Otuzbirinci Mektub'un Otuzuncu Lem'ası ve Eskişehir Hapishanesinin bir meyvesi, "Altı Nükte"dir.
Denizli Medrese-i Yûsufiyesinin bir ders-i azamı "Meyve Risalesi" olduğu ve Afyon Medrese-i Yûsufiyesinin kıymetdar bir ders-i ekmeli "Elhüccetüzzehra" olması gibi.. Eskişehir Medrese-i Yûsufiyesinin gâyet kuvvetli bir ders-i azamı da, ism-i azamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden bu Otuzuncu Lem'adır.
(İsm-i Azam'dan Hayy-ı Kayyum'a dair parçada pek derin ve geniş mes'eleleri herkes birden bilemez ve zevk etmez, fakat hissesiz de kalmaz.)
Birinci Nükte
İsm-i Kuddüs'ün bir nüktesine dairdir.
[Bu Kuddüs Nüktesi, Otuzuncu Söz'ün Zeylinin Zeyli olması münasibdir.]
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
وَاْلاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ اْلمَاهِدُونَ
âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i Azam veyahud İsm-i Azam'ın altı nurundan bir nuru olan "Kuddüs" isminin bir cilvesi Şaban-ı Şerif'in âhirinde, Eskişehir Hapishanesi'nde bana göründü. Hem mevcudiyet-i İlahiyeyi kemal-i zuhurla, hem vahdet-i Rabbaniyeyi kemal-i vuzuhla gösterdi. Şöyle ki, gördüm: Bu kâinat ve bu Küre-i Arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler; müzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i Arz o derece pâk, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz, zâhirî bulunsa da, çabuk bir istihâle makinesine atılır, temizlenir. Demek bu fabrikaya bakan zat, çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi bir sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde müzahrefatı ve enkazından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüğü nisbetinde, temizliğine ve nezafetine dikkat
sh: » (L: 287)
ediliyor. Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki pâklık, safilik, nuranîlik, temizlik; mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor. Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkat ile bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüzbin milletleri Arz'ın yüzünde boğulacaklardı.
Ve semavatın fezasında, tahribe ve mevte mazhar olan kürelerin ve peyklerin, belki yıldızların enkazları, başımızı ve diğer hayvanatın başlarını, belki Küre-i Arz'ın başını, belki dünyamızın başını kıracaklardı. Dağlar büyüklüğündeki taşları başımıza yağdıracaklardı ve bizi bu vatan-ı dünyevîmizden kaçıracaklardı. Halbuki eskiden beri o yukarı âlemlerdeki tahrib ve tamirden, medâr-ı ibret olarak yalnız birkaç semavî taşlar düşmüş ise de hiç kimsenin başını kırmamış.
Hem zeminin yüzünde her sene mevt ve hayatın değişmeleri ve döğüşmeleri yüzünden yüzbinler hayvanat milletlerinin cenazeleri ve ikiyüzbin nebatatın taifelerinin enkazları, berr ve bahrin yüzlerini fevkalâde öyle kirleteceklerdi ki; zîşuur, o yüzleri değil sevmek, âşık olmak belki öyle çirkinlikten nefret edip mevte ve ademe kaçacaklardı. Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtib rahatça sahifelerini temizlediği gibi, bu tayyare-i Arz'ın ve bu tuyur-u semaviyenin kanatları ve bu kitab-ı kâinatın sahifeleri de öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki; âhiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve îmanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler.
Demek bu saray-ı âlem ve bu fabrika-i kâinat, İsm-i Kuddüs'ün bir cilve-i azamına mazhardır ki, o tanzif-i kudsîden gelen emirleri, değil yalnız denizlerin âkil-ül lahm tanzifatçıları ve karaların kartalları, belki kurdlar ve karıncalar gibi cenazeleri toplayan sıhhiye memurları dahi dinliyorlar. Belki o kudsî evamir-i tanzifiyeyi, bedende cereyan eden kandaki küreyvat-ı hamra ve beyza dahi dinleyip, bedenin hüceyratında tanzifat yaptıkları gibi; nefes dahi o kanı tasfiye eder, temizler. Ve o emri; göz kapakları, gözleri temizlemek ve sinekler, kanatlarını süpürmek için dinledikleri gibi, koca hava ve bulut dahi dinler. Hava zeminin sathına, yüzüne konan toz toprak gibi süprüntülere üfler, tanzif eder. Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra gökyüzünü çok zaman kirletmemek için, çabuk süprüntülerini toplayıp kemal-i intizamla çekilir, gizlenir. Göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve süpürülmüş, parıl parıl parlar gösteriyor. Ve o evamir-i tanzifiyeyi yıldızlar, unsurlar, madenler, nebatlar dinledikleri gibi, bütün zerreler dahi dinliyorlar ki, hayret-engiz tahavvülât fırtınaları içinde o zerreler nezafete dikkat ediyorlar. Bir yerde lüzumsuz toplanmıyorlar, kalabalık etmiyorlar. Mü
sh: » (L: 288)
levves olsalar, çabuk temizleniyorlar. En temiz ve en nazif ve en parlak ve en pâk vaziyetleri; en güzel, en saf, en lâtif suretleri almak için, bir dest-i hikmet tarafından sevkolunuyorlar.
İşte bu tek fiil, yâni tek hakikat olan tanzif; İsm-i Kuddüs gibi bir ism-i azamdan, kâinatın daire-i azamında görünen bir cilve-i azamdır ki, doğrudan doğruya mevcudiyet-i Rabbaniyeyi ve vahdaniyet-i İlahiyeyi Esmâ-i hüsnasıyla beraber, Güneş gibi geniş ve dürbün gibi olan gözlere gösterir.
Evet Risale-i Nur'un çok cüz'lerinde kat'î bürhanlarla isbat edilmiş ki: İsm-i Hakem ve İsm-i Hakîm'in bir cilvesi olan fiil-i tanzim ve nizam, ve İsm-i Adl ve Âdil'in bir cilvesi olan fiil-i tevzin ve mizan ve İsm-i Cemil ve Kerim'in bir cilvesi olan fiil-i tezyin ve ihsan ve İsm-i Rab ve Rahîm'in bir cilvesi olan fiil-i terbiye ve in'am; bu daire-i azam-ı âlemde, herbiri bir tek hakikat ve bir tek fiil olduklarından, bir tek zatın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösteriyorlar. Aynen öyle de: İsm-i Kuddüs'ün bir mazharı ve bir cilvesi olan fiil-i tanzif ve tathir dahi, o Zat-ı Vâcib-ül Vücud'un hem güneş gibi mevcudiyetini, hem gündüz gibi vahdaniyetini gösteriyorlar. Ve mezkûr tanzim, tevzin, tezyin, tanzif misillü o ef'al-i hakîmane, azamî dairede vahdet-i nev'iyeleri noktasında bir tek Sâni-i Vâhid'i gösterdikleri gibi; Esmâ-i hüsnanın ekserisinin, belki binbir Esmânın herbirinin böyle birer cilve-i azamı, bu daire-i azamda vardır. Ve o cilveden gelen fiil, büyüklüğü nisbetinde vuzuh ve kat'iyetle Vâhid-i Ehad'i gösterir.
Evet herşeyi kanun ve nizamına itaat ettiren hikmet-i âmme ve herşeyi süslendirip yüzünü güldüren inayet-i şamile ve her şeyi sevindirip memnun eden Rahmet-i vasia ve zîhayat her şeyi beslendirip lezzetlendiren rızk-ı umumî-i iaşe ve her şeyi umum eşyaya münasebettar ve müstefid ve bir derece mâlik eden hayat ve ihya gibi kâinatın yüzünü güldüren, ışıklandıran bedihî hakikatlar ve vahdanî fiiller; ziya güneşi gösterdiği gibi, birtek Zat-ı Hakîm, Kerim, Rahîm, Rezzak, Hayy ve Muhyî'yi bilbedahe gösteriyorlar. Eğer herbiri birer bürhan-ı bâhir-i vahdaniyet olan o yüzer geniş fiillerden tek birisi Vâhid-i Ehad'e verilmezse, yüzer vecihte muhaller lâzım gelir. Meselâ: Onlardan değil hikmet, inayet, Rahmet, iaşe, ihya gibi bedihî hakikatlar ve vahdanî deliller, belki yalnız tanzif fiili kâinat Hâlıkına verilmezse, o vakit ehl-i dalâletin o meslek-i küfrîsinde lâzım gelir ki: Ya tanzif ile alâkadar zerreden, sinekten tut tâ unsurlara, yıldızlara kadar bütün mahlûkatın her biri koca kâinatın tezyinini ve tevzinini ve tanzimini ve tanzifini bilecek, düşünecek ve ona göre davranacak bir kabiliyette olacak.. veyahud Hâlık-ı Âlem'in sıfât-ı kudsiyesi kendisinde bulunacak.. veyahud bu kâinatın tezyinat ve tanzifatı ve varidat ve masarifinin müvazenelerini tanzim etmek için, kâinat
sh: » (L: 289)
büyüklüğünde bir meclis-i meşveret bulundurulacak ve hadsiz zerreler, sinekler, yıldızlar o meclisin âzaları olacak ve hâkeza.. bunlar gibi hurafeli, safsatalı yüzer muhaller bulunacak. Tâ ki, her tarafta görünen ve müşahede olunan umumî ve ihatalı ulvî tezyin ve tathir ve tanzif vücud bulabilsin. Bu ise bir muhal değil, belki yüzbin muhal ortaya girer. Evet eğer gündüzün ziyası ve zemindeki umum parlak şeylerde temessül eden hayalî güneşçikler Güneş'e verilmezse ve bir tek Güneş'in cilve-i in'ikasıdır denilmezse, o vakit zemin yüzünde parlayan bütün cam parçalarında ve su katrelerinde ve karın şişeciklerinde, belki havanın zerrelerinde birer hakikî Güneş bulunmak lâzım gelir. Tâ ki, o umumî ziya vücud bulabilsin.
İşte hikmet dahi bir ziyadır.. Rahmet-i muhita bir ziyadır.. tezyin, tevzin, tanzim, tanzif muhit birer ziyadırlar ki, o Şems-i Ezelî'nin şualarıdırlar. İşte gel, bak; dalâlet ve küfür nasıl hiç çıkılmaz bataklığa girer. Ve dalâletteki cehâlet, ne derece ahmakane olduğunu gör, "Elhamdülillahi alâ din-il İslâm ve kemal-il îman" de.
Evet kâinat sarayını tertemiz tutan bu ulvî, umumî tanzif; elbette İsm-i Kuddüs'ün cilvesi ve muktezasıdır. Evet nasılki bütün mahlûkatın tesbihatları İsm-i Kuddüs'e bakar; öyle de bütün nezafetlerini de, Kuddüs ismi ister. (Haşiye) Nezafetin bu kudsî intisabındandır ki;
اَلنَّظَافَةُ مِنَ اْلاِيمَانِ
Hadîsi, nezafeti îmanın nurundan saymış.
اِنَّ اللَّهَ يُحِبَّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ اْلمُتَطَهِّرِينَ
âyeti dahi, tahareti muhabbet-i İlahiyenin bir medârı göstermiş.
Otuzuncu Lem'anın İkinci Nüktesi
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ
âyetinin bir nüktesi ve bir ism-i azam veyahud ism-i azamın altı nurundan bir nuru olan "Adl" isminin bir cilvesi, Birinci Nükte gibi Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa göründü. Onu yakınlaştırmak için yine temsil yoluyla deriz:
Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrib ve tamir içinde çalkalanan bir şehir var.. ve o şehirde her vakit harb ve hicret
___________________________
(Haşiye): Kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid'alar; mânevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız.
sh: » (L: 290)
içinde kaynayan bir memleket var.. ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var. Halbuki o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayret-engiz bir müvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor, bilbedahe isbat eder ki: Bu hadsiz mevcudatta olan tahavvülât ve varidat ve masarif; herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir bir tek zatın mizanıyla ölçülür, tartılır. Yoksa balıklardan bir balık bin yumurtacık ile ve nebatattan haşhaş gibi bir çiçek yirmi bin tohum ile ve sel gibi akan unsurların, inkılabların hücumuyla şiddetle müvazeneyi bozmaya çalışan ve istilâ etmek isteyen esbab başıboş olsalardı veyahud maksadsız serseri tesadüf ve mizansız kör kuvvete ve şuursuz zulmetli tabîata havale edilseydi, o müvazene-i eşya ve müvazene-i kâinat öyle bozulacaktı ki; bir senede, belki bir günde herc ü merc olurdu. Yâni: Deniz karmakarışık şeylerle dolacaktı, taaffün edecekti; hava, gazat-ı muzırra ile zehirlenecekti; zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. Dünya boğulacaktı.
İşte cesed-i hayvanînin hüceyratından ve kandaki küreyvat-ı hamra ve beyzadan ve zerratın tahavvülâtından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin varidat ve masarifine.. tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına.. tâ hayvanat ve nebatatın tevellüdat ve vefiyatlarına.. tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına.. tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına.. tâ mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve bürudetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar o derece hassas bir mizan ile ve o kadar ince bir ölçü ile tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi; hikmet-i insaniye dahi, herşeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor. Belki, hikmet-i insaniye o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır.
İşte gel, Güneş ile muhtelif oniki seyyarenin müvazenelerine bak. Acaba bu müvazene, Güneş gibi, Adl ve Kadîr olan Zat-ı Zülcelâl'i göstermiyor mu? Ve bilhassa seyyarattan olan gemimiz yâni Küre-i Arz, bir senede yirmidört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o harika sür'atiyle beraber zeminin yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor. Eğer sür'ati bir parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekenesini havaya fırlatıp fezada dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir saniye müvazenesini bozsa, dünyamızı bozacak; belki başkasıyla çarpışacak, bir kıyameti koparacak. Ve bilhassa zeminin yüzünde nebatî ve hayvanî dörtyüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahîmane müvazeneleri; ziya güneşi gösterdiği gibi, bir tek Zat-ı Adl ve Rahîm'i gösteriyor. Ve bilhassa o hadsiz milletlerin
sh: » (L: 291)
hadsiz efradından bir tek ferdin âzası, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebetdar ve müvazenettedir ki; o tenasüb, o müvazene, bedahet derecesinde bir Sâni-i Adl ve Hakîm'i gösteriyor. Ve bilhassa her ferd-i hayvanînin bedenindeki hüceyratın ve kan mecralarının ve kandaki küreyvatın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve harika müvazeneleri var, bilbedahe isbat eder ki: Herşeyin dizgini elinde ve herşeyin anahtarı yanında ve birşey birşeye mani olmuyor.. umum eşyayı bir tek şey gibi kolayca idare eden bir tek Hâlık-ı Adl ve Hakîm'in mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor. Haşrin mahkeme-i kübrasında mizan-ı azîm-i adâletinde cin ve insin müvazene-i a’mâllerini istib'ad edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu müvazene-i ekbere dikkat etse, elbette istib'adı kalmaz.
Ey israflı, iktisadsız.. ey zulümlü, adâletsiz.. ey kirli, nezafetsiz bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisad ve nezafet ve adâleti yapmadığından, umum mevcudata muhâlefetinle, manen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki; umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun? Evet İsm-i Hakîm'in cilve-i azamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisad ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor; iktisadı emrediyor. Ve İsm-i Adl'in cilve-i azamından gelen kâinattaki adâlet-i tâmme, umum eşyanın müvazenelerini idare ediyor ve beşere de adâleti emrediyor. Sure-i Rahmân'da
وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ اْلمِيزَانَ *اَلاَّ تَطْغَوْا فِى اْلمِيزَانِ *وَاَقِيمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلاَ تُخْسِرُوا اْلمِيزَانَ*
âyetindeki dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden dört defa "mizan" zikretmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık yoktur. Ve İsm-i Kuddüs'ün cilve-i azamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.
İşte hakaik-i Kur'aniyeden ve desatir-i İslâmiyeden olan "adâlet, iktisad, nezafet" hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı birer düstur olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur'aniye ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaikı bozmak, kâinatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi mümkün olmadığını bil!. Ve bu üç ziya-yı azam gibi; Rahmet, inayet, hafîziyet misillü yüzer ihatalı haki
sh: » (L: 292)
katlar haşri, âhireti iktiza ve istilzam ettikleri halde, hiç mümkün müdür ki: Kâinatta ve umum mevcudatta hükümferma olan Rahmet, inayet, adâlet, hikmet, iktisad ve nezafet gibi pek kuvvetli ihatalı hakikatlar; haşrin ademiyle ve âhiretin gelmemesiyle merhametsizliğe, zulme, hikmetsizliğe, israfa, nezafetsizliğe, abesiyete inkılab etsinler? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ! Bir sineğin hakk-ı hayatını rahîmane muhafaza eden bir Rahmet, bir hikmet; acaba haşri getirmemekle umum zîşuurların hadsiz hukuk-u hayatlarını ve nihayetsiz mevcudatın nihayetsiz hukuklarını zayi eder mi? Ve tabîri caiz ise, Rahmet ve şefkatte ve adâlet ve hikmette hadsiz hassasiyet ve dikkat gösteren bir haşmet-i Rubûbiyet; ve kemalâtını göstermek ve kendini tanıttırmak ve sevdirmek için bu kâinatı hadsiz harika san'atlarıyla, nimetleriyle süslendiren bir saltanat-ı uluhiyet, böyle hem umum kemalâtını, hem bütün mahlûkatını hiçe indiren ve inkâr ettiren haşirsizliğe müsaade eder mi? Hâşâ! Böyle bir Cemal-i Mutlak, böyle bir kubh-u mutlaka bilbedahe müsaade etmez. Evet âhireti inkâr etmek isteyen adam, evvelce bütün dünyayı bütün hakaikıyla inkâr etmeli. Yoksa, dünya bütün hakaikıyla, yüzbin lisanla onu tekzib ederek bu yalanında yüzbin derece yalancılığını isbat edecek. Onuncu Söz kat'î delillerle isbat etmiştir ki; âhiretin vücudu, dünyanın vücudu kadar kat'î ve şüphesizdir.
* * *
İsm-i Azam'ın altı nurundan üçüncü nuruna işaret eden
Üçüncü Nükte
اُدْعُاِلَىسَبِيلِرَبِّكَبِالْحِكْمَةِ
âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i Azam veya İsm-i Azam'ın altı nurundan bir nuru olan "İsm-i Hakem"in bir cilvesi Ramazan-ı Şerifte görüldü. Ona yalnız bir işaret olarak "Beş Nokta"dan ibaret Üçüncü Nükte acele olarak yazıldı; müsvedde halinde kaldı.
Üçüncü Nükte'nin Birinci Noktası: Onuncu Söz'de işaret edildiği gibi: İsm-i Hakem'in tecelli-i azamı şu kâinatı öyle bir kitab hükmüne getirmiş ki, her sahifesinde yüzer kitab yazılmış.. ve her satırında yüzer sahife dercedilmiş.. ve her kelimesinde yüzer satır mevcuddur.. ve her harfinde yüzer kelime var.. ve her noktasında kitabın muhtasar bir fihristeciği bulunur bir tarza getirmiştir. O kitabın sahifeleri, satırları, tâ noktalarına kadar yüzer cihette nakkaşını, kâtibini öyle vuzuhla gösteriyor ki; o kitab-ı kâinatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade kâtibinin vücudunu ve vahdetini isbat eder. Çünki bir harf, kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde; kâtibini bir satır kadar ifade ediyor. Evet bu kitab-ı kebirin bir sahifesi, zemin yü
sh: » (L: 293)
züdür. O sahifede nebatat, hayvanat taifeleri adedince kitablar, birbiri içinde, beraber, bir vakitte, yanlışsız, gâyet mükemmel bir surette bahar mevsiminde yazıldığı gözle görünüyor. Bu sahifenin bir satırı, bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar, nebatlar adedince manzum kasideler; beraber, birbiri içinde, yanlışsız yazıldığını gözümüzle görüyoruz. O satırın bir kelimesi çiçek açmış, meyve vermek üzere yaprağını vermiş bir ağaçtır. İşte bu kelime; muntazam, mevzun, süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince Hakem-i Zülcelâl'in medh ü senasına dair manidar fıkralardır. Güya çiçek açmış her ağaç gibi, o ağaç dahi nakkaşının medîhelerini teganni eden manzum bir kasidedir.
Hem güya Hakem-i Zülcelâl, zeminin meşherinde teşhir ettiği antika ve acib eserlerine binler gözle bakmak istiyor.
Hem güya o Sultan-ı Ezelî'nin o ağaca verdiği murassa' hediye ve nişanları ve formaları, hususî bayramı ve resm-i küşadı olan baharda padişahın nazarına arzetmek için öyle müzeyyen, mevzun, muntazam, manidar bir şekil almış ve öyle hikmetli bir şekil verilmiştir ki; herbir çiçeğinde, herbir meyvesinde birbiri içinde çok vecihler ve delillerle nakkaşının vücuduna ve Esmâsına şEhadet ederler. Meselâ: Herbir çiçekte, herbir meyvede bir mizan var. Ve o mizan, bir intizam içinde.. ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin içinde.. ve o tevzin ve tanzim, bir zînet ve san'at içinde.. ve o zînet ve san'at, manidar kokular ve hikmetli tatlar içinde bulunduğundan; herbir çiçek, o ağacın çiçekleri adedince Hakem-i Zülcelâl'e işaretler ediyor. Ve bu bir kelime olan bu ağaçta, bir harf hükmünde olan bir meyvede bulunan bir çekirdek noktası, bütün ağacın fihristesini, proğramını taşıyan küçük bir sandukçadır. Ve hâkeza.. buna kıyasen kâinat kitabının bütün satırları, sahifeleri böyle İsm-i Hakem ve Hakîm'in cilvesiyle yalnız herbir sahifesi değil, belki herbir satırı ve herbir kelimesi ve herbir harfi ve herbir noktası, birer mu'cize hükmüne getirilmiştir ki; bütün esbab toplansa, bir noktasının nazîrini getiremezler, muaraza edemezler. Evet bu Kur'an-ı Azîm-i Kâinat'ın herbir âyet-i tekviniyesi, o âyetin noktaları ve hurufu adedince mu'cizeler gösterdiklerinden, elbette serseri tesadüf, kör kuvvet, gayesiz, mizansız, şuursuz tabîat hiçbir cihetle o hakîmane, basîrane olan has mizana ve gâyet ince intizama karışamazlar. Eğer karışsaydılar, elbette karışık eseri görünecekti. Halbuki hiçbir cihette intizamsızlık müşahede olunmuyor.
Üçüncü Nükte'nin İkinci Noktası: "İki Mes'ele"dir.
Birinci Mes'ele: Onuncu Söz'de beyan edildiği gibi.. nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, elbette kendini görmek ve gös
sh: » (L: 294)
termek, teşhir etmek istemesi; en esaslı bir kaidedir. İşte bu esaslı düstur-u umumîye binaendir ki; bu kitab-ı kebir-i kâinatın Nakkaş-ı Ezelî'si, bu kâinatla ve bu kâinatın herbir sahifesiyle ve herbir satırıyla, hatta harfleri ve noktalarıyla kendini tanıttırmak ve kemalâtını bildirmek ve cemalini göstermek ve kendisini sevdirmek için en cüz'îden en küllîye kadar herbir mevcudun müteaddid lisanlarıyla cemal-i kemalini ve kemal-i cemalini tanıttırıyor ve sevdiriyor.
İşte ey gafil insan! Bu Hâkim-i Hakem-i Hakîm-i Zülcelâli Velcemal, sana karşı kendisini herbir mahlukuyla böyle hadsiz ve parlak tarzlarda tanıttırmak ve sevdirmek istediği halde, sen onun tanıttırmasına karşı îmanla tanımazsan ve onun sevdirmesine mukabil ubûdiyetinle kendini ona sevdirmezsen ne derece hadsiz muzaaf bir cehâlet, bir hasaret olduğunu bil, ayıl!..
İkinci Noktanın İkinci Mes'elesi: Bu kâinatın Sâni-i Kadîr ve Hakîm'inin mülkünde iştirak yeri yoktur. Çünki herşeyde nihayet derecede intizam bulunduğundan, şirki kabul edemez. Çünki müteaddid eller bir işe karışırsa, o iş karışır. Bir memlekette iki padişah, bir şehirde iki vali, bir köyde iki müdür bulunsa; o memleket, o şehir, o köyün her işinde bir karışıklık başlayacağı gibi.. en edna bir vazifedar adam, o vazifesine başkasının müdahâlesini kabul etmemesi gösteriyor ki; hâkimiyetin en esaslı hassası, elbette istiklal ve infiraddır. Demek intizam vahdeti ve hâkimiyet infiradı iktiza eder. Madem hâkimiyetin bir muvakkat gölgesi, muavenete muhtaç ve âciz insanlarda böyle müdahâleyi reddederse elbette derece-i Rubûbiyette hakikî bir hâkimiyet-i mutlaka, bir Kadîr-i Mutlak'ta bütün şiddetiyle müdahâleyi reddetmek gerektir. Eğer zerre kadar müdahâle olsaydı, intizam bozulacaktı. Halbuki bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki; bir çekirdeği halketmek için, bir ağacı halkedebilir bir kudret lâzımdır. Ve bir ağacı halketmek için de kâinatı halkedebilir bir kudret gerektir. Ve kâinat içinde parmak karıştıran bir şerik bulunsa, en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lâzım gelir. Çünki o, onun nümunesidir. O halde, koca kâinatta yerleşmeyen iki Rubûbiyet, bir çekirdekte, belki bir zerrede yerleşmek lâzım gelir. Bu ise, muhalatın ve bâtıl hayalatın en mânâsız ve en uzak bir muhalidir. Koca kâinatın umum ahval ve keyfiyatını mizan-ı adlinde ve nizam-ı hikmetinde tutan bir Kadîr-i Mutlak'ın aczini, hatta bir çekirdekte dahi iktiza eden şirk ve küfür ne kadar hadsiz derecede muzaaf bir hilaf, bir hata, bir yalan olduğunu.. ve tevhid ne derece hadsiz muzaaf bir derecede hak ve hakikat ve doğru olduğunu bil, "Elhamdülillahi ale-l îman" de!..
Üçüncü Nokta: Sâni-i Kadîr, İsm-i Hakem ve Hakîm'iyle bu âlem içinde binler muntazam âlemleri dercetmiştir. O âlemler içinde en ziyade kâinattaki hikmetlere medâr ve mazhar olan insanı, bir merkez, bir
sh: » (L: 295)
medâr hükmünde yaratmış. Ve o kâinat dairesinin en mühim hikmetleri ve faideleri, insana bakıyor. Ve insan dairesi içinde dahi, rızkı bir merkez hükmüne getirmiş. Âlem-i insanîde ekser hikmetler, maslahatlar; o rızka bakar ve onunla tezahür eder. Ve insanda şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla İsm-i Hakîm'in cilvesi parlak bir surette görünüyor. Ve şuur-u insanî vasıtasıyla keşfolunan yüzer fenlerden herbir fen, Hakem isminin, bir nevide bir cilvesini tarif ediyor. Meselâ Tıb Fenninden sual olsa: "Bu kâinat nedir?" Elbette diyecek ki: "Gâyet muntazam ve mükemmel bir eczahane-i kübradır. İçinde herbir ilâç güzelce ihzar ve istif edilmiştir." Fenn-i Kimya'dan sorulsa: "Bu Küre-i Arz nedir?" Diyecek: "Gâyet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir." Fenn-i Makine diyecek: "Hiçbir kusuru olmayan gâyet mükemmel bir fabrikadır." Fenn-i Ziraat diyecek: "Nihayet derecede mahsuldar, her nevi hububu vaktinde yetiştiren muntazam bir tarladır ve mükemmel bir bahçedir." Fenn-i Ticaret diyecek: "Gâyet muntazam bir sergi ve çok intizamlı bir pazar ve malları çok san'atlı bir dükkândır." Fenn-i İaşe diyecek: "Gâyet muntazam, bütün erzakın enva'ını câmi bir anbardır." Fenn-i Rızık diyecek: "Yüzbinler leziz taamlar beraber kemal-i intizam ile içinde pişirilen bir matbah-ı Rabbanî ve bir kazan-ı Rahmânîdir." Fenn-i Askeriye diyecek ki: "Arz bir ordugâhtır. Her bahar mevsiminde yeni taht-ı silâha alınmış ve zemin yüzünde çadırları kurulmuş dörtyüz bin muhtelif milletler o orduda bulunduğu halde; ayrı ayrı erzakları, ayrı ayrı libasları, silâhları, ayrı ayrı talimatları, terhisatları kemal-i intizamla hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, birtek Kumandan-ı Azam'ın emriyle, kuvvetiyle, merhametiyle, hazinesiyle gâyet muntazam yapılıp, idare ediliyor." Ve Fenn-i Elektrik'ten sorulsa, elbette diyecek: "Bu muhteşem saray-ı kâinatın damı, gâyet intizamlı, mizanlı hadsiz elektrik lâmbalarıyla tezyin edilmiştir. Fakat o kadar harika bir intizam ve mizan iledir ki: Başta Güneş olarak Küre-i Arz'dan bin defa büyük o semavî lâmbalar, mütemadiyen yandıkları halde müvazenelerini bozmuyorlar, patlak vermiyorlar, yangın çıkarmıyorlar. Sarfiyatları hadsiz olduğu halde, varidatları ve gazyağları ve madde-i iştialleri nereden geliyor? Neden tükenmiyor? Neden yanmak müvazenesi bozulmuyor?.. Küçük bir lâmba dahi muntazam bakılmazsa, söner. Kozmoğrafyaca Küre-i Arz'dan bir milyondan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan Güneş'i (Haşiye) kömürsüz, yağsız yandı
______________________________ _
(Haşiye): Acaba dünya sarayını ısındıran Güneş sobasına veyahud lâmbasına ne kadar odun ve kömür ve gazyağı lâzım olduğu hesabedilsin. Her gün yanması için -Kozmoğrafya'nın sözüne bakılsa- bir milyon Küre-i Arz kadar odun yığınları ve binler denizler kadar gazyağı gerektir. Şimdi düşün; onu odunsuz, gazsız daimî ışıklandıran Kadîr-i Zülcelâl'in haşmetine, hikmetine, kudretine Güneş'in zerreleri adedince "Sübhanallah, Mâşâallah, Bârekâllah" de.
sh: » (L: 296)
ran; söndürmeyen Hakîm-i Zülcelâl'in hikmetine, kudretine bak. "Sübhanallah" de. Güneş'in müddet-i ömründe geçen dakikalarının âşiratı adedince "Mâşâallah, Bârekâllah, Lâilahe İllâ Hu" söyle. Demek bu semavî lâmbalarda gâyet harika bir intizam var ve onlara çok dikkatle bakılıyor. Güya o pek büyük ve pekçok kitle-i nariyelerin ve gâyet çok kanadil-i nuriyelerin buhar kazanı ise, harareti tükenmez bir Cehennem'dir ki, onlara nursuz hararet veriyor. Ve o elektrik lâmbalarının makinesi ve merkezî fabrikası, daimî bir Cennet'tir ki, onlara nur ve ışık veriyor. İsm-i Hakem ve Hakîm'in cilve-i azamıyla, intizamla yanmakları devam ediyor. Ve hâkeza... Bunlara kıyasen yüzer fennin herbirisinin kat'î şEhadetiyle, noksansız bir intizam-ı ekmel içinde hadsiz hikmetler, maslahatlarla bu kâinat tezyin edilmiştir. Ve o harika ve ihatalı hikmetle, mecmu-u kâinata verdiği intizam ve hikmetleri, en küçük bir zîhayat ve bir çekirdekte küçük bir mikyasta dercetmiştir. Ve malûm ve bedihîdir ki; intizam ile gayeleri ve hikmetleri ve faideleri takib etmek; ihtiyar ile, irade ile, kasd ile, meşiet ile olabilir; başka olamaz. İhtiyarsız, iradesiz, kasıdsız, şuursuz esbab ve tabîatın işi olmadığı gibi, müdahâleleri dahi olamaz. Demek bu kâinatın bütün mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle iktiza ettikleri ve gösterdikleri bir Fâil-i Muhtar'ı, bir Sâni-i Hakîm'i bilmemek veya inkâr etmek, ne kadar acib bir cehâlet ve divanelik olduğu tarif edilmez. Evet dünyada en ziyade hayret edilecek birşey varsa, o da bu inkârdır. Çünki kâinatın mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle, vücud ve vahdetine şahidler bulunduğu halde; onu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehâlet olduğunu, en kör cahil de anlar. Hatta diyebilirim ki; ehl-i küfrün içinde, kâinatın vücudunu inkâr ettiklerinden ahmak zannedilen Sofestaîler, en akıllılarıdır. Çünki kâinatın vücudunu kabul etmekle Allah'a ve Hâlıkına inanmamak kabil ve mümkün olmadığından, kâinatı inkâra başladılar. Kendilerini de inkâr ettiler. "Hiçbir şey yok" diyerek akıldan istifa ederek, akıl perdesi altında sair münkirlerin hadsiz akılsızlıklarından kurtulup, bir derece akla yanaştılar.
Dördüncü Nokta: Onuncu Söz'de işaret edildiği gibi: Bir Sâni-i Hakîm ve gâyet hikmetli bir usta, bir sarayın herbir taşında yüzer hikmeti hassasiyetle takib etse, sonra o saraya dam yapmayıp boşuboşuna harab olmasıyla takib ettiği hadsiz hikmetleri zayi etmesini hiçbir zîşuur kabul etmediği.. ve bir Hakîm-i Mutlak, kemal-i hikmetinden bir dirhem kadar bir çekirdekten yüzer batman faideleri, gayeleri, hikmetleri dikkatle takib ettiği halde; dağ gibi koca ağaca bir dirhem kadar bir tek faide, bir tek küçük gaye, bir tek meyve vermek için o koca ağacın pek çok masarifini yapmakla, kendi hikmetine bütün bütün zıd ve muhalif olarak müsrifane bir sefahet irtikâb etmesi hiçbir cihetle imkânı olmadığı
sh: » (L: 297)
gibi; aynen öyle de; bu kâinat sarayının herbir mevcudatına yüzer hikmet takan ve yüzer vazife ile teçhiz eden, hatta herbir ağaca meyveleri adedince hikmetler ve çiçekleri adedince vazifeler veren bir Sâni-i Hakîm, kıyameti getirmemekle ve haşri yapmamakla, bütün hadd ü hesaba gelmeyen hikmetleri ve nihayetsiz vazifeleri mânâsız, abes, boş, faidesiz zayi etmesi, o Kadîr-i Mutlak'ın kemal-i kudretine acz-i mutlak verdiği gibi; o Hakîm-i Mutlak'ın kemal-i hikmetine hadsiz abesiyet ve faidesizliği ve o Rahîm-i Mutlak'ın cemal-i Rahmetine nihayetsiz çirkinliği ve o Âdil-i Mutlak'ın kemal-i adâletine nihayetsiz zulmü vermek demektir. Âdeta kâinatta herkese görünen hikmet, Rahmet, adâleti inkâr etmektir. Bu ise, en acib bir muhaldir ki; hadsiz bâtıl şeyler, içinde bulunur. Ehl-i dalâlet gelsin, baksın; gireceği ve düşündüğü kendi kabri gibi, kendi dalâletinde ne derece dehşetli bir zulmet, bir karanlık ve yılanların, akreplerin yuvası bir kuyu olduğunu görsün. Ve âhirete îman ise, Cennet gibi güzel ve nuranî bir yol olduğunu bilsin, imânâ girsin.
Beşinci Nokta: "İki Mes'ele"dir.
Birinci Mes'ele: Sâni-i Zülcelâl, İsm-i Hakîm'in muktezasıyla, herşeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faideli şekli ehemmiyetle takib ettiği gösteriyor ki; israf, abesiyet, faidesizlik, fıtratta yoktur. İsraf ise, İsm-i Hakîm'in zıddı olduğu gibi; iktisad, onun lâzımıdır ve düstur-u esasıdır.
Ey iktisadsız israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından, ne kadar hilaf-ı hakikat hareket ettiğini bil!
كُلُواوَاشْرَبُواوَلاَتُسْرِفُوا
âyeti; ne kadar esaslı, geniş bir düsturu ders verdiğini anla!..
İkinci Mes'ele: İsm-i Hakem ve Hakîm, bedahet derecesinde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Risaletine delâlet ve istilzam ediyor denilebilir. Evet madem gâyet manidar bir kitab, onu ders verecek bir muallim ister. Ve gâyet güzel bir cemal, kendini görecek ve gösterecek bir âyine iktiza eder. Ve gâyet kemalde bir san'at, teşhirci bir dellâl ister. Elbette herbir harfinde yüzer mânâlar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebir-i kâinatın muhatabı olan nev-i insan içinde elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak. Tâ ki, o kitabda bulunan kudsî ve hakikî hikmetleri ders verecek.. belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu bildirecek.. belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbaniyenin zuhuruna, belki husulüne vesile olacak.. ve umum kâinatta Hâlık tara
sh: » (L:298)
fından gâyet ehemmiyetle izharını irade ettiği kemal-i san'atını, cemal-i Esmâsını bildirecek, âyinedarlık edecek.. ve o Hâlık, bütün mevcudatla kendini sevdirmek ve zîşuur mahluklarından mukabele istediğinden, o zîşuurların namına birisi o geniş tezahürat-ı Rubûbiyete karşı geniş bir ubûdiyet ile mukabele edip, berr ve bahri cezbeye getirecek, Semavat ve Arz'ı çınlatacak bir velvele-i teşhir ve takdis ile, o zîşuurların nazarını, o san'atların Sâniine çevirecek.. ve kudsî dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir Kur'an-ı Azîmüşşan'la, o Sâni-i Hakem-i Hakîm'in makasıd-ı İlahiyesini en güzel bir surette gösterecek.. ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürat-ı cemaliye ve celaliyesine karşı en ekmel bir mukabele edecek bir zat, Güneş'in vücudu gibi bu kâinata lâzımdır, zarurîdir. Ve öyle eden ve en ekmel bir surette o vazifeleri yapan, bilmüşahede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. Öyle ise; Güneş ziyayı, ziya gündüzü istilzam ettiği derecede; kâinattaki hikmetler, Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam eder.
Evet nasılki İsm-i Hakem ve Hakîm'in cilve-i azamı ile, azamî derecede Risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor; öyle de Esmâ-i hüsnadan Allah, Rahmân, Rahîm, Vedud, Mün'im, Kerim, Cemil, Rab gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i azamla, azamî derecede ve mertebe-i kat'iyette Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam ederler.
Meselâ: İsm-i Rahmân'ın cilvesi olan Rahmet-i vasia, o Rahmeten lil-âlemîn ile tezahür eder. Ve İsm-i Vedud'un cilvesi olan tahabbüb-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî, o Habib-i Rabb-ül Âlemîn ile netice verir, mukabele görür. Ve İsm-i Cemil'in bir cilvesi olan bütün cemaller; yâni cemal-i zat, cemal-i Esmâ, cemal-i san'at, cemal-i masnuat dahi, o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir. Ve haşmet-i Rubûbiyet ve saltanat-ı uluhiyetin cilveleri dahi, o dellâl-ı saltanat-ı Rubûbiyet olan Zat-ı Ahmediyenin Risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir. Ve hâkeza... Bu misaller gibi ekser Esmâ-i hüsnanın herbiri, Risalet-i Ahmediyeye birer parlak bürhandır.
Elhasıl: Madem kâinat mevcuddur ve inkâr edilmiyor; elbette kâinatın renkleri, zînetleri, ışıkları, ziyaları, san'atları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inayet, Rahmet, cemal, nizam, mizan, zînet gibi meşhud hakikatlar, hiçbir cihetle inkâr edilmez. Madem bu sıfatların, fiillerin inkârı mümkün değildir; elbette o sıfatların mevsufu ve o fiillerin fâili ve o ziyaların güneşi olan Zat-ı Vâcib-ül Vücud, Hakîm, Kerim, Rahîm, Cemil, Hakem, Adl dahi hiçbir cihetle inkâr edilmez ve inkârı kabil olmaz. Ve elbette o sıfatların ve o fiillerin medâr-ı zuhurları, belki medâr-ı kemalleri, belki medâr-ı tahakkukları olan rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ı azam ve tılsım-ı kâinatın keşşafı ve
sh: » (L: 299)
âyine-i Samedanî ve Habib-i Rahmânî olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmez. Âlem-i hakikatın ve hakikat-ı kâinatın ziyaları gibi, bunun Risaleti dahi kâinatın en parlak bir ziyasıdır.
عَلَيْهِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ اْلاَيَّامِ وَذَرَّاتِ اْلاَنَامِ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
* * *
Otuzuncu Lem'anın Dördüncü Nüktesi
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ
âyetinin bir nüktesi ve Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden bir ism-i azam veya ism-i azamın altı nurundan bir nuru olan "Ferd" isminin bir cilvesi, Şevval-i Şerif'te Eskişehir Hapishanesi'nde bana göründü. O cilve-i azamın tafsilâtını Risale-i Nur'a havale edip, burada muhtasar "Yedi İşaret"le, İsm-i Ferd'in tecelli-i azamıyla gösterdiği tevhid-i hakikîyi, gâyet muhtasar beyan edeceğiz.
Birinci İşaret: Ferd ism-i azamı, azamî bir tecelli ile kâinatın heyet-i mecmûasına ve herbir nev'ine ve herbir ferdine birer Sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdaniyet koyduğunu, Yirmiikinci Söz ile Otuzüçüncü Mektub tafsilen göstermişlerdir. Burada yalnız üç sikkeye işaret edeceğiz.
Birinci Sikke: Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir Sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zat, hiçbir cüz'üne hakikî mâlik olamaz. O sikke de şudur: Kâinatın mevcudatı, enva'ları, en muntazam bir fabrika çarkları gibi birbirine muavenet eder; birbirinin vazifesini tekmile çalışır. Öyle bir tesanüd, öyle birbirine muavenet, öyle birbirinin sualine cevap vermek ve birbirinin imdadına koşmak ve birbirine sarılmak, birbiri içine girmek suretiyle öyle bir vahdet-i vücud teşkil ediyorlar ki; bir insanın cesedindeki unsurlar gibi, birbirinden kabil-i tefrik olmaz. Bir unsurun dizginini tutan, umumun dizginlerini tutamazsa, o tek unsurun dizginini zabtedemez.
sh: » (L: 300)
İşte kâinatın sîmâsındaki bu teavün, tesanüd, tecavüb, teanuk; pek parlak bir Sikke-i kübra-yı vahdettir.
İkinci Sikke: Zeminin yüzünde ve bahar sîmâsında öyle bir parlak hâtem-i Ehadiyet ve Sikke-i vahdaniyet İsm-i Ferd'in cilvesiyle görünüyor ki, Küre-i Arz'ın yüzünde bütün zîhayatı bütün efradıyla ve ahval ve şuunatıyla idare etmeyen ve umumunu birden görmeyen ve bilmeyen ve îcad etmeyen bir zat, îcad cihetinde hiçbir şeye karışmadığını isbat ediyor. O sikke de şudur: Zeminin yüzünde madeni maddelerin, unsurların ve câmidat mahlûkatın gâyet muntazam, fakat gizli sikkelerinden kat-ı nazar; yalnız ikiyüzbin hayvanat taifelerinin ve ikiyüzbin nebatat enva'ının atkı ipleriyle dokunan nakışlı şu sikkeye bak ki: Birden bahar mevsiminde, zeminin yüzünde, birbiri içinde, beraber, ayrı ayrı şekilleri, ayrı ayrı hizmetleri, ayrı ayrı rızıkları, ayrı ayrı cihazatları; hiçbirini şaşırmayarak, yanlış etmeyerek, nihayet karışıklık içinde nihayet derecede temyiz ve tefrik ile, gâyet hassas bir mizanla herbir şeye lâzım olan herşeyleri külfetsiz tam vaktinde umulmadığı yerden verildiğini gözümüzle gördüğümüzden, zeminin sîmâsında o keyfiyet, o tedbir, o idare öyle bir hâtem-i vahdaniyet ve öyle bir Sikke-i Ehadiyettir ki; bütün o mevcudatı birden, hiçten îcad edip beraber idare etmeyen bir zat; Rubûbiyet ve îcad cihetiyle hiçbir şeye karışamaz. Çünki karışmış olsa, o hadsiz geniş müvazene-i idare bozulacak. Fakat insanların o kavanin-i Rubûbiyetin hüsn-ü cereyanlarına yine emr-i İlahî ile sûrî bir hizmeti var.
Üçüncü Sikke: İnsanın yüzünde.. belki, insanın yüzü öyle bir Sikke-i Ehadiyettir ki, Âdem zamanından tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün efrad-ı insaniye birden nazar-ı mütalaasında bulunmayan ve herbirine karşı o tek yüzde birer alâmet-i farika koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alâmet-i farika bırakmayan bir sebeb, bir tek insanın yüzündeki hâtem-i vahdaniyete îcad cihetiyle el uzatamaz. Evet insanın yüzüne o sikkeyi koyan zat, elbette bütün efrad-ı insaniye nazar-ı şuhudunda ve daire-i ilmindedir ki, herbir insanın sîmâsı göz, kulak, ağız gibi âza-yı esasîde birbirine benzediği halde, birer alâmet-i farika ile, hiçbirisine tamam benzemez. Nasılki o sîmâda göz, kulak gibi âzaların umum efradında birbirine benzediği, o nev-i insanın Sânii bir, vâhid olduğuna şehadet eden bir Sikke-i tevhiddir; öyle de: Hukuk-u insaniyenin muhafazası için sair enva'ın fevkinde olarak, o sîmâlarda birbirine iltibas olmamak ve birbirinden tefriki için, hikmetli pek çok alâmet-i farika ile iftirakları, o Sâni-i Vâhid'in iradesini, ihtiyarını ve meşietini göstermekle beraber, ayrı ve çok dakik bir Sikke-i Ehadiyet oluyor ki; bütün insanları, hayvanları, belki kâinatı halketmeyen bir zat, bir sebeb o sikkeyi koyamaz.
sh: » (L: 301)
İkinci İşaret: Kâinatın âlemleri, enva'ları ve unsurları öyle birbiri içine girift olarak girmiştir ki, kâinatın heyet-i mecmûasına mâlik olmayan bir sebeb, hiçbir nev'ine, hiçbir unsuruna hakikî tasarruf edemez. Âdeta İsm-i Ferd'in cilve-i vahdeti, bütün kâinatı bir vahdet içine almış; herşey o vahdeti ilân ediyor. Meselâ: Bu kâinatın lâmbası olan Güneş'in bir olması, umum kâinat birinin olmasına işaret ettiği gibi; zîhayatların çevik ve çalak hizmetçileri olan hava unsuru bir olması.. ve aşçıları olan ateş bir olması.. ve zemin bahçesini sulayan bulut süngeri bir olması.. ve umum zîhayatın imdadına yetişen yağmur bir olması ve her yere yetişmesi.. ve ekser hayvanat ve nebatat taifelerinin herbirisi umum zemin yüzünde serbest yayılmaları, vahdet-i nev'iyeleri ve meskenleri bir bulunması; gâyet kat'î bir surette işaretler, şEhadetlerdir ki: Meskenleri ile beraber umum o mevcudat, bir tek zatın malı olduğuna delâlet ederler.
İşte buna kıyasen, bütün kâinatın böyle birbirine girift olan enva'ları mecmu kâinatı öyle bir küll hükmüne getirmiştir ki, îcad cihetiyle tecezzi kabul etmez. Umum kâinata hükmü geçmeyen bir sebeb, Rubûbiyet cihetiyle ve îcad keyfiyetiyle hiçbir şeye hükmedemez ve bir tek zerreye Rubûbiyetini dinlettiremez.
Üçüncü İşaret: İsm-i Ferd'in tecelli-i azamıyla kâinatı birbiri içinde hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmüne getirip, her mektubda hadsiz hâtem-i vahdaniyet ve pek çok mühr-ü Ehadiyet basılmış gibi, herbir mektubun kelimatı adedince Ehadiyet mühürlerini taşıyor ve o mühürlerin adedince kâtibini gösteriyor. Evet herbir çiçek, herbir meyve, herbir ot, hatta herbir hayvan, herbir ağaç birer mühr-ü Ehadiyet ve birer Sikke-i Samediyet olduklarını ve bulundukları mekân ise bir mektub suretini alması cihetiyle herbiri bir imza şeklini alır; o mekânın kâtibini gösteriyor. Meselâ: Bir bahçede bir sarı çiçek, o bahçe nakkaşının bir mührü hükmündedir. O çiçek mührü kimin ise, bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, o zatın kelimeleri hükmünde olduğuna ve o bahçe dahi onun yazısı olduğuna, açık bir surette delâlet ediyor. Demek oluyor ki; herbir şey, umum eşyayı Hâlıkına isnad edip, azamî bir tevhide işaret ediyor.
Dördüncü İşaret: İsm-i Ferd'in cilve-i azamı güneş gibi zâhir olmakla beraber, vücub derecesinde bir makuliyet ve hadsiz bir kolaylıkla kabul edilir. Ve o cilvenin muhalifi ve zıddı olan şirk, nihayet derecede müşkil ve akıldan gâyet derecede uzak, belki muhal ve mümteni derecesinde olduğunu isbat eden çok bürhanlar, Risale-i Nur'un eczalarında beyan edilmiş. Şimdilik o delillerdeki o noktaların tafsilatını o Risalelere havale edip, yalnız "Üç Nokta"sını burada beyan edeceğiz.
sh: » (L: 302)
Birincisi: Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözlerin âhirlerinde icmalen ve Yirminci Mektub'un âhirinde tafsilen gâyet kat'î bürhanlar ile isbat etmişiz ki: Zat-ı Ferd ve Ehad'in kudretine nisbeten en büyük şey'in îcadı, en küçük birşey gibi kolaydır. Bir baharı, bir çiçek gibi sühuletle halkeder. Binler haşrin nümunelerini her baharda gözümüz önünde kolaylıkla îcad eder. Büyük bir ağacı, küçük bir meyve gibi rahatça idare eder. Eğer müteaddid esbaba havale edilse, herbir meyve, bir ağaç kadar masraflı ve müşkilatlı.. ve bir çiçek, bir bahar kadar zahmetli ve suubetli olur. Evet nasılki bir ordunun teçhizat-ı askeriyesi bir kumandanın emriyle bir fabrikada yapılsa; o ordunun teçhizatı, âdeta bir tek neferin teçhizatı gibi kolaylaşır. Eğer her neferin cihazatı ayrı ayrı fabrikada yapılsa ve idare-i askeriyesi vahdetten kesrete girse; o vakit herbir nefer, ordu kadar fabrikalar ister.
Aynen öyle de eğer herşey Zat-ı Ferd ve Ehad'e verilse; bütün bir nev'in hadsiz efradı, bir tek ferd gibi kolay olur. Eğer esbaba verilse; herbir ferd, o nev' kadar müşkilatlı olur. Evet vahdet de, ferdiyet de; herşeyin o Zat-ı Vâhid'e intisabıyla olur ve ona istinad eder. Ve bu istinad ve intisab ise; o şey için hadsiz bir kuvvet, bir kudret hükmüne geçebilir. O vakit, küçük bir şey, o intisab ve istinad kuvvetiyle, binler derece kuvvet-i şahsiyesinin fevkinde işler görebilir, neticeler verebilir. Ve çok kuvvetli olan Ferd ve Ehad'e istinad ve intisab etmeyen bir şey, kendi şahsî kuvvetine göre, küçük işler görebilir ve neticesi ona göre küçülür. Meselâ: Nasılki başıbozuk, gâyet cesur, kuvvetli bir adam, kendi cephanesini ve zahîresini beraberinde ve belinde taşımağa mecbur olduğundan, ancak on adam düşmanına karşı muvakkat dayanabilir. Çünki şahsî kuvveti o kadar eser gösterebilir. Fakat, askerlik tezkeresiyle bir kumandan-ı azama intisab ve istinad eden bir adam; kendi menabi-i kuvvetini ve erzak deposunu kendisi çekmediği ve taşımağa mecbur olmadığı için, o intisab ve istinad, onun için tükenmez bir kuvvet, bir hazine hükmüne geçtiğinden; mağlub düşen düşman ordusunun bir müşirini, belki binler adamla beraber, o intisab kuvvetiyle esir edebilir. Demek vahdette, ferdiyette; bir karınca bir Firavun'u, bir sinek bir Nemrud'u, bir mikrop bir cebbarı o intisab kuvvetiyle mağlub edebildiği gibi; nohût tanesi küçüklüğünde bir çekirdek dahi dağ gibi heybetli bir çam ağacını omuzunda taşıyabilir. Evet nasılki bir kumandan-ı azam, bir neferin imdadına bir orduyu gönderebilir haysiyetiyle ve o neferin arkasında bir orduyu tahşid edebildiği cihetiyle; o nefer, bir ordu kendisinin arkasında manen bulunuyor gibi bir kuvvet-i maneviye ile pek büyük işlere, kumandanı namına mazhar olur. Öyle de: Sultan-ı Ezelî, Ferd ve Ehad olduğundan -hiçbir cihetle ihtiyaç yok, eğer faraza ihtiyaç olsa- herşeyin imdadına bütün eşyayı gönderir ve herbir şeyin arkasına kâinat ordusunu tahşid eder ve herbir şey kâinat kadar bir kuvvete dayanır ve herbir şeye karşı
sh: » (L: 303)
bütün eşya -faraza eğer ihtiyaç olsa- o Kumandan-ı Ferd'in kuvveti hükmüne geçebilir. Eğer Ferdiyet olmazsa, herbir şey bütün bu kuvveti kaybeder, hiç hükmüne sukut eder; neticeleri dahi hiçe iner.
İşte gözümüzle her vakit müşahede ettiğimiz bu çok harika eserlerin gâyet küçük ehemmiyetsiz şeylerden tezahürü, bilbedahe Ferdiyet ve Ehadiyeti gösteriyor. Yoksa herşeyin neticesi, meyvesi, eseri; o şeyin maddesi ve kuvveti gibi küçülerek hiçe inecekti. Ve gözümüz önündeki gâyet kıymetdar şeylerin gâyet derecede ucuzluğu ve nihayet derecede mebzuliyeti, hiç kalmayacaktı. Şimdi kırk para ile alacağımız bir kavunu, bir narı; kırk bin lira ile de yiyemezdik. Evet dünyadaki bütün sühulet, bütün ucuzluk, bütün mebzuliyet; vahdetten gelir ve Ferdiyete şEhadet eder.
İkinci Nokta: Mevcudat iki vecihle îcad ediliyor. Biri; "ibda' ve ihtira'" tabîr edilen hiçten îcaddır. Diğeri; "inşa ve terkib" tabîr edilen mevcud olan anasır ve eşyadan toplamak suretiyle ona vücud vermektir. Eğer cilve-i Ferdiyete ve sırr-ı Ehadiyete göre olsa, hadsiz derece bir sühulet, belki vücub derecesinde bir kolaylık olur. Eğer Ferdiyete verilmezse, hadsiz derece müşkil ve gayr-ı makul, belki imtina' derecesinde bir suubet olacak. Halbuki kâinattaki mevcudat, nihayet derecede külfetsiz olarak ve sühuletle ve kolaylıkla gâyet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i Ferdiyeti bilbedahe gösteriyor ve herşey doğrudan doğruya Zat-ı Ferd-i Zülcelâl'in san'atı olduğunu isbat ediyor. Evet eğer bütün eşya Ferd-i Vâhid'e verilse, bir kibrit çakar gibi, eserleriyle azameti anlaşılan o nihayetsiz kudretiyle hiçten îcad eder ve ihatalı nihayetsiz ilmiyle herşeye mânevî bir kalıp hükmünde bir mikdar tayin eder. Ve o âyine-i ilmindeki herşeyin suretine ve plânına göre kolayca herbir şeyin zerreleri o kalıb-ı ilmî içine yerleşir, muntazaman vaziyetlerini muhafaza ederler. Eğer etraftan zerreleri toplamak lâzım gelse de, ilmî kanunların ve kudretin ihatalı düsturları cihetiyle; o zerreler, kanun-u ilmî ve sevk-i kudretî ile bağlanmaları haysiyetiyle muti' bir ordunun neferatı gibi muntazaman kanun-u ilmî ve sevk-i kudretî ile gelip o şeyin vücudunu ihata eden kalıb-ı ilmî ve mikdar-ı kaderî içine girip kolayca vücudunu teşkil ederler. Belki âyinedeki aksin fotoğraf vasıtasıyla kâğıt üstüne vücud-u haricî giymesi veyahud görünmeyen bir yazı ile yazılan bir mektuba gösterici maddeyi sürmekle görünmesi gibi, Ferd-i Vâhid'in ilm-i ezelîsinin âyinesinde bulunan mahiyet-i eşya ve suver-i mevcudata gâyet sühuletle, kudret onlara vücud-u haricî giydirir ve âlem-i mânâdan âlem-i zuhura getirir, gözlere gösterir. Eğer Ferd-i Vâhid'e verilmezse, bir sineğin vücudunu rûy-i zeminin etrafından ve anasırından gâyet hassas bir mizanla toplamak, âdeta yeryüzünü ve unsurları eleyip her taraftan
sh: » (L: 304)
o mahsus vücudun mahsus zerrelerini getirerek san'atlı vücudunda muntazam yerleştirmek için maddî kalıb, belki âzaları adedince kalıblar bulunmak ve o vücuddaki duygular ve ruh gibi ince, dakik, mânevî letaifi dahi mizan-ı mahsusla mânevî âlemlerden celbetmek lâzım gelir.
İşte bu surette bir sineğin îcadı, kâinat kadar müşkilatlı olur; yüz derece müşkil müşkil içinde, belki muhal muhal içinde olacak. Çünki Hâlık-ı Ferd'den başka hiçbir şey, hiçten ve ademden îcad edemediğine bütün ehl-i din ve ehl-i fen ittifak ediyorlar. Öyle ise esbab ve tabîata havale edilse, herşeye, ekser eşyadan toplamak suretiyle vücud verilebilir.
Üçüncü Nokta: Eğer bütün eşya, bir Zat-ı Ferd-i Vâhid'e verilse, bir tek şey gibi kolay olmasına; eğer esbaba ve tabîata havale edilse, bir tek şeyin vücudu, umum eşya kadar müşkilatlı olduğuna işaret eden, başka Risalelerde izah edilen bir iki temsili, muhtasaran beyan edeceğiz.
Meselâ: Bir zabite, bin nefere ait vaziyet ve idare havale edilse ve bir nefer de on zabitin idaresine verilse.. o bir neferin idaresi, bir taburun idaresinden on derece daha müşkilatlı olur. Çünki ona emredenler, birbirine mani olurlar. Bir keşmekeş ile o nefer hiçbir istirahat yüzünü görmeyecek. Hem bir taburdan matlub vaziyet ve netice, birtek zabite havale edilse; külfetsiz, kolayca o neticeyi istihsal eder ve o vaziyeti verebilir. Eğer o vaziyeti almayı ve o neticeyi istihsal etmeyi, o taburdaki başsız, âmirsiz, çavuşsuz neferata havale edilse, o matlub vaziyeti ve neticeyi almak için çok karışıklık içinde münakaşalarla ancak nâkıs bir sureti, müşkilatla tahsil edebilir.
İkinci Temsil: Meselâ Ayasofya gibi kubbeli bir câmiin kubbesindeki taşlarını durdurmak vaziyeti ve muallakta durdurması bir ustaya verilse, o vaziyeti onlara kolayca verebilir. Eğer o vaziyete girmesi, taşlara havale edilse, herbir taş umum taşlara hem hâkim-i mutlak, hem mahkûm-u mutlak olmak lâzım gelir. Tâ ki, birbirine başbaşa verip, muallakta durabilsinler. O halde o ustanın kolayca gördüğü işini görmek için yüz usta kadar, yüz derece işinden daha ziyade işler görülecek, sonra o vaziyetler alınacak.
Üçüncü Temsil: Meselâ Küre-i Arz, Zat-ı Ferd-i Vâhid'in bir memuru, bir neferi olduğundan, yalnız o birtek nefer, o tek zatın tek emrini dinlediği için, mevsimlerin husulü ve gece ve gündüz vakitlerinin vücudu ve semavattaki ulvî ve haşmetli harekâtın zuhuru ve sinemavari semavî levhaların tebdili gibi neticeleri istihsal için Arz gibi bir tek nefer, bir tek zatın bir tek emrini almakla, o vazifenin neş'esinden gelen bir cazibe ile meczub mevlevî gibi semaa kalkar, bütün o muhteşem neticelerin husulüne ve zuhuruna vesile olur. Güya o tek nefer, kâinat yüzündeki muhte
sh: » (L: 305)
şem manevraya bir kumandanlık eder. Eğer hâkimiyet-i uluhiyeti ve saltanat-ı Rubûbiyeti umum kâinatı ihata eden ve hüküm ve emri umum mevcudata geçen bir Zat-ı Ferd'e verilmezse; o halde o neticeleri, o semavî manevrayı ve arzî mevsimleri tahsil etmek için Küre-i Arz'dan bin defa büyük milyonlarla yıldızlar ve küreler, milyonlar sene uzun bir mesafeyi her yirmidört saatte, herbir senede gezmekle o neticeler gösterilebilir. İşte Küre-i Arz gibi bir tek memur, meczub bir mevlevî gibi mihveri ve medârı üstünde iki hareketle hasıl olan o haşmetli neticelerin husulü ise, vahdette ne derece hadsiz sühulet olduğuna bir misal olması gibi, aynı neticeleri kazanmak için milyonlar defa o hareketten daha müşkil ve hadsiz uzun yollar ile o neticeleri kazanmak ne derece müşkilatlı, belki muhal olduğuna; şirk ve küfrün yolunda ne derece muhaller, bâtıl şeyler bulunduğuna misaldir.
Esbaba tapanların ve tabîatperestlerin cehâletlerine bu misal ile bak. Meselâ: "Bir zat harika bir fabrikanın veya acib bir saatin veya muhteşem bir sarayın veya mükemmel bir kitabın gâyet muntazam bir surette eczalarını, çarklarını fevkalâde san'atıyla hazır ettikten sonra, kendisi kolayca o eczaları terkib edip işletmeyerek, belki çok uzun masraflarla o eczaları kendi kendine işlemek ve o usta yerine fabrikayı, sarayı, saati yapmak, kitabı yazmak için herbir cüz'ü, herbir çarkı, hatta kâğıdı, kalemi birer harika makine hükmüne getiriyor. Ve teşhirini çok istediği bütün hünerlerini, kemalâtını izhara vesile olan o üstadlığını ve san'atını onlara havale ediyor" diye zannetmek, ne derece akıldan uzak ve cehâlet olduğunu anlarsın! Aynen öyle de; esbaba ve tabîatlara îcad isnad edenler, muzaaf bir cehâlete düşerler. Çünki tabîatların ve sebeblerin üstünde dahi gâyet muntazam bir eser-i san'at var; onlar da sair mahlûkat gibi masnu'durlar. Onları öyle yapan zat, onların neticelerini dahi yapar, beraber gösteriyor. Çekirdeği yapan, onun üstünde ağacı o yapar; ve ağacı yapan, onun üstünde meyveleri dahi o îcad eder. Yoksa ayrı ayrı tabîatların, sebeblerin vücuda gelmeleri için, yine muntazam başka tabîatları, sebebleri isteyecekler. Ve hakeza gitgide nihayetsiz, mânâsız, imkânsız bir silsile-i mevhumatı mevcud kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, cehâletlerin en antikasıdır.
Beşinci İşaret: Çok yerlerde kat'î delillerle isbat etmişiz ki: Hâkimiyetin en esaslı hâssası; istiklaldir, infiraddır. Hatta hâkimiyetin zaîf bir gölgesi; âciz insanlarda dahi, istiklaliyetini muhafaza etmek için, gayrın müdahâlesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez. Çok padişahlar bu redd-i müdahâle haysiyetiyle masum evlâdlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler. Demek, hakikî hâkimiyetin en esaslı hâssası ve infikak kabul etmez
sh: » (L: 306)
bir lâzımı ve daimî bir muktezası; istiklaldir, infiraddır, gayrın müdahâlesini reddir.
İşte bu çok esaslı hâssa içindir ki, Rubûbiyet-i mutlaka derecesindeki hâkimiyet-i İlahiye, gâyet şiddetle şirki ve iştiraki ve müdahâle-i gayrı reddettiğinden, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan dahi, gâyet hararetle ve şiddetle ve pek çok tekrar ile tevhidi gösterip; şirki, iştiraki azîm tehdidlerle reddediyor.
İşte Rubûbiyetteki hâkimiyet-i İlahiye, tevhid ve vahdeti kat'î bir surette iktiza ettiği ve gâyet kuvvetli bir dâîyi ve gâyet şiddetli bir muktazîyi gösterdiği gibi, kâinat yüzündeki nihayet derecede mükemmel ve mecmu-u kâinattan, yıldızlardan tut tâ nebatat, hayvanat, maadin.. tâ cüz'iyat ve efrada ve zerrelere kadar görünen intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmel; o ferdiyete, o vahdete hiçbir cihetle şübhe getirmez bir şahid-i âdil, bir bürhan-ı bâhirdir. Çünki gayrın müdahâlesi olsa, bu gâyet hassas nizam ve intizam ve müvazene-i kâinat elbette bozulacaktı ve intizamsızlık eseri görünecekti.
لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّهُ لَفَسَدَتَا
âyetinin sırrıyla, bu harika mükemmel nizam-ı kâinat karışacaktı ve fesada girecekti. Halbuki
فَارْجِعِالْبَصَرَهَلْتَرَىمِنْفُطُورٍ
âyetiyle zerrattan tâ seyyarata, ferşten tâ arşa kadar hiçbir cihetle kusur ve noksan ve müşevveşiyet eseri görülmediğinden, gâyet parlak bir surette, bu nizam-ı kâinat ve şu intizam-ı mahlûkat ve şu müvazene-i mevcudat, İsm-i Ferd'in cilve-i azamını gösterip vahdete şEhadet eder. Hem cilve-i Ehadiyet sırrıyla, en küçük bir zîhayat mahluk, kâinatın bir misal-i musaggarası ve küçük bir fihristesi hükmünde olduğundan; o tek zîhayata sahib çıkan, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan zat olabilir. Ve bir çekirdek, hilkatçe bir ağaçtan geri olmadığı; ve bir ağaç, küçük bir kâinat hükmünde olduğu.. herbir zîhayat dahi, küçük bir kâinat ve küçük bir âlem hükmünde olduğundan; bu sırr-ı Ehadiyet cilvesi, şirk ve iştiraki muhal derecesine getiriyor.
Bu kâinat, o sır ile; değil yalnız tecezzi kabul etmez bir külldür; belki mahiyetçe, inkısam ve iştiraki ve tecezzisi imkânsız ve müteaddid elleri kabul etmez bir küllî hükmüne geçtiğinden; ondaki herbir cüz, bir cüz'î ve bir ferdî hükmünde; ve o küll dahi, bir küllî hükmünde olduğundan, hiçbir cihetle iştirakin imkânı olmuyor. Bu İsm-i Ferd'in cilve-i azamı; hakikat-ı tevhidi, bu sırr-ı Ehadiyetle bedahet derecesinde isbat ediyor.
sh: » (L: 307)
Evet kâinatın enva'ları birbiri içine girift olması ve kenetleşmesi ve herbirinin vazifesi umuma baktığı cihetle; kâinatı Rubûbiyet ve îcad noktasında tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği misillü; kâinatta faaliyet gösteren ef'al-i umumiye-i muhita dahi, birbirinin içinde tedahül cihetiyle, yâni meselâ hayat vermek fiili içinde, aynı anda iaşe ve terzîk fiili görünüyor. Ve o iaşe, ihya fiilleri içinde aynı zamanda o zîhayatın cesedini tanzim, teçhiz fiilleri müşahede olunuyor. Ve o iaşe, ihya, tanzim, teçhiz fiilleri içinde; aynı vakitte tasvir, terbiye ve tedbir fiilleri nazara çarpıyor. Ve hakeza.. böyle muhit ve umumî ef'alin birbiri içine tedahülü ve girift olması.. ve ziyadaki yedi renk gibi imtizaç belki ittihad etmesi haysiyetiyle ve o ef'alin herbiri mahiyetçe bir birlik ve vahdet içinde ekser mevcudata ihatası ve şümulü.. ve vahdanî birer fiil olduğundan, her halde fâilinin bir tek zat olması.. ve herbiri umum kâinatı istila etmesi.. ve sair ef'al ile muavenetdarane birleşmesi itibariyle, kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği gibi; zîhayat mahlukların herbirisi, kâinatın bir çekirdeği, bir fihristesi, bir nümunesi hükmünde olduğundan, kâinatı Rubûbiyet noktasında tecezzi ve inkısamı imkân haricinde bir küllî hükmüne getirmiştir. Demek kâinat öyle bir külldür ki; bir cüz'e Rab olmak, umum o külle Rab olmakla olur. Ve öyle bir küllîdir ki; herbir cüz, bir ferd hükmüne geçip, bir tek ferde Rubûbiyetini dinlettirmek, umum o küllîyi müsahhar etmekle olabilir.
Altıncı İşaret: Ferdiyet-i Rabbaniye ve vahdet-i İlahiye, bütün kemalâtın (Haşiye) medârı, esası olduğu ve kâinatın hilkatindeki hikmetlerin ve maksadların menşei ve madeni olduğu gibi, zîşuur ve zîaklın, hususan insanların metalibinin ve arzularının husul bulmasının menbaı ve çare-i yegânesidir. Eğer ferdiyet olmazsa, beşerin bütün metalib ve arzuları sönecek. Hem hilkat-ı kâinatın neticeleri hiçe inecek, hem mevcud ve muhakkak olan ekser kemalâtın in'idamına vesile olacak. Meselâ: İnsanda en şedid ve sarsılmaz ve aşk derecesinde bir arzu-yu beka var. Ve o matlabı vermek için, bütün kâinatı sırr-ı ferdiyetle kabzasında tutan ve bir menzili kapayıp öbür menzili açmak gibi kolay bir surette dünyayı kapayıp âhireti açabilir bir zat, o arzu-yu bekayı yerine getirebilir. Ve bu arzu gibi, ebede uzanmış ve kâinatın etrafına yayılmış, beşerin binler ar
______________________________ __
(Haşiye): Hatta hadsiz kemal ve cemal-i İlahînin tahakkukuna en zâhir bürhan ve en kuvvetli bir delil, vahdettir. Çünki kâinatın sânii Vâhid-i Ehad bilinse, bütün kâinattaki kemalât ve cemaller, o Sâni-i Vâhid'de bulunan kudsî kemalâtın ve cemallerin gölgeleri ve cilveleri ve işaretleri ve tereşşuhatları olduğu bilinecek. Yoksa kâinatın kemalâtı ve cemalleri, mahlûkata ve şuursuz bir kısım esbaba ait kalacaktı. O vakit akl-ı beşer nazarında kemalât-ı İlahiyenin hazine-i sermediyesi anahtarsız, meçhul kalırdı.
sh: » (L: 308)
zuları, sırr-ı ferdiyete ve hakikat-ı tevhide bağlıdırlar. Eğer o ferdiyet olmazsa; onlar olmaz, akîm kalırlar. Ve vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden bir Zat-ı Ferd olmazsa, o matlablar yerine gelmez. Faraza gelse de çok nâkıs olur.
İşte bu sırr-ı azîm içindir ki: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, tevhid ve ferdiyeti pek çok tekrar ile, kuvvetli bir hararetle, yüksek bir halâvetle ders verdiği gibi; bütün Enbiya ve asfiya ve evliya en büyük zevklerini ve saadetlerini; kelime-i tevhid olan "Lâ İlahe İllâ Hu"da buluyorlar.
Yedinci İşaret: İşte bu tevhid-i hakikîyi bütün meratibiyle en mükemmel bir surette ders veren, isbat eden, ilân eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Risaleti, elbette o tevhidin kat'iyeti derecesinde sabit olmak lâzım gelir. Çünki madem daire-i vücudun en büyük hakikatı olan tevhidi bütün hakaikıyla o zat ders veriyor.. elbette tevhidi isbat eden bütün bürhanlar; dolayısıyla onun Risaletini ve vazifesinin hakkaniyetini ve dâvâsının doğruluğunu dahi kat'î isbat eder denilebilir. Evet böyle binler hakaik-i âliyeyi cem'eden, Ferdiyet ve Vahdaniyeti hakkıyla keşfedip ders veren bir Risalet; gâyet kat'î bir surette o tevhid, o Ferdiyetin muktezasıdır ve lâzımıdır. Onlar, onu her halde isterler.
İşte o vazifeyi tamtamına yerine getiren Zat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın şahsiyet-i maneviyesinin derece-i ehemmiyetine ve ulviyetine ve bu kâinatın bir güneşi olduğuna şEhadet eden pek çok delillerden, sebeblerden üç tanesini nümune olarak beyan ediyoruz.
Birincisi: Umum ümmet, umum asırlarda işledikleri umum hasenatın bir misli "Es-sebebü ke-l fâil" sırrınca, Zat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sahife-i hasenatına geçtiği gibi; umum ümmet, her günde ettikleri salavat duasının kat'î makbuliyeti cihetiyle, o hadsiz duaların iktiza ettikleri makam ve mertebeyi düşünmekle, şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bu kâinat içinde nasıl bir güneş olduğu anlaşılır.
İkincisi: Âlem-i İslâmın şecere-i kübrasının menşei, çekirdeği, hayatı, medârı olan mahiyet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın fevkalâde istidad ve cihazatıyla, âlem-i İslâmiyetin maneviyatını teşkil eden kudsî kelimatı, tesbihatı, ibadatı en evvel bütün mânâlarıyla hissedip yapmaktan gelen terakkiyat-ı ruhiyesini düşün; habibiyet derecesine çıkan ubûdiyet-i Muhammediyenin (A.S.M.) velayeti, sair velayetlerden ne kadar yüksek olduğunu anla!
sh: » (L: 309)
Bir zaman bir tek tesbihin, bir tek namazda, Sahabelerin tarz-ı telakkisine yakın bir surette bana inkişafı, bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü. Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım. Demek bidayet-i İslâmiyede kelimat-ı kudsiyenin verdiği feyiz ve nurun başka bir meziyeti var. Tazeliği haysiyetiyle başka bir letafeti, bir taraveti, bir lezzeti var ki; gaflet perdesi altında mürur-u zamanla gizlenir, azalır, perdelenir. Zat-ı Muhammediye (A.S.M.) ise, onları menba-ı hakikîsinden (Zat-ı Akdes'ten) turfanda, taze olarak, fevkalâde istidadıyla almış, emmiş, massetmiş. Bu sırra binaen o zat; bir tek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir.
İşte bu nokta-i nazardan Zat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, haddi ve nihayeti olmayan meratib-i kemalâtta ne derece terakki ettiğini kıyas et.
Üçüncüsü: Bu kâinatın Hâlıkı, bu kâinattaki bütün makasıdının en ehemmiyetli medârı nev-i insan olduğundan ve bütün hitabat-ı Sübhaniyenin en anlayışlı bir muhatabı nev-i beşer olduğundan; o nev-i beşer içinde en meşhur, en namdar ve âsârıyla ve icraatıyla en mükemmel, en muhteşem ferd olan Zat-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) o nev' namına, belki umum kâinat hesabına kendine muhatab eden Zat-ı Ferd-i Zülcelâl, elbette onu hadsiz kemalâtta hadsiz feyzine mazhar etmiştir.
İşte bu üç nokta gibi çok noktalar var. Kat'î bir surette isbat ederler ki; şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye (A.S.M.), kâinatın mânevî bir güneşi olduğu gibi, bu kâinat denilen Kur'an-ı Kebir'in âyet-i kübrası ve o Furkan-ı Azam'ın ism-i azamı ve İsm-i Ferd'in cilve-i azamının bir âyinesidir. Kâinatın umum zerratının umum zamanlarındaki umum dakikalarının bütün âşirelerine darbedilip, hasıl-ı darb adedince o Zat-ı Ahmediyeye salât ü selâm, nihayetsiz hazine-i Rahmetinden inmesini, Zat-ı Ferd-i Ehad-i Samed'den niyaz ediyoruz!..
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
* * *
Otuzuncu Lem'anın Beşinci Nüktesi
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
sh: » (L: 310)
âyet-i azîmenin ve
اَللّهُلاَاِلهَاِلاَّهُوَاْلحَىُّالْقَيُّومُلاَتَاْخُذُهُسِنَةٌوَلاَنَوْمٌ
âyet-i azîmin bir nüktesi ile, İsm-i Azam veyahud İsm-i Azam'ın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru olan İsm-i Hayy'ın bir cilvesi, Şevval-i Şerif'te, Eskişehir Hapishanesi'nde, uzaktan uzağa aklıma göründü. Vaktinde kaydedilmedi. Ve çabuk o kudsî kuşu avlayamadık. Tebaud ettikten sonra, hiç olmazsa bazı remizlerle o hakikat-ı ekberin ve nur-u azamın bazı şualarını muhtasaran göstereceğiz.
Birinci Remiz: İsm-i Hayy ve İsm-i Muhyî'nin bir cilve-i azamından olan "Hayat nedir? Ve mahiyeti ve vazifesi nedir?" sualine karşı fihristevari cevap şudur ki:
Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi.. hem en büyük neticesi.. hem en parlak nuru.. hem en lâtif mayesi.. hem gâyet süzülmüş bir hülâsası.. hem en mükemmel meyvesi.. hem en yüksek kemali.. hem en güzel cemali.. hem en güzel zîneti.. hem sırr-ı vahdeti.. hem rabıta-i ittihadı.. hem kemalâtının menşei.. hem san'at ve mahiyetçe en harika bir zîruhu.. hem en küçük bir mahluku bir kâinat hükmüne getiren mu'cizekâr bir hakikatı.. hem güya kâinatın küçük bir zîhayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi; koca kâinatın bir nevi fihristesini o zîhayatta göstermekle beraber, o zîhayatı ekser mevcudatla münasebetdar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en harika bir mu'cize-i kudrettir. Hem en büyük bir küll kadar -hayat ile- küçük bir cüz'ü büyülten ve bir ferdi dahi küllî gibi bir âlem hükmüne getiren ve Rubûbiyet cihetinde kâinatı tecezzi ve iştiraki ve inkısamı kabul etmez bir küll ve bir küllî hükmünde gösteren fevkalâde harika bir san'at-ı İlahiyedir. Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zat-ı Hayy-ı Kayyum'un vücub-u vücuduna ve vahdetine ve Ehadiyetine şEhadet eden bürhanların en parlağı, en kat'îsi ve en mükemmeli.. hem masnuat-ı İlahiye içinde en hafîsi ve en zâhiri, en kıymetdar ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en manidar bir nakş-ı san'at-ı Rabbaniyedir. Hem sair mevcudatı kendine hâdim ettiren nazenin, nazdar, nazik bir cilve-i Rahmet-i Rahmâniye
sh: » (L: 311)
dir. Hem şuunat-ı İlahiyenin gâyet câmi bir âyinesidir. Hem Rahmân, Rezzak, Rahîm, Kerim, Hakîm gibi çok Esmâ-i hüsnanın cilvelerini câmi ve rızk, hikmet, inayet, Rahmet gibi çok hakikatları kendine tabî eden ve görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umum duyguların menşei, madeni bir acube-i hilkat-i Rabbaniyedir. Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı azamında öyle bir istihâle makinesidir ki, mütemadiyen her tarafta tasfiye yapıyor, temizlendiriyor, terakki veriyor, nurlandırıyor.. Ve zerrat kafilelerine, güya hayatın yuvası olan cesedi o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mekteb, bir kışladır. Âdeta Zat-ı Hayy ve Muhyî, bu makine-i hayat vasıtasıyla; bu karanlıklı ve fâni ve süfli olan âlem-i dünyayı lâtifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor. Hem hayatın iki yüzü, yâni mülk, melekût vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvîdir. Onun için perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbaniyeden çıktığını aşikâre göstermek için, sair eşya gibi zâhirî esbabı hayattaki tasarrufat-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesna mahluktur. Hem hayatın hakikatı, altı erkân-ı îmaniyeye bakıp, manen ve remzen isbat eder. Yâni: Hem Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücudunu ve hayat-ı sermediyesini, hem dâr-ı âhireti ve hayat-ı bâkiyesini, hem vücud-u melaike, hem sair erkân-ı îmaniyeye pek kuvvetli bakıp iktiza eden bir hakikat-ı nuraniyedir. Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en safi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlahî ve hilkat-ı âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı azamdır.
İşte, hayatın bu mezkûr yirmidokuz ehemmiyetli ve kıymetdar hassalarını ve ulvî ve umumî vazifelerini nazara al. Sonra bak. Muhyî isminin arkasında, İsm-i Hayy'ın azametini gör. Ve hayatın bu azametli hassaları ve meyveleri noktasından, İsm-i Hayy nasıl bir İsm-i Azam olduğunu bil. Hem anla ki; bu hayat, madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymetdar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünki ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi,
sh: » (L: 312)
gelecek bir ağaçtır. Evet bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi bir meyvesi de, hayatı veren Zat-ı Hayy ve Muhyî'ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise; hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir. Ve bundan anla ki; bu hayatın gayesini "rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir" diyenler, gâyet çirkin bir cehâletle; münkirane, belki de kâfirane, bu pek çok kıymetdar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip, dehşetli bir küfran-ı nimet ederler.
İkinci Remiz: İsm-i Hayy'ın bir cilve-i azamı ve İsm-i Muhyî'nin bir tecelli-i eltafı olan bu hayatın Birinci Remiz'deki fihristesi zikredilen bütün mertebeleri ve vasıfları ve vazifeleri beyan etmek, o vasıflar adedince Risaleler yazmak lâzım geldiğinden, Risale-i Nur'un eczalarında o vasıfların, o mertebelerin, o vazifelerin bir kısmı izah edildiğinden, kısmen tafsilatı Risale-i Nur'a havale edip, burada birkaç tanesine muhtasaran işaret edeceğiz.
İşte, hayatın yirmidokuz hâssalarından yirmiüçüncü hâssasında şöyle denilmiştir ki: Hayatın iki yüzü de şeffaf, kirsiz olduğundan, esbab-ı zâhiriye, ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniyeye perde edilmemiştir. Evet bu hassanın sırrı şudur ki; kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır; ve şerr ve çirkinlik gâyet cüz'îdir ve vâhid-i kıyasîdirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlarının tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şerr ise hayır ve o kubh dahi hüsün olur. Fakat zîşuurların nazar-ı zâhirîsinde görünen zâhirî çirkinlik ve fenalık ve belâ ve musîbetten gelen küsmekler ve şekvalar Zat-ı Hayy-ı Kayyum'a teveccüh etmemek için; hem aklın zâhirî nazarında hasis, pis görünen şeylerde, kudsî münezzeh olan kudretin bizzat ve perdesiz onlar ile mübaşereti, kudretin izzetine münafî gelmemek için, zâhirî esbablar o kudretin tasarrufatına perde edilmişler. O esbab ise; îcad edemiyorlar, belki haksız olan şekvalara ve itirazlara hedef olmak ve izzet ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler. Yirmiikinci Söz'ün İkinci Makamının Mukaddemesinde beyan edildiği gibi; Hazret-i Azrail (A.S.), kabz-ı ervâh vazifesi hususunda Cenab-ı Hakk'a münacat etmiş. Demiş: "Senin kulların benden küsecekler." Cevapen ona denilmiş: "Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musîbetler perdesini bırakacağım; vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekva oklarını o perdelere atacaklar." Bu münacatın sırrına göre; ölümün ve vefatın ehl-i îman hakkında hakikî güzel yüzünü görmeyen ve ondaki Rahmetin cilvesini bilmeyenlerin küsmeleri ve itirazları Zat-ı Hayy-ı Kayyum'a gitmemek için Hazret-i Azrail'in (A.S.) vazifesi de bir perde olduğu gibi, sair esbablar
sh: » (L: 313)
dahi zâhirî perdedirler. Evet izzet-i azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.. fakat vahdet ve celal ister ki; esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden... Fakat hayatın hem zâhirî, hem bâtınî, hem mülk, hem melekût vecihleri kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan; şekvaları ve itirazları davet edecek maddeler onda bulunmadığı gibi, izzet ve kudsiyet-i kudrete münafî olacak pislik ve çirkinlik olmadığından, doğrudan doğruya perdesiz olarak Zat-ı Hayy-ı Kayyum'un "ihya edici, hayat verici, diriltici" isminin eline teslim edilmişlerdir. Nur da öyledir, vücud ve îcad da öyledir. Onun içindir ki; îcad ve halk doğrudan doğruya, perdesiz, Zat-ı Zülcelâl'in kudretine bakar. Hatta yağmur bir nevi hayat ve Rahmet olduğundan, vakt-i nüzulü bir muttarid kanuna tabî kılınmamış; tâ ki, her vakt-i hacette eller dergâh-ı İlahiyeye Rahmet istemek için açılsın. Eğer yağmur, Güneş'in tulûu gibi bir kanuna tabî olsaydı; o nimet-i hayatiye, her vakit rica ile istenilmeyecekti.
Üçüncü Remiz: Yirmidokuzuncu hassasında denilmiştir ki; kâinatın neticesi hayat olduğu gibi; hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi, kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir. Evet bu kâinatın Sâni-i Hayy-ı Kayyum'u bu kadar hadsiz envâ-ı nimetiyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirdiğine mukabil, elbette zîhayatlardan o nimetlere karşı teşekkür ve sevdirmesine mukabil sevmelerini ve kıymetdar san'atlarına mukabil medh ü sena etmelerini ve evamir-i Rabbaniyesine karşı itaat ve ubûdiyetle mukabele edilmelerini ister.
İşte bu sırr-ı Rubûbiyete göre teşekkür ve ubûdiyet, bütün envâ-ı hayatın ve dolayısıyla bütün kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle şükür ve ibadete sevkediyor. Ve ibadet Cenab-ı Hakk'a mahsus ve şükür ona lâyık ve hamd ona hastır diye çok tekrar ile beyan ediyor. Demek bu şükür ve ibadet doğrudan doğruya Mâlik-i Hakikîsine gitmek lâzım olduğunu ifade için, hayatı bütün şuunatıyla perdesiz kabza-i tasarrufunda tutmasına delâlet eden
وَهُوَ الَّذِى يُحْيِى َوُيمِيتُ وَلَهُ اخْتِلاَفُ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ *
هُوَ الَّذِى يُحْيِى َوُيمِيتُ فَاِذَا قَضَى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ *
فَيُحْيِى بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا
gibi âyetler; pek sarih bir surette vasıtaları nefyedip, doğrudan doğruya hayatı Hayy-ı Kayyum'un dest-i kudretine münhasıran veriyor. Evet minnetdarlık ve teşekkürü davet eden ve muhabbet ve sena hissini tahrik eden, hayattan sonra rızk ve şifa ve yağmur gibi vesile-i şükran şeyler
sh: » (L: 314)
dahi doğrudan doğruya Zat-ı Rezzak-ı Şâfi'ye ait olduğunu; esbab ve vesait bir perde olduğunu
هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ اْلمَتِينُ *وَ اِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ *وَهُوَ الَّذِى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ
بَعْدِ مَا قَنَطُوا
gibi âyetler ile "Rızk, şifa ve yağmur, münhasıran Zat-ı Hayy-ı Kayyum'un kudretine hastır." Perdesiz, ondan geldiğini ifade için kaide-i nahviyece alâmet-i hasr ve tahsis olan هُوَالَّذِى{هُوَالرَّزَّاقُ ifade etmiştir. İlâçlara hâsiyetleri veren ve tesiri halkeden ancak o Şâfi-i Hakikî'dir.
Dördüncü Remiz: Hayatın yirmisekizinci hassasında beyan edilmiştir ki; hayat, îmanın altı erkânına bakıp isbat ediyor; onların tahakkukuna işaretler ediyor. Evet madem bu kâinatın en mühim neticesi ve mayesi ve hikmet-i hilkatı hayattır; elbette o hakikat-ı âliye, bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir. Belki hayatın yirmidokuz hassasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir; taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayatdar olan dâr-ı saadetteki hayattır. Yoksa bu hadsiz cihazat-ı mühimme ile teçhiz edilen hayat şeceresi; zîşuur hakkında, hususan insan hakkında meyvesiz, faidesiz, hakikatsız olmak lâzım gelecek.. ve sermayece ve cihazatça serçe kuşundan meselâ yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zîhayatın en mühim yüksek ve ehemmiyetli mahluku olan insan, serçe kuşundan saadet-i hayat cihetinde yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelil bir bîçare olacak. Hem en kıymetdar bir nimet olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı mütemadiyen incitip bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından, en musîbetli bir belâ olur. Bu ise, yüz derece bâtıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviye, âhirete îman rüknünü kat'î isbat ediyor ve her baharda haşrin üçyüz binden ziyade nümunelerini gözümüze gösteriyor. Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında hayatına lâzım ve münasib bütün levazımatı ve cihazatı hikmet ve inayet ve Rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiştiren, hatta senin mîdenin beka ve yaşamak arzusuyla ettiği hususî ve cüz'î olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mîdeyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, hiç mümkün müdür ki; seni bilmesin ve görmesin ve nev-i insanın
sh: » (L: 315)
en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lâzım esbabı ihzar etmesin ve nev-i insanın en büyük, en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan beka duasını hayat-ı uhreviyenin inşasıyla ve Cennet'in îcadıyla kabul etmesin ve kâinatın en mühim mahluku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev-i insanın arş ve ferşi çınlatan umumî ve gâyet kuvvetli duasını işitmeyip küçük bir mîde kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemal-i hikmetini ve nihayet Rahmetini inkâr ettirsin? Hâşâ.. yüzbin defa hâşâ!..
Hem hiç kabil midir ki; hayatın en cüz'îsinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin ve derman versin ve nazını çeksin ve kemal-i itina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlûkatını ona hizmetkâr yapsın; ve sonra en büyük ve kıymetdar ve bâki ve nazdar bir hayatın gök sadası gibi yüksek sesini işitmesin ve onun çok ehemmiyetli beka duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın. Âdeta bir neferin kemal-i itina ile teçhizat ve idaresini yapsın; ve muti' ve muhteşem orduya hiç bakmasın.. ve zerreyi görsün, Güneş'i görmesin.. sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Hâşâ.. yüzbin defa hâşâ!..
Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki; hadsiz Rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san'atını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zat-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâniini fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zatı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî ile idam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı Rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin? Yüzbin defa hâşâ ve kellâ!.. Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemal-i mutlak ve umum mahlûkatı sevindiren bir Rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.
NETİCE: Madem dünyada hayat var, elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal etmeyenler, dâr-ı bekada ve Cennet-i bâkiyede, hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmenna.
Ve hem nasılki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin Güneş'in akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkları ziyanın lem'alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar yine hayalî güneşçiklere âyinelik etmeleri bilbedahe gösteriyor ki; o lem'alar, yüksek bir tek Güneş'in cilve-i in'ikasıdırlar ve Güneş'in vücudunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar. Aynen öyle de: Zat-ı Hayy-ı Kayyum'un Muhyî isminin cilve-i azamı ile berrin yüzünde ve bahrin içinde zîhayatların kudret-i İlahiye ile parlayıp, arkaların
sh: » (L: 316)
dan gelenlere yer vermek için "Ya Hayy!" deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-ı sermediye sahibi olan Zat-ı Hayy-ı Kayyum'un hayatına ve vücub-u vücuduna şEhadetler, işaretler ettikleri gibi.. umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlahîye şEhadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün bürhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümferma olan irade ve meşieti isbat eden bütün hüccetler ve kelâm-ı Rabbanî ve vahy-i İlahînin medârı olan Risaletleri isbat eden bütün alâmetler, mu'cizeler ve hakeza yedi sıfât-ı İlahiyeye şEhadet eden bütün delail; bil'ittifak Zat-ı Hayy-ı Kayyum'un hayatına delâlet, şEhadet, işaret ediyorlar. Çünki nasıl bir şeyde görmek varsa, hayatı da var; işitmek varsa, hayatın alâmetidir; söylemek varsa, hayatın vücuduna işaret eder; ihtiyar, irade varsa hayatı gösterir.. aynen öyle de; bu kâinatta âsârıyla vücudları muhakkak ve bedihî olan kudret-i mutlaka ve irade-i şamile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar bütün delailleriyle Zat-ı Hayy-ı Kayyum'un hayatına ve vücub-u vücuduna şEhadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı âhireti zerratıyla beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şEhadet ederler.
Hem hayat, "melaikeye îman" rüknüne dahi bakar, remzen isbat eder. Çünki madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden ve kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır.. ve madem Küre-i Arz bu kadar zîhayatın enva'ıyla dolmuş ve mütemadiyen zîhayat enva'larını tecdid ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halkedilerek bir mahşer-i huveynat oluyor.. ve madem hayatın süzülmüş en safi hülâsası olan şuur ve akıl ve en lâtif ve sabit cevheri olan ruh, bu Küre-i Arz'da gâyet kesretli bir surette halkolunuyorlar; âdeta Küre-i Arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervâh ile ihya olup öyle şenlendirilmiş... Elbette Küre-i Arz'dan daha lâtif, daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan ecram-ı semaviye; ölü, câmid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir. Demek gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayatdar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-ı semavatı gösterecek ve hitabat-ı Sübhaniyeye mazhar olacak olan zîşuur, zîhayat ve semavata münasib sekeneler, her halde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlar da melaikelerdir.
Hem hayatın sırr-ı mahiyeti "Peygamberlere İman" rüknüne bakıp remzen isbat eder. Evet madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-ı Kayyum-u Ezelî'nin bir cilve-i azamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir san'at-ı ecmelidir. Madem hayat-ı sermediye, Resullerin gönderilmesiyle ve Kitabların indirilmesiyle kendini gösterir. Evet eğer Kitablar ve
sh: » (L: 317)
Peygamberler olmazsa, o hayat-ı ezeliye bilinmez. Nasılki bir adamın söylemesiyle, diri ve hayatdar olduğu anlaşılır; öyle de bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitab eden bir zatın kelimatını, hitabatını gösterecek, Peygamberler ve ellerinde nâzil olan Kitablardır. Elbette kâinattaki hayat, kat'î bir surette Hayy-ı Ezelî'nin vücub-u vücuduna kat'î şEhadet ettiği gibi; o hayat-ı ezeliyenin şuaatı, celevatı, münasebatı olan "İrsal-i Rusül" ve "İnzal-i Kütüb" rükünlerine bakar, remzen isbat eder. Ve bilhassa Risalet-i Muhammediye (A.S.M.) ve vahy-i Kur'anî, hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi, hakkaniyetleri kat'îdir denilebilir.
Evet nasılki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır.. ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır.. akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır.. ve ruh dahi, hayatın hâlis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zatıdır; öyle de maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ül hülâsadır.. ve Risalet-i Muhammediye dahi (A.S.M.), kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en safi hülâsasıdır, belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.), âsârının şEhadetiyle hayat-ı kâinatın hayatıdır.. ve Risalet-i Muhammediye (A.S.M.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur.. ve vahy-i Kur'an dahi, hayatdar hakaikının şEhadetiyle hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. Evet, evet, evet... Eğer kâinattan Risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) nuru çıksa, gitse; kâinat vefat edecek.. eğer Kur'an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.
Hem hayat, "îman-ı bil'kader" rüknüne bakıyor, remzen isbat eder. Çünki madem hayat, âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istilâ ediyor ve vücudun neticesi ve gayesidir ve Hâlık-ı Kâinat'ın en câmi âyinesidir ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi proğramı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb -yâni mazi, müstakbel- yâni geçmiş ve gelecek mahlûkatın hayat-ı maneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve malûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor. Nasılki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki ağacın kavanin-i hayatiyesinden daha ince kavanin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasılki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra, gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavanin-i hayatiyeye tabîdirler. Aynen öyle de; şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklarıyla herbirinin bir mazisi ve müstakbeli var.
sh: » (L: 318)
Geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i İlahiyede muhtelif tavırları ile müteaddid vücudları bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder. Ve vücud-u haricî gibi o vücud-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyenin mânevî bir cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye, o manidar ve canlı elvah-ı kaderiyeden alınır. Evet âlem-i gaybın bir nev'i olan âlem-i ervâh, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zatları olan ervâh ile dolu olması, elbette mazi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev'i de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayata mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem herbir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve manidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları; bir nevi hayat-ı maneviyeye mazhariyetini gösterir. Evet hayat-ı ezeliye güneşinin ziyası olan bu cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şEhadete ve bu zaman-ı hazıra ve bu vücud-u haricîye münhasır olamaz; belki herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır; ve kâinat bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalâletin gördüğü gibi muvakkat ve zâhirî bir hayat altında herbir âlem, büyük ve müdhiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı.
İşte "kadere ve kazaya îman" rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yâni nasılki âlem-i şEhadet ve mevcud hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayatdarlıkları görünüyor, öyle de âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlûkatın dahi manen hayatdar bir vücud-u mânevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki, Levh-i Kaza ve Kader vasıtasıyla o mânevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder.
Beşinci Remiz: Hem hayatın onaltıncı hassasında denilmiş ki: Hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirir; cüz' ise küll gibi, cüz'îye dahi küllî gibi bir câmiiyet verir. Evet hayatın öyle bir câmiiyeti var; âdeta umum kâinata tecelli eden ekser Esmâ-i hüsnayı kendinde gösteren bir câmi âyine-i Ehadiyettir. Bir cisme hayat girdiği vakit, küçük bir âlem hükmüne getirir; âdeta kâinat şeceresinin bir nevi fihristesini taşıyan bir nevi çekirdeği hükmüne geçiyor. Nasılki bir çekirdek, onun ağacını yapabilen bir kudretin eseri olabilir; öyle de en küçük bir zîhayatı halkeden, elbette umum kâinatın Hâlıkıdır.
İşte bu hayat, bu câmiiyetiyle en gizli bir sırr-ı Ehadiyeti kendinde gösterir. Yâni nasılki azametli güneş, ziyasıyla ve yedi rengiyle ve aksiyle güneşe mukabil olan herbir katre suda ve herbir cam zerresinde bulunuyor.. öyle de; herbir zîhayatta kâinatı ihata eden Esmâ ve sıfât-ı İlahiyenin cilveleri beraber onda tecelli ediyor. Bu nokta-i nazardan ha
sh: » (L: 319)
yat; kâinatı, Rubûbiyet ve îcad cihetinde inkısam ve tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne, belki iştiraki ve tecezzisi imkân haricinde bulunan bir küllî hükmüne getirir. Evet seni yaratan, bütün nev-i insanı yaratan zat olduğunu, bilbedahe senin yüzündeki sikkesi gösteriyor. Çünki mahiyet-i insaniye birdir, inkısamı gayr-ı mümkündür. Hem hayat vasıtasıyla ecza-yı kâinat onun efradı hükmüne ve kâinat ise, nev'i hükmüne geçer; Sikke-i Ehadiyeti mecmuunda gösterdiği gibi, herbir cüz'de dahi o Sikke-i Ehadiyeti ve hâtem-i samediyeti göstererek şirk ve iştiraki her cihetle tardeder.
Hem hayatta san'at-ı Rabbaniyenin öyle fevkalâde harika mu'cizeleri var ki, bütün kâinatı halkedemeyen bir zat, bir kudret; en küçük bir zîhayatı halkedemez. Evet bir nohût tanesinde bütün Kur'anı yazar gibi; çamın gâyet küçük bir tohumunda koca çam ağacının fihristesini ve mukadderatını yazan kalem, elbette semavatı yıldızlarla yazan kalem olabilir. Evet bir arının küçük kafasında kâinat bahçesindeki çiçekleri tanıyacak ve ekser enva'ıyla münasebetdar olacak ve bal gibi bir hediye-i Rahmeti getirecek ve dünyaya geldiği günde şerait-i hayatı bilecek derecede bir istidadı, bir kabiliyeti, bir cihazı derceden zat; elbette bütün kâinatın Hâlıkı olabilir.
Elhasıl: Hayat nasılki kâinatın yüzünde parlak bir Sikke-i tevhiddir ve herbir zîruh dahi hayat noktasında bir Sikke-i Ehadiyettir ve hayatın herbir ferdinde bulunan nakş-ı san'at, bir mühr-ü samediyettir ve zîhayatların adedince bu kâinat mektubunu Zat-ı Hayy-ı Kayyum ve Vâhid-i Ehad namına hayatlarıyla imza ediyorlar ve o mektubda tevhid mühürleri ve Ehadiyet hâtemleri ve samediyet sikkeleridirler.. öyle de; hayat gibi, herbir zîhayat dahi, bu kitab-ı kâinatta birer mühr-ü vahdaniyet olduğu gibi, herbirinin yüzünde ve sîmâsında birer hâtem-i Ehadiyet konulmuştur. Hem nasılki hayat, cüz'iyatı adedince ve zîhayat efradı sayısınca Zat-ı Hayy-ı Kayyum'un vahdetine şEhadet eden imzalar ve mühürlerdir.. öyle de; ihya ve diriltmek fiili dahi, efradı adedince tevhide imza basıyor. Meselâ: İhyanın bir ferdi olan ihya-yı Arz, güneş gibi parlak bir şahid-i tevhiddir. Çünki baharda zeminin dirilmesinde ve ihyasında üçyüz bin enva'ın ve her nev'in hadsiz efradı beraber, birbiri içinde, noksansız, kusursuz, mükemmel, muntazam ihya edilir ve dirilirler. Evet böyle bir tek fiil ile hadsiz muntazam fiilleri yapan, elbette bütün mahlûkatın Hâlıkıdır ve bütün zîhayatları ihya eden Hayy-ı Kayyum'dur ve Rubûbiyetinde iştiraki mümkün olmayan bir Vâhid-i Ehad'dir.
Şimdilik hayatın hassalarından bu kadar az ve muhtasar yazıldı; başka hassaların beyanı ve tafsilatını Risale-i Nur'a ve başka zamânâ havale ediyoruz.
sh: » (L: 320)
Hâtime
İsm-i azam herkes için bir olmaz, belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ İmam-ı Ali Radıyallahü Anh'ın hakkında; "Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs" altı isimdir. Ve İmam-ı Azam'ın ism-i azamı: "Hakem, Adl" iki isimdir. Ve Gavs-ı Azam'ın ism-i azamı, "Ya Hayy!"dır. Ve İmam-ı Rabbanî'nin ism-i azamı "Kayyum" ve hakeza.. pek çok zatlar daha başka isimleri, ism-i azam görmüşlerdir.
Bu Beşinci Nükte İsm-i Hayy hakkında olduğu münasebetiyle, hem teberrük, hem şahid, hem delil, hem kudsî bir hüccet, hem kendimize bir dua, hem bu Risaleye bir hüsn-ü hâtime olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşen-ül Kebir namındaki münacat-ı azamında marifetullahta gâyet yüksek ve gâyet câmi derecede marifetini göstererek böyle demiştir. Biz de hayalen o zamânâ gidip, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın dediğine "Âmîn!" diyerek, aynı münacatı kendimiz de söylüyor gibi, sada-yı Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm ile deriz:
يَا حَىُّ قَبْلَ كُلِّ حَىٍّ {
يَا حَىُّ بَعْدَ كُلِّ حَىٍّ * يَا حَيُّ الَّذِى لَيْسَ كَمِثْلِهِ حَىٌّ*
يَا حَىُّ الَّذِى لاَ يُشْبِهُهُ شَيْءٌ *
يَا حَىُّ الَّذِى لاَيَحْتَاجُ اِلَى حَىٍّ *
يَا حَىُّ الَّذِى لاَيُشَارِكُهُ حَىٌّ *
يَا حَىُّ الَّذِى يُمِيتُ كُلَّ حَىٍّ *
يَا حَىُّ الَّذِى يَرْزُقُ كُلَّ حَىٍّ *
يَا حَىُّ الَّذِى يُحْىِ الْمَوْتَى *
يَا حَىُّ الَّذِى لاَيَمُوتُ *
سُبْحَانَكَ يَا لاَاِلهَ اِلاَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ آمِينَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
* * *
Otuzuncu Lem'anın Altıncı Nüktesi
İsm-i Kayyum'a bakar.
İsm-i Hayy'ın bir hülâsası, Nur Çeşmesi'nin bir zeyli olmuş; bu İsm-i Kayyum dahi, Otuzuncu Söz'ün zeyli olması münasib görüldü.
İTİZAR: Bu çok ehemmiyetli mes'eleler ve çok derin ve geniş İsm-i Kayyum'un cilve-i azamı, hem muntazaman değil, belki ayrı ayrı lem'alar tarzında kalbe hûtur ettiğinden, hem gâyet müşevveş ve acele ve ted
sh: » (L: 321)
kiksiz müsvedde halinde kaldığından elbette tabîrat ve ifadelerde çok noksanlar, intizamsızlıklar bulunacaktır. Mes'elelerin güzelliklerine, benim kusurlarımı bağışlamalısınız.
İHTAR: İsm-i azama ait nükteler, azamî bir surette geniş, hem gâyet derin olduğundan, hususan İsm-i Kayyum'a ait mes'eleler ve bilhassa Birinci Şuaı (Haşiye) maddiyyunlara baktığı için, daha ziyade derin gittiğinden, elbette her adam her mes'eleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her mes'eleden bir derece hisse alabilir. "Bir şey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz." kaidesiyle, "bu mânevî bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum" diye vazgeçmek kâr-ı akıl değildir. İnsan ne kadar koparsa, o kadar kârdır. İsm-i azama ait mes'elelerin ihata edilmeyecek derecede genişleri olduğu gibi, akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır. Hususan İsm-i Hayy ve Kayyum'a ve bilhassa hayatın îman erkânına karşı remizlerine ve bilhassa Kaza ve Kader rüknüne hayatın işaretine ve İsm-i Kayyum'un Birinci Şuaına herkesin fikri yetişmez, fakat hissesiz de kalmaz; belki herhalde îmanını kuvvetlendirir. Saadet-i ebediyenin anahtarı olan îmanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok azîmdir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması, bir hazinedir. İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: "Bir küçük mes'ele-i îmaniyenin inkişafı, benim nazarımda yüzler ezvak ve kerametlere müreccahtır."
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ*
لَهُ مَقَالِيدُ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ *
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ *
مَا مِنْ دَابَّةٍ اِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا
gibi kayyumiyet-i İlahiyyeye işaret eden âyetlerin bir nüktesi ve ism-i azam veyahud ism-i azamın iki ziyasından ikinci ziyası veyahud ism-i azamın altı nurundan altıncı nuru olan Kayyum isminin bir cilve-i azamı, Zilkade ayında aklıma göründü. Eskişehir hapishanesindeki müsaadesizliğim cihetiyle o nur-u azamı elbette tamamıyla beyan edemeyeceğim, fakat Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.), Kaside-i Ercuze'sinde "Sekine" nam-ı âlîsiyle beyan ettiği ism-i azam ve Celcelutiye'sinde pek muhteşem isimlerle ism-i azam içinde bulunan o altı ismi en azam, en ehemmiyetli tuttuğu için ve onların bahsi içinde kerametkârane bize teselli verdiği için bu İsm-i Kayyum'a dahi, evvelki beş Esmâ gibi, hiç olmazsa muhtasar bir surette "Beş Şua" ile, o nur-u azama işaret edeceğiz.
____________________________
(Haşiye): Bu Risaleyi okuyan eğer mütefennin değilse, Birinci Şuaı okumasın veya âhirde okusun; ikinciden başlasın.
sh: » (L: 322)
Birinci Şua: Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli Kayyum'dur. Yâni bizatihi kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya onunla kaimdir, devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyumiyet kesilse, kâinat mahvolur. Hem o Zat-ı Zülcelâl'in kayyumiyetiyle beraber Kur'an-ı Azîmüşşan'da ferman ettiği gibi لَيْسَكَمِثْلِهِشَيْءٌ dür. Yâni ne zatında, ne sıfâtında, ne ef'alinde nazîri yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur, şeriki olmaz. Evet bütün kâinatı bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i Rubûbiyetinde tutup, bir hane ve bir saray hükmünde kemal-i intizam ile tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zat-ı Akdes'e misil ve mesîl ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir. Evet bir zat ki, ona yıldızların îcadı zerreler kadar kolay gele.. ve en büyük şey en küçük şey gibi kudretine müsahhar ola.. ve hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaya.. ve hadsiz efrad, bir ferd gibi nazarında hazır ola.. ve bütün sesleri birden işite.. ve umumun hadsiz hacatını birden yapabile.. ve kâinatın mevcudatındaki bütün intizamat ve mizanların şEhadetiyle hiçbir şey, hiçbir hal, daire-i meşiet ve iradesinden hariç olmaya.. ve hiçbir mekânda olmadığı halde, herbir yerde ve herbir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazır ola.. ve herşey ondan nihayet derecede uzak olduğu halde, o ise herşeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum-u Zülcelâl'in elbette hiçbir cihetle misli, nazîri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir. Yalnız mesel ve temsil suretinde şuunat-ı kudsiyesine bakılabilir. Risale-i Nur'daki bütün temsilât ve teşbihat, bu mesel ve temsil nev'indendirler. İşte böyle misilsiz ve Vâcib-ül Vücud ve maddeden mücerred ve mekândan münezzeh ve tecezzisi ve inkısamı her cihetle muhal ve tegayyür ve tebeddülü mümteni ve ihtiyaç ve aczi imkân haricinde olan bir Zat-ı Akdes'in kâinat safahatında ve tabakat-ı mevcudatında tecelli eden bir kısım cilvelerini ayn-ı Zat-ı Akdes tevehhüm ederek bir kısım mahlûkatına uluhiyetin ahkâmını veren ehl-i dalâlet insanların bir kısmı, o Zat-ı Zülcelâl'in bazı eserlerini tabîata isnad etmişler. Halbuki Risale-i Nur'un müteaddid yerlerinde kat'î bürhanlarla isbat edilmiş ki: Tabîat bir san'at-ı İlahiyedir, Sâni olmaz.. bir kitabet-i Rabbaniyedir, kâtib olmaz.. bir nakıştır, nakkaş olamaz.. bir defterdir, defterdar olmaz.. bir kanundur, kudret olmaz.. bir mistardır, masdar olmaz.. bir kabildir, münfail olur; fâil olmaz.. bir nizamdır, nâzım olamaz.. bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri' olamaz.
Farz-ı muhal olarak en küçük bir zîhayat mahluk tabîata havale edilse, "bunu yap" denilse; Risale-i Nur'un çok yerlerinde kat'î bürhanlarla isbat edildiği gibi, o küçük zîhayatın âzaları ve cihazatları adedince
sh: » (L: 323)
kalıplar, belki makineler bulundurmak gerektir; tâ ki, tabîat o işi görebilsin.
Hem maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalâlet, zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde hallakıyet-i İlahiyenin ve kudret-i Rabbaniyenin bir cilve-i azamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i samedaniyenin cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlahiyeyi isnad etmeye başlamışlar. Fesübhanallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehâlet olabilir mi ki, mekândan münezzeh olmakla beraber herbir yerde herbir şeyin îcadında herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle yaptığı fiilleri ve eserleri; câmid, kör, şuursuz, iradesiz, mizansız ve tesadüf fırtınaları içinde çalkanan zerrata ve harekâtına vermek, ne kadar cahilane ve hurafetkârane bir fikir olduğunu, zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerektir. Evet bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler; yâni bir tek ilahı kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilahları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yâni bir tek Zat-ı Akdes'in hassası ve lâzım-ı zatîsi olan ezeliyeti ve hâlıkıyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından; o hadsiz, nihayetsiz câmid zerrelerin ezeliyetlerini, belki uluhiyetlerini kabul etmeye mesleklerince mecbur oluyorlar...
İşte sen gel, echeliyetin nihayetsiz derecesine bak! Evet zerrelerdeki cilve ise; zerreler taifesini Vâcib-ül Vücud'un havliyle, kudretiyle, emriyle muntazam ve muhteşem bir ordu hükmüne getirmiştir. Eğer bir saniye o Kumandan-ı Azam'ın emri ve kuvveti geri alınsa, o çok kesretli câmid, şuursuz taife, başıbozuklar hükmüne gelecekler; belki bütün bütün mahvolacaklar.
Hem insanların bir kısmı güya daha ileri görüyor gibi, daha ziyade cahilane bir dalâletle Sâni-i Zülcelâl'in gâyet lâtif, nazenin, muti, müsahhar bir sahife-i icraatı ve emirlerinin bir vasıta-i nakliyatı ve zaîf bir perde-i tasarrufatı ve lâtif bir midad (mürekkeb)-ı kitabeti ve en nazenin bir hulle-i îcadatı ve bir maye-i masnuatı ve bir mezraa-i hububatı olan "esîr" maddesini, cilve-i Rubûbiyetine âyinedarlık ettiği için masdar ve fâil tevehhüm etmişler. Bu acib cehâlet, hadsiz muhalleri istilzam ediyor. Çünki esîr maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha lâtif ve eski hükemanın saplandığı heyula fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, câmid bir maddedir. Bu hadsiz bir surette tecezzi ve inkısam eden ve nâkillik ve infial hassasıyla ve vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine; herşeyde herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar
sh: » (L: 324)
ve bir iktidar ile vücud bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esîrin zerreleri adedince yanlıştır. Evet mevcudatta görünen fiil-i îcad öyle bir keyfiyettedir ki; herşeyde, hususan zîhayat olsa, ekser eşyayı ve belki umum kâinatı görecek, bilecek ve kâinata karşı o zîhayatın münasebatını tanıyacak, temin edecek bir iktidar ve ihtiyardan geldiğini gösteriyor ki, maddî ve ihatasız olan esbabın hiçbir cihetle fiili olmaz. Evet -sırr-ı Kayyumiyetle- en cüz'î bir fiil-i îcadî, doğrudan doğruya bütün kâinat Hâlıkının fiili olduğuna delâlet eden bir sırr-ı azamı taşıyor. Evet meselâ bir arının îcadına teveccüh eden bir fiil, iki cihetle Hâlık-ı Kâinat'a hususiyetini gösteriyor.
Birincisi: O arının bütün emsalinin bütün zeminde, aynı zamanda aynı fiile mazhariyetleri gösteriyor ki: Bu cüz'î ve hususî fiil ise, ihatalı rûy-i zemini kaplamış bir fiilin bir ucudur. Öyle ise; o büyük fiilin fâili ve o fiilin sahibi kim ise, o cüz'î fiil dahi onundur.
İkinci cihet: Bu hazır arının hilkatine teveccüh eden fiilin fâili olmak için, o arının şerait-i hayatiyesini ve cihazatını ve kâinatla münasebatını temin edecek ve bilecek kadar pek büyük bir iktidar ve ihtiyar lâzım geldiğinden, o cüz'î fiili yapan zatın, ekser kâinata hükmü geçmekle ancak o fiili öyle mükemmel yapabilir.
Demek en cüz'î fiil, iki cihetle Hâlık-ı Külli Şey'e has olduğunu gösterir.
En ziyade cây-ı dikkat ve cây-ı hayret şudur ki: Vücudun en kuvvetli mertebesi olan "vücub"un ve vücudun en sebatlı derecesi olan "maddeden tecerrüd"ün ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan "mekândan münezzehiyet"in ve vücudun en sağlam ve tegayyürden ve ademden en mukaddes sıfatı olan "vahdet"in sahibi olan Zat-ı Vâcib-ül Vücud'un en has hâssası ve lâzım-ı zatîsi olan ezeliyeti ve sermediyeti; vücudun en zaîf mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, mütehavvil tavrı ve en ziyade mekâna yayılmış olan hadsiz, kesretli bir maddî madde olan esîr ve zerrat gibi şeylere vermek ve onlara ezeliyet isnad etmek ve onları ezelî tasavvur etmek ve kısmen âsâr-ı İlahiyenin onlardan neş'et ettiğini tevehhüm etmek, ne kadar hilaf-ı hakikat ve vakıa muhalif ve akıldan uzak ve bâtıl bir fikir olduğu, Risale-i Nur'un müteaddid cüz'lerinde kat'î bürhanlarla gösterilmiştir.
İkinci Şua: "İki Mes'ele"dir.
Birinci Mes'ele: İsm-i Kayyum'un bir cilve-i azamına işaret eden
لاَ تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَنَوْمٌ * مَا مِنْ دَابَّةٍ اِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا * لَهُ مَقَالِيدُ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ
sh: » (L: 325)
gibi âyetlerin işaret ettiği hakikat-ı azamın bir vechi şudur ki: Şu kâinattaki ecram-ı semaviyenin kıyamları, devamları, bekaları; sırr-ı Kayyumiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i Kayyumiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı Küre-i Arz'dan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenahî boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler. Nasılki meselâ: Havada -tayyareler yerinde- binler muhteşem kasırları kemal-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zatın kayyumiyet iktidarı, o havadaki sarayların sebat ve nizam ve devamları ile ölçülür.. öyle de: O Zat-ı Kayyum-u Zülcelâl'in madde-i esîriye içinde hadsiz ecram-ı semaviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyumiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam vererek, bazısı Küre-i Arz'dan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz, istinadsız, boşlukta durdurmakla beraber, herbirini bir vazife ile tavzif edip gâyet muhteşem bir ordu şeklinde "Emr-i Kün Feyekûn"den gelen fermanlara kemal-i inkıyadla itaat ettirmesi, İsm-i Kayyum'un azamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, herbir mevcudun zerreleri dahi, yıldızlar gibi sırr-ı kayyumiyetle kaim ve o sır ile beka ve devam ediyorlar. Evet bir zîhayatın cesedindeki zerrelerin herbir âzaya mahsus bir heyet ile küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazaman durmaları, bilbedahe kendi kendilerinden olmayıp, belki sırr-ı kayyumiyetle olduğundan; herbir cesed muntazam bir tabur, herbir nevi muntazam bir ordu hükmünde olarak bütün zîhayat ve mürekkebatın zemin yüzünde ve yıldızların feza âleminde durmaları ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sırr-ı kayyumiyeti ilân ederler.
İkinci Mes'ele: Eşyanın sırr-ı kayyumiyetle münasebetdar faidelerinin ve hikmetlerinin bir kısmına işaret etmeyi, bu makam iktiza ediyor.
Evet herşeyin hikmet-i vücudu ve gaye-i fıtratı ve faide-i hilkatı ve netice-i hayatı üçer nevidir:
Birinci nevi, kendine ve insana ve insanın maslahatlarına bakar.
İkinci nevi, daha mühimdir ki: Herşey, umum zîşuur mütalaa edebilecek ve Fâtır-ı Zülcelâl'in cilve-i Esmâsını bildirecek birer âyet, birer mektub, birer kitab, birer kaside hükmünde olarak mânâlarını hadsiz okuyucularına ifade etmesidir.
Üçüncü nevi ise, Sâni-i Zülcelâl'e aittir, ona bakar. Herşeyin faidesi ve neticesi kendine bakan bir ise, Sâni-i Zülcelâl'e bakan yüzlerdir ki, Sâni-i Zülcelâl kendi acaib-i san'atını kendisi temaşa eder; kendi cilve-i Esmâsına, kendi masnuatında bakar. Bu azamî üçüncü nevide, bir saniye kadar yaşamak kâfidir.
sh: » (L: 326)
Hem herşeyin vücudunu iktiza eden bir sırr-ı kayyumiyet var ki, Üçüncü Şua'da izah edilecek.
Bir zaman tılsım-ı kâinat ve muamma-yı hilkat cilvesiyle mevcudatın hikmetlerine ve faidelerine baktım, dedim: "Acaba bu eşya neden böyle kendini gösteriyorlar, çabuk kaybolup gidiyorlar?" Onların şahsına bakıyorum; muntazam, hikmetli giyinmiş, giydirilmiş, süslendirilmiş, sergiye temaşagâha gönderilmiş. Halbuki bir iki günde, belki bir kısmı birkaç dakikada kaybolup; faidesiz boşuboşuna gidiyorlar. Bu kısa zamanda bize görünmelerinden maksad nedir? diye çok merak ediyordum. O zaman mevcudatın, hususan zîhayatın dünya dershanesine gelmelerinin mühim bir hikmetini lütf-u İlahî ile buldum. O da şudur: Herşey, hususan zîhayat, gâyet manidar bir kelime, bir mektub, bir kaside-i Rabbanîdir; bir ilânname-i İlahîdir. Umum zîşuurun mütalaasına mazhar olduktan ve hadsiz mütalaacılara mânâsını ifade ettikten sonra, lafzı ve hurufu hükmündeki suret-i cismaniyesi kaybolur... Bir sene kadar bu hikmet bana kâfi geldi. Bir sene sonra masnuatta ve bilhassa zîhayatlarda bulunan çok harika ve pek ince san'atın mu'cizeleri inkişaf etti. Anladım ki: Bu çok ince ve çok harika olan dekaik-ı san'at, yalnız zîşuurların nazarlarına ifade-i mânâ için değildir. Gerçi herbir mevcudu, hadsiz zîşuurlar mütalaa edebilir. Fakat hem onların mütalaası mahduddur, hem de herkes o zîhayatın bütün dekaik-ı san'atına nüfuz edemezler. Demek zîhayatların en mühim netice-i hilkatı ve en büyük gaye-i fıtratı, Zat-ı Kayyum-u Ezelî'nin kendi nazarına, kendi acaib-i san'atını ve verdiği rahîmane hediyelerini ve ihsanlarını arzetmektir. Bu gaye ise, çok zaman bana kanaat verdi ve ondan anladım ki: Her mevcudda, hususan zîhayatlarda hadsiz dekaik-ı san'at bulunması, Zat-ı Kayyum-u Ezelî'nin nazarına arzetmek, yâni Zat-ı Kayyum-u Ezelî kendi san'atını kendisi temaşa etmek olan hikmet-i hilkat, o büyük masarife kâfi geliyordu. Bir zaman sonra gördüm ki: Mevcudatın şahıslarında ve suretlerindeki dekaik-ı san'at devam etmiyor; gâyet sür'atle tazeleniyor, tebeddül ediyor; nihayetsiz bir faaliyet ve bir hallakıyet içinde tahavvül ediyorlar. Bu hallakıyet ve bu faaliyetin hikmeti elbette o faaliyet derecesinde büyük olmak lâzım geliyor, diye tefekküre başladım. Bu defa mezkûr iki hikmet kâfi gelmemeye başladılar, noksan kaldılar. Gâyet merak ile ayrı bir hikmeti aramaya ve taharriye başladım. Bir zaman sonra, lillahilhamd Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın feyzi ile, sırr-ı kayyumiyet noktasında azîm hadsiz bir hikmet, bir gaye göründü. Ve onun ile "tılsım-ı kâinat" ve "muamma-yı hilkat" tabîr edilen bir sırr-ı İlahî anlaşıldı. (Yirmidördüncü Mektub'da tafsilen beyan edildiğinden, burada yalnız icmalen iki-üç noktasını Üçüncü Şua'da zikredeceğiz.) Evet sırr-ı kayyumiyetin
sh: » (L: 327)
cilvesine bu noktadan bakınız ki; bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada اَللَّهُالّذِىرَفَعَالسّموَاتِبِغَيْرِعَمَدٍتَرَوْنَهَا sırrıyla durdurup, kıyam ve beka verip, umumunu böyle sırr-ı kayyumiyetin tecellisine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa; hiçbir şey kendi başıyla durmaz. Hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek.
Hem nasılki bütün mevcudat, vücudları ve kıyamları ve bekaları cihetinde Kayyum-u Zülcelâl'e dayanıyorlar; kıyamları onunladır.. öyle de: Mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin; (temsilde hata olmasın) telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyumiyette وَاِلَيْهِيُرْجَعُاْلاَمْرُكُلُّهُ sırrıyla, uçları bağlıdır. Eğer o nuranî nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akılca muhal ve bâtıl olan binler devirler ve teselsüller lâzım gelecek; belki, mevcudat adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller lâzım gelir. Meselâ: Bu şey (hıfz veya nur veya vücud veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır, bu da ötekine, o da ona.. gitgide herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak. İşte, bütün böyle silsilelerin müntehaları, elbette sırr-ı kayyumiyettir. Sırr-ı kayyumiyet anlaşıldıktan sonra, o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve mânâsı kalmaz, kalkar; herşey doğrudan doğruya sırr-ı kayyumiyete bakar.
Üçüncü Şua:
كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِى شَاْنٍ *
فَعّالٌ لِمَا يُرِيدُ *
يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ *
بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ *
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا
gibi âyetlerin işaret ettikleri hallakıyet-i İlahiye ve faaliyet-i Rabbaniye içindeki sırr-ı kayyumiyetin bir derece inkişafına, bir iki mukaddeme ile işaret edeceğiz.
Birincisi: Şu kâinata baktığımız vakit görüyoruz ki: Zaman seylinde mütemadiyen çalkanan ve kafile kafile arkasından gelip geçen mahlûkatın bir kısmı, bir saniyede gelir, der-akab kaybolur. Bir taifesi, bir dakikada gelir, geçer. Bir nev'i, bir saat âlem-i şEhadete uğrar, âlem-i
sh: » (L: 328)
gayba girer. Bir kısmı bir günde, bir kısmı bir senede, bir kısmı bir asırda, bir kısmı da asırlarda bu âlem-i şEhadete gelip, konup; vazife görüp gidiyorlar. Bu hayret verici seyahat ve seyeran-ı mevcudat, o sefer ve seyelan-ı mahlûkat öyle bir intizam ve mizan ve hikmetle sevk ve idare edilir ve onlara ve o kafilelere kumandanlık eden öyle basirane, hakîmane, müdebbirane kumandanlık ediyor ki; bütün akıllar faraza ittihad edip bir tek akıl olsa, o hakîmane idarenin künhüne yetişemez ve kusur bulup tenkid edemez.
İşte bu hallakıyet-i Rabbaniyenin içinde; o sevimli ve sevdiği masnuatın hususan zîhayatların hiçbirine göz açtırmayarak âlem-i gayba gönderiyor, hiçbirine nefes aldırmayarak dünyadaki hayattan terhis ediyor, mütemadiyen bu misafirhane-i âlemi doldurup misafirlerin rızası olmayarak boşaltıyor; kalem-i kaza ve kader, Küre-i Arz'ı yazar bozar tahtası gibi yaparak يُحْيِىوَيُمِيتُcilveleriyle mütemadiyen Küre-i Arz'da yazılarını yazar ve o yazıları tazelendirir, tebdil eder.
İşte bu faaliyet-i Rabbaniyenin ve bu hallakıyet-i İlahiyenin bir sırr-ı hikmeti ve esaslı bir muktazîsi ve bir sebeb-i dâîsi, üç mühim şubeye ayrılan hadsiz, nihayetsiz bir hikmettir. O hikmetin birinci şubesi şudur ki: Faaliyetin her nev'i cüz'î olsun, küllî olsun bir lezzet verir. Belki her faaliyette bir lezzet var. Belki faaliyet ayn-ı lezzettir. Belki faaliyet, ayn-ı lezzet olan vücudun tezahürüdür ve ayn-ı elem olan ademden tebaud ile silkinmesidir. Evet her kabiliyet sahibi, bir faaliyetle kabiliyetinin inkişafını lezzetle takib eder. Herbir istidadın faaliyetle tezahür etmesi, bir lezzetten gelir ve bir lezzeti netice verir. Herbir kemal sahibi, faaliyetle kemalâtının tezahürünü lezzetle takib eder. Madem herbir faaliyette böyle sevilir, istenilir bir kemal, bir lezzet vardır ve faaliyet dahi, bir kemaldir ve madem zîhayat âleminde daimî ve ezelî bir hayattan neş'et eden hadsiz bir muhabbetin, nihayetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor ve o cilveler gösteriyor ki, kendini böyle sevdiren ve seven ve şefkat edip lütuflarda bulunan zatın kudsiyetine lâyık ve vücub-u vücuduna münasib o hayat-ı sermediyenin muktezası olarak hadsiz derecede (tabîrde hata olmasın) bir aşk-ı lahûtî, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuunat-ı kudsiye o Hayat-ı Akdes'te var ki, o şuunat böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallakıyetle kâinatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor.
Sırr-ı kayyumiyete bakan hadsiz faaliyet-i İlahiyedeki hikmetin ikinci şubesi: Esmâ-i İlahiyeye bakar. Malûmdur ki herbir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve göstermek ister; herbir hüner sahibi,
sh: » (L: 329)
kendi hünerini teşhir ve ilân etmekle nazar-ı dikkati celbetmek ister ve sever; ve hüneri gizli kalmış bir güzel hakikat ve güzel bir mânâ, meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever. Madem bu esaslı kaideler, herşeyde derecesine göre cereyan ediyor; elbette Cemil-i Mutlak olan Zat-ı Kayyum-u Zülcelâl'in binbir Esmâ-i hüsnasından herbir ismin, kâinatın şEhadetiyle ve cilvelerinin delâletiyle ve nakışlarının işaretiyle, her birisinin herbir mertebesinde hakikî bir hüsün, hakikî bir kemal, hakikî bir cemal ve gâyet güzel bir hakikat, belki herbir ismin herbir mertebesinde hadsiz envâ-ı hüsünle hadsiz hakaik-i cemile vardır. Madem bu Esmânın kudsî cemallerini irae eden âyineleri ve güzel nakışlarını gösteren levhaları ve güzel hakikatlarını ifade eden sahifeleri, bu mevcudattır ve bu kâinattır. Elbette o daimî ve bâki Esmâ, hadsiz cilvelerini ve nihayetsiz manidar nakışlarını ve kitablarını; hem müsemmaları olan Zat-ı Kayyum-u Zülcelâl'in nazar-ı müşahedesine, hem hadd ü hesaba gelmeyen zîruh ve zîşuur mahlûkatın nazar-ı mütalaasına göstermek ve nihayetli mahdud bir şeyden nihayetsiz levhaları ve bir tek şahıstan pek çok şahısları ve bir hakikattan pek kesretli hakikatları göstermek için, o aşk-ı mukaddes-i İlahîye istinaden ve o sırr-ı kayyumiyete binaen, kâinatı umumen ve mütemadiyen cilveleriyle tazelendiriyorlar, değiştiriyorlar.
Dördüncü Şua:
Kâinattaki hayret-nüma faaliyet-i daimenin hikmetinin üçüncü şubesi şudur ki: Herbir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur olur; herbir şefkat sahibi, başkasını mesrur etmekten memnun olur; herbir muhabbet sahibi, sevindirmeye lâyık mahlukları sevindirmekle sevinir; herbir âlîcenab zat, başkasını mes'ud etmekle lezzet alır; herbir adil zat, ihkak-ı hak etmek ve müstehaklara ceza vermekte hukuk sahiblerini minnetdar etmekle keyiflenir; hüner sahibi herbir san'atkâr, san'atını teşhir etmekle ve san'atının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.
İşte bu mezkûr düsturların herbiri birer kaide-i esasiyedir ki, kâinatta ve âlem-i insaniyette cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin Esmâ-i İlahiyede cereyan ettiklerini gösteren üç misal, Otuzikinci Söz'ün İkinci Mevkıfında izah edilmiştir. Bir hülâsası bu makamda yazılması münasib olduğundan, deriz:
Nasılki meselâ gâyet merhametli, sehavetli, gâyet kerim âlîcenab bir zat, fıtratındaki âlî seciyelerin muktezasıyla büyük bir seyahat gemisine, çok muhtaç ve fakir insanları bindirip, gâyet mükemmel ziyafetlerle, ikramlarla o muhtaç fakirleri memnun ederek denizlerde Arz'ın et
sh: » (L: 330)
rafında gezdirir ve kendisi de onların üstünde, onları mesrurane temaşa ederek o muhtaçların minnetdarlıklarından lezzet alır ve onların telezzüzlerinden mesrur olur ve onların keyiflerinden sevinir, iftihar eder. Madem böyle bir tevziat memuru hükmünde olan bir insan, böyle cüz'î bir ziyafet vermekten bu derece memnun ve mesrur olursa.. elbette bütün hayvanları ve insanları ve hadsiz melekleri ve cinleri ve ruhları, bir sefine-i Rahmânî olan Küre-i Arz gemisine bindirerek; rûy-i zemini, envâ-ı mat'umatla ve bütün duyguların ezvak ve erzakıyla doldurulmuş bir sofra-i Rabbaniye şeklinde onlara açmak ve o muhtaç ve müteşekkir ve minnetdar ve mesrur mahlûkatını aktar-ı kâinatta seyahat ettirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları mesrur etmekle beraber, dâr-ı bekada Cennetlerinden herbirini ziyafet-i daime için birer sofra yapan Zat-ı Hayy-ı Kayyum'a ait olarak o mahlûkatın teşekkürlerinden ve minnetdarlıklarından ve mesruriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen ve tabîrinde âciz olduğumuz ve me'zun olmadığımız şuunat-ı İlahiyeyi, "memnuniyet-i mukaddese" "iftihar-ı kudsî" ve "lezzet-i mukaddese" gibi isimlerle işaret edilen maânî-i Rubûbiyettir ki, bu daimî faaliyeti ve mütemadi hallakıyeti iktiza eder.
Hem meselâ bir mâhir san'atkâr, plâksız bir fonoğraf yapsa, o fonoğraf istediği gibi konuşsa, işlese; san'atkârı ne kadar müftehir olur, mütelezziz olur; kendi kendine "Mâşâallah" der. Madem îcadsız ve sûrî bir küçük san'at, san'atkârının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın Sâni-i Hakîm'i, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin enva'ıyla sada veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musikî-i İlahiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber, kâinatın herbir nev'ini, herbir âlemini ayrı bir san'atla ve ayrı san'at mu'cizeleriyle göstererek zîhayatların kafalarında birer fonoğraf, birer fotoğraf birer telgraf gibi çok makineleri, hatta en küçük bir kafada dahi yapmakla beraber herbir insan kafasına, değil yalnız plâksız fonoğraf, birer âyinesiz fotoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi defa daha harika, her insanın kafasında öyle bir makineyi yapmaktan ve istediği tarzda işleyip neticeleri vermekten gelen iftihar-ı kudsî ve memnuniyet-i mukaddese gibi mânâları ve Rubûbiyetin bu nev'inden olan ulvî şuunatı; elbette ve herhalde bu faaliyet-i daimeyi istilzam eder.
Hem meselâ bir hükümdar-ı âdil, ihkak-ı hak için mazlumların hakkını zalimlerden almakla ve fakirleri kavîlerin şerrinden muhafaza etmekle ve herkese müstehak olduğu hakkı vermekle lezzet alması, iftihar etmesi, memnun olması; hükümdarlığın ve adâletin bir kaide-i esasiyesi olduğundan, elbette Hâkim-i Hakîm, Adl-i Âdil olan Zat-ı Hayy-ı Kayyu
sh: » (L: 331)
m'un bütün mahlûkatına, hususan zîhayatlara "hukuk-u hayat" tabîr edilen şerait-i hayatiyeyi vermekle.. ve hayatlarını muhafaza için onlara cihazat ihsan etmekle.. ve zaîfleri kavîlerin şerrinden Rahîmane himaye etmekle.. ve umum zîhayatlarda bu dünyada ihkak-ı hak etmek nev'i tamamen ve haksızlara ceza vermek nev'i ise kısmen sırr-ı adâletin icrasından olmakla.. ve bilhassa mahkeme-i kübra-yı haşirde adâlet-i ekberin tecellisinden hasıl olan ve tabîrinde âciz olduğumuz şuunat-ı Rabbaniye ve maânî-i kudsiyedir ki, kâinatta bu faaliyet-i daimeyi iktiza ediyor.
İşte bu üç misal gibi; Esmâ-i hüsnanın umumunda, herbirisi bu faaliyet-i daimede böyle kudsî bazı şuunat-ı İlahiyeye medâr olduklarından, hallakıyet-i daimeyi iktiza ederler. Hem madem her kabiliyet, herbir istidad, inbisat ve inkişaf edip semere vermekle bir ferahlık, bir genişlik, bir lezzet verir.. hem madem her vazifedar, vazifesini yapmak ve bitirmekle, vazifesinden terhisinde büyük bir rahatlık, bir memnuniyet hisseder.. ve madem bir tek tohumdan bir çok meyveleri almak ve bir dirhemden yüz dirhem kâr kazanmak, sahiblerine çok sevinçli bir hâlettir, bir ticarettir. Elbette bütün mahlûkattaki hadsiz istidadları inkişaf ettiren ve bütün mahlûkatını kıymetdar vazifelerde istihdam ettikten sonra terakkivari terhis ettiren, yâni unsurları, madenler mertebesine; madenleri, nebatlar hayatına; nebatları, rızık vasıtasıyla hayvanların derece-i hayatına; ve hayvanları insanların şuurkârane olan yüksek hayatına çıkarıyor.
İşte herbir zîhayatın zâhirî bir vücudunun zevaliyle; (Yirmidördüncü Mektub'da izah edildiği gibi) ruhu, mahiyeti, hüviyeti, sureti gibi pek çok vücudlarını arkasında bıraktıran ve yerinde vazife başına geçiren faaliyet-i daime ve hallakıyet-i Rabbaniyeden neş'et eden maânî-i kudsiyenin ve Rubûbiyet-i İlahiyyenin ne kadar ehemmiyetli oldukları anlaşılır.
Mühim bir suale kat'î bir cevap: Ehl-i dalâletten bir kısmı diyorlar ki: "Kâinatı bir faaliyet-i daime ile tağyir ve tebdil eden zatın, elbette kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelir."
Elcevap: Hâşâ!.. Yüzbin defa hâşâ!.. Yerdeki âyinelerin tegayyürü, gökteki Güneş'in tegayyürünü değil, bilakis cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Hem ezelî, ebedî, sermedî, her cihetçe kemal-i mutlakta ve istiğna-yı mutlakta, maddeden mücerred, mekândan, kayıddan, imkândan münezzeh, müberra, muallâ olan bir Zat-ı Akdes'in tegayyürü ve tebeddülü muhaldir. Kâinatın tegayyürü, onun tegayyürüne değil, belki adem-i tegayyürüne ve gayr-ı mütehavvil olduğuna delildir. Çünki: müteaddid
sh: » (L: 332)
şeyleri intizamla daimî tağyir ve tahrik eden bir zat, mütegayyir olmamak ve hareket etmemek lâzım gelir. Meselâ; sen çok iplerle bağlı çok gülleleri ve topları çevirdiğin ve daimî intizamla tahrik edip vaziyetler verdiğin vakit, senin yerinde durup tegayyür ve hareket etmemekliğin gerektir. Yoksa o intizamı bozacaksın.
Meşhurdur ki: İntizamla tahrik eden, hareket etmemek ve devam ile tağyir eden, mütegayyir olmamak gerektir; tâ ki o iş intizamla devam etsin.
Sâniyen: Tegayyür ve tebeddül; hudûstan ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddîlikten ve imkândan ileri geliyor. Zat-ı Akdes ise hem kadîm, hem her cihetçe kemal-i mutlakta, hem istiğna-yı mutlakta, hem maddeden mücerred, hem Vâcib-ül Vücud olduğundan; elbette tegayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir.
Beşinci Şua: İki mes'eledir:
Birinci Mes'elesi: İsm-i Kayyum'un cilve-i azamını görmek istersek, hayalimizi bütün kâinatı temaşa edecek; biri, en uzak şeyleri; diğeri, en küçük zerreleri gösterecek iki dürbin yapıp birinci dürbinle bakıyoruz, görüyoruz ki: İsm-i Kayyum'un cilvesiyle, Küre-i Arz'dan bin defa büyük milyonlar küreler, yıldızlar, direksiz olarak havadan daha lâtif olan madde-i esîriye içinde kısmen durdurulmuş, kısmen vazife için seyahat ettiriliyor. Sonra o hayalin hurdebini olan ikinci dürbünüyle, küçük zerratı görecek bir suretle bakıyoruz. O sırr-ı kayyumiyetle, zîhayat mahlûkat-ı Arziyenin herbirinin zerrat-ı vücudiyeleri, yıldızlar gibi muntazam bir vaziyet alıp hareket ediyorlar ve vazifeler görüyorlar. Hususan zîhayatın kanındaki "küreyvat-ı hamra ve beyza" tabîr ettikleri zerrelerden teşekkül eden küçücük kütleleri, seyyar yıldızlar gibi, mevlevîvari iki hareket-i muntazama ile hareket ediyorlar görüyoruz.
Bir hülâsat-ül hülâsa: (Haşiye) İsm-i azamın altı ismi, ziyadaki yedi renk gibi imtizac ederek teşkil ettikleri ziya-yı kudsiyeye bakmak için, bir hülâsanın zikri münasibdir. Şöyle ki:
Bütün kâinatın mevcudatını böyle durduran, beka ve kıyam veren, İsm-i Kayyum'un bu cilve-i azamının arkasından bak: İsm-i Hayy'ın cilve-i azamı, o bütün mevcudat-ı zîhayatı cilvesiyle şu'lelendirmiş, kâinatı nurlandırmış, bütün zîhayat mevcudatı cilvesiyle yaldızlıyor. Şimdi bak:
______________________________ __
(Haşiye) : Otuzuncu Lem'anın altı Risaleciğinin esası ve mevzuu ve ism-i azamının sırrını taşıyan altı mukaddes isimlerin gâyet kısa bir hülâsalarıdır.
sh: » (L: 333)
İsm-i Hayy'ın arkasında İsm-i Ferd'in cilve-i azamı, bütün kâinatı enva'ıyla, eczasıyla bir vahdet içine alıyor; herşeyin alnına bir Sikke-i vahdet koyuyor; her şeyin yüzüne bir hâtem-i Ehadiyet basıyor; nihayetsiz ve hadsiz dillerle cilvesini ilân ettiriyor. Şimdi İsm-i Ferd'in arkasından İsm-i Hakem'in cilve-i azamına bak ki; yıldızlardan zerrelere kadar, hayalin iki dürbünüyle temaşa ettiğimiz mevcudatın herbirisini, cüz'î olsun, küllî olsun, en büyük daireden en küçük daireye kadar, herbirine lâyık ve münasib olarak meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar bir insicam içine almış, bütün mevcudatı süslendirmiş, yaldızlandırmış. Sonra İsm-i Hakem'in cilve-i azamı arkasından bak ki, İsm-i Adl'in cilve-i azamıyla (İkinci Nükte'de izah edildiği vechile) bütün kâinatı mevcudatıyla, faaliyet-i daime içinde öyle hayretengiz mizanlarla, ölçülerle, tartılarla idare eder ki; ecram-ı semaviyeden biri, bir saniye de müvazenesini kaybetse; yâni İsm-i Adl'in cilvesi altından çıksa, yıldızlar içinde bir herc ü merce, bir kıyamet kopmasına sebebiyet verecek. İşte bütün mevcudatın daire-i azamı, Kehkeşan'dan yâni Samanyolu tabîr edilen mıntıka-i kübradan tut, tâ kan içindeki küreyvat-ı hamra ve beyzanın daire-i hareketlerine kadar herbir dairesini, herbir mevcudunu hassas bir mizan, bir ölçü ile biçilmiş bir şekil ve bir vaziyetle baştan başa yıldızlar ordusundan, tâ zerreler ordusuna kadar bütün mevcudatın "Emr-i Kün Feyekûn"den gelen emirlere kemal-i müsahhariyetle itaat ettiklerini gösteriyor. Şimdi İsm-i Adl'in cilve-i azamı arkasından (Birinci Nükte'de izah edildiği gibi) İsm-i Kuddüs'ün cilve-i azamına bak ki; kâinatın bütün mevcudatını öyle temiz, pâk, sâfi, güzel, süslü, berrak yapar gösterir ki; bütün kâinata ve bütün mevcudata Cemil-i Mutlak'ın hadsiz derecede cemal-i zatîsine lâyık ve nihayetsiz güzel olan Esmâ-i hüsnasına münasib olacak güzel âyineler şeklini vermiştir.
Elhasıl: İsm-i azamın bu altı ismi ve altı nuru, kâinatı ve mevcudatı ayrı ayrı güzel renklerde, çeşit çeşit nakışlarda, başka başka zînetlerde bulunan yaldızlı perdeler içinde mevcudatı sarmıştır.
Beşinci Şua'nın İkinci Mes'elesi: Kâinata tecelli eden kayyumiyetin cilvesi, vâhidiyet ve celal noktasında olduğu gibi, kâinatın merkezi ve medârı ve zîşuur meyvesi olan insanda dahi, kayyumiyetin cilvesi Ehadiyet ve cemal noktasında tezahürü var. Yâni nasılki kâinat sırr-ı kayyumiyetle kaimdir.. öyle de İsm-i Kayyum'un mazhar-ı ekmeli olan insan ile, bir cihette kâinat kıyam bulur; yâni kâinatın ekser hikmetleri, maslahatları, gayeleri insana baktığı için, güya insandaki cilve-i kayyumiyet, kâinata bir direktir. Evet Zat-ı Hayy-ı Kayyum, bu kâinatta insanı irade etmiş ve kâinatı onun için yaratmış denilebilir. Çünki in
sh: » (L: 334)
san, câmiiyet-i tâmme ile bütün Esmâ-i İlahiyeyi anlar, zevkeder. Hususan rızktaki zevk cihetiyle pek çok Esmâ-i hüsnayı anlar. Halbuki melaikeler, onları o zevk ile bilemezler.
İşte insanın bu ehemmiyetli câmiiyetidir ki: Zat-ı Hayy-ı Kayyum, insana bütün Esmâsını ihsas etmek ve bütün envâ-ı ihsanatını tattırmak için öyle iştihalı bir mîde vermiş ki, o mîdenin geniş sofrasını hadsiz envâ-ı mat'umatıyla kerîmane doldurmuş. Hem bu maddî mîde gibi hayatı da bir mîde yapmış. O hayat mîdesine duygular, eller hükmünde gâyet geniş bir sofra-i nimet açmış. O hayat ise, duyguları vasıtasıyla, o sofra-i nimetten her çeşit istifadeler ile, teşekküratın her nev'ini yapar. Ve bu hayat mîdesinden sonra bir insaniyet mîdesini vermiş ki, o mîde, hayattan daha geniş bir dairede rızk ve nimet ister. Akıl ve fikir ve hayal, o mîdenin elleri hükmünde, semavat ve zemin genişliğinde, o sofra-i Rahmetten istifade edip şükreder. Ve insaniyet mîdesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için, İslâmiyet ve îman akidelerini, çok rızk ister bir mânevî mîde hükmüne getirip, onun rızk sofrasının dairesini mümkinat dairesinin haricinde genişletip, Esmâ-i İlahiyeyi de içine alır kılmıştır ki, o mîde ile İsm-i Rahmân'ı ve İsm-i Hakîm'i en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder. "Elhamdülillahi alâ Rahmâniyyetihi ve alâ Hakîmiyyetihi" der ve hakeza.. bu mânevî mîde-i kübra ile hadsiz nimet-i İlahiyeden istifade edebilir ve bilhassa o mîdedeki muhabbet-i İlahiye zevkinin daha başka bir dairesi var.
İşte Zat-ı Hayy-ı Kayyum, insanı bütün kâinata bir merkez, bir medâr yaparak, kâinat kadar geniş bir sofra-i nimet insana açtığının ve kâinatı insana müsahhar ettiğinin ve kâinatın insan ile mazhar olduğu sırr-ı kayyumiyetle bir cihette kaim olduğunun hikmeti ise, insanın mühim üç vazifesidir.
Birincisi: Kâinatta münteşir bütün envâ-ı nimeti insanla tanzim etmek ve insanın menfaatı ipiyle tesbih taneleri gibi tanzim eder, nimetlerin iplerinin uçlarını insanın başına bağlar, Rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine insanı bir liste hükmüne getirir.
İkinci Vazifesi: Zat-ı Hayy-ı Kayyum'un hitabatına, insan câmiiyeti haysiyetiyle en mükemmel muhatab olmak ve hayretkârane san'atlarını takdir ve tahsin etmekle en yüksek sesli bir dellâl olmak ve şuurdarane teşekküratın bütün enva'ıyla, bütün envâ-ı nimetine ve çeşit çeşit hadsiz ihsanatına şükür ve hamd ü sena etmektir.
Üçüncü Vazifesi: Hayatı ile, üç cihetle Zat-ı Hayy-ı Kayyum'a ve şuunatına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir.
sh: » (L: 335)
Birinci Vecih: İnsan kendi acz-i mutlakıyla, Hâlıkının kudret-i mutlakasını ve derecatını; ve aczin dereceleriyle, kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla Rahmetini ve Rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafıyla onun kuvvetini anlamaktır. Ve hakeza.. noksan sıfatlarıyla Hâlıkının evsaf-ı kemaline mikyasvari âyine olmak. Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeğe mükemmel bir âyine olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemalât-ı İlahiyeye âyinedarlık eder.
İkinci Vecih: İnsan, cüz'î iradesiyle ve azıcık ilmiyle ve küçücük kudretiyle ve zâhirî mâlikiyetiyle ve hanesini bina etmesiyle, bu kâinat ustasının mâlikiyetini ve san'atını ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kâinatın büyüklüğü nisbetinde anlar, âyinedarlık eder.
Üçüncü Vecih'teki âyinedarlığın iki yüzü var:
Birisi, Esmâ-i İlahiyenin ayrı ayrı nakışlarını kendinde göstermektir. Âdeta insan, câmiiyetiyle kâinatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musaggarası hükmünde olup, umum Esmânın nakışlarını gösteriyor.
İkinci yüzü, şuunat-ı İlahiyeye âyinedarlık eder. Yâni kendi hayatıyla Zat-ı Hayy-ı Kayyum'un hayatına işaret ettiği gibi, kendi hayatında inkişaf eden sem' ve basar gibi duyguların vasıtasıyla, Zat-ı Hayy-ı Kayyum'un sem' ve basar gibi sıfatlarına âyinedarlık eder, bildirir.
Hem insan hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duygular, mânâlar ve hisler vasıtasıyla, Zat-ı Hayy-ı Kayyum'un şuunat-ı kudsiyesine âyinedarlık eder. Meselâ: O hassasiyet içinde; sevmek, iftihar etmek, memnun olmak, mesrur olmak, müferrah olmak gibi mânâlar ile Zat-ı Akdes'in kudsiyetine ve gına-yı mutlakına münasib ve lâyık olmak şartıyla, o neviden olan şuunatına âyinedarlık eder. Hem insan, nasılki hayat-ı câmiasıyla Zat-ı Zülcelâl'in sıfât ve şuunatına bir mikyas-ı marifettir ve cilve-i Esmâsına bir fihristedir ve şuurlu bir âyinedir.. ve hakeza çok cihetlerle Zat-ı Hayy-ı Kayyum'a âyinedarlık eder. Öyle de: İnsan, şu kâinatın hakaiklerine bir vâhid-i kıyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mizandır.
Meselâ: Kâinatta Levh-i Mahfuz'un gâyet kat'î bir delil-i vücudu ve bir nümunesi, insandaki kuvve-i hâfızadır ve âlem-i misalin vücuduna kat'î delil ve nümune, kuvve-i hayaliyedir (Haşiye) ve kâinattaki ruhanîlerin bir delil-i vücudu ve nümunesi, insandaki kuvvelerdir ve lâtifelerdir ve ha
______________________________ ___
(Haşiye): Evet nasılki insanın anasırları, kâinatın unsurlarından; ve kemikleri, taş ve kayalarından; ve saçları nebat ve eşcarından; ve bedeninde cereyan eden kan ve gözünden, kulağından burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı suları, Arz'ın çeşmelerinden ve madenî sularından haber veriyorlar, delâlet edip onlara işaret ediyorlar. Aynen öyle de; insanın ruhu âlem-i ervâhtan ve hâfızaları Levh-i Mahfuz'dan ve kuvve-i hayaliyeleri âlem-i misalden.. ve hâkeza herbir cihazı bir âlemden haber veriyorlar. Ve onların vücudlarına kat'î şEhadet ederler.
sh: » (L: 336)
keza... İnsan, küçük bir mikyasta, kâinattaki hakaik-i îmaniyeyi şuhud derecesinde gösterebilir.
İşte insanın mezkûr vazifeler gibi çok mühim hizmetleri var. Cemal-i bâkiye âyinedir, kemal-i sermedîye dellâl-ı mazhardır ve Rahmet-i ebediyeye muhtac-ı müteşekkirdir. Madem cemal, kemal, Rahmet bâkidirler ve sermedîdirler; elbette o cemal-i bâkinin âyine-i müştakı ve o kemal-i sermedînin dellâl-ı âşıkı ve o Rahmet-i ebediyenin muhtac-ı müteşekkiri olan insan, bâki kalmak için, bir dâr-ı bekaya girecek ve o bâkilere refakat için ebede gidecek ve o ebedî cemal ve o sermedî kemal ve daimî Rahmete, ebed-ül âbâdda refakat etmek gerektir, lâzımdır. Çünki ebedî bir cemal, fâni bir müştaka ve zâil bir dosta razı olmaz. Çünki cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fena ise, o muhabbeti adavete kalbeder, çevirir. Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemal-i sermedîye karşı olan esaslı muhabbet yerine adavet bulunacaktır. Onuncu Söz'ün haşiyesinde beyan edildiği gibi: Bir zaman bir dünya güzeli, bir âşıkını huzurundan çıkarıyor. O adamdaki aşk, birden adavete dönüyor ve diyor ki: "Tuh!.. Ne kadar çirkindir" diyerek, kendine teselli vermek için cemalinden küsüyor, cemalini inkâr ediyor. Evet insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahût tutamadığı şeylerin adavetkârane kusurlarını arar, âdeta düşmanlık etmek ister. Madem bütün kâinatın şEhadetiyle Mahbub-u Hakikî ve Cemil-i Mutlak, bütün güzel Esmâ-i hüsnasıyla kendini insana sevdiriyor ve insanların kendini sevmelerini istiyor; elbette ve her halde, kendisinin hem mahbubu, hem habibi olan insana fıtrî bir adaveti verip derinden derine kendinden küstürmeyecek.. ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş için yarattığı en müstesna mahluku olan insanın fıtratına bütün bütün zıd olarak bir gizli adaveti, insanın ruhuna vermeyecek. Çünki insan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir Cemal-i Mutlak'tan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını; ancak ona adavetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. İşte kâfirlerin Allah'ın düşmanı olması, bu noktadan ileri geliyor. Öyle ise, herhalde o Cemal-i Ezelî, kendisinin âyine-i müştakı olan insan ile ebed-ül âbâd yolunda seyahatında beraber bulunmak için, alâküllihal bir dâr-ı bekada bir hayat-ı bâkiyeye insanı mazhar edecek. Evet madem insan fıtraten bir Cemal-i Bâki'ye müştak ve muhib bir surette halkedilmiştir.. ve madem bâki bir cemal, zâil bir müştaka razı olamaz.. ve madem insan bilmediği veya yetişemediği veya tutamadığı bir maksuddan gelen hüzün ve elemden teselli bulmak için, o maksudun kusurunu bulmakla, belki gizli adavet etmekle kendini teskin eder.. ve madem bu kâinat, insan için halkedilmiş ve insan ise marifet ve muhabbet-i İlahiyye
sh: » (L: 337)
için yaratılmış.. ve madem bu kâinatın Hâlıkı, Esmâsıyla sermedîdir.. ve madem Esmâlarının cilveleri daim ve bâki ve ebedî olacaktır; elbette ve herhalde insan, bir dâr-ı bekaya gidecek ve bir hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaktır. Ve insanın kıymetini ve vazifelerini ve kemalâtını bildiren rehber-i azam ve insan-ı ekmel olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, insana dair beyan ettiğimiz bütün kemalâtı ve vazifeleri en ekmel bir surette kendinde ve dininde göstermesiyle gösteriyor ki: Nasıl kâinat insan için yaratılmış ve kâinattan maksud ve müntehab insandır; öyle de, insandan dahi en büyük maksud ve en kıymetdar müntehab ve en parlak âyine-i Ehad ve Samed, elbette Ahmed-i Muhammed'dir.
عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ الصَّلاَةُ و السَّلاَمُ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ يَا اَللّهُ يَا رَحْمنُ يَا رَحِيمُ يَا فَرْدُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ
نَسْئَلُكَ بِحَقِّ فُرْقَانِكَ الْحَكِيمِ وَبِحُرْمَةِ حَبِيبِكَ اْلاَكْرَمِ وَبِحَقِّ اَسْمَائِكَ الْحُسْنَى وَبِحُرْمَةِ اِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ
اِحْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَاْلاِنْسَانِ آمِينَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ