"....Hayat nedir? Ve mahiyeti ve vazifesi nedir?" sualine karşı fihristevâri cevap şudur ki. Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi.. hem en büyük neticesi... hem en parlak nuru.. hem en lâtif mâyesi.. hem gayet süzülmüş bir hülâsası... hem en mükemmel meyvesi... hem en yüksek kemali... hem en güzel cemâli... hem en güzel zineti... hem sırr-ı vahdeti... hem rabıta-i ittihadı.. hem kemalâtının menşei... hem san'at ve mahiyetçe en harika bir ziruhu... hem en küçük bir mahlûku bir kâinat hükmüne getiren mu'cizekâr bir hakikatı.. hem güya, kâinatın küçük bir zihayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi koca kainatın bir nevi fihristesini o zihayatta göstermekle beraber, o zihayatı ekser mevcudatla münasebetdar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en harika bir mu'cize-i kudrettir. Hem en büyük bir küll kadar-hayat ile küçük bir cüz'ü büyülten; ve bir ferdi dahi külli gibi bir alem hükmüne getiren ve Rubûbiyet cihetinde, kâinatı; tecezzi ve iştiraki ve inkısamı kabul etmez bir küll, bir külli hükmünde gösteren fevkalade hârika bir san'at-ı İlâhiyyedir. Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ıHayy-ı Kayyûmun vücûbu vücuduna vahdetine ve Ehadiyetine şehadet eden bürhanların en parlağı, en kat'isi ve en mükemmeli.. hem masnûât-ı İlahiyye içinde en hafisi ve en zâhiri, en kıymetdar ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en mânidar bir nakş-ı san'at-ı Rabbaniyedir. Hem sair mevcudatı kendine hâdim ettiren nâzenin, nazdar, nazik bir cilve-i rahmet-i Rahmâniyedir. Hem şuûnât-ı İlâhiyyenin gayet câmi' bir âyinesidir. Hem; Rahman, Rezzak, Rahim, Kerim, Hakim gibi çok esmâ-i Hüsnânın cilvelerini câmi' ve rızk, hikmet, inâyet, rahmet gibi çok hakikatları kendine tâbi eden; ve görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umum duyguların menşei, mâdeni bir âcûbe-i hilkat-i Rabbaniyedir. Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı âzamında öyle bir istihale makinesidir ki. mütemadiyen her
(Sh: N-97)
tarafta tasfiye yapıyor; temizlendiriyor; terakki veriyor; nurlandırıyor. Ve zerrat kafilelerine, güya hayatın yuvası olan cesedi, o zerrelere vazife görmek, nurlandırmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mekteb, bir kışladır. Âdeta Zât-ı Hay ve Muhyi, bu makine-i hayat vasıtasiyle; bu karanlıklı ve fâni ve süfli olan âlem-i dünyayı lâtifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor. Hem hayatın iki yüzü, yâni; mülk, melekût vecihleri; parlaktır, kirsizdir. noksansızdır, ulvidir. Onun için; perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbaniyeden çıktığını âşikâre göstermek için,sair eşya gibi zâhiri esbabı hayattaki tasarrufat-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesna mahlûktur. Hem hayatın hakikatı, altı erkân-ı imaniyeye bakıp, mânen ve remzen isbat eder. Yâni: hem Vâcib-ül-Vücudun vücûb-u vücûdunu ve hayat-ı sermediyesini... hem Dâr-ı Âhireti ve hayat-ı bâkiyesini... hem vücud-u melâike.. hem sair erkân-ı imaniyeye pek kuvvetli bakıp iktiza eden bir hakikat-ı nûraniyedir. Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en sâfi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlâhi ve hilkat-ı âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı âzamdır.
İşte, hayatın bu mezkûr yirmi dokuz ehemmiyetli ve kıymetdar hassalarını ve ulvî ve umumi vazifelerini nazara al. Sonra bak, Muhyi isminin arkasında, İsm-i Hayyın azametini gör. Ve hayatın bu azametli hassaları ve meyveleri noktasından, İsm-i Hay, nasıl bir İsm-i âzam olduğunu bil. Hem anla ki; bu hayat, madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymetdar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü; ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasiyle neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet, bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi, bir meyvesi de hayatı veren Zât-ı Hay ve Muhyiye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise, hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir. Ve bundan anla ki; bu hayatın gayesini "rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir" diyenler, gayet çirkin bir cehaletle; münkirâne, belki de kâfirane, bu pek çok kıymetdar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip, dehşetli bir küfrân-ı nimet ederler.
(Sh: N-98)
... İşte, hayatın yirmidokuz hassalarından yirmiüçüncü hassasında şöyle denilmiştir ki: Hayatın iki yüzü de şeffaf, kirsiz olduğundan, esbâb-ı zâhiriyye, ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbâniyeye perde edilmemiştir. Evet bu hassanın sırrı şudur ki; kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır; ve şer ve çirkinlik gayet cüz'idir ve vâhid-i kıyasidirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlarının tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şer ise hayır; ve o kubh dahi hüsün olur. Fakat zişuurların nazar-ı zâhirisinde görünen zahiri çirkinlik ve fenalık ve belâ ve musibetten gelen küsmekler ve şekvâlar Zât-ı Hayy-ı Kayyûma teveccüh etmemek için; hem aklın zâhiri nazarında habis, pis görünen şeylerde, kudsi münezzeh olan kudretin bizzât ve perdesiz onlar ile mübaşereti, kudretin izzetine münâfi gelmemek için, zâhiri esbablar o kudretin tasarrufatına perde edilmişler. O esbab ise; icad edemiyorlar... belki, haksız olan şekvâlara ve itirazlara hedef olmak; ve izzet ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler. Yirmiikinci Sözün İkinci Makamının Mukaddemesinde beyan edildiği gibi; Hazret-i Azrâil (A.S.) kabz-ı ervah vazifesi hususunda Cenab-ı Hakka münâcat etmiş. Demiş: "Senin kulların benden küsecekler." Cevaben ona denilmiş: "Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım; vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekvâ oklarını o perdelere atacaklar." Bu münâcâtın sırrına göre; ölümün ve vefatın ehl-i iman hakkında hakiki güzel yüzünü görmiyen ve ondaki rahmetin cilvesini bilmiyenlerin küsmeleri ve itirazları Zât-ı Hayy-ı Kayyûma gitmemek için Hazreti Azrâilin (A.S.) vazifesi de bir perde olduğu gibi, sair esbablar dahi zâhir perdedirler. Evet, izzet-i azamet ister ki; esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında... Fakat vahdet ve celâl ister ki; esbab, ellerini çeksinler te'sir-i hakikiden... Fakat hayatın hem zahiri, hem bâtıni, hem mülk, hem melekût vecihleri kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan; şekvâları ve itirazları dâvet edecek maddeler onda bulunmadığı gibi, izzet ve kudsiyet-i kudrete münâfi olacak pislik ve çirkinlik olmadığından, doğrudan doğruya perdesiz olarak Zât-ı Hayy-ı Kayyumun "ihya edici, hayat verici, diriltici" isminin eline teslim edilmişlerdir. Nur da öyledir; vücud ve icad da öyledir. Onun
(Sh: N-99)
içindir ki; icad ve halk; doğrudan doğruya, perdesiz, Zât-ı Zülcelâlin kudretine bakar. Hattâ yağmur bir nevi hayat ve rahmet olduğundan, vakt-i nüzûlü bir muttarid kanuna tâbi kılınmamış; tâ ki, her vakt-i hâcette eller dergâhı İlâhiyyeye rahmet istemek için açılsın. Eğer yağmur Güneşin tulûu gibi bir kanuna tâbi olsaydı; o nimet-i hayatiye, her vakit rica ile istenilmiyecekti.
...Yirmi Dokuzuncu hassasında denilmiştir ki; kâinatın neticesi hayat olduğu gibi; hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi, kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir. Evet bu kâinatın Sâni-i Hayy-ı Kayyumu bu kadar hadsiz envâ-i nimetiyle kendini zihayatlara bildirip sevdirdiğine mukabil, elbette zihayatlardan o nimetlere karşı teşekkür; ve sevdirmesine mukabil, sevmelerini; ve kıymetdar san'atlarına mukabil, medh ü sena etmelerini; ve evâmir-i Rabbanisine karşı itaat ve ubûdiyetle mukabele edilmelerini ister.
İşte bu sırr-ı Rubûbiyete göre teşekkür ve ubûdiyet, bütün envâ-ı hayatın ve dolayısiyle bütün kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki, Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan, pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle şükür ve ibadete sevkediyor. Ve "ibadet Cenab-ı Hakka mahsus, ve şükür O'na lâyık, ve hamd O'na hasdır" diye çok tekrar ile beyan ediyor.
Hayatın yirmi sekizinci hassasında beyan edilmiştir ki; hayat, imanın altı erkânına bakıp isbat ediyor; onların tahakkukuna işaretler ediyor. Evet madem bu kâinatın en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkatı hayattır; elbette o hakikat-ı âliye, bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir. Belki, hayatın yirmi dokuz hassasiyle mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir; taşiyle ve ağaciyle, toprağiyle hayattar olan Dâr-ı Saadetteki hayattır. Yoksa bu hadsiz cihazat-ı mühimme ile teçhiz edilen hayat şeceresi; zişuur hakkında hususan insan hakkında, meyvesiz, faidesiz, hakikatsiz olmak lâzım gelecek.. ve sermayece ve cihazatca, serçe kuşundan meselâ yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zihayatın en mühim yüksek ve ehemmiyetli mahlûku olan insan, serçe kuşundan saadet-i hayat cihetinde yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelil bir biçare olacak. Hem en kıymetdar bir nimet olan akıl dahi, geçmiş za-
(Sh: N-100)
manın hüsünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı mütemadiyen incitip bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından, en musibetli bir belâ olur. Bu ise, yüz derece bâtıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviye, Âhirete iman rüknünü kat'i isbat ediyor ve her baharda haşrin üçyüzbinden ziyade nümûnelerini gözümüze gösteriyor. Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında hayatına lâzım münasip bütün levâzımatı ve cihazatı hikmet ve inayet ve rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin beka ve yaşamak arzusuyle ettiği hususi ve cüz'i olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadir, hiç mümkün müdür ki; seni bilmesin ve görmesin ve nev-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lâzım esbabı ihzar etmesin ve nev-i insanın en büyük, en ehemmiyetli, en lâyık ve umumi olan beka duasının hayat-ı uhreviyenin inşasiyle ve Cennetin icadiyle kabul etmesin ve kâinatın en mühim mahlûku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev-i insanın Arş ve Ferşi çınlatan umumi ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemal-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkar ettirsin? Hâşâ ... yüzbin defa hâşâ!
Hem hiç kabil midir ki; hayatın en cüz'isinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin ve derman versin ve nazını çeksin ve kemal-i itina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlûkatını ona hizmetkâr yapsın; ve sonra en büyük ve kıymetdar ve baki ve nazdar bir hayatın gök sadası gibi yüksek sesini işitmesin... ve onun çok ehemmiyetli beka duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın..Âdeta bir neferin kemal-i itina ile techizat ve idaresini yapsın; ve muti ve muhteşem orduya hiç bakmasın.. ve zerreyi görsün, Güneşi görmesin sivri sineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Hâşâ ... yüzbin defe hâşâ!
Hem hiçbir cihetle akıl kabul edermi ki; hadsız rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san'atını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadir-i Hakim, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâniini fıtraten perestiş eden hayatı, ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedi ile idam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedi bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nûr-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin? Yüzbin defa hâşâ ve kellâ! Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemal-i mutlak
(Sh: N-101)
ve umum mahlûkatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.
NETİCE: Madem dünyada hayat var, elbette insanlardan hayatın sırrrını anlayanlar ve hayatını sü-i istimâl etmiyenler, Dâr-ı Bekada ve Cennet-i bâkiyede, hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmenna...
Ve hem nasılki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin Güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkların ziyanın lem'alariyle parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar yine hayali Güneşciklere ayinedarlık etmeleri bildedahe gösteriyor ki; o lem'alar, yüksek bir tek Güneşin cilve-i in'ikâsıdırlar ve Güneşin vücudunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve ışık parmaklariyle ona işaret ediyorlar... aynen öyle de; Zât-ı Hayy-ı Kayyumun Muhyi isminin cilve-i âzamı ile berrin yüzünde ve bahrin içinde zihayatların kudret-i İlâhiyye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için "YA HAY!" deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-ı sermediye sahibi olan Zât-ı Hayy-ı Kayyumun hayatına ve vücub-u vücûduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi... umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlâhiye şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün bürhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümfermâ olan irade ve meşieti isbat eden bütün hüccetler ve kelâm-ı Rabbâni ve vahy-i İlâhiyyenin medari olan Risaletleri isbat eden bütün alâmetler, mu'cizeler ve hâkeza yedi sıfât-ı İlâhiyyeye şehadet eden bütün delâil bil'ittiraf Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına delâlet,şehadet işaret ediyorlar. Çünki nasıl bir şeyde görmek varsa, hayatı da var; işitmek varsa, hayatın alâmetidir; söylemek varsa, hayatın vücuduna işaret eder, ihtiyar, irade varsa hayatı gösterir. Aynen öyle de; bu kâinatta âsâriyle vücudları muhakkak ve bedihi olan kudret-i mutlaka ve irade-i şâmile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar bütün delâilleriyle Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet ederler; ve bütün kâinatı bir gölgesiyle, ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı Âhireti zerratiyle beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler.
Hem hayat, "Melâikeye İman" rüknüne dahi bakar, remzen isbat eder. Çünki, madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden
(Sh: N-102)
ve kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle şenlendiren zihayatlardır. Ve madem Küre-i Arz bu kadar zihayatın envâiyle dolmuş ve mütemadiyen zihayat envalarını tecdit ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar başanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zihayatlar halkedilerek bir mahşer-i huveynat oluyor.. ve madem hayatın süzülmüş en sâfi hülasası olan şuur ve akıl, ve en lâtif ve sâbit cevher olan ruh, bu Küre-i Arzda gayet kesretli bir surette halkolunuyorlar; adeta Küre-i Arzda gayet kesretli bir surette halkolunuyorlar; âdeta Küre-i Arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihya olup öyle şenlendirilmiş. Elbette Küre-i Arzdan daha lâtif, daha nurani daha büyük, daha ehemmiyetli olan ecrâm-ı semaviye; ölü, câmid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir. Demek; gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayattar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-ı semvatı gösterecek ve hitabat-ı Sübhaniiyeye mazhar olacak olan zişuur, zihayat ve semavata münasip sekeneler, her halde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlarda melâikelerdir.