IV

ELİMİZDE NUR VAR, TOPUZ YOK
(1926-1950)





"İki elim ile nura sarıldım"


Dünyanın siyasetine karşı ne için bu kadar lakaydsın? Bu kadar safahat-ı aleme karşı tavrını hiç bozmuyorsun? Bu safahatı hoş mu görüyorsun? Veyahut korkuyor musun ki, sükût ediyorsun?

Elcevap: Kur’an-ı Hakîm’in hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset aleminden menetti. Hatta düşünmesini de bana unutturdu. Yoksa bütün sergüzeşt-i hayatım şahiddir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup menedememiş ve edemiyor. Hem neden korkum olacak? Dünya ile ecelimden başka bir alakam yok. Çoluk çocuğumu düşüneceğim yok. Malımı düşüneceğim yok. Hanedanımın şerefini düşüneceğim yok. Riyakar bir şöhret-i kazibeden ibaret olan şan ve şeref-i dünyeviyenin muhafazasına değil, kırılmasına yardım edene rahmeta Kaldı ecelim. O,
Halık-ı Zülcelalin elindedir. Kimin haddi var ki, vakti gelmeden ona ilişsin. Zaten izzetle mevti, zilletle hayata tercih edenlerdeniz. Eski Said gibi birisi, şöyle demiş:
-1-
Belki hizmet-i Kur’an, beni hayat-ı içtimaiye-i siyasiye-i beşeriyeyi düşünmekten menediyor. Şöyle ki: Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’an’ın nuriyle gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı selametli bir yolda gider. Bir kısmı, mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri; o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor; düşerek kalkarak gider, ta boğulur. Yüzde sekseni ise bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder, fakat mütehayyirdirler, selametli yolu göremiyorlar.
İşte bunlara karşı iki çare var:
Birisi: Topuz ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.
İkincisi: Bir nur göstermekle mütehayyirlere selamet yolunu irae etmektir.
Ben bakıyorum ki; yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki o bîçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyle nur gösterilmiyor; gösterilse de bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, "Acaba nurla beni celb edip topuzla dövmek mi istiyor?" diye telaş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner.
İşte o bataklık ise, gafletkarane ve dalalet-pîşe olan sefihane hayat-ı içtimaiye-i beşeriye-dir. O sarhoşlar; dalaletle telezzüz eden mütemerridlerdir. O mütehayyir olanlar, dalaletten nef-ret edenlerdir, fakat çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar; mütehayyir insanlar-dır. O topuzlar ise, siyaset cereyanlarıdır. O nurlar ise, hakaik-ı Kur’a-niyedir. Nûra karşı kavga edilmez, ona karşı adavet edilmez. Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden ol-maz. İşte ben de Nûr-u Kur’an’ı elde tutmak için -2- deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nûra sarıldım. Gördüm ki: Siyaset cereyanlarında; hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların aşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkınde ve onların garazkarane telakkiyatlarından müberra ve safi olan bir makamda verilen ders-i Kur’an ve gösterilen envar-ı Kur’aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir. Meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan sûretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola...

Elhamdülillah, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur’an’ın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.


Mektûbat, ss. 52-53.



Siyaset yolu meşkuk ve müşkilatlıdır

Denilmiş : "Ne için siyasetten çekildin? Hiç yanaşmıyorsun?"
Elcevap: Dokuz-on sene evveldeki Eski Said, bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasiyle dine ve ilme hizmet edeceğim, diye beyhude yoruldu ve gördü ki; o yol meşkûk ve müşkilatlı ve bana nisbeten fuzuliyane, hem en lüzumlu hizmete mani ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına alet olmak ihtimali var. Hem siyasete giren, ya muvafık olur veya muhalif olur. Eğer muvafık olsa; madem memur ve meb’us değilim, o halde siyasetçilik bana fuzulî ve malayani bir şeydir. Bana ihtiyaç yok ki, beyhude karışayım. Eğer muhalif siyasete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağım. Eğer fikirle olsa, bana ihtiyaç yok. Çünkü mesail tavazzuh etmiş; herkes benim gibi bilir. Beyhude çene çalmak manasızdır. Eğer kuvvet ile ve hadise çıkarmak ile muhalefet etsem, husulü meşkûk bir maksad için binler günaha girmek ihtimali var. Birinin yüzünden çoklar belaya düşer. Hem on ihtimalden bir-iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak; vicdanım kabûl etmiyor, diye Eski Said sigara ile beraber gazeteleri ve siyaseti ve sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi terk etti. Buna kat’î şahid, o vakitten beri sekiz senedir birtek gazete ne okudum ve ne dinledim. Okuduğumu ve dinlediğimi, biri çıksın söylesin. Halbuki sekiz sene evvel, günde belki sekiz gazete Eski Said okuyordu. Hem beş senedir bütün dikkat ile benim halime nezaret ediliyor. Siyasetvari bir tereşşuh gören söylesin. Halbuki benim gibi asabî ve -4- düsturiyle en büyük hileyi hilesizlikte bulan pervasız, alakasız bir insanın, değil sekiz sene, sekiz gün bir fikri gizli kalmaz. Siyasete iştihası ve arzusu olsaydı; tedkikata, taharriyata lüzum bırakmayarak top güllesi gibi sada verecekti.
Yeni Said ne için bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb ediyor?
Elcevap : Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve kazanmasını; meşkûk bir-iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzulî bir surette karışma ile feda etmemek için; hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatlı olan hizmet-i îman ve Kur’an için şiddetle siyasetten kaçıyor.
Çünkü, diyor, ben ihtiyar oluyorum; bundan sonra kaç sene yaşayacağımı bilmiyorum. Öyle ise, bana en mühim iş, hayat-ı ebediyeye çalışmak lazım geliyor. Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı îmandır; ona çalışmak lazım geliyor. Fakat ilim itibariyle insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer’an hizmete mükellef olduğundan, hizmet etmek isterim. Lakin o hizmet ya hayat-ı içitmaiye ve dünyeviyeye ait olacak; o ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez.

Onun için o ciheti bırakıp en mühim, en lüzumlu, en selametli olan imana hizmet cihetini tercih ettim. Kendi nefsime kazandığım hakaik-ı imaniyeyi ve nefsimde tecrübe ettiğim manevî ilaçları, sair insanların eline geçmek için, o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenab-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma kefaret yapar. Bu hizmete karşı şeytan-ı racîmden başka hiç kimsenin-mü’min olsun kafir olsun, sıddîk olsun zındık olsun-karşı gelmeye hakkı yoktur. Çünkü, îmansızlık başka şeylere benzemiyor. Zulümde, fıskda, kebairde birer
menhus lezzet-i şeytaniye bulunabilir. Fakat îmansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azab içinde azabdır.
İşte böyle hadsiz bir hayat-ı ebediyeye çalışmayı ve iman gibi kudsî bir nûra hizmeti bırakmak, ihtiyarlık zamanında lüzumsuz tehlikeli siyaset oyuncaklarına atılmak; benim gibi alakasız ve yalnız ve eski günahlarına kefaret aramaya mecbur bir adamda ne kadar hilaf-ı akıldır, ne kadar hilaf-ı hikmettir, ne derece bir divaneliktir, divaneler de anlayabilirler.
Amma "Kur’an ve îmanın hizmeti ne için beni menediyor?" dersen; ben de derim ki: Hakaik-ı îmaniye ve Kur’aniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyaset ile alûde olsa idim; elimdeki o elmaslar iğfal olunabilen avam tarafından, "Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?" diye düşünürler. O elmaslara, adi şişeler nazariyle bakabilirler. O halde ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer. İşte, ey ehl-i dünya! Neden benim ile uğraşıyorsunuz? Beni kendi halimde bırakmıyorsunuz?
Mektûbat, ss. 64-66.





Siyaset topuzu böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez

Bu iki ay zarfında heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye karşısında bana, hem alakadar olduğum çok kardeşlerime kavi bir ihtimal ile ferah verecek bir teşebbüs etmek lazımken, o vaziyete hiç ehemmiyet vermeyerek bilakis beni tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir fikirde bulundum. Bazı zatlar hayret içinde hayrette kaldılar. Dediler ki: "Sana işkence eden bu mübtedi ve kısmen münafık baştaki insanların takip ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?" Verdiğim cevabın muhtasarı şudur ki: Bu zamanda ehl-i İslamın en mühim tehlikesi fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalblerin bozulması ve îmanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yeganesi, Nurdur, Nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, îmanlar
kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınca, o kafirler münafık derecesine iner. Münafık, kafirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır; nifaka inkılab eder. Hem Nur, hem topuz, ikisini bu zamanda benim gibi bir aciz yapamaz. Onun için bütün kuvvetimle Nura sarılmaya mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun, bakmamak lazım geliyor. Amma maddî cihadın muktezası ise, o vazife şimdilik bizde değildir. Evet, ehline göre kafirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lazımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kafi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!..
Lem’alar, s. 107.




Risale-i Nur’un mahiyetindeki şefkat bizi siyasetten menediyor

Bir şeyh tarafından, kendi müridleri ve halifeleri vasıtasiyle din lehinde, eskidenberi
meşhur olmuş Şeyh Ahmed namında, türbedar-ı Nebevî tarafından Vasiyetname-i Peygamberî (a.s.m.) namında bir eser, o havalide gezmiş, intişar etmiş. Oralarda çalışan kahraman Salahaddin’i bir derece ihtiyata sevk edip, bütün siyasetlerin fevkınde ve siyasetlere tenezzül etmeyen Risale-i Nur cereyanı, öyle siyasete temas edebilen cereyanlarla iştiraki görünmemek için, daha ziyade ihtiyat ve tevakkufa mecbur olmuş. Bu gün, beş ay, Ankara’ya bir vazife ile gitmek için buraya geldi. Bir hafiye onu takip edip o da arkasından girdi. Ben o casusa-Salahaddin kalktıktan sonra- dedim ki: "Risale-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirtleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur’u alet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz, ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir."

Evvela: Kur’an, bizi siyasetten men etmiş; ta ki elmas gibi hakikatlar, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.
Saniyen: Şefkat, vicdan, hakikat, bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokada müstehak
dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik yedi-sekiz masum bîçare çoluk-çocuk, zaif, hasta ihtiyarlar var. Bela ve musîbet gelse, o sekiz masumlar o belaya düşecekler, belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset yoluyla, idare ve asayişi ihlal tarzında neticenin husulü de meşkûk olduğu halde girmek, Risale-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şakirtlerini men etmiş.

Salisen: Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükûmet, ne şekilde olursa olsun, Risale-i Nur’a eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adavet etmek, en dinsizleri de, onun dindarane, hakperestane düsturlarına taraftar olmak gerektir. Meğer ki, bütün bütün millete, vatana, hakimiyet-i İslamiyeye hıyanet ola.

Çünkü bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halas olmak için, beş esas lazım ve zarurîdir: Birincisi merhamet, ikincisi hürmet, üçüncüsü emniyet, dürdüncüsü haram ve helalı bilip haramdan çekilmek, beşincisi
serseriliği bırakıp itaat etmelidir. İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit, bu beş esası temin edip, hem asayişin temel taşını tesbit ve temin eder. Risale-i Nur’a ilişenler kat’iyyen bilsinler ki; onların ilişmesi, anarşilik hesabına vatan ve millete ve asayişe düşmanlıktır. İşte bunun hülâsasını o casusa söyledim.
Kastamonu Lahikası, s. 186.




Hakkı müdafaa için kuvvet kullanmak zulme sebebiyet verir

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgamlık ve asabiyet-i unsuriye ve Umumî Harpten gelen istibdadad-ı askeriye ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o halette o da elzem olacak ve mağlûb kalacak. Çünkü, mezkûr hissiyatla hareket ve
taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasiyle yirmi-otuz adamı, adi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız orayı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlûb vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz bîçareleri ezseler, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.
Şualar, s. 260.

Dünyaya karışmak arzusu bizde bulunsaydı, böyle sinek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti. Divan-ı Harb-i Örfîde ve Mustafa Kemal’in hiddetine karşı divan-ı riyasette şiddetli ve dokunaklı müdafaa eden bir adam, on sekiz sene zarfında kimseye sezdirmeden dünya entrikalarını çeviriyor, diye onun ittiham eden elbette bir garazla eder.

Eğer maddî müdafaadan Kur’an men etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde, umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirdler, Şeyh Said ve Menemen
Hadiseleri gibi cüz’î ve neticesiz hadiselerle bulaşmazlar; Allah etmesin, eğer mecburiyet derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nur’a hücum edilse, elbette, hükûmeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar.

Elhasıl, madem biz ehl-i dünyanın dünyalarına ilişmiyoruz, onlar da bizim ahiretimize, îmanî hizmetimize ilişmesinler!
Tarihçe-i Hayat, ss. 351-352.





Risale-i Nur’un siyasi cemaatlerle hiçbir alakası yoktur

[Hem manevî, hem maddî bir kaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevaptır.]

Sual
: Neden, ne dahilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alaka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cere-yanlara temastan men ediyorsun? Halbuki, eğer temas etsen ve alakadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip, parlak hakikatlarını neşredeceklerdi. Hem bu kadar sebepsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın.

Elcevap: Bu alakasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan "ihlas" bizi men ediyor. Çünkü, bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine alet ederek, hatta dinini ve uhrevî harekatını da o dünyevî mesleğe bir nevî alet hükmüne getiriyor. Halbuki, hakaik-ı îmaniye ve hizmet-i Nuriye-i kudsiye, kainatta hiçbir şeye alet olamaz. Rıza-yı İlahîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengamında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya alet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.
Emirdağ Lahikası I, s. 37.




İhtilale sebebiyet veren vaziyetler zulmü genişletir

İçtinabımızın çok sebeplerinden bir sebebi de; Risale-i Nur’un dört esasından birisi olan
"şefkat etmek," zulüm ve zarar etmemektir. Çünkü -5- Yani, "Birisinin hatasıyla, başkası veya akrabası hatakar olmaz; cezaya müstehak olmaz" olan düstur-u irade-i İlahiyeye karşı bu zamanda -6- sırrıyla şedid bir zulümle mukabele eder. Tarafgirlik hissiyle, bir caninin hatasıyla, değil yalnız akrabasına, belki taraftar-larına dahi adavet eder; elinden gelse, zulmeder. Elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla bir köye bomba atar. Halbuki bir masumun hakkı, yüz cani için feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet, yüz masumu birkaç cani için zararlara sokar. Mesela: Hatalı bir adama müteallik, bîçare ihtiyar valide ve pederi ve masum çoluk-çocukları ezmek, perişan et-mek, tarafgirane adavet etmek, şefkatin esasına zıttır. Müslümanlar içinde tarafgirane cere-yanlar
yüzünden, böyle masumlar zulümden kurtulamıyorlar. Hususan ihtilale sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir. Cihad, dinî de olsa, kafirlerin çoluk-çocukla-rının vaziyetleri aynıdır. Ganimet olabilir; Müslümanlar, onları kendi mülküne dahil edebilir. Fakat İslam dairesinde birisi dinsiz olsa, çoluk çocuğuna hiçbir cihetle temellük edilmez; hukukuna müdahale edilmez. Çünkü o masumlar, İslâmiyet rabıtasıyla dinsiz pederine değil, belki İslâmiyetle ve cemaat-ı İslamiye ile bağlıdır. Fakat, kafirin çocukları, gerçi ehl-i necattırlar; fakat hukukta, hayatta pederlerine tabi ve alakadar olmasından, cihad darbesinde o masumlar memlûk ve esir olabilirler.
Emirdağ Lahikası-I, s. 38.





Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır

Bu ayet -7-ve usûl-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu

olan yani "Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez; sizler, lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmayasınız" düsturun manası, "Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz." Madem bu ayet ve bu düstur; bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi etmemeliyiz. Çünkü elimizde nur var; topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nûranî müdafaadır.
Bu tetimmenin yazılmasının sebeplerinden birisi:
Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir, diye Boğazlar hakkında boşboğazlığı münasebetiyle bir-iki şey sordum. Baktım, alakadarane ve bilerek cevap verdi. Kalben, yazık dedim. Bu vazife-i Nuriyede zararı olacak. Sonra şiddetle ikaz ettim. -8- bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur onlara merhamete liyakatini selb ediyor. Cennet adamlar istediği gibi, Cehennem de adam ister.

Emirdağ Lahikası-I, s. 42.

Eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zatlar, Risale-i Nur ile îmanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar, siz şahid olunuz, ben onları da ruh u canımla helal ederim.
Tarihçe-i Hayat, s. 366.




Tam ve hakiki dindar müttakî olanlar siyasetçi olmazlar

Hem îman ve hakikat noktasında, bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i
insaniyeti ve ahireti unutturacak olan en geniş daire ise siyaset dairesidir. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hadiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir îman lazım ki; her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlahî ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün, ta o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, îman sönmesin, akıl tabiat ve tesadüfe saplanmasın. Hatta ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmaya çalışıyorlar, ta kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarf etmek lazım gelen merakı; zevki, şevki, lüzumsuz fani şeylerde telef olmasın. Hatta bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hadimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, Selef-i Salihînden başka; siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır; tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, bütün kainatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir, diye siyasete aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata alet etmeye-eğer mümkünse-çalışabilir. Yoksa, bakî elmasları kırılacak adî şişelere alet yapar.

Elhasıl: Nasıl ki sarhoşluk, hakikî vazifelerden gelen elemleri ve ihtiyaçları sarhoşlukla muvakkaten unutturduğu cihetle menhus ve kısa bir zevk verir. Öyle de, böyle fani boğuşmaları ve hadiseleri merakla takib etmek, bir nevi sarhoşluktur ki; hakikî vazifelerden gelen ihtiyacat ve yapmamaktan gelen teellümatı muvakkaten unutturduğu için, menhus bir zevk verir veya tehlikeli bir yeise düşüp, -9- ayetindeki emr-i İlahîye muhalefet eder, tokada müstehak olur. Veya -10- olan şiddetli tehdid-i İlahî tokadına mazhar
olur; zalimlerin zulümlerine hasbî olarak manen iştirak eder; bilistihkak cezasını da dünyada, ahirette çeker.
Emirdağ Lahikası-I, ss. 52-53.




Risale-i Nur idare ve asayişe zarar veren siyaseti men etmiştir

Biz Risale-i Nur şakirtleri, Risale-i Nur’u, değil dünya cereyanlarına, belki kainata da alet edemeyiz. Hem Kur’an bizi siyasetten şiddetle men etmiş. Evet, Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebedîyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı îmanî olan hakikatlarla gayet katî ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi îmana getiren kuvvetli bürhanlar ile Kur’an’a hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye alet edemeyiz.

Evvela: Kur’an’ın elmas gibi hakikatlarını, ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-i siyaset tevehhümüyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymettar hakikatlara ihanet etmemektir.

Saniyen: Risale-i Nur’un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men etmiş. Çünkü; tokada ve belaya müstehak ve küfr-ü mutlaka düşmüş bir-iki dinsize müteallik, yedi-sekiz çoluk-çoluk, hasta, ihtiyar, masumlar bulunur. Musibet ve bela gelse, o bîçareler dahi yanarlar. Bunun için neticenin de husulü meşkûk olduğu halde, siyaset yoluyla idare ve asayişin zararına hayat-ı içtimaiyeye karışmaktan şiddetle men edilmişiz.
Şualar, s. 306.



Asayişe dokunmayınız!

Bu sırada dahilde o kadar dahilî, haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdut birkaç arkadaşına bedel çok diplomatları, kendisine taraftar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlasına zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celb etmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki; "Sakın cereyanlara kapılmayınız,
siyasete girmeyiniz, asayişe dokunmayınız!" dediği ve iki cereyan bu çekinmesinden ona zarar verdikleri; eskisi evhamından, yenisi de "Bize yardım etmiyor" diye ona çok sıkıntı verdikleri halde, ehl-i dünyanın dünyalarına hiç karışmayıp kendi ahireti ile meşgul olan ve memleketinde Nurs karyesinde öz kardeşine yirmi iki sene zarfında birtek mektup yazmayan ve o vilayetlerdeki dostlarına yirmi senede on muktup yazmayan bir bîçareye, onun ahiret meşguliyetine bu kadar ilişmeye hangi kanun müsaade ediyor?
Şualar, s. 326.




Risale-i Nur emniyeti, asayişi, hürriyeti ve adaleti temin eder

Bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan alem-i İslamın teveccühünü ve hamiyetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için, siyaseti dinsizliğe alet ederek, perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirmek isteyenler, hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki def’adır şaşırtıp, der: "Risale-i Nur şakirdleri, dini siyasete alet eder;
emniyete zarar vermek ihtimali var." Halbuki, bu memlekete maddî ve manevî bereketi ve fevkalade hizmeti ve umum alem-i İslama taallûk edecek hakaikı cami olduğu, otuz üç ayat-ı Kur’aniyenin işaretiyle ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) üç keramet-i gaybîyesiyle ve Gavs-ı azamın kat’î ihbariyle tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur’un, siyasetle alakası yoktur. Fakat, küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşilik ve üstü olan istibdad-ı mutlakı, esasiyle bozar; reddeder. Emniyeti ve asayişi ve hürriyeti ve adaleti temin eder. Risale-i Nur’a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez. Daha kimseyi o bahane ile inandıramazlar. Fakat, cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bid’a taraftarları veya enaniyetli sofî meşreblileri, bazı kurnazlıklarla Risale-i Nur’a karşı iki sene evvel İstanbul’da ve Denizli civarında olduğu gibi istimal etmeye münafıklar belki çabalayacaklar. İnşaallah muvaffak olamazlar.
Emirdağ Lahikası-I, s. 110.





Red başka, kabul etmemek daha başkadır

Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz. Ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır. Hazret-i Ömer’in (r.a.) taht-ı hükmün-de, kanun-u adalet-i şer’iyesini reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudilere, Nasaraya ilişmiyordular. Demek kabul etmemek, idarece bir cünha, bir suç teşkil etmiyor ki, o çeşit muhalifler ve mün-kirler, en kuvvetli padişahların idaresi ve siyaseti altında bulunmuşlar. İşte bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur’un şakirtlerinden en müthiş bir muhalif, rejim müessesesini tel’in de etse, bilfiil ida-reye ilişmese, onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder.
Kastamonu Lahikası, s. 206.





Ulûm-u îmaniye hiçbir şeye alet olmaz

İştigal etiğimiz ulûm-u îmaniye, rıza-i İlahiyeden başka hiçbir şeye alet olamaz. Evet, Güneş Kamer’e peyk ve tabi olmadığı gibi, saadet-i ebediyyenin nuranî ve kudsî anahtarı ve hayat-ı uhreviyyenin bir güneşi olan îman dahi, hayat-ı içtimaiyenin aleti olamaz. Evet, bu kainatın en muazzam meselesi ve şu hilkat-i alemin en büyük muamması olan sırr-ı imandan daha ehemmiyetli bir mesele-i kainat yoktur ki, bu mesele-i sırr-ı iman ona alet olsun.
Tarihçe-i Hayat, s. 194.





Îman hizmeti herşeyin fevkındedir

En ziyade bize nezaretle, bizimle ve siyasetle alakadar mühim bir memur yanıma geldi. Ona dedim ki: Bu on sekiz senedir sizlere müracaat etmedim ve hiçbir gazete okumadım; bu sekiz aydır, bir defa cihanda ne oluyor, diye
sormadım; üç senedir burada işitilen radyoyu dinlemedim; ta ki kudsî hizmetimize manevî zarar gelmesin. Bunun sebebi şudur ki : İman hizmeti, îman hakaiki, bu kainatta herşeyin fevkindedir; hiçbir şeye tabi ve alet olamaz.

Fakat, bu zamanda, ehl-i gaflet ve dalalet ve dinini dünyaya satan ve bakî elmasları şişeye tebdil eden gafil insanlar nazarında o hizmet-i îmaniyeyi hariçteki kuvvetli cereyanlara tabi veya alet telakki etmek ve yüksek kıymetlerini umumun nazarında tenzil etmek endişesiyle, Kur’an-ı Hakîm’in hizmeti bize, kat’î bir surette siyaseti yasak etmiş.

Sizler, ey ehl-i siyaset ve hükûmet! Evham edip bizlerle uğraşmayınız! Bilakis teshilat göstermeniz lazım. Çünkü hizmetimiz, emniyet ve hürmet ve merhameti tesis ile hem asayişi, hem inzibatı, hem hayat-ı içtimaiyeyi anarşîlikten kurtarmaya çalışıp, sizin hakikî vazifenizin temel taşlarını tesbit ediyor; takviye ve te’yid ediyor.
Kastamonu Lahikası, s. 101.




Risale-i Nur İslam birliği siyasetine dahi alet edilmemeli

Harice göndermek için İstanbul’a gönderdiğimiz bir kısım nüshalar daha gönderilme-mesinin sebebi, hacca gitmek için pekçoklar rağbet göstermediklerinden ve "Hududa fazla dikkat ediliyor ve bir bahane ile çevriliyor" diye elinde olan emanet bulunan, hacca gidecek olan zat, bize yazmış ki: "Bunu posta ile doğrudan doğruya Mekke-i Mükerreme’de Mehmed Ali Malikî, Vaziye Mahalle-i Şamiye adresiyle gönderilsin" diye münasib görmüş; onu, bahane ile hududdan çevrilmemek için beraber götürmemiş. Çok da isabet olmuş. Çünkü, benim ve Nur şakirdlerinin namına şimdi bu mecmuaları göndermek, her halde inkişafa başlayan İslam birlik fikri ve itti-had-ı İslam siyaseti, Risale-i Nur’u kendine bir kuvvet, bir alet yapmaya çalışacaktı ve bizleri siyaset-i İslamiyeye bakmaya mecbur edecekti. Halbuki Risale-i Nur’un mesleğindeki sırr-ı ihlas; îman, Kur’an hakikatlarından başka hiçbir şeye alet, tabi olmadığıa
Hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakikî ihtiyacını hissedip ve yarasını tedavisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumua Halbuki gönderilecek o mübarek merkezler, şimdilik Nurlara hakikî ihtiyacını değil, belki alem-i İslamın hayat-ı dîniyesine ait cihetlerinden düşünmeye mecbur olmasıa Hem Nur mesleğinde benlik ve gösteriş bir nevi şöhretperestlik merdud olduğundan, bu enaniyet zamanında insanlara kendini satmaya çalışmak ve beğendirmek, bir anda Nur Şakirtleri böyle büyük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mevkilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihetiyle, kader-i İlahî, Nur Şakirtlerini tam ihlasın muhafazası için şimdilik müsaade etmiyor.
Emirdağ Lahikası-I, ss. 223-224.





Risale-i Nur siyasî maksatlara vesîle olamayacağı gibi, tarafgirliğe de manidir

Evvela: Bazı bize temas eden cüz’î hadiseler münasebetiyle bir hakikatı beyan etmek
şiddetle ruhuma ihtar edildi. Şöyle ki:

Risale-i Nur hiçbir şeye alet olamadığını ve rıza-yı İlahiyeden başka hiçbir maksada vesile olamadığını ve doğrudan doğruya herşeyden evvel îman hakikatlarını ders vermek ve bîçare zaiflerin ve şüpheye düşenlerin îmanlarını kurtarmak olduğunu, elbette sizin gibi Nurun has şakirtleri biliyorlar.
Saniyen: Risale-i Nur’un bu kadar muarızlarına mukabil en büyük kuvveti ihlas olduğundan ve dünyanın hiçbir şeyine alet olmadığı gibi, tarafgirlik hissiyatına bina edilen cereyanlara, hususan siyasete temas eden cereyanlarla alakadar olmaz. Çünkü tarafgirlik damarı ihlası kırar, hakikatı değiştirir. Hatta benim otuz seneden beri siyaseti terk ettiğime sebep, bir mübarek alimin takib ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile salih ve büyük bir alimin onun fikrine muhalif olmasından tefsik derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü sena etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek tarafgirlik hissine siyasetçilik de karışsa, böyle acib hatalara
sebebiyet veriyor, diye -2- dedim, o zamandan beri siyaseti terk ettim.

O halim neticesi olarak, sizin gibi kardeşlerim bilirsiniz ki, yirmi beş seneden beri bir gazeteyi ne okudum, ne dinledim ve ne de merak ettim; ve on sene Harb-i Umumîye bakmadım, bilmedim ve merak etmedim; ve yirmi iki sene bu işkenceli esaretimde tarafgirliğe ve siyasete temas etmemek için ve Nurlardaki ilhasa zarar gelmemek için, müdafaatımdan başka istirahatım için hiç müracaat etmediğimi bilirsiniz. Hem bilirsiniz ki, hapiste size yazdığım gibi, benim îdamıma hükmeden adamlar, beni işkenceli tazib edenler, Risale-i Nur ile îmanlarını kurtarsalar, şahid olunuz ki, ben onları helal ediyorum. Ve tarafgirlik damariyle ihlasa zarar gelmemek için, bu iki üç senede dahilden ve hariçten gelen
fırtınalı cereyanlara hiç temas etmedik ve kardeşlerimi de bir derece ikaz ettim.
Emirdağ Lahikası-I, ss. 237-238.





Manevî saltanat, siyasî hilafetin fevkındedir

Hilafet-i İslamiye noktasında İmam-ı Ali’-nin fevkalade iktidarı, harikulade zekası ve yüksek liyakatiyle beraber seleflerine nisbeten muvaffakıyetsizliği nedendir?

Elcevap: O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere layık idi. Eğer tam muvaffakıyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, "Şah-ı Velayet" ünvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki zahirî ve siyasî hilafetin pekçok fevkınde manevî bir saltanat kazandı ve Üstad-ı Küll hükmüne geçti; hatta kıyamete kadar saltanat-ı manevîsi baki kaldı.

Amma Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin taraftarlariyle muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir.

Yani, Hazret-i İmam-ı Ali ahkam-ı dîni ve hakaik-ı İslamiyeyi ve ahireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azîmeti bırakıp, ruhsatı iltizam ettiler. Siyaset aleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.
Mektûbat, ss. 57-58.




Alem-i insaniyetin ve İslâmiyetin en muazzam meselesi imandır

Alem-i insaniyette ve İslammiyette üç muazzam mesele olan îman ve Şeriat ve hayattır. İçlerinde en muazzamı îman hakikatları olduğundan bu hakaik-ı îmaniye-i Kur’aniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tabi ve alet edilmemek ve elmas gibi o Kur’an’ın hakikatları, dini dünyaya satan veya alet eden adamların nazarında cam parçalarına indirmemek
ve en kudsî ve en büyük vazife olan îmanı kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur’un has ve sadık talebeleri, gayet şiddet-i nefretle siyasetten kaçıyorlar.
Kastamonu Lahikası, s. 108.




İman mal-i umumîdir

Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünkü îman, mal-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalalete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esasdır.
Emirdağ Lahikası-I, s. 157.




Emin’le Feyzi’nin sordukları bir suale Üstad’dan aldıkları cevap

Sual : Bize verdiğiniz cevapta diyorsunuz. "Siyasî geniş daireleri merak ile takip eden, küçük daireler içindeki vazifelerinde zarar eder. Bunun izahını istiyoruz?"
Elcevap: Üstadımız diyor ki, "Evet, bu zamanda merakla radyo vasıtasiyle ciddî alakadarane küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır manevî bir divane olur; ya kalbini dağıtır manevî bir dinsiz olur; ya fikrini dağıtır manevî bir ecnebî olur.

Evet, ben kendim gördüm; lüzumsuz bir merakla mütedeyyin iken ami bir adam, biri de ilme mensubiyeti varken, eskidenberi İslam düşmanı olan bir kafirin mağlubiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet; ve al-i Beytten seyidler cemaatinin, bir kafire karşı mağlubiyet-inden mesruriyetini gördüm. Böyle ami bir adamın alakası bir geniş daire-i siyaset hatırı için böyle kafir bir düşmanı, mücahit bir seyyidle tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı dağıtmak-lığın en acib bir misali değil midir?

"Evet, haricî siyaset memurları ve erkan-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesaili, basit fikirli ve idare-i ruhiye ve diniyesine
ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalplerini de hakaik-ı îmaniye ve İslamiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalpleri serseri etmek ve manen öldürmek ile dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merakla onlara göre malayanî ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.

Evet, herbir adam vatanıyla, milletle, hükûmetle alakadardır; fakat bu alakadarlık muvak-kat cereyanlara kapılıp millet ve vatanı ve hükûmetin menfaatini bazı şahısların muvakkat siya-setlerine tabi etmek, belki aynı telakkî etmek çok yanlış olmakla beraber; o vatanperveklik, milletperveklik hissinden ve vazifesinden herkese düşen vazife bir ise, kendi kalp ve ruhundan idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye ve hakezaa Çok dairelerden hakikî vazifedar olduğu hizmet ve alaka ve merak on, yirmi belki yüzdür. Bu ciddî ve lüzumlu bu
kadar alakaların zararına olarak o bir tek lüzumsuz ve ona göre malayanî olan siyaset cereyanlarına feda etmek divanelik değil de nedir?"

Üstadımızın bize gayet acele ile verdiği cevabı bu kadar. Biz de, o acele ifadeyi acele kaydettik; kusura bakmayınız.
Biz de, bütün kuvvetimizle bunu tasdik ediyoruz. Çünkü bunu kendimizde ve gördüğü-müz dostlarımızda tecrübelerle müşahede ettik. Hatta çokları meraklarından cemaati, belki de namazı terk eder derecede ifratla tam namaz vaktinde konuşan radyoyu dinleyip, mim’siz mede-niyetin sefahat ve dalalet ve İslama ettiği ihanet cezası olarak mütemadiyen başına gelen tokat-larına ve boğuşmalarına ve geniş siyaset dairelerine alakadarane dikkat etmekle; ve nefsi, zehirli ve başı sarhoş şahıslardan, radyodan ders almak, kudsî ve mühim vazifelerine de tam zarar ediyorlar.
Risale-i Nur şakirtlerinden Risale-i Nur şakirtlerinden
Feyzi Emin(r.h.)
Kastamonu Lahikası, ss. 34-35.





Dördüncü Mesele

Yine Gençlik Rehberi’nde izahı var. Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki: "Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslam mukadderatiyle alakadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür-şimdi yedi seneden geçti aynı hal.
HAŞİYE Hiç sormuyor-sun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve alim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hadise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?" dediler. Cevaben dedim ki:
Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pekçoktur. Birbiri içinde metadahil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev’-i beşer dairesinden tut, ta zîhayat ve dünya dairesine kadar birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede
en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makusen mütenasib-vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve afakî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazan bu harb boğuşmalarını merak ile takip eden, bir tarafa taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.

Birinci noktaya cevap ise: Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hakimiyet-i amme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dava açılmış ki: Her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilatereddüd sarf edecek. İşte o dava ise, yüz bin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev’-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kainat sahibinin
ve mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin, îman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve baki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak ve kaybetmek davası başına açılmış. Eğer îman vesikasını sağlam elde etmezse, kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hatta bir ehl-i keşif ve tahkîk, bir yerde kırk vefiyattan yalnız bir kaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

İşte o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o davayı kaybettirmeyen harika bir dava vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi afakî malayaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur Şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lazımdır diye kanaatımız var.
Ey hapis musîbetinde benim yeni kardeşlerim! Sizler, benim ile beraber gelen eski kardeşlerim gibi Risale-i Nur’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şakirtleri şahid göstererek derim ve isbat ederim ve isbat etmişim ki: O büyük davayı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o davanın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan îman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur’an-ı Hakîm’in mu’cize-i maneviyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dava vekili bulunan Risale-i Nur’dur. Bu on sekiz senedir benim düşmanlarım ve zındıklar ve maddiyunlar, aleyhimde gayet gaddarane desîselerle hükûmetin bazı erkanlarını iğfal ederek bizi imha için bu def’a gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktukları halde, Risale-i Nur’un çelik kal’asında yüz otuz parça cihazatından ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler. Demek avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter. Hem korkmayınız, Risale-i Nur yasak olmaz; Hükûmet-i Cumhuriyenin mebusları ve erkanlarının ellerinde mühim risaleleri iki-üçü müstesna olarak serbet geziyorlardı. İnşaallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslahhane yapmak için bahtiyar müdürler ve memurlar, o Nur’ları mahpuslara, ekmek ve ilaç gibi tevzi edecekler.
Şualar, ss. 184-185.




Zalimlerin satranç oyunlarına bakmamalı

Hakaik-ı îmaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksat olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak; ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lazım iken; şimdiki hal-i alem hayat-ı dünyeviyeyi, hususan hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa hayat-ı siyasiyeyi ve bilhassa medeniyetin sefahet ve dalaletine ceza olarak gelen gadab-ı İlahînin bir cilvesi olan Harb-ı Umumînin tarafgirane, damarları ve asabları tehyiç edip, batın-ı kalbe kadar, hatta hakaik-ı îmaniyenin elmasları derecesine o zararlı, fani arzuları yerleştirecek derecesinde bu meş’um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle
aşılamış ve aşılıyor ki; Risale-i Nur dairesi haricinde bulunan ulemalar, belki de veliler; o siyasî ve içtimaî hayatın rabıtaları sebebiyle, hakaik-ı îmaniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cereyanların hükmüne tabi olarak hemfikri olan münafıkları sever. Kendine muhalif olan ehl-i hakikatı, belki ehl-i velayeti tenkid ve adavet eder, hatta hissiyat-ı diniyeyi o cereyanlara tabi yaparlar.
İşte bu asrın bu acib tehlikesine karşı Risale-i Nur’un hizmet ve meşgalesi, şimdiki siyaseti ve cereyanlarını o derece nazarımdan ıskat etmiş ki; bu Harb-ı Umumîyi bu dört ayda merak etmedim, sormadım.

Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, baki elmaslar hükmünde olan hakaik-ı îmaniyenin vazifesi içinde iken zalimlerin satranç oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini onlar ile bulaştırmamak gerektir.

Cenab-ı Hak, bize Nur ve nuranî vazifeyi vermiş; onlara da, zulümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî Nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin zararına bakmaya tenezzül etmek hatadır. Bize ve merakımıza dairemiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envar-ı îmaniye kafi ve vafidir.
Kastamonu Lahikası, ss. 84-85.




Herşeyde rahmet-i İlahiyeyi görmeli

Sakın, sakın!.. Dünya cereyanları; hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanları sizi tefrikaya atmasın! Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin! -11- düstur-u Rahmanî yerine (el-iyazü billah) -12- düstur-u
şeytanî hükmedip melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve elhannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip, cinayetine manen şerik eylemesin!
Evet, bu zamanda siyaset, kalpleri ifsad eder ve asabî ruhları azab içinde bırakır. Selamet-i kalp ve istirahat-ı ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.

Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet, rahmet-i umumiye-i İlahiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeden habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsiye, alakadarlık cihetiyle kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim olup, azap çekiyor. Çünkü, lüzumsuz ve malayani bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp afakî ve siyasî boğuşmalara ve kainatın hadisatına merak ile dinleyerek, karışarak, ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler; ve bilerek kendi zararına fiilen rıza
göstermek cihetinde, "Zarara razı olana şefkat edilmez" manasındaki kaide-i esasiyesiyle şefkat hakkını, merhamet liyakatını kendilerinden selb etmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına bela getirirler.

Ben tahmin ediyorum ki; bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında selamet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran yalnız hakikî ehl-i îman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur’un dairesine sadakatle girenlerdir.
Çünkü bunlar, Risale-i Nur’dan aldıkları îman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, herşeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede ettiklerinden; kemal-i teslimiyet ve rıza ile, rubûbiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler. İşte buna binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler-hadsiz tecrübeleriyle-Risale-i Nur’un îmanî ve Kur’anî derslerinde bulabilirler.
Kastamonu Lahikası, s. 88-89.





Zulme rıza zulümdür

Aynen tesbihatta ihtar edildi ki; ehemmiyetli sebebi ise: Bakmakta bir tarafa tarafgirlik hissi uyanır, tarafgir nazarı, taraftar olduğu taraf cereyanın kusurunu görmez, zulmüne rıza gösterir; belki alkışlar. Halbuki küfre rıza, küfür olduğu gibi, zulme razı olmak dahi zulümdür. Elbette zemin yüzünde bu dehşetli düelloda semavatı ağlatacak zulümler ve tahribat oluyor. Çok masum ve mazlûmların hukukları kayboluyor; mahvoluyor. Mim’siz, gaddar medeniyetin zalimane düsturu olan, "Cemaat için ferd feda edilir; milletin selameti için cüz’î hukuklara bakılmaz" diye öyle dehşetli bir zulüm meydanı açmış ki, kurûn-u ûla
vahşetlerinde de emsali vuku bulmamış. Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyanın adalet-i hakikiyesi, bir ferdin hakkını cemaata feda etmez; "Hak, haktır; küçüğe, büyüğe, aza, çoğa, bakılmaz" diye kanun-u semavi ve hakikî adalet noktasında Risale-i Nur şakirtleri gibi hakikat-ı Kur’aniye ile meşgul adamlar, zaruret olmadan lüzumsuz, yalnız hevesli bir merak için, netice itibariyle faidesi bulunan; ve netice daha gelmeden evvel lüzumsuz bakmak ve zalimane tahribatlarını alkışlamak suretiyle İslâmiyet ve Kur’an lehine hizmet edeceği o cereyanın harekatını fikren takip etmekle meşgul olmak münasip olmadığı için; nefis de, akıl ve kalbe tabi olup merakını bırakmış, diye anladım.
Kastamonu Lahikası, s. 112.




Müslümanların ve misyonerlerin ittifakı devam etmeli

"Misyonerler ve Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, her halde şimal cereyanı; İslam ve İsevî
dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslam ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekar ve vücub-u zekat ve hurmet-i riba ile, burjuvaları avamın yardımına davet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir." Her ne ise, bu def’a sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım.
Emirdağ Lahikası-I, s. 139.




CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’a mektup


Eski dahiliye vekili, şimdiki parti katib-i umumisi Hilmi Bey!

Evvela: Yirmi sene zarfında bir tek istida dahiliye vekili iken sana yazdım. Fakat yirmi senelik kaidemi bozmadım, vermedim. İstersen sana okuyacağım. Hem eski dahiliye vekili, hem şimdi katib-i umumî sıfatlarıyla seninle konuşacağım. Yirmi sene, hükûmetle konuşmayan, tek bir def’a yine hükûmet
hesabına hükûmetin büyük bir rüknü ile konuşan adam, on saat kadar söylese azdır. Onun için siz benimle konuşmayı bir-iki saat müsaade ediniz.

Saniyen: Şimdi partinin katib-i umumîsi itibariyle size bir hakikatı beyan etmeye kendimi mecbur biliyorum. Hakikat da şudur:

Senin katib-i umumî olduğun Halk Fırkasının millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur:
Bin seneden beri alem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslamiyeyi muhafaza eden ve alem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri, eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-ı îmana sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-ı Kur’aniye ve îmaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle isbat ederim ki, alem-i İslamın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet, ve şimdi alem-i İslamı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlûb olup alem-i İslamın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.
Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa, küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini alet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyetperverleri ve milliyetperverleri, herşeyden evvel bu mümteziç, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-ı Kur’aniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur, inşaallah.
İkinci cereyan: alem-i İslamdaki müstemlekatlarını kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet-i İslamiyeyi dinsizlikle ittiham etmekle bozmak ve alem-i İslamın, irtibatını manen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adavete çevirmek gibi bir planla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş. Eğer bu cereyanın aklı başında olsa, bu dehşetli planı değiştirip hariçteki alem-i İslamı okşadığı gibi; bu merkezdeki İslâmiyet dinini okşasa, hem o da çok istifade eder, hem azîm fütühatını bir derece muhafaza eder, hem bu vatan ve millet dehşetli beladan kurtulur.

Eğer şimdi siz katib-i umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar gibi, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafazaya çalışıp, üç-dört şahsın inkılap namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcud haseneleri ve inkılab iyiliklerini onlara verip ve mevcud dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç-dört adamın seyyiesi üç-dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve
İslam ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehitlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir manevî azab ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç-dört inkılapçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri o üç-dört adama verilse, o üç-dört milyon iyilikler, üç-dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffaret olamaz.

Salisen: Size karşı elbette çok cihetlerde dahilî ve haricî muarızlar var. Ben, dünya ve siyasetin haline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat beni bu sene de çok sıkıştırdıkları için mecburiyetle sebebine baktım ki, size karşı bir muarız çıkmış. Eğer o muarız mükemmel bir reis bulup hakaik-i imaniye namına çıksaydı, birden sizi mağlûb ederdi. Çünkü bu milletin yüzde doksanı, bin senedenberi an’ane-i İslamiye ile, ruh ve kalb ile bağlanmış. Zahiren muhalif fıtratındaki emre itaat cihetiyle serfürû etse de, kalben bağlanmaz.
Emirdağ Lahikası-I, ss. 190-191.







HAŞİYE Parantez içindeki not, 1946 senesine aittir.


1
Emir Ebû Ferras el-Hamdanî’nin şiiri: (M. Bahaedin el amilî, El-Keşkûl, 2/200.) Manası: Biz öyle insanlarız ki, bizim için işin ortası yoktur. Biz ya önünde yer alırız ya da ölür kabre gireriz.
2
Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.
3
Bizi bu saadete eriştiren Allah’a hamd olsun. Yoksa Allah hidayet etmeseydi biz kendiliğimizden buna erişemezdik. Gerçekten Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirdilerö derler. (A’raf Sûresi: 43.)
4
Gerçek hile, hilesizliktedir.
5 En’am Sûresi: 164.
6 Muhakkak insan çok çok zalim ve çok çok nankördür. (İbrahim Sûresi: 34.)
7 Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez. (Maide Sûresi: 105.)
8 Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.
9 Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. (Zümer Sûresi: 53.)
10 Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size dokunur. (Hûd Sûresi: 113.)
11 Allah için sevmek, Allah için düşmanlık beslemek. (Feyzü’l-Kadîr, 2:828, hadîs no: 1241.)
12 Siyaset namına sevmek ve siyaset namına buğzetmek.