İKİNCİ ESAS
Hakikat-ı Mi'rac nedir?
Elcevap: Zât-ı Ahmediyyenin (A.S.M.) merâtib-i Kemâlâtta seyr ü sülûkünden ibarettir. Yâni, Cenâb-ı Hakkın tertib-i mahlûkatta tecelli ettirdiği ayrı ayrı isim ve unvanlarla ve Saltanat-ı Rubûbiyyetinde teşkil ettiği devair, tedbir ve îcadda ve o dairelerde birer arş-ı Rubûbiyet ve birer merkez-i tasarrufa medâr olan bir semâ tabakasında gösterdiği âsâr-ı Rubûbiyeti, birer birer o abd-i mahsusa göstermekle, o abdi, hem bütün kemalât-ı insaniyyeyi câmi', hem bütün tecelliyat-ı İlahiyyeye mazhar, hem bütün tabakat-ı kâinata nâzır ve Saltanat-ı Rubûbiyyetin dellâlı ve Marziyat-ı İlâhiyyenin mübelliği ve tılsım-ı kâinatın keşşafı yapmak için, Buraka bindirip, berk gibi semâvatı seyrettirip, kat'-ı merâtib ettirerek, kamer-vârî menzilden menzile, daireden daireye Rubûbiyyet-i İlâhiyyeyi temâşâ ettirip, o dairelerin semâvatında makamları bulunan ve ihvanı olan enbiyayı birer birer göstererek, tâ, Kab-ı Kavseyn makamına çıkarmış, Ehadiyyet ile kelâmına ve rü'yetine mazhar kılmıştır. Şu yüksek hakikata «İki temsil» dürbini ile bakılabilir.
Birincisi: Yirmidördüncü Sözde îzah edildiği gibi; nasılki bir padişahın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyyetinin tabakalarında başka başka nâm ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır. Meselâ: Adliye dairesinde hâkim-i âdil; ve mülkiyede sultan ve askeriyede kumandan-ı âzam ve ilmiyede halife; ve hâkezâ.. sair isim ve ünvanları bulunur. Herbir dairede birer mânevî tahtı hükmünde olan makam ve iskemlesi bulunur. O tek padişah, o saltanatın dairelerinde ve tabakat-ı hükûmetin mertebelerinde, bin isim ve ünvana sahip olabilir. Birbiri içinde bin taht-ı saltanatı olabilir. Güya o hâkim, herbir dairede şahsiyyet-i mâneviyye haysiyetiyle ve telefonu ile mevcud ve hâzır bulunur, bilir. Ve her tabakada kanunuyle, nizamıyle, mümessiliyle görünür, görür. Ve her mertebede perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle idare eder, bakar. Ve her bir dairenin başka bir merkezi, bir menzili vardır. Ahkâmları birbirinden ayrıdır. Tabakatları birbirinden başkadır. İşte böyle bir sultan, istediği bir zâtı, bütün o dairelerinde gezdirip, her daireye
sh: » (S: 599)
mahsus saltanat-ı şâhânesini ve evâmir-i hâkimanesini gösterip, dâireden dâireye, tabakadan tabakaya gezdirip, tâ huzuruna getirir. Sonra bütün o dairelere taallûk eden bâzı evâmir-i umumiye-i külliyeyi ona tevdi eder, gönderir.
İşte bu misal gibi; Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabb-ül Âlemîn için, Rubûbiyyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve nâmları vardır. Ve Ulûhiyyetinin dairelerinde başka başka fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecelli ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder tasarrufatı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnuatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşa eder haşmetli Rubûbiyyeti vardır.
İşte şu sırr-ı azîme binaen kâinatı hayret-feza acib bir tertib ile tanzim etmiş. En küçük tabakat-ı mahlûkattan olan zerrattan; tâ semâvata ve semavatın birinci tabakasından, tâ arş-ı âzama kadar birbiri üstünde teşkilât var. Her bir semâ, bir ayrı âlemin damı ve Rubûbiyyet için bir arş ve tasarrufat-ı İlâhiyye için bir merkez hükmündedir. O dairelerde ve o tabakatta çendan, ehadiyyet itibariyle bütün esmâ bulunabilir. Bütün ünvanlarla tecellî eder. Fakat, nasılki adliyede hâkim-i âdil ünvanı asıldır, hâkimdir. Sâir ünvanlar orada onun emrine bakar. Ona tâbidir. Öyle de, herbir tabakat-ı mahlûkatta, herbir semâda bir isim, bir ünvan-ı İlâhî hâkimdir. Sâir ünvanlar da onun zımnındadır. Meselâ: İsm-i Kadîre mazhar Hazret-i İsa Aleyhisselâm, hangi semâda Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ile görüşdü ise; işte o semâ dairesinde Cenâb-ı Hak Kadîr ünvanıyla bizzat orada mütecellidir. Meselâ: Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm'ın makamı olan semâ dairesinde en ziyade hükümfermâ, Hazret-i Mûsa Aleyhisselâmın mazhar olduğu «Mütekellim» ünvanıdır ve hâkeza... İşte Zât-ı Ahmediyye Aleyhissalâtü Vesselâm, çünki, ism-i âzama mazhardır ve nübüvveti, umumîdir ve bütün Esmâya mazhardır. Elbette, bütün devâir-i Rubûbiyyetle alâkadardır... Elbette o dairelerde makam sahibi olan enbiyalarla görüşmek ve umum tabakattan geçmek; hakikat-ı Mi'racı iktiza ediyor.
sh: » (S: 600)
İkinci Temsil: Nasılki bir sultanın ünvanlarından olan «Kumandan-ı âzam» ünvanı, devâir-i askeriyenin serasker dairesi gibi, küllî ve geniş daireden tut, tâ onbaşı dairesi gibi cüz'î ve hususî herbir dairede bir zuhuru, bir cilvesi vardır. Meselâ: Bir nefer; o kumandanlık ünvan-ı âzamının nümunesini onbaşı şahsında görür, ona bakar, ondan emir alır. O nefer, onbaşı olduğunda; çavuş dairesindeki kumandanlık dairesi nazarına çarpar, ona bakar. Sonra çavuş olsa, o vakit kumandanlık nümunesini ve cilvesini mülâzım dairesinde görür. O makamda ona mahsus bir iskemle bulunur. Ve hâkezâ... Yüzbaşı, binbaşı, ferik, müşir dairelerinden her birinde, dairelerin büyük ve küçüklüğü nisbetinde o kumandanlık ünvanını görür.
Şimdi, bir neferi O kumandan-ı âzam, bütün devair-i askeriyeye taallûk edecek bir vazife ile tavzif etmek istese: Bir müfettiş gibi her devâiri görüp ve görünecek bir makam vermek istese; elbette O kumandan-ı âzam; o neferi, onbaşı dairesinden tut, tâ daire-i âzamına kadar birer birer gezdirecek; tâ görsün, görülsün... Sonra huzuruna kabûl edip sohbetine müşerref ederek, nişan ve ferman verip taltif ederek, tâ geldiği yere kadar bir anda gönderir.
Şu temsilde bir noktayı nazara almak lâzım ki: Padişah eğer âciz olmazsa, sûrî olduğu gibi, mânevî cihetinde de iktidarı olsa; o vakit ferîk, müşir, mülâzım gibi eşhası tevkil etmez. Bizzat her yerde bulunur. Yalnız bâzı perdeler altında ve makam sahibi eşhasın arkasında, doğrudan doğruya emri o verir. Bâzı veliyy-i kâmil olan padişahlar; çok dairelerde, bâzı eşhas Sûretinde icraatını yaptığı rivayet edilir.
Şu temsil ile baktığımız hakikat ise: Acz, onun içinde olmadığı için, doğrudan doğruya herbir dairede emir ve hüküm kumandan-ı âzamdan geliyor. Onun emriyle, iradesiyle, kuvvetiyledir.
İşte şu temsil gibi; Hâkim-i Arz ve Semâvat, «Emr-i Kün Feyekûn»e mâlik, Âmir-i Mutlak olan Sultan-ı Ezelî ve Ebedî, tabakat-ı mahlûkatında cereyan eden ve kemâl-i itâat ve intizam ile imtisâl olunan, evâmir ve kumandanlığının şuûnâtı ve zerrattan seyyarata ve sinekten semâvata kadar olan tabakat-ı mahlûkat ve tavâif-i mevcudatta küçük-büyük, cüz'î-küllî tabakatı ve taifeleri ayrı ayrı, fakat birbirine bakar bir tarzda birer daire-i Rubûbiyyet, birer tabaka-i hâkimiyyet görünüyor. Şimdi, bütün kâinat
sh: » (S: 601)
taki makasıd-ı ulyâ ve netaic-i uzmâyı anlayacak ve bütün tabakatın ayrı ayrı vezaif-i ubûdiyyetlerini görmekle, Zât-ı Kibriyanın saltanat-ı Rubûbiyyetini, haşmet-i hâkimiyetini müşahede ederek, o Zâtın marziyyatı ne olduğunu anlamak ve onun saltanatına dellâl olmak için, alâ-külli-hâl, o tabakat ve dairelere bir seyr ü sülûk olacaktır. Tâ daire-i âzamiyyesinin ünvanı olan Arş-ı Âzamına girecek, tâ Kab-ı Kavseyn'e, yâni: İmkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan makama girecek ve Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ile görüşecektir ki: Şu seyr ü sülûk ise, Mi'racın hakikatıdır. Herbir insan, aklıyla, hayâl sür'atinde seyeranı, herbir veli, kalbiyle berk sür'atinde cevelânı ve cism-i nuranî olan herbir melek, ruh sür'atinde Arşdan Ferşe, Ferşden Arşa deveranı, ehl-i cennetin insanları, Burak sür'atinde haşirden beşyüz sene fazla mesafeden cennete çıkmaları olduğu gibi; nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalblerinden daha lâtîf ve emvâtın ruhlarından ve melâike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misâlîden daha zarif olan Ruh-u Muhammediyye'nin (A.S.M.) hadsiz vezaifine medar ve cihazatının mahzeni olan Cism-i Muhammedî (A.S.M.), elbette Onun ruh-u âlisiyle Arşa kadar beraber gidecektir.
Şimdi makam-ı istima'da olan mülhide bakıyoruz. Hatıra geliyor ki: O mülhid kalbinden der: «Ben Allahı tanımıyorum, Peygamberi bilmiyorum, nasıl Mi'raca inanacağım?» Biz de deriz ki:
Madem, şu kâinat ve mevcudat var ve içinde ef'al ve îcad var. Hem mâdem, muntazam bir fiil, fâilsiz olmaz. Mânidar bir kitab, kâtipsiz olmaz. San'atlı bir nakış, nakkaşsız olmaz... Elbette şu kâinatı dolduran ef'âl-i hakîmanenin bir fâili ve yer yüzünün mevsim-bemevsim tazelenen hayretfeza nukuşlarının, mânidar mektubatının bir kâtibi, bir nakkaşı vardır. Hem madem; bir işde iki hâkimin bulunması, o işin intizâmını bozuyor. Hem madem, sinek kanadından tâ semâvat kandiline kadar mükemmel bir intizam var. Öyle ise; O hâkim, birdir. (Bir olmazsa) Çünki herşeyde san'at ve hikmet o derece acibdir ki; o şey'in sânii, herbir şey'e muktedir olacak, herbir işi bilecek bir derecede kadîr-i mutlak olmak lâzım gelir. Öyle ise; bir olmazsa, mevcûdât adedince ilâhların bulunması lâzım gelir. O ilâhlar hem birbirine zıt, hem birbirine misil olacaklar ve o halde şu acîb intizam bozulmamak yüzbin def'a muhaldir. Hem mâdem, şu mevcudatın tabakatı, bir ordudan bin def'a daha muntazam bir emir ile hareket ettiği bilbedâhe görünüyor. Yıldız
sh: » (S: 602)
ların, güneş ve kamerin muntâzaman hareketlerinden tut, tâ bâdem çiçeklerine kadar, herbir tâife o kadar muntazam, o kadar mükemmel bir surette Kadîr-i Ezelînin o tâifeye verdiği nişanları, formaları, güzel libasları ve tâyin ettiği harekâtı, bin def'a ordudan daha muntazam bir tarzda izhar ediyor. Öyle ise: Şu kâinatın (mevcûdâtı Onun emrine bakar ve imtisal eder) perde-i gayb arkasında bir Hâkim-i Mutlakı vardır. Hem madem o Hâkim, bütün yaptığı icraat-ı hakîmane şehadetiyle, hem gösterdiği âsâr-ı haşmetle bir Sultan-ı Zülcelâldir. Hem gösterdiği ihsanat ile, gayet Rahîm bir Rabdir. Hem izhar ettiği güzel san'atlarıyle san'atperver ve san'atını çok sever bir Sâni'dir. Hem gösterdiği tezyinat ve merak-aver san'atlarıyle zîşuurların nazar-ı istihsanını âsârına celbetmek isteyen bir Hâlık-ı Hakîmdir. Hem hilkat-i âlemde gösterdiği muhayyir-ül ukul tezyinatın ne demek olduğunu ve mahlûkat nereden gelip, nereye gideceğini, Rubûbiyyetinin hikmetiyle zîşuura bildirmek istediği anlaşılıyor. Elbette bu Hâkim-i Hakîm ve Sâni-i Alîm, Rubûbiyyetini göstermek ister. Hem madem bu kadar gösterdiği âsâr-ı lûtuf ve merhamet ve garâib-i san'at ile zîşuura kendini tanıttırmak ve sevdirmek ister. Elbette, zîşuurlardan arzularını ve onlardaki marziyyatı ne olduğunu bir mübelliğ vasıtasıyla bildirecektir. Öyle ise; zîşuurlardan birisini tâyin edip, onun ile o Rubûbiyyetini ilân edecektir. Ve sevdiği san'atlarını teşhir için, bir dellâlı kurb-u huzuruna müşerref edip teşhire vasıta edecektir. Ve o ulvî makasıdını sâir zîşuurlara bildirmekle Kemalâtını izhar etmek için, birisini muallim tâyin edecekdir. Ve şu kâinatta dercettiği tılsımı ve şu mevcudatta gizlediği muamma-i Rubûbiyyeti mânasız kalmamak için, herhalde bir rehber tâyin edecekdir. Ve gösterdiği ve enzarın temâşâsına neşrettiği mehasin-i san'at; faidesiz ve abes kalmamak için, onlardaki makasıdı ders verecek bir rehber tâyin edecektir. Hem marziyyatını zîşuurlara tebliğ etmek için, birisini bütün zîşuurların fevkinde bir makama çıkaracak ve marziyyatını ona bildirecek, onlara gönderecektir. Madem hakikat ve hikmet böyle iktiza ediyor ve şu vezaife en elyak Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Çünki; bilfiil en mükemmel bir sûrette o vazifeleri yapmıştır. Teşkil ettiği âlem-i İslâm ve gösterdiği nur-u İslâmiyet, bir şahid-i âdil ve sâdıktır. Öyle ise O Zât, doğrudan doğruya bütün kâinatın fevkine çıkıp, bütün mevcudattan geçip, bir makama girmek lâzımdır ki;:Bütün mahlûkatın Hâlıkı ile umumî, ulvî, küllî bir sohbet etsin. İşte Mi'rac dahi, bu hakikatı ifade ediyor.
sh: » (S: 603)
Elhasıl: Mâdem şu azîm kâinatı mezkûr maksatlar gibi çok azîm makasıd ve çok büyük gayeler için şu surette teşkil, tertip ve tezyin etmiştir. Hem madem şu mevcudat içinde şu umumî Rubûbiyyeti, bütün dekaikı ile; şu azîm saltanat-ı Ulûhiyyeti, bütün hakaikı ile görecek insan nev'i vardır. Elbette O Hâkim-i Mutlak, o insan ile konuşacakdır, makasıdını bildirecektir. Mâdem her insan cüz'iyyetten ve süfliyyetten tecerrüd edip, en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor. O Hâkim'in küllî hitabına bizzat muhatap olamıyor. Elbette o insanlar içinde Bâzı efrad-ı mahsusa, o vazife ile muvazzaf olacaklar; tâ iki cihetle münasebeti bulunsun. Hem insan olmalı, tâ insanlara muallim olsun. Hem ruhen gayet ulvî olmalı ki, tâ doğrudan doğruya hitâba mazhar olsun. Şimdi madem, şu insanlar içinde, şu kâinat Sâniinin makasıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammasını açan ve Rubûbiyyetin mehasin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Elbette, bütün efrad-ı insâniyye içinde öyle bir mânevî seyr ü sülûkü olacaktır ki; cismanî âlemde seyr ü seyahat Sûretinde bir Mi'râcı olacaktır. Yetmiş bin perde tâbir olunan berzah-ı esmâ ve tecellî-i sıfât ve ef'al ve tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar kat'-ı merâtib edecektir. İşte Mi'rac budur.
Yine hatıra geliyor ki: Ey müstemi'! Sen kalbinden diyorsun ki: «Nasıl inanayım, herşeyden daha yakın bir Rabba binler sene mesâfeyi kat'edip, yetmişbin perdeyi geçtikten sonra onunla görüşmek ne demektir?» Biz de deriz ki:
Cenâb-ı Hak herşey'e, herşeyden daha yakındır. Fakat herşey, ondan nihayetsiz uzaktır. Nasılki Güneş'in şuuru ve konuşması olsa, senin elindeki âyine vasıtası ile seninle konuşabilir. İstediği gibi sende tasarruf eder. Belki âyine-misâl senin gözbebeğinden sana daha yakın olduğu halde, sen dörtbin sene kadar ondan uzaksın, hiçbir cihette ona yanaşamazsın. Eğer terakki etsen, Kamer makamına gelip, doğrudan doğruya bir mukabele noktasına çıksan, ona yalnız bir nevi âyinedarlık edebilirsin. Öyle de, Şems-i Ezel ve Ebed olan Zât-ı Zülcelâl herşey'e herşeyden daha yakın olduğu halde; herşey Ondan nihayetsiz uzaktır. Yalnız bütün mevcudatı kat'edip, cüz'iyetten çıkıp, külliyyetin merâtibinde gitgide binler hicablardan geçip, tâ bütün mevcûdata muhît bir ismine yanaşır, Ondan daha ileride çok merâtibi kat'eder. Sonra bir ne
sh: » (S: 604)
vi kurbiyyete müşerref olur. Hem meselâ: Bir nefer, kumandan-ı âzamın şahs-ı mânevîsinden çok uzaktır. O nefer, kumandanını, onbaşılıkta gördüğü küçük bir nümune ile gayet uzak bir mesâfede, mânevî çok perdeler arkasında ona bakar. Hakikî onun şahs-ı mânevîsiyle kurbiyyet ise; mülâzımlık, yüzbaşılık, binbaşılık gibi çok merâtib-i külliyyeden geçmek lâzım geliyor. Halbuki, kumandan-ı âzam; emriyle, kanunuyla, nazarıyla, hükmüyle, ilmiyle, -sûreten olduğu gibi mânen de kumandan ise- bizzat zâtıyla o neferin yanında bulunur, görür. Şu hakikat Onaltıncı Söz'de gâyet kat'î bir sûrette isbat edildiğinden, ona iktifaen burada kısa kesiyoruz.
Yine hatıra gelir ki: Sen kalbinden dersin: «Ben semâvatı inkâr ediyorum, melâikelere inanmıyorum. Semâvatta birinin gezmesine, melâikelerle görüşmesine nasıl inanayım?.»
Evet, senin gibi aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara söz anlatmak ve bir şey göstermek, elbette müşküldür. Fakat hak o kadar parlaktır ki, körler de görebildiği için biz de deriz ki: Feza-yı ulvî, bilittifak «esir» ile doludur. Ziya, elektrik, hararet gibi sâir seyyâlât-ı lâtife, o fezayı dolduran bir maddenin vücuduna delâlet eder. Meyveler, ağacını; çiçekler, çimenlerini; sünbüller, tarlalarını; balıklar, denizini bilbedâhe gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi, bizzarure; menşe'lerini, tarlasını, denizini, çimengâhının vücudunu, aklın gözüne sokuyorlar. Mâdem, âlem-i ulvîde muhtelif teşkilât var. Muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkâmlar görünüyor. Öyle ise, o ahkâmların menşe'leri olan semâvat, muhteliftir. İnsanda cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi mânevî vücudlar da var... Elbette insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismâniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar herbir âlemin birer semâsı vardır.
Hem melâike için deriz ki: Seyyarat içinde mutavassıt ve yıldızlar içinde küçük ve kesîf olan küre-i arz, mevcudat içinde en kıymetdar ve nuranî olan hayat ve şuur, hesabsız bir sûrette onda bulunuyorlar. Elbette, karanlıklı bir hâne hükmünde olan şu arza nisbeten müzeyyen kasırlar, mükemmel saraylar hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların denizleri olan gökler; zîşuur ve zîhayat ve pek kesretli ve muhtelif-ül ecnas olan melâike ve ruhânîlerin meskenleridir. Pek kat'î bir Sûrette İşârât-ül İ'câz namındaki tefsirime
sh: » (S: 605)
ثُمَّاسْتَوَىاِلَىالسَّمَآءِفَسَوَّيهُنَّسَبْعَسَموَاتٍ âyetinde, semâvâtın hem vücudu, hem teaddüdü isbat edildiğinden ve melâike hakkında Yirmidokuzuncu Söz'de iki kerre iki dört eder kat'iyyetinde, melâikelerin vücudunu isbat ettiğimizden, onlara iktifaen burada kısa kesiyoruz.
Elhasıl: Esîrden yapılmış; elektrik, ziya, hararet, câzibe gibi, seyyalât-ı lâtifenin medârı olmuş ve hadîsdeاَلسَّمَآءُمَوْجٌمَكْفُوفٌ işaretiyle, seyyarat ve nücumun harekâtına müsaid olmuş ve Samanyolu denilen مَجَرَّتُالسَّمَاءِ dan tâ en yakın seyyareye kadar, muhtelif vaziyet ve teşekkülde yedi tabaka, herbir tabaka âlem-i Arzdan, tâ âlem-i Berzaha, âlem-i misâle; tâ âlem-i âhirete kadar birer âlemin damı hükmünde birer semanın bulunması, hikmeten, aklen iktiza eder.
Hem hatıra gelir ki: Ey mülhid! Sen dersin: «Bin müşkülât ile tayyare vasıtasıyla ancak bir-iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat'eder, gider, gelir?.»
Biz de deriz: Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce hareket-i seneviyesiyle bir dakikada takriben yüz seksen sekiz saat mesafeyi keser. Takriben yirmibeş bin senelik mesafeyi, bir senede kat'ediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl; bir insanı, arşa getiremez mi! Şemsin cazibesi denilen bir kanun-u Rabbânî ile Mevlevî gibi etrafında pek ağır olan cism-i arzı gezdiren bir hikmet, cazibe-i rahmet-i Rahman ile ve incizab-ı muhabbet-i Şems-i Ezel ile bir cism-i insanı berk gibi Arş-ı Rahman'a çıkaramaz mı!
Yine hatıra gelir ki: Diyorsun: «Haydi çıkabilir.. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh ve kalbi ile gitse, yeter?»
Biz de deriz ki: Mâdem Sâni-i Zülcelâl, mülk ve melekûtundaki âyât-ı acîbesini göstermek ve şu âlemin tezgâh ve menba'larını temâşâ ettirmek ve a'mâl-i beşeriyyenin netaic-i uhreviyyesini irae etmek istemiş. Elbette âlem-i mubsıratın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arşa
sh: » (S: 606)
kadar beraber alması lâzım geldiği gibi; ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihazatının makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, tâ Arşa kadar beraber alması mukteza-yı akıl ve hikmettir. Nasılki cennette, hikmet-i İlahiyye cismi ruha arkadaş ediyor. Çünki: Pekçok vezaif-i ubûdiyyete ve hadsiz lezâiz ve âlâma medar olan ceseddir. Elbette o cesed-i mübarek, ruha arkadaş olacaktır. Madem cennete cisim, ruh ile beraber gider. Elbette cennet-ül-Me'va gövdesi olan Sidret-ül Münteha'ya uruc eden Zât-ı Ahmediyye (A.S.M.) ile cesed-i mübarekini refakat ettirmesi, aynı hikmettir.
Yine hâtıra gelir ki: Dersin: «Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat'etmek, aklen muhaldir?.»
Biz de deriz ki: Sâni-i Zülcelâlin san'atında harekât, nihayet derecede muhteliftir. Meselâ: Savtın sür'atiyle; ziya, elektrik, ruh, hayal sür'atleri ne kadar mütefavit olduğu mâlûm. Seyyaratın dahi, fennen harekâtı o kadar muhtelifdir ki, akıl hayrettedir. Acaba lâtif cismi, urucda sür'atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş; ruh sür'atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür! Hem on dakika yatsan, bâzı olur ki bir sene kadar hâlâta mâruz olursun. Hattâ bir dakikada insan gördüğü rü'yayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimatı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki.; daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki: Bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.
Şu mânaya bir temsil ile bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sür'at-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farzediyoruz ki: o saatta on iğne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de, ondan altmış def'a daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi, altmış def'a daha geniş bir daire içinde saniyeleri; diğeri, yine altmış def'a daha geniş bir dairede sâliseleri ve hâkezâ.. râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. Faraza: Saati sayan ibrenin dairesi, küçük saatimiz kadar olsa; herhalde âşireleri sayan ibrenin dairesi, arzın medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir. Şimdi iki şahıs farzediyoruz: Biri, saati sayan ibreye binmiş gibi o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor. Diğeri, âşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı
sh: » (S: 607)
vâhidde müşahede ettikleri eşya; saatimizle arzın medar-ı senevîsi nisbeti gibi, meşhudatça pekçok farkları vardır. İşte zaman, (çünki) harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta câri olan bir hüküm, zamanda dahi câridir. İşte, bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudatı kadar olduğu ve hakikat-ı ömrü de o kadar olduğu halde; âşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda, o muayyen saatte Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, burak-ı Tevfik-i İlâhîye biner; berk gibi bütün daire-i mümkinatı kat'edip, acâib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücub noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü'yet-i cemâl-i İlâhîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.
Yine hatıra gelir ki: Dersiniz: «Evet olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vâki olmuyor? Bunun emsâli var mı ki kabûl edilsin? Emsali olmayan bir şey'in, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?»
Biz de deriz ki: Emsâli o kadar çoktur ki, hesaba gelmez. Meselâ: Her zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim, aklıyle, kozmoğrafya kanunlarına binip, yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. Her zîîman, namazın ef'al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi Mi'rac ile kâinatı arkasına atıp, huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil velî, seyr ü sülûk ile; Arşdan ve daire-i esmâ ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ Şeyh-i Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi Bâzı zâtların ihbarat-ı sâdıkaları ile; bir dakikada Arşa kadar uruc-u ruhânîleri oluyor. Hem ecsâm-ı nûrânî olan melâikelerin Arşdan ferşe, ferşten Arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehl-i Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda uruc ediyorlar. Elbette bu kadar nümuneler gösteriyorlar ki: Bütün evliyaların sultanı, umum mü'minlerin imamı, umum ehl-i cennetin reisi ve umum melâikenin makbûlü olan Zât-ı Ahmediyyenin (A.S.M.) seyr ü sülûkuna medar bir Mi'racı bulunması ve Onun makamına münasip bir surette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet mâkuldür ve şübhesiz vâkidir...
sh: » (S: 608)