1996).

    37 Mesnevi-i Nuriye, s. 51

    38 Bu kavramların onun Yeni Said olarak adlandırdığı dönemde telif ettiği eserlerde yeni ve etkileyici bir üslupla yeniden kullanılması bazı araştırmacılar tarafından mitik-şiirsel olarak tanımlanmış ve Nur Risalelerinin etki ve gücünün buradan kaynaklandığı ileri sürülmüştür. Bkz. Şerif Mardin, s. 33, 286, 325, 327 ve 343; Said Nursi, Yeni Said döneminde telif ettiği eserlerinin, daha önceki dönemdeki fikirlerinin gelişmiş ve tafsilatlı bir durumu olduğunu ifade ile, bu eserlerin “Risale-i Nur'un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmünde” olduğunu belirtmektedir. Bkz.: Mesnev-i Nuriye, s. 8.

    39 Mü'minûn Sûresi, 23:14.

    40 Sözler, 478, 4 hatve, Herşey nefsinde mana-yı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Sâni였'-i Zülcelal'in esmasına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibariyle şahiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur, ayrıca bkz. Dünyanın üç yüzü, Sözler, 624-625. Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfiyle sev. Mana-yı ismiyle sevme. "Ne kadar güzel yapılmış" de. "Ne kadar güzeldir" deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünki bâtın-ı kalb, âyine-i Samed'dir ve ona mahsustur. A.g.e., 32. Söz, s. 640.

    41 Barla Lahikasi, s. 335

    42 Mesnevi Nuriye, s.14

    43 Lem’alar, s. 311-312. (italikler eklenmiştir)

    44 Lem'alar, s. 316.

    45 Muhakemat, s.13-14

    46 Bu bağlamda gaflet kavramı dikkatimizi çekmektedir. Meşhur bir Sufiden yapacağımız bir alıntı, bu kavramın anlaşılmasına yardımcı olabilir: Bistam’lı Bayazıd’a soruldu:”Kaç yaşındasın?” “Dört yaşındayım”. “Bu nasıl olur?” “Yetmiş yıldan beri bu dünya beni Allah’ı görmekten alıkoymuştur[gaflet, farkında olmama]; ancak dört yıldır O’nu görmekteyim. Kişinin Allah’ı görmediği süre, onun hayatından sayılmaz. R. Nicolson, İslâm Sufileri, s.48. Yine Nifferi: “Allah bana şöyle buyurdu: Kurbiyet (Allah’a yakınlık) ilimlerin en aşağı mertebesi, her şeyde beni müşahade etmenin izlerini görmendir. Ve bu müşahadenin, beni bilmenden daha fazla sana hâkim olmasıdır.” A.g.e., s. 49

    47 Nursi, bunu şöyle belirtir: “Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikat-ül hakaike karşı ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarîkat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünki aklı, fikri hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralı idi; tedavi lâzımdı. Sonra hem kalben, hem aklen hakikata giden bazı büyük ehl-i hakikatın arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı cazibedâr bir hâssası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda "Tevhid-i kıble et!" demiş; yani "Yalnız bir üstadın arkasından git!" O çok yaralı Eski Said'in kalbine geldi ki: "Üstad-ı hakikî Kur'an'dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur." diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazalî (R.A.), Mevlâna Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, Kur'an'ın dersiyle, irşadıyla hakikata bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ "Herbir şeyde Onun bir olduğuna delâlet eden bir delil vardır." hakikatına mazhar olduğunu, Yeni Said'in Risale-i Nur'uyla göstermiş.” Mesnevi-i Nuriye, s. 7. Said Nursi, başka vesilelerle de, büyük İslâm filozoflarının ve bir kısım mutasavvıftan farklı olarak, Kur’anı esas aldığını vurgular. Eflatun, Aristo ve onların izinden gittiğini söylediği ve “büyük dehalar” olarak tavsif ettiği, Farabi ve İbn-i Sina’yı tenkit eder. Burada şu dipnotu düşer: “Eğer desen: ‘Sen necisin, bu meşahire karşı meydana çıkıyorsun? Sen bir sinek gibi olup da, kartalların uçmalarına karışıyorsun?’ Ben de derim ki: "Kur'an gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalalet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklın şakirdleri olan o kartallara, hakikat ve marifet yolunda, sinek kanadı kadar da kıymet vermeye mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi, benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları garkeden madde, ayağımı da ıslatamadı. Evet büyük bir padişahın, onun kanununu ve evamirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir şahın büyük bir müşirinden daha büyük işler görebilir." Bkz.: Sözler, 30. Söz,

    48 Mesnevi-i Nuriye, s.247.

    49 Said Nursi’nin projesinin Allah’a imanı ve diğer iman hakikatlerini yeniden tesis etme olduğu söylenebilir. Allah’a iman ve imanın hakikatıyla ilgili yaptığı vurguya gelen bir eleştiriye verdiği cevap dikkat çekicidir. Bu cevap hem imanın gerçek mahiyetini, hem böyle bir iman sonucunda ortaya çıkan/çıkması gereken insan, kâinat ve Allah ilişkisinin parametrelerini vermektedir: “... anarşi fikirli küfr-ü mutlaka düşmüş bir kısım münafıklar, Risale-i Nur gibi, ekmek ve suya ihtiyaç derecesinde herkes muhtaç olduğu imanî hakikatlarına ihtiyacı düşürmek desisesiyle diyorlar ki: "Her millet, herkes Allah'ı bilir. Onu, daha yeni ders almaya ihtiyacımız çok yok." diye mukabele etmek istiyorlar. Halbuki Allah'ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz'î ve küllî herşey onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat'î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve "Lâ ilahe illallah" kelime-i kudsiyesine, hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa "Bir Allah var" deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci' tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah'a iman hakikatı onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki manevî cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler. Evet inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.

    Evet kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlık-ı Zülcelal'i inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır. Fakat ona iman etmek: Kur'an-ı Azîmüşşan'ın ders verdiği gibi, o Hâlık'ı sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.” Emirdağ Lahikası I , s. 203.

    50 Taha: 8.

    51 Sözler, s. 333.

    52 Sözler, s. 334. Nursi’nin bu anlayışın onun dualarına yansıdığı ve hatta büyük bir yer tuttuğu görülmektedir. Bir örnek şu alıntının çizdiği kâinat tablosu ilginçtir:

    “Bir bahçeye benzeyen arzını, sanatının sergisi, yaratıklarının toplanma yeri, kudretinin aynası, hikmetinin medarı, rahmetinin çiçekdanlığı, Cennetinin tarlası, mahlukatının geçiş yeri, mevcudatının mecrası, masnuatının ölçeği yapan Allah, bütün noksan sıfatlardan beridir. Süslü canlılar, nakışlı kuşlar, meyveli ağaçlar, çiçekli bitkiler ilminin mu’cizeleri, sanatınıın harikaları, cömertliğinin hediyeleri, lütfunun müjdecileridir. Meyvelerin zinetinden, çiçeklerin tebessümü, seher meltemlerinde kuşların ötüşmesi, çiçeklerin yaprakları üzerine yağmurların ahenkle düşmesi, annelerin küçük yavrulara karşı şefkat beslemeleri bir Vedud’un, cin ve insanlara ruhani ve canlılara, meleklere ve cinlere kendisini tanıttırması, bir Rahman’ın merhametini sergilemesi, bir Mennan’ın şefkatini göstermesidir.

    53 Bu bağlamda hayvanların anlaşılabilir bir şekilde Allah’ı tesbih ettikleriyle ilgili olarak şu anekdot ilgi çekicidir: “bir gün kedilere baktım. Yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar. Hatırıma geldi: "Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir?" Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarih bir surette "Ya Rahîm, Ya Rahîm, Ya Rahîm, Ya Rahîm" diyerek güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, taifesi namına reddedip yüzüme çarptı. Aklıma geldi: "Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur? Yoksa taifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir muterize mi münhasırdır? Yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?" Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarih değil, fakat mütefavit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidayette hırhırları arkasında "Ya Rahîm" farkedilir. Git gide hırhırları, mırmırları, aynı "Ya Rahîm" olur. Mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur. Ağzını kapar, güzel "Ya Rahîm" çeker. Yanıma gelen ihvanlara hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, "Bir derece işitiyoruz" dediler.” Sözler, 334.

    54 A.g.e., Görüldüğü gibi, burada İslâm geleneğindeki çeşitli anlayış ve okuyuş biçimlerini; tarikat, meşrep ve ekolleri değerlendirmek ve çoğulcu bir bakış açısıyla onları İslâm geleneğinde bir yere oturtmak mümkündür. Başka bir ifadeyle, Esmanın bu şekilde tanımlanması, kendiliğinden çoğulcu bir bakış açısını da beraberinde getirmektedir. Bu bakış açısının ayırt edici özelliği ise, dışlayıcı (exclusive) değil, kucaklayıcı ve içine alıcı oluşudur (inclusive). Bu bakış açısı, Said Nursi’nin Hz. İsa örneğini verdiği göz önüne alınırsa, dinler, kültürler ve medeniyetler arası diyalog için bir zemin olabileceği görülmektedir.

    55 Lem’alar, s. 185

    56 a.g.e.. s.186

    57 Lemalar, s.185

    58 A.g.e., s. 84

    59 a.g.e., s. 86.

    60 Bu bağlamda Kur’andaki Peygamber kıssalarını ele alarak, ateşin Hz. İbrahim(as)ı yakmaması, denizin, Hz. Musa’nın önünde açılması ancak Firavunu içine alarak boğması, yine Hz. Musa’nın asası ve asasını vurmasıyla yerden suyun fışkırması ve Hz. Muhammed'’n bir işaretiyle ayın ikiye ayrılması gibi olaylardan hareketle; canlı ve adeta şuurlu bir birey gibi Allah’ın emirlerini dinleyen, O’nun emriyle Peygamberlerine farklı davranan bir kâinat anlayışı çizmektedir. Bkz. Sözler, Birinci Söz, 20. Söz.

    61 L, 305

    62 Lem’alar, s. 305-306

    63 A.g.e, s. 307. Hz. Peygamber’in temizliğe verdiği önem malumdur. Yine Bütün fıkıh kitaplarının ilk bölümleri taharetle ilgili olduğu gibi, Kutub-i Sitte olarak bilinen ve Peygamberimizin Hadislerin bir araya getiren eserlerin de ilk bölümleri taharet ve temizlikle ilgili olması tesadüfi değildir. Temizlikle ilgili ayet ve hadislerle ilgili olarak bkz.: Dr. İbrahim Özdemir, Çevre ve Din, (Ankara: Çevre Bakanlığı , 1997); Prof. Dr. İbrahim Canan, Çevre Ahlakı, (İstanbul: Nesil Yayınları, 1996).

    64 Bkz. Duralı, s.154. Yeni Fizik Kavramı ve sonuçları için ayrıca bkz.: Fritjof Capra., The Turning Point, (London: Bantam Books, 1982). s. 75-99; Werner Heisenberg, “ The Development of Philosophical Ideas Since Descartes in Comparison with the New Situation in Quantum Theory,” The Revolution in Modern Science (New York: Harper and Row, 1958) içinde; Callicott, “Intrinsic Value, Quantum Theory and Environmental Ethics,” Environmental Ethics, 7, 1985, s. 257-75; L. J., Beck, The Metaphysics of Descartes. A Study of Meditations, (Oxford: 1965); Dr. İbrahim Özdemir, The Ethical Dimention of Human Attitudes Towards Nature, (Ankara: The Ministry of Environment, 1977), s. 52

    65 Lem’alar, 308.

    66 A.g.e. Said Nursiye göre haşir ve dirilmeyi aklına sığıştıramayanlar etfarflarında olup-bitenlere dikkat etseler bu tutumlarından kurtulabilir ve buna inanmanın makul olduğun görebilirler: “Haşrin mahkeme-i kübrasında mizan-ı azîm-i adaletinde cinn ve insin müvazene-i a'mallerini istib'ad edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu müvazene-i ekbere dikkat etse, elbette istib'adı kalmaz.” A.g.e., s. 309. (vurgu eklenmiştir).

    67 Şükran Vahide “ Risale-i Nur’daki Kâinat Tasviri, Newtoncu MekanikKainat Modellerine Benzemez”, Yeni Dergi, sayı, 4, 1994, s. 17.

    68 Lem’alar, 309-310.

    69 70 em'alar, s.163.

    70 Muhakemat, 134.



  9. #9
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998

    BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN DÜŞÜNCESİNDE MAKASID-I KUR’ÂN

    Prof. Dr. Ziyad Khalil Muhammad al-Daghamin 1

    TAKDİM

    Makasıdu’l-Kur’ân dersleri, bilim dalında çalışan kişinin sağlam bir metodoloji geliştirmesini sağlar. Kur’an’ın maksatlarını araştırmak, Müslüman’ın tutarlı mentalitesinden beslenir. Müslüman mentalitesinin yaratılış kavramında ve tasavvurunda abesiyet yoktur, her sonucun bir sebebi vardır ve her şeyin yaratılışında bir esas sebep ve gaye vardır. Bu anlayış tereddüde imkan vermeyen emin bir ilmî tasavvura dayanır. Allah-u Teâlâ varlık âleminin yaratıcısıdır. İnsan ise, Hz.Adem’in neslinden gelen ve en son peygamber olan Hz. Muhammed’in insaniyetin en ideal hayatı yaşayabilmesi için getirdiği metod ve ilkeleri uygulayarak bu dünyada Allah’ın halifesi olma şerefine ulaşır. “Halife insan” kendinden emin ve tam bir tatmin ile varlığını bu tasavvura istinat ettirir.

    Müslüman ferdin davranışlarına sınır koyan ve bu dünyada emniyet ve istikrarı sağlayan Makâsıd-ı Şerianın beş umdesi üzerinde ulema ehemmiyetle durdu. Makasıd-ı Kur’an mevzuu, usul ve fıkıh çalışmaları esnasında ortaya çıkmasına rağmen, Makasıd-ı Şeria üzerine çalışmalar o kadar yoğunlaştırıldı ki, diğer Makasıd konularıyla birlikte Makasıd-ı Kur’an da ihmale uğradı. Cuveynî, Gazali, Razi, Âmidî, İzzeddin İbn Abdusselâm, Şatibi ve çağdaş ulemadan Muhammed Tahir İbn Âşur, Zaruriyet, ihtiyacat ve tahsiniyattan oluşan Makasıd-ı Şeria konusuyla ilgilendiler ve zaruriyatı da kişinin nefsini, aklını, dinini, neslini ve malını koruması olarak tanımladılar. Makasıd-ı Şeriayı Makasıd-ı Kur’ân’ın kendisi olarak telâkki eden ulemanın yaptığı çalışmalar, yanlızca yukarıda sayılan makasıdı ortaya çıkarıp açıklamaktan ibaret kaldı. Ulemanın sultanı İmam Ebu Muhammed İzzeddin İbn Abdusselam (ölümü: Hicri 660) Makasıd-ı Kur’ân’ın büyük bir kısmının, “Maslahatın ve maslahatın sebeplerinin kesbini emir, mefasit ve mefasidin sebeplerinin kesbini nehiy” 2 kaidesinden ibaret olduğunu belirtti.

    İbn Aşur’un dediği gibi: “Araştırmalar, Makasıd-ı İslâmdan, Şeriat adı altında toplanabilen adâb ve muamelat kanunlarının teşriine, yani Makasıd-ı Şeriaya yöneldi. Çünkü şeriat, İslâmın maslahat, mefasit ve bu ikisi arasında yapılan tercihlerin tariflerinde gözetilen maksatlardan ibarettir. Bu durum, şeriat-ı İslâmiyenin diğer şeriatlere, kanunlara ve dünya düzenini korumak ve toplumu islâh etmek ile ilgili sosyal politikalara üstünlüğünü sergiler.” 3 Ulemanın zikrettiklerinden anlaşılıyor ki, “Makasıd-ı Şeria” mükellef ferdin hareketlerine ve davranışlarına sınır koyan teşriin maksadıyla ilgilidir. Teşriin maksadı ise, teşriiden başka konuları içeren Kur’ân-ı Kerim’in maksatlarından yalnızca biridir. Başka bir deyişle, Makasıd-ı Şeria, Makasıd-ı Kur’ân’ın bir parçası için eklem görevi yapar, denilebilir.

    Makasıd-ı Kur’ân umumidir, Makasıd-ı Şeria ise daha hususidir. Çünkü Makasıd-ı Şeria ferd-i vahid ve onun ferdiyetinin gerektirdiği kişisel teklif ve sorumluluk alanıyla ilgilidir. Buna karşı, halife olarak insan, cemaat olarak insan, ümmet olarak insan ve devlet olarak insan konularında Makasıd-ı Kur’ân yeterince açıklanmadı. Kanaatimce, ulemanın birçoğunun çalışmalarında Makasıd-ı Şeria doğrudan doğruya açık bir şekilde konu edildi. Bu durum vaktiyle Fıkıh alanında ve özellikle ibadet fıkhında yapılan çalışmalarda oluşan aşırı yığılma ile tam bir uyum içerisindedir. Fıkıhtaki aşırı yığılmanın sebebi, Kur’ân ve sultan arasındaki veya fikrî otorite ile siyasî otorite arasındaki ayrılmadır.

    Bu iki alandan her biri kendi yolunda gelişti. Sonuç olarak, fikri otoriteyi temsil eden ulema, sultanların dünyasını, onun tanzimini ve kâinatta carî olan Allah’ın sünnetlerini konu edinmedikleri gibi, Kur’ân’ın maksatlarının açıkça göründüğü yaşanan hayata, onun gerçeklerine ve kâinata dair olan Fıkhı da ihmal ederek yalnızca ibadât fıkhı ile meşgul oldular. Durum böyle olunca, bütün gayretler mükellef ferdin davranışlarını sınır altına alan teşriin maksatlarını ele alan çalışmalara yöneldi. Kur’ân-ı Kerim’i tefsir etmeye başlamadan önce müfessirin idrak etmesi gereken Makasıd-ı Kur’ân ulemanın şuurunda gizli kaldı, tefsir ameliyelerine yansımadı. Makasıd-ı Kur’ân’ın ehemmiyeti daha büyük, tesiri daha derin olduğu halde, Makasıd-ı Şeria kadar önem verilmedi.

    Makasıd-ı Şeriadan birisi olan “aklın muhafazası” konusunu ulema ele aldı. Meselâ Şatıbî şu sonuca ulaştı: “İfsat edici şeyleri almamak ve Şeriatın koyduğu hududa ve zecre riayet etmek suretiyle akıl muhafaza edilir. Ne Kur’ân’da ve ne de Sünnette aklın muhafazası konusunu açıkça ifade eden bir hükme rastlanmamaktadır. Dolayısıyla, zaruriyattan sayıldığı halde ‘aklın muhafazası’ hakkındaki hüküm ümmetin içtihadına bırakıldı. 4 “Veya akla zarar gelmesine mani olmak suretiyle akıl muhafaza edilir. Çünkü, aklın zarar görmesi, akıl sahibinin kendi davranışlarını kontrol edememesine neden olur. Şahsın sarhoş olmasının veya ümmetin fertleri arasında sarhoşluğa neden olan maddeleri ve diğer müfsidatın yayılmasının men’ edilmesi, aklın muhafazası için alınan tedbirlere bir örnektir.” 5 Kanaatimce, ulema yalnızca ferdi etkileyen maddi sarhoş edicilerden bahsetti. Fakat, daha büyük boyutlarda sarhoşluk veren, daha tehlikeli ve daha önemli olan, Müslüman akla musallat olmuş, “düşünce sarhoşluğundan” bahsetmediler. Müslüman akıl, ümmetin problemlerinden ve hayatın gerçeklerinden uzak bırakılarak daha çok cedelleşmede kullanılmaya teşvik edildi. Kur’ânî metnin haricinde kelâmî, felsefi ve batınî mezhepler ve içtihadı akideler tesis edildi. Sonra da Kur’ân’ın nassına müracaat edip bu içtihadi akidelerin savunulması amacıyla nasslarla oynandı. Bununla birlikte, Müslüman akıl, gramer kavgalarında ve Kur’âni nassın güzelliğini ve i’cazını bulandıran kadim rivayetlerden bol miktarda toplanmasında da istihdam edildi... Kur’ân-ı Kerim’in maksadı bu mudur?!

    Ümmetin mukadderatını, değerlerini ve prensiplerini eskiden olduğu gibi hâlâ da bozmayı amaçlayan sömürgeci Batı medeniyetinin âlem-i İslâmı istilâsını kolaylaştıran fıkrî sarhoşluktan hiç bahsetmediler. Bütün bu gerçekleri nazar-ı itibara alarak şunu iddia edebilirim ki: Makasıd-ı Kur’ân, Makasıd-ı Şeriadan daha geneldir, daha kapsamlıdır, Buna rağmen, Makasıd-ı Kur’ân’a, Makasıd-ı Şeriaya gösterilen ilgi kadar ilgi gösterilmedi.

    Tefsir ameliyesi, Kur’ân-ı Kerim’in maksatlarını ortaya koymak için çaba göstermekten uzak kaldığı için, Allah’ın hidayetinin vahiy vasıtasıyla insanlara ulaşmasına engel teşkil eden meselelerle meşgul olmak zorunda kaldı. Müslüman akıl bu cedelleşmelere dalarak hidayete ulaşma konusunda insanlara ne kazandırdı? İsrailiyat hurafeleri ve mitoloji ile tefsir kitaplarını doldurmakla neyi gerçekleştirdi? Tefsirde Sufi batınî yorumlarla ne fayda sağlandı.? Tefsir ameliyesi, sınır olmayan meselelerin detaylarında boğuldu. Bu durum aslında tefsir ameliyesindeki bir zaafın göstergesidir. Kur'ânî hidayetin esas temellerini teşkil eden Makasıd-ı Kur’ân’ı rehber edilmediği için tefsir ameliyesi bölünüp parçalandı. Bu ameliyenin Kur’ânî nass ile olan ilişkisi metod açısından bir disiplin altına alınmalıdır. Tefsir, Kur’ân’ın maksatlarının gerçekleştirilmesi için yapılmalıdır ki, Allah’ın (c.c.) vahyini göndermesindeki amaç da zaten bu maksatlar içindir.

    Bence, Kur’ân-ı Kerim’in maksatlarını ve umumî hedeflerini beyan etmek, Kur’ân’ın tefsirinde vazgeçilmez bir zaruret, esasa müteallik bir amel ve mühim bir kaidedir. Böylece, Kur’ân’ı tefsir eden kimse, okuyucusunu âlet İlimleriyle meşgul etmek yerine, onun en geniş anlamında Allah’a ubudiyetine imkân tanır ve Kur’ân-ı Kerim’in metodu üzerine oturtulmuş bir İslâm medeniyetinin tesisine rehberlik eder.

    Bu çalışmamızı bir giriş, dört bölüm ve bir sonuç şeklinde kısaca takdim edeceğiz. Giriş bölümünde, Makasıd-ı Kur’ân hakkında ulemanın görüşlerinin tarihi kaynaklarının detaylarını araştırmadan kronolojik sıralama içinde sunacağız. Önce Kur’ân’ın maksatlarının mahiyetini, hacmini ve bu maksatları tespitlerinin gerisinde yatan sebepleri izah edeceğiz. Daha sonra da, Nursî’nin eserlerinde zikrettiği maksatların, diğer ulemanın tespit ettikleri maksatlar karşısındaki mevkiini ele alacağız. Çalışmamızın esasını teşkil eden dört bölümü, Nursî’nin düşüncesindeki Makasıd-ı Kur’ân’ın farklı düzeylerde değerlendirilmesine tahsis edeceğiz.

    Nursî’nin düşüncesinde Makasıd-ı Kur’ân’ın yerinin ne olduğunu ve tespit edilen maksatları bilmenin ve idrak etmenin ne kazandırdığını açıklayabilmek için bu çalışmamız, Risale-i Nur’u bir incelemeye tabi tutacaktır.

    Sonuç bölümü ise, çıkarılan önemli neticeleri ihtiva edecektir.

    GİRİŞ

    MAKASID-I KUR’ÂN HAKKINDA ULEMANIN GÖRÜŞLERİ

    1. Ebu Hamid el-Gazali (ölümü: Hicri 515)

    İmam Ebu Hamid el-Gazali, “İhyâ-u Ulûmi'd-Dîn” ve “Cevâhirü'l-Kur’ân” kitaplarında, Kur’ân’ın küllî hedefinin ve en büyük maksadının marifetullahı beyan etmek olduğunu ve aslında bütün ilimlerin bu marifetten çıktığını savundu. “Cevahirü'l-Kur’ân” kitabının İkinci Bölümünde Kur’ân’ın maksatlarını ve cevherlerini tespit edip bunları altı bölüme ayırdı: Bunların üçü aslî ve önemli olanlardır. Diğer üçü ise ikinci derecede önemli ve ilk üçün mütemmimidirler. Kur’ân’ın nihaî maksadı, kulları, Cebbar olan Yüce Rablerine davet etmektir. Bu bağlamda Kur’ân’ın sureleri altı nev’e tahsis edilmiştir: Üç aslîdir ki bunlar: Kendisine davet edilenin kim olduğunu kullarına bildirmek; Allah’a sülûk için takip edilmesi gereken sırat-ı müstakimin tarifi; O’na ulaşmadaki halin tarifi. Diğer üçü ise tamamlayıcı mahiyettedir ki bunlar da: Davete icabet edenlerin hallerini ve bu kişiler üzerinde tecelli eden Allah’ın san’atının lâtifelerini tavsif etme; inkarcıların hallerini anlatma ve onların rezilliğini ve hakikat karşısındaki direnişleri ve itirazlarındaki cehaleti sergileme; Allah’a sülûk yolundaki menzillerin nasıl tesis edileceğini ve bu yolda gerekli azığın, istidat ve uyanıklığın nasıl temin edileceğini öğretmedir. 6

    Gazali bu maksatları detaylı bir şekilde inceleyip on kısma ayırır: Zat’ın zikri, sıfatların zikri, fiillerin zikri, ahiretin zikri, sırat-ı mustakimin zikri, evliyanın hallerinin zikri, düşmanların hallerinin zikri, kâfirlerin itirazlarının zikri, hududun ve ahkâmın zikri. 7 Gariptir ki, İmam Gazali burada nübüvvetten açıkça bahsetmeyip, yukarıda saydığı maksatlar içinde derç olunduğunu veya onlara tabi olduğunu kabul eder.

    İnsanın aslî vazifesi marifetullaha erişmektir. Ferdin tasavvuru ve davranışı bu marifetin sonucunda istikamet kazanır. Yukarıdaki tarif, Makasıd-ı Kur’ân’ın, mükellef ferd olan insana marifetullah yönüyle taallukunu gösterir. Dolayısıyla, Makasıd-ı Kur’ân’ın esas hedefinin, doğru bir şekilde Allah’a itikad etmek ve mevcudat alemi hakkında hak bir tasavvurun marifetini sağlamak olduğu söylenebilir. Bu iki hedef dışındaki her şey, Kur’ân’ın esas hedeflerine ikinci derecede önemli olarak girer. Bu maksatların nihaî hedefi, Yaratıcısını tanıtarak ferdi, imanî kemalâta ve yüceliğe ulaştırmaktır. Makasıd-ı Kur’ân’ı böyle bir eğilimle yorumlamak, Kur’ân’ın küllî maksatlarını, Müsbet yönüyle sufî bir anlayışa hasretti. El-Gazalî’nin (Rahmetullahi aleyh) çalışmasında vahyin rehberliğinde dünyanın imari meselesi müphem kaldı.

    2. Fahreddin Muhammed İbn Ömer el-Razi (ölümü: Hicri 606)

    Ulemamızın bir çoğu Kur’ân’da esas maksadın doğru tasavvur olduğunu açıkça ifade etmek yerine, haklı olarak bunu bilfiil beyan ettiler. İmam Fahreddin Razi’de de bu tavır görülmektedir. Kur’ân’ın dört mesele etrafında döndüğünü söyledi: İlahiyat, nübüvvet, ahiret, ve kaza ve kader. Kur’ân’ın bütününde kastedilen bunlardır. 8 Râzi’nin en çok üzerinde durduğu ilk üç maksattır. Esas itibariyle Kur’ân-ı Kerîm’in tümünden kastedilenin bu üç maksat olduğunu muhaliflere karşı savunma yapmak için aklî delillerini de ileri sürer. 9 Râzi’nin, Kur’ân’ın küllî maksatlarını bu şekilde belirlemesindeki tavrı, İslâmi düşünce mezhepleri arasındaki fikri sürtüşmeye-özellikle Mutezile’ye-muhalif düşerek, Müslüman ferdin kullî tasavvurunu Eş’ari nokta-i nazara uygun bir tarzda düzeltmeyi hedefler.

    3. Ebu İshak İbrahim İbn-i Musa el-Şatibî (ölümü: hicri 790)

    İman Şatibî, İmam Razî’nin zikrettiği Kur’ân’ın maksatlarını, Mekki surelerin çoğunun maksatlarının oluşturduğunu kabul eder. Onların şu üç maksadı kapsadığını söyler: Vahdaniyet, nübüvvet ve öldükten sonra dirilmek. Bu maksatlar aslında tek bir mânâ ihtiva eder ve o da Allah-ü Teâla’ya ibadete davet etmektir. 10 Bu temel küllî maksat, İmam el-Gazalî’nin daha önce dile getirdiği maksadın içeriğini ifade eder. Bu nedenle Şatibî bu konuda çok fazla bir şey söylemez. Şatibî, Mekki surelerin çoğu istisna edilirse, Kur’ân-ı Kerim’in makasıd-ı Şeriaya ve Makasıd-ı Şeria alanına giren zaruriyat, ihtiyacat ve tahsiniyat konularına müteveccih olduğunu ileri sürer. Şatibi’nin tesbit ettiği bu Makasıd-ı Şeriaya öyle büyük bir ilgi gösterildi ki, sonunda muhkem ilmi bir nazariye haline geldi. Makasıd konusunun geliştirilmesinde ve fıkıh ve İslâmî teşride kullanılmasında bu nazariye, takip edilebilen bir model olma şerefine lâyık oldu.

    4. Ahmed Şah Veliyyullah el-Dehlevî (ölümü: Hicri 1176)

    Şeyh Ahmed Şah Velliyyullah el-Dehlevî’ye göre Kur’ân’ın açık ifadesini bulmuş mânâları beş ilimden ibarettir: Ahkam ilmi, tartışma ve dalalet fırkalarını red ilmi, Allah-u Teâla’nın günlerini, yani Allah’u Teâlâ’nın yarattığı mutileri mükâfatlandırma ve mücrimleri cezalandırma vakıalarını hatırlatma ilmi, ölüm ve sonrasındaki haşri ve neşri hatırlatma ilmi... 11

    Kur’ân’da açık ifadesini bulmuş bu mânâlar, yukarıda zikredilen ilimlerde tecelli etmesi mümkün olan gayeler ve maksatlar anlamına gelir. Şeyh Dehlevî’nin zikrettikleri, Makasıd-ı Şeria’nın muhteviyatındandır. İlki olan ahkam ilmi ile kasdedilen de budur. Beşinci ilim ise ahiret hayatı maksadını içerir. Ortadaki üç ilim ise, İman el-Gazalî’nin zikrettiği üç mütemmim usûl içinde bulunur. Şeklen de, içeriği ile de, Şeyh Dehlevî (rahimehullah), el-Gazali’nin zikrettiklerine fazla bir şey ilâve etmez.

    5. Muhammed Abduh (ölümü: Hicri 1323).

    Üstad İmam Muhammed Abduh’a göre Kur’ân şu gelecek maksatlar için indirildi: Birincisi, tevhiddir. İkincisi, Kur’ân’a sarılana güzel bir mükâfat vadetmesi ve müjdelemesi ve Kur’ân’a sarılmayanı da ceza ile tehdit etmesi ve sakındırmasıdır. Üçüncüsü, tevhid ile kalbleri ihya eden ve onu nefislerde sabit kılan ibadettir. Dördüncüsü, saadet yolunu ve dünya ve ahiret nimetlerine ulaştıran o yolda nasıl seyr edileceğini beyan etmesidir. Beşincisi, Allah’ın koyduğu sınırları tanıyan ve O’nun dininin ahkâmlarına uyanların kıssaları ve koyduğu hududu aşanların ve hükümlerini açıkça reddedenlerin haberleri zikredilen tâ ki, ibret alınsın, Muhsinlerin yolu seçilsin ve insan topluluğunda hâkim olan Allah ’ın sünneti bilinsin. 12 Bu maksatlar da el-Gazalî’nin belirlediği Makasıd-ı Kur’ân’dan çıkartılabilir. Kur’ân’ın küllî maksatlarını tesbitte ikisi de ittifak ettiler, fakat Abduh’un bu maksatları beyan ve arz etmedeki uslûbu ve Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir etme ameliyesinde kullanışı el-Gazalî’ninkinden farklıdır. Şu kadarından emin olabiliriz ki, Üstad İmam Abduh, yaptığı tefsirde belirlediği maksatlara daha fazla sadık kalmaya çalıştı.

    6. Muhammed Reşid Rıza (ölümü: Hicri 1355)

    Şeyh Muhammed Reşid Rıza çalışmalarında Makasıd-ı Kur’ân’a önemli bir yer ayırdı. “El-Vahy’ul-Muhammed” isimli eserinde bu maksatları detaylı bir şekilde inceledi. Kendinden önceki ulemanın konu ile ilgili beyan ettikleri tüm bilgileri kavrayıp kendi çalışmasında nakletti. Şeyh Rıza, Makasıd-ı Kur’ân’ı on temel gayeye tasnif etti: 13

    Birincisi: Dinin rükünlerini beyan: tevhid, ahiret ve hesap, amel-i salih.

    İkincisi: Nübüvvet ve risaletin fonksiyonlarını ve peygamberlerin vazifelerini beyan.

    Üçüncüsü: İslâm’ın, fıtrat-ı selime, akıl, fikir, ilim, hikmet, fıkıh (anlama), bürhan, hüccet, iç muhasebe ve vicdan, hürriyet ve istiklâl dini olduğunu beyan.

    Dördüncüsü: Ümmetin birliği, insan cinsinin birliği, dinin birliği, adalette eşitlik sağlayan teşriin birliği, manevi kardeşliğin ve ubudiyette eşitliğin birliği, uluslararası siyasi uyruk birliği, hukuk önünde birlik ve dil birliğinden oluşan sekiz birlik vasıtasıyla insanî, sosyal, politik ve millî ıslâhın beyanı.

    Beşincis: İslâmda sorumlulukların ve yasakların umumî meziyetlerinin beyanı.

    Altıncısı: İslâmın uluslararası politika hususundaki hükmünün beyanı: Bu hükmün çeşitleri, temelleri ve umumî usûlleri:

    Yedincisi: mali durumun ıslahının beyanı.

    Sekizincisi: Savaş nizamının ıslahı ve onun kötülüklerinin ve felsefesinin def’i.

    Dokuzuncusu: Kadınlara tüm insanî, dinî ve medenî hakların verilmesi.

    Onuncusu: köle azat etme konusunda İslâm’ın0getirdiği hidayetin beyanı vs.

    Bu maksatlar iki meselede özetlenebilir.

    Birincisi: Yaratıcı Allah’ın, Yaratıcıya delâlet eden kâinat ve yaratılan halife insanın doğru tasavvurunu beyan etme. Bu meseleyi daha önce ulema genel olarak beyan ettiler. İkincisi: Yeryüzünün imarı ve şeriatın düzenlemesi ve rehberliği ile hayatın çeşitli alanlarında tanzimi. Diğer medeniyetlerle ilişkilerinde ümmetin karşılaştığı aykırı görüşlere karşı güçlü bir şekilde mukabele edebilmesi için Makasıd-ı Kur’ân tafsilen izah edildi. Bu maksatlar yaşanan hayatta gerçekleşmesi arzu edilen şeylere tam cevap verir ve cevap vermeye lâyıktır da. Çünkü onlar batılın hiçbir surette müdahelesi mümkün olmayan Allah’ın peygamberi Muhammed’e (s.a.v.) gönderdiği vahiyde tanzim edilmişlerdir.

    7. Muhammed Tahir İbn Âşûr (ölümü: Hicri 1393).

    Şeyh Reşid Rıza’nın fikirlerini, Üstad Şeyh Muhammed Tahir İbn Âşûr daha açık bir şekilde şöyle ifade etti: “Kur’ân’ın en yüce maksadı, ferdin, cemaatin ve medeniyetin hallerini ıslah etmektir. Ferdin ıslahı öncelikle nefsin terbiyesi ve tezkiyesi üzerine bina edilir ki bu da itikadın ıslahı ile mümkündür. Çünkü itikat, âdâb ve düşüncenin kaynağıdır. Daha sonra da sırrın ıslahı gelir. Sır ise, namaz gibi zahiri ibadetler ve kibri, kini ve cismaniyetin terki ile ahlâklanmak gibi batinî ibadetlerdir.

    Cemaatin ıslahına gelince, bu her şeyden önce ferdin ıslahı ile mümkün olur. Çünkü fertler toplumun cüzleridir ve kül ancak cüzlerin ıslahı ile ıslah olunabilir. Bundan başka üzerinde durulması gereken bir durum daha vardır ki, o da, hırslarını ve nefsanî duygularını sınırlamak suretiyle, insanların birbirleriyle olan ilişkilerini disipline etmektir. Bu ise muamelât ilmidir ki, ulema dilinde medeni siyaset olarak tabir edilir.

    Medeniyetin ıslahı ise daha geniş bir alanı içerir. Çünkü medeniyetin ıslahı, âlem-i İslâmın nizamını korumak, her toplumun maslahatını gözeterek cemaatların ve bölgelerin arasındaki ilişkileri düzenlemek, İslâmın küllî maslahatlarına riayet etmek ve sınırlı bir maslahatın daha kapsamlı bir maslahat ile çatışması durumunda, daha kapsamlı olanı korumak ile ilgilidir. Bu da, medeniyet ilmi ve içtimaiyat ilmi (Sosyoloji) olarak adlandırılır.” 14

    İbn Âşûr, Kur’ân’ın küllî maksadını detaylı bir incelemeye tabi tuttuktan sonra sekiz bölüme ayırır:

    Birincisi: İtikadın ıslahı ve aklı doğru yolda eğitmek.

    İkincisi: Ahlâkı güzelleştirmek.

    Üçüncüsü: Umumî ve hususî hükümlerden oluşan teşridir.

    Dördüncüsü: Ümmetin yönetimidir ki, Kur’ân’da önemli bir konudur. Yönetimden maksat ümmetin ıslahı ve düzenin korunmasıdır.

    Beşincisi: Geçmiş ümmetlerin haberlerini ve kıssalarını, iyi hallerinden örnek almak ve kötülüklerinden de sakındırmak için bahsetmektir.

    Altıncısı: Muhatabını, Şeriatı anlayıp benimsemesi için, yaşadığı çağın şartlarına uygun bir tarzda eğitip onu yaymaya ehil kılmak. Bu da Şeriatlar ilmi ve Ahkâm ilmidir. Ehl-i kitabın Araplarla karışmış olanlarının öğrenmek istedikleri asıl ilimler bunlardır. Kur’ân, bu ilimlere, aklı ölçülü kullanma hikmetini, ehl-i dalâlet ile mücadele tekniğinde ve onları düşünmeye davet etmede doğru istidlâlin nasıl yapılacağı eğitimini ilâve etti.

    Yedincisi: Nasihatler, korkutma, sakındırma ve müjdelemedir. Bu bölüm, mükâfat ve mücazât ve aynı zamanda muannitlere karşı tartışma ve mücadele ayetlerini ihtiva eder. Bu konu da, terğib ve terhip bölümünü oluşturur.

    Sekizincisi: Peygamber (s.a.v.) in sıdkına âyet olmak üzere Kur’ân’ın mucizeliğidir. Çünkü itirazlara karşı ispat, mucizenin delil olarak kullanılmasını gerektirir. 15

    Bu çalışma, Kur’ân’ın küllî maksatlarının düzenli ve muhkem bir araştırmasıdır. Ümmetin maruz kaldığı krizler ve muhalif medeniyetlerin itirazlarına karşı duyulmuş bir mesuliyet hissinden doğmuştur. Ebu Hâmid el-Gazalî’nin sözlerinin izlerine rastlanır ve onun ekolünün canlı bir temsilcisidir. Nass ile o nassın indiği ortam arasında münasebetin sağlamlaştırılması amacına uygun olarak İbn Âşûr’un kullandığı “medeniyetin ıslahı” ifadesi, Kur’ân’ın insanlığa indirilme gayesini beliğ bir tarzda dile getirir. Nassın indiği ortamdan, psikolojik, sosyal ve eğitim ortamını veya insan davranışlarının ve her türlü alanla ilgili faaliyetlerinin laboratuarı olan çevreyi kastediyorum. Kanaatimce, İbni Âşûr’un çalışmasındaki önemli nokta şudur: Kur’ân’ın maksatlarını öyle zekice kullandı ki, Kur’ân-ı Kerim’i tefsir ameliyesinde bu maksatlar açıkça tezahür etti. Böylece, Müslüman aklın aslına uygun hâle getirilmesi, hilâfet görevini ifa etmesi, ubudiyetin mukteziyatının gerçekleştirilmesi ve insanî medeniyetin ıslahı için aklın üstlenmesi gereken vazifeleri ve öncelikleri belirlenmiş oldu.

    8. Eb’ul-Alâ el-Mevdudî (ölümü, Hicri 1400)

    el-Mevdudî’ye göre Kur’ân’ın daveti, Allah-u Teâlâ’nın, Vâhid ve Ehad, Rabb, Ferd ve Samed olduğunu, O’ndan başka ilâh ve Rabb olmadığını, ulûhiyetinde ve rububiyetinde hiçbir şeriki bulunmadığını ihtiva eder. 16 Kur’ân’ı okuyan ve ayetlerine dikkat eden, Kur’ân-ı Kerim’in ancak dört terim etrafında dönmek üzere indirildiğini hisseder: İlâh, Rab, ibadet ve din. Kur’ân’ı çalışan kimse, ancak Makasıd-ı Kur’ân’ı temsil eden bu terimleri bilmekle Kur’ân’ın doğru mânâlarını anlayabilir. 17 El-Mevdudî’nin görüşü, Kur’ân’ı Kerim’in ayetlerinde yayılmış bu terimlerin doğru itikadî tasavvurunu bina etmeye yöneliktir. Tasavvurun ıslahı ise, daha önce gelen ulemanın üzerinde durduğu bir konudur.

    9. Muhammed el-Gazalî (ölümü, Hicri 1416)

    Şeyh Muhammed el-Gazalî (rahimehullah)nin dediği gibi, Kur’ân-ı Kerîm mânâ yönünden çok zengin ve surelerinin sayısı çok olmakla beraber beş eksen etrafında döndüğü söylenebilir. Kur’ân-ı Kerîm’in küllî ve umumî hedeflerini oluşturan bu eksenler şunlardır: Vâhid olan Allah, Yaratıcısına delâlet eden kâinat, Kur’ânî kıssalar, haşir ve hesap günü, terbiye ve teşridir. 18 Bu eksenler Makasıd-ı Kur’ân’ı ve içeriklerini ifade ederler. Bununla birlikte, Kur’ân’ın içeriğinin bu maksatlardan ibaret olduğunu söylemek doğru değildir. Çünkü bu eksenlerin başka bir şekilde ifade edilmeleri gayet mümkündür:

    NURSÎ’NİN DÜŞÜNCESİNDE MAKASID-I KUR’ÂN

    Giriş:

    Çağdaş düşünürler arasında Makasıd-ı Kur’ân konusunda en fazla gayret gösteren muhtemelen Bediüzzaman Said Nursî’dir. Nursî çalışmalarında kendinden önce gelen, Ebu Hâmid el-Gazalî, Fahreddin el-Râzî ve Ebu İshak el-Şatibî gibi ulemaları hem tasdik eder ve hem de konunun detaylarına iner. Bununla beraber, Makasıd-ı Kur’ân konusunda, bu çalışmanızda da görüleceği gibi, kendisinden önce kimsenin ele almadığı diğer bazı meseleleri de izah eder.

    Nursî, Makasıd-ı Kur’ân’ın kapsamının boyutlarını, tabiatını, Kur‘ân’ın metodunu anlama açısından gerekli olan marifetinden hasıl olan esaslarını ve Kur’ân’ın i'câzının ortaya çıkmasındaki etkilerini ele alır. Sonra, aşağıda sunacağımız şekilde, Makasıd-ı Kur’ân’ı dört esas konuya ayırarak inceler:

    Birinci Konu: Küllî maksat.

    İkinci Konu: Kur’ân-ı Kerim’in dört esas maksadı.

    Üçüncü Konu: Kur’ânî surelerin maksatları.

    Dördüncü Konu: Kur’ân-i ayetlerin maksatları.

    Daha sonra Nursî, çeşitli meselelerdeki maksatlardan bahsetti ki, bunları da Kur’ân’ın kapsamlı maksatlarına dahil eder ve bu maksatlar hakkında da tafsilli bilgi verir. Nursî’nin çalışmasının çoğunun, Makasıd-ı Kur’ân’ın dört esasına-tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet-yönelik olduğunu belirtmemizde fayda vardır.

    Kur’ânî Maksatların Kapsamı ve Tabiatı

    Nursî’nin yaptığı Kur’ân-ı Kerîm’in tafsilli tarifine dikkat edersek, bu tarifin Makasıd-ı Kur’ân’ın tümünü tevhid, haşir, nübüvvet ve adalet-kapsadığını görürüz. Vahiy kitabının bu kapsamlı tarifi, Kur’ân’ın, âlem kitabının veya vücut ve kâinat kitabının tefsiri olarak görülmesi temel prensibine dayanır. Makasıd-ı Kur’ân’da dikkat edilmesi gereken en önemli husus, bu maksatların ihtiva ettiği kapsamlarıdır. Nursî’nin Kur’ân tarifinde kapsam en geniş şekilde tutulmuştur. Ayrıca Nursî, adalet maksadına değişik yönlerden büyük önem verir. Çünkü Nursî’ye göre Kur’ân, insanlık için hakiki hikmetin temsilci ve gerçekleştiricisidir; beşeri, yaratılış maksadına hidayet ve irşat eder; o bir hikmet, dua ve ubudiyet kitabıdır; emir ve davet kitabıdır; insana ve insaniyete zikir ve fikir kitabıdır. Nursî’nin tavsif ettiği gibi, bu kitap, insanın tüm manevî ihtiyaçlarını karşılar. 19

    Bu dört maksadın kapsamı, Kur’ânî hitabın umumî kapsamıyla ahenk içindedir. Aslında Kur’ân, bu maksatları beyan için geldi. Nursî’ye göre Kur’ân, insanı ve vazifesini, kâinatı ve Yaratıcısını, gökleri ve yeri, dünyayı ve ahireti, geçmişi ve geleceği, ezeli ve ebedi ilgilendiren tüm küllî konuları hitabı içine alır. Bunlara ilâveten, Kur’ân hitabına, insanın nutfeden yaratılmasından tâ kabre girmesine, yeme, uyku âdâbından tâ kaza ve kadar konularına, âlemin altı günde yaratılmasından tâ rüzgârın esmesinin vazifelerine kadar, bunlar gibi esaslı konuları da ekler. 20 Kur’ân, insanın ihtiyacı dahilinde olan hiçbir küllî meseleyi ihmal etmez. Bu husus Allah’u Teâlâ’nın şu sözlerinde de tasdik edilir. “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (En’am, 6:38) ve “Biz Kur’ân'ı her şeyin apaçık bir beyanı olarak sana indirdik.” (Nahl, 16:89). Bu gibi küllî meseleler ve umumî prensipler, insan ile doğrudan ilgili olan Kur’ânî hitabın konusunu ve temel kaziyelerini oluşturur.

    Nursî, bu maksatlardaki dengenin tabiatından bahseder ve der ki: Kur’ân’ın maksatları ve gayelerindeki harika camiiyeti, fıtratın düsturlarına ve kanunlarına hem muvafık olacak ve hem de onlarla ittifak edecek şekilde dâima bir dengeyi gözeterek, mizan ve tevazünü muhafaza eder. 21Kur’ân’ın daima küllî maksatları hedef aldığını ortaya koyan bu ifade, varlık âlemindeki nizamda hâkim olan kanunlar ve sünnetullah ile insanın fıtratı arasındaki küllî ahengi açıkça belirtmek üzere dikkatli bir şekilde kullanılmıştır. İnsan fıtratı ile kâinatın nizamı arasındaki bu küllî ahenk, Kur’ân’ın maksatlarıyla örtüşür. Allah’ın Kur’ânî âyetleri nasıl Onun vahdaniyetine delâlet ederse, Allah’ın tekvinî ayetleri dahi Onu tekit eder, Ona delâlet eder ve Onu kasteder.

    Makasıd-ı Kur’ân’ın Marifetinden Hasıl Olan Usulle İlgili Esaslar

    Kur’ân’ı anlama ve gereğini uygulama usulünde Nursî önemli bir esası, Makasıd-ı Kur’ân’ın marifeti üzerine bina eder. Bu önemli esas da şudur: Saymış olduğu dört maksat dışındaki her şey, o maksatlara vesilelerdir. Kur’ân’da zikredilen kâinatla ilgili meselelerin, çağdaş bilimin keşfettiği kevnî ayetlerin veya cüz’î olayların hepsi istidraden, bizzat kendileri için değil, bir başka maksada hizmet etmek için, yani, Kur’ân’ın küllî maksatlarına ulaştırması amacıyla zikredilmiş vesilelerdir. Kur’ân insanların umumuna muhatap olduğu için, umumun hepsinin de bu meseleleri idrak etmesi beklenmediğinden, küllî maksatlar icmal ile kısaca beyan edilir, fazla detaylı bilgi verilmez. Nursî şöyle der: “Bu itibarla, vesilelerde yapılacak tafsilât, ol babdaki kavâide muhaliftir. Çünkü mâlâyaniyle iştigal, maksadı geri bırakıyor. Bunun içindir ki, bazı mesâil-i kevniyede Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan ihmal veya ipham veya icmal yapmıştır. Ve keza, Kur’ân’ın muhataplarından kısm-ı ekseri avâmdır. Avâm sınıfının hakaik-i ilâhiyenin ince ve müşkül kısmına fehimleri kadir değildir. Ancak, temsil ve icmallerle fehimlerine yakınlaştırmak lâzımdır. Bunun içindir ki, Kur’ân, kesretle temsilleri zikrediyor.” 22

    Nursî, dağılmış Müslüman aklı toparlama ve onu terbiye hususunda oldukça istekli görünüyor. Çünkü geçmişte öyle ilmî müfessirler vardı ki, bunlar, meselâ, yalnızca “sema” ve “arz” kelimeleri Kur’ân’da zikredildi diye sınırı olmayan meselelere dalıp gittiler; cüz’î detayların izahında boğulup Makasıd-ı Kur’ân’ı gözetmekten uzak kaldılar. Makasıd-ı Kur’ân tafsilleri önemsemediği halde, müfessirlerin yanı sıra Kelâm uleması muhtelif meselelerinde, mutasavvıflar, fıkıh ve usul ulemaları,filozoflar... hepsi tafsillerde boğuldular. Kur’ân’da cüz’î meselelerin veya kâinatın zikredilmesinin hedefi, temel maksatları yerleştirmedir ki, Kur’ân’ı anlamaya çalışan kişinin bütün himmet ve gayretini bu temel maksatlara hasretmesi gerekir. Nursî der ki: “O meclis-i âlî-i Kur’ânî’ye girmiş olan kâinatın her ferdi dört vazife ile muvazzaftır.

    Birinci: intizam ve ittifak ile Sultan-ı Ezel’in saltanatını ilân...

    İkincisi: Herbiri birer fenn-i hakikînin mevzu ve müntehabı olduklarından İslâmiyet fünun-u hakikiyenin zübdesi olduğunu izhar...

    Üçüncüsü: Her biri birer nev’in numunesi olduklarından hilkatte câri olan kavânin ve nevâmis-i İlâhiyeye İslâmiyeti tatbik ve mutabık olduğunu ispat... tâ o nevâmis-i fitrıyenin imdadıyla İslâmiyet neş ü nema bulsun. Evet, bu hasiyetle Din-i mübîn-i İslâm; sair hevâ ve heves içinde muallak ve medetsiz, bazen ışık ve bazen zulmet veren ve çabuk tagayyüre yüz tutan dinlerden mümtaz ve serfirazdır.

    Dördüncüsü: Her biri birer hakikatin numunesi olduklarından, efkârı hakaik cihetine tevcih ve teşvik ve tenbih etmektir. Ezcümle: Kur’ân’da kasem ile temeyyüz etmiş olan ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri daima ikaz ederler. Evet, kasemat-ı Kur’âniye nevm-i gaflete dalanlara Kar’ul-asâdır.” 23

    Kur’ân’ın İ’câzında Maksatların Etkisi

    Nursî, metodla ilgili bir ameliye olan Makasıd-ı Kur’ân ile i‘câz-ı Kur’ân arasında bağlantı kurma konusunda çok gayret gösterir. Çünkü bu metodoloji ameliyesinin, i’caz ve maksat ile ilgili çalışmaları yönlendirmede apaçık bir etkisi vardır. Nursî, i’caz-ı Kur’ân’ın tezahürlerinden yalnız bir tanesinin Makasıd-ı Kur’ân olduğunu savunur. Çünkü Kur’ân’ın gerçekleştirmek istediği şey çok geniştir, maksatlarda ve gayelerde harika kapsamlılığı ve camiiyeti vardır. Kâinatın ve hayatın nizamı içerisinde doğru tasavvur için bina edilmiş maksatları plânlamada üstün bir dikkate sahiptir. Konuyu Nursî şöyle dile getirir. “...ve saadet-i dareyne dair ve hilkat-i kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbanî maksatlara ait mesâili ve o muhatabın bütün hakaik-ı İslâmiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden ve koca kâinatı bir harita, bir saat, bir hâne gibi her tarafını gösterip, çevirip, onları yapan sanatkârı tavriyle ifade ve tâlim eden Kur’ân-ı Mu’ciz’il-Beyan’ın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i’câzına yetişilmez.” 24

    Kur’ân-ı Kerim’in, makasıdı mutlak bir surette ihata ediyor olması, onun mucizevî kelâmullah olduğunun bir delilidir. Çünkü beşerî akıl bu maksatların beyanını ihata edemez. Aklın araştırma ve incelemede bulunma alanını, onun var ediliş maksadı çerçevesi içerisinde sınırlamakla Kur’ân, aklı tabiî yerine koyar. Daha önce, Nursî’ye göre Makasıd-ı Kur’ân’ın camiiyetinin kapsamlı bir harika tabiata sahip olduğunu gösterdik. Bu bölümde ise, kevnî ilimlerin tüm hülâsalarını, maarif-i İlâhiyenin bütün fihristlerini, insanın şahsî ve sosyal hayatının bütün faydalı düsturlarını, kâinatın âlî hikmetinin nuranî kanunlarını Makasıd-ı Kur’ân’ın kapsamı içerisine almakla Nursî, Kur’ân’ın i’cazî bir tezahüre sahip olduğunu söyler. Bu geniş kapsama rağmen Kur’ân’ın ne terkibinde ve ne de mânâsında hiçbir karışıklık veya istikametsizlik eseri görülmez. 25

    Maksadın, daha önce açıklandığı gibi, i’caz-ı Kur’-ân’ın tezahüründen yalnızca birisi olduğunu gösteren bir başka veçhini Nursî şöyle özetler: Kelâmın ulviyetinin menbaları, kuvveti, güzelliği ve cemali dörttür: Mütekellim, muhatap, maksat ve makam. 26 Maksat, i’caza kuvvet verir, hatta maksat, i’cazın tezahürlerinden biridir. Gerçekten de, felsefe, insanları bu hayatta doğru yola iletmek için tüm akli gücünü sarf etti, fakat ancak insanın sıkıntısını arttırdı. Çünkü beşer aklı, Kur’ân’ın öngördüğü maksatları hiçbir şekilde ne tafsilen ve ne de icmalen bulup çıkaramadı. Demek ki, Kur’ân’ın maksatları da mucizevîdir.

    Kur’ânî maksatların tezahürü sadece Kur’ân-ı Kerim’in bütününde değil, belki her bir ayette bu maksatlar aynen tecelli eder. Nursî’nin bahsettiği gibi, bu durum, her bir ayet ile maksatlar arasındaki karşılıklı uyumlulukta saklıdır. İ’caz da bu uyumluluktan fışkırır ve kendini gösterir. Çünkü ihtiyaçların mevkilerine göre yirmi seneyi aşkın bir müddet içinde ayrı ayrı zamanlarda, parça parça nüzul ettiği halde, güya bir defada nüzul etmiş gibidir. Bu da, parçalar arasında uyumluluğun harikalığında kendini gösterir. Kendisi şöyle ifade eder: “Hem mütefavit ve birbirine girift olan irşadın en yüksek gayesine ulaştırıp hidayete götüren olarak nüzul ettiği halde, kemâl-i istikamet ve nizamından bütün o maksat ve gayeler dört kutbun etrafında dönerler. O dört kutup ise şunlardır: tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet. Fakat Kur’ân-ı Hakim, hakikat-ı tevhid ile dolu olması sırrıyla, ondaki sair hakaik perdelenip imtizaç ederek intizam içinde ittihada gelmişlerdir.” 27

    Şimdi de, Nursî’nin değişik seviyelerde Makasıd-ı Kur’ân tasavvurunu detaylı bir şekilde açıklayalım.

    Birinci Konu: Küllî Maksat

    Nursî, Makasıd-ı Kur’ân’ı ayrıntılı bir şekilde inceler. Ona göre bu maksatlardan bir tanesi vardır ki, diğer bütün maksatlar ona rücu eder, onunla kaimdir ve ona istinat eder, kuvvetini ve kapsamını ondan alır. Kur’ân’ın esas vazifesi ve insanlığa gönderilişinin küllî, cami ve en büyük hedefi, Rububiyet dairesinin şuunatını talim etmektir. 28 Bu hedefin ötesinde başka bir şey bulunmaz. Bu tarif, İmam-ı Gazali’nin ifadesiyle, kulları Cebbâr-ı a’lâ Subhanehu ve Teâlâ’ya davettir. “...Kur’ân’da olan da şu üç kısımdan birinin dahilindedir: Allah’ın zatının marifetine ve Onu takdisine veya sıfatlarının ve isimlerinin marifetine veya fiillerinin ve kullarının arasında cari olan sünnetinin marifetine irşattır.” 29

    Nursî başka eserlerinde aynı maksadı şöyle ifade eder: “Kur’ân tümüyle kalplere kuvvet ve gıdadır.” 30 Yani, kalpler ancak Allah-u Teâlâ’nın ve Rububiyetinin şuunatının marifeti ile hayat bulur.

    Bilgisi ve eğitim seviyesi ne olursa olsun, kâinatın var edilmesinin esasi olan bu küllî hedef, her insan tarafından bilinmeye lâyıktır. Bu nedenle, Nursî’ye göre, Kur’ân-ı Hakim’in en önemli hedefi, insanların çoğunluğunu temsil eden halkın irşadıdır. Çünkü havas, avamın mesleğinden istifade edebilir, 31 fakat aksi mümkün değildir.

    Nursî, böylece, Kur’ân’ın indirilmesinin en büyük maksadının, insanların hidayete ulaşmasını sağlamak olduğunu savunur. Onların hidayeti ise, Allah’ü Teâlâ’yı, esması, sıfatları, ef’âli ve mahlukat âleminde cari olan sünnetleri ile birlikte tanımakla olur. Bu maksat, beşerin umumuna hitap eden imanî vahdeti oluşturur ve beşerî aklın kendi acizliğini görmeyip haddini aşmak suretiyle düştüğü çelişkiyi giderir. Her varlık, her eser, her olay ve her .. bu küllî maksadın ışığında anlaşılması gerekir. Bu ise, Müslüman’ın tasavvurunu üzerine kurduğu itikadını temelinden tesis etme ameliyesidir; Müslüman’ın dağılmış fikrini ve vicdanını, ruhunu ve tavrını toparlamasıdır. Bu ameliye aynı zamanda Müslamanı, kâinatı ve içindekileri algılamasında bir parçalanma hatasına düşmesinden kurtarır.

    İkinci Konu: Kur’ân-ı Kerim’in Dört Esas Maksadı

    Kur’ân’ın küllî maksadını böylece kararlaştırdıktan sonra Nursî, Makasıd-ı Kur’ân’ın esaslarını veya dört aslî unsurunu şöyle sıralar: Tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet. Bazen de Nursî, bu esasların ve aslî unsurların Kur’ân’ın her vechinde bulunduğunu ifade eder. 32 Bu dört maksat, aslında, küllî maksadın içinde özetlenen doğru tasavvuru beyanın ve müstakim amelin daha tafsilli bir şekilde açıklamasıdır. Nursî’nin ifadesinden anlaşılıyor ki, bu maksatlardan ilk defa kendisi bahsetmiyor. Ehl-i dikkat diye tanımladığı ulema kendisinden önce bunları tespit etmişti. Nursî şöyle der: “Ehl-i dikkatin malumudur ki, Makasıd-ı Kur’âniyenin fezlekesi dörttür...” 33 Bu cümlesinde Gazalî ve Razi’yi kastettiği açıktır.

    Bu dört maksadın marifetine götüren yolun fıtrat yolu olduğunu, çünkü hiçbir insanın kendine şu gelecek fıtrî soruları sormadan edemediğini söyler Nursî: Şu harika yaratıklar nereden geliyorlar? nereye gidiyorlar? bu dünyada işleri nedir? Şu kâinat kimin emir ve yönetimi altında çalışıyor? Diğer büyük peygamberler gibi Muhammed (s.a.v.) de bu soruların her birine ayrı ayrı detaylı cevap verir. Varlık âleminin sırrını ve hikmetini, peygamberlerin gönderiliş nedenini, taşıdıkları emaneti, haşirden sonra ebedî saadete yapılan yolculuğun maksadını açıklar. 34

    Nursî, daha önce gelen peygamberlerin bu imanî maksatları mücmel bırakmasına karşı, Kur’ân-ı Kerim’in ve Muhammed el-Emîn’în kasden tafsil ettiklerini ifade eder. Bu icmal ve tafsil farklılığının hikmeti şudur: Berzahlar ortaya girer; kabiliyetler farklıdır; küllî ve cüz’î, zillî ve aslî tezahürlerde tecellî eden esmanın renkleri tenevvü eder. 35 Sonuç itibariyle, en mükemmel beyan Kur’ân’da ve Kur’ân’ın üzerine indirildiği zâtta tezahür eder. Kur’ân’ın beyanı saftır, hicapsız ve engelsizdir; ondan faydalanmak bulutsuz havada güneşin ışığından faydalanmak gibidir. Mutasavvıfların velayet mesleğinde ve filozofların akıl mesleğinde ise berzahlar ve engeller bulunur. Onların durumu, güneş ışığından doğrudan değil de, onu yansıtan ay aracılığıyla faydalananların durumuna benzer. Bu benzetmede Nursî’nin kastı, Müsebbib’ül-Esbab olan Allah’tan gafil olmaları nedeniyle sebeplerde nur tevehhüm edenlerin anlayışını reddetmektir.

    1. Tevhid veya Vahdaniyet

    Fıtratı ve vicdanı teslime mecbur eden aklî ve mantıkî esaslara dayanarak, Nursî, bu maksadı aşağıda sıralanan noktalar açısından ele aldı. 36

    - Kainattaki her zerre Allah (sübhanehu ve Teâlâ) nın varlığına şahadet eder. Bu durum ise, insanı kâinatın sayfalarını dikkatlice düşünmeye bir dâvettir:

    - merifetullah, hayatın değişikliklerine, tehlikelerine, musibetlerine ve birbiri ardı sıra gelen talihsizliklerine karşı insanın tek istinat noktasıdır. Eğer insan, her şeyi hikmetle bir nizam içerisinde tanzim eden Yaratıcıya iman etmeyip, eşyayı kör tesadüflerin sonucunda oluşmuş diye telâkki ederse ve hadiseler karşısında dilediği gibi direnemeyen incecik gücüne güvenirse dehşet ve korkuya düşmekten kendini alıkoyamaz. Etrafını seran beliyyelerin ağırlığı altında ezilir. Bu durum ise mükerrem olan insan ruhunun kemaline uygun düşmez. Çünkü bu durumdaki insan zillet ve rezalete düşerek kâinatın her yerinde hâkim olan mükemmel nizam ile bağdaşmayacak bir hale maruz kalır:

    Evet, marifetullahtan başka bir sığınak yoktur!

    Kur’ân-ı Kerim’in Allah (Sübhanehu ve Teâlâ)yı tanıtmadaki usûlü, filozofların, sofilerin veya Kelâm ulemasının takip ettikleri usûlden farklıdır. Gerek istikamette ve gerekse kapsamlılığında hiçbir yol ona denk olamaz. Kur’ân’ın mesleği, en kısa, en vâzıh, Allah’a en çok yaklaştıran ve insan için en kapsamlı olanıdır. Aşağıdaki delillerde Kur’ânî yolu bulmak mümkündür:

    1. İnayet delili ki, kâinatın nizam-ı ekmelinde maslahatlara ve hikmete riayettir. Bu ise, Sanii kast ve hikmetini ispat ve tesadüf mesleğini ortadan kaldırır.

    2. İhtira delili ki, özet olarak, Allah, her ferde, her nev’e öyle hususî bir vücut vermiş ki, o ferde ve o nev’e has olan hususiyetlerini aynen koruyacak ve onların istidatlarına ve kemâline en münasip düşecek şekildedir. Hiçbir nevi müteselsil-i ezelî değildir. Çünkü mümkündür. Hem de bir kısmının hâdis, yani yok iken sonradan var edildiğini müşahede ederiz. Diğer bir kısmını ise akıl, hikmet nazariyle görür. Sâni-i Celîl her şeyde imkan ve hudûs mührünü vurmuştur, zirâ, madde ezelî değildir. Bu delilin tafsilini Kur’ân’da bulmak mümkündür.

    Tabiat aslında, yaratılışa hâkim olan İlâhî Şeriattır ki bu şeriat, âlem-i şahadet olarak adlandırılan şu yaratılışı âleminin azalarından ve eczalarından sudur eden fiiller arasında ince bir nizam yerleştirir. Tabiat denilen bu fıtrî şeriat, İlâhî bir matbaadır, denilebilir. Tabiat, kâinatta carî olan itibari kanunların hülâsası ve muhassalasıdır. İnsan, Allah’ın yarattığı eserlere baktığı zaman, mümkinât yönüyle değil, Yaratıcıları olan Vâcib’ül-Vücudun mükemmel, muhkem ve eserleriyle düşünen zişuurları hayretler içinde bırakan kudretini gösteren yönüyle bakmalı. Akıl, Allah’ın âlemdeki sanatından daha dakîk, daha acîp ve daha garip bir şey tasavvur edemez. Nasıl Kur’ân’ın âyetleri birbirlerini tefsir eder, öyle de âlem kitabının satırları da arkasındaki itkan ve hikmeti tefsir ederler.

    Allah (Sübhanehu ve Teâlâ) yarattığı mahlukattan munfasıldır, onlardan ayrı, bağımsız, yaratık cinsinden olmayan bir Vâcib’ül-Vücuddur. Vahdet’ül-Vücudu savunan ehl-i tasavvufun ve ehl-i felsefenin şatıhun kısmının iddia ettiği gibi değildir.

    Nursî, 37 ayetinin tazammum ettiği “delil’üt-Temânü” şahadetin kullanır. Kâinatta hâkim olan ince, mükemmel nizam, Sâni-i Celîl’in vahdaniyetini gösteren en güçlü delildir. Allah (Sübhanehu ve Teâlâ) her türlü noksandan münezzehtir. Çünkü noksanlar maddenin mahiyeti itibariyle adem-i istidadından doğar. Allah-u Teâlâ ise maddeden mücerred ve münezzehtir vs.

    2. Nübüvvet ve Risalet 38

    Nursî, nübüvvetten ve Peygamber Muhammed (s.a.v.) den, Sani-i Celîl’in en sâdık şahidi, en açık burhanı ve en kat’i hücceti diye tavsif ederek bahseder. Allah’ın fiillerinde abes olmadığını ve insanların bir mürşide muhtaç olduklarını göstererek, Nursî, insanlıkta nübüvvetin kesinlikle gerekli olduğunu beyan eder. Bu ihtiyacı üç ayrı açıdan delillendirir:

    Birincisi: İnsan, aczini sanatında kusurunu ve vehimlerin saldırılarına karşı sevk-i insaniyetin yetersizliğini bilir. Sevkü’l-insaniyet ve meyl-i tabiînin adem-i kifayeti ve nazarın kusuru ve tarik-i akıldaki evhamın ihtilâtı, nasıl nev-i beşeri eşedd-i ihtiyaçla bir mürşid ve muallime muhtaç eder. O mürşid, peygamberdir. Beşerî kanun, insanın hayatını tanzim etmek ve istidat meyvesinin tohumunu büyütmek için kâfi gelmediğinden, peygamber Muhammed ile gönderilen ve kıyamete kadar canlı kalacak ilâhî şeriat gereklidir.

    İkincisi: Gayr-i mütenahi olan beşerin istidadına, sınırlanamayan emellerine ve isteklerine, gayr-i mazbut olan tasavvurat ve efkârına ve gayr-i mahdut olan kuvve-i şeheviye ve gazabiyesine karşı insanın şu dünyadan razi olmaması, ebedî saadet için yaratıldığını gösterir. Bu dünyaya mahsus istenmeyen haller ve huzursuzluklar insanın kemalâtına uygun düşmez. İnsan daha rahat ve zahmetsiz bir hayata muhtaçtır. Gerçekten insan, ancak cismanî haşrin sedefinde gizlenmiş olan ebedî saadetle tatmin olur.

    Üçüncüsü: İnsanın itidâl-i mizacı, letâfet-i tab’ı ve ziynete olan meyli, yani insaniyete layık bir fıtrî yaşama arzusudur. bu ise ancak insanlar arasında adaletin tesisi ile gerçekleşir. Hiçbir insanın aklı bütün şartları göz önüne alarak her zaman her yerde geçerli bir adaleti tesise yeterli olmadığından, nübüvvete ihtiyaç beşeriyet için mutlak bir zarurettir.

    “Meleke-i marifet-i hukuk” veya “meleke-i riayet-i hukuk” denilen şey, şeriat-ı İlâhiye yerine ikame etmek için dinsizlerin bir uydurması ve şeriattan istiğnalarıdır ve batıl bir tevehhümdür. Evet, nasıl ki insan, nevâmis-i hikmet, desatir-i hükümetten müstağni değildir. Öyle de vicdana hakim olan kavanin-i şeriata ve fazilete esedd-i ihtiyaçla muhtaçtır. İnsan kendi yetenekleriyle ve melekeleriyle hikmet, iffet ve şecaat kuvvelerini korumaktan acizdir. Bunun için insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessir ve nâfiz olan adalet-i İlâhiye terazisini elinde tutacak ve onu insanlara talim edecek bir nebiye muhtaçtır.

    Binlerce peygamberin, nübüvvetin varlığını ve zaruretini tekid eden mucizeleriyle beraber gönderilmeleri, inkârı mümkün olmayan bir gerçektir.

    “Muhakemat” adlı risalesinde Nursî, Muhammed (s.a.v.) in nübüvvetinin hak olduğunu aklî burhanlarla izah eder. Kitabın ilgili bölümünü Japonlar tarafından o zaman sorulan sorulara cevap vererek bitirir. Soru şöyledir: “Bizi kendisine iman etmeye çağırdığınız Allah’ın varlığına delâlet eden açık delil nedir? ” Cevap: Delil, Muhammed (s.a.v.) dir. Muhammed (s.a.v.), Allah’ın varlığının en güçlü delili ve en büyük hüccetidir. Çünkü Muhammed (s.a.v.) Allah’ı hiç şüphe götürmez bir şekilde tanıttı.

    Nursî, peygamberi Allah’ın varlığını delil olarak tekrar tekrar kullanır. Ondan başka konuyu bu şekilde ele alan başka bir kimse bilmiyorum. Aslında Kur’ân, nübüvvetin doğruluğuna delil olarak bilinir ve kullanılır. Peygamberin, Kur’ân’ın bütün hakikatlarına delil olarak gösterilmesiyle bizim alıştığımız düşünce tarzı alt üst olmaktadır! Herhalde, Nursî (rahimehullah) demek istiyor ki, peygamber kendi zatında, sıfatlarında ve kudretinde tesire ve tağyire sahip değildir. İçinde bulunduğu zamana ve geleceğe ait bütün ilimleri de bilemez ve kendini de ona göre hazırlayamaz. Fakat hayatında hep biliyor gibi bir davranış göründü ve kendinden emin hareket etti. Bu durumu, kendisine istinat ettiği Allah’u Teâlâ’nın varlığına delil olacak bir vaziyet gösterdi. Eğer Allah onunla beraber olmasaydı, onu destekleyip yardımını göndermeseydi, nasıl galip geleceğinden emin olarak bütün âleme meydan okuyabilirdi ki!!

    3. Cismanî Haşir 39

    Nursî, Kur'ân-ı Kerim’in beyanının ışığında aklî burhan ve delillerle ahiret hayatının ve haşrin zorunluluğunu ispat eder, aklen vuku bulabilirliğini açıklar. Toplum hayatının ancak haşre imanla ıslah edilebileceğini de gösterir. Bunlar için açık burhanlardan birisi de Allah’ın rasûlü Muhammed (s.a.v.) olduğunu vurgular. Nursî’nin kastettiği haşir, filozoflara ve benzerlerine karşı reddiye için özellikle üzerinde durduğu ve tekit ettiği cismanî haşirdir.

    Aşağıda izah edilen gerçeklere dayanarak cismanî haşrin olması gerektiği hususunda aklî deliller ileri sürer. Eğer kâinat ebedî saadeti sonuç vermeyecek olsaydı, kâinatın mükemmel nizamı aldatıcı, anlamsız ve çok perişan bir sûret alırdı. Çünkü nizamı nizam yapan ebedî saadettir. Ezeli inayetin misali olan İlâhî hikmet ebedi saadeti ilân eder. Öyle de, “menâfi-i azâ” ilmine göre, özellikle küçük bir âlem olan insan bedeninde müşahede edilen ‘fıtratta israf yoktur’ prensibi, insanın manevî istidatlarında, ümitlerinde, düşüncelerinde ve meyillerinde dahi israf olmadığına delalet eder. Demek insan ebedî saadete namzettir. bu saadet olmasaydı bütün maneviyat yok olup giderdi. Beden bu kadar önem verilirse, bu bedenin cevheri olan ruha verilen önem ne kadar olmalıdır! Bu ruh ile beden, haşir ile tekrar hayata döndürülecektir. Bunun şahidi, gece gündüz, mevsim mevsim misallerini gördüğümüz her çeşit mahlukatın tekrar tekrar ölümlerinden sonra hayata döndürülmeleridir. Bu diriltilmeler, insanın cismaniyetinin de bir gün tekrar diriltileceğine işaret ederler, gösterirler. daha doğrusu şahitlik yaparlar. Rahim ve Rahman olan Allah’ın rahmeti ise ebedî saadetin geleceğini müjdeler. Çünkü ebedî saadet, rahmeti rahmet ve nimeti nimet yapar; nikmete dönüşmesini önler. Kâinatı ayrılıkların inlemelerinden kurtarır. Eğer bir saadet ebedî olmazsa, o saadete vesile olan tüm nimetler işkence vesilesi haline gelir.

    Haşre delâlet eden delillerden birisi de Kur’ân’daki i’cazdır. 40

    Kur’ân’ın yaklaşık üçte biri ve kısa surelerin çoğunun başındaki ayetler, doğrudan doğruya haşre delâlet ederler. Yani, Kur’ân aynı hakikati binlerce ayet-i kerime ile sarahaten ve işareten haber verir ve açık ve parlak bir şekilde ispat eder. Haşir bahsi ile başlayan yaklaşık kırk sure vardır. Bütün bu ayetler ve sureler, kâinatta gözlemlenen hadiselerdeki tezahürleri ve özellikle bahar mevsiminde olduğu gibi gözümüz önünde cereyan eden tüm değişiklikleri haşre delâlet eden şahitler olarak kullanır. Durum böyle iken haşri inkâr etmek muhal değil midir? 41

    4. Adalet 42

    Muhammed Reşid Rıza, İbn Âşur ve Alâl el-Fasî gibi bazı ulema bu maksada işaret ettiler. Bazıları, muamelatta mükelleflerin tasarrufatını ve görevlerini yerine getirirken onların davranışların kontrol altına alan esas faktörün adalet olduğunu söylediler. 43

    Bu ulema adalete, mükellef kişi ile şeriatın emrettiği ameller arasındaki münasebeti düzenlemesi yönüyle baktılar. Şeyh Reşid için adalet, medenî ve ceza hukuku açısından İslâm hukukuna tabi olanlar arasındaki eşitliği ifade eder: mümin ve kâfir, sâlih ve fâcir, sultan ve tebca, zengin ve fakir, güçlü ve zayıf. 44 Nursî’nin nazarında ise adalet, Kur’ân’ın hakikatlarından ve İslâmın temel düsturlarından biridir. İnsanın gerek kişisel hayatının ve gerekse sosyal hayatının her alanında kök salmıştır. Kâinatın ahkâmı ve kanunlarıyla mürtebittir. Aynı zamanda ahiret hayatını ve haşri iktiza eden İslâm hakikatlarından biridir. Mevcudat etrafında dönen ve kâinatta câri olan ilâhî bir sünnettir. 45

    Nursî, adalet maksadının önemini vurgulamak için İmam Azam Ebu Hanife’nin Allah’ü Teâlâ’nın ism-i âzamı olarak Adl ve Hakem isimlerini benimsediğini nakleder. 46

    Adalet maksadının hangi nedenlerden dolayı Makasıd-ı Kur’ân’a dahil edildiği hususunda ulemanın düşünceleri farklılık arz eder. Mütefekkir Üstad Bediüzzaman Nursî niçin adalet üzerinde ısrarla durduğunu açık bir şekilde dile getirir: Dinsiz sistemler altında insanların hayatlarında zulmün hakim olmasının ve toplumda fesat ve ahlâk bozukluğunun yaygınlaşmasının sebebi, kâinatın intizamının esası olan adaletin bulunmamasıdır. Öyle görünüyor ki, Jön Türkler zamanındaki zulmün hakimiyeti Nursî’yi adalet üzerine yoğunlaşmaya sevk etti. Nursî’nin nazarında devletin esası adalet, şûra ve kuvveti kanuna hasr etmekten ibarettir. 47 Genellikle olması gerekenin tam tersinin vâki olduğunu tespit eden Nursî, zulüm başına adalet şapkasını geçirerek hakimiyetini sürdürdüğünü söyler. 48

    Ancak çağdaş medeniyetin dağılmasıyla, İslâm ve şeriatın insanlığı davet ettiği medeniyetin inkişaf edeceğini savunur Nursî. İslâm medeniyeti hakka istinat eder. Hakkın şe'ni ise adalet ve kuvvettir. 49

    Nursî, insana, duygularına, ümitlerine, isteklerine ve İslâmî ahlâkına hayat veren adalet ve hürriyet şuurundan hasıl olan psikolojik etkiyi de görmemezlikten gelmez. 50 Bu şuur, insana, yitirdiği itibarını İslâm medeniyetinin hakimiyeti altında geri kazandırır. İnsanın insaniyetinin ve haysiyetinin gerçekleşmesi adalettir. Adalet, öyle câmi bir Kur’ânî maksattır ki, etkisi sadece insanın hayatını tanzim ile sınırlı kalmaz, kâinata ve varlığa hakim olan nizamı bir bütün halinde korumayı da kapsar.

    İnsan hayatının hakikatına binaen Kur’ânî adalet-i mahza bir masumun kanını haksız yere dökmez; tüm insanlara karşılık da olsa bir insanın hayatını mahvetmez. Nasıl ki kudret nazarında ikisi, yani, bir tek insanın hayatı ile bütün insanların hayatı eşittir, öyle de, adalet nazarında dahi eşittirler. Fakat insanda hırs ve enaniyet hakim olursa, insan, hırsını tatmin etmeye engel olan her şeyi mahv etmek ister, hatta gücü yeterse âlemi ve nev-i beşeri yok eder. 51 Modern materyalist medeniyette açıkça görüldüğü gibi.

    Nursî’nin nazarında adaletin yerini milliyetçilik ve ırkçılık ile doldurmak için çalışmaya gerek yoktur. Çünkü milliyetçilik ve ırkçılık zulüm esaslarına dayanır; adalete tâbi olmadıkları gibi hakka da muvafık değildirler. 52

    Sırat-ı müstakim, Nursî’ye göre hikmetin, iffetin ve şecaatin özeti olan adalettir. Hikmet, iffet ve şecaat ise üç kuvvenin üç mertebesinin vasat olanıdırlar: menfaatleri cezbeden hayvanî kuvvelerin vasatı, iffet; zararları defeden kuvve-i gazabiyenin vasatı, şecaat; menfaat ile zararı ayırt eden akli melekenin vasatı, hikmettir. 53

    Nursî, adaleti diğer üç maksadın tamamlayıcısı veya neticeleri olarak ele alır. Ona göre, adalet Rububiyetin esasıdır ve hakiki adalet Cehennemin varlığını gerektirir. Çünkü binlerce masumun hakkına tecavüz eden bir zâlimi cezalandırmak mazlumlar adedince rahmettir. 54 Allah, Cenneti ve Cehennemi, Sıratı ve mizanı, Rububiyetin en önemli esasları olan adaletin, hikmetin ve rahmetin tecelli edip gerçekleşmesi için yarattı. 55

    Nursî, adaleti ayrıca peygamberlerin ve özellikle son peygamberin gönderilmesiyle ilgili olarak da ele alır. Kainatta adalet, hikmet ve inayetle câri olan Allah’ın sünnetlerinde görünen Rahmanî fiiller, Allah’ın Muhammed (s.a.v.)’e Kur’ân-ı Mu’ciz’ül-Beyanı göndermesi gerektiğine şahitlik ederler. 56

    Nursî’ye göre, kıyamet gününe kadar zamana ve beşerin fıtratına hakim olacak, kâinatta tecelli eden ezelî adaleti yansıtan ve insaniyet-i kübra olan “İslâmiyet hakikatı”dır: 57

    Nursî’nin bu Kur’ânî maksada bakışı oldukça kapsamlıdır. Gerçekten, adaletin etkisi her imanî akidede açıkça görünür. Kâinatın nizamında, kanunlarında ve sünnetlerinde tamamen tecelli eder. Şurası bir gerçektir ki, kâinatta her şey hikmet ve adalet ile kâimdir. Kader tamamen adalettir ve içinde adalete muhalif hiçbir şey yoktur, 58 kıtlık ve açlık gibi istenmeyen haller görülse dahi. 59Dine saldıranlar, medeniyet adı altında insanlığı vahşet ve cehalet devrine geri götürmek isterler. İnsanlığın rahatını, adaletini ve selâmetini bozan da budur. 60

    Nursî, “Adl” isminin, Allah’ın ism-i âzamının bir tecellisi olduğunu söyler. Hayatın devam etmesi için gerekli olan nizama tevazünün (dengenin) hâkim olmasından anlaşılıyor ki, Allah’ın Adl isminin tecellisinin bir tezahürü de tevâzündür. İnsanların keşfettikleri bilimler dahi o eşsiz nizamın bir tercümesi ve o hârika tevazünün bir ifadesidirler. Gezegenlerin intizamlarında ve onlar ile beraber fezada yüzen dünya gemisinin hareketinde görünen hârika muvazene, bitkilerin halleri, hayatları ve dört yüz binden fazla olan nevileri, her canlı varlığın cisminde görünen insicam, âhenk ve dakik muvazene... bunların hepsi Allah-u Subhanehu’nun “Adl, Kadir, Rahîm, Hakîm...” olduğuna delâlet ederler. Eğer insanlar ve cinler, varlık âleminin nizamına hâkim olan bu umumi tevâzünü dikkatle inceleseler, haşir gününde amellerinin İlâhî adaletin terazisiyle mutlaka tartılacağını idrak ederler. Bütün mahlukatta hükmünü icra eden tevazün, insanların amellerinin de adalet mizanından geçmesini gerekli kılar. 61

    Nursî, meselâ namazı, İlâhî adalet kanununa itaatin tesisi, Rabbanî nizama imtisal, Sani’in azametinin tasavvurunun kalplerde idamesi ve akılların o azamete teveccüh etmesi olarak görür. 62 Bu adalet, insana yüksek mânâları kazandıran bir adalettir.

    Ayrıca Nursî, mutlak cömertliğin ve sınırsız rızkın hikmete ve adalete münafi olmadığını söyler. 63 Allah-ü Teâlâ kendi fazlından kullarına istediğini, istediği gibi, istediği zaman verebilir. Çünkü O, Âdildir, Hakîmdir; irade ettiği her fiilde bir adalet, bir hikmet vardır:

    Üstad Bediüzzaman Nursî’nin dediği gibi, Makasıd-ı Kur’ânın tümü bu dört kutup etrafında döner. 64

    Üçüncü Konu: Kur’ânî Surelerin Maksatları

    Surelerin maksatları, çok uzun zamandan beri ulemanın ele aldığı bir konudur. Örnek olarak şu isimler zikredilebilir: İmam Fahreddin Razi, “Mefatih’ül-Gayb” adlı tefsirinde, İmam Şâtibi “el-Muvafakât”ında bu konudan bahsederler. İmam Burhanuddin el-Beka’î (ölümü; Hicri 885) “Mesaid’ül-Nazari fi’l-İşrâfi alâ Makasıd-ı Suver” adlı kitabında açık bir şekilde surelerin maksatlarını çalıştı. “Nazm’ül-durer fi Tenasubi’il-Âyâti ve’s-Suver” adlı kıymetli tefsirinde ise surelerin genel olarak konularını ve temel maksatlarını açıkladı.

    Çağdaş ulemadan da surelerin maksatları konusuna önem verenler oldu. Meselâ, Muallim Abdulhamid el-Ferahî, “Delâil’ül-Nizam “adlı kitabında, Üstad Seyyid Kutub da, “Fi Zilâl’ül-Kur’an” adlı tefsirinde konuyu ele aldı. Üstad Nursî, Kur’ânî surelerin maksatlarından ilk bahseden olmadığı halde, göreceğimiz gibi konuya çok katkılarda bulundu.

    Kur’ânî surelerin, hatta Kur’ânî ayetlerin anlaşılmasında Nursî’nin takip ettiği metot, başlı başına bir araştırma konusudur. Onun metodu, Kur’ân-ı Kerimin tefsir usulünün esaslarını içerir. Çünkü Nursî, ayeti ve unsurlarını, sureyi ve nazmını tüm maksatları ile beraber ele alır. Hatta her bir ayetteki maksadı dahi göz önüne alarak sureyi tefsir eder.

    Her şeyden önce Nursî, Kur’ân’ın her bir suresinin müstakil bir Kur’ân hükmünde olduğunu kararlaştırır. Bu kararının hikmetini şöyle açıklar: Kur’ân herkese hitap eder, herkese deva ve şifadır. Fakat herkes her zaman Kur’ân’ı tamamıyla okuyamadığı için, Hakîm ve Rahîm olan Allah Kur’ânî maksatların neredeyse tümünü, çoğu surelerin içinde dercetmiştir. Özellikle uzun surelerin her biri küçük bir Kur’ân hükmündedir. Böylece Kur’ân’dan faydalanmak kolaylaştırılmış olur. İnsanları teşvik için Kur’ân diyor ki: “And olsun ki düşünülmesi, anlaşılması ve ezberlenmesi için Biz Kur’ân’ı kolaylaştırdık. Fakat düşünüp ibret alan nerede?” (Kamer; 54:17) 65

    Nursî’ye göre bu özellik Kur’ân’daki tekrarın sebeplerinden ve hükmündendir.

    Dolayısıyla, Nursî’de birinci kaziye, Kur’ânî hitabın umumiyeti, yani beşerî tüm fertlerine muhatap olmasıdır. Kur’ân, insana en kısa yoldan ve onun kalbine en yakın üslûp ile hitap eder ve böylece mesajını en kapsamlı bir şekilde ulaştırır. Bunun için Kur’ân, maksatlarının zikredilmesini bütün surelere yayarak geneller.

    İkinci kaziye ise, insanların kelâm, anlama ve mânâlarını tefekkür edebilme, kapsamını ve maksatlarını idrak edebilme kapasiteleri aynı seviyede değildir. Bundan dolayı her sure Kur’ân-ı Kerim’in genel maksatlarını içerir. Böylece sadece bir sureyi okuyabilen kişi Kur’ân’ın gönderiliş amacından mahrum kalmamış olur. Çünkü mükelleflerin arasında ümmiler ve zeki olmayanlar veya ancak kısa birkaç sure okuyabilenler de vardır. “İ’caz-ı Kur’ân onları da tam sevap kazanmaktan mahrum etmemek için, bu nükte-i İ’caziyeyi takip ederek, bir sureyi tam Kur’ân hükmünde kılmıştır.” 66

    Nursî’nin beyan ettiği bir başka kaziye de şöyledir: Bir tek sure, kâinatın tümünü içeren Kur’ân’ın muhit denizi içinde barındırır. Bir tek ayet, o surenin hazinesini içine alır. Çoğu ayetlerin her birisi birer küçük sure, çoğu surelerin her birisi birer küçük Kur’ân’dır... 67 Kimsenin Kur’ân’dan mahrum kalmaması için her bir sure küçük bir Kur’ân hükmüne geçer. 68

    Demek ki, Kur’ân’ın her bir suresinde insanı bağlayan cevherî bir kaziye ve merkezî bir nokta vardır ki bu da dört Makasıd-ı Kur’ân’ı içinde toplayan Kur’ânın hedefinin odak noktasıdır. Bu husus uzun surelerde açıkça, kısa surelerde ise kısmen görünür. Nursî’ye göre, Kur’ân’ı okuyan kişi, nazarını bu odak noktasına hasretmesi gerekir. Bu nokta kişiyi Allah-ü Teâlâ’ya bağlar, nübüvvete imanına bağlar, cismanî haşre ve hesaba olan itikadına bağlar ve tasavvurunda varlık âlemini intizama sokan mutlak adaletin düsturlarını kararlaştırır.

    Her bir sure küçük bir Kur’ân hükmünde olduğuna göre, Nursî, Kur’ân surelerinin tefsirinin Kur’ânî maksatların gerçekleştirilmesini hedefleyerek yapılması gerektiğini savunur. Böyle bir tefsir, temelden tesis edilen doğru tasavvurun müminin kalbinde, yakîninde, vicdanında ve davranışlarında hazır olmasına yardım etmiş olur. bunun sonucunda ise, mümin hem sözünde hem amelinde istikamete kavuşur. Tefsirin Kur’ânî maksatların gerçekleştirilmesini hedefleyerek yapılmasını savunan Nursî, tefsir ameliyesinin parçalanmasını ve farklı farklı yaklaşımlara girip Makasıd-ı Kur’ân’ın gayelerinden uzaklaşılmasına engel olmak ister.

    Bazı surelerin maksatları üzerine yapmış olduğu örnek çalışmaları gözden geçirmek suretiyle Nursî’nin nasıl bir vazife üstlendiğini anlayabiliriz. Meselâ, Amme (Nebe’) Suresinin maksadından bahsederken Nursî der ki: “Sure-i Amme’ye dikkat edilse, öyle bir Üslûb-u bedî ile ahireti, haşri, Cennet ve Cehennemin ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki ef’âl-i İlâhiyeyi, âsâr-ı Rabbaniyeyi o ahvâl-i uhreviyeye birer birer bakar, ispat eder gibi kalbi ikna eder.” 69 Mademki bu surede dört Makasıd-ı Kur’ân’dan biri olan haşir maksadını beyan hedeflenmiştir. Öyleyse, müfessirin tefsirinde dikkat etmesi gereken ilk mesele bu olmalıdır. Şu dünyadaki ef’âl-i İlâhiyeden bahseden ayetler haşre delil olarak tefsir edilmelidir. Aynı zamanda okuyucunun da dikkat etmesi gereken birinci mesele budur.

    Diğer bir misal olarak Nursî, İnşikak Suresinde gök ve zeminin, Cenâb-ı Hakk’ın emrine inkıyat ve itaat derecelerinin beyanı hedeflendiğini tespit eder. İkisi de emr-i İlâhîye itaat etme istidadı ile yaratılmışlardır. 70 Bu surenin konusu ve maksadı: Emir ve nehiy ancak O’nun elinde olan, mülkte tasarruf sahibi olan ve tüm mahlukât ve âlemler O’na itaat eden Allah’ü Teâlâ’nın Vahdaniyetini göstermektir.

    Bu anlayış ile Nursî, Kur’ânî surelerin tefsiri ameliyesinin nereden başlaması gerektiğini tespit eder. Dolayısıyla surenin câmi maksadının, cevheri kaziyesinin ve temel hedefinin ışığında o surenin tefsirinin nasıl yapılacağını da göstermiş olur. Bu da, Kur’ân-ı Kerimin objektif tefsirinde önemli bir kaidedir. Bu kaideye riayet etmek ile müfessir, Kur’ânî surenin esas maksadından uzak olan cüz’î meselelerde ayrıntılara girmekle ve detaylı malumatlarla uğraşıp konuyu dağıtmakla, Kur’ân’ın küllî maksatlarından uzaklaşarak, insanı hidayete sevk etmek gibi çok önemli bir hedefi saptırmaktan kurtulur.

    Dördüncü Konu: Kur’ânî Ayetlerin Maksatları

    Nursî’nin nazarında Kur’ân’ın her bir ayeti, Makasıd-ı Kur’ân’ın odak noktasıdır veya tüm Kur’ânî maksatların kendisinde odaklaştığı toplayıcı bir mercektir. Yani, her bir ayet, Maksadı-ı Kur’ân’ın bir çekirdeği veya bir tohumu hükmündedir. Nursî, Kur’ânî maksatların tümü her bir surede ve hatta her bir ayette açıkça göründüğünü vurgular ve der ki: “O dört maksat her surede ve her ayette tecelli eder.” 71

    Bununla beraber, “Kelâmların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan belagatın esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak için etrafından süzülen sular gibi, beliğ kelâmlarda da zikredilen kelimelerin, kayıtların, heyetlerin tamamen o kelâmın takip ettiği esas maksada nâzır olmakla onun takviyesine hizmet etmeleridir. 72 Şu şiir, lisan-ı halleriyle temessül ediyorlar:

    “İbarelerimiz ayrı ayrı ise de hüsnün birdir.

    Hepsi de o hüsne işaret ediyorlar.”

    Bu şekilde Nursî, bir ayette bulunan her bir kelimenin bulunduğu yerde o ayetin esas masadına nasıl işaret ettiğini örneklerle açıklar. Ayetin esas maksadı ise, her halde dört Makasıd-ı Kur’ân’dan birisine ya sarahaten ya işareten veya remzen taalluk eder. Risale-i Nur’da bunun örnekleri çoktur.

    Ayetler ile ayetlerin maksatları arasında bir tecavübun bulunmasına mani sebepler bulunmasına rağmen, bir ayet ile onun maksatları arasında ulvî bir tecavüp tecelli eder. 73

    Nursî, dört Makasıd-ı Kur’ân’ın her ayette, hatta Kelâm-ı İlâhînin her bir cümlesinde tecelli ettiğini gösterir... “Bismillahirrahmanirrahim ”i maksatlara delâlet etmesi yönüyle örnek olarak tahlil eder. “Bismillah” içindeki mukadder olan “de ki” vasıtasıyla kulları talim eder. "Kul" kelimesi ise, Kur’ân’ın çok yerinde mukadderdir. Binaenaleyh, şu mukadder olan "Kul" emri, risalet ve nübüvvete işarettir. “Bismillah” ulûhiyete işaret eder. "Be"nin takdiminde ise tevhide imadır. “Rahman”, nizam, ihsan ve adalete, “Rahim” de haşre delalet eder. 74

    Öyle de, “Elhamdülilahi rabbi’l-âlemîn”deki “Elhamdülilah” ulûhiyete, içindeki “Lam” tahsisi ifade ettiğinden tevhide işarettir. “rabbi’l-âlemîn” adaletle nübüvvete remizdir. Çünkü terbiye, rasuller vasıtasıyla olur. sarahaten haşir ve kıyamete delâlet eder. 75

    “Ve lein messethüm nefhatün min azâbi Ribbike” (Enbiya, 21:46) ayet-i kerimesi nazar-ı dikkate alınırsa görülür ki, Nursî’nin dediği gibi, bu ayetteki esas maksat, az bir azapla çok korkutmaktır. “messe” kelimesi, azabın şedid olmadığına işarettir. “nefhatün” sığasıyla ve tenviniyle azabın ehemmiyetsizliğine imadır. Öyle de tebyizi ifade eden “min” ve şiddeti gösteren “nekâl” kelimesi yerine, hiffeti ifade eden “azâb” kelimesi ve “rab” kelimesinden ima edilen şefkat, hepsi azabın azlığı ve ehemmiyetsizliğine işaret ederler. Bunun gibi kıyas et! Her kelime kendi açısından maksadı takviye ediyor. Diğer ayetleri bu ayetle kıyas et. 76 Yani, ayetin her azası ve her kelimesi bir başka açıdan az bir azap ile çok korkutma maksadını takviye ediyor. Hakikaten, her harfi bir görev, her hareket bir gaye taşıyor. Allah-ü Teâlâ’nın vahdaniyeti bu ayetin esas maksadıdır ve bu maksadın etkisi her azasında ve kelimesinde açıkça görünür.

    Bir ayetin her bir kelimesinin o ayetin esas maksadını, ayetin maksadının da Kur’ân’ın kûllî maksadını takviye ettiği, yani her surenin dört Makasıd-ı Kur’ân’ı kapsadığı iddiası biraz tekellüf içerir gibi görünebileceğinden, Nursî böyle bir zannı izale etmek için iki noktaya dikkati çeker:

    Birinci Nokta: Surelerin çoğunda Kur’ân’ın dört maksadı bütün ayetlerinde aynı şekilde yayılmamıştır. Çoğu surelerde bir tek maksat bizzat kastedilmiş, diğerleri istidraden zikredilmiştir. Bir tek ayette maksatlara işaret eden ahkâm ise zımnî ahkâmdır. Meselâ, besmeledeki ahkâm zımnîdir, sarih değil. Bundan dolayı maksatların ahkâmını beyan etmek için içtihat etmek gerekir.

    İkinci Nokta: Her ayette bir hüküm ve bir makam vardır veya değişik makamların beyanı kastedilmiştir. Her hüküm ve her makam, surenin ruhuyla ve esas maksadıyla hususi bir vecihten münasebetlidir. O hüküm ve makam da surenin maksadına bir delildir. 77

    Nursî’nin makasıt konusundaki çalışmaları, kendisinden önceki ulemanın çalışmaları arasında birinci ve önemli bir ayırım noktası teşkil eder. Kendisinden önceki ulema, Makasıd-ı Kur’ân’ı, Kur'ânın tümünün veya Mekkî surelerin ışığında tespit ettiler. Nursî ise, herr ayetin Makasıd-ı Kur’ân’ı kapsadığı görüşündedir. 78

    İkinci ayırım noktası şudur: Nursî, ayetleri tefsir ederken, maksatları açığa çıkarmak için gayret eder ve çalışmalarını o maksatlara bağlı olarak yapar. Allah’ın kitabını anlamak isteyen muhatap, Kur’ân’ın temel meselelerine ve kapsamlı maksatlarına bağlı kalır. Çünkü Nursî’nin nazarında Kur’ân, Coğrafya veya Kozmoğrafya kitabı veya yaratılış tarihini anlatan bir ders kitabı değildir. 79 Kur’ân’da bunların hepsi remiz ve işaret ile zikredilir. Nursî’ye göre Kur’ân, Sani-i Celîl Subhanehu ve Teâlâ’yı tanımayı öğretmek için nâzil olan bir kitaptır. diğer müfessirlerin çoğu ise, ayetlerle yakından veya uzaktan ilişkisi olan ve sayıları çok büyük rakamlara ulaşan meselelerle ve konularla meşgul oldular ve okuyucuları meşgul ettiler. Böylece, Müslüman aklı, bilgi yığınına dayanan kültürün çeşitli renkleriyle doldurdular.

    Kur’ân-ı Kerim’in tefsiri olan risale-i Nur, ayetlerin maksatlarını beyan etmeye ve onları bu maksatlar muvacehesinde anlamaya çalışır. Kur’ân’ı anlamada Nursî,, Makasıd-ı Kur’ân’ı esas alma yolunu izler. Tefsir kitaplarının çoğunda bu metodolojik esas gerçekleşmemiştir. Bu esası açıklayan örneklerden birisi, “Güneş de onlar için bir delildir ki, kensine tâyin edilmiş bir yer doğru akıp gider.” (Yasin, 36:38) ayetidir. Nursî, bu ayetteki ilâhî maksadın, kâinatın nizamına ve intizamına insanların dikkatini çekmek olduğunu gösterir. Bu maksat, “Hilkatte israf ve abes yoktur. Ve hikmet-i ezeliye, kısa ve müstakim yolu terk etmez. Uzun ve müteassif yolu ihtiyar etmez. Öyleyse, acaba istikrâ-i tammin mecaza karine olmasından ne mani tasavvur olunur ve neden câiz olmasın?” 80 hakikatından çıkıyor.

    Kur’ânî nassın delâleti ve hidayetine daima sadık kalmak için Nursî, Kur’ân’da zikredilen her meseleyi, her hükmü, Kur’ân’ın maksatları doğrultusunda bahseder. Makasıd-ı Kur’ân’ı göstermek için örnek olarak çalıştığı en vazıh yer, herhalde “fevâsıl’ül-âyât”tır ki, “fezlekeler” olarak da isimlendirilir. Bunlar cüz’i bir hadisenin arkasından gelir ve küllî düsturları kapsar. Geniş düşünmeyenler, bu fevâsili içinde geçtikleri ayetlerine bağlayan hiçbir münasebeti bulunmadığını vehmedebilirler. Fakat aynı yerde bilinçli ve ciddî bir araştırmacı, Kur’ân i’cazının bir tezahürünü görür. Nursî der ki: “Her biri birer küçük Kur’ân olan ekser uzun sure ve mutavassıtlarda ve çok sayfa ve makamlarda yalnız iki üç maksat değil, belki Kur’ân, mahiyeti hem bir kitab-ı zikir ve iman ve fikir, hem bir kitab-ı şeriat ve hikmet ve irşad gibi, çok kitapları ve ayrı ayrı dersleri tazammum ederek rububiyet-i İlâhîyenin her şeye ihatasını ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ı kebîrinin bir nevi kıraati olan Kur’ân, elbette her makamda, hattâ bazen bir sayfada çok maksatları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve iman hakikatlerinden ders verdiği haysiyetiyle, ömür makamda, zâhirce zayıf bir münasebetle başka bir ders açar ve o zayıf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler, o makama gayet mutabık olur, mertebe-i belâgatı yükselir.” 81

    Konu ile ilgili olarak Nursî şu ilâve açıklamada bulunur: “Kur’ân-ı Hakim, kâh olur, cüz’î bazı maksatları zikreder, sonra, o cüz’iyat vasıtasıyla küllî makamda zihinleri sevk etmek için, o cüz’î maksadı bir kaide-i küllîye hükmünde olan Esmâ-i Hüsnâ ile takrir ederek tespit eder, tahkik edip ispat eder.” Meselâ, “Kocası hakkında defalarca sana müracaat eden ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitti. Zâten Allah sizin konuşmalarınızı işitiyordu. Muhakkak ki Allah herşeyi hakkıyla işitir, herşeyi hakkıyla görür." (Mücadele, 58:1). Öyleyse “Muhakkak ki Allah herşeyi hakkıyla işitir, herşeyi hakkıyla görür.” cümlesi, kâinatın bir Rabbi olmasını gerektirir ve kâinata Rab olan ise İşiten ve Gören olması gerekir. 82

    Nursî, Kur’ân’ın her ayetinde bu maksatlardan bahseder. Böylece, müfessire, tefsir ameliyesini bu maksatların ışığında yürüteceğini gösterir. Bu anlayış aynı zamanda Müslümanı, hayatının en anlamlı maksadı olan Allah’ın (c.c.) marifetine ulaşması için daima canlı tutar.

    Nursî’nin Makasıd-ı Kur’ân konusuyla doğrudan ilişkili olarak ele aldığı bir başka nokta daha vardır ki, o da Kur’ânî kıssalardır. Nursî’ye göre, Kur’ân kıssalarındaki hedef ibret almaktır. Kur’ân ukad-ı hayatiye hükmünde ve makasıd-ı Kur’âniyeden bir maksadına münasip noktaları intihap ve rapt-ı maksada ittisal ettiriyor. Kıssa ve ibret zihinde ve üslûpta taânuk ve müsahebet edebilirler. 83

    Sonuç

    Gerek Makasıd-ı Kur’ân ve gerekse Makasıd-ı Şeria konusu, Allah’ın kitabını tefsirde veya ilmî ahkâmın istinbatında tefsir ve fıkıh ulemasının takip etmesi gereken metodolojik esasların apaçık ortaya konmasına yardımcı olduğu için, daha fazla araştırılması gerekir.

    Makasıd-ı Kur’ân konusunda ulemanın zikrettiklerinden çıkarttığımız ve bizim için faydalı olan sonuçları tescil edebiliriz. Allah’ın tevfikiyle derim ki:

    Evvelâ: Makasıd-ı Kur’ân konusu telif ve inceleme konuları gibi ulemanın dikkatini çekmediğinden, üzerinde ciddi araştırmalar yapılmadı. Ancak son yüzyıllarda Kur’ân ve tefsirle ilgili çalışmaların yanı sıra tebeî olarak ilgilendiler. Bunun sebebi, Müslüman ferdin davranış yönünü-ibadetler, muamelât ve cezalar... gibi ele alan Makasıd-ı Şeria konusuna önem verip, Makasıd-ı Kur’ân’ın ihmal edilmesidir. Bu konuda telif yapılmamış olmasının sebebi ulemanın bundan habersiz olmaları değildi; her birisinin şuurunda Makasıd-ı Kur’ân mevcuttu. Bununla beraber, Makasıd-ı Şeria, Makasıd-ı Kur’ân’ın bir mütemmimidir.

    Saniyen: Bazen makasıd-ı Kur’ân, Kur’ân’ın tüm surelerini ve ayetlerini kapsamayacak şekilde ele alınıyordu. Ayrıca bu maksatlar, tefsir ameliyesinde nazar-ı itibare alınmadı ve Kur’ân-ı Kerim’i anlama metodunda bir kaide ve bir esas olarak değerlendirilmedi.

    Salisen: Buraya kadar ki yapmış olduğumuz tahlilin hulâsası şudur: Ulema, tevhidin Makasıd-ı Kur’ân’ın en büyüğü ve küllîsi olduğunda ittifak etmişlerdir. Ahireti ve haşri ikinci küllî maksat ve nübüvveti de üçüncü küllî maksat olarak tanımlamışlardır. Bu üç maksat hususunda ulema arasında ihtilaf yoktur. Aralarındaki fark, yalnızca ifade ve beyandaki üslûptadır. Bu maksatların tümünü, varlığı ve varlığın Yaratıcısını doğru tasavvurun açıklanması diyebileceğimiz daha büyük bir maksat altında toplayabiliriz.

    Makasıd-ı Kur’ân konusunda Nursî’nin düşüncelerini neticeler halinde şöyle sıralayabilirim:

    Evvelâ: Risale-i Nur’u araştırdıktan sonra, bu çalışma ile ulaşılan en temel sonuç şudur: Nursî’nin düşüncesinde, Makasıd-ı Kur’ân merkezi bir noktayı temsil eder ki, Allah (c.c.)’ın kitabında zikredilen her mesele, her kıssa, her hâdise, her soru... onun etrafında döner. Her araştırmacının ve müfessirin veya Kur’ân-ı Kerim hakkında fikir beyan edecek her kişinin başlaması gereken temel nokta-i nazarı Makasıd-ı Kur’ân oluşturur. Nursî, Makasıd-ı Kur’ân’a çoğu müfessirin veremediği önemi vermeyi başardı ve onu daima dikkate aldı.

    Saniyen: Nursî, kendinden önce gelen ulemanın kararlaştırdığı küllî maksatları-tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet-kabul eder. Buraya kadar yeni bir şey ilâve etmez. Fakat, doğrusunu söylemek gerekirse bu maksatları ilmî, aklî ve muknî bir üslûp ile ifade eder. Çağın söylemine uygun, yani, çağın insanlarının anladığı dil ve mantık ile, bu maksatların nasıl anlaşılması gerektiğini gösterir. Nursî’yi modern çağın mütekellimi olarak tarif eden Dr. Muhsin Abdulhamid, bu tanımlamasında gerçekten doğru söyler. Kur’ânî maksatları değerlendirirken onları yalnızca Kur'ân'a bakış metodu olarak sunmaz. Aynı zamanda bu maksatları kullanarak insanları Kur’ân’ın hakkaniyetine imana davet eder. Daha doğrusu , Kur’ân’ı tanıtan gayet mahkem ve muknî bir üslûp takip eder. Kur’ân’a itirazların fazlaca düşünülmeden yapıldığı bu çağda, Kur’ân’ın hakkaniyetini savunmada güçlü deliller ve zırhlar hazırlar. Nursî bu ifade tarzını, dinsizliği reddetmede, onun çirkinliklerini ve tutarsızlıklarını göstermede ve bilim adı altında dinsizliği yayan modern medeniyetin fesadını ortaya çıkarmada kullanır.

    Salisen: Nursî’nin makasıt hakkındaki düşüncesinde tutarlı bir şekilde örülmüş, dakik bir şekilde formüle edilmiş bir ilişkiler ağı vardır, o da, bu maksatların, hem Kur’ân’ın bütününde ve aynı zamanda her suresinde ve hatta her ayetinde buluşmalarıdır. Yani, her bir ayet, bir veya birden çok Kur’ânî maksada icmalen veya tafsilen, sarahaten veya remzen delâlet eder. Böylece her bir ayet, merkezî bir mihrak veya göz bebeği gibi olur. "Ve lillahi'l-meselü'l-a'lâ" Bu metod uygulandığı takdirde, Kur’ânî nassın beyanında ve tefsirinde parçalanma engellenmiş olur. Böylece, Kur’ân’â muhatap olan kişi, Kur’ân’ın gayelerinden, hedeflerinden ve maksatlarından uzaklaşmadan muhatap olduğu için, bu maksatlar onun düşüncesinde, davranışlarında, değerlerinde ve hatta tüm insanî fâziletler örgüsünde açıkça izini ve tesirini gösterir.

    Rabian: Ulema, vahdaniyet, nübüvvet ve haşir maksatlarını detaylı olarak ele aldılar. Fakat adalet maksadına ilk hakkını veren Nursî’dir. O, adaleti yalnızca teşri alanına hasretmez; onun âleme-i ekber olan kâinatın bedeninde ruh görevini yapan kevnî bir prensip olduğunu açıklar. Böylece adalet, kendini siyaset ve iktisat alanlarında gösterdiği gibi, ibadetlerde ve muamelâtta, itikatta ve davranışlarda da tecelli eder. İnsanın hayatında adaletin gerçekleşmesi gerekir, yoksa insanî nizam bozulur ve bu sonuçtan ancak insan kendisi zararlı çıkar.

    BİBLİYOGRAFYA

    1. el-Hasenî, İsmail. Nazariyet’ul-Makasıd inde İbni Âşûr (1995), el-Me’had’ül-Âlemî l’il-fikr’il-İslâmî, ABD.

    2. el-Dehlevi, Ahmed Şah Veliyyullah. el-Fevz’ul-Kebîr fî Usûl’il-Tefsir (1989), Dâr’u Kuteybiye, Beyrut.

    3. el-Râzî, Fahruddin Muhammed İbnu Umar. Mefâtih’ul-Gayb (1981), Dâr’ul-fikr, Beyrut.

    4. Rıza, Muhammed Raşit. Tefsir’ul-Kur’ân’il-Hakim (Tefsir’ul-Menâr olarak meşhurdur) (tarihsiz), Dâr’ul-Marifet, Beyrut.

    5. Rıza, Muhammed Raşit. el-Vahy’ul-Muhammedî (1979), el-Mekteb’ul-İslâmî, Beyrut.

    6. el-Reysûnî Ahmed. Nazariyyet’ul-Makasıd Ind’el-İmam el-Şatıbî (1992), el-Dâr’ul-Âlemiyye l’il-Kitab’il-İslâmî, Rıyat.

    7. el-Şatıbî ebu Ishak İbrahim İbn Musa. el-Muvafakât, Ta’lik Muhammed Abdullah Duraz (tarihsiz), Dâr’ul-Marifet, Beyrut.

    8. İbn Âşûr, Muhammed el-Tahir. el-Tahrir v’el-Tenvir (1984), el-Dâr’ul-Tunusiye, Tunus.

    9. ibn Âşur, Muhammed el-Tahir, Makasıd’ul-Şeria (tarihsiz) el-Dâr’ul-Tunusiye, Tunus.

    10. İbn Abdusselam, Ebu Muhammed İzzeddin. Kavâid’ul-Ahkâm fi Masalih’il-Enâm (1990), Muesseset’ul-Reyyan, Beyrut.

    11. Abduh, Muhammed. Durûs min’el-Kur’ân (1984), Dâr’u İhyâ’il-Ulûm, Beyrut.

    12. el-Gazalî, Muhammed. el-Mahavir’ul-Hamse f’il-Kur’ân (1991), Dâr’ul-Kalem, Şam.

    13. el-Gazalî, Ebu Hâmid Muhammed İbn Muhammed. İhya-u Ulum’il-Din (tarihsiz), Dâr’ul-Marifet, Beyrut. İhya-u Ulûm’il-Dîn (1986), Dâr’ul-Kutub’il-İlmiyye, Beyrut.

    14. el-Gazalî, Ebu Hâmid Muhammed İbn Muhammed. Cevâhir’ul-Kur’ân (1981), Dâr’ul-Âfâk’il-Cedîde, Beyrut.

    15. el-Mevdudi, eb’ul-Alâ, el-Mustalahat’ul-Erbaa f’il-Kur’ân, tercüme, Muhammed Kâzim Sibak (1981), Dâr’ul-Kalem, Kuveyt.

    16. Nursî, Said. İşârât’ul-İ’câz fi Mezân’il-Îcâz, tahkik, İhsan el-Salihî (1994), Sözler, İstanbul.

    17. Nursî Said. el-Şuâât, tercüme, İhsan el-Salihî (1993), Sözler, İstanbul.

    18. Nursî, Said. Saykal’ül-İslâm, tahkik, İhsan el-Salihî51995), Sözler, İstanbul.

    19. Nursî, Said. el-Kelimât, tercüme, İhsan el-Salihî (1992), Sözler, İstanbul.

    20. Nursî, Said. el-Lemeât, tercüme, İhsan el-Salihî (1993), Sözler, İstanbul.

    21. Nursî, Said. el-Mesnevî el-Arabî el-Nurî, tahkik, İhsan el-Salihî (1988), Matbaat’ul-Zehra, Musul.

    22. Nursî, Said. el-Mektubât, tercüme, İhsan el-Salihî (1992), Sözler, İstanbul.

    23. Nursî, Said. el-Melâhik, tercüme, İhsan el-Salihî (1995), Sözler, İstanbul.

    ____________________

    1 Dr. al-Daghamin, 1962’de Amman’da doğdu. 1987’de Master, 1991’de Doktorasını tamamladı. Halen, Ehl-ul-Beyt Üniversitesi Ürdün şubesinde Bilimsel Araştırma ve Lisans Üstü Çalışmalar Bölümünde Dekan Yardımcısı olarak görev yapmaktadır.

    2 İsmail El-Haseni, Nazariyet’ül-Makasıd İnde ibn Aşur (1995), Uluslararası İslâm Düşüncesi Enstitüsü, Virginia, ABD.

    3 Ahmed Şah Veliyyullah Dehlevi, El-Fevz‘ül-Kebir Fi Usul’ül-Tefsir (1989), Dar Kuteybe, Beyrut.

    4 Fahreddin Muhammed Bin Ömer El-Razi, Mefâtih’ül-Ğayb, (1981), Dâr’ul-Fikr, Beyrut.

    5 Muhammed Reşid Rıza, Tefsir’ul-Menâr olarak bilinen Tefsir’ul-Kur’ân’il-Hakîm (tarihsiz), Dâr’ul-Marifet, Beyrut.

    6 Muhammed Reşid Rıza, El-Vahy’ül-Muhammedî (1979), El-Mekteb’ül-İslâmî, Beyrut.

    7 Ahmed el-Reysunî, Nazariyyet’ül-Makasıd ind’el-İmam el-Şatibî (1922), Neşr’ul-Dar’ul-Âlemiyye l’il-Kitab’el-İslâmî, el-Riyad.

    8 Ebu İshak İbrahim İbn-i Musa el-Şatibî, el-Muvafekât, Ta’lik Muhammed Abdullah Diraz (tarihsiz), Dâr’ul-Marifet, Beyrut.

    9 Muhammed el-Tahir İbn Aşur, el-Tahrir v’el-Tenvîr (1984), el-Dâr’ul-Tunusiye l’il-Neşr, Tunus.

    10 Muhammed el-Tahir İbn Aşûr, makasıd’ul-Şeria (tarihsiz), el-Dâr’ul-Tunusiye l’il-Neşr, Tunus.

    11 Ebu Muhammed İzzeddin İbn Abdusselam, Kavaid’ül-Ahkâm fi Mesalih’il-Enâm (1990) Muesseset’ül-reyyan, Beyrut.

    12 Muhammed Abdul, Durûs min’el-Kur’ân (1984), Dâr’u İhya’il-Ulûm, Beyrut.

    13 Muhammed el-Gazali, el-Mehavir’ul-Hamse f’il-Kur’ân (1991), Dâr’ul-Kalem, Şam.

    14 Ebu Hâmid Muhammed İbn Muhammed el-Gazalî, İhya-u Ulûm’il-Din (tarihsiz), Dâr’ul-Marifet, Beyrut; İhya-u Ulûm’il-Din (1986), Dâr’ul-Kutub’il-İlmiyye, Beyrut.

    15 Ebu Hâmid Muhammed ibn Muhammed el-Gazalî, Cevâhir’ul-Kur’ân (1981), Dâr’ul-Afak’il-Cedîde, Beyrut.

    16 Ebu’l-Alâ el-Mevdudî, el-Mustalahât’ul-Erbaa f’il-Kur’ân, tercüme, Muhammed Kâzım Sibak (1981), Dâr’ûl-Kalem, Kuveyt.

    17 Said Nursi, İşârât’ul-İ’câz fî Mezân’il-Îcâz, tahkik, İhsan Kasım el-Salihî (1994), Sözler Yayınları, İstanbul.

    18 Said Nursi, el-Şuâât, tercüme, İhsan el-Salihî (1993), Sözler Yayınları, İstanbul.

    19 Said Nursi, Saykal’ül-İslâm, tahkik, İhsan el-Salihî (1995), Sözler Yayınları, İstanbul.

    20 Said Nursi, el-Kelimât, tercüme, ihsan el-Salihî (1992), Sözler Yayınları, İstanbul.

    21 Said Nursi, Lemeât, tercüme, İhsan el-Salihî (1993), Sözler Yayınları, İstanbul.

    22 Said Nursi, el-Mesnevî el-Arabî el-Nurî, tahkik, ihsan el-Salihî (1988), Matbaat’ul-Zehrâ, Musul, sh. 380.

    23 Said Nursi, Saykal’ül-İslâm, tercüme, ihsan el-Salihî (1992), Sözler Yayınları, İstanbul, sh. 29-30

    24 Said Nursi, el-Kelimât, tercüme, İhsan el-Salihî (1995), Sözler Yayınları, İstanbul, sh. 523.

    25 Nursi, el-Kelimât, sh. 466.

    26 Nursi, el-Mesnevi, sh. 156.

    27 Nursi, el-Mesnevî, sh. 229-230

    28 Nursi, el-Kelimât,sh. 293.

    29 El-Gazalî, İhya-u Ulûm’il-Dîn (1986), Dâr’ul-Kutub’il-İlmiyye, Beyrut. Cilt 4, sh, sh. 361-364.

    30 Nursi, İşârât-ul-İ’câz fî Mezân’il-Îcâz

    31 Nursi, Saykal’ül-İslâm, sh. 5

    32 Bkz. Nursî, İşârât’ül-İ’câz, sh. 230; el-Mektubât, sh. 492; Saykal’ül-İslâm, sh. 29

    33 Nursi, Saykal’ül-İslâm, sh. 120

    34 Nursi, işârât’ül-İ’câz, sh. 24

    35 Nursi, el-Mesnevî, sh. 401.

    36 Nursi, Saykal’ül-İslâm, sh. 121-134.

    37 “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harap olup giderdi.” Enbiya Sûresi, 21:22.

    38 Nursi, Saykal’ül-İslâm, sh. 135-158.

    39 Bu maksadı açıklamak için Nursi, “Haşir Risalesi” adı altında “Sözler” kitabının Onuncu Söz bölümünü teşkil eden müstakil bir risale yazdı.

    40 Nursi, Saykal’ül-İslâm, sh. 159-161

    41 Nursi, Şuaât, sh. 231-232,235.

    42 Nursi, hayatının ilk devresinde yazmış olduğu “Muhakemat” adlı eserinde Makasıd-ı Kur’ân’ın dördüncüsü olan adalet konusundaki çalışmasını tamamlamadı. Daha sonraki telifatında bu maksadı adalet ve ubudiyet diye adlandırdı ve öylece de izah etti.

    43 Ahmed el-Rahsuni, Nazariyyet’ül-Makasıd İnde el-İmam el-Şatıbî (1992), Neşr el-Dâr el-Alemiye l’il-Kitab’ül-İslâmi, Rıyad, bkz. sh. 6-7.

    44 Rıza, el-Vahy el-Muhammedî, sh. 259.

    45 Nursi, el-Lemaât, sh. 525-526.

    46 Nursi, el-Melâhik, sh. 74.

    47 Nursi, Saykal’ül-İslâm, bkz. sh. 439,525, 527.

    48 Nursi, el-Mektubât, sh. 604

    49 Nursi, Saykal’ül-İslâm, bkz. sh. 358-359.

    50 Nursi, Saykal’ül-İslâm, sh. 466.

    51 Nursi, el-Mektubât, sh. 608

    52 Nursi, el-Mektubât, sh. 68

    53 Nursi, İşârât’ül-İ’câz, sh. 32.

    54 Nursi, el-Şuaât, sh. 287. Ayrıca bkz. el-Mesnevi el-Arabî el-Nurî, sh. 90-91, 99-100.

    55 Nursi, el-Şuaât, sh. 299.

    56 Nursi, el-Şuaât, sh. 667.

    57 Nursi, Saykal‘ül-İslâm, sh. 51

    58 Nursi, el-Melâhik, sh. 368.

    59 Nursi, el-Melâhik, sh. 161. Ayrıca bkz. el-Mesnevi el-Arabî el-Nurî, sh. 405.

    60 Nursi, el-Melâhik, sh. 373.

    61 Nursi, el-Lemeât, sh. 523-527.

    62 Nursi, İşârât’ül-İ’câz, sh. 53.

    63 Nursi, el-Mesnevî el-Arabî el-Nurî, sh. 356.

    64 Nursi, el-Mesnevî el-Arabî el-Nurî, sh. 230.

    65 Nursi, el-Mesnevi el-Arabi el-Nurî, sh. 70.

    66 Nursi, el-Mesnevi el-Arabi el-Nurî, sh. 208.

    67 Burada “küçük Kur’ân” ifadesi “kısa Kur’ân” anlamında kullanılmıştır.

    68 Nursi, “el-Kelimât, sh. 459-460.

    69 Nursi, el-Kelimât, sh. 432.

    70 Nursi, el-Kelimât, sh. 433-434.

    71 Nursi, İşârât’ül-İ’câz, sh. 24.

    72 Nursi, “İşârât’ül-İ’câz, “sh. 45.

    73 Nursi, el-Kelimât, sh. 481-482.

    74 Nursi, İşârât’ül-İ’câz, sh. 24

    75 Nursi, İşârat’ül-İ’câz, sh. 23-24.

    76 Nursi, “İşârat’ül-İ’câz, sh. 45.

    77 Nursi, İşârât’ül-İ’câz, sh. 40.

    78 Nursi, İşârât’ül-İ’câz, sh. 24.

    79 Nursi, İşârât’ül-İ’câz, sh. 177, 225.

    80 Nursi, Saykal’ül-İslâm, sh 92-93

    81 Nursi, el-Şuâât, sh. 310-311; el-Kelimât, sh. 532-533; el-Mesnevî, sh. 339,458.

    82 Nursi, el-Kelimât, sh.496; el-Mesnevî, sh. 93.

    83 Nursi, Saykal’ül-İslâm, sh. 81.



  10. #10
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1998

    BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN DÜŞÜNCESİNDE

    MÜSLÜMAN-HIRİSTİYAN DİYALOGU VE İŞBİRLİĞİ

    Prof. Dr. Thomas Michel S.J 1

    “Kur’ân’ı Anlamada Çağdaş Yaklaşım: Risale-i Nur Örneği” konulu uluslararası sempozyumda tebliğ sunmak üzere buraya davet edilmiş olmam, benim için bir şereftir. Tebliğime başlamadan, Bediüzzaman Said Nursî’nin düşünceleri konusunda uzman olmadığımı, ve bu sempozyumdaki mevcudiyetimi konu üzerinde derinleşmiş bir ‘ilim adamı’ olarak değil, ondan ziyade, bir ‘öğrenici’ şeklinde anladığımı itiraf etmem gerekiyor. Şu günlerde, Kur’ân’a dair kendi anlayışımı, büyük muasır Müslüman düşünür Bediüzzaman Said Nursî’nin yaklaşımı ve yorumlama tarzı üzere derinleştirmeyi özlemle bekliyorum.

    Bir Hıristiyan mü’min olarak Said Nursî’nin ciltler dolusu eserlerini okurken, onlarda, iç dünyamda hemencecik ma’kes bulan birçok bakış açısı ve tavır buluyorum. Bu kendini Allah’a adamış Müslüman düşünürün yazılarında kendi Bir ve Tek Allah inancım ile çakışan o kadar çok nokta keşfettim ki, doğrusu onu şahsen tanımış olmak isterdim-tâ ki, birçok noktada doğrudan ona sorular yöneltip, verdiği cevaplardan istifade edebileyim.

    Bu kısa takdimde benim vazifem, Said Nursî’nin düşüncesinin geniş ana çizgilerini incelemek veya onun yeni ve değerli görüşler sunduğu birçok alanın listesini çıkarmak değil; bilakis, tamamen hususî bir konuya, “Bediüzzaman Said Nursî’nin Düşüncesinde Müslüman-Hıristiyan Diyalogu ve İşbirliği” konusuna bakmaktır. Said Nursî, yaşadığı yıllar boyunca, hatta-Birinci Dünya Savaşı ve onu takip eden yıllar gibi-Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında büyük gerilimlerin yaşandığı anlarda, Müslüman-Hıristiyan diyalogu meselesi üzerine kafa yormuş ufuk açıcı bir düşünürdü. Onun bu konudaki görüşleri bizlerin kendi tefekkürümüz açısından da geçerlilik arzetmektedir ve kendisinin konuyla ilgili görüşlerinin çoğu, hepsi de Allah’ın birliğine inanan Müslüman ve-ümit ederim-Hıristiyan cemaatleri içerisinde ancak şimdi bereketli meyveler verme noktasına gelmiş bulunmaktadır.

    Müslümanlar ve Hıristiyanlar medeniyetin eleştirilmesi noktasında ittifak halindedirler

    Allah’a inanan mü’minlerin teşkil ettiği her cemaatin başlıca görevlerinden biri, içinde yaşadığımız çağın meydan okumaları ile yüzleşmektir. Tarihteki her dönem, her bir tarihsel çağın ve her bir kültürel çerçevenin mensupları sürekli bir biçimde şeytanın Allah’ın rızasına uygun değerlerin yerine kendi nefislerinin arzularını koyma telkinine maruz kaldıklarından dolayı, kendine özgü bir meydan okumalar seti sunar. Hıristiyan akidesine damgasını vuran, Hz. İsa’nın kendi çağının kötülükleriyle yüzleşmesidir. Bu kötülüklerin başlıcaları ise, siyasî iktidar ile dinî liderliğin hileli bir anlaşma içinde olması; beşerî hukukî görüşlere merhamet ve sevgiden daha büyük bir ağırlık veren bir hukuk anlayışı; ve fakiri, yabancıyı, kadını, ve dinî inceliklerde derinleşmemiş fertleri kenara itelerken, bazı gruplara özel ayrıcalıklar bahşeden inhisarcı bir dindarlıktır. Benzer şekilde, İslâm, zamanının Arabistan’ında küfrün değerlerine karşı Hz. Muhammed’in sergilediği mücadele geleneği üzere yürümektedir. O günün Arabistan’ında küfrün ‘değer’lerinin başlıcaları ise, Allah’a hiçbir icraat ve müdahale alanı bırakmayan, ebedî hayata da hiç inanmayan insanların kendini beğenmişliği; Cahiliye devirlerinin geleneksel putperest tapınma biçimi; köleler, kadınlar, yetimler, toplumdan dışlanmış kişiler ve yoksul yolcular aleyhine güçlü kişiler tarafından zulüm icra edilmesidir.

    İçinde bulunduğumuz çağ, herşeyde ve her fiilde Allah’ın rızasını gözeten samimî mü’minlere karşı, kendine has meydan okumalar üretmiştir. Bunlar genellikle “çağdaş uygarlık” yahut “modern medeniyet” adı verilen şeyde hülasa edilebilir. Bu medeniyet, tamamen kötülük ve şerden ibaret bir medeniyet değildir, ve insanlığa birçok faydalar sağlamıştır. Bu medeniyetin manevî değerlerinin hepsi de Allah’ın rızasına aykırı değildir, bilakis sahip olduğu bu değerler insanoğlunun hayırlı birçok beşerî niteliğini teyid eder ve destekler. Bununla birlikte, modern medeniyet, ona dahil olan insanların artık Allah’a ihtiyaç hissetmedikleri bir düşünce tarzını da ihtiva edebilir. Bu düşünce tarzını benimseyenler yalnızca Allah’a ibadet etme, O’na şükretme ve O’ndan yardım isteme ihtiyacını hiç de hissetmediklerini ileri sürmekle kalmaz, bilakis ekseriya hayat yolculuklarını hangi yolda sürdürecekleri konusunda rehber olup yol göstermesi için Allah’ın Kelâmına başvurma gereği de duymazlar. Bunun yerine, kendi kafalarından uydurdukları felsefe ve ideolojilerin peşine düşmeyi tercih edebilirler.

    Hayat yolculuklarını her açıdan Allah’ın rızasına uygun biçimde yaşama arzusunda olanlar için, modern medeniyetin eleştirisini yapmak, kaçınılmaz bir görevdir. İşte Said Nursî, bizim yüzyılımızda bu görevin, modernitenin değerlerine eleştirel bir yaklaşım formüle etme görevinin Müslümanlar ve Hıristiyanlar tarafından beraberce icra ve ifa edilmesi gerektiğini kabul eden öncü düşünürlerden biriydi. 1946’da, İkinci Dünya Savaşının sona ermesinden kısa bir zaman sonra, şu ifadeleri kullanmıştı: “Şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf meseleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir. Çünkü, küfr-ü mutlak hücum ediyor.” 2

    Said Nursî için, insanın mutluluğunun ve ahlâken müstakim oluşunun düşmanı, imansızlık, dinsizliktir. İnançsızlar, yaşadığı müddetçe kendi yolunu kendi çizmeye karar veren, İlâhî Rehberliğin peşinden gitmemeye karar kılmış, Allah’ın iradesini ve O’nun insanlık için çizdiği hikmetli planı kaale almayan, Allah’ın insanın mahiyeti ve kaderi hakkındaki öğretisine tâbi olmak üzere kendi basit, çocuksu arzu ve fikirlerinden vazgeçmek istemeyen insanlardır. Modern çağda ilâhî olarak rehberlik edilmiş bir hayat tarzının teyidini ararken, Müslümanlar, Hz. İsa’nın öğretilerini takip etmeye ahdetmiş ve hakikata göre yaşama çabasını kuşanmış Hıristiyanlarda kendi tabiî müttefiklerini bulurlar. Müşterek bir düşmanla, “mütecaviz dinsizler”le yüzyüze gelen Müslümanlar, Said Nursî’ye göre, “değil yalnız kendi dindaşı, meslekdaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleri ile dahi, . . . ittifaka muhtaçtırlar.” 3

    Hıristiyanlar ve Müslümanlar, şayet böyle ortak bir gayret mümkün olacaksa, en azından bir müddet, bu iki mü’minler ailesi arasındaki ihtilaflı noktaları gündeme getirmekten uzak duracaklardır. Bunu söyleyerek, Said Nursî, Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında hiçbir farklılığın mevcut olmadığını, yahut varolan bu farklılıkların önemsiz olduğunu ima ediyor değildir. Bunlar, Hıristiyan akidesi ile İslâm akidesi arasındaki gerçek ve önemli farklılıklardır. Onun üzerinde durduğu nokta, bu farklılıklar üzerinde obsesif biçimde yoğunlaşmanın, kafayı bu farklılıklara takmanın; gerek Müslümanları, gerek Hıristiyanları, paylaşabilecekleri çok daha önemli bir müşterek vazifeye karşı, modern dünyaya merkezinde Allah’a imanın yer aldığı ve moral değerlerin ölçüsünü Allah’ın irade ve rızasının oluşturduğu bir hayat ve toplum vizyonu sunma vazifesine karşı körleştirebildiğidir-ki, bu noktada onunla aynı düşüncedeyim.

    Said Nursî’nin, saati tersine çevirmenin yolunu arayan bir tür modern-karşıtı gelenekselci olduğu düşünülmemelidir. O, modern medeniyete “mehasin ve terakkiyat”ın da olduğunu kabul eder.” 4 Bu müsbet değerler ise, yalnızca Avrupa’nın eseri değildirler. Bilakis, onlar umumun malıdırlar ve Said Nursî’ye göre, insanlığın “telâhuk-u efkâr”ından, yani düşüncelerin birbirine eklenip mezcolmasından, semavî dinlerin kanunlarından, fıtrî ihtiyaçtan, ve bilhassa Hz. Muhammed’in şeriatıyla meydana gelen İslâmî inkılabdan neşv ü nema bulmuş; yine onun ifadeleriyle, “tamamen medeniyet-i İslâmiyeden, Kur’ân’ın irşadatından, edyân-ı semaviyeden in’ikas ve iktibas” edilmiştir. Dindar insanların modern medeniyetin böylesi olumlu değerleriyle bir meselesi yoktur. Ehl-i din bunlarla çatışma halinde değildir. Aksine, bu medeniyetin insanlığa getirdiği faydaları kabul etmekte ve memnuniyetle karşılamaktadırlar.

    Onun nüansları kesinlikle gözeten modernite değerlendirmesi, modern medeniyetin başlıca savunucusu olarak Avrupa’nın (ve, şüphesiz, en aktif yayıcısı olarak Amerika’nın) rolüne dair incelikli bir değerlendirmeyle paralellik arzeder. Said Nursî Avrupa’ya karşı mutlak bir nefret üreten bir doktrinin mucidi veya takipçisi değildir. Aksine, onun modern hayata sağladığı katkıların çift-taraflı bir mahiyet arzettiğini ve bunların tahlilinin dikkatli bir nazar gerektirdiğini kabul etmektedir. Bir tarafta, Avrupa birçok insan için pek çok iyilik getirmiş, ama diğer tarafta, insan hayatına çok ciddi zararlar vermiştir. O, Batı tarihindeki değişik düşünce akımlarının modern medeniyetin olumsuz niteliklerini ortaya çıkarıp bertaraf etmeye kâdir olmadığı, hatta kimi zamanlar bu menfi niteliklerin iyi niteliklere galebe çaldığı düşüncesindedir. Temelde, bu gelişmeler ikiye ayrılır. İlk olarak, Batı medeniyeti, Said Nursî’ye göre, gerçek İsevîlikten uzaklaşarak, ona yabancılaşmış; bu yabancılaşmanın peşisıra, Avrupa’nın insana ve topluma dair görüşleri insanı kâinatın merkezine yükselten ve bunu Allah’ı kâinatın sınırlarına iteleme pahasına yapan insan-merkezli Yunan-Roma felsefesinin prensipleri üzerine oturmuştur. İkinci olarak, Batı medeniyeti, zincirinden boşandırılmış pazar politikalarında, “maişetteki müthiş müsavatsızlık”a dayanmıştır. 5

    Sonuç, Allah’a inananların bakış açısından, iki yüzlü bir Avrupa’dır-bir “iyi” Avrupa ve bir de “kötü” Avrupa. Onun 1933-1934’te zaten söylediği gibi, “Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehâsin zannederek, beşeri sefahete ve dalâlete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum.” 6

    Bu menfi akım, onun belirttiği üzere, hem Müslümanları, hem de Hıristiyanları, onları manevî ve moral değerlerin kaynağından yabancılaştırarak ve Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında bir husumet meydana getirerek tahribata uğratmayı amaçlamaktadır. Allah’a inanan, ve hayata dair merkezinde Allah’a imanın yer aldığı bir yaklaşımın izini sürmeye hizmet eden herkesin bu akımın insanlığa bulaştırdığı tehlikeleri kabul etmesi gerekmektedir. Onun ifadeleriyle, “misyonerler ve Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, her halde Şimal cereyanı, İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak.” Said Nursî’nin bu sözlerinin 1945-1946’da, ateist komünizmin hâkimiyet alanının Doğu Avrupa’nın her tarafına uzandığı bir zamanda sarfedilmiş olması tesadüf değildir.

    Onun görüşünde, modern medeniyet, açıkça gözüken iyi niteliklerine rağmen, ilâhî öğretiyle ekseriya çatışan bir değer sistemi dahilindeki değişik kaynakların ve sonuçların ürünüdür. Modernitenin bütün kaynakları beşerî de değildir; bazılarının, şeytanî bir telkinin sonucu olduğu göze çarpmaktadır. Said Nursî, “Ey Ehl-i Kitap! Sizinle bizim aramızda bir ortak kelimeye gelin” mealindeki Kur’ân âyetini tefsir ederken, bu bağlamda şunu söyler: “Şahıslar, cemaatler, muarazasından âciz kaldıkları Kur’ân’a karşı; bütün nev’-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârları olan medeniyet-i hâzıra, Kur’ân’a karşı muaraza vaziyetini almıştır.” 7 Bu durumda, Kitap Ehliyle “ortak bir kelime”ye gelme Kur’ânî emri, her iki grubun da karşılıklı olarak imanî bir şuur ve uyanıklığa gelmesi anlamını taşır; ki, Allah’a iman esası üzerine kurulu cemaatler olarak, Müslümanların ve Hıristiyanların, modern medeniyetin ta göbeğinde ilâhî değerlere şahitlik etme gibi ortak bir misyonları vardır. Onların, farazî bir “medeniyetler çatışması” ile bölünmüş olmaktan öte, modernitenin savunucularıyla modern medeniyetin eleştirisi ekseninde bir diyalog yürütmek üzere, birlikte çalışmaları gerekmektedir.

    Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki gerilimler

    Hıristiyanlar ile Müslümanların, insanlığı bir ve aynı Allah’a ibadet ve itaat etmeye davet eden ümmetler olarak taşıdıkları ortak mahiyete rağmen, sık sık yekdiğeriyle ihtilaf ve hatta savaş halinde olmuş oldukları, insanlık tarihinin kötü bir gerçeğidir. Onların her biri, yekdiğerini, direnilmesi ve üstesinden gelinmesi gereken düşmanlar olarak görmüşlerdir. Allah’a iman merkezli toplumlar kurulmasında işbirliğinde bulunmak için istihdam olunması gereken enerjiler, ne yazık ki, karşılıklı kuşku, hakimiyet kavgası, ve kan gölü içinde heder edilmiştir.

    İşte, Birinci Dünya Savaşının sonunda iki cemaat arasında ciddi gerilimlerin ve katliamların vuku bulduğu bir zamanda eserler vermekte olan Said Nursî, bu tarihî kördüğümün haricinde bir yol sunmuştur.

    Doğu Anadolu’daki Kürt aşiretlerinin mensupları Rum ve Ermenilere hürriyet verilmesi fikrini nefretle karşılamış ve bu konuda Said Nursî’nin fikrine başvurmuşlardır. Onun cevabı, yalnızca, bu Hıristiyan ahalinin özgür olma hakkının şeriat tarafından emredilen birşey olduğu teyid etmekle kalmamış; meseleyi aşiret mensuplarının kendi üzerlerine döndürerek, onlara kendi cehalet ve katı kalpliliklerinin işin merkezinde yatan daha derin bir mesele olduğu uyarısında bulunan bir meydan okumayla tahlilini derinleştirmiştir. Bu bağlamda, söylediği söz şudur: “Onların hürriyeti, onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise, şer’îdir. Bundan fazlası; sizin fenalığınıza, divaneliğinize karşı bir tecavüzleridir, cehaletinizden bir istifadeleridir.” 8

    Said Nursî, devamla, gerçek düşmanın şu veya bu Hıristiyan grubu değil, bilakis içine düşmüş oldukları gerileme hali olduğunu onlara söyler. Belirttiği üzere, onların düşmanı, onları mahveden şey cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bir başka tahliline bakılırsa, Cehalet Ağa, İnat Efendi ve Garaz Beydir. Ermeniler Müslümanlara nefret ve öfkeyle mukabele ve muhalefet etmişlerse, bunu sözkonusu üç müfsidin öncülüğünde yapmışlardır. 9 Bir Hıristiyan olarak, onun problemin asıl merkezine ulaşan bu yaklaşımını, St. Paul’ün yazılarında okuduğum şeye benzer buluyorum; ki, St. Paul şöyle demiştir: “Bizim mücadelemiz beşerî güçlere karşı değildir, bu dünyaya hükmeden karanlık güçlere karşıdır.” Diğer bir deyişle, Allah’ın iradesine uygun olanı gerçekleştirme ve âhenkli ve barış içinde toplumlar bina etme yolunda girişilen manevî mücahedenin en derin düzeylerinde, gerçek düşmanlar olarak karşımıza sair kişiler değil, onlardan ziyade, hepimizin idrak kabiliyetini örten ve bizi yapmamız gerektiği şekilde harekete koyulmaktan alıkoyan cehalet, zaaf ve saldırganlık güçleridir. Bu karanlık güçler kendimiz haricinde yatıyor değildir, bilakis hepsi de kendi kalblerimizin içerisindedir. Bu sebepten dolayı, gerek İslâm, gerek Hıristiyanlık, bütün kişisel ve toplumsal dönüşümlerin anahtarı olarak daima tevbeyi (Ar. tevbe, Yun. metanoia) vurgulamıştır.

    Said Nursî’nin mesajı, onun yukarıda aktardığımız sözleri yazdığı yaklaşık seksen sene öncesi için geçerli olduğu kadar, günümüz için de geçerlidir. Bugün Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki gerilim ve çatışmaların kökeninde, ötekinin şer yüklü mahiyetinden ziyade, kendi bencil hükmetme, kontrol altında tutma ve misillemede bulunma arzularımız yatmaktadır. Bu anlamda, başkalarının bu “karanlık güçler”den kurtulması, kendi hürriyetimizin bir parçasıdır. Veya, Said Nursî’nin ifade ettiği gibi, “gayrimüslimlerin hürriyeti,” kendi “hürriyetimizin bir şubesi”dir. 10

    Masum şehitlerin mükâfatı

    Anadolu tarihinin en trajik dönemlerinden biri 11 esnasında yazan Said Nursî, bu şekilde birçok masum insanın da öldüğü realitesini gözardı etmez. Yaşadıkları zamanın trajik hadiselerinin kurbanı olan Müslümanlar kadar, masum Hıristiyanların durumuna da değinerek ilgisini yalnız kendi cemaatine hasreden sektaryen sadakatin üstüne çıkması, ona şeref kazandıran unsurlardan biridir. “Hatta o mazlumlar kâfir de olsa” der Said Nursî, “âhirette kendilerine göre o dünyevî âfattan çektikleri belâlara mukabil rahmet-i ilâhiyyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki, eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görünüp, ‘Yâ Rabbi.. Şükür elhamdülillah’ diyeceklerini bildim ve kat’î bir surette kanaat getirdim.” 12

    Said Nursî, masum insanların çektikleri acıları gördüğünde fıtratındaki şefkat ve rikkatin galeyana geldiğini, ve “şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın soğuğuyla beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen feryatlar, helaketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu”ğunu belirtmiştir. O, böylesi şartlarda ölen bu masum insanların “ne dinde olursa olsun bir nevi şehit hükmünde” olduğunu söyler ve onların “mükâfatı büyüktür; belki onu cehennemden kurtarır” der. “Elbette” diyerek, şu hükmü verir: “. . . şimdi, fetret gibi karanlıkla kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları[nın] çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir.” 13

    Başkalarına zulmeden ve komşularına karşı kötülük işleyen gaddar ve zalim insanlar ise, Allah tarafından cezalandırılacaktır. Said Nursî, böylesi insanların aksine, “Eğer o felaketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-ı beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir” diye ekler.

    Başkasını anlama ve kendini onun yerine koyma noktasındaki bu isteklilik ve başka dinî cemaatlerin mensuplarının yaşadığı acılar ve sevinçlerle bu şekilde hemhal oluş, hayatına ilâhî öğretinin rehberlik ettiği dürüst bir insan oluşun nişanesidir. Dindar bir bireyin görüş ufku, kahir bir ekseriyetle, kendi cemaatinin meşakkat ve başarılarının ötesine uzanmaz. Bu bağlamda, Said Nursî’nin kendi zamanının Hıristiyan “şehitler”ine yönelik tavrı, bana, 1969’da Uganda’da Papa VI. Paul’ün söylediği şeyi hatırlatır. Son asır içinde inançlarından vazgeçmek yerine canlarını veren Ugandalı Hıristiyanlara atıfta bulunan Papa, dinleyicilerinin dikkatini, yine bu ülkede İslâmî inançlarına ihanet etmeye veya onlardan taviz vermeye bedel ölümü seçen birçok Müslümanın da mevcut olduğu gerçeğine çekmiş; bunların da, Allah’a iman yolunun gerçek şehitleri ve şahitleri olduğu kanaatini serdetmiştir.

    Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında barış, uzlaşma ve dostluk

    Said Nursî, Müslüman-Hıristiyan ilişkilerinin, modernist ideolojinin tehlikelerine eleştirel bir biçimde karşı koyabilme noktasında mü’minlerin ittifak sağlaması, ihtilafların çözülmesi ve masum kurbanların durumunun anlaşılması ile sınırlı olmadığının; bilakis barış, uzlaşma ve hatta dostluk istikametine gidilmesi gerektiğinin farkındaydı. Ölümünden beş yıl önce gerçekleşen Bağdat Paktını desteklerken, paktın bir avantajının Türklere yalnızca ittihad-ı İslâm dairesinde 400 milyon Müslüman kardeş kazandırmakla kalmayıp, bu uluslararası antlaşmanın Müslüman Türklere 800 milyon Hıristiyanın dostluğunu da kazandıracağını 14 ve iki mü’minler cemaati arasındaki çok daha elzem bir mahiyet arzeden barış ve umumî uzlaşma yönünde bir adım olduğunu belirtmişti.

    Son yıllarında, Said Nursî, Hıristiyanlarla uzlaşma ve dostluk inşası yönünde kendi kişisel gayretlerini de ortaya koydu. 1950’de, Roma’ya, Papa XII. Pius’a, Risale-i Nur Külliyatını gönderdi ve cevaben, 22 Şubat 1951’de, şahsî bir teşekkür mektubu aldı. Bir gözlemci, bunun, İkinci Vatikan Konsülünde Katolik Kilisesinin Müslümanlara duyduğu saygı ve hürmeti ilan ve de İslâm’ın gerçekten bir selamet ve necat yolu olduğunu beyan etmesinden yalnızca on yıl önce vuku bulduğunu belirtir. 15 Said Nursî, aynı şekilde, bundan birkaç yıl önce, 1953’te, Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında mütecaviz dinsizliğe karşı işbirliği temini için, İstanbul’da Patrik Athenagoras’ı ziyaret etmiştir.

    Çok yıllar önce, 1910-1911’de, Said Nursî’nin Hıristiyanlarla dostluk ilişkileri inşa etme arzusundan dolayı kimilerince sorgulama konusu edildiği görülür. Kendisi, bazı Müslümanların “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin” (5:51) âyetine vermiş oldukları kısıtlayıcı yorumla karşı karşıya gelir. Bu âyetin ışığında, onun Müslümanlar ile Hıristiyanların dost olması gerektiğini, nasıl ve ne diye söylediği sorulur.

    Said Nursî’nin cevabı, onun yalnızca Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında sevgi ve dostluğu teşvik etme arzusunun anlaşılması açısından değil, Kur’ân’ı tefsirdeki yaklaşımının anlaşılması açısından da öğreticidir. Onun görüşünce, bu Kur’ânî yasaklama âmm [umumî, genel] değil, mutlaktır; mutlak ise, kayıt altına alınabilir. “Zaman,” onun söylediği üzere, “bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz.” Yani, bir mesele zaman içinde tavazzuh ettiğinde, ona itiraz edilmez. “Hem de, hüküm müştak üzerine olsa; me’haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir.” Yani, bir hüküm türetilmiş bir kanıta dayalıysa, türetmenin kaynağı hükmün gerekçesini, illetini gösterir.

    Said Nursî, bu prensibi sözkonusu âyetin yorumuna tatbik ederek, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyle ilgili yasağın, ancak onlar Yahudilik veya Hıristiyanlığı aksettirdiğinde geçerli olduğu görüşünü serdeder. Fakat, onun hükmettiği üzere, nasıl bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olmadığı gibi, bir Yahudinin veya Hıristiyanın bütün sıfatları da inançsızlığı yansıtmaz. Eğer Müslümanlar bir Yahudi veya Hıristiyanda İslâmî öğretiye mutabık düşen nitelikler bulurlarsa, onların bu nitelikleri takdirle karşılaması gerekir. Yahudi ve Hıristiyanlarla dostluğun temelini teşkil eden, bu iyi nitelikler olacaktır. Said Nursî, “Bir Müslüman bir Yahudi veya Hıristiyanı sevebilir mi?” sorusunu gündeme getirir ve cevaben, Müslüman bir erkeğin Kitap Ehli bir kadınla evlenebilmesi örneğini verir. “Ehl-i Kitaptan bir haremin olsa, elbette seveceksin.” 16 Onun Hıristiyanlarla dost olunabileceği tezi, şeriatın bir Müslüman erkeğe bir Yahudi veya Hıristiyan kadınla evlenmesine izin verdiği gerçeğine dayanmaktadır-ki, insan eşini sever, sevmesi de gerekir.

    İsa’nın Geri Dönüşü

    Yorum yapmak, hiçbir alanda, kutsal metinlerin istikbalden ve gelecek çağdan söz eden pasajlarının yorumundan daha zor değildir. Böylesi pasajlar, ister Hesap Gününün yaklaşmasına işaret eden Kur’ân âyetlerinden, ister Hıristiyanî Kutsal Metinlerin kıyametle ilgili kısımlarından söz ediliyor olsun, alışıldığı üzere, zor ve karmaşık bir sembolizmle ve müphem kinayelerle donanmıştır. Böylesi pasajların yorumlanması, imanını sağlam bir temele dayandırmış bir yorumcunun ilgili metinle yoğun biçimde hemhal olması disiplinini gerektirir. Diğer türlü, yorumcu kolaylıkla kendi ön-anlayışları ve önyargıları ile çizgiden sapabilir.

    Said Nursî’nin, Hz. Muhammed’in kıyametin vukuundan önce Hz. İsa’nın dönüşü ile ilgili hadislerini içinde bulunduğumuz yüzyılın şartları dahilinde yorumlama çabalarında, bu dikkat ve itina gerektiren usulü istihdam ettiğini görürüz. O, sözkonusu hadis rivayetlerinin sıhhatini kabul eder ve İsa’nın dönüşünü bekler. “Madem Kadîr-i Külli Şey va’detmiş, elbette yapacaktır,” 17 Hz. İsa’yı gönderecektir. Halihazırda, İsa aleyhisselam, İdris aleyhisselam gibi, “cism-i dünyevîsiyle beraber semavatta” bulunur. 18 Fakat, ahir zamanda, Deccal’a karşı mücadele etmek ve onu öldürmek üzere yeryüzüne geri dönecektir.

    İlgili hadisin anlamı, Said Nursî’nin söylediği üzere, şahs-ı manevî kavramı muvacehesinde anlaşılmalıdır. “Âhir zamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) ile amel edecek, mealindeki hadisin sırrı şudur ki: Ahir zamanda, felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı manevîsi vahy-i semavî kılıncıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de: Hazret-i İsa Aleyhisselam, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür.. yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek.” 19

    Said Nursî, dine karşı iki büyük tehdidin, birer şerli kişilik olarak Süfyan ve Deccal figürleri ile temsil edilen iki inançsızlık cereyanı olduğunu öngörür. İlki, Süfyan’ınki, Hz. Muhammed’in şeriatını tahrip etmeye çalışacak, ve Hz. Muhammed’in âl-i Beyt’inden olan Mehdi tarafından mağlup edilecektir. İkincisi, Deccal tarafından temsil edileni, tabiatçı ve materyalist felsefeye önayak olacak ve Allah’ın tamamen inkârına yol açacaktır. Her iki cereyan Allah’ın insanların kalplerinden indirmeye ve sosyal hayatta kudsiyet unsurunu bertaraf etmeye çalışan gizli cemiyetler suretinde işgörecektir. 20 Sözkonusu ikinci cereyana karşı koyacak olan, yeniden dünyaya gelecek olan İsa’nın şahs-ı manevîsini içeren, hakikî, tasaffi etmiş Hıristiyanlıktır. Hakikî İsevîlik hurafe ve tahrifattan sıyrılacak ve İslâmî öğretilerle birleşecektir. Aslında, Said Nursî’nin yazdığı üzere, “Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir.” 21

    Herkesin, Hz. İsa geri döndüğünde, onu tanıması ve bilmesi lâzım değildir. Said Nursî büyük bir ihtimalle, ancak gerçek mü’minlerin ve mukarreb (İsa’ya yakın) olanların gerçek İsa’yı tanıyıp bileceklerine, yoksa herkesin onu bedahet derecesinde, açıkça tanımayacağına inanır. Önemli olan şey, insanlık âleminde ateist akımları sembolize eden Deccal’ın, mü’minlere karşı, sahte bir cennet vaadleriyle, cazibedar oyun ve eğlenceler ile ve medeniyetin değişik fantazileri ile çoklarını aldatacak olan muazzam ve muktedir bir muhalif olmasıdır. Said Nursî’nin Deccal tariflerini okuyan birinin, gerek Avrupalı ulusların seküler hegemonyasına, gerek eski Sovyetler Birliğinin geniş imparatorluğuna dair ima ve ihsaslar bulmaması imkânsızdır.

    Bununla birlikte, o, İsevîlik din-i hakikîsinin zuhur edeceği ve Süfyan ve Deccal’ın gizli cemiyetlerine karşı mücadele etmek üzere çoklarına nurunu yayacağı günü hasretle bekler. Bu tasaffi etmiş Hıristiyanlığı, “hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve ‘Müslüman İsevîleri’ ünvanına lâyık bir cemiyet” olarak tarif eder. Bu cemiyet, “Hazret-i İsa’nın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye” çalışmaktadır ve “o Deccal komitesini Hazret-i İsa aleyhisselamın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak”tır.

    Bu bakımdan, Said Nursî’nin Hıristiyanlıkta vuku bulmasını beklediği tasaffi, yani arınmanın türü, Hıristiyanların İslâm’a girmek için dinlerini terketmesi değil; ondan ziyade, onların hayır olan şeye zaten sahip olan dinlerini tamamlamaları, kemale erdirmeleridir. Ehl-i Kitabı muhatap alan bir Kur’ân âyetini tefsir bâbında, şunu der Said Nursî: “Kur’ân . . . size bütün bütün dininizi terketmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz, diye teklifte bulunuyor. Zira Kur’ân, . . . tadil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tagayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir.” 22

    Sonuç

    Bütün bu pasajlarda, Said Nursî, Müslüman-Hıristiyan diyalogu ve işbirliği üzerine orijinal ve insanı üzerinde düşünmeye sevkeden görüşler sunar. Onun merkezî tezi, Müslümanlar ile Hıristiyanların beraberce, Allah’ın planına göre, beşerî izzet, adalet ve dostluğun esas olacağı gerçek bir medeniyet inşa edebilecekleridir. Bu, Müslümanlar ve Hıristiyanlar birbirleriyle ilişkilerini sevgi üzerinde temellendirmenin yollarını arar ve bulurlar ise, mümkün olacaktır. Said Nursî, meşhur Hutbe-i Şâmiye’sinde, medeniyetin üzerinde inşa olunacağı dördüncü kelimenin muhabbet (sevgi) olduğunu söyler. “Muhabbete en lâyık şey muhabbettir, ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır.” 23O, “Husumet ve adavetin vakti bitti” hükmüne ulaşmıştır.

    Bu sevgi çağrısı, kişinin kendi dinî cemaatinin sınırları etrafında bile, bugün hâlâ geçerli gibi gözüküyor. Nitekim, Said Nursî’nin Şam’da meşhur hutbesini verdiği 1911 yılından beri dünyamızda vukua gelen olaylar, bu mesajın önemini açıkça göstermiştir: İki Dünya Savaşı, Hindistan ve Pakistan arasındaki çatışmalar, Ruanda ve Burundi’deki katliamlar, Filistin halkının yerinden yurdundan edilmesi, önce Bosna’nın ve şimdi de muhtemelen Kosova’nın mahvedilmesi, ve dünya çevresindeki böylesi başka birçok kanlı çatışma, bize, kardeşin kardeşi kırdığı bu tahribata karşı yegâne çözümün sevgi olduğunu hatırlatır. Dünya Müslümanların ve Hıristiyanların Vedûd ve Rahîm bir Rabbe iman temeline dayanan iki mü’minler cemaati olarak, öfke ve savaşa karşı ilâhî alternatif olarak sevginin yolunu göstermesini hâlâ daha bekliyor.

    ____________________

    1 Prof. Dr. Thomas Michel S.J, ABD’nin Missouri eyaletine bağlı St. Louis şehrinde 1941’de doğdu.

    Felsefe ve ilahiyat disiplinlerinde yürüttüğü çalışmalardan sonra, 1967’de bir Katolik rahip olarak görev aldı. Mısır ve Lübnan’da Arapça ve İslâmî araştırmalar konusunda çalıştı. Prof. Fazlurrahman’ın yönlendirmesi altında İbn Teymiye’nin yazıları üzerine bir doktora tezini tamamlamasından sonra, 1978’de, Chicago Üniversitesinden İslâm Düşüncesi alanında doktor ünvanını kazandı. Onun sonradan yayınlanmış bu doktora tezinin başlığı, şu şekildeydi: “Ibn Taymiyya’s Al-Jawab al-Sahih: A Muslim Theologian’s Response to Christianity” (İbn Teymiye’nin el-Cevâbu’s-Sahîh’i: Bir Müslüman İlahiyatçının Hıristiyanlığa Cevabı).

    Dr. Michel, 1978-1981 yılları arasında Endonezya’nın Yogyakarta şehrindeki Sanata Dharma Üniversitesinde öğretim üyeliği görevinde bulundu. 1981’de, Vatikan’ın Dinler Arası Diyalog Konsülünün Asya Masasına tayin edildi. 1988’de Vatikan’ın aynı departmanının bölüm başkanı oldu. 1994-1996 yılları arasında, merkezi Tayland’ın başşehri Bangkok’ta bulunan Asyalı Piskoposlar Konferansları Federasyonunun Ekümenik ve Dinler Arası İlişkiler Ofisinin (FABC-OEIA) genel sekreter yardımcısı olarak hizmet gördü. Halihazırda Roma’daki Dinler Arası Diyalog için Cizvit Sekreteryasının genel sekreteri ve de, Asyalı Piskoposlar Konferansları Federasyonunun ekümenik sekreteridir.

    Öğretim tecrübesi:

    1974-1975 Northwestern Üniversitesi, Evanston, Illinois, ABD, İslâm medeniyeti.

    1977-1978 Columbia Üniversitesi, New York, ABD, İslâm felsefesi.

    1978-1984 Inst. Filsafat Teologi, Yogyakarta, Endonezya, İslâm felsefesi, teoloji.

    1978-1981 I.K.I.P. Sanata Dharma, Yogyakarta, Endonezya, İslâm tarihi.

    1980-1981 St. Paul’s Major Seminary, Davao, Filipinler, İslâm’a giriş.

    1982 Papalık Arap-İslâm Araştırmaları Enstitüsü, Roma, Asya’da İslâm.

    1985 Dansalan College, Marawi City, Filipinler, İslâm mistisizmi.

    1986-1987 Ankara Üniversitesi, Türkiye, Hıristiyan teolojisine giriş.

    1988 Dokuz Eylül Üniversitesi, Türkiye, Hıristiyan teolojisine giriş.

    1988 Papalık Arap-İslâm Araştırmaları Enstitüsü, Roma, İslâm teolojisi ve mistisizmi.

    1989 STF Driyarkara, Jakarta, Endonezya, Islâm teolojisi ve mistisizmi.

    1989 Selçuk Üniversitesi, Türkiye, Hıristiyan teolojisine giriş.

    1989 St. Peter’s Major Seminary, Kuching, Malezya, İslâm’a giriş.

    1990-1991 Papalık Arap-İslâm Araştırmaları Enstitüsü, Roma, Asya’da İslâm; İslâm teolojisi.

    1991 Selly Oak Colleges, Birmingham Üniversitesi, İngiltere, Asya’da İslâm.

    1993 Papalık Arap-İslâm Araştırmaları Enstitüsü, Roma, İslâm felsefesi.

    1995-1998 Wedabhakti İlahiyat Fakültesi, Yogyakarta, Endonezya, İslâm felsefesi; teoloji.

    1996-1998 Euntes Asian Center, Zamboanga, Filipinler, İslâm’a giriş.

    2 Emirdağ Lahikası I, s. 202 (190).

    3 Lem’alar, s. 146; Sincerity and Brotherhood, İstanbul, 1991, s. 13.

    4 “Hubab,” Mesnevî-i Nuriye içinde, İstanbul, 1980, s. 81. Şükran Vahide, Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul, 1992, s. 158’den naklen.

    5 Muhâkemat, İstanbul, 1977, s. 37-38.

    6 Lem’alar, s. 111.

    7 “The Twenty-Fifth Word,” Sözler, s. 379; İngilizce terc. The Words, İstanbul, 1992, s. 420.

    8 Münâzarat, İstanbul 1977, s. 20, nakleden Vahide, s. 95.

    9 Münâzarat, (Osmanlıca edisyon), s. 433, nakleden Vahide, s. 95.

    10 Münâzarat, s. 21.

    11 . Justin McCarthy, Muslims and Minorities: The Population of Ottoman Anatolia and the End of the Empire (New York, 1983) içinde, s. 120-121; Birinci Dünya Savaşı yılları esnasında Anadolu’daki Müslüman ve Hıristiyanların yaşadığı can kaybının diğer Avrupa ülkelerinde vuku bulandan çok daha büyük olduğunu.

    12 Kastamonu Lâhikası, İstanbul, 1960, s. 45.

    13 Kastamonu Lâhikası, s. 75.

    14 Emirdağ Lâhikası II, s. 24, 56; nakleden Vahide, s. 354.

    15 Şükran Vahide, Bediuzzaman Said Nursi, s. 344.

    16 Münâzarat, s. 26-27.

    17 Mektûbat, s. 53-54.

    18 Mektûbat, s. 6 (Letters 1928-1932, s. 22).

    19 Mektûbat, s. 6 (Letters 1928-1932, s. 22).

    20 Mektûbat, s. 424.

    21 Mektûbat, s. 52.

    22 İşâratü’l-İ’caz, İstanbul, 1978, s. 55-56.

    23 Hutbe-i Şâmiye, İstanbul, 1996, s. 49.



Sayfa 1/6 123 ... SonSon

Benzer Konular

  1. Bediüzzaman Resimleri.
    By SiLa in forum Bediüzzaman Resimleri.
    Cevaplar: 4
    Son Mesaj: 11.01.11, 18:37
  2. Bediüzzaman Sempozyumu 1995
    By BaRLa in forum Risale-i Nur & Bediüzzaman
    Cevaplar: 56
    Son Mesaj: 05.06.09, 19:52
  3. Bediüzzaman Sempozyumu 1992
    By BaRLa in forum Risale-i Nur & Bediüzzaman
    Cevaplar: 19
    Son Mesaj: 05.06.09, 19:15
  4. Bediüzzaman Sempozyumu 1991
    By BaRLa in forum Risale-i Nur & Bediüzzaman
    Cevaplar: 9
    Son Mesaj: 05.06.09, 19:04
  5. Bediüzzaman risalelerde,
    By SiLa in forum Sorularla Risale-İ Nur
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.10.08, 18:26

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •