İkinci bir nümune: Bilmediğim ve şimdi dahi tanımadığım bir zat, atını, beni gezdirmek için vermiş. Ben de rahatsızlığım için teneffüs kasdi ile, ekser günlerde, yazda bir iki saat gezerdim. O at ve araba sahibine elli liralık kitab vermeye söz vermiştim; tâ kaidem bozulmasın ve minnet altına girmeyeyim. Acaba bu işte hiçbir zarar ihtimali var mı? Halbuki, «O at kimindir?» diye, elli defa bizlerden hem vali, hem adliyeciler, hem zabıta ve polisler sordular. Gûya büyük bir hâdise-i siyasîye ve asayişe temas eden bir vâkıadır. Hattâ bu mânasız soruşların kesilmesi için iki zat hamiyyeten biri, «At benimdir» diğeri, «Araba benimdir» dedikleri için ikisini de benimle beraber tevkif ettiler. Bu nümunelere kıyasen, çok çocuk oyuncaklarına seyirci olup gülerek ağladık ve anladık ki, Risale-i Nur'a ve şâkirdlerine ilişenler maskara olurlar...
sh:» (T: 526)
O nümunelerden lâtif bir muhavere: Benim tevkif kâğıdımda sebeb, emniyeti ihlâl suçu yazıldığından, ben daha o puslayı görmeden müddeiumuma dedim: «Seni geçen gece gıybet ettim.» Emniyet Müdürü hesabına beni konuşturan bir polise «Eğer bin müddeiumumî ve bin emniyet müdürü kadar bu memlekette emniyet-i umumîyeye hizmet etmemiş isem, üç defa «Allah beni kahretsin» dedim.
Sonra bu sırada, bu soğukta, en ziyade istirahata ve üşümemeğe ve dünyayı düşünmemeğe muhtaç olduğum bir hengâmda, garazı ve kasdı ihsas eder bir tarzda, beni bu tahammülün fevkinde bu tehcir ve tecrid ve tevkif ve tazyika sevkedenlere fevkalâde iğbirar ve kızmak geldi. Bir inayet, imdada yetişti. Mânen kalbe ihtar edildi ki: İnsanların sana ettikleri ayn-ı zulümlerinde, ayn-ı adalet olan kader-i İlâhînin büyük bir hissesi var ve bu hapiste yiyecek rızkın var. O rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rıza ve teslim ile mukabele lâzım. Hikmet ve rahmet-i Rabbaniyenin dahi büyük bir hissesi var ki, bu hapistekileri nurlandırmak ve teselli vermek ve size sevab kazandırmaktır. Bu hisseye karşı, sabır içinde, binler şükretmek lâzımdır.
Hem senin nefsinin bilmediğin kusurlariyle onda bir hissesi var. O hisseye karşı istiğfar ve tövbe ile, nefsine: «Bu tokada müstahak oldun» demelisin.
Hem gizli düşmanların desiseleriyle bazı safdil ve vehham memurları iğfal ile o zulme sevketmek cihetiyle, onların da bir hissesi var. Ona karşı Risale-i Nur'un o münafıklara vurduğu dehşetli mânevî tokatlar, senin intikamını onlardan almış. O, onlara yeter. En son hisse, bilfiil vasıta olan resmî memurlardır. Bu hisseye karşı, onların Nurlara tenkid niyetiyle bakmalarında ister istemez şüphesiz iman cihetinde istifadelerinin hatırı için وَالْكَاظِمِينَ اْلغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ düsturiyle; onları affetmek bir ulûvvücenablıktır. Ben de bu hakikatlı ihtardan kemal-i ferah ve şükür ile, bu yeni Medrese-i Yûsufiyede durmağa, hattâ aleyhimde olanlara yardım etmek için kendime mûcib-i ceza zararsız bir suç yapmağa karar verdim.
Hem, benim gibi yetmişbeş yaşında ve alâkasız ve dünyada sevdiği dostlarından, yetmişten ancak hayatta beşi kalmış ve onun
sh:» (T: 527)
vazife-i Nûriye'sini görecek yetmişbin Nur nüshaları bâki kalıp serbest geziyorlar. Ve bir dile bedel, binler dil ile hizmet-i imaniyeyi yapacak kardeşleri, vârisleri bulunan benim gibi bir adama kabir, bu hapisten yüz derece ziyade hayırlıdır. Ve bu hapis dahi, haricinde hürriyetsiz tahakkümler altındaki serbestiyetten yüz derece daha rahat, daha faidelidir. Çünkü; haricinde, tek başıyla yüzer alâkadar memurların tahakkümlerini çekmeğe mukabil, hapiste yüzer mahpuslarla beraber yalnız müdür ve başgardiyan gibi bir iki zatın, maslahata binaen hafif tahakkümlerini çekmeğe mecbur olur. Ona mukabil, hapiste çok dostlardan kadeşane taltifler, teselliler görür. Hem İslâmiyet şefkati ve insaniyet fıtratı, bu vaziyette ihtiyarlara merhamete gelmesi, hapis zahmetini rahmete çeviriyor diye, hapse razı oldum.
Bu üçüncü mahkemeye geldiğim sırada zâfiyet ve ihtiyarlık ve rahatsızlıktan ayakta durmağa sıkıldığımdan, mahkeme kapısının haricinde bir iskemlede oturdum. Birden bir hâkim geldi, hiddet etti, «Neden ayakta beklemiyor?» ihanetkârâne dedi. Ben de ihtiyarlık cihetinden bu merhametsizliğe kızdım. Birden baktım, pek çok Müslümanlar, kemal-i şefkat ve uhuvvetle merhametkârâne bakıp etrafımızda toplanmışlar, dağılmıyorlar. Birden «İki Hakikat» ihtar edildi.
Birincisi: Benim ve Nurların gizli düşmanlarımız, benim istemediğim hakkımdaki teveccüh-ü âmmeyi kırmak ile Nurun fütûhatına sed çekilir diye, bazı safdil resmî memurları kandırıp, şahsımı millet nazarında çürütmek fikriyle, ihanetkârane böyle muameleye sevketmişler. Buna karşı inayet-i İlâhiyye, Nurların îman hizmetine mukabil, bir ikram olarak, o bir tek adamın ihanetine bedel, bu yüz adama bak! Hizmetinizi takdir ile şefkatkârane acıyarak alâkadarane sizi istikbal ve teşyî ediyorlar. Hattâ ikinci gün ben, müstantık dairesinde müddeiumumun suallerine cevap verirken hükûmet avlusunda mahkeme pencerelerine karşı bin kadar ahali kemal-i alâka ile toplanıp lisan-ı hal ile «Bunları sıkmayınız!» dediklerini, vaziyetleriyle ifade ediyorlar gibi göründüler. Polisler onları dağıtamıyordular. Kalbime ihtar edildi ki: Bu ahali, bu tehlikeli asırda tam bir teselli ve söndürülmez bir nur ve kuvvetli bir îman ve saadet-i bâkiyeye bir doğru müjde istiyorlar ve fıtraten arıyorlar ve Nur Risalelerinde aradıkları bulunuyor diye işitmişler ki, benim ehemmiyetsiz
sh:» (T: 528)
şahsıma, îmana bir parça hizmetkârlığım için, haddimden çok ziyade iltifat gösteriyorlar.
İkinci Hakikat: Emniyeti ihlâl vehmiyle bize ihanet etmek ve teveccüh-ü âmmeyi kırmak kasdiyle tahkirkârane aldanmış mahdut adamların bed muamelelerine mukabil, hadsiz ehl-i hakikatın ve nesl-i atinin takdirkârane alkışlamaları var diye ihtar edildi. Evet komünist perdesi altında anarşistliğin emniyet-i umumiyeyi bozmağa dehşetli çalışmasına karşı Risale-i Nur ve Şâkirdleri, îman-ı tahkiki kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müdhiş ifsadı durduruyor ve kırıyor. Emniyeti ve âsâyişi temine çalışıyor ki, pek çok bir kesrette ve memleketin her tarafında bulunan Nur Talebelirinden, bu yirmi senede alâkadar üç dört mahkeme ve on vilâyetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarını bulmamış ve kaydetmemiş. Ve üç vilâyetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: «Nur talebeleri mânevî bir zabıtadır. Âsâyişi muhafazada bize yardım ediyorlar. Îman-ı tahkikî ile, Nur'u okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar. Emniyeti temine çalışıyorlar.» Bunun bir nûmunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar, ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç-dört ay zarfında ikiyüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarane bir salâh-ı hâl aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nâfi bir uzuv olmaya başladı. Hattâ resmî memurlar, bu hale hayretle ve takdirle bakıyordular. Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler: «Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve ceza almaya çalışacağız; tâ onlardan ders alıp onlar gibi olacağız. Onların dersiyle kendimizi ıslâh edeceğiz.» İşte bu mahiyette bulunan Nur Talebelerini, emniyeti ihlâl ile itham edenler, herhalde ve gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya bilerek veya bilmiyerek anarşistlik hesabına hükûmeti iğfal edip bizleri eziyetlerle ezmiye çalışıyorlar. Biz bunlara karşı deriz: Mâdem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapanmıyor ve dünya misafirhanesinde yolcular gayet sür'at ve telâşla kafile kafile arkasında, toprak arkasına girip kayboluyorlar; elbette pek yakında birbirimizden ayrılacağız. Siz zulmünüzün cezasını dehşetli bir surette göreceksiniz. Hiç olmazsa mazlum ehl-i îman hakkında terhis tezkeresi olan ölümün, îdam-ı ebedî dar ağacına çıkacak-
sh:» (T: 529)
sınız. Sizin dünyada tevehhüm-ü ebediyetle aldığınız fâni zevkler, baki ve elîm elemlere dönecek.
Maatteessüf gizli münafık düşmanlarımız, bu dindar milletin yüzer milyon velî makamında olan şehidlerinin kahraman gazilerinin kanıyla ve kılıncıyla kazanılan ve muhafaza edilen hakikat-ı İslâmiyete bazen «Tarikat» namını takıp ve o güneşin tek bir şuaı olan Tarikat meşrebini o güneşin aynı gösterip hükûmetin bazı dikkatsiz memurlarını aldatıp hakikat-ı Kur'aniyeye ve hakaik-i îmaniyeye tesirli bir surette çalışan Nur Talebelerine «Tarikatçı» ve «Siyasî cemiyetçi» namını vererek aleyhimize sevketmek istiyorlar. Biz hem onlara, hem onları aleyhimizde dinliyenler, Denizli Mahkeme-i Âdilesinde dediğimiz gibi deriz:
«Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikata başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, Hakikat-ı Kur'aniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmiyecek ve vazife-i kudsîyesinden vazigeçmiyecekler. İnşâallah!»
İşte ihtiyarlığımın sergüzeştliğinden gelen ağrılara ve me'yusiyetlere, îmandan ve Kur'andan imdada yetişen kudsî teselliler ile bu ihtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem. Hususan, hapiste farz namazını kılan ve tövbe edenin herbir saati, on saat ibadet hükmüne geçmesiyle ve hastalıkta ve mazlumiyette dahi herbir fâni gün, sevap cihetinde on gün bâki bir ömrü kazandırmasiyle, benim gibi kabir kapısında nöbetini bekliyen bir adama ne kadar medar-ı şükrandır, o mânevî ihtardan bildim; «Hadsiz şükür Rabbime» dedim; ihtiyarlığıma sevindim ve hapsime razı oldum. Çünki: Ömür durmuyor, çabuk gidiyor. Lezzetle, ferahla gitse, lezzetin zevali elem olmasından, hem teessüf, hem şükürsüzlükle, gafletle, bazı günahları yerinde bırakır, fâni olur gider. Eğer hapis ve zahmetli gitse, zeval-i elem bir mânevî lezzet olmasından, hem bir nevi ibadet sayıldığından, bir cihette bâki kalır ve hayırlı meyveleriyle bâki bir ömrü kazandırır. Geçmiş günahlara ve hapse sebebiyet veren hatalara kefaret olur, onları temizler. Bu nokta-i nazardan, mahpuslardan farzı kılanlar, sabır içinde şükür etmelidirler.
* * *
sh: » (T: 530)