3 sonuçtan 1 ile 3 arası

Konu: I Hürriyet İmanın Hassasıdır; Meşrutiyet Meşveret-i Şer'iyedir (1908-1920)

    Share
  1. #1
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    I Hürriyet İmanın Hassasıdır; Meşrutiyet Meşveret-i Şer'iyedir (1908-1920)

    I
    Hürriyet İmanın Hassasıdır;
    Meşrutiyet Meşveret-i Şer'iyedir
    (1908-1920)


    Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikta nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mâzi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adâletnâme-i Şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.


    Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnâmesiyle celb olunsam, yine bu hakikatları tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. (HAŞİYE1)

    Demek, "Hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır."

    -1-

    millet uyanmış; mugalata ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telakki olunan hayalin ömrü kısadır. Feveran eden efkâr-ı umumiye ile, o aldatmalar ve mugalatalar dağılacaktır. Ve hakikat meydana çıkacaktır. İnşaallah..

    -2-






    Hürriyete hitap

    Ey hürriyet-i şer’î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun. Benim
    gibi bir şarklıyı tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasa idin, ben ve umum millet zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömrü ebedî ile tebşir ediyorum. Eğer aynü’l-hayat Şeriatı menba-ı hayat yapsan ve o Cennette neşv ü nema bulsan, bu millet-i mazlûmenin de eski zamana nisbeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse, ağraz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse, -3- ki, bizi kabr-i vahşet ve istibdattan ihraç ve cennet-i ittihat ve muhabbet-i milliyeye davet etti.
    Ya Rab! Ne saadetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki, -4- hakikatının küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:

    Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış ve menfaatını mazarrat-ı umumiyede arayan ve istibdadı arzu edenler -5- demeye başladılar. Yeni hükûmet-i meşrutamız mu’cize gibi doğduğu için, inşaallah, bir seneye kadar -6- sırrına mazhar olacağız. Mütevekkilâne, sabûrâne tuttuğumuz otuz sene Ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki; azapsız, cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milliyenin beraet-ı istihlâli olan kanun-u şer’î hazin-i cennet gibi bizi duhule davet ediyor. Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim, dahil olalım. Birinci kapısı Şeriat dairesinde ittihad-ı kulub; ikincisi muhabbet-i milliye; üçüncüsü maarif; dördüncüsü sa’y-i insanî; beşincisi terk-i sefahettir.

    Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum. Zira davete icabet vaciptir.
    Bu inkılab-ı azîmin fatihası mu’cize gibi başladığı için bir fa’l-i hayırdır ki, hatimesi de pek güzel olacaktır. Şöyle ki:

    Bu inkılab, fikr-i beşerin ağır zincirlerini parça parça ve istidad-ı terakkiye karşı setleri zir ü zeber ederek, hükûmeti varta-yı mevtten tahlis ve bu millet-i muzlûmede cevahir-i insaniyeti izhar ve âzâde olarak kâbe-i kemâlâta doğru gönderdiği gibi, hatimesi de, yani otuz sene kadar rengarenk sefahet ve israfât ve hevesât ve lezaiz-i nâmeşrua gibi seyyiat-ı medeniyet, devlet-i medeniyeti, hükûmet-i müstebide gibi inkıraza sevk eden umurlar maddeten zararını ihsas edeceğinden o müzlim ve kesif olan sehab, arzu-yu umumî ile münkeşif olduğundan, şems-i Şeriat ve ma’kesi olan kamer-i medeniyet, berrak ve saf ve esasatta Asya’yı ve Rumeli’yi tenvir ve mutazammın olduğu istidad-ı kemâlin tohumları hürriyetin yağmuru ile neşv ü nema bularak rengarenk elvan ile tezyin edeceğini bu fa’l-i hayır bize müjde veriyor.
    Bir mu’cize-i Peygamberîdir (a.s.m.) ve bu millet-i mazlûmeye bir inayet-i İlahîdir. Ve cemiyet-i milliyenin niyet-i halisanesinin bir kerametidir ki, bu maden-i saadet ve hürriyet olan Şeriat dairesindeki ittihad-ı kulûb ve muhabbet-i millî elimize meccanen girdi. Milel-i saire milyonlarla cevahir-i nüfus feda etmekle kazandılar. Ölmüş olan hissiyat ve âmâl ve müyülât-ı âliye-i milliyemizi ve ahlâk-ı hasene-i İslâmiyemizi bu küre-i arz denilen (cezbe tutmuş Mevlevî gibi) meczub cevvalin simâhında tanin-endaz ve umum milleti sürur ile bir garip ihtizaza getiren sedâ-yı hürriyet ve adalet nefh-i sûr-u İsrafil gibi hayatlandırıyor.

    Sakın, ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde lâubaliliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ı fâsideye ve ahlâk-ı rezileye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusâta karşı Şeriat-ı Garra üzerine müesses olan kanun-u esasi Azrail hükmüne geçti. Onları öldürdü.

    Ey hamiyetli ihvan-ı vatan! İsrafât ve hilaf-ı Şeriat ve lezaiz-i nâmeşrua ile tekrar ihya etmeyiniz. Demek şimdiye kadar mezarda
    idik. Çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve Meşrutiyet ile rahm-ı madere geçtik. Neşv ü nema bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden, inşaallah, mu’cize-i Peygamberî (a.s.m.) ile şimendifer-i kanun-u şer’iye-i esasiyeye amelen ve burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşetengiz sahra-yı kebiri zaman-ı kasırada tekemmül-ü mebadi cihetiyle tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kah öküz arabasına binmişler, yola gitmişler; biz birden bire şimendifer ve balon gibi mebadiye bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-i İslâmiyenin ve istidad-ı fıtrînin, feyz-i îmânın ve şiddet-i cû’un hazma verdiği teshil yardımı ile fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.

    Talebeliğin bana vardiği vazife ile ve hürriyetin ferman-ı me’zuniyetiyle ihtar ediyorum ki:

    Ey ebna-yı vatan! Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz; ta elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle
    bizi boğmasın. HAŞİYE2 Zira hürriyet, müraât-ı ahkâm ve âdâb-ı Şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşv ü nema bulur. Sadr-ı evvelin, yani Sahabe-i Kiramın o zamanda alemde vahşet ve cebr-i istibdat hükümferma olduğu halde, hürriyet ve adalet ve müsavâtları bu müddeaya bir bürhan-ı bahirdir. Yoksa hürriyeti sefahet ve lezaiz-i nâmeşrua ve israfât ve tecavüzât ve heva-i nefse ittibada serbestiyet ile tefsir ü amel etmek; bir padişahın esaretinden çıkmakla ve alçakların istibdadı ve esaret-i rezilesinin altına girmekle beraber milletin çocukluk istidadını ve sefih olduğunu gösterdiğinden, paralanmış olan eski esarete layık ve hürriyete adem-i liyakatını gösterir. Zira sefih mahcurdur. Geniş ve muşa’şa olan yeni hürriyet-i şer’iyeye adem-i liyakat, (zira çocuğa geniş olmaz) şanlı olan ittihad-ı millîyi bozulmuş ve müteaffin olan hâlât ile fena bir hastalığa hedef edecektir. Zira ehl-i takva ve vicdanın tefsiri böyle değil. Mezhebi de muhalif olacaktır. Biz millet-i Osmaniye, erkeğiz.

    Kamet-i merdane-i istidad-ı milliyemize kadınların libası gibi süslü sefahet ve hevesât ve israfât yakışmıyor. Binaenaleyh, aldanmayalım. -7-kaidesini düsturu’l-amel yapalım. Şöyle ki:

    Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları (fünun ve sanayi gibi) maalmemnuniye alacağız.
    Ama medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki, ecnebîlerde mehasin-i medeniye-i kesiresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise aldığımız vakit sû-i talih cihetiyle ve sû-i intihap tarîkiyle müşkilü’t-tahsil mahasin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-u medeniyeti kesb ettiğimizden muhannes gibi (yani kadınlaşmış erkek gibi) veya mütereccile gibi (yani erkekleşmiş kadın gibi) oluruz. Kadın, erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek, kadın gibi süslense muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve alihimmet, zîb ü zîverle muzahraf cilveli hanım gibi olmamalı.

    Elhasıl: Zünub ve mesavî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i Şeriatla yasak edeceğiz. Ta ki, medeniyetimizin gençliği ve şebabeti, zülâl-i ayni’l-hayat-ı Şeriatla muhafaza olsun. Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lazımdır ki; onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin maye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyette neşv ü nema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zaruridir.

    Ey hamiyetli ebna-yı vatan! Cemiyet-i millî ruhlarını feda etmekle saadetimize yol açtılar. Biz de, bazı lezâizimizi terk ile onlara yardım edeceğiz. Zira o sofra-yı nîmete beraber oturuyoruz. Efkâr-ı fâside sahibi; yani hürriyet altında istibdadı ve mezâlimi arzu edenler, mevt-i ebedîye mazhar olan ve zaman-ı mazinin çukurunda medfun olan istibdadâtı veyahut seyl-i hurûşan-ı zaman içinde yuvarlanmış olan mezâlimi, bir daha temaşa etmemek için, tarih-i hayat-ı hürriyetin beyanıyla, mazi ve
    hal meyanında delinmez bir sedd-i ahenin çekmek istiyorum.

    Şöyle ki: Bu inkılab, doğurduğu hürriyeti, eğer meşveret-i şer’iyenin terbiyesine verse, bu milletin eski satvet ve kuvvetini ihya edecektir. Eğer veba-yı ağraz-ı şahsiyeye müsadif olsa; istibdad-ı mutlaka dönecek, o çocuk ölecek. Hürriyet tam zamanında doğdu. Ahval ve ilcaat-ı zaman tam terbiyesine hizmet ister. Sun’î ve ihtiyarî değil; ta ki, çok külfete muhtaç olsun. Eski zaman gibi bu kadar tazyikatın tesiriyle me’yusiyet ve mahv olmak şanından olmayan hamiyet-i İslâmiye o kadar galeyana gelmiş ki, güya hürriyet rahm-ı maderde tekmil yaşa kadar gelmiş. Kademnihâde-i saha-i vücut olduğu anda hükümfermalığını ilan ve hiçbir müsademâta karşı tezelzüle ve delmeye uğramayacak bir sedd-i ahenîn gibi veyahut taht-ı
    Belkısî gibi "Beş Hakaik-ı Sabite" üzerine teessüs edecek.

    Birinci Hakikat
    : Mecmu’da bir kuvvet bulunur. Hiç bir fert o kuvvete mâlik olamaz. Bir kalın şerit ile eczasından kalın bir telin kuvveti gibi. Veyahut efkâr-ı umumiyeyi mutazammın yeni hükûmetimiz ve eski hükûmetimiz gibi.

    Ey millet! Biz şimdi kalın şeridiz. Her kim muhalefet ile veyahut hodserâne ile bunu zaif etse umumun hakkına affolunamaz bir cinayettir.

    İkinci Hakikat
    : Zaman-ı sâlifte, yani galebe-i vahşet vaktinde alemde hükümferma vahşetin mahsulü ve tedenni ve inkırazın mahkûmu olan kuvvet ve cebrin saltanatı idi. Herhangi devletin deveran-ı demmi yerine girmiş ise, öyle devletlerin sahaif-i tarihiyeleri baykuşların aşiyâneleri gibi satırları inkırazlarını çağırıyorlar, bağırıyorlar. Tasallut-u medeniyetin zamanında alemin hükümranı ilim ve marifettir. Müvellidi medeniyet ve şânı tezayüd ve ömrü ebedî olduğundan herhangi devletin hayat ve müdebbiri olmuş ise, o hükûmeti kendi gibi kayd-ı ömrûü tabiîden ve ecel-i inkırazdan tahlis ve küre-i arz kadar yaşamasına istidat vermiş. Kitab-ı Avrupa sahaifi bunu alenen gösteriyor.

    Eğer denilse: Şimdiye kadar bu hükûmet-i zaifeyi adi adamlar idare edebilirlerdi. Fakat bu kadar metin ve dehşetli kaviyyen emel ettiğimiz
    yeni hükûmeti omuzunda taşıyacak harika ve dahi adamlar lazımken Asya ve Rumeli tarlası acaba öyle mahsulat verecek mi?
    Buna cevap: Eğer başka inkılablar başa gelmezse, evet.

    HAŞİYE : Medar-ı ibret ve hayrettir ki, kırk üç sene evvel hürriyetin üçüncü gününde İstanbul’da, hem sonra Selanik’te Meydan-ı Hürriyette binler siyasilere karşı dava ettiği ve bütün kuvvetiyle Şeriatı istediği ve hürriyeti ve Meşrutiyeti Şeriata hizmetkâr yaptığı ve sonra 31 Mart’ta Hareket Ordusu gayet dehşet ve şiddetle Şeriat isteyenleri mes’ul ettikleri zamanda Divan-ı Harb-i Örfîde, Said’in bu münteşir nutuklarından tam beraet verildiği halde; şimdi ise siyaseti otuz seneden beri bıraktığı ve o nutuklarına nisbeten siyasete pek az teması için 27 sene dinsizlik hesabına işkenceler ve gaddarâne azap ve cezalar verenler, elbette din namına zulmet-tiklerini ve engizisyonlardan daha zâlim olduklarını ispat eder. Sual : "Meşrûtiyeti pekçok i’zam ediyorsun. Eskide rey-i vahid idi, milletten sual yok idi; şimdi meşverettir, milletten sual edilir. Millet, ’Ne için?’ der; ona, ’Ne istersin?’ denilir, işte bu kadar. Daha nedir, o kadar ilaveyi takıyorsun?"

    Cevap
    : Zaten şu nokta bütün cevaplarımı tazammun etmiş. Zîra meşrûtiyet hükümete düştüğü vakit, fikr-i hürriyet meşrûtiyeti her vecihle uyandırır. Her nevide, her taifede onun sanatına ait bir nevi meşrûtiyeti tevlid eder. Hatta ulemada, medariste, talebede bir nevi meşrûtiyeti intac eder. Evet, her taifeye ona mahsus bir meşrûtiyet, bir teceddüt ilham olunuyor. İşte, şu arkasın-da şems-i saadeti telvih eden ve temayül ve incizap ve imtizaca yüz tutan lemeat-ı meşverettir ki, bana meşrûtiyet hükümetini bu kadar sevdirmiştir. Bence taklidin temelini atıp, ihtilafâtı çıkarmakla Mûtezile, Cebriye, Mürcie, Mücessime gibi dalâlet fırkalarını İslâmiyetten intac eden mesail-i dîniyedeki istibdad-ı ilmîdir ve nefsü’l-emirde mukayyed olan şeyde ıtlaktır.

    HAŞİYE 3
    Meşrûtiyet-i ilmiye hakkıyla teessüs etse, meyl-i taharrî-i hakîkatin imdadıyla, fünûn-u sâdıkanın muavenetiyle, insafın yardımıyla şu firak-ı dâlle Ehl-i Sünnet ve Cemaate dahil olacakları kaviyyen me’mûldür. Şu fırkalar, eğer, çendan bir hizip olarak görünmüyor, fakat efkârda tahallül ederek münteşiredir. Herkesin dimağında onların meylettiği mesleğe meyelan bulunabilir. Hatta, eğer bir dimağ büyütülse, maanî tecsîm edilir ise, şu firak, sinematografvarî HAŞİYE 4 o dimağda temessül ettiği görülecektir. Şu kıssa, uzundur, makamı değil; siz suallerinizi ediniz.

    Sual: "Şu meşrûtiyet, büyüklerimizi, beylerimizi kırdı; fakat bazıları da müstehak idi. Hem de, maddeten birşey görmeden yalnız meşrûtiyetin nâmını işitmekle, kendi kendilerine düştüler. Bunun hikmeti nedir?"

    Cevap: Mânen herbir zamanın bir hükmü ve hükümrânı vardır. Sizin ıstılahınızca, o zamanın makinesini çeviren bir ağa lazımdır. İşte, zaman-ı istibdadın hâkim-i mânevîsi kuvvet idi; kimin kılıncı keskin, kalbi kasî olsa idi, yükselirdi. Fakat, zaman-ı meşrûtiyetin zenbereği, rûhu, kuvveti, hâkimi, ağası haktır, akıldır, marifettir, kanundur, efkâr-ı âmmedir; kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça tezayüd, kuvvet ihtiyarlandıkça tenakus ettikle-rinden, kuvvete istinad eden kurûn-u vusta hükûmetleri inkıraza mahkûm olup, asr-ı hazır hükûmetleri ilme istinad ettiklerinden, Hızırvarî bir ömre mazhardırlar.

    İşte ey Kürtler! Sizin bey ve ağa, hatta şeyhleriniz dahi, eğer kuvvete istinad ile kılınçları keskin ise, bizzarûre düşeceklerdir; hem de müstehaktırlar. Eğer akla istinad ile, cebr yerine muhabbeti istimal ve hissiyatı, efkâra tabî ise, o düşmeyecek, belki yükselecektir.

    Sual : "Neden, şu inkılab-ı hükûmet, herşeyde bir inkılap getirdi?"
    Cevap : -8-sırrınca, istibdat herkesin damarlarına sirayet etmişti, çok nam ve sûretlerde kendini gösteriyordu, çok dam ve planlar istimal ediyordu. Hatta benim gibi bir adam, ilmi vasıta edip, tahakküm ediyor idi veyahut sehavet-i milliyeyi sû-i istimal ederdi. Veyahut şu şeyh gibi, necâbeti sebebiyle herkes onun hatırını tutarak-tutmakla mükellef bildiğinden-tahakûküm ve istibdat ediyordu.

    Sual : "Demek, öldürmemize, hükûmetin istibdadına yardım eden başka istibdatlar da varmış?"
    Cevap : Evet, cehaletimizin silahıyla, asıl bizi mahveden, içimizdeki, garip namlar ile hüküm süren parça parça istibdatlar idi ki, hayatımızı tesmîm etmiş idi. Fakat, yine kabahat, o küçük istibdatların pederi olan istibdad-ı hükûmete aittir.





    Hürriyetin şe’ni odur ki, ne kendine, ne gayriye zararı dokunmasın

    Sual : "Şimdi, hürriyet bahsini sual edeceğiz. Nedir şu hürriyet ki, o kadar tevilat onda birbiriyle çekişiyorlar ve hakkında acîb, garip rüyalar görülür?"
    Cevap : Yirmi seneden beri onu, hatta rüyalarda takip eden ve o sevda ile herşeyi terk eden birisi, size güzel cevap verebilir.

    Sual : "Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hatta, adeta, ’Hürriyette, insan her ne sefahet ve rezalet işlese, başkasına zarar vermemek şartıyla birşey denilmez’ diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?"

    Cevap
    : Öyleleri hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini îlan ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zîra, nazenin hürriyet, âdâb-ı Şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lazımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir; belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır.
    Hürriyet-i umûmi, efradın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki; ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.

    HAŞİYE 5



    Hürriyet îmanın hassasıdır.

    Sual:
    HAŞİYE 6 "Demek biz eskiden beri hürriyetimize mâlik idik. Hürriyetimiz tev’em olarak bi-zimle doğmuş. Öyle ise, başkalar keyiflensin, bize ne?"


    Cevap : Evet, zaten o sevda-i hürriyettir ki, sizi tahammülsûz meşakkatlere mütehammil kılmış. Ve medeniyetin müşaşaa bu kadar mehasininden, sizin ankameşrebâneniz sizi müstağnî etmiştir. Fakat, ey göçerler! Sizde olanı yarı hürriyettir, diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamak-tır. Hem de, kût-u lâyemut ve vahşet ile alûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hay-vanlarda da bulunur. Vakıa, şu bîçare vahşî hayvanların bir lezzeti ve tesellîsi varsa, o da hürri-yetleridir. Lâkin, güneş gibi parlak, her rûhun maşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürri-yettir ki, saadetsaray-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazîlet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyinedir.


    Sual : "Ne diyorsun? Şu sena ettiğin hürriyet hakkında denilmiştir:
    Hürriyet Cehenneme layıktır. Çünkü, o kafirlere mahsustur. (Hizanlı Şeyh Selim’in beyti.)
    Cevap : O bîçare şair, hürriyeti bolşevizm mesleği ve ibahe mezhebi zannetmiş. Hâşâ! Belki, insana karşı hürriyet, Allah’a karşı ubûdiyeti intac eder. Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid’e Ahrardan ziyade hücum ederdi ve derdi: "Hürriyeti ve kanun-u esasîyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır." İşte yahu, Sultan Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasînin müsemmasız isminden ürken adamın sözünde ne kıymet olur? Belki, böyle diyenler öyledirler. Hem de, yirmi senelik İslâmiyetin bir fedâisi de demiştir: HAŞİYE7 -10-


    Sual : "Nasıl, hürriyet îmanın hassasıdır?"


    Cevap : Zîra, rabıta-i îman ile Sultan-ı Kainata hizmetkar olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye izzet ve şehamet-i îmaniyesi bırakmadığı gibi, başkasının hürriyet ve hukûkuna tecavüz etmeyi dahi, şefkat-i îmaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkarı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez, bir bîçareye tahakküme dahi tenezzül etmez. Demek, îman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte, Asr-ı Saadet.

    Sual : "Bir büyük adama, bir velîye, bir şeyhe ve bir büyük alime karşı nasıl hür olacağız? Onlar, meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların fazîletlerinin esiriyiz."


    Cevap : Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni, tevazu ve mahviyettir; tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir; siz de büyük tanımayınız.
    Münâzarât, ss. 57-60.




    Meşrutiyet (cumhuriyet) adalet, meşveret ve kanun üstünlüğünden ibarettir .

    Cihad-ı hariciyi, Şeriat-ı Garranın berahin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira, medenîlere galebe çalmak ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz. Husûmete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki:
    HAŞİYE8

    Adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâm-da Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur. -11-Hâkim ve amir-i vicdanî olmalı. O da; marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namiyle olmalı. Yoksa istibdat daima hükümferma olacaktır.


    İttifak hüdadadır, hevada ve hevesde değil. İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahdırlar. Her şey hür oldu. Şeriat da hürdür, meşrutiyet dea Mesâil-i Şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz. Yeis mâni-i her kemaldir. "Neme lazım, başkası düşünsün," istibdadın yadigârıdır.


    Bu cümlelerin mabeynini rabtedecek olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için müta-liînin fikirlerine havale ediyorum.
    Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 64-66.




    Meşrutiyetin hayatı hak, kalbi marifet, aklı kanundur

    Sual : "İstibdat nedir; meşrûtiyet nedir?"

    Cevap : İstibdat tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vahiddir, sû-i istimalata gayet müsait bir zemindir,zulmün temelidir, insaniyetin mahisidir. Sefalet dere-lerinin esfel-i safilînine insanı tekerlendiren ve alem-i İslâmiyeti zillet ve sefalete düşürttüren ve ağraz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirayet ile zehrini atan, o derece ihtilafatı beyne’l-İslam îka edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.


    Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Rafı-ziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir.

    Sual : "İstibdat bu derece bir semm-i katil olduğunu bilmezdik. Lehü’l-hamd, parçalandı. Onu esasiyle tedavi edecek olan tiryak-ı meşrûtiyeti bize tarif et."


    Cevap : Bazı memurların ef’ali, adem-i ülfetten dolayı size yanlış ders gösterdiği ve şiddetten neş’et eden müşevveşiyetle hal-i hazırdan fehmettiğiniz meşrûtiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükümetin hedef-i maksadı olan meşrûtiyet-i meşrûayı beyan edeceğim. İşte:
    Meşrûtiyet -12- -13- ayet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûranînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi marifettir, lisanı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir.


    Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvamın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvak ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın taliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin bekasıyla ibka edecek; siz daha me’yus olmayınız. Bir ince tel gibi her tarafa heva ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vahid-i istibdadı layetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan efkâr-ı âmmeye tebdil eder; siz de, sefîne-i Nuh gibi emniyet ediniz.


    Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz. Esas-ı insaniyet olan cüz’-ü ihtiyarı temin eder, azad eder; siz de câmid olmaya razı olmayınız. Üç yüz milyondan ziyade ehl-i İslâmı bir aşîret gibi birbirine rapteder; siz de o rabıtayı muhafaza ediniz. Zîra meşveret perdeyi attı; milliyet göründü, harekete geldi. Milliyet içinde İslâmiyet ışıklandı, ihtizaza geldi. Zîra, milliyetimizin rûhu İslâmiyettir; hakîki ve nisbî ve izafîden mürekkeptir. Başka millete benzemiyoruz.

    Sual : "İstibdadın çirkinliğine, meşrûtiyetin bu derece iyiliğine delilin nedir?"


    Cevap : Siz avam olduğunuzdan hayalinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden, temsil size bürhan-ı nazarîden daha ziyade muknîdir. İşte, ikisinin mahiyetlerini misalle tasvir edip göstereceğim.
    İşte, biliniz:


    Hükûmet hekim gibidir; millet hastadır. Farzediniz, ben şu çadırda oturmuş bir hekimim.
    Şu etraftaki herbir köyde, Allah etmesin, birer ayrı hastalık var. Ben o hastalıkları teşhis etme-mişim, hem de tacizimi istemeyen müdahenecilerden, yalancılardan başka kimseyi görmemişim. Şu halde, şu köylere, tanımadığım bir hastalığa, görmediğim bir hastaya gönderdiğim reçetesiz, mîzansız bir ilacı istimal eden, acaba şifa mı bulur veyahut ölür?
    Evet, -14-sırrınca, şunun sâye-i muzlimânesinde mazhar oldunuz. İşte her köye böyle ilaç göndermek, hatta dâü’l-cû ile karın ağrısına müptela olan emsalinize hazım ilacı hükmünde olan iane toplamak, yahut eşkiyalık ve husûmet derdiyle mültehap bulunan o vücu-da, iltihabı tezyid eden Hamidîlik icra etmek ve ila ahir. . . acaba tedavi mi, yoksa tesmîm midir, melekü’l-mevte yardım etmek midir?


    İşte mahiyet-i istibdadın timsali budur. Zîra, sabıkta, Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare milletin halini anlamıyordu, yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu, yahut mütehevvisane ve mütekeyyifane ve mütekalkıl olan tabiatı, anlattırmaya müsait değildi. İşte hükümetteki istibdada, herşeydeki istibdadı kıyas ediniz. Hatta, taklidi tevlid eden ilmin istibdadı dahi böyledir.


    Amma, bizzarûre hükümet-i İslamiyenin hedef-i maksadı olan meşrûtiyet-i meşrûanın timsalini isterseniz, farzediniz ben bir hekimim. Şu çadır dahi eczahanedir; içindeyim. Umum köylerde veyahut evlerde çeşit çeşit hastalıkları teşhis etmiş, reçetesini yazmış bir müntehap adam, yanıma geliyor, reçetesini ibraz ediyor ki; "Daü’l-cehl ile baş ağrısı var" yazılıdır. Ben dahi, fen afyonunu iptida onların lisanlarının zarfında, sonra da lisan-ı resmiyeye ifrağ ederek veriyorum. Bir başkasının reçetesini gösteriyor ki; kalb hastalığı olan zaaf-ı diyanet var. Ben de, fünûnu maarif-i İslamiye ile mezc ederek bir macun yapıyorum, müderrislerin ellerine veriyorum, gönderiyorum. Diğerinde daü’l-husûmet ile ihtilal sıtması var. Ben de fikr-i milliyeti uyandırarak,
    ışıklandırarak, tiryak misal adalet ve muhabbeti o nur ile mezc ettirerek, sulfato-misal bir ilaç veriyorum. İşte böyle bir hekimdir ki, vatan hastahanesinde, bîçare etfali helaktan halas eder. Hâ, hükümet-i meşrûtanın timsal-i nûranîsi -15-sırrınca, herbir büyük adam, bu düsturu nazara almak gerektir.
    Münâzarât, ss. 22-27.




    Hakimiyet-i milliyeyi temin eden meşrûtiyet, beşer saadetinin bir sebebidir

    Hem de Meşrutiyet-i meşrûa denilen dünyada beşer saadetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makina-i hayatın buharı olan hürriyetteki irade-i cüz’iyeyi, istibdat ve tahak-kümün belasından kurtaran meşveret-i şer’iyenin mayesile mayalandıran, Meşrutiyet-i meşrua sizi herkes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülûğunuzu ve vasîye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Mevcudiyetinizi ittihatla gösteriniz ve hamiyet-i diniye-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteriniz. Yoksa, sıfır çekecek ve şehadetname-i hürriyeti elinize vermeyecektir.


    Evet, mazinin sahralarında keşmekeşliğinize sebebiyet veren herbirinizdeki meylü’l-ağalık ve fikr-i hodserane ve enaniyet, şimdi istikbalin saadet saray-ı medeniyetinde fikr-i icada ve teşebbüs-ü şahsiyeye ve fikr-i hürriyete inkılab edecektir, inşaallah.


    Hatta diyebilirim ki: Ey şark vilayetlerindeki vatandaşlarım! Başkalarının sukûtî medreselerine nisbeten, sizin gürültülü olan medreseleriniz bir meclis-i meb’usan-ı ilmiyeyi gösteriyor.


    Hem Şafiî olduğunuzdan ve imam arkasında kıraat-ı Fatiha ile semavî ve ruhanî vızıltı-larınız sizi mezheben ve medreseten ve fıtraten
    -16-’nın başka bir ünvanı olan teşebbüs-ü şahsiyeye teşvik ediyor.
    Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 59-60.




    Asya’nın kalkınmasının şartları hürriyet ve şûradır

    Hem de mânâ-i meşrûtiyete iptila ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve alem-i İslâmın istikbalde terakkîsinin birinci kapısı meşrûtiyet-i meşrua ve Şeriat dairesindeki hürri-yettir. Ve tali’ ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki şûradır. Zira, şimdiye kadar üç yüz yetmiş milyon İslâm ecanibin istibdad-ı manevîsi altında eziliyordu.

    Şimdi hâkimiyet-i İslâmiye, alemde, bahusus bundan sonra Asya’da hükümferma olduğu halde herbir ferd-i Müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine malik olur. Ve hürriyet üç yüz yetmiş milyon İslâmı esaretten hâlâs etmeye bir çâre-i yegânedir. Farz-ı muhal olarak; burada
    yirmi milyon nüfus, te’sis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız.

    Yaşasın Meşrutiyet-i meşrûa! Sağ olsun hakikat-ı Şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!
    Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 55-56.




    Şahısların gayr-i meşrû fiilleri sanattaki maharetlerine zarar vermez

    Ey asâkir-i muvahhidîn! Fahr-i Alem’in (Aleyhissalatü Vesselam) fermanını size tebliğ ediyorum ki, Şeriat dairesinde ululemre itaat farzdır. Ululemriniz ve üstadlarınız zabitlerinizdir. Askerlik ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Çarklarının biri intizam ve itaatte serkeşlik etmekle, bütün fabrika herc ü merc olur.
    ..........
    Bazan zarar zannettiğiniz şey, siyaseten büyük zararı def ettiği için ayn-ı maslahat olduğundan,
    zabitleriniz tecrübeleri hasebiyle görüyor ve size emir veriyor. Sizde de tereddüd câiz değildir. Ef’al-i hususiye-i nameşrua, san’attaki meharet ve hazakate münafi değildir ve san’atı menfur etmez.


    Nasıl ki, bir tabib-i hâzık ve bir mühendis-i mâhirin nâmeşrû harekatı için, onların tıb ve hendeselerinden mani-i istifade olamaz.
    Hutbe-i Şamiye, ss. 112, 113.
    (Dinî cerîde numara: 110,
    30 Nisan 1909.)





    Asya’nın bahtını açacak, meşrûtiyet ve hürriyettir

    Asya’nın bahtını, İslâmiyetin taliini açacak yalnız meşrûtiyet ve hürriyettir. Fakat, Şeriat-ı Garranın terbiyesinde kalmak şartıyla.


    Tenbih: Mehasin-i medeniyet denilen emirler, şeriatın başka şekle çevrilmiş birer meselesidir...
    Muhakemat, s. 39.





    Bizdeki hürriyet alem-i islamın hürriyetine sebep olacaktır

    Sual
    : "Heyhat! Nasıl hürriyetimiz umum alem-i İslamın hürriyetinin mukaddimesi ve fecr-i sadıkı olur?"

    Cevap : İki cihet ile.

    Birincisi: Bizde olan istibdat, Asya’nın hürriyetine zulmanî bir sed çekmişti. Ziya-i hürriyet o muzlim perdeden geçemezdi ki, gözleri açsın, kemâlâtı göstersin. İşte bu seddin tahribiyle, fikr-i hürriyet Çin’e kadar yayıldı ve yayılacaktır. Fakat, Çin ifrat edip komünist oldu. alemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, birdenbire terazinin öteki gözünde olan vah-şet ve istibdadı kaldırdı, git gide kalkacak. Eğer siz sahîfe-i efkârı okusanız, tarîk-ı siyaseti görseniz, hutebâ-i umûmi olan doğru konuşan cerâidi dinleseniz, anlayacaksınız ki, Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i hürriyetin galeyanıyla, alem-i İslamın efkarında öyle bir tahavvül-ü azîm ve inkılab-ı acîb ve terakkî-i fikrî ve teyak-kuz-u tam intac etmiştir ki, pahasına yüz sene verseydik yine ucuzdu. Zîra, hürriyet milliyeti gösterdi; milliyet sadefinde olan İslâmiyetin cevher-i nûranîsi tecellîye başladı. İslâmiyetin ihti-zazını ihbar etti ki, herbir müslim, cüz-ü fert gibi başıboş değildir; belki, herbiri mürekkebat-ı mütedahile-i mütesaideden bir cüz’dür, sair eczalar ile cazibe-i umûmiye-i İslamiye noktasında birbiriyle sıla-i rahimleri vardır. Şu ihbar bir kavî ümit verir ki, nokta-i istinad ve nokta-i istimdat gayet kavî ve metîndir. Şu ümit, yeisle öldürülen kuvve-i maneviyemizi ihya etti. Şu hayat, alem-i İslamdaki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdat ederek umum alem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı manevî-i umûminin perdelerini parça parça edecektir. HAŞİYE9
    -Ümitsizliği adet edinmiş kimseye rağmen.-

    İkinci Cihet: Şimdiye kadar ecnebîler bahane mahane tutarlardı, milletimizi eziyorlardı. Şimdi ise, ellerinde urûk-u insaniyetkârânelerine veya damar-ı mutaassıbânelerine veya âsâb-ı dessasânelerine dokunduracak ellerinde serrişte-i bahane olacak öyle nokta bulamazlar. Bulsalar da tutamazlar. Bahusus, medeniyet hubb-u insaniyeti tevlid eder.
    Münâzarât, ss. 63-65.




    Şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazîlettir

    Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi, Divan-ı Harbde bana da sual ettiler:
    "Sen de Şeriatı istemişsin?"
    Dedim:
    "Şeriatın bir hakikatına bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira Şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil."
    Divan-ı Harb-i Örfî, s. 19.



    Şeriatın meslek-i hakikîsi, hakikat-i meşrûtiyet-i meşrûadır

    Geçen sene bidayet-i hürriyette elli-altmış telgraf umum şark aşîretlerine sadaret vasıta-sıyla çektim. Meali şu idi:


    "Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mes’ele ise; hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira, dünyevî saadetimiz Meşrutiyette-dir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz."


    Her yerden bu telgrafların cevabı, müspet ve güzel olarak geldi. Demek vilayât-ı şarkiyeyi tenbih ettim, gafil bırakmadım. Ta yeni bir istibdat onların gafletinden istifade etmesin.


    Ayasofya’da, Bayezit’te, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebeye hitaben müte-addit nutuklar ile Şeriatın ve müsemma-i meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın Şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki:

    -17-hadîsinin sırrıyla, Şeriat aleme gelmiş; ta istibdadı ve zalimâne tahakkü-mü mahvetsin.


    Herhangi bir nutuk irad ettim ise; herbir kelimesine kimsenin bir itirazı varsa, bürhan-ı katî ile ispata hazırım. Ve dedim ki: Asıl, Şeriatın meslek-i hakikisi, hakikat-i meşrutiyet-i meşrûadır. Demek meşrûtiyeti, delail-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklîdî ve hilaf-ı Şeriat telakki etmedim. Ve Şeriatı rüşvet vermedim. Ve ulema ve Şeriatı, Avrupa’nın zünun-u fâsidesinden iktidarıma göre kurtarmaya çalıştım.
    Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 21-22.





    Meşrûtiyet, adalet ve şeriattır

    İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi-hamal ve gafil ve safdil olduklarından-bazı particiler onları iğfal ile vilayât-ı şarkiyeyi lekedar etmelerinden korktum. Ve hamalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim.


    Geçen sene anlayacakları suretle Meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde:

    İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimi-zin emrine itaat etse ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tabi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; sanat, marifet, ittifak silahiyle cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükümetin işine karışma-yacağız. Zira, hikmet-i hükümeti bilmiyoruz.

    İşte o hamalların, Avusturya’ya karşı-benim gibi bütün Avrupa’ya karşı
    (*) - boykotajları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda akılane hareketlerinde bu nasihatın tesiri olmuştur.
    Divan-ı Harb-i Örfî, s. 23-24.




    Meşrûtiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettim

    Herkesin şevkini kıran ve neşesini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cemiyat-ı âvâmiyeyi teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrûtiyet ve mânâsı istibdat olan ve İttihad ve Terakki ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidâ-neye muhalefet ettim.


    Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, afv-ı umumî ve ref’-i imtiyaz lazım. Ta ki, biri bir imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın. Fahr olmasın! Derim, biz ki hakikî Müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz.
    Zira biliyoruz ki, -18-Fakat, meşrû, hakikî meşrûtiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım.
    Fikrimce meşrûtiyetin düşmanı; meşrûtiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı Şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. "Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez."
    Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 39-40.





    Meşrûtiyetin hakikatlerinin dört mezhebden istihracı mümkündür

    Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, Şeriatı-hâşâ ve kellâ-istibdata müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için, Meşrûtiyeti herkesten ziyade Şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder, diye ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camiinde meb’usana hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki: Meşrutiyeti, meşrûiyet ünvanı ile telakki ve telkin ediniz. Ta yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı Şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrat ve âvâm-ı nas; kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Ta ki, namaz sahih ola. Zira, hakaik-ı Meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dava ettim.
    Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 24-25.




    Şeriat, istibdadı izale için yeryüzüne geldi

    Sual : "Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış, geliyor?" Cevap : İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmiştir.

    Sual : "Demek istibdat hayvaniyetten gelmedir?"

    Cevap : Evet. Müstebit bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça etmek, daima kavî, zayıfı ezmek, hayvanların birinci düstur ve kavanîn-i esasiyesindendir.

    Sual : "Sonra?"

    Cevap : Şeriat-ı Garra zemine nüzûl etti; ta ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insaniyetten siyah lekesini izale etsin; hem de, izale etti. Fakat, vaesefa ki, muhît-i za-manî ve mekanînin tesiriyle, hilafet saltanata inkılap edip, istibdat bir parça hayatlandı. Ta Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havale eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdadın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevanib-i alemde zeynab gibi Yezid’in istibdadına kuvvet verdi.

    Sual : "Şimdiki meşrûtiyet, istibdat nerede? Onların harekatı nerede? Hilafet, saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine musâfaha ve temas ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar var?"

    Cevap : Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdadın esası, kuvvet şahısta olur, kanunu kendi keyfine tabî edebilir, hak kuvvetin mağlûbu. Fakat, bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu zamanın modası böyle giydiriyor. Zannolunmasın, istibdat galebe ettiği zaman tamamen hükmünü icra etmiş, meşrûtiyet mağlûp olduğu vakit mahvolmuş. Kellâ! Kainatta galib-i mutlak hayır olduğundan, pekçok enva ve şuubât-ı heyet-i içtimaiyede meşrûtiyet hükümferma olmuştur. Cidal berdevam, harb ise seccaldir.

    Sual : "Bazı adam, ’Şeriata muhaliftir’ diyor?"

    Cevap : Rûh-u meşrûtiyet, Şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat ilcâ-i zarûretle teferruat olabilir, muvakkaten muhalif düşsün. Hem de, her ne hâl ki, meşrûtiyet zamanında vücuda gelir. Meşrûtiyetten neş’et etmesi lazım gelmez. Hem de, hangi şey vardır ki, her cihetle Şeriata muvafık olsun; hangi adam var ki, bütün ahvali Şeriata mutabık olsun? Öyle ise şahs-ı mânevî olan hükûmet dahi masum olamaz; ancak Eflatûn-i İlahînin medîne-i fazıla-i hayaliyesinde masum olabilir. Lâkin, meşrûtiyet ile sû-i istimalatın ekser yolları münsed olur; istibdatta ise açıktır.

    Sual : İ’tiraz ettiğin şeye nasıl cevap veriyorsun?

    Cevap : Ben libasa ilişiyordum. Hükümet iyi bir adamdır. Pislerin libasını giymişti. Biz o libası yırtmak ve yıkamak isterdik, olamadı. Zamana bıraktık; ta yavaş yavaş yırtılsın. Evet, na-mazı kılıyordu, kıbleyi tanımıyordu; sonra tanıdı ve tanıyacaktır. Ehvenüşşerreyn, bir adalet-i izafiyedir. Fakat kemal-i telehhüf ile bağırıyorum ki, şiddete inkılap eden fikr-i intikamın tedâhülü ve heyecanâtı intac eden tecrübesizlik, üzerimize emri şiddetlendirdi, pahalaştırdı. Muvakkaten, bir nevî karanlık çöktü. Emîn olunuz ki, çekilecektir.

    Sual : "Neden makine-i ahval güzelce işlemiyor?"

    Cevap : Zîra tecrübe, hamiyet, nûr-u kalb ve nûr-u fikri cem’ edenler, vezaife kifayet etmezler. Bazı ehl-i gayret ve hamiyette, meyl-i tahrip meleke olmuş; tamire pek alışık değildir. Bazı ehl-i tecrübe ve tâmir ise, eskisine bir derece meyil ile, istidatları pek müsait değildir. Demek, bize bir nesl-i cedîd lazımdır.

    Bunu da cidden söylüyorum: Eğer, meşveret Şeriattan bir parmak müfarakat ederse, eski hal yüz arşın ayrılmıştır.

    Sual : "Neden?"

    Cevap : Bir ince teli, rüzgar her tarafa çevirebilir. Fakat içtima ve ittihat ile hasıl olan hablü’l-metîn ve urvetü’l-vüska değme şeylerle tezelzül etmez. İcma-ı ümmet, Şeriatta bir delil-i yakînîdir. Rey-i cumhur, Şeriatta bir esastır. Meyelan-ı âmme Şeriatta mûteber ve muhteremdir.

    İşte, bakınız: Eski padişahların iradesini, Ermeni rüzgarı ve ecnebî havası veya vehmin vesvesesi esmekle çevirebilirdi. O da, sükûta rüşvet-i mâneviye olarak, birçok ahkâm-ı Şeriatı fedâ ediyordu. Şimdi kapı açıldı; fakat, tamamı ileride. Üç yüz ara-i mütekabile ve efkar-ı mü-tehalife, hak ve maslahattan başka birşey ile musalaha etmez veya sükût etmezler.

    Hak ve maslahat ise, Şeriatta esastır. Fakat, -19- kaide-i şer’iye-since bazan haram bildiği-miz şey, ilca-i zarûretle vacip olur. Taaffün etmiş parmak kesilir; ta el kesilmesin. Selamet-i millet, cevher-i hayata tevakkuf etse, vermekten tevakkuf edilmez; nasıl ki, edilmedi. Dünyada en acîb, en garibi, rûhunu iftiharla selamet-i millete feda edenlerden, bazan garazında menfaat-i cüz’i-ye-i gurûriyesinde buhl eder, vermiyor.
    Demek, Şeriatı isteyenler iki kısımdır: Biri, muvazene ile zar-reti nazara alarak, müdakkik...ne meşrûtiyeti Şeriata tatbik etmek istiyor. Diğeri de, muvazenesiz, zahirperestane, çıkılmaz bir yola sapıyor.

    Münâzarât, ss. 37-41.



    Siyasî değişiklikler islâmiyete zarar veremez

    Sual
    : "Dîne zarar olmasın, ne olursa olsun?"

    Cevap: İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp bîçare bir reise yahut müdâhin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere îtimat edilirse ve dînin himayesi onla-ra bırakılırsa mı daha iyidir? Yoksa efkar-ı amme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin madeni olan-herkesin kalbindeki şefkat-i îmâniye olan-envar-ı İlahînin lemeatının içtimalarından ve hamiyet-i İslamiyenin şerarât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nûranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir? Siz muhakeme ediniz.

    Evet, şu amûd-u nuranî, HAŞİYE10 dînin himayetini şehametinin başına, murakabenin gözüne, hamiyetinin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki, lemeat-ı müteferrika tele’lüe başlamış, yavaş yavaş incizab ile imtizaç edecektir. Fenn-i hikmette takarrür etmiştir ki, hiss-i dînî, bahusus dîn-i hakk-ı fıtrînin sözü daha nafiz, hükmü daha alî, tesiri daha şedittir.

    Elhasıl: Başkasına îtimat etmeyen nefsiyle teşebbüs eder. Size bir misal söyleyeceğim:

    Siz göçersiniz. Göçerin malı koyundur; o işi bilirsiniz. Şimdi, herbiriniz bazı koyunları bir çobanın uhdesine vermişsiniz. Halbuki çoban tenbel ve muavini kayıtsız, köpekleri değersizdir. Tamamıyla ona îtimat etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, bîçare koyunları müstebit kurtlar ve hırsızlar ve belâlar içinde bıraksanız daha mı iyidir; yoksa onun adem-i kifayetini bilmekle, nevm-i gafleti terk edip hanesinden herbiri bir kahraman gibi koşsun, koyunların etrafında halka tutup, bir çobana bedel bin muhafız olmakla hiçbir kurt ve hırsız cesaret etmesin, daha mı iyi-dir? Acaba Mâmehuran hırsızlarını tevbekâr ve sofî eden şu sır değil midir? Evet, ruhları ağla-mak istedi, biri bahane oldu, ağladılar.

    Evet, evet!.. Neam, neam!.. Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zîra, kainatı nağamatıyla raksa getiren hakaikın esrarını ihtizaza veren mûsıka-i İlâhiye hiç durmuyor. Mütemadiyen güm güm eder.

    Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’ân denilen mûsika-i İlâhiyesiyle umum alemi doldurarak, kubbe-i asumanda şiddetli ses getirmekle sadef, mağara, kehf-misal olan ulema ve meşâyih ve hutebanın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadası onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelan ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intıba’ıyla umum kütüb-ü İslamiyeyi bir tanbur ve kanûnun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel, bir neviyle onu îlan eden o sada-i semavî ve rûhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen, acaba o sadaya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin dem-demelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?

    Elhasıl: İnkılab-ı siyasî cihetiyle dîninden havf eden adamın dinde hissesi beytü’l-ankebût gibi zayıf düşmüş cehalettir onu korkutur, taklittir onu telaşa düşürttürür. Zîra îtimad-ı nefsin fıkdânı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükûmetin cebinden zannettiğinden, kalbini, aklını da hükûmetin kesesinden tahayyül eder, korkar.
    Münâzarât, ss. 44-47.



    Zulüm, meşrûtiyetin hatası değil, kafanızdaki cehaletin zulmetindendir Sual : "Derman, dermandır; neden zehir olsun?"

    Cevap : Bir derdin dermanı başka bir derde zehir olabilir. Bir derman hadden geçse, dert getirir.

    Sual : "Ne diyorsun? -20- Hal-i hazırın eskisi gibi çok fenalığı var, bize zulmeder; hem de zaafta, kuvvetsizlikte eskisine benzer. Demek, tarif ettiğin meşrûtiyet daha
    bize selam etmemiş; ta ki, biz de ’Ehlen ve sehlen’ desek?ö


    Cevap :
    -21-

    Fakat, sizin dîvaneliğinizden korkmuş, gelememiş. Zulüm, meşrûtiyetin hatası değil, belki kafanızdaki cehaletin zulmetindendir. Siz dîvanelikle kısa yolu uzun yapıyorsunuz. Küdân ve Mâmehurân aşîretleri, daha asker gelmeden, alâküllihâl vermeye mecbur olan emvâl-i emîriyeyi hazır etse idiler, şu kadar zulüm olmayacaktı. Evet, bir millet cehaletle hukûkunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder.

    Siz diyorsunuz: "Şimdiki hükümet eskisi gibi zayıftır."

    Evet; kuvvetsizlikte, dokuz yaşındaki çocuk, doksan yaşındaki ihtiyara benzer. Fakat, o kabre müteveccihen iner, eğilir, girer; şu ise, doğrulur, şebâbe doğru yükselir.

    Sual : "Neden böyle bulanıktır, safî olmuyor?"

    Cevap : Yüz seneden beri haraba yüz tutan birşey, birden yapılamaz. Size bir misal söyle-yeceğim. Bir belağbaşı, çok zaman taaffün ve tesemmüm etmiş, içine çok pislik düşmüş, sonra da onu tasfiye için o pislikleri içinden çıkarılırsa ve bir havuz gibi yapılırsa, acaba pınarın suyu bir zaman bulanık olarak gelmeyecek mi? Fakat merak etmeyiniz; akıbet berrak olacaktır.

    Sual : "Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?"

    Cevap : Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîra sizin şu vahşetengiz, cehalet-perver husumetefza olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehalet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesaret edemez. Eğer siz tenbel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz. Zîra sizinle İstanbul arasındaki mesafe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesafe bin aydan fazladır. Zîra eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nazik meşrû-tiyet, İstanbul havalisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesafeden geçmekle, cehalet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gayet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast gelecektir.

    Ezcümle, bazı ceza-i sezasını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bazı bir meşhur bektaşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve garet edi-yorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bazı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar. Öyle ise, ona bir yol veyahut bir balon yapınız.

    Sual : "Şimdi fenalığı da görüyoruz, iyiliği de görüyoruz. Meşrûtiyetin âsârı hangisi, öte-kisinin asarı hangisidir?"

    Cevap : Ne kadar iyilik var, meşrûtiyetin ziyasındandır; ne kadar fenalık var, ya eski istibdadın zulmetinden, yahut meşrûtiyet namıyla yeni bir istibdadın zulmündendir. Geri kaldı; ta taziyeden sonra veda edip, pederini takip etsin. Fakat, emîn olunuz, ziya galebe çalacaktır.
    Münâzarât, s. 27-31.




    Hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen kimlerdir?
    Sual : "Efkârı teşviş eden, hürriyet ve meşrûtiyeti takdir etmeyen kimlerdir?"

    Cevap : Cehalet ağanın, inat efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde, insan milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyettir; HAŞİYE11 benî beşerde ona intisap eden; bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatine feda etmeyen; hem de menfaatini ızrar-ı nasda gören; hem de muvazenesiz, muhakemesiz mana veren; hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini feda etmediği halde, mağrurane, millete rûhunu feda etmek davasında bulunan; hem de beylik veya tavaif-i mülûk mukaddemesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak manasında bir cumhuriyet gibi gayr-ı makul fikirlerde bulunan; hem de zulüm görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrûtiyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-i umûmiyeyi fikr-i intik...mına yediremediğinden herkesin asabına dokundurmakla, ta heyecana gelip terbiye görmekle teşeffî isteyenlerdir.

    Sual : "Neden bunların umûmuna fena diyorsun? Halbuki, hayırhahımız gibi görünüyorlar."

    Cevap : Hiçbir müfsid, "Ben müfsidim" demez, daima sûret-i haktan görünür, yahut batılı hak görür. Evet, kimse demez "Ayranım ekşidir." Fakat, siz mihenge vurmadan almayınız. Zîra, çok silik söz, ticarette geziyor. Hatta, benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip, tamamını kabul etmeyiniz; belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız, bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.
    Münâzarât, ss. 47-49.



    "Eski hal muhal; ya yeni hal, ya izmihlal!"

    Sual : "O fırkadan ehl-i fazl kısmına ne diyeceğiz? Onlar iyi adamlardır."

    Cevap : Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar.

    Sual : "Nasıl iyilikten fenalık gelir?"

    Cevap : Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Bir dağdan uçmak niyetiyle kendini havalandıran, parça parça olur. Zîra, onların istedikleri şey, ya bir hükûmet-i masumedir. Halbuki, şimdi şahs-ı vahid bile masum olamaz.

    Nerede kaldı, zerratı günahkarlardan mürekkep bir hükûmet, tamamıyla masum olsun. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenatı seyyiatına tereccühüdür. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i adidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zîra, onlardan birisi, Allah etmesin, bin sene yaşayacak olsa, adeta mümkün hükûmetin hangi sûretini görse hülya ile yine razı olmayacak, şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrip ile o sûreti bozmaya çalışacak. HAŞİYE12 Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi mel’un, anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. İstedikleri şey muhal olduğundan, neticesi ihtilal ve fesattır.

    Sual : "Belki onlar eski hali istiyorlar?"

    Cevap : Size kısa bir söz söyleyeceğim; ezber edebilirsiniz. İşte: Eski hal muhal, ya yeni hal veya izmihlal.

    Sual : "Acaba daha Sultan Hamid gibi padişah tahta çıkmayacak mıdır? Eski hal olmayacak mıdır?"

    Cevap : Acaba sizin şu siyah çadırınız parça parça edilip yandırılırsa, külü havaya savrulursa, o külden yeniden çadır edip içinde oturmak k...bil midir?

    Sual : "Neden?"

    Cevap : Zîra, eskiden bin adamdan yalnız onu mütenebbih iken, istibdat o dehşetli kuvvetiyle karşısında duramadı, parçalandı. Şimdi, istibdadın kuvveti binden bire indi; tenebbüh ve iltihab-ı ezhan birden bine çıktı.

    Sual : "İstibdat o kadar fena birşey iken, niçin herkes bir çeşit ile onu irtikab ederdi?"

    Cevap : İçinde tefer’unun lezzet-i menhûsesi ve tahakküm ve tehevvüs-ü nemrudane vardı.

    Sual : "Şimdi çok hilaf-ı Şeriat şeyler yapılıyor?"

    Cevap : Bence, muhalif-i hakîkat-i Şeriat olan şeyler, meşrûtiyete dahi muhaliftir, ya günahlarıdır veya ilca-i zarûrettir. Farz ediniz, şu siyaset muhalif olsun, yine telaşa mahal yoktur. Zîra, Şeriat-ı Garranın bin kısmından bir kısmıdır ki, siyasete taallûk eder. O kısmın ihmaliyle, Şeriat ihmal olunmaz.

    Evet, imtisal etmemek, inkar etmek demek değildir. Hem de, Devlet-i Osmaniyeye tabî olan İslamların on beş misli İslamlar, sırf siyaset-i ecanib altındadırlar. Onların dinlerine zarar gelmez; nerede kaldı ki, şu hükûmette-ki; kendisi İslam, millet-i hakimesi İslam, üssü’l-esas-ı siyaseti de şu düsturdur: öBu devletin dîni, dîn-i İslamdır. Şu esası vik...ye etmek vazifemizdir. Çünkü, milletimizin maye-i hayatiyesidir.ö

    Sual : "Demek, hükûmet bundan sonra da İslâmiyet ve din için hizmet edecek midir?"

    Cevap : Hay hay. Bazı akılsız dinsizler müstesna olmak şartıyla, hükûmetin hedef-i maksadı, velev gizli ve uzak olsa bile, uhuvvet-i îmaniye sırrıyla, üç yüz milyonu bir vücut eden ve nûranî olan İslâmiyetin silsilesini takviye ve muhafaza etmektir. Zîra, nokta-i istinad ve nokta-i istimdat yalnız odur. Yağmurun kataratı, nûrun lemeatı dağınık ve yayılmış kaldıkça çabuk kurur, çabuk söner. Fakat, sönmemek ve mahvolmamak için, Cenab-ı Feyyaz-ı Mutlak bize -22- ve -23- ile ezel canibinden nida ediyor. Evet, şeş cihetten nağme-i eyler hurûş.


    Evet, zarûret ve incizap ve temayül ve tecarüb ve tecavüb ve tevatür, o katarat ve lemeatı musafaha ettirerek ortalarındaki mesafeyi tayyedip, bir havz-ı ab-ı hayatı ve dünyayı ışıklandıracak bir elektrik-i nevvareyi teşkil edecektir. Zîra, kemalin cemali dindir. Hem, din saadetin ziyasıdır, hissin ulviyetidir, vicdanın selametidir. HAŞİYE13
    Münâzarât, ss. 51-54.

    Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlak, ibadet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler.
    Divan-ı Harb-i Örfî, s. 28.




    Hükûmet hâdim ve hizmetkardır
    Sual : "Meclis-i Mebusanda Hıristiyanlar, Yahudîler vardır; onların reylerinin Şeriatta ne kıymeti vardır?"

    Cevap : Evvela, meşverette hüküm ekserindir. Ekser ise, Müslümandır, altmıştan fazla ulemadır. Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir. Demek, hakim İslamdır.

    Saniyen: Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte, sanatkar bir Haço ve Berham’ın reyi mûteberdir; Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i Mebusandaki mesalih-i siyasiye ve menafi-i iktisadiye dahi ekserî bu k...bilden olduğundan, reddetmemek lazım gelir. Amma ahkam ve hukuk ise, zaten tebeddül etmez; tatbikat ve tercihattır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Mebusların vazifesi, o ahkam ve hukûku sû-i istimal etmemek ve bazı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için bazı k...nunları yapmak, etrafına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olamaz; gidilse, intihardır.
    Sual : "Adalettir’ diyorsun. Neden tekalif-i devlet, fukara üstünde hafifleşmedi?"
    Cevap : Bir fark vardır: Eskide varidat zayi olur giderdi, şimdi millet rakîbdir. Demek, evvel suya ve şûristana atılır idi, şimdi tarlaya atılıyor veya atılacaktır. İşte, bir nevî hafiflik.

    Sual : "Şu hükûmet ve Türkler nasıl olsalar, biz rahat edemiyoruz, yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden aleme temaşa etmek ve ellerimizi onlarla beraber safî suya uzatmak, kendimizi de bir kavim olduğumuzu göstermek nasıldır? Zîra hükûmet ve İstanbul daha bulanıktır."

    Cevap : Meşrûtiyet hakimiyet-i millettir. Yani efkar-ı ammenizin misal-i mücessemi olan mebusan hakimdir; hükûmet, hadim ve hizmetkardır. Öyle ise kendinizden teşekkî ediniz; her kabahati hükûmet ve Türklere atmakla çok aldanırsınız.

    Size bir misal söyleyeyim:
    Her tarafa şubeler salmış bir büyük çeşme başında bir tegayyürat olursa, her tarafa da sirayet eder. Fakat yüz pınarın ortasında büyük
    bir havuz olursa, o havuz pınarlara bakar ve onlara tabîdir. Faraza, o havuz tamamen tegayyür ederse veyahut Allah etmesin bozulursa da, çeşmelere tesir etmez-eğer pınar, pınar olursa.

    İşte, bakınız: İstibdadın hükmünce, İstanbul ve hükûmet belağbaşı idi; şikayette hakkınız vardı. Şimdi ise hakîkat îtibariyle bilkuvve, İstanbul göldür, hükûmet havuzdur, Türk zeynabdır veya öyle olmak lazımdır. Pınar bizlerdedir ve bizde olmak gerektir.

    Ey Kürtler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için, uzaktan gelen taaffün eden bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdadı görüyoruz. Öyle ise, gayret ediniz, çalışınız; sebeb-i saadetimiz olan meşrûtiyeti takviye için, fikr-i milliyeti haffar yapıp, marifet ve fazîleti eline veriniz. Şu yerlerde de bir küngan atınız; ta bir kemalat pınarı bizde de çıksın. Yoksa daima dilenci olacaksınız, ya susuzluktan öleceksiniz. Hem de, dilencilik para etmez. İnsan dilenci olursa, nefsine olsun. Bence merhamet dilencileri ya haksız veya tenbeldirler. Eğer siz insan olsanız, hükûmet ve İstanbul ve Türkler nasıl olsalar olsunlar, size fenalıkları dokunmaz, fakat iyilikleri gelir.

    Sual : "Neden iyilik gelsin, fenalık gelmesin? İkisi arkadaştır."

    Cevap : Yahu! Dedik: Şimdi, hükûmet ve İstanbul çukurda bir havuzdur veya öyle olacaktır. Havuz ise, aşağıdadır. Fenalık sakîldir, yukarıya yuvarlanmaz-cehaletle cezb etmemek şartıyla. İyilik nurdur, yukarıya akseder.
    Münâzarât, ss. 41-44.



    Memuriyet hizmetkarlıktır

    Sual: "Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar; nasıl olur?"

    Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zîra, meşrûtiyet, hakimiyet-i millettir; hükûmet hizmetkardır. Meşrûtiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkarlardır. Gayr-i müslim reis olamaz, fakat hizmetkar olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nevî riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-i müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, mil-let-i İslamiyeden aktar-ı alemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip, bini kazanan zarar etmez.

    Sual : "Şeriatın bazı ahkamı, mesela valilerin vazifelerine taallûku var."

    Cevap : Bundan sonra, bizzarûre, hilafeti temsil eden Meşihat-ı İslamiye ve Diyanet Dairesi hem alî, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzare olacaktır. Şimdi hakim, şahıs değil, efkar-ı amme olduğu için, onun nevinden şahs-ı manevî bir fetva emîni ister. İşte şu hakimin fetva emîni, Meşîhatta mezahib-i erbaadan kırk elli ulema-i muhakkik bir meclis-i mebusan-ı ilmiye teşkiliyle şahs-ı manevîleri, öteki şahs-ı manevîye fetva emînlik edecektir. Yoksa, hakim ve müfti bir cinsten olmazsa, birbirinin lisanını anlamazlar. Zîra şahs-ı vahid, şahs-ı manevîyi kandıramaz ve tenvir edemez.
    Münâzarât, ss. 79-80.


    Eşitlik, fazîlet ve şerefte değil, hukuktadır

    Sual : "Gayr-i müslimlerle nasıl müsavi olacağız?"

    Cevap : Müsavat ise, fazîlet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise, şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat, "Karıncaya bilerek ayak basmayınız"dese, tazibinden menetse, nasıl benî adem’in hukûkunu ihmal eder? Kella! Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’-nin (r.a.) adi bir Yahudî ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salahaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim. HAŞİYE14
    Münâzarât, s.66.

    Sual : "Yahudî ve Nasara ile muhabbetten Kur’an’da nehiy vardır:
    -24-
    "Bununla beraber nasıl ’Dost olunuz!’ dersiniz?"

    Cevap : Evvela: Delil, katîü’l-metin olduğu gibi, katîü’d-delalet olmak gerektir. Halbuki, tevil ve ihtimalin mecali vardır. Zîra, nehy-i Kur’anî amm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, îtiraz olunmaz. Hem de, hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudî ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir. Hem de, bir adam zatı için sevilmez; belki, muhabbet sıfat veya sanatı içindir. Öyle ise, herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lazım olmadığı gibi, herbir kafirin dahi bütün sıfat ve sanatları kafir olmak lazım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı, istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa, elbette seveceksin!..
    Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılab-ı azîm-i dînî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dîne çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-i müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lakin, şimdi alemdeki, bir inkılab-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zapt ve bütün ukûlü
    meşgul eden nokta-i medeniyet, terakkî ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkîlerini istihsan ile iktibas etmektir ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, katiyen nehy-i Kur’anîde dahil değildir.
    Münâzarât, ss. 70-71.



    İş ve sanatta maharet tercih edilir

    Sual : "Bazı nas, senin gibi mana vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a’mal ve etvarı pis tefsir ediliyor. Zîra, bazısı Ramazan’ı yer, rakı içer, namazı terk eder. Böyle, Allah’ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadakat edecektir?"

    Cevap : Evet, neam, hakkınız var. Fakat, hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence, bir kalb ve vicdan fezail-i İslamiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakîki hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve sanat başka olduğu
    için, fasık bir adam güzel çobanlık edebilir; ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte şimdi salahat ve mahareti, tabir-i aharla fazîleti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem’ edenler, vezaife kifayet etmezler. Öyle ise, ya maharettir veya salahattir. Sanatta maharet ise, müreccahtır. Hem de, o sarhoş namazsızlar Jön Türk değiller, belki şeyn Türktürler; yani fena ve çirkin Türktürler, Genç Türklerin rafızîleridirler. Herşeyin bir rafızîsi var; hürriyetin rafızîsi de süfehadır.

    Ey Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir Rafızî bir hadîse yanlış mana verse veya yanlış amel etse, acaba hadîsi inkar etmek mi lazımdır, yoksa o rafızîyi tahtie edip namus-u hadîsi muhafaza etmek mi lazımdır? Belki, hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te’dibden başka hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukûku mahfuz kalsın, herkes harekat-ı meşr-asında şahane serbest olsun, -25- nehyinin sırrına mazhar olsun.
    Münâzarât, ss. 56-57.





    Güzel gören, güzel düşünür

    Sual
    : "Çok fena şeyleri işitiyoruz. Bahusus gayr-i müslimler de, güya bir İslam kızını almışlar. Filan yerde böyle olmuş, diğer yerde şöyle olmuş; olmuş, olmuş, olmuş, ila ahir."

    Cevap : Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vuk-u zarûri gibidir. Eskiden daha berbatı vardı. Fakat, şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devası asandır. Hem de, büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galip etmektir.

    Mesela, şu aşîretin herbir ferdi bir günde attığı balgamı, cerbeze ile, vehmen tayy-i mekan ederek, birden bir şahısta tahayyül edip, başka efradı ona kıyas ederek, o nazar ile baksa veya-hut bir sene zarfında birisinden gelen rayiha-i kerîheyi, cerbeze ile, tayy-i zaman tevehhümüyle, birden dakika-i vahidede o şahıstan sudurunu tasavvur etse, acaba ne derecede evvelki adam müstakzer, ikinci adam müteaffin olur? Hatta, hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralarından kaçsalar hakları var. Akıl onları tevbih etmeyecektir.

    İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi; zaman ve mekanda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder. Hakîkaten cerbeze, envaıyla garaibin makinesidir. Görün-müyor mu ki, cerbezealûd bir aşığın nazarında umum kainat birbirine muhabbet ile müncezib ve rakkasane hareket ediyor ve gülüşüyor. Çocuğunun vefatıyla matem tutan bir validenin naza-rında, umum kainat hüznengizane ağlaşıyor. Herkes istediği ve haline münasip gördüğü mey-veyi koparır. Bu makamda size bir temsil îrad edeceğim.

    Mesela, sizden bir adam yalnız bir saat tenezzüh etmek üzere gayet müzeyyen ve müzehher bir bahçeye girse, nekaisten müberra
    olmak cinan-ı Cennetin mahsûsatından ve her kemale bir noksanı karıştırmak şu alem-i kevn ü fesadın mukteziyatından olmakla, şu bahçenin müte-ferrik köşelerinde de bazı pis ve murdar şeyler bulunduğu için, inhiraf-ı mizaç sevki ve emriyle yalnız o taaffünatı taharrî ve o murdar şeylere idame-i nazar eder. Güya, onda yalnız o var. Hülyanın hükmüyle fena hayal tevessü ederek o bostanı bir salhane ve mezbele sûretinde gös-terdiğinden, midesi bulanır ve istifra eder, kemal-i nefret ile kaçar. Acaba, beşerin lezzet-i hayatını gussedar eden böyle bir hayale, hikmet ve maslahat rûy-i rıza gösterir mi?
    Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür, güzel rüya
    HAŞİYE15 gören hayatından lezzet alır.
    Münâzarât, ss. 72-74.



    Fenalık perde altında kaldıkça küçülür

    Sual: "Eskiden beri işitiyoruz ki, bazı Jön Türkler masondurlar, dîne zarar ediyorlar."

    Cevap : İstibdat, kendini ibka etmek için şu telkinatı vermiştir. HAŞİYE16 Bazı laubalilik dahi, şu vehme kuvvet veriyor. Fakat, emîn olunuz ki, onların masonluğa girmeyen kısmının maksat-ları dîne zarar değildir, belki milletin selametini temin etmektir. Fakat, bazıları dîne layık olma-yan barid taassuba müfritane ilişiyorlar. Demek, hürriyete ve meşrûtiyete hizmetleri sebkat eden veyahut kabul eyleyenleri Jön Türk tesmiye ediyorsunuz. İşte, onların bir kısmı İslâmiyet fedai-leridir, bir kısmı da selamet-i millet fedaileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri, İttihat ve Terakkîdir. Ve sizin şu aşairiniz kadar ulema ve meşayih, Jön Türkler meyanında mevcuttur. Vakıa onlarda bir takım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lakin yüzde ondur, yüzde doksanı sizin gibi mûtekid müslimlerdir. -26-

    -27-

    HAŞİYE 17

    Hüsn-ü zan ediniz. Su-i zan hem size, hem onlara zarar verir.

    Sual: Neden su-i zannımız onlara zarar versin?

    Cevap: Onların bir kısmı sizin gibi tahkiksiz, taklit ile İslâmiyetin zevâhirini bilirler. Taklit ise, teşkikât ile yırtılır. O halde bazılarına-bâhusus dinde sathî, felsefe ile mütevaggıl olursa-dinsiz dediğiniz vakit, ihtimal ki tereddüde düşüp, mesleği İslâmiyetten hariçmiş gibi vesveselerle "Herçi-bâd-âbâd" diyerek, meyûsâne, belki muannidâne İslâmiyete münâfi harekâta başlar.

    İşte, ey bî-insaflar! Gördünüz, nasıl bazı biçarelerin dalâletine sebep oluyorsunuz. Fena adama iyisin, iyisin denilse iyileşmesi ve iyi adama fenasın denildikçe fenalaşması çok vuku bulmuştur.

    Sual : Neden?

    Cevap: Faraza, bazılarının altında büyük fenalıkları varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zîra, çok fenalık vardır ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tega-fül edildikçe mahdut ve mahsur kaldığı gibi, sahibi de perde-i hicap ve haya altında kendisinin ıslahına çalışır. Lakin, vakta ki perde yırtılsa, haya atılır; hücum gösterilse, fenalık, fena tevessü eder. Ben Otuz Bir Mart Hadisesinde şuna yakın bir hal gördüm.

    Zîra, İslâmiyetin meşrûtiyet-perver ve hamiyetli fedaileri, cevher-i hayat makamında bildikleri nîmet-i meşrûtiyeti, Şeriata tatbik ile, ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve nam-ı mukaddes-i Şeriatı meşrûtiyet kuvvetiyle îla ve meşrûtiyeti Şeriat kuvvetiyle ibka ve bütün seyyiat-ı sabıkayı muhalefet-i Şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağı-nı solundan fark edemeyenler-haşa-Şeriatı, istibdada müsait zannederek tûtî kuşları taklidi gibi "Şeriat isteriz!" demekle, hakîki maksat ortada anlaşılmaz oldu. Zaten planlar serilmişti. İşte o zaman, yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte cay-ı ibret bir nokta-i siyah!




    HAŞİYE18

    İşte bu nokta yüzünden, himmet oturmuş, ayağa kalkamamıştır. Şüphesiz, ard niyetlerin gürültüsü, hürriyet mûsikîsinin sadasını bozmuştur. Meşrûtiyet, sadece ismiyle az bir kısım insanlara inhisar ettirilmesi yüzünden, şerefinin asıl koruyucuları ondan ayrılarak çekilmişlerdir.

    Sual : "Neden dinsiz zannettiğimiz bazılarından bize zarar gelsin?"

    Cevap : Hayal perdesi üstünde size bir timsal manzarasını göstererek mazarratını anlatacağım:

    İşte şu sahrada, gayet muhteşem bir bostan içinde, bir kasır var. Kasrın bir köşesinde, sizin Beytüşşebap Kaplıcası gibi bir kaplıca olduğunu tahayyül ediniz. Siz, dışarıda burûdetin tazyikiyle, karın tokatıyla, rüzgarın sillesiyle, ihtiyaren veya ıztıraren saray içine girmeye mec-bursunuz. Lakin, kapıda bir iki kör ve havuz içinde bazı çıplak adamları görmüş veya işitmiş-siniz. Bundan tevehhüm ediyorsunuz ki, o saray körhane veya çıplakhanedir. Siz girdiğinizde, onlar gibi olmak için taat libasını çıkarıyorsunuz ve onların avretini görmemek için akîde denilen hakîkat gözünü kapatıyorsunuz. Halbuki, onlar, muhteşem odalarda gözleri açık ve av-retleri mestûr olarak mütefekkirane meşveret ve bazı köşelerdeki kör ve çıplakların setr ve tedavisine hizmet ediyorlar. İşte sen, şu sûret-i vahşiyane ve eblehanede avretin açık, gözün kapalı olarak içlerine girsen, acaba bundan daha büyük maskaralık ve zarar olabilir mi? Hakî-katen, bence bir Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyetten tecerrüd etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez. En ebleh, en sefih bile, sedd-i rasîn-i istinadımız olan İslâmiyete bütün mevcudiyetiyle taraftardır; lasiyyema, siyasetten haberdar olanlar.

    Hem, Zaman-ı Saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki, bir Müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dîni İslâmiyete tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dîne dahil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mesele; taklit ise ehemmiyetsizdir. Halbuki, edyan-ı saire müntesipleri mutlaka fevc fevc muhakeme-i akliye ile ve bürhan-ı katî ile daire-i İslâmiyete dahil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete layık doğ-ruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardır.
    Münâzarât, ss. 80-86.




    Siyasetçi nadiren tam dindar olur

    Hakikî Hıristiyanlık değil, belki şimdiki Hıristiyan dininin esasiyle İslâmiyetin esası mühim bir noktadan ayrıldığından; sabık farklar gibi çok cihetlerle ayrı ayrı gidiyorlar. O mühim nokta şudur:

    İslâmiyet, tevhid-i hakikî dinidir ki; vasıtaları, esbabları ıskat ediyor. Enaniyeti kırıyor, ubûdiyet-i halise te’sis ediyor. Nefsin rubûbiyetinden tut, ta her nevi rubûbiyet-i batılayı kat’ediyor, reddediyor. Bu sır içindir ki; havasdan bir büyük insan tam dindar olsa, enaniyeti terk etmeye mecbur olur. Enaniyeti terk etmeyen, salabet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder.

    Şimdiki Hıristiyanlık dini ise; "Velediyet Akîdesi"ni kabûl ettiği için, vesait ve esbaba te’sir-i hakikî verir. Din namına enaniyeti kırmaz; belki Hazret-i İsa Aleyhisselamın bir mukad-des vekili diye, o enaniyete bir kudsiyet verir. Onun için, dünyaca en büyük makam işgal eden Hıristiyan havasları, tam dindar olabilirler. Hatta Amerika’nın esbak Reis-i Cumhuru Wilson ve İngilizlerin esbak Reis-i Vükelası Lloyd George gibi çoklar var ki, mutaasıb birer papaz hük-münde dindar oldular. Müslümanlarda ise, öyle makamlara girenler, nadiren tam dindar ve sa-labetli kalırlar. Çünkü, gururu ve enaniyeti bırakamıyorlar. Takva-yı hakîki ise, gurur ve ena-niyetle içtima edemiyor.

    Evet, nasıl ki Hıristiyan havassının taassubu, Müslüman havaslarının adem-i salabeti mühim bir farkı gösteriyor; öyle de: Hıristiyandan çıkan feylesoflar dinlerine karşı lakayd veya muarız vaziyeti alması ve İslamdan çıkan hükemaların kısm-ı a’zamı, hikmetlerini esasat-ı İslamiyeye bina etmesi, yine mühim bir farkı gösteriyor.
    Mektûbat, ss. 422-423.



    Siyasetteki muktesit meslek

    Sual : HAŞİYE19 "İnkılaptan on sene evvel, hükûmete nihayet derecede mûteriz olduğun hal-de, hükûmete hücum edenlere dahi îtiraz ederdin. Hatta selatin-i Osmaniyeyi ifratla sena eder-din; hatta derdin: ’Muhtemeldir, Abdulhamid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saa-detine yol versin. Veyahut hata bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir.’ Sonra birden bütün kabahati ona attın. Neden hem îtiraz, hem hücum ederdin; hem de bazılara karşı müdafaa ederdin?"

    Cevap : İnkılaptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşad eden bir zata rast geldim. Siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem, ta o vakitte, meşhur Kemal’in "Rüya"sıyla (**) uyandım. Lakin, maatteessüf,
    sû-i tesadüf ile hükûmete îtiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Araptan sonra İslâmiyetin kıvamı olan Etrakı tadlîl ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan Kanun-u Esasîyi ve hürriyetin îlanını tekfire delil gösterdi, -28- (ila ahir) hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki, -29- bimana -30- ’dır. Acaba sabık istibdadı hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasîye îtiraz eden adamlara nasıl îtiraz etmeyeceğim? Çendan, hükûmete îtiraz ederlerdi; lakin, onlar istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim. İşte, şimdi ehl-i hürriyeti tadlîl eden şu kısımdandır.

    İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm. Dîni bilmiyorlar, ehl-i İslama insafsızca îtiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır. Bununla beraber, istibdat kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni inkılaptan on sene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilalin ekseri masumdur. Lillahilhamd, o vesvese bir iki sene zarfında zail oldu. Ta o vakitte anladım; bizim ekser ahrarımız, mûtekid Müslümanlardır.

    Elhasıl: Hükûmete hücum edenler, bazıları "Haydo, Haydo" derlerdi, bazıları "Haydar Ağa, Haydar Ağa" derlerdi; ben "Haydar" derdim, şimdi de "Haydar" diyorum, vesselam.
    Münâzarât, ss.123-126.

    Vehim : "Sen Selanik’te İttihat ve Terakkî ile ittifak etmiştin, neden ayrıldın?
    İrşad : Ben ayrılmadım, onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey, Enver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim; lakin bazıları bizden ayrıldılar, bataklık yoluna saptılar. Hamiyetlerinde şüphem yoktur, fakat mukabillerinde garaz hissettiler; onlar da, tabiî, garaza ittiba ettiler.
    İçtimaî Reçeteler II, s. 289.

    Sual : "Neden meşrûtî hükûmete ve dinsiz olmayan Jön Türklere mümkün olduğu kadar hüsn-ü zan ediyorsun?"

    Cevap : Mümkün olduğu derecede sû-i zan ettiğiniz için, ben hüsn-ü zan ederim. Eğer öyle ise, zaten iyi. Yoksa, ta öyle olsunlar; yol gösteriyorum.

    Sual : "İttihat ve Terakkî hakkında reyin nedir?"

    Cevap : Kıymetlerini takdir ile beraber, siyasiyyunlarındaki şiddete mûterizim. HAŞİYE20 Me’mûldür ki, o şiddet nedamete ve şefkate inkılap etsin. Lakin, onların iktisadî ve maarifî olan, bahusus şarkî vilayetlerdeki şubelerini bir derece istihsan ve tebrik ederim.
    Münâzarât, ss.135-136.





    İttihad-ı Muhammedî Cemiyetine iki maksatla girdim

    İşittim: İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) namıyla bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet derece-de korktum ki; bu ism-i mübarekin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim: Bu ism-i mübareki bazı mübarek zevat-Süheyl Paşa ve Şeyh Sadık gibi zatlar- daha basit ve sırf ibadete ve Sünnet-i Seniyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o siyasî cemiyetten kat’-ı alaka ettiler. Siyasete karışmayacaklar. Lakin tekrar korktum, dedim:

    Bu isim umumun hakkı-dır, tahsis ve tahdit kabul etmez. Ben nasıl ki, dindar müteaddit cemiyete bir cihetle mensubum. Zira, maksatlarını bir gördüm. Kezalik, o ism-i mübareke intisap ettima İki maksad-ı azîm için:
    Birincisi: O ismi tahdit ve tahsisten halas etmek ve umum mü’minlere şümulünü ilan etmek.
    Ta ki, tefrika düşmesin ve evham çıkmasın.
    İkincisi: Bu geçen musîbet-i azîmeye sebebiyet veren fırkaların iftirakının, Tevhid ile önüne set olmaktı. Vaesefa ki, zaman fırsat vermedi. Sel geldi, beni de yıktı. Hem derdim: Bir yangın olsa, bir parçasını söndüreceğim. Fakat hocalık elbisem de yandı. Ve uhdesinden gele-mediğim bir yalancı şöhret de maalmemnuniye ref’ oldu.
    Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 27-30.




    Siyaseti dine alet etmek

    "Sen her cihette siyaseti, dine, Şeriata alet ediyorsun ve dine hizmetkar yapıyorsun ve yalnız Şeriat hesabına hürriyeti kabul ediyorsun. Ve meşrutiyeti de meşrûiyet suretinde beğeniyorsun. Demek hürriyet ve meşrutiyet Şeriatsız olamaz. Bunun için seni de "Şeriat isterizö diyenlerin içine, Otuz Bir Mart’a dahil ettiler."

    Eski Said onlara demiş ki:
    "Evet, millet-i İslamiyenin sebeb-i saadeti yalnız ve yalnız hakaik-ı İslamiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi Şeriat-ı İslamiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zir ü zeber olur. Ahlaksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır. "
    Hutbe-i Şamiye, s. 79.

    Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki, o Said siya-setle, içtimaiyat-ı İslamiye ile ziyade alakadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki, o, dini siyasete alet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Haşa, belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine alet edi-yormuş. Ve derdi ki: "Dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim." Evet, o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe alet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti, İslâmiyetin hakaikına bir hizmetkar, bir alet yapmaya çalışmış.

    Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların Garplılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe alet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini, siyaset-i İslamiyeye alet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara alet ve tabi olamaz. Ve alet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hatta Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki:

    Bir salih alim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkid ve tefsik etti.

    Eski Said ona dedi: "Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lanet edeceksin." Bunun için Eski Said: dedi. Ve otuz beş seneden beri siyaseti terk etti. HAŞİYE21
    Hutbe-i Şamiye, ss. 52-53.







    (*) Bediüzzaman’a zürefadan biri birgün, irfanıyla mütenasip bir esvap giymesi lüzûmundan bahseder. Müşarünileyh de: "Siz, Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz, hem onun gönder-diği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise, bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum. Onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mamulâtını giyiyorum" buyurmuştur.
    (**) Namık Kemal’in 1908’de Mısır’da neşrolmuş "Rüya" adlı makalesi.

    HAŞİYE 1 Şimdi, Üstad Bediüzzaman bu kırk beş senedeki dehşetli mahkemelerinde aynen bu on bir buçuk cinayetlerini ve on bir buçuk suallerini o Divan-ı Harb-i Örfî'deki gibi tekrar etmiştir ve etmektedir.
    HAŞİYE 2 Evet, daha dehşetli bir istibdad ile pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler.
    HAŞİYE 3 Dikkat lazımdır.
    HAŞİYE 4 Kürtlere medeniyetin garabetini zikrettiğim sırada sinematografı tarif etmiştim.
    HAŞİYE 5 Acele etme! Yani, Mîzan cerîdesinin sahibi Murad haklıdır. Tanîn muharriri Hüseyin Cahid yanlış ve hata ediyor.
    HAŞİYE 6 Haymenîşinler tarafından, yani göçebe, siyah çadırlı bedevîlerin suladir.
    HAŞİYE 7 Güzel bir tarif.
    HAŞİYE 8 O zaman meşrutiyet. Şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konulmuş.
    HAŞİYE 9 Lillahilhamd, kırk beş sene sonra parça parça etmeye başladı.
    HAŞİYE 10 Risale-i Nur’u hissetmiş ki, üç sayfa ile cevap veriyor. Fakat, siyaset perdesi başka renk vermiş.
    HAŞİYE 11 Burada mason ve dönmelerin cemiyetinden haber vermek içinde, bir çeyrek asır istibdad-ı mutlakla hükmeden bir hakimiyeti gaybî ihbar eder.
    HAŞİYE 12 Komünist ve anarşist manasıyla Kemalizmi ve inkılap softalarını ve dönmelerini görmüş gibi haber veriyor.
    HAŞİYE 13 Acele etme; yani şifre gibi işaratı var.
    HAŞİYE 14 Eski Said, Nur’un parlak hasiyetinden gelen kuvvetli ümit ve tam tesellî ile siyaseti İslamiyete alet yaparak, hararetle hürriyete çalışırken, diğer bir hissûi kable’l-vukû ile dehşetli ve ladînî bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir hadîs-i şerifin manasından anlayıp, elli sene evvel haber vermiş. Said’in tesellî haberlerini o istibdad-ı mutlak, yirmi beş sene bilfiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz seneden beri (Şeytan ve siyasetten Allah’a sığınırım) deyip, siyaseti bırakmış, Yeni Said olmuştur.
    Başka bir nüshada bu haşiye şu şekildedir : Eski Said, parlak bir nûrun haysiyetiyle, kuvvetli bir ümitle, tam bir tesellî ile, siyaseti İslamiyete alet fikriyle, hararetle hürriyete çalışırken, diğer bir hiss-i kable’l-vukû ile dehşetli ve dinsizce bir istibdad-ı mutlakın kırk sekiz sene evvel, bir hadîsin manasıyla, geleceğini haber verdiği; ve bir kumandanın çıkmasını ve Said’in tesellî haberlerini yirmi senede bilfiil tekzib edeceğini hissederek, otuz seneden beri "Eûzü billahî mine’ş-şeytani ve’s-siyaseti" deyip, siyaseti bıraktı; Yeni Said oldu.
    HAŞİYE 15 Mevt bir nevmdir.
    HAŞİYE 16 Nasıl ki şimdi yirmi beş sene istibdad-ı mutlakı yapanlar, dindarları irtica ile itham ederek istibdad-ı mutlakın elindeki irtidatlarını saklıyorlar.
    HAŞİYE 17 Tekrar temâşâ et, çünkü bu Arabî fıkra şifrelidir, işârâtı var.
    HAŞİYE 18 Gitme, dikkat et alihimmed olanlar o hadisede sükût ettiler. Garazkar cerîdeler, hakîki hürriyetin sadasını susturdular. Meşrûtiyet pek az adamların üstünemünhasır kaldı. Fedakarları da dağıldılar.
    HAŞİYE 19 Şu sual, maalcevap ehemmiyetsizlik ile beraber, cevapta bir iki nokta-i mühimme vardır.
    HAŞİYE 20Adaletin tevziinde adalet olmazsa, zulüm görünür. Bir hatır için bin hatır kırılmaz. Şiddet ayrı, hamiyet ayrıdır. Bir hodpesent hakkı iltizam etse, çokları haksızlığa sevk eder, belki mecbur eder.
    HAŞİYE 21 Siyaseti Yeni Said bütün bütün terk ettiği için bakmadığından, Eski Said’in siyasete temas eden Hutbe-i Şamiye dersinin (onun yerine) tercümesi yazıldı. haşiyecik
    haşiyecik Hem Üstadımızın yirmi senelik hayatı ve yüz otuz parça kitabı ve mektupları, üç mahkeme (*) ve hükûmet memurları tarafından tam tedkik edildiği ve aleyhinde çalışan zalim mürted ve münafıklara karşı mecbur da olduğu halde, hatta idamı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete alet ettiğine dair en ufak bir emare bulamamaları, dini siyasete alet etmediğini kat’î isbat ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nur Şakirdleri ise, bu fevkalade hale karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakikî ihlasa bir delil saymaktayız.
    Nur Şakirdleri
    (*) Şimdi yüz mahkeme.






    1- Hak yücedir ve hiçbir şey ondan daha yüce değildir. (Keşfü'l-Hafa, 1:127, Hadîs No: 362.)
    2- Akıllı olanlara bu dediklerim yeterlidir. Ben köyü çağırdım, eğer köyde kimseler varsa.
    3 Büyüklük Allah’ındır ve minnet de Ona mahsustur.
    4 Öldükten sonra diriliş.
    5 Keşke toprak olsaydım. (Nebe’ Sûresi, 40.)
    6 Beşikte iken konuştu. (Meryem Sûresi: 29.)
    7 Safa vereni al, keder vereni bırak.
    8 "İnsanlar kendi idarecilerinin yolundadırlar." (Keşfü’l-Hafa, 2:311.)
    9 Tam ve mükemmel hürriyet, kişinin firavunlaşmaması ve başkasının hürriyeti ile alay etme-mesidir. Şüphesiz, gaye haktır; ama mücadele usûlüne uygun değildir.
    10 Hürriyet, Rahman olan Allah’ın bir hediyesidir. Çünkü, o îmanın özelliğidir.
    11 Şüphesiz ki Allah, kuvvet ve kudret sahibidir.
    12 Ve işlerde onlarla istişare et. (Âl-i İmran Sûresi: 159.)
    13 Onların aralarındaki işleri istişare iledir. (Şûra Sûresi: 38.)
    14 Ölmeden evvel ölünüz!
    15 Hadîs-i şerif: "Hepiniz çobansınız ve idareniz altındakilerden mes’ulsünüz." (Müslim, İmare: 20.)
    16 İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. (Necm Sûresi, 39.)
    17
    Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir. (Keşfü’l-Hafâ, 1:462. Hadîs no: 1515.)
    18
    En birinci hile, hileleri terk etmektir.
    19 Zarûretler haramları mübah kılar.
    20 Arap atasözü: "Vücudu hastalıktan şişerek dolgunlaşmış kimseyi güzel gördün."
    21 Hayır! Aksine, ben bir akarsudan su almak istedim. Bir bulutun çalışıp yağmur indirmesini arzu ettim. Siyah gözlüyü güzel gördüm. Ben hûri gibi güzel, hür bir hürriyeti methettim.
    22 Ayrılığa düşüp dağılmayın. (Şûra Sûresi: 13.)
    23 Ümidinizi kesmeyin. (Zümer Sûresi: 53.)
    24 "Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin." Mâide Sûresi, 5:51.
    25
    Bir kısmınız, Allah’ı bırakıp da bir kısmınızı ilahlaştırmasın.
    26 Hüküm ekseriyete göre verilir.
    27 Şu kaideye binaendir ki: Hoşgören gözün ziyneti, lütuf ve şefkatle hüsn-ü nazar etmekte ve kalbin nuru dahi rıfk ve rahmettedir. Hakka tevfik ayağıyla çıkılır. "Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim." (Buharî, Tevhid: 15, 35; Müslim, Tevbe: 1) misbahıyla aydınlanmayı ihtiyar eden, saadete erişir.
    28 Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, (Maide Sûresi: 44, 45, 46.)
    29 Kim hükmetmezse...
    30 Kim tasdik etmezse...

  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 8.447, Level: 61
    Points: 8.447, Level: 61
    Level completed: 99%,
    Points required for next Level: 3
    Level completed: 99%, Points required for next Level: 3
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Hakikatbin - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Üye

    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Mesajlar
    781
    Points
    8.447
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    18

    Standart Cevap: I Hürriyet İmanın Hassasıdır; Meşrutiyet Meşveret-i Şer'iyedir (1908-1920)

    üsdat gerçek hürriyeti islamda görüyor....faydalı bir paylaşımdı .emeğine sağık tahir kardeş...

  3. #3
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: I Hürriyet İmanın Hassasıdır; Meşrutiyet Meşveret-i Şer'iyedir (1908-1920)

    ben teşekkür edrim kardeşim

    yaw müthiş oldu ha

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •