Bir insanın ilk teslim alınacak ve hiç teslim edilmeyecek olan yeri kalbidir. Kalp, gerek madde gerekse mâna olarak bütün organların, his ve duygula*rın merkezidir. Teslim edilmedikçe, hiçbir gücün hâkim olamayacağı en muhkem ve mahrem yerdir.

Âlemlerin rabbi müstesna, orada mevcut olanı başkasının görmesi, bilme*si, ona müdahale etmesi de mümkün değildir.

Büyükler, vücut uzuvlarının kalple olan münasebetlerini şöyle anlatırlar: “Göz insana yol gösterir, kulak gelecek tehlikeleri duyurur, dil tercümanlık yapar, eller tutar ve dokunur, ayaklar posta hizmetini yerine getirirler. Kalp ise bir hükümdardır. Hükümdar huzur içerisinde olursa, maiyeti ve or*dusu da huzur içinde olur.”

O halde insan denen bu mükemmel varlıkta, öncelikle ele alınması, tanın*ması, ihtiyaçları temin edilmesi ve her türlü tehlikelere karşı muhafaza edilmesi gereken kalptir.

Burada sözünü ettiğimiz kalp, yüreğimizde bulunan nurdan bir cevherdir. Âlimlerimiz bu cevhere, “kalb-i hakiki” de derler.

Hakiki kalp, rabbânî, ruhanî bir latifedir ve insanın hakikatidir. İnsanda rabbini tanıyan, iman edip ibadet yapmaktan zevk alan bu kalptir. Allah Teâlâ’ya muhatap olan odur. Yani nazargâh-ı ilâhîdir. Allah Teâlâ’ya, kal*bin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir.

Dolayısıyla insan genel bir çerçeve içerisinde ele alındığında, yapılacak ilk iş bu latif, rabbânî ve ruhanî kalbin dünyevî duygulardan arındırılmasıdır. Yani yaratılışındaki saflığın kazandırılmasıdır.

Her yaratılan gibi, kalp de eksik ve muhtaç bir karakterde yaratılmıştır. İhtiyaçları, ancak Allah’ı bilmek, sevmek ve O’na teslim olmakla giderilir. Allah’ı bilmek, sevmek ve O’na ulaşmak için de, O’ndan haber getiren, O’nu sevdiren ve O’na götüren bir elçi, bir rehber ve bir yol gerekir. Bu özetin içinde ilk insandan kıyamete kadar bütün peygamberler, onların yo*lundan giden âlimler, evliyalar ve her birinin yaşadığı, tebliğ ettiği tevhid yolu bulunur.

İşte bu yolda kalp, kendisine ulaşan haberler çerçevesinde Allah’a ve O’nun rızasına açık, gayrisine kapalı olmak zorundadır. Çünkü sadece bu ulvî gaye için yaratılmıştır.

Böyle bir kalp, ilâhî nur ve sırların merkezi olur. Böyle bir kalp, Allah’ın fe*yiz ve bereketinin yeşerip geliştiği bir bahçedir. İlâhî güzellikleri aksetti*ren bir aynadır. O aynaya bakanlar, yalnız ilâhî tecellileri görürler. Kendi kalplerinin de bu lutuf ve ihsana mazhar olması için onların yoluna gönül verirler.

İşte, sadece böyle bir kalp Allah’a aittir. O kalbin sahibi de gerçek ve mü*kemmel insandır.

İnsanlığın huzuru, mutluluğu için aranan çözümler, onun kalbini huzur ve sükûna kavuşturmadıkça hedefine ulaşabilir mi?

Hayranlık duyduğumuz zengin memleketlerdeki insanların ruhî bunalımını artık bütün dünya biliyor. Filan ülkede uyuşturucu şu kadar yaygın; falan ülkede suç oranı şu kadar arttı diye her gün okuyor, izliyoruz.

Gündüz bile sokaklarında kolay kolay dolaşılamayan, mânevî boşluk için*deki gençler ve çeteler tarafından esir alınmış bir şehirde zenginlik yeter mi gerçekten?

Sözünü ettiğimiz şehirler hayal ürünü yerler değil; gıptayla baktığımız zen*gin Batı şehirlerinden söz ediyoruz.

O şehirleri idare edenler, şimdilerde insanlarının hep ihmal edilen mânevî tatminlerini nasıl sağlayacaklarını düşünmektedirler. İnsanların kalplerini nasıl huzur ve sükûna kavuşturacaklarını tartışmaktadırlar.

Maddî üstünlükleri sebebiyle örnek aldığımız memleketler, daha da geç ol*madan istilânın asıl yüzünü, ruhunu, kalbini keşfetmeye çalışırken, bizler de unutma çabası içinde gibiyiz.

Maddî refahı hayatımızın yegâne hedefi haline getiren, mânevî terbiyeyi ve şahsiyet olgunluğunu tamamen göz ardı eden bir anlayış, her geçen gün daha da yaygınlaşmaktadır. Çoğu zenginlerimiz servetlerine servet katma peşindeyken, fakirlerimiz de bir an evvel hangi yolla olursa olsun zengin olmanın dışında her şeyi unutmuş gibi.

Elbette maddî imkânlar herkes için önemlidir. Fakat iyi ve olgun insan ol*manın malla-mülkle ilgisi yoktur. İç âlemimizi, durumumuzu ihmal ettikçe, ne ahlâklı insan olmaktan ne de iyi vatandaş olmaktan söz edebiliriz. Top*lumsal barış diye bir kavramı konuşacaksak, önce kendi fıtratıyla barışık fertlerden söz etmemiz gerekmez mi?

Fıtrat dediğimiz kavram, başta zikrettiğimiz gibi insanın fizikî varlığının çok ötesinde mânalar taşır. İmanın, sevgilerin, korkuların, taleplerin mer*kezi olan kalbi de içine alır. Oysa günümüz insanı bırakın o gayreti, ruhu ve kalbi olduğunu unutmuş gibi yaşamaktadır.

Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm ve Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v), o mânevî yanımızın olgunluğu ölçüsünde insan sayılabileceğimizi ısrarla ha*tırlatırken;

İmam Gazâlîlerimiz, İmam-ı Rabbânîlerimiz, Ahmed Yesevîlerimiz ve da*ha binlerce âlimlerimiz ve mürşidlerimiz o mânevî yanımızı en ince detay*larına kadar izah etmiş ve bize öğretmişlerken;

Biz, yeryüzünde müslüman olarak yaşayanlar, şimdi hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey duymamış gibi olabilir miyiz?

Tekrar hatırlatalım; kalp, bizi insan yapan cevherimiz ve merkezimizdir. Allah Resûlü’nün (s.a.v) buyurduğu üzere, o düzelip selim hale gelince her şeyimiz düzelecek. Bozulursa da her şeyimiz bozulacak. Fikrimiz, mantığı*mız, düşünme biçimimiz ve hayata bakışımız… İşlerimiz, amellerimiz ve ahlâkımız… Ailemiz, sokağımız, şehrimiz ve nihayet bütün toplum…

Gerçekten Allah rızasını gözeten bütün faaliyetlerin hedefi, işte bu sebep*le insanın öz varlığı, yani kalbidir. Ehl-i sünnet çerçevesindeki tasavvufî terbiyenin de öyle.

Bazı yanlış uygulamalardan yola çıkarak, sadece ruhen ve ahlâken insanın olgunlaşmasını gaye edinen İslâmî çabaları, bir tür güç ve nüfuz kazanma veya insanları kendine göre idare etme faaliyeti olarak değerlendirmek, gerçeğe aykırıdır.

Diğer taraftan amacı güç ve nüfuz olan, insanları idare etme sevdasıyla yola çıkmış olan her kim varsa, görüntüsü ve sözleri ne olursa olsun “İslâ*mî” sıfatıyla tavsif edilemez.

Kalbi hedef alan hiçbir çaba, kimseye bir tepki içinde olamaz. Yani mümin reaksiyoner değildir. Bir şey ispat etme, “biz varız, buradayız” deme ga*yesi de gütmez. Bu tavır büyük ihtimalle riyadır ve mânevî kalp hastalığı*dır.

Evet, İslâm kalplerin dinidir. Müslümanların derdi, hedefi ve gayesi her za*man ve her yerde kalbidir. Çünkü bütün âzaların hükümdarı olan kalp ulvî vasıflara sahip olursa, bir müminin asla vazgeçemeyeceği özellikler olan adalet ve merhametle, ihsan ve lutufla, zühd ve takvâyla, irfan ve ilimle donanacaktır.

Kalp o tertemiz fıtratını yitirdiğinde ise şirk, riya, gurur, zulüm ve nefsin di*ğer bütün çirkinliklerinin istilâsına uğrayacak, neticede ebedî mahkûmiyet ve zillete düşecektir.

Bunu bilen müminin asıl korkusu, rabbinin nazargâhı olan kalbinin ifsat ol*ması, çirkinliklerle kararıp körelmesidir. Zira Cenâb-ı Mevlâ, “Gözler körel*mez, ama sinelerdeki kalpler körelir” (Hac 22/46) buyuruyor.

Mümin, yüce Allah’ın İsrailoğulları’na hitaben buyurduğu şu ihtardan da ders alır:

“Kalpleriniz katılaştı, artık onlar taş gibi, hatta ondan da katı. Çünkü öyle taş var ki, içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi var ki, çatlar da bağrından su kaynar. Ve öylesi var ki, Allah’a olan tazimi sebebiyle yukarıdan düşüp parçalanır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (Bakara 2/74)

İnsanlık tarihi boyunca ve bugün, katılaşmış kalp sahipleri önce kendileri*nin, sonra bütün insanlığın düşmanıdır. Tarihin gördüğü bütün kıyımların, bugün yaşadığımız, duyduğumuz büyük küçük bütün zulümlerin en temel*deki sebebi bu değil mi?

Özellikle bugün, ilâhî hakikatleri, iyiyi ve güzeli tanımayıp kabul etmeyen asrın insanı, ancak kendini perişan etmektedir. Bunalımlarının asıl sebebi*nin, âlemlerin rabbini bilmemek, O’nu sevmemek ve O’ndan korkmamak olduğunu anlayamamakta, yani kalbinin gerçek sahibine onu teslim etme*mektedir.

Artık anlamak zorundayız: “Kalpler ancak Allah’ı anmakla itminana kavu*şur.” (Ra‘d 13/28)

Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.


Muhammed Saki Erol