VI

CİHAD-I DİNİ İMAN-I TAHKİKİ
KILINCIYLA OLACAKTIR.





Risale-i Nur dindeki rüşd ve irşadı gözlere gösterdi


Evvela: Başta -1- cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mana-yı işarî ile der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i dîniyeye ve din için silahla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet, "laik cumhuriyet"e döner. Fakat ona mukabil manevî bir cihad-ı dinî, îman-ı tahkikî kılıncıyla olacak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikatı gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyîn ve tebeyyün
eden bir nur Kur’an’dan çıkacak, diye haber verip bir lem’a-i i’caz gösterir.
Hem, ta kelimesine kadar Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin aslı, menbaı olarak aynen o muvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve îman ve karanlıkları karşılaştırmasıyla gizli bir emaredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı manevî mübarezesinde büyük bir kahraman; Nur namında Risale-i Nur’dur ki, dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun manevî elmas kılıcı, maddî kılıçlara ihtiyaç bırakmıyor.

Evet, hadsiz şükürler olsun ki, yirmi senedir Risale-i Nur, bu ihbar-ı gaybî ve lem’a-yı i’cazı bil’fiil göstermiştir. Ve bu sırr-ı azîm içindir ki; Risale-i Nur Şakirdleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar.
Şualar, s. 243.





Laiklik din ve vicdan hürriyeti demektir


Nasıl ki, hükûmet-i cumhuriye "dini dünyadan tefrik edip bîtarafane kalmak" prensibini kabul etmiş; dinsizlere, dinsizlikleri için ilişmediği gibi, dindarlara da, dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin icabatındandır. Öyle de; ben dahi bîtaraf ve hürriyetperver olması lazım gelen Hükûmet-i Cumhuriyeyi, dinsizliğe taraftar ve entrikaları çeviren ve hükûmetin memurlarını iğfal eden gizli menfî komitelerden tefrik edip, hükûmetin onlardan uzak olmasını istiyorum; o entrikacılarla mübareze ediyorum.
Tarihçe-i Hayat, s. 212.

Madem, hükûmet-i cumhuriye, cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan düsturiyle, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor. Elbette, dindarlara ve takvacılara da ilişmemek gerektir.
Şualar, s. 312.




Hülefa-i Raşidîn hem halife, hem de reis-i cumhur idiler


[Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış ve resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve latif bir kıssa-i müdafaayı beyan ediyorum.]

Orada benden sordular ki: "Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?"

Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki Tarihçe-i Hayat’ım ispat eder. Hulasası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hali bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum. Sonra dediler: "Sen selef-i salihîne muhalefet ediyorsun."
Cevaben diyordum: Hulefa-i Raşidîn hem halife, hem reis-i cumhur idiler. Sıdkîk-ı Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama
elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.


İşte ey müdde-i umumî ve mahkeme azaları! Elli seneden beri, bende olan bir fikrin aksiyle, beni ittiham ediyorsunuz. Eğer laik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki; laik manası, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telakki ederim. Yirmi beş senedir hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El’iyazü billah, eğer dinsizlik hesabına îmanına ve ahiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bila-perva ilan ve ihtar ederim ki; bin canım olsa, îmana ve ahiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm, -2- olarak sizin beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim: Ben Risale-i Nur’un keşf-i kat’isiyle îdam olmuyorum, belki terhis edilip Nur ve saadet alemine gidiyorum ve sizi, ey gizli düşmanlarımız ve dalalet hesabına bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedî ile ve daimî haps-i münferid ile mahkûm bildiğimden ve gördüğümden tamamiyle intikamımı sizden alarak, kemal-i rahat-ı kalb ile teslim-i ruh etmeye hazırım; onlara demiştim.
Şualar, ss. 317-318.




İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum

Hürriyetin bidayetinde, Risaletü’n-Nur’dan çok evvel, kuvvetli bir ümit ve itikad ile ehl-i îmanın me’yusiyetlerini izale için, "İstikbalde bir ışık var, bir Nur görüyorum" diye müjdeler veriyordum. Hatta hürriyetten evvel talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayat’ımda Abdurrahman’ın yazdığı gibi, "Sünuhat"
misillü risalelerde dahi, "Ben bir ışık görüyorum" diye dehşetli hadiselere karşı o ümit ile dayanıp mukabele ederdim. Ben de herkes gibi, o ışığı siyaset aleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslamiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur ediyordum. Halbuki hadisat-ı alem, iki harb-i umumî ile beni o gaybî ihbarda ve beşarette bir derece tekzib edip, ümidimi kırdı. Birden bir ihtar-ı gaybî ile kat’î kanaat verecek bir surette kalbime geldi ki: "Ciddî bir alaka ile senin eskidenberi tekrar ettiğin ışık var, bir Nur göreceğiz," diye müjdelerin te’vili ve tefsiri ve tabiri sizin hakkınızda, belki îman cihetiyle alem-i İslam hakkında dahi ehemmiyetli Risaletü’n-Nur’dur. Bu bir ışıktır ki, seni şiddetli alakadar etmiş idi. Ve bu bir nurdur ki, eskide tahayyül ve tahmininle geniş dairede, belki siyaset aleminde gelecek mes’udane ve dindarane haletlerin ve vaziyetlerin mukaddimesi ve müjdecisi iken, bu muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordum."


Evet, otuz-kırk sene evvel, bir hiss-i kable’l-vuku’ ile hissettik. Fakat nasıl kırmızı bir perde ile siyah bir yere bakılsa, karayı kırmızı görür, sen dahi doğru gördün, fakat yanlış tatbik ettin, siyaset cazibesi seni aldattı.
Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 167.

Ehl-i îmanın me’yusiyetine karşı, "İstikbalde bir Nur var" diye müjde verdiğidir. Bir hiss-i kablelvuku ile Risale-i Nur’un istikbalde, dehşetli bir zamanda çok ehl-i îmanın îmanlarını takviye edip kurtarmasını hissedip; o adese ile hürriyet inkılabındaki siyaset dairelerine bakmış; tabirsiz, te’vilsiz tatbike çalışmış; siyaset ve kuvvet ve kemiyet noktasında zannetmiş; doğru hissetmiş, fakat tam doğru diyememiş.
Kastamonu Lahikası, s. 50.

Bundan otuz-kırk sene evvel diyordu: "Bir Nur gelecek, bir nuranî alemi göreceğiz," deyip o mana, geniş bir dairede ve siyasette tasavvur edilmiş.


Hem bundan on dört, on beş sene evvel, "Dinsizliği çevirenler müthiş semavî tokatlar yiyecekler" diye büyük, geniş, küre-i arz dairesindeki bu dehşetli hadiseyi, dar bir memlekette ve mahdut insanlarda tasavvur etmiş. Halbuki istikbal, o iki ihbar-ı gaybiyeyi tasavvurunun pek fevkinde tefsir ve tabir eyledi. Evet, eski Said’in "Bir Nur alemi göreceğiz" demesi, Risale-i Nur dairesinin manasını hissetmiş; geniş bir daire-i siyasiye tasavvur ettiği gibi, sırr-ı ’nın remziyle, on üç-on dört sene sonra, "Dinsizliği, zındıklığı neşredenler, pek müthiş tokat yiyecekler" deyip o hakikatı dar bir dairede tasavvur etmiş. Şimdi zaman, o iki hakikatı tam tabir ve tefsir etti.

Evet, başta Isparta vilayeti olarak, Risale-i Nur dairesi, birinci hakikatı pek parlak ve güzel bir surette gösterdiği gibi; ikinci hakikatı da, medeniyet-i sefîhenin tuğyanını ve maddiyûnluk HAŞİYE1 taununun aşılamasını çeviren ve idare eden ervah-ı habîsenin başlarına gelen bu dehşetli semavî tokatlar, geniş bir dairede, o sırr-ı nın hakikatını, tam tamına isbat etmiş.

"Risale-i Nur, kat’î bürhanlara istinaden, hükümleri; sair hakaikte aynı aynına, te’vilsiz, tabirsiz hakikat çıkması ve yalnız işarat-ı tevafukiye ve sünûhat-ı kalbiyeye itimaden beyanatı, böyle dünyevî olan mesail-i istikbaliyede neden bazan tabir ve te’vile muhtaç oluyor?" diye hatırıma geldi.

Böyle bir cevap ihtar edildi ki: "Gaybî istikbal-i dünyevide ve dünya işlerinde, başa gelen hadisatı bildirmemekte; Cenab-ı Erhamürrahimînin çok büyük bir rahmeti saklandığını;ve gaybı gizlemekte çok ehemmiyetli bir hikmeti bulunduğu cihetle, gaybî şeyleri haber vermekten yasak edip, yalnız müphem ve mücmel bir surette, ya ilham veya ihtar ile bir emareyi vesile ederek, keşfiyatta ve rüya-i sadıkada, bir kısım gaybî hakikatları ihsas eder.
Kastamonu Lahikası, ss. 166-167.





Siyasî hayata dair üç hakikat

Birincisi: Eski Said bir hiss-i kablelvuku ile iki acip hadiseyi hissetmiş, fakat rüya-yı sadıka gibi tabire muhtaç imiş. Nasıl bir kırmızı perde ile beyaz veya siyah bir şeye bakılırsa, kırmızı görünür. O da siyaset-i İslamiye perdesiyle o hakikata bakmış. Hakikatın sureti bir derece şeklini değiştirmiş. O hazır büyük veli dahi o yanlışını görüp, o cihette şiddetle itiraz etmiş. İşte o hakikat İki Kısımdır :


Birincisi: Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak Nur çıkacak, hatta hürriyetten evvel pekçok def’a talebelere tesellî vermek için, "Bir nur çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek" diyordu. İşte kırk sene sonra Risale-i Nur o hakikatı kör gözlere dahi gösterdi.

İşte Nurun zahiren, kemiyeten dar cihetine bakmayarak hakikat cihetinde keyfiyeten geniş ve fevkalade menfaatını hissetmesi suretiyle, hem de siyaset nazarıyla bütün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade etmiş. O büyük veli, onun dar daireyi geniş tasavvurundan ona itiraz etmiş. Hem o zat haklı, hem Eski Said bir derece haklıdır. Çünkü Risale-i Nur îmanı kurtarması cihetiyle, o dar dairesi madem hayat-ı bakiye ve ebediyeyi îmanla kurtarıyor. Bir milyon talebesi bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebediyesini temine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı faniye-i dünyeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve manen daha geniş olması, Eski Said’in o rüya-yı sadıka gibi olan hissi-i kablelvuku ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. Belki, inşaallah, o görüş, yüz sene sonra Nurların ektiği tohumların sünbüllenmesi ile aynen o geniş daire Nur dairesi olacak, onun yanlış tabirini sahih gösterecek.


İkinci hakikat: Kırk sene evvel Said bu matbu kitabetlerinde, İşaratü’l-İ’caz’ın baştakı "İfade-i Meram"ında ve sair eserlerinde musırrane ve mükerreren talebelerine diyordu ki:

Hem maddî, hem manevî büyük bir zelzele-i içtimaî ve beşerî olacak. Benim dünya terki ile inzivamı ve mücerret kalmamı gıpta edecekler diyordu. Hatta hürriyetin birinci senesinde İstanbul’da Camiü’l-Ezher’in Reis-i Uleması olan Şeyh Bahid Hazretleri (Rahmetullahı Aleyh) İstanbul’da Eski Said’e sordu:



Said cevaben demiş:



Yani: "Osmanlı hükûmetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir? "

O vakit Eski Said demiş: "Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hamiledir. Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyete hamiledir. O da bir İslam devleti doğuracak. Şeyh Bahid’e söylemiş.

O allame zat demiş: "Ben de tasdik ediyorum." Beraberinde gelen hocalara dedi: "Ben bununla münazara edip galebe edemem."

Birinci tevellüdü gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır Avrupa’dan daha dinden uzak; ikinci tevellüd de inşaallah yirmi-otuz sene sonra çıkacak. Çok emarelerle hem Şarkta, hem Garpta Avrupa içinde bir İslam devleti çıkacak.

Üçüncü hakikat : Hem Eski Said, hem Yeni Said, hem maddî, hem manevî büyük bir hadise Osmanlı memleketinde büyük ve dehşetli ve tahribatçı bir zelzele-i beşeriye Osmanlı memleketinde olacak diye hiss-i kablelvuku ile, Eski Said mükerrer ve musırrane haber veriyordu. Halbuki o his ile Nur meselesinin aksi ile gayet geniş daireyi dar görmüş. Zaman onu İkinci Harb-i Umumî ile tam tasdik ettiği halde, onun o çok geniş daireyi Osmanlı memleketinde gördüğünü şöyle tabir ediyor ki:


İkinci Harb-i Umumî, beşere ettiği tahribat-ı azîme gerçi çok geniştir. Fakat hayat-ı dünyeviyeye ve bekasız medeniyete baktığı çihetinde Osmanlıdaki tahribata nisbeten dardır. Osmanlıdaki manevî zelzele hayat-ı ebediye ve saadet-i bakiyenin zararına bir tahribat ve bir zelzele-i maneviye-i İslamiye manen o İkinci Harb-i Umumîden daha dehşetli olmasından Eski Said’in o sehvini tashih ediyor ve rüya-yı sadıkasını tam tabir ediyor ve o hiss-i kablelvukuunu gözlere gösteriyor. Ve o mûteriz ehl-i velayeti zahiren haklı, fakat hakikaten Eski Said’in o hissi daha haklı olduğunu ispatla, o veli zatın itirazını tam reddediyor.
Emirdağ Lahikası-II, ss. 344-346.




Bu memleketin en ziyade muhtaç olduğu nur, imanî ve İslamî sosyal hayat dairesinde Risale-i Nur’dur

Birisi: Bir derece dar bir dairede bir nur gösterilmişti; geniş bir dairede mana verip, kırk sene evvel "Bir nur göreceğiz" diye müjde veriyordum. Hatta, Hürriyetten evvel eski talebelerime de o müjdeyi mükerrer söylüyordum. Zannederdim ki; geniş siyaset dairesinde olacak. Halbuki bu memleketin en ziyade muhtaç olduğu îmanî ve İslamî ve hayat-ı içtimaiye-i İslamiye dairesinde Risale-i Nur’u göreceksiniz, diye hakikattan bana ihtar edilmiş; bir hiss-i kablelvuku ile musırrane ve tekrar ile ben de haber veriyordum, o hak ve hakikatlı meselenin suretini değiştiriyordum.


İkincisi: Şeair-i İslamiyeye ve siyaset-i İslamiyeye darbe vuranlar on iki, on üç, on dört, on altı sene zarfında büyük darbeler yiyecekler, diye bana ihtar edildi. Evvelki meselenin aksine olarak, geniş dairede vuku’ bulan o hadisatı ve büyük cemaatlara gelen o tokatları, küçük bir dairede şahıslara gelecek tokatlar suretinde mana vermiştim ki, tam aynen iki dairede, hem küçük, hem büyük on iki sene sonra en müthişi dünyayı terk ettiği gibi; büyük dairede de onun gibi dehşetli cemaatlar; on iki, on üç, on dört, on altı tarihlerinde aynı tokatları yediler ve yiyecekler, diye ihtar edildi. Ben, te’vilim ile bu büyük daireyi yalnız küçükte tatbik ettiğim gibi; evelki Nur meselesinde de bilakis küçük daireyi ve sırf îmanî hadise-i Nuriyeyi pek geniş daire-i siyasiyede te’vilimi mana vermiştim. Onun için, sırr-ı ’yı herkes birden anlamaz. Hem şahsî isimleri böyle mesail-i ilmiyeye girmemek lazım olduğundan, o risale, hatta on üç seneden beri elime geçmediğinde isabet var; kardeşlerim dahi onu merak etmesinler. Biri eğer çok merak etse, o sırr-ı ’nın başında "Şimdiki saniyen" ile başlayan fıkrayı ve "Lahika"da geçen aynı meseleye dair fıkrayı okumak lazımdır, yoksa hiç bakmasın. O İkinci Harb-ı Umumî ve o dehşetli şahsın dünyadan gitmesiyle ve şimdi de onun mesleği geri çekilmesi ve bir kısmı o mesleğin aksine din lehinde resmen çalışması ve ehl-i îmanın istibdad-ı mutlakadan bir derece kurtulması ve az bir te’vil ile o risaleciğin verdikleri haber aynı tarihlerde vuku’ bulması, o sûrenin bir lem’a-i i’cazıdır. Fakat heyecanlı te’villerim perde çekmişti, hakikat gizlenmiş.
Emirdağ Lahikası-I, ss. 181-182.







HAŞİYE 1 Evet, maddiyyunluk taununun hastalığı nev-i beşere bu dehşetli sıtmayı ve küre-i arza bu titremeyi vermiştir.


1
Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, îman küfürden iyice ayrılmıştır. (Bakara Sûresi: 257.)

2 Allah bize yeter; O ne güzel vekîldir. (Âl-i İmran Sûresi: 173.)