Münafıkların bir tertibi

Müreysi zaferi kazanıldıktan sonra, Peygamber Efendimiz, mücahidlerle burada bir kaç gün istirahat edip beklemeyi uygun bulmuşlardı. Önceden de bahsettiğimiz gibi, bu gazâya çok sayıda münafık katılmıştı.4 Hattâ bazı kaynaklara göre, o zamana kadar münafıkların, hiç bir gazâya bu derece ilgi gösterdikleri görülmemişti. Bu ilgileri ve fazla iştirakleri elbette sebepsiz değildi. Bir taraftan ganimete konmak, diğer taraftan gün geçtikçe saflarını sıklaştıran, çoğalan ve kuvvet kazanan Müslümanları, en küçük fırsatları dahi değerlendirerek birbirine düşürmek, aralarına fitne, fesad tohumu saçmak.

İşte bu bekleme esnasında, Hazreç Kabilesinden Benî Amr bin Avf’ın müttefiki olan Sinan bin Veber el-Cühenî ile Hz. Ömer’in Benî Gıfar’dan ücretle tuttuğu seyisi Cahcah arasında kuyu başında bir kavga çıktı. Cahcah, yumruk ve tokatlarla Sinan’ın yüzünü kanlar içinde bıraktı. Sinan ise feryadı basıp, “Yetişin Muhacirler, neredesiniz?” diye seslendi.5

Feryadları duyan Ensarla Muhacirler derhal toplandılar. Kılıçlarını sıyırdılar. Az kalsın büyük bir fitne kopacak, Müslümanlar birbirlerine gireceklerdi. Muhacirlerle Ensarın bazı ileri gelenleri, araya girip, yatıştırıcı konuşmalar yaptılar.

O sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz, topluluğun bulunduğu yere geldi ve “Cahiliyye insanlarının dâvâsı mı güdülüyor? Nedir bu çığlıklar, bu feryadlar? Derdiniz nedir?” diye sordu.

Ashab, bir Muhacirin Ensardan birini tokatladığını söyleyince, “Bırakınız şu Cahiliyye âdet ve dâvâsını. Çünkü o, bir murdarlık, bir kötülüktür. Cahiliyye dâvâsını güden, kendini Cehenneme atmış olur”1 buyurdu.

Bunun üzerine Sinan, Cahcah üzerindeki hak ve dâvâsından vazgeçti. Bu esnada münafıkların reisi Abdullah bir Übeyy bin Selûl’un ortaya atıldığı görüldü. Zira, bu hâdise onun için ele geçmez bir fırsattı. Bunu bahâne ederek Müslümanların arasını bozabilirdi. Nitekim, “Ey Ensar! Bu Muhacirler, sayenizde kuvvet ve şöhrete nâil olmuşken, şimdi bize böylesine hakaretle muâmele ediyorlar” diye bağırdı.

Sonra şeytanî bir tavırla kavmine dönerek şöyle dedi:

“Bunları şehrinize getirip bir yer verdiniz, mal ve erzakınıza ortak yaptınız. Uğradığınız bu hakaretlere tek sebep yine sizsiniz.

“Vallahi, biz Medine’ye dönecek olursak en izzetli ve kuvvetli olan [kendisi ve etbâı] en zelil ve en zâif olanı [hâşâ Peygamberimiz ve Muhacirler] oradan sürüp çıkarılacaktır.”2

Arkasından da bir sürü herzeler savurdu.

Orada bulunan genç Sahabî Hz. Zeyd bin Erkam, Abdullah bin Übeyy’in bu sözüne karşı çıktı, “Vallahi, kavminin içinde zelil ve menfur olan ancak sensin. Muhammed (a.s.m.) ise, Allah tarafından aziz kılınmıştır” dedi. Peygamberimize derhal durumu bildireceğini söyledi.

Başmünafık, bu sözler karşısında vaziyet değiştirerek, “Ey kardeşimin oğlu! Sus! Vallahi ben şaka yapmıştım”1 diyerek münafıklığını ortaya koydu.

Hz. Zeyd bin Erkam susmadı. Abdullah bin Übeyy’den işittiklerini olduğu gibi gelip Peygamber Efendimize haber verdi. Efendimizin rengi birden değişti. Yanında Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Sa’d bin Ebî Vakkas, Muhammed bin Mesleme gibi Muhacir ve Ensardan zatlar bulunuyordu. Her şeye rağmen meseleyi tahkik etmeyi uygun buldu.

Hz. Zeyd’e, “Sakın, İbni Übeyy’e karşı kin ve düşmanlığından dolayı bunu söylemiş olmayasın?” buyurdu.

Hz. Zeyd (r.a.), “Hayır! Vallahi, bunları ondan işittim!” dedi.

Resûl-i Ekrem, tekrar, “Yanlış duymuş olamaz mısın?” diye sordu.

Hz. Zeyd, aynı şekilde bu sözleri münafıkların reisinden kelimesi kelimesine işittiğine dâir ikinci defa Allah adına yemin etti.

Abdullah bin Übeyy’in bu sözleri sarfettiği orduda da duyuldu. Ensardan bazıları, “Kendi kavminin efendisi hakkında haksız isnadda bulundun” diyerek Hz. Zeyd bin Erkam’ı kınadılar. Zeyd onlara cevaben şöyle dedi:

“Vallahi, ben bu sözleri ondan işittim! Eğer bu sözleri babamdan dahi işitmiş olsaydım yine Resûlullaha gidip söylemekten asla geri durmazdım. Allah Teâla’nın, Peygamberine bu hususta vahiy indirip, kimin yalancı olduğunu bildireceğini ve Resûlullahın sözlerimi doğrulayacağını umarım” dedi.

Sonra da, “Allah’ım! Resûlüne, sözlerimi doğrulayacak vahyini indir”1 diye duâ etti.

O sırada Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Müsâade buyur da şu münafığın boynunu vurayım! Eğer onu Muhacirlerden birinin öldürmesini uygun görmüyorsanız, Sa’d bin Muaz veya Muhammed bin Mesleme’ye emredin, onu öldürsünler!”2 dedi.

Resûl-i Ekrem, bu tekliften memnun kalmadığı gibi, cevabı da düşündürücü oldu:

“Eğer, ben onun öldürülmesine müsâade edersem, Medine eşrafından bir çoğunun gönlüne korku ve endişe düşer. Ayrıca işin iç yüzünü bilmeyen halk, ‘Muhammed Ashabını öldürüyor’ diye konuşmaya başladıkları zaman durum ne olur, biliyor musun?”3

Resûl-i Ekrem Efendimiz, günün en sıcak saati olmasına rağmen mücahidlerle derhal Medine’ye doğru yola çıkmalarını emretti. Halbuki, o güne kadar, böyle günün en sıcak saatinde yola çıktıkları görülmüş değildi.4

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Abdullah bin Übeyy’i yanına çağırdı, “Bana ulaşmış olan sözleri sen mi söyledin?” diye sordu.

Başmünafık söylediklerini inkâr etti:

“Hayır! Sana kitabı indirmiş olan Allah’a yemin ederim ki, ben o sözlerin hiçbirini söylemedim. Zeyd, muhakkak bir yalancıdır” dedi.

Peygamber Efendimizin, günün sıcak saatinde ordusunu harekete geçirmesi, Müslümanlar arasında hayretle karşılandı. Ensarın ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr, “Yâ Resûlallah! Bu saatte yola çıkmak uygun değildir. Sen, böyle zamanda yola hiç çıkmazdın” dedi.

Resûl-i Ekrem, “Adamınızın söylediğini duymadın mı?” buyurdu.

Üseyd bin Hudayr, “Hangi adam, yâ Resûlallah?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz, “Abdullah bin Übeyy” dedi.

Üseyd bin Hudayr, “Ne söylemiş?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz, “Medine’ye dönünce, en aziz ve kuvvetli olan, en zelil ve zaif olanı oradan muhakkak sürüp çıkaracaktır, demiş” dedi.

Üseyd bin Hudayr, “Yâ Resûlallah! İstersen, sen onu Medine’den sürüp çıkarırsın!

“Vallahi, zelil ve zâif olan odur. Aziz ve kuvvetli olan da sensin!

“Yâ Resûlallah! Sen, yine de ona rıfk ve şefkat ile muâmele buyur!

“Vallahi, Allah, seni bize getirdiği zaman, kavmi ona hükümdarlık tacı hazırlıyordu.

“O, elinden saltanatı senin çekip aldığını sanmaktadır” diye konuştu.1

Peygamber Efendimiz mücahidlerin Abdullah bin Übeyy’in söylediği sözlerle meşgul olmasını istemiyordu. Bunun için hareket emri verdiği günün sabahına kadar yola devam ettiler. Mücahidler son derece yorulmuşlardı. Güneşin sıcaklığı etrafı basınca konakladılar. Yorgunluk ve uykusuzluktan mecalleri kalmamıştı. Derhal uykuya daldılar.

Böylece Resûlullah Efendimiz, dedikodunun ordu arasında da büyümesine fırsat vermemiş oluyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla Bek’â mevkiinden hareket edeceği sırada şiddetli bir fırtına esti. Mücahidler korkup ürktüler. Gatafanların reisi Uyeyne bin Hısn’ın Medine’ye baskın yapmış olmasından endişe duydular. Zira, onunla yapılan anlaşma müddeti son bulmuştu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Size Uyeyne bin Hısn’dan bir zarar gelmez” dedi. Sonra da, “Korkmayınız! Bu fırtına, bir büyük kâfirin ölümü dolayısıyla esmektedir!” buyurdu.

Gerçek, Resûl-i Ekrem Efendimizin haber verdiği gibiydi. Medine’ye vardıklarında münafıklara arka çıkan Yahudî büyüklerinden Rifaâ bin Zeyd bin Tabut’un aynı gün ölmüş olduğunu öğrendiler.1 Bu adam, Peygamberimiz ve İslâmın azılı düşmanlarından biri idi.