Kuddûsî’ye göre, sûfî, düşünce dünyasına yoğun bir şekilde daldığı zaman, insan
kendi dışındaki dünyada algılayamayacağı şeylerle karşılaşır. Sûfîye göre her varlık ve bizim
perspektifimizde iyi veya kötü bilinen her şey bir hikmete mebni olarak yaratılmıştır. Hata
sûfîler, inanmayanların ve kendilerine buğz edenlerin de bir hikmet için yaratıldıklarını
görülmektedir. Onun için hadiste geçen “ Yetmiş iki fırkanın delâlette” olmadığı sonucu
ortaya çıkmaktadır1503.
Kuddûsî’nin düşüncesinde, cehennemin yaratılması, insanların uçması, ateş vb.
hiçbir nesne ve fenomen abes/unreasonable yaratılmamıştır. Kısacası evrendeki her şey bir
gaye için yaratılmıştır. Akleden varlıkları ve Yaratıcı’nın doğuştan iç dünyalarında
yerleştirdiği sevgiden dolayı diğer canlı varlıklar arasındaki mecazî aşkda abes değildir.
Çünkü mecazî aşk, hakîkî aşkın kantarıdır. Yaratılan varlıkların dış görünüşlerinden insanlar
bir paradoksla karşı karşıya kalabilirler, fakat, varolan her paradoksun altında bir İlâhî hikmet
vardır. Bundan dolayı, hiçbir bir varlık abes olarak yaratılmamıştır. Hayır ve şer diye
isimlendirdiğimiz her olgu, her eşyânı bir yaratılış amacı vardır. Zannedilmesin ki, Mecnun
ve Leyla abestir. Âhirete ölçü olan dünyada abes yaratılmamıştır. Onun için sûfî dünyayı abes
görmemelidir. Kâfirleri yaratmasında Hırısitiyan, Yahudi ve müşriklerin yaratılmasında abes
değil, hikmet vardır. Ma’rifet sahibi sûfî, hiçbir şeyi abes olarak görmemelidir1504.
Uyumaz on sekiz bin âlemin hâlkı sana n’oldu
Ederler cümlesi tesbih u ezkar u duâ ikaz
Uyumaz arş u ferş şems u kamer mâh u necm u kürsî
Bulut, kar, yıldırım, yağmur çu bunlar daima kar1505.
Kuddûsî’ye göre, bütün varlıklar Allah’a kullukta sahv/uyanık durumda olmalıdır.
Varlık evreninde hiçbir varlık yoktur ki, Allah’ı her an zikretmek için sahv/uyanık hâlde
olmasın. Güneşten en küçük yıldıza, vahşi hayvanlardan balıklara, cinlerden meleklere,
denizlerden göklere, buluttan yağmura kadar bütün varlıklar uyanık bir şekilde Allah’ı sürekli
anarken, âşık sûfînin gecesini uyuyarak geçirip Allah’ı anmaktan gafil durması mümkün
değildir.
Varlık âleminde mevcut olan bütün eşyâ, sürekli Allah’ı anmak ile meşgûlken,
âşık sûfîlerin, Allah’ı gece gündüz anmaması, gecelerini uyku ile geçirmeleri mümkün
değildir. Onların bu vasıfları, Allah’ı anmayan, bir ân bu ibâdetten gafil olan ve aşk ile gönül
dünyalarını aydınlatmayan kişilerin vasıflarından tamamen uzaktır. Onun için, Allah’a
vuslatın ve O’na hesap vermenin bedeli o kadar ucuz değildir. Zira bütün eşyâ, hesap
gününün vermiş olduğu ağır yükün sorumluluğu altında ezilirken, O’na kendini adamış âşığın
bu bilinçten gafil kalması imkânsızdır. Nimetin ve varlığın, insan için yaratıldığı düşüncesinin
hâkim olduğu bir dinde, o dine bağlı sâliklerin sabahlara kadar ibâdet yapmadan uyumaları
sûfî eylem ve düşüncesine aykırıdır.
Allah, insanı yaratırken bezm-i elest’te kendisini Hakk sıfatıyla donatmıştır. Bu
sıfatı da aşk gömleğiyle kendisine giydirmiştir. O “elest”teki bu sözleşme gereği eğer
içindeki, Allah cevherini keşf edip, önceden kendisine bahşedilmiş olan aşkı yaşarsa, Hakk’ın
kendisi üzerindeki sıfatlarının hakkını verebilir. Zira varlık ve oluşun temelini oluşturan,
yaşamı yeni rüyâların heyecanıyla durmadan hareket halinde tutan kuvvet aşktır. Oluş
halindeki her şeyden aşk mevcuttur, çünkü, dünyada ne varsa hepsi sonunda yok olup gider;
geri kalan sadece aşktır1506
Buyurdun kör olan dünyâda pes ‘ukbâda kördür
Seni her zerrede kim görmez anın işi hüsrân
.1507
İşte bu aşk ile varlıktaki ilâhî tecellîyi ayne’l-yakîn bir şuur hâliyle Allah’ı idrâk
edemeyen kişinin âhirette de Yaratıcı’yı görmesi mümkün değildir. Kuddûsî’nin anlayışında
hakk varolan bütün varlıkta, yani zerreden küreye her nesnede mevcuttur. Bundan dolayı sûfî
gönül dünyasının aydınlığıyla O’nu görebilme bilincini kazanabilir. Onun içn sûfînin tüm
varlığa yaklaşımı da sevgi ve şefkâtla beraber büyük bir saygı gerektirir.
Bana pend eyleyüp der ki bu ışkdan fârig ol gel
Beni bezm-i elest’de ‘ışk ile Hak etti merzûk1508.
Kuddûsî, diğer sûfîlerin de ontoloji/varlık konusunda temel ilke olarak
benimsedikleri “men ‘ârefe” düsturu üzerinde durmaktadır. Ona göre, kişinin Yaratıcı’sını
bilmesi için öncelikle kendine rucû ederek, Rabbin emrettiği şekilde “enfus”u müşahede
ederek, kendini bildikten sonra, Tanrı’sını da gerçek varlığıyla tanıyabileceği görüşündedir.
Bir kat’a meni idi senin çünki esâsen
Pes kendini bil Hikmet-i Hâllâk’a nazar kıl1509.
Kuddûsî, bütün varlıklara, eşyâya, Allah’ın vermiş olduğu İlâhî aşkla sevecen ve
muhabbetle yaklaşır. Onun için, her şey güzeldir. Hem güzel olan eşyâ güzeldir, hem de
insanlar nazarında çirkin, kötü görünen her şey güzeldir. Öncelikle güzellerin başında aşk,
âşık ve yâr gelir. Allah ve O’nun birliğinin sembolü olan gül aşkın karşılığıdır ve güzeldir.
Aşk bağının bülbülü olan âşık, bülbülü sembolize eder, o, Allah’ın gülünü/aşkını o bağda
görmüştür. Bülbül, gülden başkasına konmayacağına göre; yâni âşıkın/ârifin Allah’tan
başkasına gönül vermesi mümkün değildir.
Kuddûsî’nin düşüncesinde, alemdeki her şey, madde ve cisim olarak Allah aşkının
bir sonucu olarak varlık alemindeki yerlerini almışlardır. Aynı zamanda Allah, her şeye
sevgisi ve aşkıyla ulaşmaktayken, insanın da, O’na ulaşabileceği/vuslat edeceği gerçek ve
doğru bir yolu vardır; bu da aşktır.
Geldi yine mevsim-i gül bülbül ağlar inler
Bülbül inler güller inler dahi gülzâr inler
.1510
Başka bir ifadeyle sûfînin maksûdu, bağ bahçe değil, ondaki gül aşkıdır. Yâr da
gülzâr ile sembolize edilir. Allah’dan, Vahdet, Vahidiyyet, Ferd ve Ahad mertebesindeki
henüz taayyüne ve tecellîye geçmemiş varlık, âşıkların gül bahçesi olan makâmıdır.
Âşık/bülbül, gülzârı seyr etmek isteyen bir bülbüldür. Yâni, gülün sevgisiyle oraya
bağlanmıştır. Âşık/bülbül gül bahçesini dikenlikte/dünyada bulmuştur. Ay yüzlü sevgilinin
yüzündeki aydınlık gönlüne doğmadıkça, saadet bağının gülünün/aşkının açılması mümkün
değildir. Âşık/bülbülün gönlü Yâr’ın/gülüzârın, güzellik bağının reyhanını isteyen bir
aşk/gül’dür.işte bu noktada, Kuddûsî’nin şu anlamlı dizeleri bize önemli ipucları verir: