Zülkarneyn Aleyhisselâm.
Resûlullah’ın hak peygamber olduğunu tesbit edebilmek için Yahudiler Mekkeli müşriklere şöyle akıl vermişlerdi: “Orada bir peygamber çıkmış, eğer o hakiki bir peygamberse kendisine Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn ve rûhun mâhiyeti hakkında mâlumat sorun! Şâyet Ashâb-ı Kehf ile Zülkarneyn için tam, rûhun mâhiyeti hakkında da kısmen cevap verirse hakikaten peygamberdir, kendisine tâbi olun! Fakat, bu üç şeyden haber veremezse yalancıdır!” Mekkeli Müşrikler’de Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimize gelerek: “Ashâb-ı Kehf ve doğu ile batıya sefer yapan Zülkarneyn kimdir? Rûhun mâhiyeti nedir?” diye sordular. Bunun üzerine şu âyetler nâzil oldu.
"(Ey Muhammed!) Bir de sana Zülkarneyn hakkında soruyorlar. De ki ‘Size ondan bir anı okuyacağım.’ Biz onu yeryüzünde kudret sahibi kıldık ve kendisine her konuda bir yol verdik. O da (Batı'ya gitmek istedi ve) bir yol tuttu. Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu. Orada (kâfir) bir kavim gördü. ‘Ey Zülkarneyn! Ya (onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın’ dedik.
Zülkarneyn, ‘Her kim zulmederse, biz onu cezalandıracağız. Sonra o Rabbine döndürülür. O da kendisini görülmedik bir azaba uğratır’ dedi. Her kim de iman eder ve salih amel işlerse ona mükâfat olarak daha güzeli var. (Üstelik) ona emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz.
Sonra yine (doğuya doğru) bir yol tuttu. Güneşin doğduğu yere ulaşınca onu, kendileriyle güneş arasına örtü koymadığımız bir halk üzerine doğar buldu. İşte böyle. Şüphesiz biz onun yanındakileri ilmimizle kuşatmışızdır.
Sonra yine bir yol tuttu. İki dağ arasına ulaşınca, bunların önünde, neredeyse hiçbir sözü anlamayan bir halk buldu. Dediler ki ‘Ey Zülkarneyn! Ye'cüc ve Me'cüc (adlı kavimler) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktadırlar. Onlarla bizim aramıza bir engel yapman karşılığında sana bir vergi verelim mi?’ Zülkarneyn, ‘Rabbimin bana verdiği (imkan ve kudret sizin vereceğiniz vergiden) daha hayırlıdır. Şimdi siz bana gücünüzle yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir engel yapayım. Bana (yeterince) demir madeni getirin’ dedi. İki yamacın arasındaki boşluğu (dağlarla) bir hizaya getirince ‘körükleyin!’ dedi. Demiri eritip kor (gibi) yapınca da ‘Bana erimiş bakır getirin, bunun üzerine boşaltayım’ dedi. Artık onu ne aşabildiler, ne de delebildiler. Zülkarneyn, ‘Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vaadi (kıyametin kopma vakti) gelince onu yerle bir eder. Rabbimin vaadi gerçektir’ dedi. " (Kehf: 83-98)
Zülkarneyn seddinin yıkılması kıyamet alametlerindendir. Bu sed bugünkü Çin seddinden farklıdır. Nerede olduğu hakkında ihtilaf vardır. Kıyamete yakın yıkılacak, Ye’cüc ve Me’cüc kavimleri yeryüzüne yayılarak fesat çıkaracaklardır.
Zülkarneyn kelimesi iki asır sâhibi mânâsına gelmektedir. Tevhid sancağını maşrıka ve mağribe taşıyarak dünyanın şark ve garbını dolaşması, Allah’ın kendisine nûr ve zulmeti musahhar kılması gibi sebeplerle O’na Zülkarneyn ünvanı verilmiştir. Hazret-i Zülkarneyn’in peygamber mi yoksa velî mi olduğu husûsunda ihtilâf vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de doğuya ve batıya yaptığı seferler zikredilmiştir. Hazret-i Nûh’un oğlu Yâfes’in soyundandır. Asıl ismi İskender’dir. Yemen’de yaşamış olan Münzir İskender ile Aristo'nun talebesi olan Makedonyalı İskender'den daha önce yaşamıştır Makedonyalı İskender M.Ö. 3. asırda Makedonya’da dünyaya gelmiştir. İskender-i Zülkarneyn aleyhisselam ise Hazret-i İbrahim aleyhisselam zamanında yaşamıştır. Hatta O’nunla haccetmiş, duâsını almıştır. Makedonyalı İskender ise tarihi bilgilere göre herhangi bir set inşa etmemiştir. Allah’â iman eden bir kimse de değildir.
Zülkarneyn aleyhisselâm, teyzesinin oğlu Hızır aleyhisselâm’a ordusunda kumandanlık vazifesi verdi. Kâfirlerle savaştı. Ye’cûc ve Me’cûc kavmine karşı bakır ve demir karışımı bir set yaptı. Allah’ın dinini, tevhid akidesini yaydı, insanlara hakkı ve hakikati tebliğ etti. Medine-i Münevvere ile şam arasında Dûmet’ül Cendel denilen yerde vefat etti. Mekke civarında Tihâme dağlarında defnedildi.
Kurtubî’nin tefsirinde rivayet edidiğine göre yeryüzünün tamamına sadece dört kişi hâkim olabilmiştir. Bunların ikisi mû’min, ikisi kâfirdir. Mü’min olanlar, Zülkarneyn ile Süleyman aleyhisselâm, kâfir olanlar ise Nemrûd ve Buhtûnnasr’dır. Bütün dünyaya hakimiyet sağlayacak beşinci kişi de bu ümmetten çıkacaktır O’da Mehdi aleyhisselamdır.
Cenâb-ı Hak buyuruyor: “Allah, İslâmı bütün dinlere üstün kılacaktır.” (Tevbe: 33)
Hazret-i Ali efendimize, Zülkarneyn aleyhisselâm’ın yeryüzünün doğularına ve batılarına ulaşmaya nasıl güç yetirebildiği sorulunca şu cevâbı vermiştir: “Bulutlar ona boyun eğdirilir, lâzım olan her şey emrine verilir, nûrlar açılır da gece ile gündüz kendisi için müsâvi olurdu.”[1]
O’na beyaz ve siyah sancak ihsan edildi. Gündüz giderken siyah sancağı arkasına koyunca, ardını karanlık basıyordu. Böylelikle gelen düşman kendisini bulamıyor, yolunu kaybediyor, karanlıklar içinde kalarak mağlup oluyordu. Geceleyin ise beyaz sancağı önüne alıyor, kendisi ve askerleri için gündüz gibi bir aydınlık teşekkül ediyor ve düşmana karşı büyük zaferler kazanıyordu.
Zülkarneyn Aleyhisselam adil ve tebasına karşı merhametli bir hükümdardı. İnsanların gönlünde taht kurardı. İnsanlığın hayrına olan işler yapardı.
Allahümme inni es’elüke rıdake ve rıda habibike ve cemalike ve cemali habibik.
Allahümme inni es’elüke bi gurbik ve bi gurbi habibik. Ve bi gurbi darul karar ya rabbel alemin.
Bir kısım ulema da Kur’ân’daki hikmet ve misallerden, erlerin kalplerini titreten, dağları sarsan vaazlardan, va’d, vâid, inzar, tebşir, ölümü hatırlatma, mead, neşr, haşr, hisâp, ikâb, Cennet ve Cehennem bahislerinden nice fasıllar ve vaazlar çıkardılar, Zecr Usûlünü derleyip topladılar. Bunun için kendilerine Hatipler ve Vâizler adı verildi.
Bazı ulema da Yusuf Sûresi’nden istifade ederek rüya tabiri ilmini yazdılar ve rüyaları Kur’ân-ı Kerîm’e göre tabir ettiler. Rüya tabirini, Kur’ân-ı Kerîm’den çıkarmakta güçlük olduğunda Kitâbullâh’ın tefsiri ve izâhı demek olan Sünnete müracaat ettiler. Tabiri Sünnetten çıkarmakta güçlük olduğunda ise hikmet ve emsallerden çıkardılar. Alimlerden bir cemaat de Mevâris âyetinde zikredilen hisseler ve hisse sahiplerinden ve daha başka ayetlerden(?) Ferâiz ilmini çıkardılar.
Bir kısım alimler de güneş ve ay ile bunların menzillerinde, yıldızlarda, burçlarda ve sairede olan açık hikmetlere delâlet eden âyetlerden Takvim ve Vakitler ilmini çıkardılar.
Edip ve şairler, Kur’ân'ın cevâmiü’l-kelim ifadelerinin fesahat ve belagatından ve daha nice nice inceliklerinden Meâni, Beyân ve Bedi ilimlerini çıkardılar ve anladılar.
Kur’ân-ı Kerîm’e bakan hakikat ve işâret ashâbına da Kur’ân-ı Kerîm’in kelimelerinden öyle derin mânâlar ve ince hikmetler ayan oldu ki bu alimler, fenâ, bekâ, havf, reca, heybet, üns, celal, cemal, haşyet, hayret, kabz, bast, huşu, huzur ve benzeri nice ıstılah ve terimleri tayin ve vaz’ ettiler. Müslüman milletler bu zikrolunan ilimleri Kur’ân’dan aldılar.
Bunlardan başka Kur’ân-ı Kerîm, eski ilimlerden tıp, cedel, hey’et, hendese, cebir, mukabele, nücum, takvim gibi nice ilimleri de ihtiva etmektedir.
Tıp ilminin esasını, bozulan sağlığı iade etmek veya hastaya şifa vermek teşkil eder. Sağlığı korumak ve takviye etmek birbirine zıt keyfiyetler karşısında mizacın itidal üzere tutulması ile mümkündür.
Kur’an-ı Kerim’de şânı yüce Allah’ın:
يَا بَنى ادَمَ خُذُوا زينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُوا اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفينَ
“Ey Adem oğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yeyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (Âraf Sûresi, Âyet 31) âyet-i kerimesiyle sağlığı korumaya,
ثُمَّ كُلى مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُكى سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلًا يَخْرُجُ مِنْ بُطُونِهَا شَرَابٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ فيهِ شِفَاءٌ لِلنَّاسِ اِنَّ فى ذلِكَ لَايَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
“Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.” (Nahl: 69) âyetiyle de vücudu takviye etmeyi işaret buyrulduktan sonra cisimlerin tıbbına, kalplerin tıbbı ve göğüslerin şifası eklenir.
يَا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَتْكُمْ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَشِفَاءٌ لِمَا فِىالصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنينَ
“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, mü’minler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.” (Yunus: 57)
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْانِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنينَ وَلَا يَزيدُ الظَّالِمينَ اِلَّا خَسَارًا
“Biz, Kur’ân'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o mü’minler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca hüsranını artırır.” (İsra: 82)
Hey’et (Astronomi) ilmi, birçok sûrelerin âyetlerinde yer alır. Göklerin ve yerin melekûtundan, ulvî ve suflî âlemler üzerine yayılmış bulunan yaratıklardan bahsedilir.
Kur’ân’da, münâzara, tartışma ilmine dair birçok âyetlerde deliller, mukaddimeler, neticeler ve daha birçok hususlar yer alır. Hazret-i İbrahim aleyhisselâtü vesselâm’ın Nemrud ve kavmi ile münâzarası bu hususta büyük bir esas teşkil eder.
Cebir ve mukabele ilmine gelince, bazı sûrelerin başlarındaki kesik harflerin, müddetlere (sürelere), geçmiş milletlerin tarihlerine ve belirli günlerine, ümmet-i Muhammed’in bekasının tarihine ve dünyanın ömrüne işaret edildiği söylenmiştir.
İbn’ün-nedim de kendisinden önceki alimlerden kimlerin Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir ettiklerini; Kur’ân-ı Kerîmin mânâlarını, müşkillerini, mecazlarını, lügatlarını, lügatlarının garîblerini, kırâat tarzlarını, noktaları, şekilleri, lâm’ları, vakf ve ibtidaları, maktû ve mevsulları, elfâz ve mânâları, müteşâbihleri, mushaflardaki heceler, Kur’ân’ı Kerîmin cüzleri, Kur’ân-ı Kerîmin faziletleri, Kur’ân-ı Kerîmin nasih ve mensuhları, âyet ve sûrelerin nüzûl tarihleri, Kur’ân-ı Kerîm’in hükümleri ve çeşitli mânâları hakkında kimlerin hangi eserleri yazdıklarını uzun uzadıya açıklar.
Kadı Ebû Bekir bin Arâbiye göre Kur’ân-ı Kerîm, kelimelerinin sayısınca ilmi ihtiva etmektedir.
Seyyidü’l-müfessirînden Fahrurâzi der ki “Yalnız şu Fatiha sûresinin ihtiva ettiği faide ve nefiselerden on bin kadar mesele çıkarılması mümkündür.”
Şeyhülislam İbn-i Kemal merhum da bir manzûmesinde şöyle der:
Bilmek istersen eğer sen aded-i âyâtı,
Cümlesi altı bin ü altı yüz altmış altı.
Binidir va’d beyânında anın, bini vâid,
Binidir emr-i ibâdet, bini nehy-i tehdîd,
Bini emsâl-i iberdir, bini ahbâr-ı kasas,
Beş yüz âyât helal ile harama muhtas.
Buldu yüz âyet-i tesbîh’i duâda cu-rüsûh,
Altmış altısı dahî âyet-i nâsih ve mensûh.
Münderacât itibarı ile Kur’ânın taksimatı şöyledir :
1000 Emir âyeti
1000 Nehiy (yasak) âyeti
1000 Tebşir (müjde) âyeti
1000 İnzar (azab) âyeti
1000 Kısas ve Haber âyeti
1000 Emsal ve İbret âyeti
500 Helâl ve Haram âyeti
100 Dua ve Tesbih âyeti
66 Nâsih âyet ihtiva eder.
Bir hadisinde Peygamberimiz:
“Önceki Kitaplar, tek Bâb ve tek harf (lügat) üzerine inmişti.
Kur’ân ise:
1. Emir,
2. Nehiy,
3. Helâl,
4. Haram,
5. Muhkem,
6. Müteşâbih,
7. Misallar’den mürekkep olmak üzere yedi bâb ve yedi harf (lügat) üzere inmiştir.
Onun helâlini, helâl kılınız!
Onun haramını, haram kılınız!
Onda emrolunduğunuz şeyleri işleyiniz!
Onda nehyolunduğunuz şeylerden sakınınız!
Onun getirdiği temsillerden ibret alınız!
Onun muhkemleri ile amel ediniz!
Onun müteşâbihlerine de iman ediniz ve “Rabbimizin katından inzal edilenlere iman ettik” deyiniz.” buyurmuşlardır.
Abdullah bin Mes’ud, “İlim isteyen, Kur’ân’ı mütâlaa etsin. Çünkü, öncekilerin de sonrakilerin de ilmi onun içindedir. Ben, ne zaman size bir hadis haber versem onun, Kitabullah’taki doğrulayıcı delilini de haber verebilirim.” buyurmuş; Abdullah bin Abbas ise “Eğer, benim devemin diz bağları kaybolsa, muhakkak onu da şânı yüce Allah’ın kitabında bulurum.” demiştir. Said bin Cübeyr de şöyle buyurur: “Bana Resûlullah aleyhisselâtü vesselâm’dan hiçbir hadîs erişmemiştir ki onun doğrulayıcı delilini Kitâbullah’ta bulmuş olmayayım.”
Kur’ân-ı Kerîm'de yer alan hükümler insanların gücü yeteceği ölçüdedir. Âyette şöyle buyurulur:
لَا يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَااكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسينَا اَوْ اَخْطَاْنَا رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَا اِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذينَ مِنْ قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِه وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَناَ وَارْحَمْناَ اَنْتَ مَوْلينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرينَ
“Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” (Bakara: 286)
Kur’ân-ı Kerîm'de yer alan hükümlerin başka bir özelliği de tatbikinin kolay olmasıdır. Bunun delili,
يُريدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُريدُ بِكُمُ الْعُسْرَ
“…Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez...” (Bakara:185)âyet-i celilesidir.
Hazret-i Peygamber âyetlerde belirtilmeyen hususlarda ağır hükümler konulmasından çekinirdi. Hac ibadeti farz kılınınca Resûlullah aleyhisselâtü vesselâm bunu tebliğ etmiş ve Ashab-ı Kiram’a hac yapmalarını bildirmiştir. Bir sahabenin, bu ibadet için “Her yıl mı?" sorusunu üç defa tekrarlaması üzerine, Allah'ın Resûlü şöyle buyurmuştur: "Sizden öncekiler, peygamberlerine çok soru sormaları ve aldıkları cevaplarla amel etmemeleri yüzünden helak olmuşlardır. Ben sizi kendi hâlinize bıraktığım sürece siz de beni kendi hâlime bırakın."[3] buyurmuştur.
Şânı yüce Allâh’ın hikmet verdiği bir kimse için biiznillah Kur’ân’dan bulup çıkarmayı mümkün kılmadığı hiç bir şey yoktur.
Hakikat ehline göre, Kur’ân-ı Kerîm bütün hakikatları içinde toplayan ilmi ledünnînin icmâlidir. Hızır aleyhisselâtü vesselâm da şânı yüce Allah tarafından kendilerine hususi ilim verilmiş olan seçkin kullardandır.
Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor:
فَوَجَدَا عَبْدًا مِنْ عِبَادِنَا اتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا
“Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki ona katımızdan bir rahmet vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (Kehf: 65)
[2] Hâkim Müstedrek
[3] Hadis, Buhari