Yirmidokuzuncu Sözün

İkinci Maksadı



Kıyamet ve mevt-i dünya ve hayat-ı âhiret hakkındadır

Şu Maksadın dört esası ve bir mukaddime-i temsiliyesi vardır.

MUKADDİME

Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri dâvâ etse, “Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden muhkem bir surette bina ve tamir edilecektir”; elbette, onun dâvâsına karşı altı sual terettüp eder.

Birincisi: Niçin tahrip edilecek? Sebep ve muktazi var mıdır? Eğer, “Evet, var” diye ispat etti.

İkincisi, şöyle bir sual gelir ki: “Bunu tahrip edip, tamir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?” Eğer, “Evet, yapabilir” diye ispat etti.

Üçüncüsü, şöyle bir sual gelir ki: “Tahribi mümkün müdür? Hem, sonra tahrip edilecek midir?” Eğer “Evet” diye imkân-ı tahribi, hem vukuunu ispat etse; iki sual daha ona varid olur ki:

“Acaba şu acip saray veya şehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tamir edilecek midir?” Eğer “Evet” diye bunları da ispat etse, o vakit bu meselenin hiçbir cihette, hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şek ve şüphe ve vesvese girebilsin.

İşte, şu temsil gibi; dünya sarayının, şu kâinat şehrinin tahrip ve tamiri için muktazi var. Fâil ve ustası muktedir; tahribi mümkün ve vaki olacak, tamiri mümkün ve vaki olacaktır. İşte şu meseleler Birinci Esastan sonra ispat edilecektir.

BİRİNCİ ESAS

Ruh, katiyen bâkidir. Birinci Maksattaki melâike ve ruhanîlerin vücutlarına delâlet eden hemen bütün deliller, şu meselemiz olan bekà-i ruha dahi delildirler. Bence mes’ele o kadar kat’îdir ki, fazla beyan abes olur. Evet, şu âlem-i berzahta, âlem-i ervahta bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervâh-ı bâkiye kafileleri ile bizim mabeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki, burhan ile göstermeye lüzum kalmaz. Had ve hesaba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hattâ ehl-i keşfü’l-kuburun onları görmeleri, hattâ bir kısım avâmın da onlarla muhabereleri ve umumun da rüya-yı sâdıkada onlarla münasebet peydâ etmeleri, muzaaf tevatürler suretinde adeta beşerin ulûm-u müteârifesi hükmüne geçmiştir. Fakat şu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedihî birşeyde zihinlere vesvese vermiş. İşte şöyle vesveseleri izale için, hads-i kalbînin ve iz’ân-ı aklînin pek çok menbalarından bir mukaddime ile dört menbaına işaret edeceğiz.

MUKADDİME: Onuncu Sözün Dördüncü Hakikatinde ispat edildiği gibi, ebedî, sermedî, misilsiz bir cemâl, elbette âyinedar müştakının ebediyetini ve bekàsını ister. Hem kusursuz, ebedî bir kemâl-i san’at, mütefekkir dellâlının devamını talep eder. Hem nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, muhtaç müteşekkirlerinin devam-ı tena’umlarını iktiza eder.

İşte, o âyinedar müştak, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir, en başta ruh-u insanîdir. Öyle ise, ebedü’l-âbâd yolunda o cemâl, o kemâl, o rahmete refakat edecek, bâki kalacaktır.

Yine Onuncu Sözün Altıncı Hakikatinde ispat edildiği gibi, değil ruh-u beşer, hattâ en basit tabakat-ı mevcudat dahi, fenâ için yaratılmamışlar, bir nevi bekàya mazhardırlar. Hattâ, ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi, vücud-u zâhirîden gitse, bin vech ile bir nevi bekàya mazhardır. Çünkü sureti hadsiz hafızalarda bâki kalır. Kanun-u teşekkülâtı, yüzer tohumcuklarında bekà bulup devam eder.

Madem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsal-i sureti bir Hafîz-i Hakîm tarafından ibkà ediliyor, dağdağalı inkılâplar içinde kemâl-i intizamla zerrecikler gibi tohumlarında muhafaza ediliyor, bâki kalır. Elbette, gayet cemiyetli ve gayet yüksek bir mahiyete mâlik ve hâricî vücut giydirilmiş ve zîşuur ve zîhayat ve nuranî kanun-u emrî olan ruh-u beşer, ne derece kat’iyetle bekàya mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alâkadar olduğunu anlamazsan, nasıl “Zîşuur bir insanım” diyebilirsin?

Evet, koca bir ağacın bir derece ruha benzeyen programını ve kanun-u teşekkülâtını, bir nokta gibi en küçük çekirdekte derc edip muhafaza eden bir Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl, bir Zât-ı Hafîz-i Bîzevâl hakkında, “Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder?” denilir mi?

BİRİNCİ MENBA: Enfüsîdir. Yani, herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkiyi anlar. Evet, herbir ruh, kaç sene yaşamışsa, o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedâhe aynen bâki kalmıştır. Öyle ise, madem ceset gelip geçicidir. Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekàsına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız, müddet-i hayatta tedricî ceset libasını değiştiriyor; mevtte ise birden soyunur.

Gayet kat’î bir hads ile, belki müşahede ile sabittir ki, ceset ruhla kaimdir. Öyle ise, ruh onunla kaim değildir. Belki ruh binefsihî kaim ve hâkim olduğundan, ceset istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklâliyetine halel vermez.

Belki ceset ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip bir gılâf-ı lâtifi ve bir beden-i misalîsi vardır. Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz; yuvasından çıkar, beden-i misalîsini giyer.

İKİNCİ MENBA: Âfâkîdir. Yani, mükerrer müşahedat ve müteaddit vakıat ve kerrat ile münasebattan neş’et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet, tek bir ruhun bâdelmemat bekàsı anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekàsını istilzam eder. Zira, fenn-i mantıkça kat’îdir ki, zâtî bir hassa birtek fertte görünse, bütün efratta dahi o hassanın vücuduna hükmedilir. Çünkü zâtîdir. Zâtî olsa her fertte bulunur. Halbuki, değil bir fert, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşahedâta istinad eden âsâr ve bekà-i ervâha delâlet eden emârat o derece kat’îdir ki, bize nasıl Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur, o insanların vücutlarına hiç vehim hatıra gelmez; öyle de, şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervahta, ölmüş, vefat etmiş insanların ervâhı pek çok kesretle vardır ve bizimle münasebettardırlar. Mânevî hedâyâmız onlara gidiyor; onların nuranî feyizleri de bizlere geliyor.

Hem hads-i kat’î ile vicdanen hissedilebilir ki, insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bâkidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrip ve inhilâle maruz değil. Çünkü basittir; vahdeti var. Tahrip ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkip edilmiş şeylerin şe’nidir. Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekàya sebebiyet verir. Demek vahdet ve bekà, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder.

Ruhun fenâsı, ya tahrip ve inhilâl iledir. O tahrip ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin, besâtet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idam iledir. İdam ise, Cevâd-ı Mutlakın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu, o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.

ÜÇÜNCÜ MENBA: Ruh, zîhayat, zîşuur, nuranî vücud-u hâricî giydirilmiş, câmi’, hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emrîdir. Halbuki, en zayıf olan kavânîn-i emriye, sebat ve bekàya mazhardırlar. Çünkü, dikkat edilse, maruz-u tagayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-i sabite vardır ki, bütün tagayyürat ve inkılâbat ve etvâr-ı hayat içinde yuvarlanarak suretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak bâki kalıyor.

İşte, herbir şahs-ı insanî, mahiyetinin câmiiyetiyle ve küllî şuuruyla ve umumî tasavvurâtıyla, bir şahıs iken bir nev’ hükmüne geçmiştir. Bir nev’e gelen ve câri olan kanun, o şahs-ı insanîde dahi câridir.

Madem Fâtır-ı Zülcelâl, insanı câmi’ bir âyine ve küllî bir ubûdiyetle ve ulvî bir mahiyetle yaratmıştır. Her fertteki hakikat-i ruhiye, yüz binler suret değiştirse, izn-i Rabbânî ile ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek. Öyle ise, o şahs-ı insanînin hakikat-i zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah’ın emriyle, izniyle ve ibkàsıyla, daima bâkidir.

DÖRDÜNCÜ MENBA: Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibarıyla ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânîne dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki, eğer o kanun-u emrî vücud-u hâricî giyseydi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bâkidir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tagayyürat ve inkılâbat, o kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz. Meselâ, bir incir ağacı ölse, dağılsa, onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde, ölmeyerek bâki kalır.

İşte, madem en âdi ve zayıf emrî kanunlar dahi böyle bekà ile, devam ile alâkadardır. Elbette, ruh-u insanî, değil yalnız bekà ile, belki ebedü’l-âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünkü, ruh dahi Kur’ân’ın nassı ile,
-1-قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى ferman-ı celîli ile, âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zîşuur ve bir namus-u zîhayattır ki, kudret-i ezeliye ona vücud-u hâricî giydirmiş.

Demek, nasıl ki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavânin, daima veya ağleben bâki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat ı iradenin tecellîsi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekàya mazhar olmak daha ziyade kat’îdir, lâyıktır. Çünkü zîvücuttur, hakikat-i hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavîdir, daha ulvîdir. Çünkü zîşuurdur. Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymettardır. Çünkü zîhayattır.

İKİNCİ ESAS

Saadet-i ebediyeye muktazi vardır. Ve o saadeti verecek Fâil-i Zülcelâl de muktedirdir. Hem harab-ı âlem, mevt-i dünya mümkündür. Hem vaki olacaktır. Yeniden ihyâ-yı âlem ve haşir mümkündür; hem vaki olacaktır. İşte bu altı meseleyi, birer birer aklı ikna edecek muhtasar bir tarzda beyan edeceğiz. Zaten Onuncu Sözde, kalbi iman-ı kâmil derecesine çıkaracak derecede burhanlar zikredilmiştir. Şurada ise, yalnız aklı ikna edecek, susturacak, Eski Said’in Nokta Risalesindeki beyanatı tarzında bahsedeceğiz.

Evet, saadet-i ebediyeye muktazi mevcuttur. O muktazinin vücuduna delâlet eden burhan-ı kat’î, On Menba ve Medardan süzülen bir hadsdir.

BİRİNCİ MEDAR: Dikkat edilse, şu kâinatın umumunda bir nizam-ı ekmel, bir intizam-ı kasdî vardır. Her cihette reşahât-ı ihtiyar ve lemeât-ı kast görünür. Hattâ, herşeyde bir nur-u kast, her şe’nde bir ziya-yı irade, her harekette bir lem’a-i ihtiyar, her terkipte bir şule-i hikmet, semerâtının şehadetiyle nazarı dikkate çarpıyor.

İşte, eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaife-i vâhiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan mâneviyat ve revâbıt ve niseb, hebâ olup gider.

Demek, nizamı nizam eden, saadet-i ebediyedir. Öyle ise, nizam-ı âlem, saadet-i ebediyeye işaret ediyor.

İKİNCİ MEDAR: Hilkat-i kâinatta bir hikmet-i tâmme görünüyor. Evet, inâyet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlâhiye, kâinatın umumunda gösterdiği maslahatların riayeti ve hikmetlerin iltizamı lisanıyla, saadet-i ebediyeyi ilân eder. Çünkü, saadet-i ebediye olmazsa, şu kâinatta bilbedâhe sabit olan hikmetleri, faideleri mükâbere ile inkâr etmek lâzım gelir. Onuncu Sözün Onuncu Hakikati bu hakikati güneş gibi gösterdiğinden, ona iktifâen burada ihtisar ederiz.

ÜÇÜNCÜ MEDAR: Akıl ve hikmet ve istikrâ ve tecrübenin şehadetleriyle sabit olan hilkat-i mevcudattaki adem-i abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder.

Fıtratta israf ve hilkatte abesiyet olmadığına delil, Sâni-i Zülcelâlin, herşeyin hilkatinde en kısa yolu ve en yakın ciheti ve en hafif sureti ve en güzel keyfiyeti ihtiyar ve intihap etmesidir ve bazan birşeyi yüz vazifeyle tavzif etmesidir ve bir ince şeye bin meyve ve gayeleri takmasıdır. Madem israf yok ve abesiyet olmaz. Elbette saadet-i ebediye olacaktır. Çünkü, dönmemek üzere adem, herşeyi abes eder, herşey israf olur.

Umum fıtratta, ezcümle insanda, fenn-i menâfiü’l-âzâ şehadetiyle sabit olan adem-i israf gösteriyor ki, insanda olan hadsiz istidâdât-ı mâneviye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyûlât dahi israf edilmeyecektir. Öyle ise, insandaki o esaslı meyl-i tekemmül, bir kemâlin vücudunu gösterir ve o meyl-i saadet, saadet-i ebediyeye namzet olduğunu kat’î olarak ilân eder. Öyle olmazsa, insanın mahiyet-i hakikiyesini teşkil eden o esaslı mâneviyat, o ulvî âmâl, hikmetli mevcudatın hilâfına olarak, israf ve abes olur, kurur, hebâen gider. Şu hakikat, Onuncu Sözün On Birinci Hakikatinde ispat edildiğinden, kısa kesiyoruz.

DÖRDÜNCÜ MEDAR: Pek çok nevilerde, hattâ gece ve gündüzde, kış ve baharda ve cevv-i havada, hattâ insanın şahıslarında, müddet-i hayatında değiştirdiği bedenler ve mevte benzeyen uyku ile haşir ve neşre benzer birer nevi kıyamet, bir kıyamet-i kübrânın tahakkukunu ihsas ediyor, remzen haber veriyorlar.

Evet, meselâ haftalık bizim saatimizin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan çarklarına benzeyen, Allah’ın dünya denilen büyük saatindeki yevm, sene, ömr-ü beşer, deverân-ı dünya, birbirine mukaddime olarak birbirinden haber veriyor, döner, işlerler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi, mevtten sonra subh-u kıyamet o destgâhtan, o saat-i uzmâdan çıkacağını remzen haber veriyorlar.

Bir şahsın müddet-i ömründe başına gelmiş birçok kıyamet çeşitleri vardır. Her gece bir nevi ölmekle, her sabah bir nevi dirilmekle emârât-ı haşri gördüğü gibi, beş altı senede bil’ittifak bütün zerrâtını değiştirerek, hattâ bir senede iki defa tedricî bir kıyamet ve haşir taklidini görmüş. Hem, hayvan ve nebat nevilerinde üç yüz binden ziyade haşir ve neşir ve kıyamet-i nev’iyeyi her baharda müşahede ediyor. İşte, bu kadar emârat ve işârât-ı haşriye ve bu kadar alâmat ve rumuzât-ı neşriye, elbette kıyamet-i kübrânın tereşşuhâtı hükmünde, o haşre işaret ediyorlar.

Bir Sâni-i Hakîm tarafından, nevilerde böyle kıyamet-i nev’iyeyi, yani bütün nebâtat köklerini ve bir kısım hayvanları aynen baharda ihyâ etmek ve yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri gibi sair bir kısım şeyleri aynıyla değil, misliyle iade ederek bir nevi haşir ve neşir yapmak, herbir şahs-ı insanîde kıyamet-i umumiye içinde bir kıyamet-i şahsiyeye delil olabilir. Çünkü, insanın birtek şahsı, başkasının bir nev’i hükmündedir. Zira, fikir nuru, insanın âmâline ve efkârına öyle bir genişlik vermiş ki, mazi ve müstakbeli ihata eder; dünyayı dahi yutsa tok olmaz. Sair nevilerde fertlerin mahiyeti cüz’iyedir, kıymeti şahsiyedir, nazarı mahduttur, kemâli mahsurdur, lezzeti ve elemi ânidir. Beşerin ise, mahiyeti ulviyedir, kıymeti gàliyedir, nazarı âmmdır, kemâli hadsizdir, mânevî lezzeti ve elemi kısmen daimîdir. Öyle ise, bilmüşahede sair nevilerde tekerrür eden bir çeşit kıyametler, haşirler, şu kıyamet-i kübrâ-yı umumiyede her şahs-ı insanî aynıyla iade edilerek haşredilmesine remzeder, haber verir. Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinde iki kere iki dört eder derecesinde kat’iyetle ispat edildiğinden, burada ihtisar ederiz.

BEŞİNCİ MEDAR: Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdut istidadat ve o istidadatta mündemiç olan gayr-ı mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş’et eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hasıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüt eden gayr-ı mütenâhi efkâr ve tasavvurât-ı insaniye, şu âlem-i şehadetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkik görüyor.

İşte, hiç yalan söylemeyen fıtrat ve fıtrattaki şu kat’î ve şedit ve sarsılmaz meyl-i saadet-i ebediye, saadet-i ebediyenin tahakkukuna dair, vicdana bir hads i kat’î veriyor. Onuncu Sözün On Birinci Hakikati, bu hakikati gündüz gibi gösterdiğinden, kısa kesiyoruz.

ALTINCI MEDAR: Rahmân-ı Rahîm olan şu mevcudatın Sâni-i Zülcemâlinin rahmeti, saadet-i ebediyeyi gösteriyor. Evet, nimeti nimet eden, nimeti nıkmetlikten halâs eden ve mevcudatı firak-ı ebedîden hasıl olan vâveylâlardan kurtaran saadet-i ebediyeyi, o rahmetin şe’nindendir ki, beşerden esirgemesin. Çünkü, bütün nimetlerin re’si, reisi, gayesi, neticesi olan saadet-i ebediye verilmezse, dünya öldükten sonra âhiret suretinde dirilmezse, bütün nimetler nıkmetlere tahavvül ederler. O tahavvül ise, bilbedâhe ve bizzarure ve umum kâinatın şehadetiyle muhakkak ve meşhud olan rahmet-i İlâhiyenin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Halbuki, rahmet, güneşten daha parlak bir hakikat-i sabitedir.

Bak, rahmetin cilvelerinden ve lâtif âsârından olan aşk ve şefkat ve akıl nimetlerine dikkat et. Eğer firak-ı ebedî ve hicrân-ı lâyezâlîye, hayat-ı insaniye incirar edeceğini farz etsen, görürsün ki, o lâtif muhabbet en büyük bir musibet olur. O leziz şefkat en büyük bir illet olur. O nuranî akıl en büyük bir belâ olur. Demek rahmet çünkü rahmettir hicrân-ı ebedîyi, muhabbet-i hakikiyeye karşı çıkaramaz. Onuncu Sözün İkinci Hakikati bu hakikati gayet güzel bir surette gösterdiğinden, burada ihtisar edildi.

YEDİNCİ MEDAR: Şu kâinatta görünen ve bilinen bütün letâif, bütün mehâsin, bütün kemâlât, bütün incizâbat, bütün iştiyâkat, bütün terahhumat birer mânâdır, birer mazmundur, birer kelime-i mâneviyedir ki, şu kâinatın Sâni-i Zülcelâlinin lütuf ve merhametinin tecelliyâtını, ihsan ve kereminin cilvelerini bizzarure, bilbedâhe kalbe gösterir, aklın gözüne sokuyor.

Madem şu âlemde bir hakikat vardır. Bilbedâhe hakikî rahmet vardır. Madem hakikî rahmet vardır. Saadet-i ebediye olacaktır. Onuncu Sözün Dördüncü Hakikati, İkinci Hakikati ile beraber şu hakikati gündüz gibi aydınlatmıştır.

SEKİZİNCİ MEDAR: İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse, “Ebed, ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur. Demek, bu vicdanî olan incizap ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-i cazibedârın yalnız cezbiyle olabilir. Onuncu Sözün On Birinci Hakikatinin Hâtimesi bu hakikati göstermiştir.

DOKUZUNCU MEDAR: Sadık, masduk, musaddak olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın ihbarıdır. Evet, o zâtın sözleri saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır ve onun kelâmları saadet-i ebediyeye karşı birer penceredir. Zaten bütün enbiyanın icmâını ve bütün evliyanın tevatürünü elinde tutmuş, bütün kuvvetiyle bütün dâvâları, tevhid-i İlâhîden sonra şu haşir ve saadet noktasında temerküz ediyor. Acaba şu kuvveti sarsacak birşey var mıdır? Onuncu Sözün On İkinci Hakikati şu hakikati pek zâhir bir surette göstermiştir.

ONUNCU MEDAR: On üç asırda yedi vech ile i’câzını muhafaza eden ve, Yirmi Beşinci Sözde ispat edildiği üzere, kırk adet envâ-ı i’câzıyla mu’cize olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ihbârât-ı kat’iyesidir. Evet, o Kur’ân’ın nefs-i ihbarı, haşr-i cismanînin keşşafıdır ve şu tılsım-ı muğlâk-ı âlemin ve şu remz-i hikmet-i kâinatın miftahıdır.

Hem o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın tazammun ettiği ve mükerreren tefekküre emredip nazara vaz eylediği berâhin-i akliye-i kat’iye binlerdir. Ezcümle, bir kıyas-ı temsilîyi tazammun eden
-2- قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِىۤ اَنْشَاَهَاۤ اَوَّلَ مَرَّةٍ
ve -3- وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve bir delil-i adalete işaret eden

-4-وَمَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ gibi pek çok âyat ile haşr-i cismanîdeki saadet-i ebediyeyi gösterecek pek çok dürbünleri nazar-ı beşerin dikkatine vaz etmiştir. Kur’ân’ın sair âyetlerle izah ettiği şu وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve

-5-قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِىۤ اَنْشَاَهَاۤ اَوَّلَ مَرَّةٍ deki kıyas-ı temsilînin hülâsasını Nokta Risalesinde şöyle beyan etmişiz ki:

Vücud-u insan, tavırdan tavra geçtikçe acip ve muntazam inkılâplar geçiriyor. Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan azm ve lâhme, azm ve lâhimden halk-ı cedîde, yani insan suretine inkılâbı, gayet dakik düsturlara tâbidir. O tavırların herbirisinin öyle kavânîn-i mahsusa ve öyle nizâmât-ı muayyene ve öyle harekât-ı muttarıdaları vardır ki, cam gibi, altında bir kast, bir irade, bir ihtiyar, bir hikmetin cilvelerini gösterir.

İşte, şu tarzda o vücudu yapan Sâni-i Hakîm, her sene bir libas gibi o vücudu değiştirir. O vücudun değiştirilmesi ve bekàsı için, inhilâl eden eczaların yerini dolduracak, çalışacak yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe muhtaçtır. İşte o beden hücreleri, muntazam bir kanun-u İlâhî ile yıkıldığından, yine muntazam bir kanun-u Rabbânî ile tamir etmek için, rızık namıyla bir madde-i lâtifeyi ister ki, o beden uzuvlarının ayrı ayrı hacetleri nisbetinde, Rezzâk-ı Hakikî, bir kanun-u mahsusla taksim ve tevzi ediyor.

Şimdi, o Rezzâk-ı Hakîmin gönderdiği o madde-i lâtifenin etvârına bak. Göreceksin ki, o maddenin zerrâtı, bir kafile gibi küre-i havada, toprakta, suda dağılmışken, birden hareket emrini almışlar gibi bir hareket-i kasdîyi işmam eden bir keyfiyetle toplanıyorlar. Güya onlardan herbir zerre bir vazifeyle bir muayyen mekâna gitmek için memurdur gibi, gayet muntazam toplanıyorlar. Hem gidişatından görünüyor ki, bir Fâil-i Muhtarın bir kanun-u mahsusuyla sevk edilip, cemâdat âleminden mevâlide, yani zîhayat âlemine girerler. Sonra, nizâmât-ı muayyene ve harekât-ı muttarıda ile ve desâtir-i mahsusa ile, rızık olarak bir bedene girip, o beden içinde dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılâbât-ı acîbeyi geçirdikten sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra, bedenin aktârına yayılarak, bütün muhtaç olan âzâların muhtelif ve ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına göre, Rezzâk-ı Hakikînin inâyetiyle ve muntazam kanunlarıyla inkısam ederler.

İşte, o zerrattan hangi zerreye bir nazar-ı hikmetle baksan göreceksin ki, basîrâne, muntazamâne, semîâne, alîmâne sevk olunan o zerreye, kör ittifak, kanunsuz tesadüf, sağır tabiat, şuursuz esbab hiç ona karışamaz. Çünkü, herbirisi, unsur-u muhitten tut, tâ beden hücresine kadar, hangi tavra girmişse, o tavrın kavânîn-i muayyenesiyle güya ihtiyaren amel ediyor, muntazaman giriyor. Hangi tabakaya sefer etmişse, öyle muntazam adım atıyor ki, bilbedâhe bir Sâik-i Hakîmin emriyle gidiyor gibi görünüyor. İşte, böyle muntazam tavırdan tavra, tabakadan tabakaya, git gide, hedef-i maksadından ayrılmayarak, tâ makam-ı lâyıkına, meselâ Tevfik’in gözbebeğine emr-i Rabbânî ile girer, oturur, çalışır. İşte bu halde, yani erzaktaki tecellî-i rububiyet gösteriyor ki, iptidâ o zerreler muayyen idiler, muvazzaf idiler, o makamlar için namzet idiler. Güya herbirisinin alnında ve cephesinde “Filân hücrenin rızkı olacak” yazılı gibi bir intizamın vücudu, her adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder.

Acaba mümkün müdür ki, bu derece nihayetsiz bir kudret ve muhit bir hikmetle rububiyet eden ve zerrattan tâ seyyârâta kadar bütün mevcudatı kabza-i tasarrufunda tutmuş ve intizam ve mizan dairesinde döndüren Sâni-i Zülcelâl, neş’e-i uhrâyı yapmasın veya yapamasın?

İşte, çok âyât-ı Kur’âniye, şu hikmetli neş’e-i ûlâyı nazar-ı beşere vaz ediyor; haşir ve kıyametteki neş’e-i uhrâyı ona temsil ederek istib’âdı izale eder. Der:
-6- قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِىۤ اَنْشَاَهَاۤ اَوَّلَ مَرَّةٍ Yani, “Sizi hiçten bu derece hikmetli bir surette kim inşa etmişse, Odur ki sizi âhirette diriltecektir.” Hem der ki:

-7-وَهُوَ الَّذِى يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ Yani, “Sizin haşirde iadeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır.”

Nasıl ki bir taburun askerleri istirahat için dağılsa, sonra bir boruyla çağırılsa, kolay bir surette tabur bayrağı altında toplanmaları, yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de, bir bedende birbiriyle imtizaçla ünsiyet ve münasebet peydâ eden zerrât-ı esasiye, Hazret-i İsrâfil Aleyhisselâmın sûru ile Hâlık-ı Zülcelâlin emrine “Lebbeyk” demeleri ve toplanmaları, aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadiste acbü’z-zeneb -8- tabir edilen ecza-yı esasiye ve zerrât-ı asliye, ikinci neş’e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakîm, beden-i insanîyi onların üstünde bina eder.
Üçüncü âyet olan
-9- وَمَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ gibi âyetlerin işaret ettikleri kıyas-ı adlînin hülâsası şudur ki:

Âlemde çok görüyoruz ki, zalim, fâcir, gaddar insanlar gayet refah ve rahatla; ve mazlum ve mütedeyyin adamlar gayet zahmet ve zilletle ömür geçiriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini müsavi kılar. Eğer şu müsavat nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa, zulüm görünür. Halbuki, zulümden tenezzühü, kâinatın şehadetiyle sabit olan adalet ve hikmet-i İlâhiye, bu zulmü hiçbir cihetle kabul etmediğinden, bilbedâhe, bir mecma-i âhari iktiza ederler ki, birinci cezasını, ikinci mükâfâtını görsün. Tâ, şu intizamsız, perişan beşer, istidadına münasip tecziye ve mükâfat görüp, adalet-i mahzâya medar ve hikmet-i Rabbâniyeye mazhar ve hikmetli mevcudat-ı âlemin bir büyük kardeşi olabilsin.

Evet, şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidatların sünbüllenmesine müsait değildir. Demek başka âleme gönderilecektir. Evet, insanın cevheri büyüktür, öyle ise ebede namzettir. Mahiyeti âliyedir. Öyle ise cinayeti dahi azîmdir, sair mevcudata benzemez. İntizamı da mühimdir. İntizamsız olamaz, mühmel kalamaz, abes edilmez, fenâ-yı mutlakla mahkûm olamaz, adem-i sırfa kaçamaz. Ona, Cehennem ağzını açmış, bekliyor. Cennet ise, âguş-u nazdârânesini açmış, gözlüyor. Onuncu Sözün Üçüncü Hakikati bu ikinci misalimizi gayet güzel gösterdiğinden, burada kısa kesiyoruz.

İşte, misal için şu iki âyet-i kerime gibi pek çok berâhin-i lâtife-i akliyeyi tazammun eden sair ayetleri dahi kıyas eyle, tetebbu et. İşte, Menâbi-i Aşere ve On Medar, bir hads-i kat’î, bir burhan-ı katıı intaç ediyorlar. Ve o pek esaslı hads ve o pek kuvvetli burhan, haşir ve kıyamete dâi ve muktazinin vücuduna kat’iyen delâlet ettikleri gibi, Sâni-i Zülcelâlin dahi Onuncu Sözde kat’iyen ispat edildiği üzere Hakîm, Rahîm, Hafîz, Âdil gibi ekser Esmâ-i Hüsnâsı, haşir ve kıyametin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücudunu iktiza ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna kat’î delâlet ederler. Demek haşir ve kıyamete muktazi o derece kuvvetlidir ki, hiçbir şek ve şüpheye medar olamaz.

ÜÇÜNCÜ ESAS

Fâil muktedirdir. Evet, nasıl haşrin muktazisi, şüphesiz mevcuttur. Haşri yapacak Zât da nihayet derecede muktedirdir. Onun kudretinde noksan yoktur. En büyük ve en küçük şeyler Ona nisbeten birdirler. Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar kolaydır.

Evet, bir Kadîr ki, şu âlem, bütün güneşleri, yıldızları, avâlimi, zerrâtı, cevâhiri, nihayetsiz lisanlarla Onun azametine ve kudretine şehadet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismanîyi o kudretten istib’âd etsin?

Evet, bilmüşahede, bir Kadîr-i Zülcelâl, şu âlem içinde, her asırda birer yeni ve muntazam dünyayı halk eden; hattâ her senede birer yeni, seyyar, muntazam kâinatı icad eden; hattâ her günde birer yeni, muntazam âlem yapan; daima şu semâvât ve arz yüzünde ve birbiri arkasında geçici dünyaları, kâinatları kemâl-i hikmetle halk eden, değiştiren; ve asırlar ve seneler, belki günler adedince muntazam âlemleri zaman ipine asan ve onunla azamet-i kudretini gösteren; ve yüz bin çeşit haşrin nakışlarıyla tezyin ettiği koca bahar çiçeğini küre-i arzın başına birtek çiçek gibi takan ve onunla kemâl-i hikmetini, cemâl-i san’atını izhar eden bir Zât, nasıl kıyameti getirecek, nasıl bu dünyayı âhiretle değiştirecek denilir mi?

Şu Kadîrin kemâl-i kudretini ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğini ve en büyük şey, en küçük şey gibi Onun kudretine ağır gelmediğini ve hadsiz efrat birtek fert gibi o kudrete kolay geldiğini şu âyet-i kerime ilân ediyor:


مَا خَلْقُكُمْ وَلاَبَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
-10


Şu âyetin hakikatini Onuncu Sözün Hâtimesinde icmâlen ve Nokta Risalesinde ve Yirminci Mektupta izahen beyan etmişiz. Şu makam münasebetiyle, Üç Mesele suretinde bir parça izah ederiz.

İşte, kudret-i İlâhiye zâtiyedir. Öyle ise acz tahallül edemez.

Hem melekûtiyet-i eşyaya taallûk eder. Öyle ise mevâni tedahül edemez.
Hem nisbeti kanunîdir. Öyle ise, cüz, külle müsavi gelir; ve cüz’î, küllî hükmüne geçer.

İşte, şu üç meseleyi ispat edeceğiz.

BİRİNCİ MESELE: Kudret-i Ezeliye, Zât-ı Akdes-i İlâhiyenin lâzime-i zaruriye-i zâtiyesidir. Yani, bizzarure Zâtın lâzımesidir; hiçbir cihet-i infikâki olamaz. Öyle ise, kudretin zıddı olan acz, o kudreti istilzam eden Zâta bilbedâhe ârız olamaz. Çünkü, o halde cem-i zıddeyn lâzım gelir.
Madem acz, Zâta ârız olamaz. Bilbedâhe, o Zâtın lâzımı olan kudrete tahallül edemez. Madem acz, kudretin içine giremez. Bilbedâhe, o kudret-i zâtiyede merâtip olamaz. Çünkü, herşeyin vücut merâtibi, o şeyin zıtlarının tedahülü iledir.

Meselâ hararetteki merâtip, burûdetin tahallülü iledir. Hüsündeki derecat, kubhun tedahülü iledir. Ve hâkezâ, kıyas et. Fakat mümkinatta hakikî ve tabiî lüzum-u zâtî olmadığından, mümkinatta zıtlar birbirine girebilmiş, mertebeler tevellüt ederek ihtilâfat ile tagayyürât-ı âlem neş’et etmiştir.

Madem ki kudret-i ezeliyede merâtip olamaz. Öyle ise, makdûrat dahi, bizzarure, kudrete nisbeti bir olur. En büyük en küçüğe müsavi ve zerreler yıldızlara emsal olur. Bütün haşr-i beşer birtek nefsin ihyâsı gibi, bir baharın icadı birtek çiçeğin sun’u gibi o kudrete kolay gelir. Eğer esbaba isnad edilse, o vakit birtek çiçek, bir bahar kadar ağır olur. Şu Sözün İkinci Makamının dördüncü Allahu ekber mertebesinin âhir fıkrasının haşiyesinde, hem Yirmi İkinci Sözde, hem Yirminci Mektupta ve zeylinde ispat edilmiş ki, hilkat-i eşya Vâhid-i Ehade verilse, bütün eşya birşey gibi kolay olur. Eğer esbaba verilse, birşey bütün eşya kadar külfetli, ağır olur.

İKİNCİ MESELE ki, kudret melekûtiyet-i eşyaya taallûk eder. Evet, kâinatın âyine gibi iki yüzü var. Biri mülk ciheti ki, âyinenin renkli yüzüne benzer. Diğeri melekûtiyet ciheti ki, âyinenin parlak yüzüne benzer.

Mülk ciheti ise, zıtların cevelângâhıdır. Güzel-çirkin, hayır-şer, küçük-büyük, ağır-kolay gibi emirlerin mahall-i vürududur. İşte, şunun içindir ki, Sâni-i Zülcelâl, esbab-ı zâhirîyi tasarrufât-ı kudretine perde etmiştir tâ, dest-i kudret, zâhir akla göre hasis ve nâlâyık emirlerle bizzat mübaşereti görünmesin. Çünkü azamet ve izzet öyle ister. Fakat o vesait ve esbaba hakikî tesir vermemiştir. Çünkü vahdet-i ehadiyet öyle ister.

Melekûtiyet ciheti ise, herşeyde parlaktır, temizdir. Teşahhusâtın renkleri, muzahrafatları ona karışmaz. O cihet, vasıtasız, kendi Hâlıkına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbab, teselsül-ü ilel yoktur. Ona illiyet, mâlûliyet giremez. Eğri büğrüsü yoktur. Mâniler müdahale edemezler. Zerre, şemse kardeş olur.

Elhasıl, o kudret hem basittir, hem nâmütenâhidir, hem zâtîdir. Mahall-i taallûk-u kudret ise, hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Öyle ise, o kudretin dairesinde, büyük küçüğe karşı tekebbürü yok; cemaat ferde karşı rüçhanı olamaz; küll, cüz’e nisbeten, kudrete karşı fazla nazlanamaz.

ÜÇÜNCÜ MESELE ki, kudretin nisbeti kanunîdir. Yani, çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar. Şu mesele-i gàmızayı birkaç temsille zihne takrib edeceğiz.
İşte, kâinatta şeffafiyet, mukabele, muvazene, intizam, tecerrüt, itaat birer emirdir ki, çoğu aza, büyüğü küçüğe müsavi kılar.

Birinci temsil: Şeffafiyet sırrını gösterir. Meselâ, şemsin feyz-i tecellîsi olan timsali ve aksi, denizin yüzünde ve denizin herbir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkep olsa, şemsin aksi, herbir parçada ve bütün zemin yüzünde müzahametsiz, tecezzîsiz, tenakussuz bir olur. Eğer faraza şems fâil-i muhtar olsaydı ve feyz-i ziyasını, timsal-i aksini iradesiyle verseydi, bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyizden daha ağır olamazdı.

İkinci temsil: Mukabele sırrıdır. Meselâ, zîhayat fertlerden, yani insanlardan terekküp eden bir daire-i azîmenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhitteki fertlerin ellerinde de birer âyine farz edilse, nokta-i merkeziyenin muhit âyinelerine verdiği feyiz ve cilve-i akis müzahametsiz, tecezzîsiz, tenakussuz, nisbeti birdir.

Üçüncü temsil: Muvazene sırrıdır. Meselâ, hakikî ve hassas ve çok büyük bir mizan bulunsa, iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre, herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvetle o hassas, azîm terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir.

Dördüncü temsil: İntizam sırrıdır. Meselâ, en azîm bir gemi, en küçük bir oyuncak gibi çevrilebilir.

Beşinci temsil: Tecerrüt sırrıdır. Meselâ, teşahhusattan mücerred bir mahiyet, bütün cüz’iyâtına, en küçüğünden en büyüğüne, tenakus etmeden, tecezzî etmeden bir bakar, girer. Teşahhusât-ı zâhiriye cihetindeki hususiyetler müdahale edip şaşırtmaz. O mahiyet-i mücerredin nazarını tağyir etmez. Meselâ iğne gibi bir balık, balina balığı gibi o mahiyet-i mücerredeye mâliktir. Bir mikrop, bir gergedan gibi, mahiyet-i hayvaniyeyi taşıyor.

Altıncı temsil: İtaat sırrını gösterir. Meselâ, bir kumandan, “Arş” emriyle bir neferi tahrik ettiği gibi, aynı emirle bir orduyu tahrik eder.

Şu temsil-i itaat sırrının hakikati şudur ki: Kâinatta, bittecrübe, herşeyin bir nokta-i kemâli vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizap olur. Ve incizap, iştiyak, ihtiyaç, meyil, Cenâb-ı Hakkın evâmir-i tekvîniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisalidirler. Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemâli, mutlak vücuttur. Hususî kemâli, istidatlarını kuvveden fiile çıkaran, ona mahsus bir vücuttur.

İşte, bütün kâinatın kün emrine itaati, birtek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaati gibidir. İrade-i ezeliyeden gelen kün emr-i ezelîsine mümkinatın itaati ve imtisalinde yine iradenin tecellîsi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizap, birden, beraber mündemiçtir. Lâtif su, nazik bir meyille incimad emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.

Şu altı temsil, hem nâkıs, hem mütenâhi, hem zayıf, hem tesir-i hakikîsi yok olan mümkinat kuvvetinde ve fiilinde bilmüşahede görünse, elbette hem gayr-ı mütenâhi, hem ezelî, hem ebedî, hem bütün kâinatı adem-i sırftan icad eden ve bütün ukulü hayrette bırakan, hem âsâr-ı azametiyle tecellî eden kudret-i ezeliyeye nisbeten, şüphesiz herşey müsavidir. Hiçbir şey Ona ağır gelmez.
Gaflet olunmaya, şu altı sırrın küçük mizanlarıyla o kudret tartılmaz ve münasebete giremez. Yalnız fehme takrib ve istib’âdı izale için zikredilir.

ÜÇÜNCÜ ESASIN NETİCE VE HÜLÂSASI: Madem kudret-i ezeliye gayr-ı mütenâhidir. Hem Zât-ı Akdese lâzime-i zaruriyedir. Hem herşeyin lekesiz, perdesiz melekûtiyet ciheti Ona müteveccihtir. Hem Ona mukabildir. Hem, tesâvi-i tarafeynden ibaret olan imkân itibarıyla muvazenettedir. Hem, şeriat-i fıtriye-i kübrâ olan nizam-ı fıtrata ve kavânîn-i âdetullaha mutîdir. Hem, mânilerden ve ayrı ayrı hususiyetlerden, melekûtiyet ciheti mücerred ve sâfidir. Elbette, en büyük şey, en küçük şey gibi, o kudrete ziyade nazlanmaz, mukavemet etmez. Öyle ise, haşirde bütün zevil’ervâhın ihyâsı, bir sineğin baharda ihyâsından daha ziyade kudrete ağır olmaz. Öyle ise,
-11- مَا خَلْقُكُمْ وَلاَبَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ fermanı mübalâğasızdır, doğrudur, haktır. Öyle ise, müddeâmız olan “Fâil muktedirdir” o cihette hiçbir mâni yoktur, kat’î bir surette tahakkuk etti.

DÖRDÜNCÜ ESAS

Nasıl kıyamet ve haşre muktazi var; ve haşri getirecek Fâil dahi muktedirdir. Öyle de, şu dünyanın kıyamet ve haşre kabiliyeti vardır. İşte, “Şu mahal kabildir” olan müddeâmızda dört mesele vardır:

Birincisi: Şu âlem-i dünyanın imkân-ı mevtidir.

İkincisi: O mevtin vukuudur.

Üçüncüsü: O harap olmuş, ölmüş dünyanın, âhiret suretinde tamir ve dirilmesinin imkânıdır.

Dördüncüsü: O mümkün olan tamir ve ihyânın vuku bulmasıdır.

BİRİNCİ MESELE: Şu kâinatın mevti mümkündür. Çünkü birşey kanun-u tekâmülde dahil ise, o şeyde alâküllihal neşvünemâ vardır. Neşvünemâ ve büyümek varsa, ona alâküllihal bir ömr-ü fıtrî vardır. Ömr-ü fıtrîsi varsa, alâküllihal bir ecel-i fıtrîsi vardır. Gayet geniş bir istikrâ ve tetebbu ile sabittir ki, öyle şeyler mevtin pençesinden kendini kurtaramaz.

Evet, nasıl ki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır; o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek; veya yatıp, sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır.

Hem nasıl ki kâinatın bir nüsha-i musağğarası olan bir şecere-i zîhayat tahrip ve inhilâlden başını kurtaramaz. Öyle de, şecere-i hilkatten teşa’ub etmiş olan silsile-i kâinat, tamir ve tecdit için tahripten, dağılmaktan kendini kurtaramaz. Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel, irade-i ezeliyenin izniyle hâricî bir maraz veya muharrip bir hadise başına gelmezse ve onun Sâni-i Hakîmi dahi ecel-i fıtrîden evvel onu bozmazsa, herhalde, hattâ fennî bir hesapla, birgün gelecek ki


اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ - وَاِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْ - وَاِذَا الْجِبَالُ سُيِّرَتْ

-12-
اِذَا السَّمَاۤءُ انْفَطَرَتْ - وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ - وَاِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ
-13


mânâları ve sırları, Kadîr-i Ezelînin izniyle tezahür edip, o dünya olan büyük insan sekerâta başlayıp, acip bir hırıltıyla ve müthiş bir savtla fezayı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek, sonra emr-i İlâhî ile dirilecektir.

İnce remizli bir mesele: Nasıl ki su, kendi zararına olarak incimad eder. Buz, buzun zararına temeyyu eder. Lüb, kışrın zararına kuvvetleşir. Lâfız, mânâ zararına kalınlaşır. Ruh, ceset hesabına zayıflaşır. Ceset, ruh hesabına inceleşir. Öyle de, âlem-i kesif olan dünya, âlem-i lâtif olan âhiret hesabına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, lâtifleşir. Kudret-i fâtıra, gayet hayret verici bir faaliyetle, kesif, câmid, sönmüş, ölmüş eczalarda nur-u hayatı serpmesi bir remz-i kudrettir ki, âlem-i lâtif hesabına şu âlem-i kesifi nur-u hayatla eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor, hakikatini kuvvetleştiriyor.

Evet, hakikat ne kadar zayıfsa da, ölmez, suret gibi mahvolmaz. Belki teşahhuslarda, suretlerde seyrüsefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir. Kışır ve suret ise eskileşir, inceleşir, parçalanır; sabit ve büyümüş hakikatin kàmetine yakışmak için, daha güzel olarak tazeleşir. Ziyade ve noksan noktasında, hakikat ile suret mâkûsen mütenasiptirler. Yani suret kalınlaştıkça hakikat inceleşir. Suret inceleştikce, hakikat o nisbette kuvvet bulur.

İşte, şu kanun, kanun-u tekâmüle dahil olan bütün eşyaya şamildir. Demek, herhalde bir zaman gelecek ki, kâinat hakikat-i uzmâsının kışır ve sureti olan âlem-i şehadet, Fâtır-ı Zülcelâlin izniyle parçalanacak, sonra daha güzel bir surette tazelenecektir.


-14-يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ sırrı tahakkuk edecektir. Elhasıl, dünyanın mevti mümkün, hem hiç şüphe getirmez ki mümkündür.


İKİNCİ MESELE: Mevt-i dünyanın vuku bulmasıdır. Şu meseleye delil, bütün edyân-ı semâviyenin icmâıdır ve bütün fıtrat-ı selîmenin şehadetidir ve şu kâinatın bütün tahavvülât ve tebeddülât ve tagayyürâtının işaretidir. Hem asırlar, seneler adedince zîhayat dünyaların ve seyyar âlemlerin, şu dünya misafirhanesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehadetleridir.

Şu dünyanın sekerâtını âyât-ı Kur’âniyenin işaret ettiği surette tahayyül etmek istersen, bak: Şu kâinatın eczaları dakik, ulvî bir nizamla birbirine bağlanmış; hafî, nazik, lâtif bir rabıta ile tutunmuş; ve o derece bir intizam içindedir ki, eğer ecrâm-ı ulviyeden tek bir cirm, kün emrine veya “Mihverinden çık” hitabına mazhar olunca, şu dünya sekerâta başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecramlar dalgalanacak. Nihayetsiz feza-yı âlemde milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadâları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak, kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekeratla, Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar; kâinatı tasfiye edip, Cehennem ve Cehennemin maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennetin mevadd-ı münasebeleri başka tarafa çekilir; âlem-i âhiret tezahür eder.

ÜÇÜNCÜ MESELE: Ölecek âlemin dirilmesi mümkündür. Çünkü, İkinci Esasta ispat edildiği gibi, kudrette noksan yoktur. Muktazi ise gayet kuvvetlidir. Mesele ise mümkinattandır. Mümkün bir meselenin gayet kuvvetli bir muktazisi varsa, fâilin kudretinde noksaniyet yoksa, ona mümkün değil, belki vaki suretiyle bakılabilir.

Remizli bir nükte: Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki, içinde iki unsur var ki her tarafa uzanmış kök atmış: Hayır-şer, güzel-çirkin, nef’-zarar, kemâl-noksan, ziya-zulmet, hidayet-dalalet, nur-nar, iman-küfür, taat-isyan, havf-muhabbet gibi âsarlarıyla, meyveleriyle, şu kâinatta ezdad birbiriyle çarpışıyor, daima tagayyür ve tebeddülâta mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsulâtının destgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette, o iki unsurun birbirine zıt olan dalları ve neticeleri ebede gidecek, temerküz edip birbirinden ayrılacak, o vakit Cennet-Cehennem suretinde tezahür edecektir.

Madem âlem-i bekà, şu âlem-i fenâdan yapılacaktır. Elbette, anâsır-ı esasiyesi bekàya ve ebede gidecektir. Evet, Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuûnâtın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havuzudur ve lütuf ve kahrın iki tecellîgâhıdır ki, dest-i kudret bir hareket-i şedîde ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münasip maddelerle dolacaktır.

Şu remizli nüktenin sırrı şudur ki: Hakîm-i Ezelî, inâyet-i sermediye ve hikmet-i ezeliyenin iktizasıyla, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve Esmâ-i Hüsnâsına âyine ve kalem-i kader ve kudretine sahife olmak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihan ise, neşvünemâya sebeptir. O neşvünemâ ise, istidatların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezahürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezahürü ise, hakaik-i nisbiyenin zuhuruna sebeptir. Hakaik-i nisbiyenin zuhuru ise, Sâni-i Zülcelâlin Esmâ-i Hüsnâsının nukuş-u tecelliyâtını göstermesine ve kâinatı mektubât-ı Samedâniye suretine çevirmesine sebeptir. İşte, şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki, ervâh-ı âliyenin elmas gibi cevherleri, ervâh-ı sâfilenin kömür gibi maddelerinden tasaffi eder, ayrılır.

İşte, bu mezkûr sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âli hikmetler için, âlemi bu surette irade ettiğinden, şu âlemin tagayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irade etti. Tahavvül ve tagayyür için zıtları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlere mezc ederek, şerleri hayırlara idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem ederek, hamur gibi yoğurarak, şu kâinatı tebeddül ve tagayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tâbi kıldı.

Vakta ki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esmâ-i Hüsnâ hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektubatını tamamıyla yazdı. Kudret, nukuş-u san’atını tekmil etti. Mevcudat, vezâifini ifa etti. Mahlûkat, hizmetlerini bitirdi. Herşey mânâsını ifade etti. Dünya, âhiret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Sâni-i Kadîrin bütün mu’cizât-ı kudretini, umum havârık-ı san’atını teşhir edip gösterdi. Şu âlem-i fenâ, sermedî manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı. O Sâni-i Zülcelâlin hikmet-i sermediyesi ve inâyet-i ezeliyesi, o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o Esmâ-i Hüsnânın tecellîlerinin hakikatlerini, o kalem-i kader mektubatının hakaikini, o nümune-misal nukuş-u san’atının asıllarını, o vezâif-i mevcudatın faidelerini, gayelerini, o hidemât-ı mahlûkatın ücretlerini ve o kelimât-ı kitab-ı kâinatın ifade ettikleri mânâların hakikatlerini ve istidat çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir mahkeme-i kübrâ açmasını ve dünyadan alınmış misalî manzaraların göstermesini ve esbab-ı zâhiriyenin perdesini yırtmasını ve herşey doğrudan doğruya Hâlık-ı Zülcelâline teslim etmesi gibi hakikatleri iktiza etti. Ve o mezkûr hakikatleri iktiza ettiği için, kâinatı dağdağa-i tagayyür ve fenâdan, tahavvül ve zevâlden kurtarmak ve ebedîleştirmek için, o zıtların tasfiyesini istedi ve tagayyürün esbabını ve ihtilâfâtın maddelerini tefrik etmek istedi. Elbette kıyameti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek. İşte, şu tasfiyenin neticesinde Cehennem ebedî ve dehşetli bir suret alıp, taifeleri
-15- وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ tehdidine mazhar olacak; Cennet ebedî, haşmetli bir suret giyerek, ehil ve ashabı
-16-سَلاَمٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ hitabına mazhar olacak.

Yirmi Sekizinci Sözün Birinci Makamının İkinci Sualinde ispat edildiği gibi, Hakîm-i Ezelî, şu iki hanenin sekenelerine, kudret-i kâmilesiyle ebedî ve sabit bir vücut verir ki, hiç inhilâl ve tagayyüre ve ihtiyarlığa ve inkıraza maruz kalmazlar. Çünkü inkıraza sebebiyet veren tagayyürün esbabı bulunmaz.

DÖRDÜNCÜ MESELE: Şu mümkün, vaki olacaktır. Evet, dünya öldükten sonra âhiret olarak diriltilecektir. Dünya harap edildikten sonra, o dünyayı yapan Zât, yine daha güzel bir surette onu tamir edecek, âhiretten bir menzil yapacaktır. Şuna delil, başta Kur’ân-ı Kerim, binler berâhin-i akliyeyi tazammun eden umum âyâtıyla ve bütün kütüb-ü semâviye bunda müttefik bulunduğu gibi, Zât-ı Zülcelâlin evsâf-ı celâliyesi ve evsâf-ı cemâliyesi ve Esmâ-i Hüsnâsı bunun vukuuna kat’î surette delâlet ederler. Ve enbiyaya gönderdiği bütün semâvî fermanları ile, kıyameti ve haşrin icadını vaad etmiş. İşte, madem vaad etmiş, elbette yapacaktır. Onuncu Sözün Sekizinci Hakikatine müracaat et.
Hem, başta Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın bin mu’cizâtının kuvvetiyle, bütün enbiya ve mürselînin ve evliya ve sıddıkînin, vukuunda müttefik olup haber verdikleri gibi, şu kâinat, bütün âyât-ı tekvîniyesiyle, vukuundan haber veriyor.

Elhasıl: Onuncu Söz bütün hakaikiyle, Yirmi Sekizinci Söz İkinci Makamında, Lâsiyyemâlardaki bütün berâhiniyle, gurub etmiş güneşin sabahleyin yeniden tulû edeceği derecesinde bir kat’iyetle göstermiştir ki, hayat-ı dünyeviyenin gurubundan sonra, şems-i hakikat hayat-ı uhreviye suretinde çıkacaktır.

İşte, baştan buraya kadar beyanatımız, ism-i Hakîmden istimdat ve feyz-i Kur’ân’dan istifade suretinde, kalbi kabule, nefsi teslime, aklı iknaa ihzar için Dört Esas söyledik. Fakat biz neyiz ki buna dair söz söyleyeceğiz? Asıl şu dünyanın Sahibi, şu kâinatın Hâlıkı, şu mevcudatın Mâliki ne söylüyor, onu dinlemeliyiz. Mülk sahibi söz söylerken başkalarının ne haddi var ki fuzuliyâne karışsın?

İşte, o Sâni-i Hakîm, dünya mescidinde ve arz mektebinde, asırlar arkasında oturan taifelerin umum saflarına hitaben irad ettiği hutbe-i ezeliyesinde, kâinatı zelzeleye veren


اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا - وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا - وَقَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا - يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا - بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا - يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتَاتًا لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ - فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ - وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَاهُ
-17


ve bütün mahlûkatı neş’elendiren, şevke getiren

وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَاۤ اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَاخَالِدُونَ
-18


gibi binler fermanları, Mâlikü’l-Mülkten, Sahib-i Dünya ve Âhiretten dinlemeliyiz. “Âmennâ ve saddaknâ” demeliyiz.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
-19


رَبَّنَا لاَ تُاٰخِذْنَاۤ اِنْ نَسِينَاۤ اَوْ اَخْطَاْنَا
-20


اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلّيْتَ عَلٰى سَيِّدِنَاۤ اِبْرٰهِيمَ وَعَلٰۤى اٰلِ سَيِّدِنَا اِبْرٰهِيمَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ

-21





1 : “De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.” İsrâ Sûresi, 17:85.
2 : “De ki: Onu hiçten bu derece hikmetli bir surette kim inşa etmişse, Odur ki onu âhirette diriltecektir.” Yâsin Sûresi, 36:79.
3 : “O sizi halden hale sokarak yarattı.” Nuh Sûresi, 71:14.
4 : “Rabbin, kullarına haksızlık edecek değildir.” Fussılet Sûresi, 41:46.
5 : “De ki: Onu hiçten bu derece hikmetli bir surette kim inşa etmişse, Odur ki onu âhirette diriltecektir.” Yâsin Sûresi, 36:79.
6 : Yâsin Sûresi, 36:79.
7 : “Halkı önce yaratan, sonra tekrar diriltecek olan Odur; bu ise Onun için daha da kolaydır.” Rum Sûresi, 30:27.
8 : bk. Buhari, Tefsîru Sûreti Zümer: 3, Tefsîru Sûreti Nebe’: 1; Müslim, Fiten: 141-143; Ebû Dâvud, Sünnet: 22; Nesâî, Cenâiz: 117; İbn-i Mâce, Zühd: 32; Muvatta, Cenâiz: 49; Müsned: 2:322, 428, 499, 3:28.
9 : “Rabbin, kullarına haksızlık edecek değildir.” Fussilet Sûresi, 41:46.
10 : “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.
11 : “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.
12 : “Güneş dürülüp toplandığında; yıldızlar döküldüğünde; dağlar yürütüldüğünde.” Tekvir Sûresi, 81:1-3.
13 : “Gök yarıldığı zaman; yıldızlar saçıldığı zaman; denizler kaynayıp birbirine karıştığı zaman.” İnfitar Sûresi, 82:1-3.
14 : “O gün yeryüzü başka bir şekle girer.” İbrahim Sûresi, 14:48.
15 : “Sizler, ayrılın, ey mücrimler!” Yâsin Sûresi, 36:59.
16 : “Size selâm olsun. Buraya ter temiz geldiniz, ne mutlu size! Ebediyen kalmak üzere girin Cennete.” Zümer Sûresi, 39:73.
17 : “Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. Ve yeryüzü bütün ağırlıklarını dışarı çıkarır. Ve insan ‘Ne oluyor buna?’ der. O gün yeryüzü, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir. O gün insanlar yaptıklarının karşılığını görmek için hesap yerinden bölük bölük dönerler. Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa onun mükâfâtını görür. Kim zerre kadar bir kötülük yaparsa onun cezasını görür.” Zilzal Sûresi, 99:1-8.
18 : “İman eden ve güzel işler yapanları müjdele: Altlarından ırmaklar akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden rızık olarak bir meyve yediklerinde, ‘Bu daha önce yediğimiz rızıktandır’ derler. Rızıkları, dünyadakine benzer şekilde kendilerine sunulur. Orada onlar için ter temiz kadınlar vardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.” Bakara Sûresi, 2:25.
19 : “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresî, 2:32.
20 : “Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek, bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.
21 : Allahım! Tıpkı Efendimiz İbrahim’e ve Efendimiz İbrahim’in nesline salât ettiğin gibi, Efendimiz Muhammed’e ve Efendimiz Muhammed’in nesline de salât et. Muhakkak ki Sen her türlü övgüye sonsuz derecede lâyık olan ve şanı herşeyden sonsuz derecede yüce olan Hamîd-i Mecîdsin.



***