Meyve Risalesinden Yedinci Mesele
(Denizli hapsinde bir Cuma gününün meyvesidir.)
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ . مَا خَلَقَكٌمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ . فَانْظُرْ اِلىَ اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْىِ الاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اَنَّ ذَالِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
Bir zaman Kastamonu'da "Hâlıkımızı bize tanıttır" diyen lise talebelerine-sâbık Altıncı Mes'elede mektep fünununun dilleriyle verdiğim dersi Denizli hapishânesinde benimle temas edebilen mahpuslar okudular. Tam bir kanaat-i imaniye aldıklarından âhirete bir iştiyak hissedip, "Bize âhiretimizi de tam bildir, ta ki nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarmasın; daha böyle hapislere sokmasın" dediler. Ve Denizli hapsindeki Risale-i Nur şakirtlerinin ve sâbıkan Altıncı Mes'eleyi okuyanların arzuları ile âhiret rüknünün dahi bir hülâsasının beyanı lâzım geldi. Ben de Risale-i Nurdan bir kısacık hulâsa ile derim.
Nasıl ki "Altıncı Mes'ele"de biz, Hâlıkımızı Arzdan, semavattan sorduk; onlar, fenlerin dilleri ile güneş gibi Hâlıkımızı bize tanıttırdılar.Aynen biz de âhiretimizi başta O bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden, sonra Kur'anımızdan, sonra sâir Peygamberler ve mukaddes kitaplardan, sonra melâikelerden, sonra kâinattan soracağız.
(Sh: N-14)
İşte birinci mertebede âhireti Allahtan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlariyle ve bütün isimleriyle ve sıfatlariyle, "Evet âhiret vardır ve sizi oraya sevk ediyorum" ferman ediyor."Onuncu Söz" oniki parlak ve kat'i hakikatler ile bir kısım isimlerin âhirete dair cevaplarını isbat ve izah eylemiş. Burada, o izaha iktifâen gayet kısa bir işaret ederiz.
Evet mâdem hiçbir saltanat yoktur ki, o saltanata itaat edenlere mükâfatı ve isyan edenlere mücâzatı bulunmasın. Elbette Rububiyyet-i Mutlaka mertebesinde bir Saltanat-ı Sermediyenin, o saltanata iman ile intisab ve itaat ile fermanlarına teslim olanlara mükâfatı; ve o izzetli saltanatı küfür ve isyanla inkâr edenlere de mücâzâtı o Rahmet ve Cemâle, O izzet ve Celâle lâyık bir tarzda olacak diye Rabbül-Âlemin ve Sultan-üd-deyyan isimleri cevap veriyorlar
Hem madem, güneş gibi, gündüz gibi, zemin yüzünde bir umumi rahmet ve ihatalı ve şefkat ve kerem, gözümüzle görüyoruz. Meselâ o rahmet her baharda umum ağaçları ve meyveli nebatları Cennet hûrileri gibi giydirip süslendirip ellerine her çeşit meyveleri verip bizlere uzatıp "Haydi alınız,yiyiniz" dediği gibi, bir zehirli sineğin eliyle bizlere şifalı, tatlı balı yedirdiği ve elsiz bir böceğin eliyle en yumuşak ipeği bizlere giydirdiği gibi, bir avuç kadar küçücük çekirdeklerde, tohumcuklarda binler batman taamları bizim için saklayan ve ihtiyat zahiresi olarak o küçücük depolarda yerleştiren bir rahmet, bir şefkat, elbette hiç şüphe olamaz ki, bu derece nazeninâne beslediği bu sevimli minnettarları ve perestişkârları olan mü'min insanları idam etmez. Belki onları, daha parlak rahmetlere mazhar etmek için hayat-ı dünyeviye vazifesinden terhis eder diye Rahim ve Kerim isimleri sualimize cevap veriyorlar. "El Cennetü Hakkun" diyorlar
Hem mâdem, biz gözümüzle görüyoruz ki, umum mahlûklarda ve zemin yüzünde öyle bir hikmet eli işliyor ve öyle bir adalet ölçüleriyle işler dönüyor ki, akl-ı beşer onun fevkinde düşünemiyor. Meselâ: insanın bin cihazatına takılan hikmetlerinden, yalnız bir küçük çekirdek kadar kuvve-i hâfızasında bütün tarihçe-i hayatını ve ona temas eden hadsiz hâdisâtı o kuvvecikte
(Sh: N-15)
yazıp, onu bir kütüphâne hükmüne getirip ve insanın haşîrde muhakemesi için neşir olacak olan defter-i a'mâlinin bir küçük senedi olarak her vakit hatırlatmak sırrı ile, her insanın eline vererek dimağının cebine koyan bir ezeli hikmet ve bütün masnuatta gayet hassas mizanlar ile a'zalarını yerleştiren, mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna, bir çiçekli nebattan milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar, israfsız ölçülerle bir tenâsüp, bir muvazene, bir intizam ve bir cemâl içinde, masnuatı bir hüsn-ü san'at yapan ve her zîhayatın hukuk-u hayatını kemâl-i mizanla veren; iyiliklere güzel neticeler ve fenalıklara fena neticeler verdiren ve Âdem zamanından beri taği ve zâlim kavimlere vurduğu tokatlarla kendini pek kuvvetli ihsas ettiren bir adâlet-i Sermediye elbette ve hiç şüphe getirmez ki: Güneş gündüzsüz olmadığı gibi; o Hikmet-i ezeliye o Adâlet-i Sermediye âhiretsiz olmazlar. Ve ölümde, en zâlimlerin ve en mazlumların bir tarzda gitmelerindeki âkıbetsiz bir dehşetli haksızlığa, adâletsizliğe ve hikmetsizliğe hiçbir veçhile müsaade etmezler, diye Hakim ve Hakem ve Adl ve Âdil isimleri bizim sualimize kat'i cevap veriyorlar.
Hem mâdem, bütün zihayat mahlûkların elleri yetişmediği ve iktidarları dâiresinde olmayan bütün hâcatlarını, bütün fıtri matlaplarını bir nevi dua bulunan istidad-ı fıtri ve ihtiyac-ı zarûri dilleriyle istedikleri vakitte, gayet Rahim ve işitici ve şefkatli bir dest-i gaybi tarafından verildiğinden ve ihtiyari olan daavât-ı insaniyyenin, husûsen havasların ve nebilerin dualarının on adetten altı-yedisi hilâf-ı adet makbûl olmasından kat'i anlaşılıyor ki: Her dertlinin ahını, her muhtacın duasını işiten ve dinleyen bir Semi' ve Mucib perde arkasında var. Bakar ki; en küçük bir zihayatın en küçük bir ihtiyacını görür. Ve en gizli bir âhını işitir, şefkat eder, fiilen cevap verir, memnun eder. Elbette ve her hâlde, hiçbir şüphe ihtimâli kalmaz ki; mahlûkların en ehemmiyetlisi olan nev-i insanın en ehemmiyetli ve umumi ve umum kâinatı ve umum esmâ ve sıfât-ı İlâhiyyeyi alâkadar eden beka-i uhreviyeye âit dualarını
(Sh: N-16)
içine alan; ve nev-i insanın güneşleri ve yıldızları ve kumandanları olan bütün peygamberleri; arkasına alıp, onlara duasına "âmin, âmin" dedirten; ve ümmetinden her gün her ferd-i mütedeyyin, hiç olmazsa kaç defa ona salâvat getirmekle onun duasına "âmin,âmin" diyen; ve belki bütün mahlûkat o duasına iştirak ederek "Evet ya Rabbenâ, istediğini ver, biz de onun istediğini istiyoruz" diyorlar. Bütün bu reddedilmez şerâit altında, beka-i uhrevi ve saadet-i ebediye için, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın - haşrin hadsiz esbab-ı mucibesinden-yalnız tek duası, Cennetin vücuduna; ve baharın icadı kadar kudretine kolay olan âhiretin icadına kâfi bir sebeptir, diye Mucîb ve Semi' ve Rahim isimleri bizim suâllerimize cevap veriyorlar.
Hem madem, gündüz bedahetle güneşi gösterdiği gibi zemin yüzünde, mevsimlerin tebeddülünde külli ölmek ve dirilmekde, perde arkasında bir mutasarrıf; gayet intizamla koca Küre-i Arzın bir bahçe, belki bir ağaç kolaylığında ve intizamında ve azametli baharı, bir çiçek suhûletinde ve mizanlı ziynetinde; ve zemin sahifesinde üçyüzbin haşir ve neşrin nümune ve misâllerini gösteren üçyüzbin kitap hükmündeki nebatat ve hayvanat tâifelerini (onda yazar; beraber ve birbiri içinde şaşırmayarak, karışık iken karıştırmıyarak, birbirine benzemekle beraber iltibassız, sehivsiz, hatâsız, mükemmel, muntazam, manidar yazan bir Kalem-i Kudret bu azameti içinde hadsiz bir rahmet, nihayetsiz bir hikmet ile işlediği gibi; koca kâinatı, bir hânesi misüllû insana musahhar ve müzeyyen ve tefriş etmek; ve o insanı, halife-i zemin ederek ve dağ ve gök ve yer tahammülünden çekindikleri emanet-i kübrayı ona vermesi ve sâir zihayatlara bir derece zâbitlik mertebesiyle mükerrem etmesi ve Hitâbât-ı Sübhaniyesine ve sohbetine müşerref eylemesi ile fevkalâde bir makam verdiği ve bütün semâvi fermanlarda ona saadet-i ebediyeyi ve beka-i uhreviyeyi kat'î vaad ve ahdettiği hâlde; elbette ve hiç bir şüphe olmaz ki: Bahar kadar kudretine kolay gelen dâr-ı saadeti, o mükerrem ve müşerref insanlar için açacak ve yapacak ve haşir ve kıyameti getirecek, diye Muhyi ve Mümit ve Hayy ve Kayyum ve Kadir ve Alim isimleri Hâlıkımızdan sormamıza cevap veriyorlar.
(Sh: N-17)