Evet, merhum Hulûsi Yahyagil anlatıyor:
Kur`ân`ın feyzinden mülhem sözler
Nura taraftar bir üniversite talebesi (bir gün) bana sordu: “Siz diyorsunuz ki, Risâle-i Nur ilham eseridir?” Yukarıdakilere ilaveten dedim: “İnsan küçücük bir yazı yazsa, o yazının da tenkid edilecek ellere geçeceğini bilse, o yazıya ne kadar ihtimam eder. Haydi ihtimam etti, fakat hasta bir halde, zehirlenmiş bir zamanda, müfekkiresini toplar da böyle tenkitten koruyacak bir belâgatte, veciz ve nâfiz sözleri bir araya nasıl getirir ve yazar?"
(Sohbetin burasında Ahmet Feyzi Kul, şu sözlerle araya giriyor: "Ben altı eserin yazılmasına şahid oldum. O da iki hapishanede. Biri Denizli, diğeri Afyon hapsinde. Her iki hapishanede de, o kadar takayyüt/kayıtlar altında, yani bir kelime bile yazılmaması için şiddetli bir baskı vardı. Ve hiçbir yazının içeri girmesine, dışarı çıkmasına, kuş uçmasına—zahiren—imkân yoktu. Bu şartlar altında altı eser yazıldı. Bilhassa Meyve Risâlesi... Meyve Risâlesi bir şaheserdir." Ardından, Hulusî Yahyagil devam ediyor.)
Merhum Hafız Ali’nin (Denizli hapishanesinde, Üstadının yerine vefat etti, 1944) münkereyne cevabı Meyve Risâlesi olmuştur.
Tunceli kâbusu
...Tunceli harekâtı 1937’de yapıldı. Vaziyet çok ehemmiyetli, fakat izhârı zor. Bilfiil muhaberemiz (Üstad`la haberleşmemiz) de, o sırada dikkat çekiyor. Mektup kesilmiş vaziyette. Tunceli harekâtına gideceğiz. Türkçesi "imha" üzerine gidiliyor.
Eee, benim de bu iş aklıma yatmıyor. Fakat, bu hissimi açığa çıkarmama da imkân yok. Hiç kimseye emniyet edip de söyleyemiyorum.
Babam sağ rahmetlik. İşte başka büyükler de orada, onlarla da görüştük. Neyse, hayvana (ata) bindim.
Baktım evde bizim hizmeti yapan koşuyor. Elinde bir zarf. Derhal açtım. Kastamonu Lâhikasında geçer. Fakat, şu vaziyeti söyledikten sonra okursanız, o zaman hakikat daha iyi anlaşılır. Abdülmecid Efendi, zarfı değiştirerek mektubu aynen göndermiş.
İşte, selâmdan sonra şöyle diyor Üstad: “Hulûsi’nin bir hüznü, bir gailesi var olduğunu hissediyorum. Merak etmesin, Risâle-i Nur şakirtlerine inayet ve rahmet-i İlâhiye nezaret eder. Dünyaya ait meşakkatler madem sevap verir geçerler, o musibetlere karşı sabır içinde şükürle, metanetle mukabele edilmek gerektir. Sen ve Hulûsi bütün duâlarımda ve kazançlarımda berabersiniz.”
Şimdi bunu okudum... Yani, bana dünyayı verselerdi, o kadar bir sevinç duymazdım. Bana öyle bir emniyet hâsıl oldu ki... Öptüm, başıma koydum, sonra koynuma yerleştirdim. Elhamdülillah.
Yine de kimseye bir şey söylemedim. Verilen vazife gayet çetin ve mutlaka ağır, kanlı bir vaziyete girmesi muhtemel. Cenâb-ı Hak, öyle sıyânet (hıfz, muhafaza) etti—elhamdülillah—öyle sıyânet etti ki, kirlenmeden o badireden kurtardı, tertemiz. Çetin vazife içinde, eli bulaştırmak ihtimali var, sonra da mesul mevkide. Neyse, bu da böyle...