***
DIŞARDA
Points: 39.109, Level: 100
Level completed: 0%,
Points required for next Level: 0
Overall activity: 0%
Achievements


Kimlere Hidayet Edilmez ?
Metin KARABAŞOĞLU'nun kaleminden... KUR’ÂN’LA ŞU veya bu düzeyde hemhal olan her mü’min, “Vallâhu lâ yehdî’l...” veya “İnnellâhe lâ yehdî’l...” diye başlayan Kur’ân cümlelerinden muhakkak haberdardır. Kur’ân’ı okurken, defaatle karşımıza çıkan bu âyetler, âlemler Rabbinin insanlar hakkındaki bir sünnetini bize haber verir. Hidayet Allah’tandır; ve Allah, bazılarını asla hidayete erdirmeyeceğini ferman buyurmaktadır.
İnsanın içini titreten bu ilâhî kanuna biraz daha dikkatle bakıldığında, âyetlerin Allah’ın asla hidayete erdirmeyeceğini ferman buyurduğu bu insanların üç vasfa sahip olduğu görülür: kâfirler, zâlimler ve fâsıklar.
Nitekim, belki en ziyade celâl yüklü sûre olarak Tevbe sûresi, 37. âyetiyle kafirler topluluğunu, 24. ve 80. âyetiyle de fâsıklar topluluğunu Allah’ın asla hidayete erdirmeyeceğini beyan etmektedir.
Maide sûresi ise, 51. âyetiyle zalimler topluluğunun, 67. âyetiyle kâfirler topluluğunun asla hidayete erdirilmeyeceğini bildirir bize.
Saff sûresi ise, 5. âyetiyle fâsıklar topluluğunun, 7. âyetiyle ise zalimler topluluğunun asla hidayete erişemeyeceğinin haberini vermektedir.
Allah’ın kâfirler, zalimler ve fâsıklar topluluğunu asla hidayete erdirmeyeceğini bildirin başkaca âyetler de vardır. Meselâ Bakara’nın 258., Âl-i İmran’ın 86., Ahkâf’ın 10., Cum’a’nın 5. âyetleri, ‘Allah zalimler topluluğunu asla hidayete erdirmez” fermanını tekraren teyid etmektedir. Aynı şekilde, Nahl sûresinin 107. âyeti, kâfirler topluluğunun hidayete erdirilmeyeceğini bir kez daha bildirmektedir.
Küfrün, zulmün ve fıskın gadab-ı ilâhîyi celbeden ve rahmet kapılarının kapanmasına sebebiyet veren mahiyeti karşısında insanları dikkate sevkeden bu âyetleri iç dünyasına indirdiğinde, insanın aklına peşinen gelen bir soru vardır oysa: Bu âyetlerin bildirdiği ‘sünnetullah’ insanı teyakkuza sevkederken, öte yandan meselâ Ömer b. Hattab, meselâ Halid b. Velid, meselâ Süheyl b. Amr, meselâ İkrime b. Ebu Cehil, meselâ Safvan b. Ümeyye gibi insanları akla getirir. Bu isimler, hayatlarının epeyce bir dönemini sımsıkı bir küfür, zulüm ve/veya fısk hali üzere yaşamış; ama sonra imanla ve ‘sahabe’den olmakla, hatta bazıları açısından bir de şehadetle şereflenmişlerdir. Allah zalimler, fâsıklar ve kâfirler güruhunu hidayete erdirmemeyi üzerine yazmış iken, böylesi nice ismin hidayeti nasıl açıklanabilir? Hz. Ebu Bekir, Said b. Zeyd gibi az sayıda hanîf kişi hariç, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın ashâbı olmak gibi erişilmez bir şerefe erişen ilk mü’minlerin büyük kısmı Mekke’nin veya Medine’nin müşrikleri değil midir?
Bu soru zihne geldiğinde, zâlimler, kâfirler ve fâsıklar ile ilgili bütün bu âyetlerin bir ortak noktası çıkar karşımıza. İlgili âyetler, “Allah kâfirleri hidayete erdirmez” veya “Allah fâsıkları ve zalimleri hidayete erdirmez” dememektedir. Bu âyetlerin hepsinde ortak olan bir nokta, ‘kavm’ ibaresidir: “Vallâhu lâ yehdî’l-kâfirîn.” “Vallâhu lâ yehdî’l-kavme’z-zâlimîn.” “Vallâhu lâ yehdi’l-kavme’l-fâsıkîn.” Yani, Allah kâfirleri, zalimleri ve fâsıkları değil; kâfirler topluluğunu, fâsıklar topluluğunu, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.
Nitekim, yukarıda sözünü ettiğimiz isimler dahil, küfürden imana, şirkten tevhide, zulümden adalete, fısktan amel-i salihe ve ahlâk-ı kâmileye avdet edip Cahiliye’den Asr-ı Saadet’e hicret eden bütün bu isimler, ‘topluluk’ ile aralarına bir mesafe koyabildikleri ölçüde hidayet bulabilmişlerdir. Buna karşılık, Velid b. Muğire gibi, Utbe b. Ebi Rebia gibi isimler, Mekke devrinde Efendimiz aleyhissalâtu vesselamla birebir muhatap olduklarında kalbleri imana yaklaştığı halde ‘kâfirler topluluğu’ arasına döndüklerinde yine küfre meyledip küfürde kalmış ve küfür içinde ölmüşlerdir.
Açıkçası, en başta İslâm’ın ilk yıllarının belgelediği üzere, Allah evvelce ister kâfir, ister fâsık, ister zalim; ister üçünü birden aynı anda üzerinde taşır halde olsun, ‘ihtida eden,’ yani hidayeti arayan, hidayet yolunda yürüyen, hidayete talip olan her kuluna hidayet eder. Ama küfür, zulüm ve fıskın kişinin el’an içine düştüğü bir hal olmaktan öte bir ‘topluluk psikolojisi’ içerisinde sistemleştirildiği, pekiştirildiği, korunup geliştirildiği durumlarda bu ‘ihtida’nın önü kesilmekte, hidayeti arama sürecine girilmemekte, velev ki bir an için girilmiş olsun kolayca ve hızlıca geri dönülmektedir. Küfür, zulüm ve fısk üzere olan bir insanın hidayete erişebilmesinin ilk şartı, küfrü, zulmü ve/veya fıskı ayırıcı vasfı haline getirmiş topluluktan kendisini ayırması; bu ‘kavm’ ile arasına bir mesafe koyabilmeyi başarmasıdır.
Mekke müşriklerinin önde gelenleri arasında gelen Halid b. Velid, Amr b. el-Âs, Osman b. Ebi Talha’nın Medine yolunda kesişen yolculukları öncesinde, birbirinden habersiz şekilde ‘Mekke müşrikleri’ arasından sıyrılarak bir ‘içe dönüş,’ bir ‘muhasebe’ dönemi yaşamış olmaları bu açıdan manidardır. Hz. Ömer’in belki iki saatlik bir zaman dilimi içinde gerçekleşiveren hidayet sürecinde dahi, ‘kâfirler kavmi’yle beraber olarak değil, tek başına yola koyulmasının, yanında başka bir kâfirin dahli olmaksızın Kur’ân’la ilk defa birebir temas kurabilmesinin, mü’minler ile yanında başka kâfirler olmaksızın muhatap olabilmesinin rolü vardır. İkrime, Mekke’nin fethinden sonra müşrikler topluluğundan ayrılıp Habeşistan’a doğru kendi başına yol almaya çalışırken kalbini İslâm’a karşı yumuşar halde bulmuştur.
Hidayet kendisine nasip olmayanlara ait bu ‘kavmiyet’ niteliği; yani küfür, zulüm ve fıskın şahsî bir mesele olmaktan çıkıp sosyalleştirilip sistemleştirildiği zeminlerde hidayet imkânının yitip gidişi, yaşadığımız için de çok şey söylüyor bize. En başta, derdimiz eğer hidayet ise, ‘birebir’ temasın önemine; tebliğin küfür, zulüm ve fıskla temayüz etmiş topluluk içinde ve topluluğa karşı değil, hidayeti murad olunan kişiyi bu topluluktan ayrı tutmamız gereğine işaret ediyor.
Öte yandan, birilerinin üç nesil sonra ‘Allah’ diyen hiç kimsenin kalmadığı bir toplum yapısı kurgulayıp bunun mühendisliğine giriştikleri bir zeminde Allah diyenlerin sayısı arttıkça, o ‘birilerinin’ uygulamaya başladığı taktiğin arkaplanını da deşifre ediyor. İmanın el’an küfür üzere olan kalblere dahi nüfuzunu engellemek için, küfrün elebaşıları gerilimi tırmandırarak ‘safları sıklaştırma’ yoluna başvuruyorsa, bunu kasden ve amden, bilerek ve tam da böyle isteyerek yapıyor. Çünkü, ancak bu takdirde, hidayet yoluna baş koyacak ‘kayıp kuzular’ı hidayet ülkesinin uzağında tutulabiliyor.
Ve durum eğer bu ise, mü’minlerin ise, kalbi hidayete kapalı olmayanların hidayetle buluşabilmeleri için, el’an küfür, zulüm ve fısk üzere görünen herkesi ‘tek parça’ görmekten uzak olmaları gerekiyor.
Bediüzzaman’ın ‘küfr-ü inadî/küfr-ü meşkuk’ ayrımını, diğer bir ifadeyle ‘ademi kabul edenler’ ile iman sözkonusu olduğunda ‘adem-i kabul’ noktasında olanları ayırabilmesini, yahut şu zamanda ‘bataklığı misk ü anber zannedenler/bataklığı fark ettiği halde çıkamayan mütehayyirler’ arasındaki farka dikkat çekmesini de, herhalde Kur’ân’ın bu ‘kavm’ vurgusu ışığında, dikkatle ve rikkatle irdelemek gerekiyor...