Sayfa 2/3 İlkİlk 123 SonSon
22 sonuçtan 11 ile 20 arası

Konu: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

  1. #11
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    (Hulûsi Bey'in fıkrasıdır.)

    Bu hafta Otuzbirinci Mektubun Yedinci Lem'ası ile Üçüncü Lem'asını, hazine-i Mektubata ilâve ve muhibban ve müştâkâne tilâvet eylemekle, vesâtat-ı âliyenizle, bir lütf-u azîm-i İlâhîye daha mazhar olduğumdan dolayı Kerîm, Rahîm, Bâki-i Zülcelâle yüz binler hamd ve şükür eylemekde ve sevgili Üstadımı rızâ-yı Samedânîsine ve vazife-i meşkûre-i mâneviyesinde devamlı, nüfuzlu, şümullü muvaffakıyetlere mazhar buyurmasına, âbidâne tazarru' ve niyazlarda bulunmaktayım. Bu bîçâre ve isyankârdan çok dua

    (Sh: B-216)
    beklediğinizi emir buyuruyorsunuz. Ben o dergâh-ı âliye ancak bir nev'i i'câzının izharına Fahru'l-Âlemîn, Habîb-i Rabbü'l-Âlemîn, Seyyidü'l-Mürselîn Sallâllahü Teâlâ Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretlerinin en büyük mu'cizesi olan, tâ kıyâm-ı saate kadar hükmü ve i'câzı bâki olacağına îman ettiğim Kur'ân'ın nurları delâletiyle ve Üstadımın mübarek isimlerini, vesile-i kabul olmak üzere kullanarak iltica edebiliyorum. Hiç mümkün müdür ki, bu eşiğe yüzümü sürerken (Yâ Rab, Üstadım Said Nursî Hazretlerinden râzı ol, Dâreynde muradlarını hâsıl kıl) diye yalvarmıyayım? Asla ve kat'â. Bu bir vazife olmakla beraber, kanaatça inşâllah vesile-i icabe-i duâdır.

    Aziz Üstad, sâdîkınızın zaif ruhu, bu fani hayatta olduğu gibi, bâki ve sermedî hayatta da inşâllah ulvî ruhunuzun cenâh-ı şefkatinden ayrılmayackatır, ayrılamayacaktır ve ayıramıyacaklardır.

    Evet gayr-ı kabil-i inkârdır ki, bu fâni hayatın dağdağaları arasında, havas ve letâif her zaman müştakı bulundukları münevver ve muhteşem âyineye bakamıyorlar, fakat o meşgaleden feragat edildiği anda, yine Nur bütün haşmetiyle arz-ı dîdar ediyor. Bu zamanlarda hiç ayrılık hissetmiyorum. Hattâ ihtilâf-ı mekânı da, te'sirsiz görüyorum. Yedinci ve Üçüncü Lem'aların bura postahanesine vürudu, Ramazan'ın onbirine tesadüf ediyor. Bir gün postada kalmasına karşılık tutulursa, her bir Lem'a, bu mübarek ayın başından onuna kadar birer gün almışlar ve اَوَّلُهُ رَحْمَةٌ olan aşr-ı ûlâ-yı Ramazanda, mahall-i maksuda vâsıl olmuşlardır. Müftülük ilânına göre tam onuncu gündedir. Dördüncü ve Sekizinci Lem'alarda bu mâh-ı gufrânın ondördüncü günü aldım. Posta bir gün evvel geldiğine ve bir gün de postada kalışına veya birinci makama sayılırsa bu nurlu eser de, sanki Ramazanın her gününde bir Lem'a alarak, yerini bulmakla, hem bu adetlerin boşuna konulmadığına, hem de اَوْسَطُهُ مَغْفِرَةٌ olan aşr-ı sâni-yi ramazanda yazıldığı mahalle yetişeceğine sarahat derecesinde delâlet ediyor.

    (Sh: B-217)
    Şu saatde şuâatını gözüme sokan güneş gibi, bu kadar nurlu ve zâhir hakâikı mahza bir inâyet-i ilâhî olarak, bu bîçâreye gösterilen, bu mübarek eserlerden, bu nurların bihavlillâh gurupsuz tulû' ettikleri mahalle, Utarid ve Zühre gibi maddeten ve mânen yakın bulunan Hizbü'l-Kur'ân'a dahi hâfız, sadık,hâlis ve salih kardaşlarımın daha çok esrar anlayacaklarını şübhe etmiyorum.

    Madem ki, merkez-i feyze en uzak bulunan âciz bir kardaşlarının, mübarek eserler hakkındaki duyguları, kendilerinin de lâyıklı, mânalı çok değerli ihtisaslarını beyana vesile oluyor. İnşâllah bu hareketleri hizmet-i Kur'ândan ma'dud olur. Âli huzurunuzda kardaşlarımla biraz konuşmak istiyorum.

    Kardaşlarım, bu bîçârenin nurlarla iştigali üç devreye ayrılmıştır.

    Birincisi: Üstad Hazretleriyle ilk teşerrüf etmek saâdetine nâil olduğumdan itibaren intişar etmiş olan eserleri, kendim için istinsah etmek.

    İkincisi: Yine muhterem Üstadımın emirlerine imtisâlen Sözler'in, muhtelif tabaka-i nâsa te'sirleri ve kabil-i cerh, lâzımü't-tashih, mucib-i itiraz cihetleri olup olmadığı hakkında, kâsır aklımla anlayabildiğim kadar ve kısa görüşümle seçebildiğim kadarını arz eylemek ve bütün fırsatlardan istifade ile, din kardaşlarıma faideli olmak, onlara da, bu nurları göstermek, dikkat-i nazarlarını celbetmek, kalbî ve bâtınî yaralarına merhem eylemek emeliyle, ihtiyarsız ve manevî bir te'sir altında âsâr-ı Nuru aşk ile okumak.

    Üçüncüsü: Yine aziz ve müşfik Üstadımın emirlerine mutâvaatla, bildiğiniz vechile her birisi bir türlü letâfet ve belâgat ve celâdette ve çok kolaylıkla akıllara hayret verecek tarzda intişar etmekte olan, nurlu âsar hakkındaki ihtisasalrımı arz eylemek ve bizzat veya kardaşlarım namına, bazı Kur'ânî müşkilât ve tereddüdatı makam-ı feyze takdim ederek, bu tarikle hem müşkilin halline, hem de sâil ile birlikte, diğer kardaşlarımın da istifadelerine âcizâne hizmet eylemek. Denizden katre mesabesindeki bu Kur'ânî hizmetten dolayı,

    (Sh: B-218)
    bu bîçâreye bir kıymet atfetmeyiniz. Çünki maalesef hiç liyakatım olmadığını ben çok iyi biliyorum لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّهِ âyet-i celîlesi ümit vermemiş olsa, isyanımın nihayetsizliği karşısında çıldırmak işten bile değil.

    Öyle ise aziz kardaşlarım, bu zavallı kardaşınıza hayır duâ buyurmanızı bilhassa rica ediyorum. Kur'ân hesabına bakılırsa, o zaman belki bazı güzellikler görünebilir. Bu da sevgili Üstadımızın buyurdukları gibi, Kur'ân'ın güzellikleri ve menba'-i kevserden gelen Nurların lâtifliği bu hususu te'min etmişlerdir. Hîn-i sabâvetimden beri, en ziyade menfûrum, (Felillâhilhamd) yalan söylemektir. Onun için hakikatı ifade ettiğime emîn olabilirsiniz ki, yukarıda arz ettiğim üç safhada ihtiyar ve tesâdüf yoktur. Hâkim olan bir dest-i gaybî ve kader-i İlâhîdir. Bunu hissediyorum. Kader-i İlâhîyi izahâ lüzum yok. Dest-i gaybın da, Gavs-ı A'zam, Sultân-ı Evliya Bâzü'l-Eşheb, Seyyid Abdülkadir-i Geylânî kuddise sirruhul âlî Hazretleri olduğunu son def'a öğrenmiş olduk.

    Fakat muhterem Üstadımın âli afvlarına istinaden şunu ilâve edeyim ki, Gavs-ı A'zam Hazretlerinin keramet-i gaybiyeleri, sarahaten üstadımız Said Nursî Hazretlerini göstermektedir. Çocukluğundan beri hârika tercüme-i hâli tedkik edilecek olursa görülür ki, bu zâtın vücudu sırf Kur'ân ve îman hesabınadır. Ondandır ki o hârika hâlâta mazhar olmuş biz bîçâreler, bu şem'in pervanesi oldukça, hizbü'l-Kur'ân namına Hazret-i Gavs'ın himmet ve duasına ve cedd-i zîşânı Peygamberimiz (Sallâllahü Teâlâ Aleyhi Vesellem) Efendimiz Hazretlerinin şefâatine, iltimasına ve nihayet Münzilü'l-Kur'ân'ın afvına, himayesine mazhar olacağımıza da şüphe edilmemek lâzımdır.

    Allah-u Zülcelâl Hazretleri cümlemizi muhafaza buyursun. Âmin. Dâreynde bâis-i necâtımız olan bu hizmeti bilkülliye terk edecek olursak, o zaman helâkimiz muhakkaktır. Mademki, elimizde ma'fuv olduğumuza dair senedimiz yok. Bâis-i feyzimiz Üstadımız Hazretlerinin bizlere şefkatından dolayı, keramet-i gaybiyeden haber

    (Sh: B-219)
    verdikleri müjdeler, yalnız şevkimizi ve şükrümüzü arttırmaya vesile olmalı. isimlerinin sarahaten zikredildiğini bildirmekle beraber, gösterdikleri âlî ferâgat, cümlemiz için nazar-ı ibretle görülmeli ve cidden taklid olunmalıdır.

    Yine, emirlerindendir ki, bizler hizmetle muvazzafsız, mükellefiz. Netice ile değil. Bu Nurlu hizmette bizleri birleştiren Allah-u Zülcelâl'den niyâzım: Haşirde de livâ-yı Muhammedî (A.S.M.) altında haşr ve cem' olmaklığımızdır. اَللّهُمَّ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا اِنَّكَ اَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ


    Müsaadenizle sadede geliyorum:

    Otuzbirinci Mektubun yedinci Lem'asına esas olan üç âyet-i celîlenin tefsiri hârika bir tarzdadır. Bilhassa İkinci vechile Birinci vechin İkinci ihbar-ı gaybî ciheti işitilmemiş bir surettedir. bu Mektubun Üçüncü Lem'ası ki,
    كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyetinin meâlini ifade edenيَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى { يَابَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى cümlelerinin gösterdikleri iki hakikatten çok büyük feyiz aldım. Garibdir ki, bu mübarek eser
    لَقَدْ صَدَقَ اللّهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا بِاْلحَقِّ âyet-i celîlesiyle başlamakla, sanki bu fakirin gördüğü rü'yaya bir işaret yapıyor ve diyor ki: Senin rü'yanda gördüğün kamer, bu âyette bahs buyurulan rü'yânın sahibi iki cihan Fahri Sallâllahü Teâlâ Aleyhi Vesellem Hazretlerinin bir parmak işaretiyle ve izn-i Hakla inşikak etmiştir. Şems onun hâtırı için, Ondokuzuncu Mektub'da beyan buyurulduğu üzere, bir saat hareketsiz görünmüştür, gibi mu'cizatını hatırlatarak: (Ey gâfil, ittiba-ı sünnet et) diyor. Bu rü'yâyı nakleden mektubumda, Otuzbirinci Mektubun Birinci ve İkinci Lem'alarıyla Yirmidokuzuncu Mektubun Birinci Remzinin Birinci Makamından gelen feyiz neticesi, ihtiyarsız yaptığım tâbirin sonunda yazmış olduğum كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ âyet-i celîlesinin bir nevi i'cazlı tefsirini beyan buyurmakla, mektubuma gayet lâtif ve çok muhteşem bir cevap verilmiş oluyor. Otuzbirinci Mektubun Dördüncü Lem'asının Birinci Makamı (Minhâcü's-Sünne) denmeğe hakikatan lâyıktır.

    (Sh: B-220)
    Birinci Nükte: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, ümmetine şefkatinin derecesini ve bihakkın Şefîu'l-müznibîn olduğunu göstermekle beraber, Süleyman Efendi merhumun Mevlid-i şerîfindeki:

    Tıfl iken ol diler idi ümmetin,
    Sen kocaldın terkedersin sünnetin

    vecizesini hatırlatmakta ve ol Hazrete ümmet olanlara, sünnetlerine riayet lüzumunu ehemmiyetle der vermektedir.

    İkinci Nükte: Cenâb-ı Peygamber Sallâllahü Teâlâ Aleyhi Vesellem Efendimiz Hazretlerinin nesl-i mübareklerinin, ilâ yevmil kıyâm Hz. Hasan ve Hüseyin (Radıyallahü Teâlâ Anhümâ)'den geleceklerini ve istikbalde çok mübarek zevâtın da, bu meyanda zuhur edeceklerini nazar-ı nübüvvetle gördükleri için, bu iki hafidine bütün o nurlu zatlar hesabına şefkat göstermesi, öyle bir tariftir ki, beşerin düşünmesiyle yazılmasına imkân yoktur.

    Üçüncü Nükte: Nass-ı Katı' ile sâbit ve hadîs-i Nebevî ile müberhen Âl-i Beyt'e muhabbete işaret etmekte, bu vazifeyi îfaye dâvet eylemektedir. Çünkü: İslâmiyet bir vücutsa, bu vücudun belkemiği muhakkak Âl-i Beyt ve başı her zaman Kitabullahtır.

    Dördüncü Nükte: Şîaları ilzâm edecek kadar kuvvetli bir dersdir. Bu şümullü dersden gaye ne olduğu, sonunda mükemmelen icmâl edilmiştir.وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُواemr-i celîline tevfikan, bütün mü'minler tevhide çağırılmıştır. Keramet-i Gavsiyenin işaratini te'yid eden remizleri defaatle okudum. Bu müjdeler hamd ve şükrümü arttırmıştır. Zembilli Ali Efendi'nin hâle çok uygun olan fıkrası hoşuma gitti. Lâtif tefe'ülünüz (hitâmühü misk) kabilinden olmuştur.

    Evet, Kur'ânî bahçede her zaman başka renkte, başka letâfette, başka te'sirde hakikî cennet çiçekleri açılıyor. Bu mezherenin bülbülünü ve onun gönülleri teshir eden nâmesini dinleyen, meşk eden yoldaşlarına, dâreynde selâmet ve saâdet ve muvaffakıyetler temenni ve niyaz eylerim.

    (Sh: B-221)
    Şairin zamana muvafık bir beyti:

    Bir mevsim bahârına geldik ki, âlemin:
    Bülbül hâmuş, havz tehî, gülistan da harâb.

    Ben de derim:

    Öyle bir bid'alar devrindeyiz ki, İslâmın:
    Bir bülbülü, bir gülistanı kalmış Kur'ân'ın.

    Keramet-i Gavsiyeyi henüz kimseye okuyamadım. İçinde bu bîçâreden bahis edilişi okumak hususunu düşündürüyor. Mübarek Ramazan (Hâşiye) bir an evvel bu isyankârların, kadir-nâşinasların elinden yakayı kurtarmaya çalışır vaziyetde, sür'atle elimizden gitmektedir. İmam Ömer Efendi'nin geçen sene Ramazanın hikmetleri eserinin, Ramazan ayı geçtikten sonra gelişinden, benim gibi müteessir olmuştu. Bu Ramazanın birinci cuma hutbesinde, ben de hâzır olduğum halde, yüzlerce cemaate, bu nurlu hikmetlerden bir kaçını hemen aynen okudu. Bu anda bu fakirde husule gelen şükür hislerini tarif edemiyeceğim. اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

    Hulûsi

    184

    (Ahmed Husrev'in fıkrasıdır.)

    Sevgili Üstadım!

    Bu fakir talebenize teselli veren mektubunuzu aldım ve ba'de't-takbil okudum.Ruhumda hâsıl olan mânevî yaraların ızdırabları ile çok müteellim olurdum. Herşeyden ziyade hürmet ettiğiniz ve ehemmiyeti dolayısıyla pek fazla itina ettiğiniz, Şeâir-i Dîniyemize ve sizi severek, hâhişle, fîsebîlillâh emirlerinize itâat ederek, size koşan talebelerinize sed çekmek suretiyle yapılan denâete ruhum sabredemiyordu. Bir an evvel Hâlikına ulaşmak isteyen ruhumda, azim bir galeyan hissediyordum. Diğer taraftan sizden malûmat alamadığım için, ızdırapların altında fevkalhad eziliyordum.

    (Hâşiye) Garibdir ki Hulûsi' nin bu sözünü belki yirmi defa tekrar etmişim. Süleyman gibi dostlar şahiddirler. Demek bir hakikat var ki, ikimizi böyle söyletmiş.
    Said

    (Sh: B-222)
    Zâlimlerin kahrı için dergâh-ı İlâhîye iltica etmekle teselli bulmak isterken, işte bu mektubunuz kaza ve kadere razı olmak suretiyle teselli ihsan ediyordu. Ben de (Semi'nâ ve eta'nâ) diyerek kahr talebinde bulunmayı bırakıyorum.

    Ey sevgili ve müşfik Üstadım, her an duânıza muhtaç talebeniz, kendi hesabıma düşünürsem, ruhen bir parça istirahat ediyorum. Fakat Üstadım ve kardeşlerim hesabına düşünürsem, ıztırabım, ye'sim birden bine çıkıyor. Ruhum feverân ediyor. Yine Cenâb-ı Hak hesabına itâat etmek istemiyor.

    Aziz Üstad!

    Âlem-i İslâma indirilen o azîm darbeler, Âlem-i İslâm hesabına sizin omuzlarınıza isabet ettiğini biliyorum. Böyle olmakla beraber, ulvî ruhunuz, âli hamiyyetiniz, hadden efzun sabrınız, daha pek çok ve pek güzel hasletleriniz üzerinde en bâriz izleri gözüken şefkatiniz, zâlimler hakkında da hayır dua etmek oluyor.

    Talebeniz
    Ahmed Husrev


    185
    (Babacan Mehmed Ali'nin fıkrasıdır.)

    Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücud ve Tekaddes hazretlerinin, Cibrîl-i Emîn vasıtasıyla, âhir zaman Nebîsi (Peygamberimiz (A.S.M.) Efendimize) gönderilen ve bugüne kadar muhafaza edilen Kur'ân-ı Hakîmi hakikatiyle ve hak sözler ile, Hakkın yaratmış olduğu kullarına tercümanlık eden ve Hakkın rızası için gece ve gündüz dua eden, hakikî SAİD'den bir muhabbetname aldım ki, o da Üstadım Efendimin mektubudur.

    Ciddî ve samimî dostumuz ve kardaşımız bulunan Âsım Bey'e vardığımda müjdeledi. Beş dakika kadar görüştüm. Ve göndermiş olduğunuz emanetleri alırken öyle sevindik ki, bülbül gül dalında seher vaktinde aşkından, ağzından çıkarmış olduğu nağmeler gibi işittik. Onun için birbirimizle ne konuştuğumuzu bilemedik. Bildiğim şu kadar ki: Yalnız ayrılırken çok şükür Cenâb-ı Allah'a böyle

    (Sh: B-223)
    envar-ı Kur'âniyeyi neşreden bir Üstadımız varken, hiçbir vakit saâdetimizden mahrum kalmayız diye bildik.

    Babacan

    186
    (Zeki Zekâî'nin fıkrasıdır.)

    Aziz ve Sevgili Üstadım!

    Üç haftaya yakın bir zaman oluyor ki, size mektub yazamadım. Her zaman olduğu gibi, şu günlerde dairede vazifenin çokluğu dolayısıyla, pek kıymetli olan uhrevî vazifelerim geri kalıyor ve bu cihetle teessürüm kâfi gelmiyormuş gibi, bu hafta içinde işittiğim pek acı elîm bir haber, bir sâika gibi beni beynimden vurdu. İşittim ki, Üstadım yılanların hücumuna mâruz kalmış. Ah Üstadım! vakit vakit tehacümlerine, taaruzlarına m"aruz kaldığımız bu menhus hainlerin zulmünden ne zaman âzade kalacağız. Bu mülhid mütecavizler, haddini tecavüz etmeye başladılar. Artık tecavüzün bu derecesi fazladır. Bu itibarla muazzam bir bârika-i hakikatın zuhuru yaklaştığı îman ve itikadı, bizi teselli ediyor. Ne zaman ki, tahribat ve istibdat haddini aştı. Uçurum kendini gösteriyor. (Büyük felâketler, güler yüzlü intibahlar doğurur) derler ki: Pek musib bir söz. Herhangi bir hükümet zulmü ve istibdadı arttırdı, mazlum milletler istiklâlini kazanıyor. Şu asırda dinsizlik ve tahribat fazlalaştı. İnşâllah mazlum ve mâsum ehl-i îmanın yüzü gülecek. Parlak bir hakikat güneşi tulû' edecek.

    Aziz üstadım, nâkıs kalemim, âciz lisanım, hissiyatıma tercüman olamıyor. Her dindaş gibi, benim de kalbim aziz imanımın aşkıyla çarpıyor, hamdolsun damarlarımızda dolaşan kan, binler senelik ehl-i hak ve îmandan irsen intikal etmiş bir mayadır. Sevgili Üstadım! Öyle anlar geliyor ki, hayat çok alçalıyor. Biz insanlar o derece eğilmek mecburiyetinde kalıyoruz. Bu fikrimle, nefsim hesabına bir hisse-i gurur aramıyorum. Menhus ve mülevves ellerin, temiz bileklerimizi sıkması, sabır taşını çatlatacak kadar müellim bir hal değil midir? Tahribatın en müdhiş zamanında hastalanan insaniyeti, mânevî ilâçlarla tedavi etmeye çalışırken, bize musallat olan hâinlere

    (Sh: B-224)
    mukabele etmek, acaba zavallı bir milletin sürükleneceği uçuruma sed çekmek için, çekilecek mezahim ve meşâk, hayatın ind-i İlâhîde makbuliyeti için sabretmek, son dereceye kadar tahammül etmek, bu fikir fâkirin hayli düşüncesi neticesi bulabildiği bir hakikat.

    Sevgili Üstadım, şu günleri, düşünceler ve elemler içerisinde geçiriyorum. Hâdiseyi bir kaç ağızdan birbirini tutmayan rivayetler gibi, dallı budaklı olarak işittim. Bendenize hâdisenin cereyanı hakkında lütfen bir haber veriniz. İnsan cünun getirecek.

    Sevgili Hocam, siz herkes için, beşeriyet için, zararlı olan tahribat ve âfâtın önünü almak için, gece gündüz çalışınız. Kendinizi tehlikeye atın da acı acı tahrikata maruz kalın. Hayır Aziz Üstadım, hayır! Yüce dâhi, hayır! Sizin nasibiniz bu değil. Size verilecek mükâfat, bu olamaz. Bu hâletler olsa olsa üç-beş dinsizin ve bir takım cehennem yolcularının çılgınlığıdır. Bu hâle sabretmek ve ehemmiyet vermemekle, pek yüce mükâfatlara mazhariyetler kesbediyorsunuz. Siz asla ve kat'â müteessir olmayın. Ne kadar vahşiyane ve zalimane olursa da, dönüp arkanıza bakmayın. Size açılan mânevî âlemlerin kapılarına doğru ilerleyin. Yürüyün, yürüyün, tâ nâmütenâhî yürüyün. Gittiğiniz yerlerde, uzaklaştığınız âlemlerde bizim gibi yaralı, âciz, zaif, pür-kusur, kemter bîçâreler için de, müebbed bir istirahat ve saâdet yatağını hazırlayın.

    Zekâî

    187

    (Zekâî'nin fıkrasıdır.)

    Kalbim derin bir ihtiyaç ve iştiyak içinde, şu mübarek günlerde, Üstadımın ziyaretini arzu ediyor. Nasıl ki, yaz günlerinin sıcak demlerinde bil'umum nebâtât, yağmura ihtiyaç hissederse, Zekâî de Üstadının nasihatlarına ve telkinlerine öylece müştak ve muhtaçtır.

    Üstadım, eyyâm-ı mübereke pek çabuk gelip geçti. Benim gibi mânevî yaralılarından mecruh bîçâreler, böyle mübarek günlerde, elbette kusurlarının afvını ve meşru' emellerinin husûlünü, Hallâk-ı

    (Sh: B-225)
    Âlemden temenni ve niyaz etmişlerdir. Cenâb-ı Allah mâh-ı gufrânın kudsiyyeti hürmetine kusurlarımızı afv ve mağfiret eylesin.. Âmin.

    Sevgili Üstadım. Bu def'a üç gün izinle Atabey'e gidip, ebeveynimi ve âhiret dostlarımızı ziyaret ettim.

    Ah üstadım, bâzan zâhirî hâdisat insanı çok düşündürüyor. Gayr-i ihtiyarî, ruhu garib ve rikkatle karışık bir ızdıraba düşürüyor. Bu anlarda hayatın kararsızlıklarından mütevellid ye's, bizi müteessir ediyor. Şefkat ve merhamete hasret çekiyoruz.

    Üstadım, öyle zannediyorum ki, âcizleri hayatın ihtilâta mecbur eden ahvâlinden uzaklaşamadıkça, kalbim ârâmgâh-ı lezzetinde tam bir sükûnu bulamıyacak. İnşâallah duânız himmetiyle, o anlara da selâmetle vâsıl olacağım. Bu hissiyatımı îzah etmek, anlaşılmış bir ruh için zait değil midir?

    Aziz Üstadım, emsal-i kesiresiyle Üstadımızın riyaseti altında, müşerref olmaklığımızı dilediğim îd-i fıtrînizi tebrik vesilesiyle, takdîm-i ihtirâmât eyler, muhterem ellerinizden ve ayaklarınızdan öperim. Sevgili Üstadım.

    Günahkâr talebeniz
    Zekâî

    188
    (Âhiret hemşirelerimden Müzeyyene'nin fıkrasıdır.)

    Sevgili Üstadım!

    İki aya yakın zamandan beri, gelen âhiret kardeşlerle selâmınızı alıyorsam da, benim gibi âcize bu talebenin, sizin her vakit nurlu nasihatlarınızı dinlemek ihtiyacı olduğundan dolayı, haftaları bütün mahzuniyetle geçiriyorum. (Evet, zaman oluyor ki, gözlerimden dökülen yaşları, nurlu Risaleleri okumakla teskin ediyorum. Zaman oluyor kalbim mütemadiyen ağlıyor.) Hele şu mübarek Ramazan, birkaç müfsidin kalbimize saldığı hançerin acısını kalben, bütün gün için için ağlamakla geçiriyoruz.

    (Sh: B-226)
    Nihayet aldığım bir haber üzerine, yine eskisi gibi âhiret kardeşlerimizin, sizi ziyaret etmekten mahrum olmadıklarından memnun oldum. Yalnız mübarek ibadethanenin ve bütün ehl-i iştiyakın sizin duanızdan mahrum kaldığına çok acıyorum. Hattımın noksanlığı ve zaifliği dolayısıyla Risaleleri yazamadığımdan beni af ediniz. (Şu zamanlarda dünyayı sevmez olduğumuz halde, kurtulamadığımıza çok müteessirim. Issız sahralar, susuz çöller, kimsesiz yerler ruhumuzun meskeni oluyor. Hayâlen oralarda dolaşıyoruz. Evet, birşey arıyoruz. Heyhât... Aradığımız gün hem çok uzak, hem çok yakın görülüyor. Daha ne kadar bu hal içerisinde çırpınacağız.) Diye feryâd eden kardeşlerimizin hissiyatına bu âcize, bu fakîre iştirâk ediyorum.

    Âcize talebeniz
    Müzeyyene

    189
    (Ahmed Husrev'in fıkrasıdır.)

    Senelerden beri zâlimlerin pençe-i zulmünde inleyen bu bîçâre müslüman kardeşlerinizle geçirmekte olduğunuz bu mübarek bayramın, belki dokuzuncusunu hücra köşelerinde, dostlarınızdan uzak, akraba ve taallûkatınızdan mahrum bir vaziyette, teâlî ve terakkisi için çalıştığınız cem'iyyet-i İslâmiyye arasından uzaklaştırıldığınız bir halde geçireceğinizi hatırladıkça yüreğim parçalanıyor, ruhum azim bir elemle yanıyor, gözlerimden yaşlar dökülüyor. Kalbimden yükselip gelen bir sesle, "Ağla hem çok ağla! Belki rahmet-i İlâhiyyenin nüzûlü ve âlem-i İslâmın saâdet ve selâmeti için ağlayanlarla beraber ağla" diyor.

    Bu anda kalb gözüm, bu hüzne iştirâk ederek, Dicle ve Fırat ve Nil-i Mübarek gibi âlem-i gayb vâdilerinde sular akıtarak ağlıyor.

    Âh Sevgili Üstadım! Ehl-i gaflet gülerken, ehl-i ilhad nefsî müştehiyatları arkasında koşarken, biz ne acı hayatlarla karşılaşıyoruz. Âh, sevgili Üstüdım! Cenâb-ı Hak bize saadet vermeyecek mi? Acaba bu gün daha çok uzayacak mı? İhtiyarsız kendime sorduğum bu suallere yine kendim cevap verirken, teennî

    (Sh: B-227)
    ve sabır tavsiye ediyorum. Ve sırr-ı اِنَّآ اَعْطَيْنَا tebşîratiyle müteselli oluyorum.

    Ey kıymettar Üstadım! Sizin hüznünüze, huzurunuzda olduğum halde iştirâkimi istiyordum. Öyle hissediyorum ki, ruhen hiç de uzak değilim. Bazan kendimi unutuyorum. Güya kanatsız tayeran ediyor, koca çınar ağacının arasından girerek meclisinize dahil oluyorum.

    Sevgili Üstadım! Hâlikımdan ebediyyen razı olmuşum. O da sizden ebediyyen razı olsun. Maal'esef ziyaretinizle müşerref olamıyorum. Buna bedel Bekir Bey'le takdim ettim ve arzu edilen şekilde yazamadığım İ'caz-ı Kur'ân'ın sahifelerini açtıkça, fakir talebenizin her sahifeye mukabil ellerinizden öpmekte olduğumu kabul buyurmanızı istirhamla, sıhhat ve selâmet ve muvaffakıyetiniz için dua ederek, el ve ayaklarınızdan öperim, efendim hazretleri.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Talebeniz
    Ahmed Husrev

    190
    (Sabri Efendinin fıkrasıdır.)

    Dün Eğirdir'e gittim. Hulûsi Bey'in ihlâslı ve sadakatlı mektubunu getirdim. Nuranî kalb ve ruhtan cûş eden, şu mektubun muhteviyat ve münderecatını bu fakir de tekrar ederim. Kendi hesabıma takdim ediyorum. O muhterem kardeşime bedel fakire, madem ki, Üstad-ı muhteremim, Sâni-i Hulûsi ismini vermiş. O hâlis imza sahibinin halefinde bu fakir de görünse, ifâdâtına iştirâk etse, irsiyyet-i mâneviyesi daha iyi, sabit ve zâhir olur. Emel-i âcizanesini esas gaye ve maksad bildim Efendim.

    Aciz talebeniz
    Sabri

    191
    (Aydın'lı İsmail'in fıkrasıdır.)

    Sizin tatlı sözlerinizi yazmaya başladım ve yazmaya doyamıyorum.

    (Sh: B-228)
    Ve sizin tatlı Sözlerinizi yazmağa başladığım anda, ruhumda bir ferahlık hissediyorum. Aynı zamanda sizi hiçbir türlü unutamıyorum. Ve daima sizin mektubunuzu yazmak istiyorum.

    Talebeniz
    İsmail

    192
    (Aydın'da Doktor Şevket'in fıkrasıdır.)

    Üstad-ı A'zamam Efendim!

    Nûrânî ve çok kıymettar eserlerinizi okuduk, nurlu ve feyizli eserlerinizin te'siriyle parlayan kasvetli kalblerimizle, siz Üstadımıza ebediyyen minnettar ve medyun-u şükran bulunduğumuz gibi, Risaleleri bizlere okutturmağa ve yazdırmağa sebeb olan Hâfız Zühdü Efendi kardeşimizi de, daima hayırla yâd etmekten kendimizi alamıyoruz. Kendilerine fiat takdir edilemiyecek derecede kıymete mâlik bulunan, muhterem Risalelerinizi yazıp ikmal etmemize, Cenâb-ı Hakkın bizi muvaffak kılması için, Üstad-ı Ekremimizin dua ve himmetlerine muhtaç bulunuyoruz.

    Talebeniz
    Doktor Şevket

    193
    (Ahmed Husrev'in fıkrasıdır.)

    Sevgili müşfik Üstadım Efendim Hazretleri!

    Arz-ı hürmek ve iştiyakla el ve ayaklarınızdan öperim. Hulûsi Bey'in suâllerine verilen cevablara ait cihandeğer kıymetli, nurlu, feyizli sözlerinizi, iki gün evvel aldım. Suallerin cevabları o kadar lâtif idi ki, ne okumağa doyabildim ve ne de idrâkim kadar olsun hakkıyle kavrayabildim.

    Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin makbûlînden olduğu halde, hatâsının ve her kitabında mühdi olmamasının esbabı, o kadar amîk bir şekilde ve o derece ince bir tarzda izah buyuruluyor ki, bu âlî dersinizi sair kardeşlerimle beraber okudum, dedim: (Aziz kardaşlarım, bu âlî dersten istifade ediyor, mühim bir şey anlıyorum, fakat zübde edemiyorum, zihnimde toparlayamıyorum, siz ne dersiniz?


    (Sh: B-229)
    Hâzırûn dersimizin yüksekliğine işaret ederek, İslâmiyetin ardı ve arkası kesilmeyen hücumlara mâruz kaldığı bir zamanda, bu nurlu eserlere kavuştuğumuzdan dolayı, binler teşekkür ettik. Bilhassa doktora verilen son cevap hâşiyesinin letâfeti yüzümüzde âsârını göstermişdi.

    Bir taraftan hınzır etinin hürmet-i esbabı, illeti, gayet güzel bir surette îzah edilmiş, diğer taraftan da âlî müfekkirenizden parlayan nurlarla, hem de pek yakında dünyanın ufuklarında İslâmiyetin güneşinin parlıyacağına işaret buyuruyorsunuz. Cenâb-ı Hak sizden hadsiz hesapsız razı olsun.

    Sevgili Üstadım, âciz talebeniz, bu aczi ile mânevî himmetinize iltica ediyorum. Ve öyle ümid ediyorum ki, Hallâk-ı Kerîmim beni ihtiyarım olmıyarak, istihdam ettiği bu vâdide, duânız himmeti ile, inşâallah bir idrâk ve bir kabiliyet ihsan buyuracaktır.

    Hakir talebeniz
    Ahmed Husrev

    194
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْوَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık, fedakâr ve vefâdâr kardaşım Kürd Bekir Bey!

    Maatteessüf bil-mecburiye nâhoş ve mâlâyâni sayılacak bir bahis söyleyeceğim. Fakat bu bahsim, hakikî hamiyetperver Türkçülere karşı değil belki frengîlik hesabına sahtekâr bir surette Türkçülüğü kendine perde eden mütecâvizlere karşı söylüyorum. Şöyle ki; mülhid münafıkların en son ve alçakça ve vicdansızca aleyhimizde isti'mâl ettikleri bir silâhı şudur ki, diyorlar: "Said Kürddür, Bir Kürdün arkasında bu kadar koşmak hamiyet-i milliyeye yakışmaz." Ben bu münafıkların vicdansızca desiselerine karşı değil, belki safdillerin temiz kalbleri bunların sözleriyle bulanmamak için diyorum ki:

    Evet ben başka memlekette dünyaya gelmişim. Fakat Cenâb-ı Hak beni bu memleketin evlâdına hizmetkâr etmiş ki; dokuz sene

    (Sh: B-230)
    mütemadiyen bu memleketteki milletin ondan dokuz kısmının saadetine, kendi dilleriyle hizmet ettiğim bu havalideki insanlara mâlûmdur.

    Hem ben bu memlekette Hulûsi, Sabri, Hâfız Ali, Husrev, Re'fet, Âsım, Mustafa Çavuş, Süleyman, Lütfü, Rüşdü, Mustafa, Zekâî, Abdullah gibi yirmi-otuz Müslüman-Türk gençlerini âdeta yirmi-otuz bin milletdaşlarıma tercih ettiğimi ve onları, o otuz bin adam yerine kabul ettiğimi, bu dokuz senedeki Türkçe âsâr ile ve hizmet ile göstermişim. Evet ben bin gâfil ve âmi Kürdü, bir Türk olan Hulûsi'ye karşı tutmadığımı ve bin câhil Kürdü birer Türk olan Âsım ve Re'fet'e mukabil göremediğimi ve bir genç olan Husrev'i bin âmi Kürdle değişmediğimi ehl-i dikkat ve benim ahvâlime muttali' olanlar tasdik ettikleri halde; frengîlik nâmına ve ilhad hesabına, Türkçülük perdesi altında, sahtekâr bir milliyetperverlik suretinde ve hodfuruşluk cihetinde bana tecavüz edenler ve Türk milletini ve milliyetini zehirleyen mülhidler bilsinler ki: Ben millet-i İslâmiyenin en mühim ve mücâhid ve muazzam bir ordusu olan Türk milletine binler Türk kadar hizmet ettiğimi, binler Türk şâhiddirler. İşte bana Kürd diyen ve ittihâm eden, zâhir hamiyetperverlik gösteren sahtekârlar, bu millete ne gibi hizmet ettiklerini göstersinler. Bu fir'avuncukların enâniyetini kabartan mahviyetkârâne söz söylemek câiz olmadığından, bilmecburiye o mütekebbirlere karşı izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için, söylenmeyecek ve izhârı münâsib olmayan uhrevî hizmetlerimi Cenâb-ı Hakkın afvına güvenerek izhâr ettim.


    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Said Nursî

    (Sh: B-231)
    195
    (Galib'in Fârisî fıkrası)

    كِيسْتَمْ مَنْ ُو يَكِى عَاجِزُو بِى تَابُ وَ زَبُونْ { دِلْ حَزِينْ سِينَه ُرْ آلاَمُ وَ سَرَمْ مَسْتِ جُنُونْ
    اَزْ غَمِ فِرْقَتِ دِلْدَارِ بَسِى ُو يَنْدَمْ { كَسْ نَمِى بُودِ دِلِ زَارِ مَرَا رَاهِنُمُونْ
    سَالَهَا دَرْ اَلَمِ هَجْرِ َرِيشَانْ بُودَمْ { نَهَ يَكِى يَارِ مُوَافِقْ نَهَ يَكِى جَامِر سُكُونْ
    رَاهِ بِيهُودَئِ مَنْ ُمْ شُدَه بُودْ آنِ بَانْ { دَرْ سَرَمْ شَوْقِ جُنُونْ بُودْ شَبُ ورُوزِ فُزُونْ
    عَاقِبَتْ دَسْتِ قَضَا هَادِئِ بِهْبُودَمِ شُدْ { هِمَّتِ زُمْرَهءِ مَرْدَانِ خُدَا جِلْوَ نَمُونْ
    ِه نَوَا زِشْ كِه : دِلَمْ يَا فِتَه دَرْسَايَهءِ ِىرْ { شُدَمْ اَلْحَاصِلْ اَزْدَوْلَتُ وَلُطْفَشْ مَأْمُونْ
    بَخْتِ نَاسَازِ مَرَاسَازِئِ اِقْبَالِ رَسِيدْ { دِلِ بِ َارَهءِ مَنْ شُدْ رِفُيُوضَشْ مَمْنُونْ
    نِيسْتْ عَجَبْ خَاكِ سِيَه لَعْلِ شَوَدْ دَرْ ِيشَشْ { نُورِ حَقَّسْتْ هَمَانْ اِينْ نَهَفِسَانَه نَهَ فُسُونْ
    دَرْ زَمِينِ اَهْلِ حَقْ اَنْوَارِ تَجَلاَّىِ خُدَاسْتْ { ِيشِشَانْ مَاضِىُ وَآتِى هَمَه يَكْ نُقْطَهءِ نُونْ
    آنْ ِه مَاضِيسْتْ بِخَوَانَنْدِ بَدِلْ هَمْ ُو كِتَابْ { حَالُ وَ آتِى هَمَه يَكْ شِيوَه شَوَدْ كُفُّ وَ كُمُونْ
    دِلِ شَانْ آيِنَهءِ آيَتِ لَوْحِ مَحْفُوظْ { زَانْ سَبَبْ نِهَانْ اَزْدِلْ شَانْ كُنْ فَيَكُونْ
    آنْ ِه دِيدَنْدُو بِكُويَنْدْ خُدَا آمُوزَدْ { آلَتُ وَ قُدْرَتِ حَقَّنْدْ مُكَمَّلْ مَوْزُونْ
    هَازْ دَرْ نُسْخَهءِ تَوْرَاتْ ثَنَاءِ مَحْمُودْ { هَانْ دَرْ لَوحِ زَبُورْ وَصْفِ مَسِيحَا اَفْزُونْ
    وَسْفِ اَصْحَابِ مُحَمَّدْ هَمَه دَرْ اِنجِيلَسْتْ { اِينْ ِه بِنِيشْ هَمَه اَزْ وَحْىِ خُدَاىِ بِي ُونْ
    بَازِدَرْ اَهْلِ وَلاَيَتْ تُوبِينِى اِينْ رَازْ { دَادَ اَزْخَبَرِ آتِى َيَامِ مَقْرُونْ
    خَبَرِ كُلْشَنِى مِى دَادْ جَلاَلِ رُومِى { شَيْخِ اَكْبَرْ خَبَرِ مِصْرِى دِهَدْ اَمْرِ بَكُونْ
    اَحْمَدِ جَامْ دِهَدْ اَزْ اَحْمَدِ فَارُوقِى خَبَرْ { مَنْ كُدَامَشْ بِشُمَارَمْ كِه زِاَعْدَادِ فُزُونْ
    هَرْيَكِى كُفْتَه خَبَرْ رَمْزُو اِشَارَتْ كَرْدَنْتْ { ِيشَيَانْ اَزْ َسِيان دَادَه نِشَانِ سَيَكُونْ
    (Sh: B-232)
    بَاخُصُوصْ مَرْدِ خُدَا حَضْرَتِ عَبْدُ الْقَادِرْ { غَوْثِ اَعْظَمْ قُطْبِ دَائِرَهءِ كُنْ فَيَكُونْ
    َسْ اِشَارَتْ دِهَدْ َازْحَالَتِ آتِى جِهَانْ { هَرْ ِه دِيدَسْتْ بِكُفْتَسْتْ بَيَانِ مَسْنُونْ
    كُفْتِ دَرْ نَظْمِ تَجَلَّى كِه شَوْمْ حِرْزِ مُرِيدْ { اَزْشَرُو فِتْنَه نِكَهْبَانِ مُرِيدَمْ مَأْمُونْ
    كَرْدَه اَزْ فِتْنَهءِ جَنكِيزُ وَ هُلاَكُو اِخْبَارِ { بِنْكَرَدْ لِيكِ رُمُوزِ سُخَنَشْ تَابِكُنُونْ
    خَبَرِ فِتْنَهءِ اِينْ دَوْرِ زُنُطْقَشْ َيْدَا { يَافِتَه اَزْ رَمْزِ اُو اَرْبَابِ يَقِينْ سَرْفُزُونْ
    فِتْنَهءِ دَوْرِ كِنُونْ ُنْكِه زِحَدْ اَفْزُونَسْتْ { زِشِرَارِ شَرُّ فِتْنَه شُدَه جَيْحُونِ هَامُونْ
    اَهْلِ دَانِشْ هَمَه سَرْجَيْبِ قَبَا مِيكَرْدَنْدْ { عَرْصَهءِ دِينِ زِمَرْدَانْ شُدَه خَالِى مَشْحُونْ
    دِيدَهءِ دَهْرِ نَدِيَدَسْتْ بَدْبِينْ دَغْدَغَه هِي ْ { مِى رَوَدْ دُودِ فِرَاتْ خَلْقِ هَمَه تَشْنَه نُمُونْ
    دَرْهَمَه هِ ْ عَصْرِ فِتْنَهءِ اِينْ دَوْرِ نَبُودْ { اَكْثَرِ خَلْقِ شُدَه حَالِ زَمَانْرَا مَفْتُونْ
    مُلْحِدَانْ رُوزُ شَبِ اِيجَادِ فِتَنْ مِى كَرْدَنْدْ { زَهْرِ خَنْدَ نَكُنَدْ بَلْكِه بِكِرْيَدْ مَجْنُونْ
    بَرْبَدِينْ فِتْنَه اُوشَرْ حَضْرَتِ اُسْتَادِ سَعِيدْ { جَبْهَه بِكِرِفْتْ خُوشَامَرْدِ سَعَادَتْمَقْرُونْ
    تِيغِ سَرْتِيزِ شُدَه دَرْكَفِ اوُ ُنْكِه قَلَمْ { كِلْكِ اُوزْمَرْهءِ اِلْحَادِ هَمَه كَرْدَه زَبُونْ
    هَيْبَتِ دِينِ زِكُفْتَارِ خُوشَشْ َيْدَا شُدْ { هَرْكِه اِينْ نُورِ نَبِنَدْ شَوَدْ اِذْ عَانَشِ دُونْ
    كِلْكِ اُوسْتَادِ اَزْلَدُُنْ بَسْطِ حَقَائِقْ مِيكَرْدْ { تَا اَبَدْ اَزْفَيْضِ عَيَانَشْ هَمَه جَانْ نُورِ عُيُونْ
    (لاَتَخَفْ قُلْهُ) بِفَرْمُودِ مَكَرْ حَضْرَتِ غَوْثْ { دَرْحَقِّ حَضْرَتِ اُسْتَادِ شَوَدْ اَصْلِ مُتُونْ
    حَبَّذَا رَمْزِ كِه كُفْتْ حَضْرَتِ عَبْدُ الْقَادِرْ { نِعْمَ ذَا نُطْقِ كِه كَرْدَسْتْ سَعِيدْ سَعْدِ نُمُونْ
    آنْ كِه دِيدَسْتْ َسَنْدَسْتِ بَيَانْ مِى كَرْدَسْتْ { حَقْ َسَنْدَسْتِ شَوَدْ تَشْنَهءِ فَيْضَشْ اَفْزُونْ
    بَعْد زِينْ غَالِبِ بِي َارَه دُعَامِى كُويِيمْ { بَادِ رَاضِى زِسَعِيدْ ذَتِ خُدَاى بِ ُونْ
    هِمَّتَشْ عَالِىُ وَ فَيْضَشْ هَمَه اَعْلاَ بَادَا { بِدَهَدْ حَضْرَتِ حَقْ نَشْئَهءِ غَيْرِ مَمْنُونْ
    تَافَلَكْ دَائِرُو اِينْ اَرْضِ هَمِى شُدْ سَائِرْ { عَظَّمَ اللّهُ لَهُ اْلاَجْرَ وَ قَرَّتْهُ عُيُونْ
    غَالِبْ


    (Sh: B-233)
    (Galib Bey'in Fârisî fıkrasının tercümesi.)

    l- Kimim ben? Ben, gönlü kırık, sînesi dertlerle dolu, başında delilik sarhoşluğu (olan) âciz, güçsüz zavallı biriyim.

    - Gerçek dosttan (sevgiliden) ayrı olmanın üzüntüsünden çok gezip dolaştım, (lâkin), benim inleyen gönlüme yol gösterici (rehber) kimse yoktu.

    3- Yıllarca ayrılığın eleminden perişandım, ne kafamın dengi bir dost, ne de sükûnet verecek bir (mârifet) kadehi (vardı).

    - Günden güne gidişatım daha da çıkmaza giriyordu, (öyle ki), gece gündüz başımdaki cinnet arzusu artıyordu.

    - Neticede, (Allah'ın) takdir eli iyiye, doğruya gitmeme hidâyet etti, Allah dostlarının himmeti yüz gösterip imdada yetişti.

    6- Gönlüm pîrin sayesinde huzur buldu, hulâsa onun lûtuf ve inâyetinin saadetine nail olarak emniyete kavuştum.

    - Bahtsızlığıma, iyi tâlih imdada yetişti, bîçâre gönlüm onun feyzinden memnun oldu.

    - Onun nazarı ile kara toprak yâkuta dönüşürse garipsenmez, (zira), onun bu nazarı, Hakkın nurudur, efsane ve sihir değildir.

    9- Ehl-i Hak zemininde, Allah'ın tecellisinin nurları vardır, geçmiş ve gelecek onların nazarlarında bir "nun" un noktası gibidir.

    - Geçmişte olanı, gönüllerinde bir kitap gibi okurlar, hâl ve gelecek hepsi aynı şekilde, onların derûnundadır.

    - Onların gönülleri, Levh-i mahfuzda (mevcut) âyetlerin aynasıdır, o sebebden "ol" (deyince) "olur" sırrı gönüllerinde gizlidir.

    l2-Gördüklerini ve söylediklerini (onlara) Allah öğretiyor, (onlar), Hakk'ın mükemmel ve ölçülü kudreti ve âletidirler.

    - İşte Tevrât sahifelerinde Mahmud'un övülmesi ve işte Zebûr sayfalarında Mesih'in ziyâdesiyle vasfı.

    - Hz. Muhammed'in ashâbının vasfı hepsi İncil'dedir, hepsi eşi ve benzeri olmayan (Allah'dan gelen) ne güzel görüşlerdir.

    (Sh: B-234)
    15-Bu sırrı, Ehl-i velâyetten her zaman görürsün, gelecekten ve hâlden haber vermişlerdir.

    - Celâl-i rumî, Gülşenî'nin haberini veriyordu, Şeyh-i Ekber ise, Mısrî'nin haberini verir...

    - Ahmed-i Câmî, Ahmed-i Fârukî'den haber veriyor, ben hangisini sayayım, zira, sayılmayacak kadar çoktur.

    18-Herbiri bir haber söylemiş, remz ve işâret vermişlerdir, eskiler, sonra gelenlerden "olacak" diye müjde verdiler.

    - Özellikle, Allah adamı Hz. Abdülkadir, Gavs-ı A'zam, "ol" der "olur" dairesinin kutbu, cihânın geleceğinin haberini vermiş, her ne görmüş ise münasib bir beyanla söylemiştir.

    21-Parlak bir nazımla, "kötülük ve fitneden müridimi koruyan emin bir sığınak olurum" dedi.

    - Cengiz ve Hülâgû'nun fitnesinden bahsetmiş, Onun sözünün remzi günümüze kadar bakıyor.

    - Bu devrin fitnesinin işâreti, Onun sözlerinden anlaşılıyor. Yakîn ehli, Onun remzinden birçok sır bulmuştur.

    24-Bu devrin fitnesi, haddinden fazla olduğundan dolayı, kötülerin şer ve fitneleri Hâmûn (çölünün) Ceyhûn (nehri)'u gibi olmuş.

    - İlim ehli, hepsi derin derin düşünüyorlardı, din sâhası Allah dostlarından bomboştu.

    - Feleğin gözü, (böyle) bedbinlik dolu bir kargaşa (ortamı) görmemiştir. Fırat nehri akıp durduğu halde, halkın tümü susuz görünüyor.

    27-Hiç bir asırda, bu asrın fitnesi mevcut değildi, halkın çoğu asrın (kötü) gidişâtına kapılmıştı.

    - Mülhidler gece gündüz fitne çıkarıyorlardı, Mecnûn gülmez, aksine, ağlardı.

    - Bu fitne ve şerre karşı Hz. Üstad Saîd, cebhe aldı, saâdete yakın ne mutlu insandır O.

    (Sh: B-235)
    30-Onun elindeki kalem, ucu keskin olmuş kılıç gibidir, Onun kalemi, mülhidler güruhunun hepsini zebûn ve perîşân etmiştir.

    - Dînin heybeti, Onun hoş sözlerinden (yeniden) ortaya çıkmıştır. Bu nuru görmeyenin anlayışı kıt olur.

    - Üstad'ın kalemi, İlm-i Ledün hakikatlerini açıklıyordu. Onun açık feyzi, tâ ebede kadar, bütün canlıların göz nurudur.

    33-Hz. Gavs, meğer "korkma onu söyle" diye buyurdu, (bu söz) Hz. Üstad hakkındaki metinlerin aslı olur.

    - Hz. Abdülkadir'in söylediği remz ne güzeldir, sa'd yıldızı görünümünde olan Said'in yapmış olduğu beyân ne güzeldir.

    - Görüp beğendiği şeyi beyân ediyordu. Hakkı beğenen (ve tutan) Onun feyzine fazlası ile teşnedir.

    36-Bundan sonra, ben bîçâre Gâlib dua ediyorum, benzeri olmayan Hudâ'nın zâtı, Said'den râzı olsun!

    - Himmeti yüce, feyzi daima en yüce olsun! Hz. Hak, Ona kesintisiz bir neş'e versin!

    - Felek döndükçe ve bu arz hareket ettikçe, Allah Onun ecrini yüceltsin ve gözü aydın olsun!

    Gâlib

    196
    (Âsım Bey'in fıkrasıdır.)

    Otuz Birinci Mektubun Dördüncü Lem'ası olan (Minhâcü's-Sünne) elhak çok kıymettar ve emsâli bulunmayan risale-i şerifedir. Takdir ve tahsine bihakkın elyak, medih ve senâya şayeste olup, ne kadar medih edilse, yine azdır. Her gören ve her okuyan ve dinleyen meftun oluyor. Hattâ meşrebçe alevîlik, sünnîlik cihetinde müfrit olanlar bile, son derece takdir etmektedirler. Müfrit meşreblerin birbirine karşı adamları dahi, hiç itiraz edemeyip münakaşa kapısı açamıyorlar.

    Âsım
    (Sh: B-236)
    197
    (Ahmed Husrev'in fıkrasıdır.)

    Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin meşrebini îzah edip, noksaniyeti beyân eden nurlu beyanatınızdan çok istifade ettim. O mes'eleye ait evvelki dersinizden anlayamadığım cümleler ve karanlık noktalar, bu def-a başka bir tarza çevrilerek karşıma çıktığını hissettim. Ve güzel yüzlü hakikatlarını görmeye başladım. Elhak çok tefeyyüz ettim. Kardeşim Re'fet Bey'le beraber okuduk. Üstadımıza minnetdarane teşekkürler ettik. Cenâb-ı Hak, size lâyık olduğnuuz ecr-i kesîri ihsân etsin. Âmin.

    Ahmed Husrev

    198
    (Babacan Mehmed Ali'nin fıkrasıdır.)

    Ey benim ruh-u cânım Üstadım Hazretleri!

    Size karşı hakkıyla talebelik vazifesini îfa edemiyorum ve Risale-i Nur'a tam hizmet edemiyorum. Çünki Risale-i Nur'la tezâhür eden kuvvet ve kudret, zekâvet, esrar ve envârı düşündükçe, tefekkür ettikçe kendimden geçip, bîhûş kalıyorum, öyle yüksek yerlere çıkamıyorum. İnşâallah Cenâb-ı Hakkın izni ile, kullarına bahşetmiş olduğu en kıymetdar cevahirden bin kat ziyade kıymetli bulunan Kur'ân-ı Hakîm'in sırlarını izhâr eden risalelerden gücüm yettiği kadar istifadeye çalışacağım. Gündüz derd-i maişetle vakit bulamadığımdan, gecenin bir kısmını O Nurlarla ışıklandıracağım.

    O Nurları yazdıkça kalemim, kalbimde gayet şirin ve ruhânî bir sevinç hissediyorum. Cenâb-ı Hakk'a nasıl hamd ve şükredeceğimi bilemiyorum. Bazan o Risale-i Nurun envârına karşı ihtiyarım elimden gidiyor. Gafletli geçmiş zamanımı düşündükçe mahzun ve mükedder bulunuyorum. Bu Nurları bulduktan sonra istikbalimi gördükçe kahkaha ile gülüyorum, ferah oluyorum ve müferrah oluyorum. On beş senedir böyle bir hizmeti arzu ediyordum. Dünyanın çok safahat-ı hayatını ve zevkiyatını gördüm. Bu ebede karşı arzuyu tatmin ve işba' etmiyordular.

    (Sh: B-237)
    İşte tam o arzuyu tatmin ve te'min edecek gıdayı Risale-i Nur'da buldum, elhamdülillâh. Şimdiye kadar nefsim dünyanın zâhirî zevkelerine kapılmış ve beni diğer bir âlemin zindanlarına kadar sevk etmeyi kurmuş ve bir derece muvaffak olmuştu ve bana binmişti. Şimdi وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ olan Cenâb-ı Mevlâ ve Tekaddes Hazretlerine hadsiz hamd ve şükrediyorum ki, Said isminde bir zâtın vasıtasiyle esrar-ı Kur'âniyeyi benim imdadıma yetiştirdi. Nefs-i emmarenin o beliyyesinden kurtuldum. On beş senedir hakikata giden yolu aramak için, çok kapılar çaldım. Çoklarında dünyaya aid zinetleri gördüğümden geri çekildim. Felillâhil hamd tam bir kapı buldum. Cenâb-ı Hak beni o kapıya tam bir hizmetkâr yapıp sebat versin. Bu zulmetli asırda hakâik-ı îmaniyenin envârını neşreden Risale-i Nur, ne derece parlak olduğu ve herkese menfaatli bulunduğu inkâr edilmez. İnkâr edilse bilmemezlikten ve anlamamazlıktandır. (Anlayana sivrisinek saz gelir, anlamayana davul zurna az gelir.) Cenâb-ı Hak gözlerimizin perdelerini kaldırsın, hakâikı hakkıyla bize göstersin, âmin.

    Babacan Mehmed Ali

    199
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  2. #12
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    (Ehl-i bid'ânın şiddetli hücumuna mâruz kalan Süleyman hakkındadır.)

    Suâl: Süleyman nasıl adamdır? Başta buranın me'muru, çok adamlar onu tenkid ediyorlar. "Lüzumsuz sözleri hocaya söylüyor, yanlış ediyor, âdeta münafıklık ediyor" derler. Sana çoktan beri hizmet ediyor; mâhiyeti nedir, bildir?

    Evlcevab: Süleylan sekiz sene, benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiç bir vakit gücendirmeden, hiç bir menfaat-i maddî mukabilinde olmayarak, kendi işini bırakıp, kemâl-i sadakatle Lillâh için hizmeti bu köyce mâlûmdur. Böyle bir adamla bu köy değil, belki bu vilâyet iftihar etmeli. Bu tarz ahlâk, bu zamanda bulunması, medâr-ı ibrettir. Ben, hem garib, hem misafirim. Benim istirahatımı te'min etmek köyün borcu idi. Bu köy nâmına Cenâb-ı Hak onu ve Mustafa Çavuşu ve Muhacir Hâfız Ahmed'i ve Abdullah Çavuşu bana ihsân etti. Ben de Cenâb-ı Hakka şükrediyorum. Bunlar, bana yüzer dost kadar kıymettar göründüler, vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler. Bunların yüzünden ben, bu köyün hayatta ve vefat edenleriyle alâkadar olup, onlara her zaman dua ediyorum. Sadakatça Süleyman'dan geri kalmayan Mustafa Çavuş'la, Muhacir Hâfız Ahmed, şimdilik hücuma mâruz olmadığından iyiliklerinden bahsedilmedi. Bir parça Süleyman'dan bahsedeceğiz. Şöyle ki:

    Süleyman, benim her hususî işimi ve kitâbemi kemâl-i şevk ile, minnet etmeyerek, mukabilinde birşey kabul etmeyerek, kemal-i sadakatla yapmış. Hattâ o derece hizmeti sâfi ve hâlis, lillâh için yapıyordu; belki yüz def'adan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümid edilmediği bir tarzda geliyor; fesübhânallah diyordum: "Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?" Anladım ki o, istihdam olunuyor, sadakatının kerametidir. Hattâ hizmetimde bulunduğu bir gün, bir yaşındaki kız çocuğuna bakılmamış. Yüksek bir damdan, taş üstüne çocuk düştü. O hizmet sadakatının bir ikrâm-ı İlâhî olarak, o çocuk hiç bir teessür ve hastalık görmediği gibi, sütten, memeden bile

    (Sh: B-197)
    kesilmedi. Her ne ise, bu tarz sadakatının lem'alarını çok gördüm.

    Süleyman'da sadakatla beraber esaslı bir ihlâs gördüm. Evet bu günlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıracak derecede, hakkında işâalar izhar ettikleri zaman, ona teselli nevinden dedim ki, "Sana bu sû'-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun." O da kemâl-i sürûr ve ciddî bir surette o tesellîyi kabul etti.

    Gelelim gıybet hakkındaki mesleğine: Bu zât bende gıybet hakkında, ne kadar şiddetli bir nefret olduğunu bildiği cihetle, beni kızdırmamak için, mümkün olduğu kadar cevaz da olsa, söylemiyor. Ve bilhassa Ramazanda, bütün bütün içtinab eder. Zaten ahlâkında, başkasına muzırlık yok. İnsafsızların işâasına sebeb, bu kadar olmuş: Birisi sormuş, "Hoca Efendi, filân adama şöyle demiş mi?" O da geldi bana aynı sözü söyledi ki, o adama cevap versin. Halbuki o sözde ne gıybet var, ne de birşey.

    Her ne ise.. Ben bu köyde ümid etmiyordum ki, benim en ziyade itimad ettiğim ve tam ahlâklarına ve diyanetlerine kanâat ettiğim Mustafa Çavuş, Süleyman Efendi gibi kardeşlerimi tenkid etsinler. Zannederdim ki, ben gittikten sonra, burada benim yerimde, bana ettikleri hürmeti onlara edecekler. Ümidim budur ki, köy halkının yüzde doksanı onların kıymetini takdir edecekler. Birkaç insafsızlar tenkid ededursunlar, o tenkidlerden ne çıkar. Bunlara ilişmek, doğrudan doğruya bana ilişmektir. Bana hizmet eden mezkûr kardeşlerim, hiç bir maddî menfaati düşünmeyerek ve kabul etmeyerek ve bilâkis kendi keselerinden bana ve misafirlerime bakıyorlar. Hattâ Süleyman'a bazı yemediğim bir ekmek verdiğim vakit, hâtırımı kırmayarak alır. Fakat kat'iyyen mukabelesiz almıyor. Ona mukabil evinden getiriyor. Ara sıra birer bardak çay ısrar ediyordum, ilhâhıma karşı istinkâf ediyordu. Ne için böyle yapıyorsun derdim; "Hizmetimize maddî faide girmeyip, fîsebîlillâh, ihlâslı olmak istiyoruz" derdi.

    Hattâ bu Süleyman ve Mustafa Çavuş, misafirlerim için çok hizmet ettikleri halde, hiç bir vakit hiç bir misafir bu iki zâta bir hediye getirdiğini görmedim, bilmedim. Yalnız Bekir Bey bir def'a

    (Sh: B-198)
    Süleyman'ın küçük kızına bir kaç meyve vermiş. Ona mukabil Süleyman -bildiğime göre- bir kaç def'â patlıcan, biber, kavun gibi sebzeler hediye edip, ona göndermekle beraber, Bekir Bey buraya geldikçe, onun, hem başka misafirlerin hayvanatına saman, arpa verir.

    Bunun bu ahlâkı zâtında vardı. Yanıma geldiği vakit, benim bir düstur-ı hayâtım olan istiğnâ ve insanların hediyelerini almamak kaidesi, onun aslî ahlâkına muvafık gelmiş. Daha ziyade, insanların değil hediyesini kabul etmek, onlara ettiği iyiliklere mukabil dahi bir şey kabul etmiyor. Hattâ, yüz def'a ben ısrar etmişim, benden fazla kalan bir şeyi kabul etmiyor.

    Hattâ bir def'a, bir kıyye kadar üzüm,kayısı kurusu, bir kıyye bal ben yemiyordum. Misafirlere de yedirmek istemiyordum. Ona ısrar ettim, "Bu hediyemdir, teberrükümdür, çocuklarınıza hediye ediyorum, almaya mecbursun" dedim. Aldı, iki şinik buğdayını, bana -değirmende öğüterek- getirdi. Dört aydır daha bitmemiş.

    İşte bu zâtın hakikî hâli bu surette iken, insafsız insanlar bunun hakkında işâa ediyorlar ki; Said'in sayesinde yaşıyor. O da kemâl-i iftiharla dedi: "Evet üstadımın sayesinde, kanaatı ve iktisadı öğrendim, rahatla yaşıyorum. Halkların bu sözleri bana iyidir. Beni riyadan kurtarır, ihlâsa sevk eder" dedi.

    Ben de dedim: Sana iyidir, hizmet-i Kur'ân'a zarardır. Onun için hakikat-ı hâli beyan ediyorum, tâ ehl-i bid'a bilsin ki, ihlâs ile lillâh için çalışıyorlar.

    Said Nursî

    172

    (Husrev, Üstadının kendi hakkında hiddetini zannedip, bir mes'eleye dair, müteessiren yazdığı mektubundan bir fıkradır.)

    Sevgili ve kıymetdar üstadım!

    Mektubunuzun mütalâasından mütevellid teessüratım arasında, kalbime çok havâtır hutur ediyordu. Her tarafı ve her hâli kusur ve ayıpla dolu talebiniz, sevgili üstadının ayaklarının altına varlığını

    (Sh: B-199)
    sermişti. Belki her gün, bu şiddetten daha büyük bir şiddetle muamele görse ve hatta üstadı uğrunda, yüzbin hayatı olsa hepsini bile vermeye bilâ tereddüd hâzır olduğunu, sûrî değil, kalbî bir itirafla müheyyadır.

    Mücrim talebeniz senelerden beri Hâlikından bir hâmi istiyordu. Baştan aşağıya kadar siyahlıklarla dolu olan defter-i a'mâlim tedkik edilse, bu hususta ne kadar tazarru' ve niyazım vardır ve ne kadar gözyaşlarım bulunacaktır. Kur'ânî hizmet uğrunda, arzın sekenesi kadar hayatım olsa, her birisini feda etmeyi, ne büyük saâdet ve şeref kabul etmişim.

    Ey sevgili üstadım! Ey kıymettâr hocam! Ey senelerden beri aradığım muhterem mürşidim! Ey aziz dellâl-ı Kur'ân!

    Izdırablarımın sürûra inkılâp etmekte olduğunu hissediyorum. Uzakta olanın kusuru görülmez, tokat yakında olana vurulur. Kalbim bu cümlelere (Hâzâ min fadli rabbî) diyor. Fakat dimağımdan silinmeyen bir şey varsa o da aziz üstadımın elemlerine iştirâk etmek idi.

    Muhterem mürşidim: Kimin haddi var ki, risâlelerin birisine el uzatsın veyahut bir sahifedesine dil uzatsın, veyahut bir cümlesini tenkid etsin, veyahut bir kelimesine, hatta bir harfine ve belki bir noktasına itirazda bulunsun.

    Bilâ istisna her ferd istihsan ederken, böyle bir şey yapmak için, bu cür'eti kimden alayım. Yok, sevgili üstadım, müsterih olunuz, senelerden beri çekmekte olduğunuz, kal'abend cezasından pek şedid azâbınıza, bir başka ve mühim elem katılmasına taraftar olanlara, bir parça meyletmek şöyle dursun, belki bu hâlin şiddetle ve belki fedâisi olarak aleyhte olduğuma, vicdanımın tasdikı kâfi bir şâhiddir.

    Ahmed Husrev
    (Sh: B-200)
    173

    (Hâfız Ali'nin bir fıkrasıdır.)

    Aziz Üstad:

    Bu asrın, sisli, semli revacı (Şecere-i kâinatın meyvesi olan insanın nüve, lüb,kışır gayelerini) zâil ve faniye, zillet ve gurura, âfil firaka, zâhir bâtıla, atalêt ademe, hırs ve hayvaniyete, câmid ve abesiyete, başıbozukluk ve hiçliğe sevk ile, o meyvenin kısm-ı âzamının ölüp ekallinin de ölmek ve tefessühü ânında, mezkûr şecerenin merkez üzerine karip, Isparta dalına ta'lik edilen, Hakîm-i Mutlakın etem, ekmel şifahanesi olan Kur'ân'dan nebean eden (Tiryak Notaları) tesmiyesi ile, her Notanın binler harfler damlaları ile imdada yetişerek, küre-i arz bahçesini iska' ve binler meyvelere hayat bahşeden ve bu yüzden menba' gibi, kıyâmete kadar hârika bir keramet ve taklid edilmez bir turra ile çağlıyacak olan eser-i mübareki, elhamdülillâh istinsah ettim.

    Evet üstadım! Nasıl ki, وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ âyet-i kerîmesinin binler mâsadaklarından bir mâsadakı olan nev'-i insanın her bir ferdine sima, ses, etvar, ahlâk gibi daha çok lâtifeler ve cihâzat mevcut iken, birbirine benzemeyip, her bir şahıs bir âlem olarak, vâhid-i Ehad-i Samed'in malı ve masnûu ve muvazzaf me'muru olduğunu, bilmecburiye şuûru olana kabul ettiriyor.

    Öyle de Kur'ân-ı Hakîmin hayattar semeresi olan Sözler ve Mektubâtü'n-Nur'un her bir parçası, kendi âleminde nihayetsiz kudreti gösteren ve her mebhasları ile binler âlemler içinde bir âlem olan âlem-i şuhûdun tılsım-ı acîbini tam keşf ve hâl ile, her risale bir muammanın miftahı ve hayattar ervâhı hükmündedir.

    Bundan böyle, daha binler ihsan-ı ilâhî ve rahmet-i Sübhânî olsa yazılsa, ihtiyaç görünüyor ve yerleri boş karanlık bir âlem gibi, o Şems-i Hakikat güneşinin şuâlarını bekliyorlar. Dilerim Cenâb-ı Hak'tan, böyle anûd bir zamanda (Böyle Asâ-yı Mûsâ misillû) çok

    (Sh: B-201)
    cihetlerle hârika, fütuhata sebeb olan ve inşâallah bundan böyle olacak olan Resâil-in-Nur'u, teksir buyursun. Âmin, âmin.. âmin...

    Kusurlu Talebeniz
    Ali (R.H.)

    174
    (Hulûsi'nin fıkrasıdır.)

    Onsekiz Receb tarihli, Otuzbirinci Mektubun Birinci, İkinci Lem'alarıyla Yirmidokuzuncu Mektubun Birinci Remzinin, Birinci Makamını, Şâbanın birinci günü, yâni yazıldığından onüç gün sonra aldım. Demek oluyor ki, Recebin onsekiz rakamına, onüç daha ilâve ederek, mübarek mektubun numarasını te'yid etmek gibi, gaybî bir işaret ibraz edilmiş oluyor. Bu nurlu mektubdan aldığım hisseyi, kendisinden evvel gelmiş olan mânevî feyzinden, âlî afvınıza güvenerek bahsetmek suretiyle arzedeceğim.

    Şöyle ki: Mektubun bura postahanesinde kaldığı gece, âlem-i menamda şöyle garib bir hâlet gördüm. Allah hayretsin. Kamer batn-ı arzdan sür'atle çıkarak, şâkulen semâvata yükselmeye başladı. Çıkışı ile sür'atle yükselişinde hiçbir ziya eseri görülmüyordu. Sükûnetle hareketi tâkib etmekle beraber, sanki gaybî bir ses bana (alâmet-i kübrâ başladı) diyor gibi geldi. Kamer bu hızla çıkışı esnasında, bir hadde geldi ki parladı, büyüdü. Bedr-i tam hâlinin birkaç misli cesâmet arzetti. Bu vaziyette içinde bir insan şekli göründü. Kısa bir zaman sonra bu şekil ve kamer kayboldu. Cihan seraser zulmet içinde kaldı. Mağrib cihetinde, ufuktan bir mızrak boyu yüksekliğnide, şems sönük bir ziya ile göründü. Ufku tâkiben bir müddet şimale doğru gayet sür'atle gitti ve kayboldu. Tekrar zulmet başladı. Soğukkanlılığımı muhafaza etmekle beraber, kıyamet kopuyor diye uyandım.

    İşte bu dehşetli gecenin gündüzünde Otuzbirinci Mektubun Bir ve İkinci Lem'alarını hâvi kıymetli eseri aldım, okudum. Kendi kendime geceki hâleti düşündüm. Dedim: (Bu mübarek mektup, bana şu dersi veriyor.) Sen bir sefineye râkipsin ki, o azametli sefinen
    (Sh: B-202)
    başdöndürücü sür'atle, feza-yı nâmütenâhide koşturuluyor. Bu sefineyi böyle pırıl pırıl çeviren Kâdir-i Kayyûm, sana musahhar ettiği, muntazam tulû' ve gurub eden Şems ile incelerek, büyüyerek mükemmel bir takvim-i semâvî vaziyetini gösteren Kamer gibi azîm cisimleri de istihdam ediyor. Bir küre (Kün-feyekûn) emrini aldığı zaman, bu muazzam küreler gibi milyonlarca seyyârat birbirine karışacak, nizam-ı âlem bozulacak, herşey harâb olacak.كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ sırrı zâhir olacak. Öyle ise en metîn, en âlî, en müzeyyen görünen bu saray-ı kâinatın bir anda yıkılacağı, harâb olacağı, bütün sekenesinin mahv u nâbud olacaklarını düşün. Hiç ender hiç olduğunu hatırla, senin mini mini hayat tekneni, dağlar gibi dalgaları bulunan, kısacık ömrünün denizinde aldanarak boğdurma.. ve hayat-ı ebediyeni söndürmek isteyen, en büyük ve en yakın olan nefsinin hilesinden kurtulmaya çalış. Bunun için sana çok kolay ve ucuz, te'siri mücerreb ve kat'î ve لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ
    اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّاِلمِينَ * رَبِّ اَِنّىِ مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ gibi halâs ve şifa ve necat vasıtalarını tavsiye ederim. Bunlara bilhassa mağrip ve işâ ortasında, otuzüçer def'a devam et, demekte olduğunu hissettim.

    O küçük rü'yanın tâbiri, Muhterem Üstadıma aittir. Ve arzusuna bağlıdır. Bu def'a manevî mahrumiyetin uzaması, beni cidden müteessir etmişti. Sabra gayret ettim, fakat garibdir ki, bu mübarek mektubun bura postahanesine vürudu gününün sabahında اِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ emr-i celîlinin kuvvetine dayanarak tahammül etmekte olduğumu, fakat meraktan da hasbel beşeriye kurtulamadığımı, nâtık küçük bir mektubu, uhrevî kardeşimiz Hakkı Efendi'ye göndermiştim.

    Bu nurlu mektubun başını işgal eden beş nükteli İkinci Lem'a, başıma tokmak vurarak: Ey bîçâre, sabırdan bahsetmek sana yakışır mı? Gözünü aç da Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâmın sabrına bak, aklın varsa o Peygamber-i Zîşânın (A.S.) sabırda ki kahramanlığını taklide

    (Sh: B-203)
    çalış ve korkunç manevî yaralarından kurtulmak için
    رَبِّ اَِنّىِ مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ duâsını vird-i zebân et, diye tenbih ve îkazda bulunduğuna yakîn hâsıl ettim. Elhamdülillâh dedim.

    Yirmidokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Birinci remzinin Birinci Makamının Birinci Bâbı Mu'cizât-ı Ahmediyenin en büyüğü ve kıyâmete kadar i'cazının devam edeceğine şübhe olmayan Kur'ân-ı Kerîm'in, otuz cüz'ünden otuzuncu, yüz ondört suresinden yüz onuncu, lâfz itibariyle küçük, fakat makam ve mâna itibariyle âli ve şümullü Sûretü'n-Nasr'daki çok mühim sırlardan muazzez ve muhterem Üstadımız vasıtasıyla zâhir olan tevâfukata münasebetli birtek sırrından beyan buyurulan üç Mes'ele, bana öyle bir kanaat getirdi ki, bu küçük sûrenin üç âyetinden sülüs ve tamamında otuz cüz'ü Kur'ân'a, hattâ her harfinde bir sureye işaret ve delâlet mevcut olduğunu cezmettim. Bu nuranî mektup hakkındaki, muhtasar tahassüsâtımı âcizane yukarda arzettim. Feyz menba'ına maddeten ve mânen çok yakın olan kardaşlarıma, şu perişân ifâdâtım kapı açmak ve (buradan içeri geçmeye sizler lâyıksınız,) diyecek kadar fâide-bahş olduğu hakkındaki emirlerinizden çok sevindim.

    Sevgili Üstadım! Allah için sevenler, Kur'ân'a hâdim olmayı yürekten isteyenler musibetin büyüğünü, dine gelen mesâib bilenler, zâhiren ne kadar şa'şaalı, mutantan görünse de, her bid'akârâne hareketten mutlak ve muhakkak, Kur'ân'a ve îmana bir hücum hissedenler... ilh.

    İşte bunlar niyetlerindeki ihlâs, kalblerindeki sâfiyet ve îmanlarındaki kuvvet ve Kur'âna ciddî merbutiyetleri derecesinde, felillâhilhamd merkez-i menba' ve masdar-ı feyze yakın bulunduruyorlar. Elbette böyle ulvî ruhlu, ciddî, ihlâslı, metîn, îmanlı kardaşlarımı çok sever ve mazhar oldukları niam-ı İlâhiyyeye şâkirînden olmalarını tazarru' eylerim. Hasbel kader, dünyaya dalmış, mâsiyette bunalmış, hakikatta acıklı bir gurbete düşmüş olan bu bîçâre kardaşlarına dua etmelerini rica ederim. Cümlesine

    (Sh: B-204)
    alelhusus isimleri zikrolunan Gâlib, Husrev, Hâfız Ali, Süleyman Efendilere ve nurların başkâtibi Şamlı Hâfız Tevfik hasta olduğundan müteessir olduğum ve inşâallah iade-i âfiyet etmiş olan Muhacir Hâfız Ahmed Efendi'ye ve sair mukarreblere selâm ve dualar ederim.

    Hulûsi

    175

    (Sabri Efendi'nin fıkrasıdır.)

    Eyyühe'l-Üstâdü'l-A'zam!

    Şâh-ı Geylânî Hazretlerinin mânidar ve ihâtalı bir beyt-i kıymettarîlerinin (dellâl-ı kitab-ı mübîni) mânevî parmağıyla irae ve müntesiblerine îma ve işaret ettiği tefe'ülnâmenin nihayet fıkrasında okudum ve dedim: (Evet, nurlar hey'etini umum ehl-i hak ve hakikat mânevî elektrik âyinelerine hedef etmişlerdir. Ve hattâ Kur'ân-ı Azîmüşşânın ve Ehâdîs-i Nebeviyyenin bu hususu alenen veya sırran ve remzen ihbarıyla bile vardır) demekde asla tereddüt etmiyorum.

    Bu zümre-i sâfiye ve hâlise arasında, Sâni Hulûsi tesmiyesine bile lâyık ve müstaid olmayan ve hiç-ender-hiç olan bir abd-i pür-kusura da, haddinin fersah fersah fevkınde bir yer veriliyor. Halbuki, bu acz-i bîpâyan, kusuru çok, hatâsı azim Sabri, sahâif-i a'mâline baktığımda çok kara ve mucib-i nefret görüyor. Ve bu mevkide işaret edilen şahıs ismiyle, a'mâl ve harekâtiyle, sabr ve teennisi müsbet ve müsellem bulunan başka kardaşlarımız olduklarına hükmediyor. Çünkü kıymettar bir hazine ve defineyi keşfeden ve o zemin ve zamanda gayyûr keşşâfa, taharriyatda bezl-i vücud eden sâîler o yolda acaba o defineyi bulabilir miyiz? gibi bir eser-i tereddüt göstermeyerek, sarf-ı mesâide bulunan, pek kıymettar semere-i sa'yi ve âlem kıymetindeki mahsul gayretleriyle, herkesi tergib ve teşvik ve tenvire hasr-ı vücud eden zevat, hakikaten şâyân-ı takdir ve tebriktirler.

    (Sh: B-205)
    Hulûsi ise, Şâh-ı Geylânî, İmam-ı Rabbânî ve Şâh-ı Nakşîbend gibi, nice zevat-ı mübarekenin mâziden şiddetle bastıkları adımlarının kuvvetiyle, istikbalde coşup fışkıracak olan menâbi'ü'l-envârı, mûmaileyh ayrı bir meslek, bir meşrepte olduğu halde, her türlü vezaife tercih ederek, (Dahîleke yâ Dellâl-ı Kur'ân) nidâ-yı âşıkane ve müştâkânesiyle dehâlet etmesi, fevkalâde bir tefeyyüze mazhar olduğuna ve olacağına yegâne delil ve hüccettir. Onun içindir ki, Risaletü'n-Nur ve Mektubâtü'n-Nura birinci muhatablığı hakkıyla ihraz etmiştir. Ve müstehaktır. Ve hâkezâ, Süleyman Efendi kardaşımız da, mânen ve maddeten teşrîk-i mesâî etmiş ve hiç bir ferdin yapamayacağı fedakârâne hidematı yapmış olmasıyla, saâdet-i ebediye sikke-i hâliselerinin teksir ve ta'mimine çalışmış (Essebebü kelfâili) mefhumunca, keza bu zât da, her türlü takdire sezâ ve lâyıktır.

    Bu günahkâr ise, maalesef sâlifü'l-arz zevatın hiçbirisiyle kâbil-i kıyâs değildir. Madem Üstad-ı âlî böyle görmüşler ve bu şekilde buyurmuşlar. Küfrân-ı ni'met etmeyip, tahdîs-i ni'met suretinde kabul eder. Ve gördüğüm sahife-i siyahımın, sahife-i beyaza tahvilini, Cenâb-ı Haktan tazarru' ve niyaz eder ve Rahmet-i Rahmân'a iltica eylerken, teveccühât-ı Üstadânelerinin bekasını yürekten dilerim; Efendim.

    Sabri

    176

    (Ahmed Husrev'in fıkrasıdır.)

    Sevgili Üstadım!

    Aktâb-ı Hamse-i Azîmenin birincisi ve Gavs-ı A'zam namıyla müştehir Şeyh-i Geylânî Hazretlerinin, şimdiki Kur'ân'ın hâdimlerine bakan kasidesindeki ihbârât-ı gaybiyye-i mühimmeyi hâvi, kıymettar risaleyi kardaşlarıma ve dostlarıma okudum. Ve inşâallah fırsat buldukça yine okuyacağım. Rahatsızlığım, bir suretinin takdimine fırsat bahş etmediği gibi, Otuz İkinci Sözün, Birinci ve İkinci mevkıflarından da üç dört sahifeden daha fazla yazmaklığıma mâni oldu.

    (Sh: B-206)
    Sevgili Üstadım, o büyük Şeyhin mazhar olduğu o büyük tecelli ve nâil olduğu o büyük eltâf-ı sübhaniye ile sekiz yüz senelik mesafeyi gören ve bu müddet arasında gelip geçenlere ve bu günün dehşetini ehl-i zevk ve keşfe gösteren, yazılarında ki o derin ve pek ince mânâlar, idrâk edebildiğim kadarını düşünürken, ehl-i gafletin nazarından saklanmış olan ve fakat ehl-i hakikatın görmesine mâni olmayan mâziyi hatırladım. Ve bu risalenin feyziyle mücahede-i mâneviyenizden ve etrafınızda toplanmış olan fedakâr, mücahit talebelerinizden ve mâruz kaldığınız mühlik felâketlerden ve nâil olduğunuz, bu kadar azîm eltâf-ı ilâhiyeden başlayarak, Şâh-ı Geylânîye kadar ve ondan Asr-ı Saâdete kadar uzanan, o uzun zamanı hayalen gezdim. O büyük Gavsın sekizyüz sene evvel ilân ettiği bu hakikatın karşısında hayran oldum. O büyük Şeyh eski Said gibi, bir mürid ile yeni SAİD gibi bir ders arkadaşıyla konuşuyor. Ve konuşmaya da zaman ve mekân mâni olamıyor. İster arzın öbür tarafında olsun, ister semâvâtın en uzak köşelerinde olsun, ister Hazret-i Âdem Safiyullah zamanında dünyaya vedâ etmiş olsun.

    İşte bu muhavere neticesinde bu ihbârât-ı gaybiyeyi ve acîbeyi sekiz-on sene evvel öğrenmiş ve şimdi de talebelerinize ders veriyorsunuz. Bu hizmette temayüz eden arkadaşlarınıza irâe ederek,her hususta sitayişe lâyık Hulûsi'yi ve ona refik olacak bir kabiliyette bulunan mütevâzi Sabri'yi ve hizmet ve gayretleriyle sâdıkane çalışan Süleyman ve Bekir Ağa gibi talebelerinize işaret eyliyorsunuz. Ve bu küçük cemaatin istinadgâhı olan, azîm cemaatlerin himmetlerini ve bu cemaatlerin içindeki nûrânî simaları tanıttırdığınız gibi, Şâh-ı Geylânî zamanındaki Hülâgû vak'asıyla da zamanımızın riyakâr münafıklarına ve bu münafıkların re'skârlarına hitab ederek "yakın bir istikbalde kahhâr bir el, size cezanızı tamamen vermekle, mâsumların intikamını alacaktır," diyorsunuz. Bu hakikatlar gösterilen dokuz-on delil ile isbat edildikten sonra, bu risale-i şerife ile ilân ediliyordu.

    Sevgili Üstadım, Hulûsi Beyin bir fıkrasında söylediği gibi, ben de diyorum ki: Kur'ân'ın feyziyle açtığınız bu cadde-i Nuraniyede

    (Sh: B-207)
    acz ve fakr kanatlarıyla tayeran ederken, ne büyük hârika kerametlerle karşılaşıyorsunuz. Ve ne azîm hâdisat-ı acîbeye şâhid oluyorsunuz. Kimbilir, daha neler göreceksiniz ve mazhar olduğunuz bu inayetlerden bizleri de hissedar ederek, vazifemizde her an gayret ve ciddiyet tavsiye ediyorsunuz.

    İşte sevgili Üstadım, bu kadar ikram-ı İlâhî karşısında bir taraftan kulluk edemediğim için gözlerim yaşarıyor. Kalbim ağlıyor. Diğer taraftan da bâr-gâh-ı Samediyete afv olunmaklığım için yalvarırken, bîhad ve bîhesab minnet ve teşekkürlerimi takdîm ediyorum. Ve Sevgili Üstadıma ve muhterem fedakâr kardaşlarıma muvaffakıyet ve selâmetler ihsân edilmesi için duâgû oluyorum. Kıymettar Üstadım Efendim Hazretleri.

    Günahkâr Talebeniz
    Ahmed Husrev

    177
    (Re'fet Bey'in fıkrasıdır.)

    Pek Muhterem ve Sevgili Üstadım Efendim!

    Bu def'a göndermiş olduğnuuz Gavs-ı Geylânî Hazretlerinin ihbâr-ı gaybiyesi, çok şâyân-ı hayret ve teemmül bir mes'ele-i mühimmedir. Büyük zevk-i ruhânî ile okumakla beraber, fakir talebeniz bunu çoktan hissetmiştim. Üstadımızın bu zaman için, mühim bir vazife-i mâneviyesi var. Lâkin henüz ifşâ etmiyor, mektum tutuyor, fikrindeyim ve bu fikrimi bazı hâlis kardaşlarıma da söylemiştim. Geçen sene Sabri Efendiye yazmış olduğunuz mektupların birinde de şu fıkrayı görmüştüm. (İmam-ı Rabbânî, son zamanlarda biri gelecek, îman mes'elelerini gâyet vâzıh bir surette neşr ve ilân edecek. Bu sizin hiç ender- hiç kardaşınız, hâşâ kendimi o adam zannedecek değilim, yalnız o büyük adamın bir piştar neferi olduğumu zannediyorum. Sen benden o zâtın kokusunu hissediyorsun.) Bu fıkra evvelki düşüncemi takviye etti ve kemâl-i sürurla gelip Husrev'e dahi söyledim. Üstadımızın rütbe-i mâneviyesini anladığımızdan çok sevinmiştik. Bundan dört-beş ay evvel de ziyaret-i âlinize geldiğimde Üstadımız hakkında sormuş

    (Sh: B-208)
    olduğum suâle verdiğiniz cevap, kezâlik, evvelki kanaatlerimi te'yid ve takviye etti. O zaman yalnız bir -iki kişi biliyorduk. Şimdi, bu Risalenin neşriyle has talebelerin hepsi vâkıf olmuş oluyor. Sürurumuza pâyan yoktur. Dinsizliğin münteşir olduğu şu zamanda bulunduğumuza evvelce teessüf ediyorduk. Şimdi hiç teellüm, teessür eseri kalmadı. Zât-ı âlileri gibi bir Üstadı bulduğumuzdan, zaman ne olursa olsun bizi me'yus etmiyor. Cenâb-ı Allah tûl-ü ömür ihsan buyursun. Daha bizlere çok zevkli eserler okutacağınıza eminim. Müsaadenizle şunu da ilâve edeyim ki, sizin daha hârika vazife-i mâneviyeniz var. Zaman gelecek remzlerle, işârât-ı Kur'âniye ile, öyle haber vereceksiniz ki, (Hâşiye) bunları da geçecek ve bizleri şaşırtıp bırakacaktır.

    Fakir Talebeniz
    Re'fet

    178

    (Re'fet Bey'in fıkrasıdır.)

    Son gönderdiğiniz minhâcü's-sünnet gibi, lem'alar hakkında ne söylesem ifade-i meram etmiş olamam. Zira eserler birbirini ta'kiben neşrolundukça, kıymetleri de mebsutan tezayüt etmektedir. Bizlere cennet hayatı yaşatmaktadır. Eserler hakkında fakirin mütalâa yürütmesi küstahlık olur. Çünkü, Şeyh-i Geylânî'nin medih buyurduğu, zât-ı mübarekin yazmış olduğu eseri tenkid değil, kemâl-i hürmetle tasvib ve tahsin ve takdir ve büyük bir zevk-i ruhâni ile okumakdan başka ne yapabiliriz. Yalnız şu kadar diyebilirim ki, bu dalâlet devrinde bizlere zât-ı âlileri gibi yüksek bir Üstadı lütuf buyuran ve şimdiye kadar emsâline tesadüf olunmayan, mükemmel ve mükemmil eserler okutup ezvâk-ı nâmütenâhiye içinde yaşatan Hâlik-ı Zülcelâl'e, nihayetsiz şükürler etmekle, îfa-yı vazife-i ubudiyet edebilirsek bahtiyarız.

    Talebeniz Re'fet
    (Hâşiye) Bu Re'fet'in bir kerâmet-i ferâsetidir.

    (Sh: B-209)
    179
    (Hâfız Ali'nin fıkrasıdır.)

    Pek Sevgili ve Muhterem Üstadım!

    Hazret-i Şeyh-i Geylânî kuddise sirruhul'âlînin keramet-i accîbe-i gaybiyesini aldım. Hayretimden düşünmeye başladım. Aradan çok geçmeden hizmet ettiğim Nur elektrik fabrikasından bir düğme çevirildi. Bir mumluk bir ziya geldi. Birşeyler görmeye başladım. Aynıyla yazıyorum. Kusur ve noksan bîçâre Ali'nindir.

    Evet Üstadım, nasıl ki, Fahr-i Âlem (sallâllahü aleyhi vesellem) Hazretleri şecere-i kâinatın hayatdâr çekirdeği, Enbiya ve Mürselîn o şecere-i mübarekin dalları olup, dalın ibtidasından müntehasına kadar, kat'î bir alâka ile daimî birbirlerini götürüyorlar. Bu sır için Hazret-i Âdem Safiyullah kokladığı ve hissettiği Nur-u Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) hakkında demiş: (Yâ Rab, benim alnımda bir çığırta var, nedir? Cenâb-ı Kibriya hazretleri buyurmuş: Nur-u Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm)'ın tesbihidir. Aynen kütüb-ü sâbıkada vesile-i dünya olan (Şâh-ı Levlâki) evsafıyla, ashabıyla haber vermeleri gösteriyor ki, ulûm-u evvelîn ve âhirîni câmi' bir kitab ile ba's olunacak, kâinatın ruhu hükmünde ve bütün kâinatın güzellikleri kendi fıtratında tecemmu' edip, tekemmüle tulûu, fecirden sonra şemsin tulûu gibi bekleniyordu.

    İşte bu kitab-ı kâinatın vâzıh bir fihriste-i mukaddesesi olan Fürkan-ı Mübîn Arş-ı A'zamdan, ve her ismin âzamî mertebesinden nüzul ile kökû Arş-ı A'zamdan, gövdesi Fahr-i Âlem'in (Sallâllahü Aleyhi ve Sellem)'in sadrına ve dalları bütün zemini ihâta eden kitab-ı kâinatın her sahifesinde ve her cüz'ünde lâfzullah ve lâfz-ı Resûl-i Ekrem (Aleyhissalâlü Vesselâm) ve lâfz-ı Kur'ânın bütün birbiriyle alâkadarane işaret edip birbirini göstererek, biribirinin hükümlerini tasdik ettikleri misillû Hazret-i Şeyh (Kuddise sirruhu) sırrına mazhar olduğu, esmâ ve cilvesine mazhar olduğu levh-i mahfuz ve lûtfuna mazhar olduğu Cenâb-ı Hâlikın bildirmesiyle, sekiz asır sonra kendisiyle tevâfuk eden bir hâdim-i Kur'ânı görüp ve tasdik etmekle haber vermesi, hak ve ayn-ı hakikattır.

    (Sh: B-210)
    Evet, Hazret-i Şeyh hâdim olduğu o hizmet-i kudsiye-i Kur'âniye hürmetine zamanın padişahlarını titretmiş. Nur-u Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) omuzunda tecelli etmesiyle, o Nur-u Muhammed'in (Aleyhissalâtü vVesselâm) ziyasıyla hareket eden bütün evliya Hazret-i Şeyhe boyun eymeleri, gerek müslim ve gayr-ı müslim ve her bir meşreb ehl i, Hazret-i Şeyhi tenkide cür'et etmemeleri gösteriyor ki, cadde-i Muhammed (Sallâllahü Aleyhi ve Sellem)'de bataklık ve Nur-u Muhammedî (Aleyhisselâtü Vesselâm)'da zıll olmadığını ayn-el-yakîn derecesinde isbât ediyordu.

    Öyle de, Ondördüncü asrın hâdim-i Kur'ân'ı da dokuz yaşından, seksen altı yaşına (Hâşiye) kadar bilâ istisna doğrudan doğruya Kur'ân namına hizmet ve hareketi ve zamanın padişâhından en canavar reislerine baş eğmediği, hattâ terakkiyat-ı fenniye ve zihniyyede birinciliği ihrâz eden, Avrupa Devletlerini iskât eden, zemzeme-i kur'âniyyenin şifâhânesinden nebeân ederek, onların semlerine karşı tiryakları şişe değil, mâ-i câri nehirlerle i'lâ-yı kelimetullah eden ve onların kal'alarını zîr ü zeber eden, emsâli görülmemiş ondördüncü asra mahsus envâr-ı Kur'âniyeden Risale-i Nur ile, cihanın cihat-ı sittesini ve semânın yüzünü aydınlatan ve yaralı olup ölmeyen ehl-i îmanın yaralırını tedavi ve seksen yaşında ihtiyarlarını şâb-ı emret ve gençlerini mâsum bir hâle (Hazret-i Eyyub-vâri) hayat bahşıne vesile olan hâdim-i Kur'âninin ve Nur risalelerini, değil Hazret-i Şeyh (K.S.) altıncı asırdan ondördüncü asırda görmesi, (Kütüb-ü sâbıkada remzen ve Hazret-i Kur'ânda sarahaten göstermeleri, o kitab-ı mübarekin şe'nindendir) diyebileceğim. İnşâallah vazifenin makbuliyetine işarettir ki, vazifenin ehemmiyetine binaen Cenâb-ı Hak onu çok zaman evvel göstererek, meb'us-u âlem güzide-i ben-i Âdem Efendimizden, Hulefâ-i Râşidînden (Radıyallahü anhüm), aktâb-ı evliyadan öyle bir mânevi kuvvet teraküm etmiş oluyor ki, değil bu zamanın kör ve sağırları, dünyanın en azgın fir'avn ve nemrudları da olsa yine korkacakları ve ağız

    (Hâşiye) Üstat hazretleri bu mektubu tasih ettikleri zaman (altmış yerine) kendi elyazılarıyla bu (seksen altı) rakamını yazmışlardır.


    (Sh: B-211)
    açamıyacakları bedihîdir. Dilerim Cenâb-ı Haktan, Envâr-ı kur'âniyenin لآاِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللَّهِ bayrağı altında toplanan ehl-i îmanın ellerine yetişmesiyle, ilâ yevmül-kıyâm o envârın tevessüüne ve neşrine hayatını fedâ eden ve edecek erbabının teksirini ihsan buyursun. Âmin, Âmin. Bihürmeti Seyyidil-Mürselîn...

    Sevgili Üstadım yarım yaşımın tercüman olduğu şu arîzama, yarım nazarla bakıp afv ü kusur buyurmanızı diler, el ve eteklerinizden öper, bize ve bütün âleme vesile-i hayat olan Üstadım, Cenâb-ı Hak sizden ebediyen razı olsun, duasını gece ve gündüz niyâz eylerim.

    Mücrim Talebeniz
    Ali

    180

    (Hulûsi'nin fıkrasıdır.)

    Aziz, Muhterem Üstadım Efendim Hazretleri!

    Emirlerinize imtisalen, uhrevî kardaşımız Husrev Bey tarafından irsal buyurulan şâyân-ı hayret ve cây-ı dikkat, mühim bir ihbâr-ı gaybî ismini taşıyan çok kıymetli, mânalı, ruhlu, sürurlu, te'sirli, lezzetli, hikmetli, nurlu emrinizi bu hafta aldığımdan dolayı, Cenâb-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerine hamd ve şükürler ve müşfik Üstadıma yüzümün karasına, kalbimin yarasına bakmayarak, dergâh-ı İlâhiyeye kapanıp duâlar eylerim. Ve defâatle,اَللّهُمَّ حَصِّلْ مُرَادَنَا وَ مَقْصُودَ اُسْتَادِنَا سَعِيدِ النُّورْسِى بِحُرْمَةِ حَبِيبِكَ مُحَمَّدٍ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ صَلَّ اللّهُ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ آمِينَdedim.

    Gavs-ı A'zam Şâh-ı Geylânî (Kuddise sirruhul'âlî) Hazretlerinin eserlerindeki gaybî ve mânevî ihbar, bu bîçâreyi öyle bir hâle getirdi ki, tarifden âcizim. Ruhânîyetlerindeki celâlet ve azamet karşısında avuç içinde sıkılan bir top hamur ne hale girerse, bu bîçârede öyle oldum. Bir şey düşünemez, sersem, âdeta meyyit-i müteharrik bir hâle geldim. Günlerden beri zihnim ve bütün havassım, hemen tamamen bu hârika eserle meşgul. Bu hâlette iken, istidadımın

    (Sh: B-212)
    fevkınde şöyle bir kaç beyit kalbime ve kalemime geldi. Kaidesine uygun olarak düzeltemedim. Müşfik Üstadımın aflarına istinaden yazıyorum. Tashihi, Üstadıma ve Hablullaha yapışan kardaşlarıma bırakıyorum.

    Hulûsi bak gaybî ihbarnameye,
    Gör Üstadın neler izhâr eylemiş..

    Kitab-ı Sinan'dan edip tefe'ül,
    Hakka ki kerâmet ibrâz eylemiş..

    "Ümmî Alîm" ile (Hâşiye) "Sinan Ümmî" de,
    Hesâb-ı Ebced'le var mutabakat..

    Görünür bakılınca bu tarikle,
    Esmâ-i Üstadla tam münâsebet..

    Hakkıyla Hâdimü'l-Kur'ân'dır Üstad,
    İsbâta kâfidir bu muvafakat..

    Hayret bahş esrara vâkıftır bu zât,
    İhvana deriz haber-i beşaret..

    Sekizyüz sene evvelinden görmüş,
    Hâdimü'l-Fürkan Bediüzzamanı..

    Habib-i Hudâ hem de Gavs-ı A'zam,
    Sultan-ı evliya Şâh-ı Geylânî..

    Büyük bir hüsn-ü zan eyle, Üstadım
    Seni Kur'ân hâdimi eder add..

    Kapan secde-i şükre ey Hulûsi:
    İlâhî ente rabbî ve enel'abd..

    Bu âciz kulunu muvaffak eyle,
    Hizmet-i Kur'ân'la şerefyâb eyle..

    (Hâşiye) Ümmî (ey âlim tarzında okuduğuna göre.)

    (Sh: B-213)
    Hizbü'l- Kur'ân'dan ayırma tâ ebed,
    Bu âsî kuluna merhamet eyle..

    Üstadım Said Nursî'den ol râzı,
    (Bihürmeti habibi kerrâziy-yül-marzi..

    Evliya sultânı Abdülkadirin,
    Himmetin eksiltme bizden İlâhî..

    İhbarname-i gaybın izhârının,
    Gönül istedi yazmak tarihini..

    Yüzbin hamd ü şükret, Hakka Hulûsi
    Sana Üstaddır Molla Said Nursî.


    Uhrevî Kardaşınız
    Hulûsi

    181

    (Kalemi kerametli Mes'ud'un ehemmiyetli bir rü'yasıdır.)

    Âlîcenab ve fazîlet-mend Üstad-ı Muhteremim Efendim Hazretleri!

    Tulûât olmadıkça, siz Üstadıma mektub yazmağa muktedir olamıyorum. Çünki, başlıca âmâlim nurların ikmâli olduğundan ve yazdığım esnada bir an evvel bitirmek emeliyle serî bir surette yazdığım için, o nurlardan almış olduğun feyzi etraflıca anlatamayacağım için, mektup tastîrine cür'et edemiyorum.

    Husrev efendinin nezdinizden müfarakatı günü, bendeniz ziyarete geliyordum. Bedrenin civarında birbirimize tesadüf ettik. Geri dönmekliğimizi söylediler. Sabırsızca esbabının neden münbais olduğunu sordum. Neticeyi anlattılar. Birlikte köye avdet ettik. Çok müteessir oldum. Me'yusiyetimden iki gün dışarıya çıkamadım. Kalbimin teessürünü teskin için, Nurları yazmakla meşgul oldum.

    Avdetimizin ikinci gününün gecesi, saat on buçuğa kadar yazı ile iştigal ettim. Sahuru yedikten sonra me'yusâne ve mükedderâne yattım. Gördüm ki, zât-ı âlinizle birlikte Medine-i Münevvere'ye

    (Sh: B-214)
    gitmişiz. Harem-i Şerifin kapısından girince, makber-i saâdet önümüzde görünüyordu. Makber-i saâdetin içinde Peygamberimiz Sallâllahü Teâla aleyhi ve Sellem Babü's-selâma doğru müteveccih idiler. Ben der'akab koşmak istedim. Birlikte ben sizin bir adım arkanızda olarak vardık. İmamın namazdan fariğ olduğunda, nasıl yüzünü cemaate çevirir, bizim girdiğimiz tarafa doğru Zât-ı Risalet dönmüşler. Diz üstüne oturmuşlar ve biz de vardık. Zât-ı Âliniz hemen bir adım mesafeli olarak diz çöküp oturdunuz. Ben de sizin arkanızda diz çöküp oturdum. Siz Resûl-i Ekremle (A.S.M.) ile epey müddet görüştünüz. dikkatli vech-i saadete nazar ettiğimde, alnı vech-i mübareki güneş gibi gayet parlak ve sair aksamı buğday rengi, re'yül-ayn müşahede ettim. O esnâda mükâlemeniz neye müncer olduğunu anlayamadım. Tefsirini Üstad-ı Ekremime havale ediyorum. Yalnız kasır fikrimle, sen ne oluyorsun, diye kalbimi teskin edebildim. Üstadım şu zâlimlerin islâmiyete karşı tecavüzlerini, kendi merciine ve şeriat sahibine şikâyet etti.

    Mes'ud

    182

    (Vezirzâde Küçük Mustafa'nın fıkrasıdır.)

    Ey Sevgili Üstadımız, Ey Nurların Mazharı ve Nâşiri!

    Cenâb-ı Hak, sizi bu memlekete göndermiş, tâ ki dalâlete giden ruhlar, senin neşr ettiğin Nurlarla kurtulsun. Cenâb-ı Hakk'a gece ve gündüz secde-i Şükran etsek, bu ni'metlerin şükrünü ödeyemeyeceğiz.

    Ey Üstadım, ben immîyim. Sair kardaşlarım gibi mâlûmatlı değilim ki, Risale-i Nura karşı hissiyatımı dilim ile ifade edeyim. Fakat inşâallah sadakatte ve muhabbette ve irtibat-ı ruhîde kardaşlarıma yetişmeye çalışacağım. Uyanık âleminde ifade-i meram edemiyen dilime bedel, uyku âleminde ruhumun diliyle, mahiyetini anlamadığım ve size karşı merbutiyetime delâlet eden bir-iki vak'ayı aredeceğim:

    Birincisi: Bundan bir buçuk sene evvel, ticaret için iki günlük mesafede olan bir köye gitmiştim. O esnada dünyanın iç yüzü bana

    (Sh: B-215)
    göründü. Hem fâni, hem zindan hükmünde olduğundan bir nefret geldi. Bana bu fânî dünyadan, bâki bir âleme yol gösterecek bir Üstad, Cenâb-ı hak'tan istedim, ve dedim ki: "Öyle bir Üstada rast gelsem söz veriyorum ki, ona tam hizmetkâr olacağım."

    İşte ben bu halde ve bu niyazda iken, o gece gayet şirin ve güzel, bilmediğim bir şehirde gayet güzel, dünyada misli bulunmaz zinetli bir at üstünde, siz Üstadımı ona binmiş, garbdan şarka doğru beş-altı metre yüksekte, şehrin üstünde uçarken selâmınıza durduk. Selâmınızı aldık. O esnada uyandım. Şehadet getirdim. Şükrettim ki, istediğim Üstadı bulacağım. İki ay sonra ziyaretinize geldim.

    İkinci Vak'a: Rü'yada bir şehirde gayet kesretli askerler ve cephane görüyorum. Biz de, güya o askerlerdeniz, dedim. (Yâ Rabbi bu askerlerin kumandanı kimdir?) Niyâz ettiğim vakit karşımızda yüksek bir saray zuhur etti. O sarayın içerisine girdim ki, kumandanı, göreyim. Baktım ki, parlak bir çay akıyor. O çayı tâkip ettim. Baktım, şubelere ayrılıyor. Devam ettim. Tâ menba'ına kadar gittim. O askerlerin kumandanı o suların sahibini buldum. Yani Üstadımızı, iki adamla başında namaz kılarken gördüm. Ben de o sudan abdest aldım. Namaza dahil oldum. Kalbimin hareketiyle, dilimin şehadetiyle uyandım. Cenâb-ı Hakka şükür ettim ki, Üstadımızı bize gösterdi.

    Hizmetkâr ve talebeniz
    Mustafa

    183
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  3. #13
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    (Hâfız Ali'nin fıkrasıdır.)

    Sevgili Üstadım!

    Bu def'a irsâline inâyet buyurulan hikmetü'l-İstiâzenin İkinci Kısmını aldım. Sekizinci işarette isbat edilip gösterilen (Hak ve hakikat), dalâlet vâdilerinde uçan serseri mudillerin yollarını pek vâzıh tenvir ile, onlara hem kendilerinin ne yaptıklarını, hem cadde-i hakikatı göstermekle îcaziyle azîm bir mes'ele tahayyül buyuruluyor.

    Dokuzuncu İşarette ise, bütün ehl-i îman ve bilhassa Risale-i envâr ile hilkat-i insaniyyenin gâye-i hakikîsini anlamaya çalışan talebeleriniz, ruhen istikbale gittikçe, bu mes'ele pek geniş bir daire olarak, Hazret-i Âdem'den beri, bütün Peygamberan-ı izam



    (Sh: B-177)
    hazeratının ehl-i dalâlete karşı mağlûbiyeti ve feci hâdiseler çok düşündürüyor. Ve kalbi zedeliyordu (Elhamdülillâh hâzâ min fadli Rabbî). O geniş daire öyle tenvir ediliyor ki, içinde Üstad'dan, Fahrü'l-Mürselîn'den, Hazret-i Âdem'e kadar müşkilât, hak ve hakikat kılıncıyla fethedilip, akıl ve kalb (sadakte ve bilhakkı natakte) diye tasdik ediyorlar.

    Onuncu işareti yazarken elimden kalemi bırakarak hâzırûna okudum. İçinde temsilin misâl değil, hakikat olduğunu ve böyle bir hakikatı, ism-i Hakîm ve ism-i Nur ve ism-i Bedî'in cilvesiyle görüleceğini derkettim. Ve hayâlen tatbikına çıktım. Pek doğru bir esas olduğunu anladım. Cenâb-ı Hakk'a şükrettim.

    Onbirinci İşarette gösterilen zecr-i Kur'ânî (kâinnat tarlasının mühsûlü, makinasının mensucatı, insan nev'i olduğu ve umum mevcudat semeratiyle o nev'e hizmet ettiklerinden insan hodgâmlığıyla, bedbinliğiyle o azîm gâye-i dünyayı hiçe indirmesiyle) büyük çarklar misillû anâsır-ı külliyenin insan aleyhine hareket ettiklerini ve mühlik mes'uliyetten kurtulmak ancak Kur'ân-ı Hakîmin daire-i kudsiyesine girmek ve fahrü'l Mürselîne ittiba' etmekle olacağını beyân ile insanı kendine vezin ettiriyorsunuz.

    Onikinci İşaret ve Dört suâlin cevabının ihtiva ettikleri hakikatlar, (bizi arasıra kendi hesabına çalıştırmak isteyen ve cüz'-i ihtiyar ile kendisinde bir varlık görüp, istihkaka göz diken ve şöhret ve hodfuruşluk tahakkümüyle, hebâen çalışan nebatî ve hayvânî nefis ve heva zincirlerini, altın makaslarla keserek halâs buyuruyorsunuz.)

    Onüçüncü İşaret ve bu üç nokta ile her zaman hususiyle mübarek vakitlerde bizimle uğraşan ve bazı ye'se düşüren, yüzümüzün siyahlığını görmeyip, mü'min kardeşlerimizin ufak tefek çizgiler nev'inden karalarıyla onları, bütün siyahlıkla ittiham ettiren, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetini ve Gaffâr ve Rahîm isimlerini tenkide cür'et eden ve bu yüzden büyük tahribatlara sebebiyet verdiren hizbü'ş-şeytanın kuvveti gösteriliyor.
    (Sh: B-178)
    Muhterem Üstadım;

    Bu işareti yazarken, vücud âlemine seyahata çıktım. İşârâttaki noktalar bir müfettiş hükmüne geçti. İzah buyurulan kuvvetler yerinde görülüp, teslim-i silâh etmek üzere idiler. Bize bu kuvvetleri gösteren Kur'ân-ı Hakîmden istimdat ve feyzi, her hatvelerimde istiyordum. Ve bize bu esas hakikat-ı hayatın neticelerini, karanlıklarını gösteren üstadımız, muvaffakıyetimizi Cenâb-ı Hak'dan dilemekte olduğu, her an kendini göstermektedir. Ve inşâallah halâs edecektir.

    Muhterem Üstadım, bu Onüç İşâret, Onüç Cevahir kümesini muhtevîdir. Bunlardan bazılarını ipe çizip göstermekle ve çizmemekle ve görmemekle, o cevahir hazinesine ve cevherlerine bir nakîse gelmiyeceğinden eğri ve doğru çizmek istediğim cevherler, inşâallah hüsnünü zâyi' etmez.

    Ey sevgili üstadım, ne kadar teşekkürât-ı vefîre ifâ etsem ve hayli minnettar olsam, yine ifa edemiyeceğime kâil olduğumdan, dilerim Cenâb-ı Hakk'tan râzı olacağınız kadar, nâil-i mükâfât eylesin. Âmin, bihürmeti, Seyyidi'l-Mürselîn.

    Hâfız Ali (R.H.)

    155
    (Vezirzâde Mustafa'nın fıkrasıdır.)

    Aziz, Kıymettar Üstadım!

    Hesapsız hamd ve şükür, ol Hâlik-ı Mennân Hazretlerine ki, ben ümmî olduğum halde, hissiyat ve emellerimi, şu fâni ve âfil olan hayat-ı dünyadan tecrîd ile, Risale-i Nur talebeleri içine girdim ve hizbü'l-Kur'ân âlimlerine arkadaş oldum. Hizmet-i neşriyede ve ilimde onlara yetişemiyorum. Fakat inşâallah irtibat ve muhabbet ve ihlâsda yetişmeye çalışacağım. Ve dua ile onların kalemlerine yardım ediyorum. Risale-i Nura karşı hissiyatımı ümmîliğim münasebetiyle yalnız rü'yalarımla arz ediyorum.
    (Sh: B-179)
    Bu def'a rü'yada fahr-i âlem (A.S.M.) Efendimiz Hazretlerini gördüğüm vakit sûre-i Hacc'ın nihayetinde مَا قَدَرُوا اللّهَ حَقَّ قَدْرِهِ اِنَّ اللّهَ لَقَوِىّ ٌعَزِيزٌilh.. okuyarak ve Şâh-ı Geylânî (kuddise sirruhu) hazretlerini gördüğüm vakit, Sûre-i Nur'da
    لَيْسَ عَلَى اْلاَعْمَى حَرَجٌ âyetini kırâet ederek nevmden bîdâr oldum. Ve anladım ki, bu âhirde Sünnet-i Seniyyeye dair mühim bir risale yazıldığı için, Resûl-i Ekrem (A.S.M.) ın makbulü olmuş ki, rü'yamda müşerref oldum. Ve o âyet Risale-i Nurun hulâsasını ifade ettiği gibi, ehl-i gafleti şiddetli tehdit eder. Şâh-ı Geylânî'yi gördüğümün sebebi, Risale-i Nurun talebelerinin kudsî bir Üstadı, beni de şâkird kabul ettiğine dair, bir işaret anladım ve bu âyetler havsalamın hâricinde olduğu halde, o kudsî zatların hürmetine, kuvve-i hâfızamda her zaman okur ve bir genişlik hâsıl olurdu.

    Diğer bir rü'yamda (pek geniş bir daire, temelleri henüz inşaa ediliyor görmüştüm.) Bu def'a o büyük bina ikmal edilmiş, içine girdiğimde sağ cihetini câmi-i şerif olarak gördüm. Ve namaz kıldıktan sonra, bütün yazılan Risale-i Nuru bana verdiler. Ben de yalnız bir adedini orada okunmak üzere verdim. Binanın en yüksek ve ortasında bir dikmesinin değişmesi için ellerinde demir, vinç ile çalışanlar üç kişi idiler, gördüm. Tâbirini siz Üstadıma havale ediyorum.

    Ümmî talebeniz Mustafa

    156
    (Âsım Bey'in fıkrasıdır.)

    Üstad-ı Ekremim!

    Bu kerre ikmâline muvaffak olabildiğim üç risale-i şerife ki; Yirmi Dördüncü, Yirmi Dokuzuncu Söz, Otuz Birinci Mektubun Beşinci Lem'ası Mirkatü's-Sünne risaleleri berây-ı tashih ve manzûr-u üstadânelerine buyurulmak üzere takdim edildi. Risale-i şerifelerin cümlesi, birer hakikat nuru fışkıran birer gülistan-ı cinândır. Hele Otuz Birinci Mektubun Lem'aları ki, Minhâcü's-Sünne ve gerekse Tiryâk-ı Marazı'l-Bid'a olan Mirkatü's-Sünne okunmaya doyulmaz. Okundukça hissedilen manevî sürur ve füyuzâtın hadd ü hududu bulunmaz bir umman-ı feyizdir. Bazı cümleler oluyor ki, namazdan evvel ve sonra fakirhaneye gelen ihvana
    (Sh: B-180)
    mûteaddid defalar okuyup feyizleniyoruz. Hele Giritli Hasan Efendi, gözyaşlarından kendisini alamıyor. Mâlûm-u Üstadâneleri, kendisi Kadirî şeyhidir. Zât-ı Üstadânelerine ve bâhusus Gavsü'l-Âzam Şeyh Geylânî Hazretlerine merbutiyet ve muhabbeti derece-i nihayettedir.

    Üstad-ı Ekremim! Bu def'a risale-i şerifeler bir parça tehire uğradı. Bunu, fakirin atâlet, betâlet ve kesâletine haml buyurmayınız. Şikâyet değil müftehirane arz ediyorum. Bu sene Cenâb-ı Hakk'ın fakire lütf u ihsan ve keremi çok oldu. Lehülhamd vel minne, yüzbinlerce müteşekkirim. Ramazan Bayramından beri, iki def'adır hastalığım ki, el-ân nekahet devrindeyim, Risale-i Nur-u Şerifelerin istinsahına oldukça bir fâsıla vermiş oldu. Çok şükür elhamdülillâh bu hastalıklar bir in'âm-ı İlâhîdir. Dua-yı üstâdâneleriyle sıhhatim yerine gelmektedir.

    Âsım

    157
    (Rüşdü Efendi'nin fıkrasıdır.)

    Ey Aziz Üstadım!

    Bu kadar azîm ihsânınız, beni sevgili üstadımızın nezdinde talebelerin en sonuncusu olmak şerefini kazandırdığını tahattur ettirdikçe, Cenâb-ı Vâcib-i Vücûd Hazretlerine gece ve gündüz dua ediyorum. Ve bazı vakitlerde başım secdede olduğu halde, mütemadiyen ağlıyorum. Günâhımın azameti, cürmümün hadsizliği, beni titretirken sevgili üstadımın duası, Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti, beni teselli ediyor.

    Her gönderdiğiniz risaleyi kemâl-i iştiyakla okuyorum. Kıymetli kardeşlerimle belki hergün bir yerdeyim. İstifadem pek çok, siz Üstadımın mânevî feyizlerini her vakit risalelerden alıyorum.

    Evet Aziz Üstadım, hissiyatımı yazabilsem her hafta mektublarımla mukabele edeceğim ve size mektup yazmak da, benim için en büyük meserrettir. Afvınıza istinad ederek, zâhiren sükûtla ve mânen dergâh-ı hüdâya el açtığım vakitlerde, size âciz Rüşdü talebeniz, aczini takdim ettikçe, sevgili Üstadımdan bilmukabele

    (Sh: B-181)
    gördüğüm lütuflar karşısında, gözyaşlarımla cevaplar i'ta eyliyorum efendim.

    Talebeniz Rüşdü

    158
    (Hâfız Ali'nin dersini ne tarzda anladığını gösteren bir fıkrasıdır.)

    Muhterem Üstadım!

    Otuz Birinci Mektubun, On Dördüncü Lem'asının, ikinci Makamını bir defâ kendim okudum. pek cüz'î istifade ile, dimağımda bir lezzet hissettim. İkinci ve üçüncü tekrarlarımda öyle bir zevk-i ruhanî uyandırdı ki; eğer kalb ve kalemim ruhuma tercüman olabilseler, belki bir derece siz Üstadıma minnettarane arza cür'et eylerdim. Heyhât ne kalbim ve ne de kalemim ve ne ruhum, acz ile önüme çıktılar ve itiraf-ı kusur ediyordular.

    Sevgili Hocam! Sözler ünvaniyle neşr-i envar ve feth-i bab-ı rahmet eden envâr-ı Kur'âniye esasen has, mahsus bir sikke-i hâtemi taşımaktadırlar. Her bir parçasından, şümullü rahmet-i İlâhiyeye cüz'î, küllî bir kapısı var gösteriyor ve göstermekle kapılar açık bırakıyorlar. Bu mübarek risaleyi, Süleyman, Zeki, Zekâi ve Lütfi kardeşlerimle okurken, hayalime bir büyük müzeyyen bir saray gösterildi. Aslı ve hakikatını ve vüs'atini ve müzeyyenatını temâşâ için ruhen çıktım baktım ki, yorgun ve nazarım kesik bir tarzda geriye döndüm. Zekâi kardeşim devam ediyordu. Tekrar o saray şeklinde mutantan, revnaktar, kıymetçe, mahiyetçe aynı, ufak bir saray-ı vücud âlemi gördüm. Ve feth-i bâb edip temâşâ etmek istedim. Anahtarı yoktu. Birden kardeşimin ağzından بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ işittim. Kapı açıldı.اَلْحَمْدُ لِلَّلِ عَلَى نُورِ اْلاِيمَانِ وَهِدَايَةِ الَرَّحْمَنِ dedim. Gördüm ki; büyük sarayın müştemilâtı ve tezyinatı, o küçük sarayda dercedilmiş. Âdeta çarklardan mürekkeb bir saat ve çok ipleri havi bir nessacdır. Dikkat ettim, o saati kuran ve işleteni ve o ipleri gûna gûna boyayıp dokuyanı, gündüzü gündüz eden güneş olduğu gibi, pek parlak bir surette izah buyurulunca gördüm. Tekrar اَلْحَمْدُ dedim ve şu âlem-i kübrânın fihristesini ve nümunesini

    (Sh: B-182)
    elime alınca artık pervasız seyahata çıktım.

    Muhterem Üstadım! Şu söz öyle bir hakikatı ders veriyor ki, daha insana yabancı ve bilinmesi mümkün olmayan bir şey kalmıyor. Her gördüğü mûnis bir arkadaş oluyor ve susuz vadiler ve geniş sahralar ve koca küre-i arz bir bahçe hükmünde Hâlik-ı Rahîm tarafından ihzar edilmiş ve tılsımı da بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ olduğu ve tılsımı bulunmazsa ve alınmazsa, o bahçede yaşamak mümkün olmadığı ve yaşasa da her tarafta yabancı olarak ve her hatvesinde istiskal edilerek, hayat değil, belki câmid olarak bulunacağını izah buyuruyorsunuz. Hele bizi her zaman, günde kırk def'a havsalamız almıyarak "ah!" ile geri dönen mi'râc-ı mü'min olan namazda اِيّاكَ نَعْبُدُ وَاِيّاكَ نَسْتَعِينُ sırrı öyle bir düğme olarak gösteriliyor ki; her mü'min kendi vücûd âleminde bir elektrik fabrikası görüyor. Ve düğmesini açınca bütün dünyayı ziya ile gösteriyor.

    Sevgili Üstadım! Cenâb-ı Hak bu kıymetli eserleri kıyamete kadar mü'min kullarına yetiştirsin, duasıyla hatm-i kelâm eylerim efendim.

    Kusurlu Talebeniz
    Hâfız Ali



    159
    (Yeni mühim bir kardeşimiz Müftü Ahmet Feyzi Efendinin fıkrasıdır.)

    (Bu fıkra çendan şahsıma bakıyor. O zât şahsımı görmemiş, dellâllığım eseri olan Risaleleri gördüğünden, haddimden pek çok fazla olan senâ ve medhi, Risalelere ve esrar-ı Kur'ân'a aid olduğu için kabul ettim.)بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

    Hamd-i bînihaye Kerîm-i Müteâle, salât ü selâm Habib-i Zülcelâle ve Onun âl ve ashabına.

    Ey bâkîye vâsıl olmuş fâni! Ve ey matlubun bâb-ı rahmetinde oturan mahbûb! Ve ey derecâtın ekmeli olan sıfat-ı abdiyete sülûk edebilmiş Bahtiyar! Ve ey Şems-i tâbân-ı Zülcemâlin karanlıklara aksettirdiği Ziyâ-yı hidâyet! Ve ey Habib-i Kuddüsün tarîk-ı

    (Sh: B-183)
    ulviyetinde karanlıkları yararak uçan Şehâb-ı şa'şaanisâr! Hatîât ve ma'siyyet deryasının korkunç dalgaları arasında inleyen, Hâlik-ı Kerîmin bunca iltifâtını nankörlükle karşılamaktan başka bir vaziyeti bulunmayan bu ednâ-yı mevcudat, nâil olduğun derece-i makbuliyetten bir katresinin olsun, kendine ihdâsını senin şevket ve kereminden bekliyor. Ne olur beni kendine alıp, hizmetinle müşerref kılsan. Ne olur, Hibib-i Kibriyâya benim de kendisinin hizmetine intisabım için Onun uşşâkının asgarı ve hikmet ve nurunun dellâlı olmaklığım için yalvarsan ah!..

    Her an ayaklarının altını öpmek
    ateşiyle mütehassir ve nâlân,
    ahkar-ı mahlûkat
    Ahmed Feyzi

    160
    (Ahmed Husrev'in Otuzbirinci Mektubun, Ondördüncü Lem'asının, ikinci Makamı münasebetiyle yazdığı fıkradır.)

    Sevgili Üstadım Efendim Hazretleri!

    Üç-dört gün evvel Cenâb-ı Hakkın o mukaddes kelâmından müjdeler çıkararak, aktar-ı âleme saçan coşkun denizlerin akıntıları gibi, feyizleriyle bizi mest eden, âfil güneşin her gündüze mahsus sönmez ziyası gibi, ardı arası kesilmeyen nurlarıyla bizi nurlandıran, hiçbir ferdi şübehatta boğmamak esası üzerine yürüyen, kendisine has belâğatıyla ukûlü teshir edecek bir kabiliyetle söyleyen, sâmiaları ve bâsıraları kendisine müteveccih kılan, o azametli külliyât-ı nurdan bir nur daha aldım.

    Bu nur, o güzel İslâm nişanı ve o büyük rahmet hazinesinin keşşâfı olan (Bismillâhirrahmânirrahim) in, binler esrarından otuz sırra mukabil, altı sırla nurlu şualarını ezhanımıza nakşetmiş ve rahmetin binbir Esmâ-i İlâhiyeden gelen şuâlarıyla, insana had ve hesaba gelmeyen niam-ı Sübhaniyenin meded elleriyle yardıma gönderildiğini öğretmekle, bizi sonsuz bir derya-yı feyze gark etmiştir.

    Bu kudsî mübarek kelimenin her sure başında zikriyle, ehemmiyet ve azameti ve her hayırlı işlerde tekrarıyla mübarek bir

    (Sh: B-184)
    şefaatçı olması, ferşde gezen insana, arşa çıkacak kamet giydirmesi ve acz-i mutlakta çırpınan insanı, Kadîr-i mutlaka rabt etmekle, insanın kıymet ve izzeti gösterildikten sonra اِنَّ اللّهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلَى صُورَةِ الرَّحْمنِHadîs-i şerifiyle mün'im-i hakikînin binbir esma-i hüsnasının cilvelerinin şualarından tezahür eden rahmetiyle perverde edilmek suretiyle de, rahmetin bir cilve-i etemmi olduğu izah buyurulmuştur.

    Sevgili Üstadım!

    Ruh-u insanın nazarını akıl ve kalbini ve muhayyilesini (Bismillâh) ile kâinat simasına, (Errahman) ile arz simasına, (Errahîm) ile ebnâ-yı cinsinin sima-yı mânevisine dağıtıyor. Oralardaki rahmet-i vâsia-ı külliyenin azametini, letafetini gösteriyor.

    Aziz Üstadım!

    Nazarım nereye ilişse, aklım herhangi bir hâli muhakeme etse, muhayyilem ne ile meşgul olsa, sâmiam ne duysa, kalbim nereye gitse, dolaştıkları yerlerde ve tesadüf ettikleri şeylerde, beşere bakan pek büyük âsâr-ı rahmeti görüyor. Semâvât ve arş, bütün heybetiyle insanların seyrangâhı, cennet mesken-i hakikîsi oluyor. Zemin bir hane şekline giriyor. Mele-i âlânın sekeneleri ve zemin yüzüne serpilen yüzbinlerce mahlûkat ve nebâtat envâ'ının insanların hacetleri için koşuştuklarını, sineklerden balıklara, zerrelerden yıldızlara kadar küçük büyük her bir masnu', insanların yüzüne vahşetle değil, gülerek baktıklarını görüyor.

    Sonsuz rahîm olan Hâlik-ı azîmin kusursuz olan bu kasrını, temaşâya doyamayan ruh, kendine avdet ediyor. Rahmetin nihayet derecede incelikleriyle tanzim ve idare edilen cisme bakıyor. Duyguları arasında yalnız muhayyilesine hasr-ı nazar ediyor. Bu muhayyilenin dimağda kendisine tahsis edilen mahalli, bir hardal tanesi kadarken, her zaman bütün âlemi sinema şeritleri gibi hayal hanesinde dolaştırır. Hâfıza bir çeşit, akıl ayrı bir çeşit, fikir başka bir halde, kalb daha başka, kâmil insanlarda hâl-i faaliyette olan

    (Sh: B-185)
    diğer letaif, daha başka bir şekilde, bâsıra, sâmia, zâika, lâmise, şâmme gibi havass-ı zâhirinin istiâb ettikleri mânevî sahalara nisbetle, nihayet derecede küçük bir dimağımda yerleştikleri halde, yekdiğerine karışmıyarak, biri diğerinin vazifesine müdahale etmiyerek, ayrı ayrı vazifelerde, ayrı ayrı dairelerde gayet muntazam çalıştıklarını ve hattâ etıbbanın bile senelerce tahsil ederek içinden çıkamadıkları vücud-u beşerin herbir kısmının, her bir uzvunun inceliklerini görüyor. Bu derece rahmetle tanzim edilen, bu kadar muhtelif vezaif ile çalıştırılan, bu muhayyiril ukûl makineyi temaşa eden ruh, bu makina üzerindeki derece-i mâlikiyetini düşünüyor. Hükmünün hiçbir uzva te'sir etmediğini görünce, sığınacak bir yer, iltica edecek bir mahal, perverde edilecek bir varlık arıyor. İşte o vakit bu kadar rahmetiyle perverde eden Hallâk-ı azîme karşı secde-i şükrana kapanarak ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor. Bütün dertlerini döküyor. Onun, yalnız onun lütf u keremine iltica ederek afv olunmak, dünyada olduğu gibi ukbâda da sevdikleriyle birlikte va'dettiği cennette bulundurulmasını istiyor ve yalvarıyor.

    Ahmed Husrev

    161

    (Re'fet Bey'in fıkrasıdır.)

    Aziz ve Muhterem Üstadım Efendim!

    Geçen hafta aldığım mektubda, "Senin ve Şerif Efendinin ifadeleri kısadır, birşey anlaşılmıyor. Tenkid mi? Takdir mi? buyurdunuz. Bütün eserlerinizi takdir ve kemâl-i istihsan ile karşıladığımız mâlûm-u âlileridir. Esasen tenkid edecek kudret-i ilmiye değil bizde, Türkiye ulemasında olmadığı hâdisat ile sâbittir.

    Sinn-i sabavetinizde şark ulemasını ilzam etmeniz ve ondan sonra İstanbul'a gelerek bil'umum ulemanın nazar-ı takdir ve hürmetini celb etmeniz, bu hususu isbata kâfidir. Gerek Şerif Efendi ve gerekse Hikmetü'l-İstiâze ve Besmele sırrını okuyan diğer arkadaşlar duydukları hazz-ı mânevîden gaşy olmuşlardır.

    Fakire gelince, Sözler hakkında hiçbir şey yazmazsam bile o kemâl-i takdirdendir. zira, şimdiye kadar büyük bir zevk ile mükerreren

    (Sh: B-186)
    okuduğum ve daima okumaktan hâli kalmadığım Sözler ve Mektubat hakkında kanaatlerimi daima Üstadıma arz ettiğimden, yazacak kelime bulamıyorum. O da âcizliğimden olsa gerektir. Bir risale ne kadar parlaksa, onu tâkib eden ondan çok ziyade parlaktır. Binâenaleyh, ne yazsak hakkıyla ifade-i meram etmiş olamıyorum. Şimdi hayatım çok zevklidir. Sözlerin tedkikatıyla meşgulüm. Evvelki okuyuşlarımda hazm edemiyordum. Şimdi gayet yavaş ve dikkatli okuyup anlamaya çalışıyorum. Takıldığım noktalar oluyor, soruyorum. Bu vesile ile istifade fazladır. Nitekim Yirmi Dördüncü Söz'ün Birinci ve İkinci Dalında çok tevakkuf ettim. Lâyıkıyla anlayamadım. Üstadımızla görüştüğümde bu iki Dalın şifahen îzahını rica edeceğim.

    Muhterem Üstadım, fakirin bir nokta çok hayretini mucib oluyor. Sizden bir mes'elenin izahını rica ediyorum. İzah ediyorsunuz. O izahta da, muhtaç izah noktaları bulunuyor. Öyle lâtif ve şümullü cümlelerle cevap veriyorsunuz ki, o cümleleri de anlamak için suâl icab ediyor. Bundan şu netice çıkıyor ki, Sözlerinizin her satırı, bir kitab teşkil edecek kadar şümullü ve mânidardır. İstenildiği kadar izah olunabilecektir.

    Re'fet

    162
    (Doktor İbrahim'in fıkrasıdır.)

    Efendim!

    Nuranî ve ziyâdar cadde-i kübrâ-yı mâneviyede seyr ü seyahat eden umum âhiret kardeşlerimle her hafta görüşüyor ve âramsız tulû eden Risale-i Nur eczaları gibi, feyiz ve mârifet güneşlerinin haberlerini işittikçe, ruhum güller gibi açılıyor. Hubur ve ibtihaca müstağrak oluyor. Ve istidadım nisbetinde bir-iki mes'elecik öğrenmeye sa'y ediyor isem de, bu envâr-ı bahr-i muhîtten kardeşlerimin ruhlarına in'ikâs eden mesâilden bâhis arîzaları tahrir ve takdim ettiklerini gördükçe, adem-i muvaffakıyetimden mütevellid esef ve kederim hasebiyle cehlimden elemân çekiyorum. Ümmîlik ne güç imiş, diye ruhum ağlıyor. Mu'terifane, İbrahim,

    (Sh: B-187)
    müstehaksın diyorum. Nihayet yine ümidimi Rabbimden kesmiyerek diyorum. Bir müessesenin baş müdürü, muavini, kâtibi, müvezzii, tahsildarı, hademesi olur. Fakir kısmen müvezzilik, kısmen hademelik sıfatiyle bulunsam ne zararı var? deyip tesellli oluyorum.

    İbrahim

    163

    (Osman Nuri'nin fıkrasıdır.)

    KUR'ÂN-I AZخM

    Bir kelimeni, milyonlar def'a tekrar okusam,
    İlk başladığım lezzeti, daima duyarım.

    Sen İslâm ocaklarının sönmez bir lem'asısın,
    Sen o misilsiz Zâtın, emsalsiz kelâmısın.
    Rabbin en sevgili Resûlüne kısmet olan,
    Değerli binbir çeşit ispatlı kelâmısın.

    Hangi kitab var ki, asırlarca böyle hürmetle okunsun,
    Nasıl bir nankör var ki, gelsin sana dokunsun,
    Hâşâ, sana inanmayanlar kâfirse bile,
    Gelsin onun dellâlının yanına otursun.

    O dellâldan alınca ders-i ilhâmı,
    Lânetler eder, inkâr ettiğine Kur'ân'ı,
    İlmin en derin hocası, bürhanı,
    Zelîl eder, karşısında seni tanımayanı,
    Kudsî kitabın çok ünlü, Onun dellâlı Üstadım Said
    Gönül ister ki, o ayarda bulunsun binler Said.

    Aynı günün sabahı okuduğum, büyük ve kudsî kitabımız olan Kur'ân-ı Azîmüşşân'dan aldığım nurlu ilham-ı İlâhîden, dolayısıyla güneş gibi kuvvetli olan Risale-i âliyelerinizin âcizde bıraktığı derin his ve te'sirlerden doğmuştur.

    Osman Nuri
    (Sh: B-188)

    164
    (Hulûsî'nin fıkrasıdır.)

    Bir Mirkatü's-Sünnet olan mübarek mektub hakkındaki ihtisaslarımı arza maalesef muktedir değilim. Fakat istikametli tefsir, i'cazlı beyan, nurlu ilân gibi şanına lâyık tabirle tavsif edebileceğim Beşinci Lem'anın Onbir Nükteyi ihtiva edişini mânidar buldum. Sanki, mânen diyor: İfa-yı sünnet ile mükellef olduğumuz, ol Nebiyy-i Zîşânın taraf-ı İlâhîden getirip haber verdiği yakînen mâlûm olan şeylerin hak olduğunu bilip, kalb ile tasdik ve dil ile ikrar etmek suretiyle, tarif olunan îman ve islâmın şartlarının mecmuu olan onbir adediyle bu nurlu mektubdaki nüktelerde sarih tevâfuk vardır. Madem böyledir, Mü'minim diyen ittiba-ı sünnet etmeli. (Elhamdülillâh müslümanım) iddiasında bulunan ve
    لِمَ تَقُولُونَ مَا لاَ تَفْعَلُونَ itâbından kurtulmak isteyen sünnete yapışmalı ilh.) hakâikı ders veriyor. Bu mektubu almadan evvel Allah hayretsin, bir gece rü'yamda büyük bir camide bulunuyorum. Namaz kılındıktan sonra,, ben kapıya yakın bir yerde ayakta duruyorum. Baktım, mihrabın sol tarafından küçük ve toplu bir cemaat geliyor. Bana yaklaştıkları zaman, işte Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri diye kulağıma bir ses geldi. Gayr-ı ihtiyarî (Meded yâ Gavs-ı A'zam) diyerek, ağlayarak, ayağına kapandım. Mübarek sol elleriyle beni yerden kaldırdılar ve şefkat gösterdiler. Kendileri uzun boylu, çok mehîb ve üzerlerinde siyah bir sako, mübarek sakalları siyah, pek az ağarmış. Beşuş ve nuranî bir çehre. Mübarek başlarında bir mahrût-u nâkıs şeklinde yüksek ve çok beyaz bir sarık vardı. Câmiden çıkınca, bitişik bir odada cemaatle beraber oturduğumuzu da hatırlıyorum. Bu rü'ya bana çok zevk vermekle beraber, dua ve himmetlerinin Hizbü'l-Kur'ân üzerinde, her zaman mevcud bulunduğuna daha ziyade yakîn hâsıl ettirdi.

    Hulûsi

    (Sh: B-189)
    165
    (Sabri'nin fıkrasıdır.)

    Bu kerre bir kıt'a lütufname-i fâzılâne-i merğubeleriyle tereşşuhat-ı kitab-ı mübînin bir zübdesi bulunan, Fihriste-i Mübînin Dördüncü Kısmını, Süleyman Efendi kardeşimiz yediyle aldım, okudum. Müellifine, kâtibine, nâşirine, hâdimlerine binler dualar ettim. Hakikaten vakt-i kırâetim olan iki saat zarfında, Risâlâtü'n-Nur ve Mektûbatü'n-Nur'un kâffesini icmâlen okumuş kadar mütelezziz ve müstefid oldum. Ve şöyle dedim. Lüttufnâme-i keremkârîlerinde işaret buyurulduğu üzere, dört nüsha değil, belki bir kaç ay, her vazifeye tercihan fihristeyi teksir ve neşre sa'y etmeliyiz.

    Madem ki, gayemiz neşr-i envâr-ı hakâik-ı Kur'ân'dır. Bu mübarek ve kıymettar eser-i giranbahâ ise hakâik-ı Kur'âniyenin hülâsası ve zübdesi ve tâbiri câiz ise, tam bir piştarıdır. Miftâhu'n-Nusret ve Mirkatü'l-Fütuhdur.

    Üstad-ı Azîzim!

    Mukaddemen, bu kıymettar eserleri avn-i İlâhî ile vücuda getirdikçe, bu kusurlu talebenizi de, bir muhatap addederek her eseri irsal ve tenvir buyurmakta idiniz. Fakat o zamanlar, gayr-i ihtiyarî nurla, zulümat karşısında bulunmaklığım hasebiyle, nurlar ile aramdaki perde açılmamıştı. Şimdi o semm-i kâtil tâbirine lâyık muhalif, zıt, menfî cereyanların zevaliyle, envâr-ı bînihaye-i Kur'âniyenin elhamdülillâh kapıları açıldı. Sâlifü'l-arz zulümâtın zebunu bulunduğum sıralarda, münteşir âsârı tekrar okuyup yazıyorum.

    Risalelerin derece-i kıymetlerini ve bahşettiği feyzi ve fevzi arzetmek, lisan ve kalemin fersah fersah iktidarının fevkındedir. Bu mübarek ve kudsî tereşşuhat-ı Kur'aniye ve lemeât-ı Fürkaniyeyi, hakikî bir dellâl-ı Kur'an olmalı ki hakkıyla takdir ve sena edebilsin zira bu hayat-ı hakikîye ve sermediye hazinelerindeki müsta'mel kelimat ve tâbiratın kâfesi sâirlerine min-küllil vücuh fâik ve bâkir beyanatı hâvi, kemâl-i selâset ve cezâlet ve şâyân-ı gıpta ve hayret,

    (Sh: B-190)
    dirayeti müştemil ve câmi ve cümel ve fıkârât ism-i bedi' ve hakîmin bir cilve-i hâssa ve mümtazesidir, dersem binden bir hakkını bile vermiş olamam.

    Hulâsa: Bu nurların kâffesi deccallara mahsus ve müstahzar elmas gülleler ve ehl-i îman için menba'-ı envâr-ı hakâık olan Kur'ân-ı Hakîmden son asırda nebean etmiş, binler âb-ı hayât-ı bâkiye hazineleridir.

    Sabri

    166
    (Hâfız Ali'nin fıkrasıdır.)

    Sevgili Üstadım Efendim Hazretleri!

    Otuzbirinci Mektubun onbeşinci Lem'asının birinci kısmını, büyük bir meserretle aldım.

    Sevgili Üstadım, zaten fakir, âcizane nazarımda (Şems-i Hidâyetten neşr-i envâr eden Sözler) hak ve hem hakikat olarak, hakikat âleminin çarşısıdır. Hakikat âleminde ne varsa, o kadar zengin, o kadar mücehhez, o kadar bîpâyandır. Böyle bir çarşı-yı âlem mallarını almak lâzım ki, bir padişah kuvveti olsun. Eğer görmekse, öyle bir keskin nâfiz, seyyar bir nazar olmalı ki, seyr-i seyahat ile görebilirsin. Bu da pek ender bulunduğundan almak ve görmek için lâzım ki, bütün malların bir nümune levhası bulunsun.

    Ey Sevgili Üstad! Her nümune levhaları mukaddema görülüyordu ki, yalnız bir parça ile (topların ve küllîlerin) nev'îlerini gösterir. Daha bir şeye yaramaz. Fakat seraser nur olan hazine-i bînihayenin fihriste ve nümune levhasının her parçasından (Hanifen müslimen) gömleği çıkacak. Hârika derecede parçaları ve kıymetleri hâvidirler. Nasıl umuma muhalif külliyatla hârika olduğu gibi, cüz'iyatlarıyla hârika bir hâtemi taşıyorlar.

    Evet Üstadım, bu mektubu istinsah ederken kalb ve ruhum cûş u hurûşa gelerek bütün envâr-ı resâili kemâl-i şevk ve tahassürle görmek istiyordular.

    (Sh: B-191)
    Demek Üstadım, umum risalelerin her parçasına ihtiyacımız olduğu gibi, her parçayı da birden görmeye şiddetle ihtiyaç varmış. Cenâb-ı Vâcibü'l-vücud size kemal-i rahmet ve merhametinden, o rahmet ve merhametinin iktizasıyla nâil-i mükâfat buyursun. Âmin.

    Hâfız Ali

    167

    (Said Nursi'nin bir fıkrasıdır.)

    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, Sıddık, Hakikatlı, âhiret kardeşlerim ve ciddî ve kuvvetli arkadaşım!

    Kur'ân-ı Hakîmin baş hâşiyelerinde, âyât-ı Kur'âniyenin adedi altıbin altıyüz altmışaltı olmakla, envâr-ı Kur'âniye ve hakikat-ı Fürkaniye eyyâm-ı şer'iyye ile altıbin altıyüz altmışaltı sene kadar, küre-i arzda hükmü cereyan edeceğine işaret ettiğine dair sualinize, o vakit zihnim başka yere müteveccih olduğu için, izahlı cevap veremedim. Sonra bana ihtar edildi ki: (Âsım'ın suâli ehemmiyetlidir, cevap ver.) Ben de o ihtâra binâen, iki esasla bir parça izah edeceğim:

    Birinci Esas: Nasıl ki (Nur-u Muhammedî Aleyhissalâtü vesselâm) ve hakikat-ı Ahmediye, divan-ı nübüvvetin hem fâtihası, hem hâtimesidir. Bütün enbiya onun asl-ı Nurundan istifaza ve hakikat-ı dininin neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları ve Nur-u Ahmedî (A.S.M.) cebhe-i Âdem'den, tâ zât-ı mübarekine müteselsilen tezahür edip neşr-i Nur ederek, intikal ede ede tâ zuhûr-u etemle kendinde cilveger olmuştur.

    Hem mahiyet-i kudsiyyet-i Ahmediye, Risale-i Mi'racda isbat edildiği gibi, şu şecere-i kâinatın hem çekirdek-i aslîsi, hem en âhir ve en mükemmel meyvesi olduğu gibi, öyle de Hakikat-ı Kur'âniye zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar, Hakikat-ı Muhammediye (A.S.) ile beraber, müteselsilen enbiyaların suhuf ve kütüblerinde nurlarını neşr ederek, gele gele tâ nüsha-i kübrâsı ve mazhar-ı etemmi olan, Fürkan-ı Azîmüşşan sûretinde cilveger olmuştur.

    (Sh: B-192)
    Bütün enbiyanın usûl-ü edyanları ve esas-ı şeriatları, hulâsa-i kitabları Kur'ânda bulunduğunu, ehl-i tedkik ve ehl-i hakikat ittifak etmişler. Bu sırra binaen zaman-ı fetret mutlaka ihraç edildikten sonra, rivayet-i meşhure ile zaman-ı Âdem'den tâ kıyâmete kadar, eyyam-ı şer'iyye ile tâbir edilen yedibin seneden, fetret-i mutlakanın zamanı tarh edildikten sonra altıbin altıyüz altmışaltı sene kadar, din-i İslâmın sırrını neşr eden hakikat-ı Kur'âniye, küre-i arzda ayrı ayrı perdeler altında neşr-i envar edeceğine, âyâtın adedi işaret ediyor demektir.

    İkinci Esas: Malûmdur ki, küre-i arz'ın mihveri üstündeki hareketi ile gece gündüzler medar-ı senevisi üstündeki hareketi ile seneler hâsıl oluyor. Güneşle beraber her bir seyyarenin, belki sevâbitin ve Şems-üş-şümusun dahi, her birinin mihveri üstünde eyyamı mahsuse gösteren bir hareketi ve medarı üzerinde deveranı dahi, bir nev'i seneleri gösteriyor. Hâlik-ı Arz ve Semâvâtın hitâbât-ı ezeliyesinde, o eyyam ve seneleri dahi, irae ettiğine delil şudur ki: Fürkan-ı Hakîm'de
    ثُمَّ يَعْرُجُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ اَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ *فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ
    gibi âyetler isbat ediyor. Evet kış günlerinde ve şimal taraflarında, gurub ve tulû' mâbeyninde dört saat günden ve bu yerlerde kışta sekiz dokuz saatten ibaret eyyamlardan tut tâ, güneşin mihveri üstünde bir aya yakın yevminden, hattâ kozmoğrafyanın rivayetine göre, tâ (Rabb-üş-Şi'ra) tâbiriyle Kur'anda nâmı ilân edilen ve şemsimizden büyük Şi'ra namında diğer bir şemsin, belki bin seneden ibaret olan gününden, tâ Şems-üş-şümusun mihveri üstündeki ellibin seneden ibaret bir tek yevmine kadar eyyam-ı Rabbaniye vardır.

    İşte semavât ve arzın Rabbi, o Şems-üş-şümüs ve Şi'ra'nın Hâlik'ı hitab ettiği vakit, o semavât ve arzın ecramına ve âlemlerine bakan kudsî kelâmında o eyyamları zikreder. Ve zikr etmesi gayet yerindedir.

    Madem eyyamın lisan-ı şerî'de böyle itlâkatı vardır. İlmü't-tabâkatü'l-arz ve coğrafya ve tarih-i beşeriyet ulemasınca,

    (Sh: B-193)
    nev'i beşerin yedibin sene değil belki yüzbinler sene geçirdiğini teslim de etsek, ömr-ü beşer kıyâmete kadar olan müddet yedi bin senedir. Diye vâki olan rivâyat-ı meşhurenin ve beyan ettiğimiz atıbin altıyüz altmış altı sene, Nur-u Kur'ân hükümfermâ olduğuna münâfi olamaz. Çünki eyyam-ı şer'iyyenin dört saatten, elli bin seneye kadar hükmü ve şümülu var. Fakat vâkideki eyyamın hakikatı, o rivayet-i meşhurede hangisi olduğu şimdilik bu dakikada kalbime inkişaf ettirilmedi.

    Kur'ân'ın başındaki hâşiyeyi yazdığım zaman dahi vâzıhan bana gösterilmedi. Demek o sırrın inkişafı münasip değil. (Lâ ya'lemülğaybe illâllah)

    Şu mes'elede şimdilik delîlini gösteremiyeceğim bir müddeâyı beyân ediyorum. Şöyle ki: Şu dünyanın bir ömrü ve şu dünyadaki küre-i arzın dahi ondan kısa diğer bir ömrü ve küre-i arzda yaşayan insanın daha kısa bir ömrü vardır. Bu birbiri içinde üç mahlûkun, saatın içinde dakika, saniye, saatı sayan çarkların nisbeti gibidir. Nev'-i insanın ömrü küre-i arzın iki hareketiyle hâsıl olan malûm eyyam olduğu gibi zîhayatın vücuduna mazhar olduğu zamandan itibaren, küre-i arzın ömrü ise merkez-i irtibatı olan Güneşin mihveri üstündeki hareketi ile hâsıl olan eyyam iledir. Ve dünyanın ömrü ise Şems-üş-şümusun hareket-i mihveriyesi ile hâsıl olan eyyam iledir ki:

    Şu halde nev'-i insanın ömrü yedibin sene eyyam-ı malûme-i arzî ile olsa, küre-i arzın hayata menşe' olduğu zamandan harabiyetine kadar eyyam-ı şemsiye ile ikiyüzbin seneyi geçer ve şems-üş-şümusa tâbi âlem-i bekadan ayrılıp küremize bakan dünyaların ömrü, Şems-üş-şumusun işâret-i Kur'âniyye ile her bir günü (50.000 - ellibin) sene olmasıyla yedi bin sene o eyyam ile ne kadar ettiğini kıyâs et. Takriben yüz yirmi altı milyar senedir (l26.000.000.000)
    (Hâşiye) Demek eyyam-ı şer'iyye tâbir ettiğimiz eyyam-ı Kur'âniyede bunlar

    (Hâşiye) Bu hesap Şam'lı Hâfız, Kule önü'nden Mustafa ve arkadaşı Hâfız Mustafa'nın şehâdeti ile bir dakika zarfında ezber yapılmıştır. (Sene üç yüz altmış gün hesabına göredir, kusur varsa bakılmamak gerektir.)


    (Sh: B-194)
    dahildir. Evet semâvât ve arzın sebeb-i hilkati ve çekirdek-i aslîsi ve en mükemmel âhir meyvesi olan bir zâta hitabında, o eyyamları isti'mâl etmek, Kur'ân'ın ulviyetine ve muhatabının kemâline
    yakışır ve ayn-ı belâğattır.

    وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّهِ وَ اللّهُ اَعْلَمُ بِاَسْرَارِ كِتَابِهِ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا


    Said Nursî

    168
    (Kardeşim Abdülmecid'in fıkrasıdır.)

    (Hulûsî Bey'e yazdığı mektubdandır.)

    Eyyühe'l-Azîzin Azîzi, Hazret-i Seydanın muhterem tilmizi!

    Teşnesi bulunduğum tebşirnamelerinizi memnuniyetle aldım. Var olunuz. Cevapları yazmak îcab eder amma ne yazayım. Ruh nâhoş, kalb bîhoş, kafam bomboş. Zira, etraf-ı erbaamdan takattur eden vahşetler, kasâvetler, yeisler, beisleri tasavvur ettikçe biri, cinnete yani cünuna, diğeri cennete yani şam'a gitmek üzere, akl ü ruhum seferber vaziyetini alıyorlar. Bunun içindir ki, ne Seydanın yani Üstadın talebeliğini ve ne de sizin kardeşliğinizi bihakkın îfa edemediğimden ne yazacağımı bilemiyorum.

    Hem de sizden gelen mektuplar saf, temiz, nurlu bir fikirden çıktığından okuyanlara ışık veriyor. Zulmetli fikrimden çıkan arîzalar ise, size zulmet vereceği ihtimalinden korkarak titriye titriye takdime cesaret edemiyorum.

    Abdülmecid

    169
    (Re'fet Bey'in bir fıkrasıdır.)

    Aziz ve Muhterem Üstadım Efendim!

    Sözlerin ve Mektubatın ve pencerelerin fihristesi, o kadar güzel olmuş ki, bir def'a sathî bir nazar atfeden kimse, Risalet-in Nur eczalarının kıymet ve ehemmiyeti hakkında yek nazarda bir fikir edinebilir. Bu fihriste umum risalelere bedeldir. Hiçbir müellif, yazmış olduğu yüzyirmi kadar kitabının, her birisinin hülâsa-i

    (Sh: B-195)
    meâlinden ve bilhassa metnindeki âyâtı, birer birer münasip ve manidar bir tarzda, ta'dâd etmek suretiyle risalelerin gâyâtından ve mahiyetinden bahsetmek şartiyle, böyle ehemmiyetli dört Risaleyi vücuda getiremez. Fihristenin bâriz bir vasfı daha var ki, o da kendi ihtiyarınızla olmayıp, sünuhat-ı kalbiye ile olduğunu ispat ediyor. Biz bu halleri gördükçe, sizin gibi bir Üstada nâiliyetimizden dolayı Rabbımıza çok şükür etmekteyiz.

    Re'fet

    170

    (Hulûsî Bey'in fıkrasıdır.)

    (Eğridir'de bir kardeşimize gönderdiği mektubdandır.)

    Üstad Hazretlerinin son Otuzbirinci Mektubun, Onüç ve Ondördüncü lem'alarını hâvi olan pek kıymetli, nurlu ve hikmetli, serâpâ nur olan hakâik derslerinden derin mânalı, şirin lezzetli, asel-i musaffa nev'inden ekmel eserlerini almakla bahtiyar, cevab takdîmine muvaffak olmamakla bedbahtım. Şuracıkta karalamaya niyet eylediğim birkaç satırla, o ders-i hakâiktan aldığım feyzi îzah veya duygularımı nakletmek istemiyorum. Çünkü, bu dersin nihayetindeki hususî hâşiye, sanki mânen beni bir müddet mektup yazmaktan men'etti. Zâhirî mânalar da bu işaretin doğrudan doğruya bu bîçâreye ait olduğunu göstermektedir. Bu nurlu dersi bir def'a (Onüçüncü Lem'a kısmını) İmam Ömer Efendi gibi arkadaşlara okuyabildim.

    Sevgili üstadımın, emirleri, işaretleri, dersleri, tenbihleri, îkazları, irşadları, tehditleri, şefkatleri hep hakikatlıdır. Bu güne kadar söylenmişler böyle olmakla beraber, bundan sonrakiler de aynı mahiyettedir. Asla şübhe ve tereddüdüm yoktur. Tabiî, sevk-i tabiî tesadüf değil. Hakikî, fıtrî sevk-i İlâhî, kader-i Sübhânî, her işimizde hâkim. Cüz'i ihtiyarımızla seyyiatımızdan mes'ul olmakla beraber, hasenat tevfik-ı Hudâ ile olduğuna, Kur'ân-ı bâhirü'l-bürhan şâhid-i sâdıktır.

    Hulûsi



    (Sh: B-196)
    171
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  4. #14
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    (İmamoğlu Hâfız Mustafa'nın bir fıkrasıdır.)

    (Bütün Söz ve Mektubatın birer mürşid-i kâmil vazifesini gördüklerine dair hâtıra gelen bir mektubdur.)

    Üstadım Efendim!
    Bundan bir sene evvel- Sözler ve Mektubat'ı istinsah esnasında- bazı nükteler, kendi emrâz-ı kalbiyeme muvafık bir ilâç geldiğinden "Evet bu nükteyi altın yazı ile yazmalı" diye söylerdim. Elhamdülillâh hâza min fadlı rabbî Lem'alar te'lif edildi. Bütün Söz ve Mektubat'a feyizleriyle anahtarlık yaptı. Şöyle ki: Kışın en şedid tehlikeli ve fırtınalı zamanında -yırtıcı hayvanların en azgın ve kuvvetli zamanlarında- geniş sahrada, çamurlu bir yolda giden bir yolcunun imdatsız, kimsesiz o tehlikeler içinde, düşe kalka- yüzde doksan dokuz- fırtınalar ve o yırtıcı canavarların elinde parçalanacağı ve telef olacağı hengâmda, kendini kurtarmak isteyen o yolcunun gözüne tesadüf eden, sahranın ortasındaki çelikten daha güzel, polattan daha kuvvetli yapılmış bir saraya rasgelmesi, o yolcuyu o kadar memnun ve mesrûr eder ki; hattâ o saraya daha çabuk yetişip, yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanmasından halâs olmak için koşarak, acelesinden ayaklarının bile yere temas etmesini istemeyen bu yolcu, kendisinin saraya girmesine vesile olanlara, değil bütün malını vermek, belki canını feda eder.

    İşte asrımızda Sözler ve Mektublar, o yolcunun saraya rasgelmesiyle bütün tehlikelerden kurtulduğu gibi, ins ve cin canavarlarının tehlikelerinden kurtulmak için Sözler'in her biri o kaleden daha sağlam bir tahassüngâh olduğuna yüz bin kanaatim vardır. Lillâhilhamd, o sarayın anahtar vazifesini Lem'alar'ın feyziyle bulabildim. O tehlikelerden bîçâre zayıf ruhumu kurtarmak için içeriye girdim. Gördüm ki Cennet, sekiz tabaka olup, hiç birbirine mâni olmadığı ve benzemediği gibi, birine girdiğimde onun letâfeti evvelki girdiğimin lezzetini tazelendirdiği gibi, risaleler aynen öyledir.

    İmam oğlu
    Hâfız Mustafa (R.H

    (Sh: B-159)
    (Risale-i Nur'un tesvid ve tebyizinde çok hizmeti sebkat eden Şamlı Hâfız Tevfik'in Risale-i Nurun hakkaniyetine dair istihracî bir fıkrasıdır.)

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

    143
    Mâlûm olsun ki: "Zübdetü'r-Resâil Umdetü'l-Vesâil" namında Kutbü'l-ârifîn Ziyaeddin Mevlânâ Şeyh Hâlid'in kuddise sirruhu Mektubat ve Resâil-i Şerifelerinden muktebes nesâyih-ı kudsiyenin tercümesine dair bir risaleyi on üç sene mukaddem, Bursa'da Hocam Hasan Efendi'den almıştım. Nasılsa mütalâasına muvaffak olamamıştım. Tâ bugünlerde -kitaplarımın arasında bir şey ararken- elime geçti. Dedim, bu Hazret-i Mevlânâ Hâlid, üstadımın hemşehrisidir. Hem İmam-ı Rabbânî'den sonra, tarîk-ı Nakşî'nin en mühim kahramanıdır. Hem Tarîk-ı Hâlidiye-i Nakşiye'nin pîridir. Risaleyi mütalâa ederken Hazret-i Mevlânâ'nın tercüme-i halinde şu fıkrayı gördüm:

    Ashâb-ı Kütüb-i Sitteden İmam-ı Hâkim, "Müstedrek" inde ve Ebu Dâvud "Kitab-ı Sünen" inde; Beyhakî, "Şuab-ı iman" da tahriç buyurdukları:
    اِنَّ اللّهَ يَبْعَثُ لِهذِهِ اْلاُمَّةِ عَلَى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا
    yâni; "her yüz senede Cenâb-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor. "Hadîs-i şeriflerine mazhar ve mâsadak ve mazhar-ı tâm olan Mevlâna eşşehir kutbü'l-ârifîn, gavsü'l-vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmilü't-tarîkatü'l-âliyye ve'l-müceddidiyye Hâlid-i Zülcenâheyn Kuddise sirruhu .. ilh..

    Sonra tarihçe-i hayatında gördüm ki, tevvellüdü ll93 tarihindedir. Sonra gördüm ki, l224 tarihinde Saltanat-ı Hind-in payitahtı olan Cihanâbâd'a dâhil olmuş. Abdullah Dehlevî Hazretlerinden aldıkları füyûzât-ı mâneviye ile Tarîk-ı Nakşî silsilesine girip müceddidliğe başlamış.

    Sonra l238'de, ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini celbettiğinden, vatanını terk ederk diyar-ı Şam'a hicretle gitmiştir. Hem içinde gördüm ki, Hazret-i Mevlânâ'nın nesli, Hazret-i Osman bin Affan'a (Radıyallahü anh) mensubdur.
    (Sh: B-160)
    Sonra gördüm ki; tercüme-i hâlinde istidad-ı fıtrî ve kabiliyet-i hârika ile, sinni yirmiye bâliğ olmadan a'lem-i ulemâ-i asr ve allâme-i vakt olmuş. Sülaymaniye Kasabasında tedrîs-i ulûm ile iştigal eylemiştir.

    Sonra üstadımın tarihçe-i hayatını düşündüm.. Baktım dört mühim noktada tevâfuk ediyorlar.

    Birincisi: Hazret-i Mevlânâ ll93'te dünyaya gelmiş. Üstadım ise l293'te. Tam Mevlânâ Hâlid'in yüz senesi hitam bulduktan sonra dünyaya gelmiş.

    İkincisi: Hazret-i Mevlanâ'nın tecdid-i din mücâhedesine başlangıcı ve mukaddemesi, Hindistan'ın payitahtına 1224'te girmiş. Üstadım ise; aynen yüz sene sonra 1324'te Osmanlı Saltanatının payitahtına girmiş, mücâhede-i mâneviyesine başlamış.

    Üçüncüsü: Ehl-i siyaset, Hazret-i Mevlânâ'nın fevkalâde şöhretinden tevehhüm ederek diyar-ı Şam'a nakl-i mekân ettirilmesi, 1238'de vâki olmuştur. Üstadım ise, aynen yüz sene sonra 1338'de Ankara'ya gidip, onlarla uyuşamayıp; onları reddederek -küserek- tekrar Van'a gidip, bir dağda inziva ederken 1338 senesini müteâkib, Şeyh Said hâdisesinin vukuu münasebetiyle ehl-i siyasetin vehmine dokunmuş. Üstadımızdan korkarak Burdur ve Isparta vilâyetlerinde dokuz sene ikâmet ettirilmiş.

    Dördüncüsü: Hazret-i Mevlânâ Hâlid, yaşı yirmiye bâliğ olmadan evvel allâme-i zaman hükmünde, fuhûl-u ulemânın üstünde görünmüş, ders okutmuş, Üstadım ise; tarihçe-i hayatını görenlere ve bilenlere malûmdur ki; on dört yaşında icâzet alıp â'lem-i ulemâ-i zamanla muarazaya girişmiş, ondört yaşında iken, icâzet almaya yakın talebeleri tedris etmiştir.

    Hem Hazret-i Mevlânâ Hâlid, neslen Osmanlı olduğu ve Sünnet-i Seniyyeye bütün kuvvetiyle çalıştığı gibi, üstadım da Kur'ân-ı Hakîm'e hizmet noktasında, meşreben Hazret-i Osman-ı Zinnûreyn'in arkasından gidip, Hazret-i Mevlânâ gibi, Risale-i Nur eczalarıyla -bütün kuvvetiyle- Sünnet-i Seniyyenin ihyâsına çalıştı.
    (Sh: B-161)
    İşte bu dört noktadaki tevâfukat, tam yüz sene fasıla ile Risale-i Nur'un takviye-i din hususundaki te'sirâtı; Hazret-i Mevlânâ Hâlid'in Tarîk-ı Nakşiye vasıtasıyla hizmeti gibi azim görünüyor. (Hâşiye)

    Üstadım kendine ait medh ü senâyı kabul etmiyor. Fakat Risale-i Nur, Kur'ân'a ait olup medh ü senâ; Kur'ân'ın esrarına aittir. Yalnız üstâdımla Hazret-i Mevlânâ'nın bir kaç farkı var:

    Birisi: Hazret-i Mevlânâ, zülcenâheyndir. Yâni, hem Kâdirî, hem Nakşî tarîkat sahibi iken, Nakşîlik Tarikatı onda daha gâlibdir. Üstâdım bil'akis, Kâdirî meşrebi ve Şâzelî mesleği daha ziyade onda hükmediyor. Ben Üstâdımdan işittim ki: Hazret-i Mevlânâ Hindistan'dan Tarîk-ı Nakşî'yi getirdiği vakit, Bağdat dairesi Şâh-ı Geylânî'nin ba'del-memat hayatdâr olduğu gibi, taht-ı tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlânâ'nın mânen tasarrufu -bidâyeten cây-i kabul göremedi. Şâh-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbânî'nin ruhaniyetleri Bağdat'a gelip Şâh-ı Geylânî'nin ziyaretine giderek rica etmişler ki; "Mevlânâ Hâlid senin evlâdındır, kabul et", Şâh-ı Geylânî, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlânâ Hâlid'i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlânâ Hâlid birden parlamış... Bu vâkıa; ehl-i keşifçe vâki ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velâyetin bir kısmı müşahede etmiş, bazısı da rü'ya ile görmüşler. Üstâdımın sözü burada hitam buldu.

    İkinci fark şudur ki: Üstadım kendi şahsiyetini merciiyyetten azlediyor. Yalnız Risale-i nuru merci' gösteriyor. Hazret-i Mevlânâ Hâlid'in şahsiyeti, kutbü'l-irşâd, mercii'l-hâs ve'l-âmm olmuştur.

    Üçüncü fark: Hazret-i Mevlânâ Hâlid, zülcenâhayndir. Fakat, zamanın muktezasıyla ilm-i tarîkatı ve Sünnet-i Seniyyeyi esas

    (Hâşiye) Mâdem Hazreti Mevlânâ Halid,milyonlar etba'larını ittifaklarıyla müceddidir ve baştaki hadîs-i şerifin bir mâsadakıdır. Ve mâdem tam yüz sene sonra, dört mühim cihet-i tevâfukla beraber Risale-i Nur aynı vazifeyi görüyor. Demek nass-ı Hadîs ile,Risale-i Nur eczaları tecdid ve takviye-i din vazifesini görüyorlar.
    (Sh: B-162)
    tutmak cihetiyle tarîkatı daha ziyâde tutmuşlar. O noktada sarf-ı himmet etmiş... Üstadım ise: Şu dehşeti zamanın muktezâsıyla ilm-i hakikatı ve hakâik-ı îmaniye cihetini iltizam ederek, tarikata üçüncü derecede bakmışlar.

    Elhâsıl: Baştaki Hadîs-i Şerîfin "her yüz sene başında dîni tecdid edecek bir müceeddidi gönderiyor" Va'd-i İlâhîsine binaen Hazret-i Mevlânâ Hâlid, -ekser ehl-i hakikatin tasdikiyle -1200 senesinin yani on ikinci asrın müceddididir. Mâdem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevâfuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş.. Kanaat verir ki -nass-ı Hadîs ile- Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.

    Benim Üstadım daima diyor ki: "Ben bir neferim, fakat müşir hizmetini görüyorum. Yani kıymet bende yoktur. Belki Kur'ân-ı Hakîm'in feyzinden tereşşuh eden Risale-i Nur eczaları bir müşiriyet-i mâneviye hizmetini görüyorlar."

    Üstadımı kızdırmamak için şahsını senâ etmiyorum.

    Şamlı Hâfız Tevfik

    144
    (Re'fet bey ve Husrev gibi Risale-i Nur şâkirdlerinin Risale-i Nur bereketine işaret eden buldukları lâtif bir tevâfukdur.)

    Risale-i Nurun Isparta'ya ne derece rahmet olduğuna delâlet eden bir tevâfuk-ı acîbe:

    Risale-i Nurun mazhar olduğu inâyâtın külliyetinden mühim bir ferdi de şudur ki; Isparta Vilâyeti sekiz seneden beri Risale-i Nurun müellifini sînesinde saklamıştı ve Barla gibi şirin bir nahiyesinde Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve keremiyle -muhafaza etmişti. Bu müddet zarfında - yavaş yavaş intişar eden Risale-i Nurdan Isparta'da binler adam imanlarını takviye ettiler. Bilhassa, gençler pek çok istifade ve istifaza ettiler.

    Vaktâ ki, Üstadımızın Barla gibi lâtif ve şirin bir mahaldeki sıkıntılı ve pek acıklı ve en katı kalbleri ağlatan işkenceli esareti bitti.
    (Sh: B-163)
    Risale-i Nurun müellifi olan Üstadımızın nazarı Cenâb-ı Hakk'ın avniyle Isparta'ya müteveccih oldu. Evhama düşen bazı zâlim ehl-i dünyanın; teşebbüskârâne harekât-ı zâhiriyesi bir sebeb-i âdî olarak yeni bir zulme hedef oldu. Üstadımız Isparta'ya getirildi. Fakat Üstadımızın teşrif ettiği zaman yaz mevsiminin en hararetli zamanı idi. Yağmurlar kesilmiş, Isparta'yı iska eden sular azalmış, bir kısm-ı mühimminin menba'ı kesilmiş; ağaçlar sararmağa, otlar kurumağa, çiçekler buruşmağa başlamıştı. Risale-i Nurun en ziyade intişar ettiği mahal Isparta Vilâyeti olduğu için Risale-i Nur hakkındaki inâyât-ı Rabbaniyeyi pek yakından müşahede eden Risale-i Nur şakirdleri olan bizler, mühim bir vâkıaya daha şâhid olduk.

    Bu hâdise ise: Müellifinin Isparta'ya teşrifini müteâkib -bir asır içinde bir veya iki def'a vukua gelen- bu yaz mevsimindeki yağmurun kesretli yağması olmuştur. Pek hârika bir surette yağan bu yağmur Isparta'nın her tarafını tamamen iska etmiş; nebâtata yeniden hayat bahşedilmiş, bağlar, bahçeler başka bir letâfet kesbetmiş; ekserisi hemen hemen ziraatla iştigâl eden halkın yüzleri -Risale-i Nurun nâil olduğu inâyâtından ve bereketinden olan bu yağmurdan istifade ederek- gülmüş, ruhları inbisat etmişti. Cenâb-ı Hakk kemâl-i merhametiyle, bu yaz mevsiminin bu şiddetli ve hararetli vaziyetini, baharın en letâfetli, en şirin ve en hoş vaziyetine tebdîl etti. Gûya Risale-i Nur, yüz on dokuz parçasıyla, müellifi olan Üstadımıza bir taraftan hoşamedi etmek ve mahzun olan kalbine teselli vermek ve gamnâk ruhunu tatyîb etmek; ve diğer taraftan da, sekiz seneden beri yaşadığı Barla'yı unutturmak ve o muhteşem Çınar ağacını ve dostlarını ve alâkadar olduğu şeylerden gelen firak hüznünü hatırlatmamak için, Cenâb-ı Haktan yüz on dokuz risalenin eliyle, yüz on dokuz bin kelimeleri diliyle dua etti, yağmur istedi. Cenâb-ı Hak, öyle bereketli bir yağmur ihsan etti ki; bir misli doksan üç târihinde yağdığını ihtiyarlarımızdan işitiyoruz ki, bu tarih, üstâdımızın târih-i velâdetine tesâdüf etmekle beraber, bu umumî hâdise-i rahmet olan kesretli yağmur, hususî bir surette Risale-i Nura baktığına bir delili de şudur ki: Risale-i Nurun neşrine vâsıta olan üstadımız geldiği gün, Isparta'yı gâyet hararetli ve
    (Sh: B-164)

    yağmursuzluktan toz-toprak içinde görmüş. Barla gibi bir yayladan gelip böyle bir yerde dayanamayacağım, diye telâş ediyordu. Üçüncü veya dördüncü günü bahçeleri kısmen gezdiği vakit, sebze ve ot ve çiçeklerin susuzluktan buruştuklarını görerek gâyet müteessirane su istiyor, yağmur taleb ediyordu. Arkadaşımız olan Bekir Bey'den -değirmenleri çeviren suyu göstererek- "Isparta'nın suyu bu kadar mı? " diye sormuştu. Bekir Bey cevap verdi: "Gölcüğün suyu kesilmiş, gelmiyor. Isparta'nın dörtte birini sulayan bu sudan başka yoktur" dedi.

    Üstadımızın Isparta'da çok talebesi bulunduğundan, rûhen yağmurun gelmesini istiyordu. Aynı günde öyle bir yağmur geldi ki, elli seneden beri Isparta böyle bir hâdiseyi görmemiş. O yağmur yüzde doksan dokuz menfaat vermiştir. Bundan anlaşılıyor ki, o tevâfuk tesadüfî değil, bu rahmet, Isparta'ya rahmet olan Risale-i Nura bakıyor. Lillâhil-hamd. Bu kerem-i İlâhî neticesi olarak Üstadımız diyor ki; "Isparta bana Barla'yı unutturdu. Unutamadığım birşey varsa, o da -her yerde olduğu gibi- Barla'da bulunan ciddî dost ve talebelerimdir."

    Talebesi Talebesi Hizmetkârı Hizmetkârı
    Mustafa Lütfi Rüşdü Husrev

    Daimî Hizmetkârı Daimî Hizmetkârı
    Bekir Bey Re'fet

    145
    (Süleyman Efendi, Mustafa Çavuş ve Bekir Bey'in bir fıkrasıdır.)

    (Isparta'daki kardeşlerimizin fıkrasındaki dâvâyı isbat eden kuvvetli iki delili gösteriyor.)

    Re'fet Bey ve Husrev gibi kardeşlerimizin hârika bir surette yağan umumî yağmur içinde Risale-i Nur bereketine hususiyetle baktığına bizim de kanaatımız geliyor. Çünki gözümüzle yağmur hâdisesinin, hususî bir şekilde hizmet-i Kur'ân ve Risale-i Nur'a baktığını iki suretle gördük.
    (Sh: B-165)
    Birinci Suret: Risale-i Nurun vâsıta-i neşri olan üstadımızın câmii, Barla'da seddedildi. Risale-i Nuru yazacak hâriçteki talebelerinin yanına gelmeleri men' edildiği hengâmda kuraklık başladı. Yağmura ihtiyâc-ı şedid oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı. Yalnız Karaca Ahmed Sultandan itibaren, bir daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir olarak dua ediyordu. Sonra dedi ki: "Kur'ân'ın hizmetine sed çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı. Bunda bir eser-i itab var ki, yağmur gelmiyor. Öyle ise, mâdem Kur'ân'ın itabı var. "Yâsîn" Sûresini şefaatçı yapıp Kur'ân'ın feyzini ve bereketini isteyeceğiz..." Üstadımız Muhacir Hafız Ahmed Efendi'ye dedi ki, "Sen kırk bir Yâsîn-i Şerîf oku." Muhacir Hafız Ahmed Efendi bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde Üstadımız daima itimad ettiği bir hâtırasına binâen Muhacir Hafız Ahmed Efendiye söyledi ki, "Yâsînler tılsımı açtı, yağmur gelecek."

    Aynı gecede evvelce yağmadığı Barla dairesi içine öyle yağdı ki, üstadımızın odasının altındaki Çoban Ahmed'in bahçesindeki duvar yağmurdan yıkıldı. Halbuki Karaca Ahmet Sultan'ın arkasında ve deniz kenarında balık avlamakla meşgul Şem'î ile arkadaşları bir damla yağmur görmediler.

    İşte bu hâdise, kat'iyyen delâlet ediyor ki; o yağmur, hizmet-i Kur'ân'la münasebettardır. O rahmet-i âmme içinde bir hususiyet var ki; Sûre-i Yâsîn anahtar ve şefaatçı olduğu ve yağmur kâfi mikdarda yağdı.

    İkinci Sûret: Kuraklık zamanında, yirmi-otuz gün içinde yağmur Barla'ya yağmamışken, Yokuşbaşı Çeşmesi yapıldığı bir zamanda menba'ına yakın Üstadımız ve biz (yani Süleyman, Mustafa Çavuş, Ahmed Çavuş, Abbas Mehmed ve sâir kardeşlerimiz) beraber cemaatla namaz kıldık. Tesbihattan sonra dua için elimizi kaldırdık, üstadımız yağmur duası etti. Kur'ân'ı şefâatçi yaptı. Birden o güneş altında, herbirimizin ellerine yedi-sekiz damla yağmur düştü. Elimizi indirdik, yağmur kesildi. Cümlemiz bu hâle hayret ettik. O vakte
    (Sh: B-166)

    kadar yirmi otuz gündür yağmur gelmemişti. Yalnız o yağmur duası ânında dua eden her ele, yedi-sekiz damla düşmesi gösterdi ki, bunda bir sır var. Üstadımız dedi ki: "bu bir işâret-i İlâhiyedir. Cenâb-ı Hak, mânen diyor ki: Ben duayı kabul ediyorum, fakat şimde yağmur vermiyorum." demek sonra Sûre-i Yâsîn şefâat edecek. Nitekim öyle olmuştur.

    Elhâsıl: Isparta'daki kardeşlerimizin umumî rahmet içindeki Risale-i Nurun bereketine dâir dâva ettikleri hususiyeti, bu iki kuvvetli delil ile tasdik ediyoruz.

    Barla'da
    Şem'i, Mustafa Çavuş, Bekir Bey,
    Muhacir Hâfız Ahmed, Süleyman

    (Sh: B-167)
    MEKTUBAT'IN ÜÇÜNCÜ KISMI

    146
    (Husrev'in bir fıkrasıdır.)

    Sevgili Üstadım!

    "Mirkatü's-Sünne ve Tiryâk-ı Marazü'l-Bid'a" ismine hakikaten elyak olan Otuz Birinci Mektubun On Birinci Lem'asını kardeşlerimle ve dostlarımla defâatle okudum. Gâyet azim bir tebşirât-ı Peyamberî ile başlayan bu risalenin, on bir nüktesinden her bir nüktesi başka bir hüsün ve başka bir letâfette yazılmakla beraber; ittiba'-ı Sünnetin maddî ve manevî fevâidi tâdad edilirken, akla açılan kapılardan içeriye giriyor. Her kapının içerisinde bulunan kapılar ve pencerelerden bakarak, gördüğü hakikatler karşısında hayran oluyor. Gösterdiği deliller ile mu'terizlerin itirazlarına mükemmel ve muntazam cevaplar vermekle mukabele ediyor. Ehl-i şevke, "Benim gösterdiğim kapılardan girseniz, müşkilâtsız ebedî bir saâdete kavuşmuş olacaksınız" diyerek ittiba'-ı sünneti, her bir müslümana, hayatında düstur ittihaz etmesini tavsiye ediyor. Talebelerine, anlayabilecekleri bir tarzda emr-i azîm olan dersini takrir ederken, "Ben zâhirde l5-l6 sahifeden ibaret küçük bir risaleyim. Fakat hakikatte neşrettiğim nurla çok büyük denizleri geçecek bir azamette ve çok büyük yıldızların nurlarını setredecek kudretteyim. Bahtiyar ol kimsedir ki, beni hâfızasında nakşederek, benimle âmil olur" diyerek belîğ ve çok yüksek ve nihayet derecede lâtif sözleriyle bizleri irşâd ediyor.

    Bu hakâikı gösteren bu risaleden, gücüm yetse de yüz tane, ikiyüz tane yazabilsem. Heyhât! Elim kısa, sa'yim mahdut, aczim herbir
    (Sh: B-168)

    emr-i hayrı arzuma kadar ifâya mâni... Bu kadar arzuya rağmen yazabildiğim bir nüshasını takdim etmiş bulunuyorum. Hüsn-ü kabul buyurulursa benim için ne büyük saâdettir.

    Ahmed-i Bedevî Hazretlerinin kerametkârâne hareketiyle, semâvât ve arzın tabakatından bahseden On İkinci Lem'ayı üç-dört defa okudum.

    Sevgili Üstadım! Rızka muhtaç herbir zîhayatın rızkı, Rezzâk-ı hakikî tarafından taahhüd altına alındığı ve rızık ancak Mün'im-i Hakikî'nin yed-i kudretinde bulunduğu, o kadar güzel bir üslûb ile târif buyuruluyor ki.. ve talebelerine o kadar şirin ve âlî bir ders veriyor ki, akıl eğriliğe, nefis itiraza, kalb inkâra sapacak hiç bir yol bulamıyor. Zaferi kazanan ordular gibi insanın bütün kuvâsına, "Ey kıymettar risaleler ve ey nuranî feyyaz Sözler, meydan sizindir! Size teslim olmuşuz! Beşeriyete ve bütün mükevvenâta hükümran olan Hâlik-ı Azîmin hak sözleriyle bizlere tarîk-ı hidâyeti ve istikameti gösteriyorsunuz!" dedirtiyor. Bilhassa arz ve semâvâtın yedişer tabaka olduğuna dair âyât-ı azîmenin küllî ve umumî ve şümullü maânisinin tatlı ve lezzetli ve şirin hakâikını okurken, insanın hissiyatına kalemi tercüman olabilse de, bu risalelere mukabele edebilse.. heyhât!

    Her tarafını anlayabilmek imkânı olmamakla beraber, -bu kısımda- arzın yedi iklimi ve birbirine muttasıl yedi tabakası ve bu tabakalardaki nuranî mahlûkatın mürûr ve ubûruna hiç bir şeyin mâni olmaması hâlâtı; ve elektrik ve ziya ve harareti nakil ve kâinatı baştan başa istilâ eden madde-i esîriyeden başlayarak semâvâtın yedi tabakasının kabul edilmesine hiç bir mâni olamıyacağı, fennen, aklen ve hikmeten muhtelif delâil ile isbat edilmesi ve en sonunda semâvâtın yedi tabaka ve arzın yedi kat olduğu hakkında Kur'ân-ı Hakîm'in ifâdâtının tasdik edilişi, akıl ve kalb şübehâta atılacak yol bulamaması, risalelerin büyüklüklerine has bir kerâmet-i kübrâ olduğunu gösteriyor. Böyle azim hakikat-ı Kur'âniyeyi göremeyen feylesofların ve kozmoğrafyacıların kulakları çınlasın!..
    (Sh: B-169)
    Evet sevgili, kıymettar üstadım, bu nurlu misilsiz eserler, insanın şübehatını izâle ettiğine ve şübheleri dâvet edecek karanlık bir nokta bırakmadığına kat'î bir kanaatle îman ettiğim gibi, temas ettiğim kardeşlerimden ve mütalâasında bulunan zevâttan, kanaatımın umumen tasdik edildiğini işittiğim anlar, her tarafımı meserret kapladığını hissediyorum.

    Ey sevgili üstadım, her hususta size yapılacak dua için kelimat bulamıyorum. Zât-ı Zülcemâl, bu kadar güzelliklere, hazine-i rahmetinden binler güzellikleri size ihsan etmekle mukabele buyursun. Âmin...

    Ahmed Husrev

    147
    (Sabri Efendinin bir fıkrasıdır.)

    Eyyühe'l-Üstâd!

    Kelâmullahi'l-Azîzi'l-Mennân olan Hazret-i Kur'ân, şeâir-i İslâmiyenin hâdimlerini cenâh-ı himaye ve re'fetine alarak, -bu def'aki hâdise-i elîmede- bir seneden beri mülhidlerin çevirdikleri plânlarını akîm bırakıp, zâhiren üç kardeşimizi berâet ve mânen milyonlar mü'min muvahhidînin zümresine nişâne-i berâetini bahş ve mülhidlere ebediyet ve ezeliyeti izhâr ile kendini müdâfaa ve hâdimlerini muhafaza ve himaye ettiğini ve edeceğini göstermekle, Kur'ân hâdimlerinin kulûbu, behçet ve sürura müstağrak olarak, ilerlemek istedikleri hâlisane emel ve gâyelerinde adımlarını daha ziyade uzatmaya ve dairelerini daha ziyade tevsi'e başlamışlardır.
    اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
    Aziz Üstadım, Cenâb-ı Kibriyanın mahzâ bir lütuf ve nihayetsiz bir kerem ve ihsânı olarak Nurlar Külliyatı, bu abd-i pürkusur gibi nice gâfillere ihsan buyurularak, sürekli yağmurların arz üzerinde tathirat yaptığı gibi; nurlar mahallesinde şu asr-ı dalâlet ve devr-i bid'atte çirkâb-ı hayat-ı maddiye bataklığına batan bu âciz kula, "zararın neresinden dönsen kârdır" ders-i îkazını vererek hamden sümme hamden zulmet vâdisinden çıkararak şâhika-i Nura yetiştirmişti.
    (Sh: B-170)
    Her nasılsa, bir sene evvel; "Ey Sabri! Belki hubb-u câha meyledersin, olur ki, o cihette bir arzu uyandırır. Gel o bedbahtların bulanık havuzcuğuna bir daha dal, çık" denildi. Elhamdülillâh selâmet çıktım. Bundan halâsım nazar-ı fakîrânemde pek ehemmiyetli bir kurtuluştur.

    Talebeniz Sabri

    148

    (Osman Nuri'nin bir fıkrasıdır.)

    Kitabların en büyüğüsün, kelâm-ı Kadîm,
    Hak kanunların anasısın, Kur'ân-ı Azîm
    Kudsî tarihlerin nur babasısın, Kelâm-ı Kadîm,
    Sen, dinimizin bekçisisin, Kur'ân-ı Azîm.

    Dört İlâhî kitabın anası, yalnız sensin,
    İftihar eder seninle, bütün dîn-i islâm,
    Sensiz yaşamak isteyen kalbler gebersin,
    Sen hakikatın ilk ve son güneşisin.

    Her varlığın üstünde, sönmiyecek güneşsin,
    Bütün gizli ve âşikârın miftâhı sensin,
    Seni tanımıyan ve tâbi olmayan, her yerde
    Sahibinin gazabına uğrasın! gebersin...

    Hükmün, muhakkak Kıyâmete kadar bâkîdir,
    Sana inanmayanlar âdi, zelîl kâfirdir,
    Sen, her varlığın üstünde doğan güneşsin,
    Seni istemiyenler, dünyada Cehenneme göçsün,

    Hâşâ! Seni beğenmeyen ve yanlış diyenlerin,
    Dilleri kesilsin.. yere batsın.
    Sana hor bakmak isteyenleri, Allah kahretsin,
    Sen Hakikatın ilk ve son güneşisin.

    Osman Nuri

    (Sh: B-171)
    149
    (Hâfız Ali'nin bir fıkrasıdır.)

    Aziz Üstadım!

    Otuz Birinci Mektubun On Üçüncü Lem'ası, "Hikmetü'l-İstiâze" nâm-ı âlîyi taşıyan bir parça-i nuru aldım. Elhamdülillâh istinsaha muvaffak oldum. Cenâb-ı Hak, hazine-i binihayesinden emsâl-i sâiresini ihsan buyursun.. âmîn, bihürmeti Seyyidi'l-Mürselîn...

    Üstadım efendim, bu azîm hakikatı taşıyan risale, fakir talebenizde pek azîm te'sirat yaparak, dimağım ve bütün duygu ve hâsselerim, o azîm hakâik üzerine serpilerek, toplanmaz bir hale geldiler. Gündüzde, güneşin ziyası karşısında kalan yıldız böceği gibi, gerek güneşin tarifini ve gerekse kendi şavkıyla daire-i muhîtinde bulunanları, târif edemediği gibi; fakir, aynı hâl kesbettim.

    Evvelâ: Bu risale, diğer Tevhid'e dair büyük risalelerin bir büyük kardeşi olabilir. Zira, nasıl ki öbür kütle-i nur, Cenâb-ı Hakk'ın âlem-i kebirde cilve-i Cemâl ve Kemâl ve "Esmâ-i Hüsnâ" sını pek zâhir bir tarzda a'mâ olanlara da gösterdiler.. aynen bu parça-i Nur, âlem-i asgar olan ve Esmâ-i Hüsnâyâ âyine olan ve hilkat-i dünyanın ruhu mesabesindeki beşerin, kemâl ve sukutuna, ebediyet ve ademine sebep olan en büyük vesile ve desiseleri, pek yakînen keşfedip gösteriyorlar.

    Sâniyen: Bu hakikatleri düşünürken kalbime şöyle geldi ki; nasıl ki "Hüdhüd-ü Süleymanî, zeminin suyu meçhûl olan yerlerinde -hafriyatsız- suyu bulmaya vesile idi" diyorlar.. Aynen bu risale, Hüdhüd-i Süleymanî tarzında, âlem-i asgar olan insanın ezdadlardan müteşekkil cism-i vücudunda "nur-u îman yatağı" olan kalbi, biaynihi gösteriyor. Zemin yüzünde zararlı ve zararsız otları teşhis eden kimyagerin âb-ı hayat bluduğu gibi, -binde bir hakikatını ancak görebildiğimi anladığım- bu eser-i âlî, bütün ehl-i îman ve zîşuûra, menba'-ı hakîkisi olan Kur'ân-ı Hakîm gibi, nurları ile âb-ı hayatı serpiyor.

    Hâfız Ali (R.H.)

    (Sh: B-172)
    150
    (Ahmed Husrev'in fıkrasıdır.)

    Üstadım Efendim!

    Bir hafta evvel "Hikmetü'l-İstiâze" isimli risalenin bir kısmını ve birkaç gün evvel de diğer kısmıyla, On Dördüncü Lem'anın Birinci Makamını aldım. "Hikmetü'l-istiâze" nin Birinci Kısmını müteaddid defalar kardeşlerimle okudum.

    Ey Sevgili Üstadım! Bu kıymettar Risale ile mücahid talebelerinize öyle güzel bir ilâç takdim ediyorsunuz ki, bu ilâçlarla mânevî yaralarımızı o kadar güzel ve çabuk tedâvi ediyorsunuz ki; o pek müdhiş yaralarımız bir anda iltiyâm buluyor, ızdıraplarımız o anda zâil oluyor; kalblerimiz serâpâ sürur ile doluyor. Rabb-i Kerîmimize karşı taşımakta olduğumuz muhabbetimiz tezâyüd ediyor. Ve Hâlik-ı Rahîme karşı olan âdâbımıza bile halel gelmiyeceğini okudukça, vazifedeki şevk ve gayretimiz artıyor.

    Evet aziz Üstadım... Ekser zamanlar ins ve cin şeytanlarının hücumlarından ve terbiye edemediğim âsi nefsimden gelen, bir takım havâtır-ı şeytanîden kurtulmak için, pek çok çabaladığım zamanlarım oluyordu. Kalb, bu gibi hâletten kurtulmak için inzivâ ararken, Nakşî kahramanlarının "Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terki terk" diye olan esasatı dimağıma ilişiyordu. Fakat bu söze cevap veren aziz üstadımın beyanı arasında, "İnsan bir kalbden ibaret olsa idi, bu söz doğru olabilirdi. Halbuki insanda, kalbden başka akıl, ruh, sır, nefis gibi mevcud olan letâif ve hâsseleri, kendilerine mahsus vezâife sevk ederek zengin bir dairede, kalbin kumandası altında îfâ-yı ubudiyeti" tavsiye buyuruluyor. Güneş gibi böyle hakikatleri izhar eden böyle nurlu düsturlar talebelerinde esas olduğu için, sâlifü'l-arz havâtıra çâre arıyordum..

    Talebelerinin her an ihtiyaçlarını düşünüp çareler arayan, ilâçlar hazırlayan; ihzârâtını zahmetsiz olarak talebelerine istimâl ettiren.. mukabilinde hiç bir şey istemeyerek minnet ve medhin Cenâb-ı Hakka yapılmasını emreden sevgili üstadım.. size evvelden beri "Lokman" nazariyle bakmaktayım.. Evet hakikaten bir Lokman'sınız.

    (Sh: B-173)
    Lokman Hekim gibi, kalbî arzularımızı işiterek bu risaleler ile muâlece uzatıyorsunuz. Bedi' olan Cenâb-ı Hakk'ın, bedâyii, içinde, kemaliyle her cihette derece-i nihâyeye vâsıl olan bedi' kelâmından, bedi' bir kulu ile ihsan ettiği bu bedayii medhedebilmek, intak-ı bilhak olmadıkça elbette imkânsızdır. Bu vâdide ne kadar söz söylenilse yine azdır...

    Sevgili üstadım, herhangi bir risaleyi açık okuyacak olsam, hissem kadar dersimi alıyorum. Halbuki, evvelce bu risaleleri tamamen yazdığım için, okumağa pek az vakit bulabiliyordum ve el'an da öyleyim. Evvelce okuduğum zamanlar istifadem az oluyordu. Şimdi ise, Nurların hakikatlerini gördükçe, minnet ve şükrüm tezâyüd ediyor, kalbim nurlar ile doluyor, ruhum nurlarla istirahat ediyor, letâifim bu Nurlar ile hisseleri kadar feyizyâb oluyor. Ve yine Cenâb-ı Hak'tan ümid ediyorum ki, hissem ve istifadem, gün geçtikçe çoğalacaktır ve nasibim artacaktır..

    Bu hâdisat gösteriyor ki, bedi' âsârın büyük bir hasiyeti ve bir kerâmetidir ki, talebelerini başka ellere vermiyor ve nurlandırmak için başka kapılara boyun büktürmüyor. Ağlayan kalblerimize teselliler veriyor. İmanlarımızı takviye ediyor. Lika-i İlâhî'yi iştiyakla istetiyor ve sonunda da, "Ya Rab! Sen Üstadımızdan hoşnud olacağı tarzda râzı ol!" nidalaranı lisânen ve kalben söylettiriyor.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Talebeniz
    Ahmed Husrev

    151
    (Sabri'nin bir fıkrasıdır.)

    Eyyühe'l-Üstad,

    Eyyâm-ı baharın her bir gününün, birer letâfet ve tarâvet-i bîmisâli ve acib tebeddülü; Fâtır-ı Akdes Hazretlerinin nihayetsiz kudret ve azametini irâe eylediği gibi, deryâ-yı Nurun da bînazîr ve hayret-bahş bir baharı; Minhaclar, Mirkatler, İstiâzeler ve emsâli
    (Sh: B-174)

    lâtif, şirin, nuranî ezhâr ve esmâr-ı bînihayeleri, ehl-i îman ve tevhide tâze hayat bahşediyorlar. Bu nurlar öyle manevî gıdalar ki, herkesi, her an doyurmağa kâfi ve bu elmaslar öyle kıymettar birer rida'lardır ki herkesi her zaman ısıtmağa vâfidir. اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

    Aziz büyük Üstadım, bu risaleleri okudukça ruhum güller gibi açılıyor, hayat-ı fâniyeden gelen âlâm ve meşakkati, kaldırıp atıyor. Yerine kanâat gibi bir kenz-i mahfîyi iddihar ediyor. Ve diyorum: "Ey ruh! Şimdiye kadar mânevî talep ve arzularını te'min eden nur fabrikasının elmas ve cevherlerinden hir birerlerinin ayrı ayrı kıymet ve zerafetlerini görünce, bundan daha kıymettar bir eser olamaz deyip, sen hâlen, ben kâlen hükmediyorduk. Envâr-ı Kur'âniye ve reşehât-ı Fürkaniye ve lemeât-ı Bekâiyenin işte nihayeti yokmuş... Elhamdülillâh Hakâik-ı Kur'âniyeden yevmen feyevmen nasîbedar oluyoruz ve olacağız inşâallah. Hemen Cenâb-ı Kibriya, şu enhâr-ı kevseri hayat-ı bâkiye harmanı olan Mahşere kadar akıtsın.. âmin..

    Üstadım Efendim, bugün harekât-ı mâziyem ile ahvâl-i hâzıramı mukayese ciheti ihtar edildi. Alâ kadri'l-istitâa tetkik ettim. Neticede ahvâl-i hâzıramı-hamden sümme hamden- sıklet cihetinde pek hafif ve kıymet hususunda pek ağır buldum. Harekât-ı sâbıkam ise bunun hilâfınadır. Elhamdülillâh Cenâb-ı Feyyaz-ı hakikî, âciz, fakir, muhtaç kullarından Rahmet-i Rabbaniyesini esirgemedi...

    (Armut piş ağzıma düş) kabilinden her nev'i malzeme-i cerrâhiye-i ruhiyeyi, hâzık bir operatörle beraber ihsan buyurdu. Eğer bizler, bu ameliyatı görmeseydik ve bu nurlu ve zevkli, şevkli ihrama girmeseydik, hubb-u câh yüzünden acaba hangi bid'attan geri duracaktık.

    İşte lâyuad velâ yuhsa nurların bîpâyân füyuzatı, zümre-i muvahhidini medyun-u şükran bırakmıştır. اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

    Hemen Cenâb-ı Hak cümle Ümmet-i Muhammedi (Aleyhissalâtü vesselâm) envâr-ı Kur'âniyeden müstefid ve hakikî muvahhidîn sınıfına ilhak ve şimdiye kadar gafletle geçirdiğimiz zamanlardan, defter-i a'mâlimize yazılan seyyiatımızı rahmetiyle afv buyursun.. âmîn.

    Hulûsi-i Sâni Sabri

    (Sh: B-175)
    152
    (Zekâî'nin bir fıkrasıdır.)

    Üstadım!

    Bir meydan-ı mücadele ve imtihan olan şu dünyanın her köşesinde beşere ders-i ibret olacak bir hâdise, bir nümune eksik değil.. Her yerde muhtelifü'l-mizaç insanlarda ayrı ayrı temâyülât-ı kalbiye bulunuyor. Hâdisat-ı dünyeviye içinde, en elîm olan şeyin, meslek-i uhreviye ve dîniye perdesi altında vahşet ve hayvaniyet ruhlarıyla karşılaşmak olduğunu tecrübelerim ve müşahedelerim bana öğretiyor.

    Evet, ehl-i îman için mûcib-i teessür şeyler, kendisini ıslâh-ı hâle irca etmek üzere, ubudiyetle Hâlikına yalvarırken, bir mülhidin uysal bir mahlûk gibi sokularak, birkaç zaman hileli etvar gösterdikten sonra, ruhunun çirkinliği ile karşısındakine hücum ederek, kendine onu benzetmek istemelerini ve hattâ karşısındaki mü'min hakkında, sû-i zan ve sû'-i tefehhüme düştüğünü görmektir.

    Ah üstadım, ne vardı, insanlar ya göründüğü gibi olsa, yahud olduğu gibi görünseler idi. Ehl-i irşad, ahkâm-ı Kur'âniyeyi tebliğ hususunda müşkilât çekmeyecek ve inkâr edilmeyecekti. Benim gibi henüz kendinini ıslah edemiyenler de, bazı budalaların ruhlarında sâfiyet ve hüsn-ü insaniyet aramaya çalışmayacaktı.

    Aziz Üstadım, inşâallah Cenâb-ı Hak, hak ve hakikatın güneş gibi yükseldiğini size ve bize göstersin. Bir zindan hayatına benzeyen, birçok manevî mahrumiyetler içerisinde geçen şu günleri, sürurla ve serbest günlere tebdîl eylesin. Âmîn.

    Talebeniz Zekâî

    153
    (Sabri'nin fıkrasıdır.)

    Üstad-ı Ekremim!

    Hikmetü'l-İstiâzenin ikinci kısmı öyle kıymettar bir hazine-i cevahir ve vesvesenin iksîr bir ilâcıdır ki, âlem-i fâniden âlem-i
    (Sh: B-176)

    bekaya göçüncüye kadar, nefis ve şeytanın hücumuna mâruz bulunan insan, kalbinin üzerine asıp beraberinde taşımalı. O iki düşman her zaman köpük gibi, zâhirde bir şeye benzeyip, hakikatte ele avuca girmeyen havâî itirâzât-ı muannidâne yaparlar. Onlara karşı en rasin tahassüngâh ve en güzel esliha ve bu uğurda sarfedilecek hâlis sikkeler bunlardır. Zira vücudumda tecrübe yaptım. Sualleri okuduğum vakit nefsim, sual cihetine mâil bulunuyor. Ve ehemmiyet veriyor. Fakat elhamdülillâh akabinde, tevâli eden Kur'ânî elmas müdafaalar, o kabîl emrâz-ı nefsaniyeyi çabuk çürütüyor. Ve kökünden kurutuyor. Şu nuranî ve Kur'ânî hikmetleri, bihakkın takdir hususunda zîruh ve zîşuurun mükemmeli bulunan nev'-i beşerin, bidâyet-i vahiyden tâ haşre kadar, i'caz ve îcazında, izhâr-ı acz edegeldikleri, dâvamızın bâriz ve zâhir bir delîlidir.

    Hulâsa: Kur'ân-ı Mu'cizi'l-Beyanın ahkâm-ı bî-nazîrinden olan şu risale-i istiâze-yi fürkaniyeyi mütalâamda, derya-yı hakâikda sermeste-i hayrân kalarak, kemâl-i aşkla dedim: Yâ Rab, şu Kitab-ı Mübînin infaz-ı ahkâmını teshil ve teysir ve dellâl-ı Kur'ân'ı da, âmâl ve makasıdında muvaffak ve cemi' ihvanımla beraber bu kemter kulunu da, hulûl-i ecelime değin, Kitab-ı Mübîne hâdim buyur, duasıyla arîza-i âciziyeye hâtime veririm.

    Sabri

    154
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  5. #15
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    Ey kardeşlerim ve ey halifeler! Tarikatın ve hakikatın müntehasını anlamak isterseniz; Risaleleri ciddiyetle okuyun. Bâlâdaki zâtların arkasında gidersiniz ve yüksek îmanlarına yaklaşırsınız.

    Ey ehl-i tarikat kardeşlerim, bilhassa sizlere çok rica ediyorum, risaleleri bir defa okuyunuz. Risaletü'n-Nur ve Mektubatü'n-Nur'un her bir satırında, bir kitabın te'sirini bulamazsanız, bana ne derseniz deyiniz, kabul ediyorum.

    Tekrar çok tavsiye ediyorum, okuyun! Okuyun. Okudukça, Risaleler feyzâver nurları saçıyorlar. Okudukça iştiyak getiriyorlar, usanç vermiyorlar. Başka kitapları bir iki defa okusan, insana usanç veriyor. Halbuki Risaleler öyle değil, okudukça başka başka iman halleri telkin ediyorlar...

    Döneceğim bâlâdaki rü'yanın tabirine; aklım yetiştiği kadar tâbir edeceğim, Allah hayretsin:

    Biri büyük, biri küçük fabrikadan, büyük fabrika ise, Üstad-ı muhteremdir. Fabrikanın içerisinde bulunan acîb ve garâib-i bedi âletleri ise, bu zamana kadar hiç bir imamın söylemediği kelimeleri ve îman telkinatlarını yapan Risaletü'n-Nur eczalarıdır. O küçük fabrika ise; Risale-i Nurları kim okuyup yazarsa, o dahi küçük fabrikaya benzeyecek. İçerisindeki bedi' âletler ise, Risale-i Nurun düsturları, hakikatları ve mesâil-i îmaniyedir; okuyan ve yazan insanlar; öyle kuvvetli, sarsılmaz îmanları bulacaklardır. Fabrika hareketi ise, Risaleleri okuyup yazan adamların kemâl-i şevk ve heyecanla çalışmalarıdır. Görmüş olduğum velâyet ise; velâyet-i kübra yollarını gösteren Risale-i Nur'dur. Bu rü'yayı takviye için, bir rü'ya daha söyleyeceğim: "Menâmda, İstanbul'a yaya olarak iki defa gittim. İstanbul'a vardığımda, dükkânları hep açıktır, içinde sahipleri yoktur, dükkânların içinde -sandıklarda- büyük büyük mıhlar gördüm ve başka demir parçaları da vardı. Bunun üzerine mânevî rahmet yağarken, İstanbul'dan yaya olarak avdet ettim..."
    (Sh: B-141)
    Allahu a'lem, bunun tâbiri de, dünyada İstanbul büyük ve güzel memleket olduğu gibi, öyle de Risaleler ve Mektubatü'n Nur velâyet-i kübrâ yollarını gösterir. Demir gibi kuvvetli, elmas mıhlar gibi hakikatın bürhanlarını, satışa çıkaran ve her Risale bir kudsî dükkân hükmüne gelen bir meşher-i nuranîdir. O sergide, îmanî nurlar teşhir ediliyor. Ve velâyet-i kübrâ yollarını gösterdiğini, iki kere iki dört eder derecesinde kanaatım gelmiştir.

    İkinci gördüğüm rü'yanın tâbiri, Allahu a'lem böyle olsa gerektir: Kıbleye karşı kışla ise, mânevî Allah'a asker olan gençlerin Isparta Vilâyetindeki geniş dershanelerine işarettir. Ekmeği dağıtan zât ise, üstad-ı muhterem Said Nursî'dir. Ve ekmek pişiren fırın ise, Üstadımın hususî medresesidir. Fırının ekmeğinin müşterileri ise; risaleleri okuyup, lezzetini anlayan -benim gibi ve arkadaşlarım gibi-هَلْ مِنْ مَزِيدٍ diyenlerdir.

    Evet üstâd-ı muhterem, insanlara mânevî ekmek dağıtıcıdır. Bu fırında çok işaretler vardır. Aklım bu kadar yetişiyor. Gençlerin ayakta olması ise, gençlerin îmanî risaleleri okuyup îmanları kuvvetleneceğine işarettir. O tatlı ve yedikçe noksan olmayan üzüm ve ekmek ise, her şeyden daha tatlı i'caz-ı Kur'ân esrarına ve îmanın envârına işarettir ki, onları Risale-i Nur dağıtıyor. Âciz talebeniz ise, gençlerin başında ve sağ tarafta bulunduğum ise; gençlere ihsân-ı İlâhî, ikrâm-ı İlâhî ve üstad-ı muhteremin himmetiyle o gençelere vesile olacağıma işarettir inşâallah... Benim aklım bu kadar eriyor. Bu kadar tâbir edebildim. Rü'yalarımın ıslâh ve tâbirini rica ederim.

    Yirmi gün zarfında bir rü'ya daha gördüm: Eğirdir Gölünün kenarında, yani çakıllığında bulunuyormuşum. Bu denizin kenarında büyük bir beyaz çadır kurulmuş. Çadırın içinde, büyük bir direğin dibinde üstâdım Said (R.A.) bulunuyor. Bu esnada eline büyük, bir kırmızı kaplı kitap alıp, çadırın direğine dayanarak o kitabı okudu. Bilâhare hariçten, kıble tarafından Mahmud isminde gençten, yeşil elbiseli birisi gelip üstâdımın elinden o kitabı-yani okuduğu hutbeyi- istedi ve aldı. Çadırdan Mahmud ismindeki genç dışarıya çıktı, kıbleye karşı, ayak üzere halklara dedi ki: "Bu âna gelinceye kadar

    (Sh: B-142)
    böyle bir hutbeyi hiç bir imam okumamıştır" diyerek, o hitabeyi alıp kıbleye karşı götürdü. O anda uyandım.. Allah hayretsin.

    Bu rü'yâyı da bildiğim kadar tâbir edeceğim: O deniz ise, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) dir. O çadır ise Isparta Vilâyetidir. O hutbe ise, Risaletü'n-Nur ve Mektubatü'n-Nur'dur. Hutbeyi götüren yeşil elbiseli genç Mahmud ise, ya Şeyh-i Geylânî, ya İmam-ı Rabbânîdir. Risaleler makam-ı Mahmud yolunu târif ediyorlar. Üstâdımın hutbesi olan Risale-i Nur, bu zamanın bir mehdisi ve müceddididir.

    Ey küre-i arzda bulunan gençler, hocalar ve halifeler! Bin senedir insanların aradığı Mehdi Hazretlerinin pişdârı ve müjdecisi üstadımın neşrettiği Risale-i Nurdur. Ey benim kardeşlerim! Benim gibi âciz bir talebenin okumasından, anlamasından ne çıkar? Üstâdıma ne sual açabilirim? Kaç kitap okudum da sual açayım ve mes'ele halledeyim? Ne gibi sual sorayım?

    Dünyada çok kitaplar vardır ve o kitapları okumuşsunuzdur. Okuduğunuz kitapların hepsini de anladınız mı? Alâ küllihâl anlayamadığınız mes'eleler çoktur. Üstadıma sual açınız, meydana ilim çıksın ve îman hakikatı çıksın da dünyada bulunan üç yüz elli milyon Müslümanlar da istifade etsinler. Ne kadar müşkilâtınız varsa halledilsin, bizim gibi âcizler de istifâde etsin.

    Ey hocalar ve ehl-i kalb! Soracağınız suallerin cevaplarını Risale-i Nur'da bulabilirsiniz. Ehl-i keşf ve kalbden birisi, benim gibi âciz bir insandan Mehdî'yi soruyor. "Ne vakit gelecek..." Daha Mehdî'yi anlayamamış. Dâbbetü'l-Arz kimler olduğunu bilmiyor. Bunlara dair, risalelerde birer bahis vardır. Her müşkil suâlin cevabını o risalelerden arayınız, bulursunuz.

    Ey hocalar ve halifeler! Bizim ilmimiz bize yeter deyip, yıldız böceği gibi şavkınıza, ilminize aldanmayın. İnsanın kendi bildiği kendine kâfi gelmez. Her insan, her mes'eleyi yalnız anlayamaz. Uyuyorsunuz! Uyuduğunuz miktar artık yeter!!! Uyanmalı...
    (Sh: B-143)
    Peder ve vâlidem ve cümle arkadaşlarım ve biraderim Ali çok selâm edip, iki ellerinden öper ve dua etmektedirler..

    Kuleönü'nde Sofuoğlu
    talebeniz Mustafa Hulûsi (R.H.)

    134
    (Risale-i Nurun tesvidinde çok hizmeti sebkat eden temiz kalbli, ihlâslı, güzel bir hâfız, müdakkik bir hoca olan Hâfız Halid'in bir fıkrasıdır.)

    Risale-i Nur'un müellifi Bediüzzaman, nâdire-i cihan, hâdim-i Kur'ân Said Nursî (R.A.) hakkında hissiyatımdan binden birini beyân ediyorum:

    Üstâdım -kendisi- Nur ism-i Celîline mazhardır. Bu ism-i Şerif, kendileri hakkında bir ism-i âzamdır. Kendi karyesinin ismi Nurs, vâlidesinin ismi Nuriye, Kadirî üstâdının ismi Nureddin, Nakşî üstadının ismi Seyyid Nur Muhammed, Kur'ân üstadlarından Hâfız Nuri, hizmet-i Kur'âniyede hususî imamı, Zinnûreyn; fikrini, kalbini tenvir eden âyet-i Nur olması ve müşkil mesâilini izaha vâsıta olan nur temsilâtı gayet kıymettardır. Resâilin mecmuuna Risale-i Nur tesmiyesi, Nur ismi onun hakkında ism-i âzam olduğunu te'yid etmektedir.

    Risale-i Nur adlı hârika te'lifatının bir kısmı Arabî olmakla beraber, Risale-i Nur eczaları şimdiye kadar yüz on dokuza bâliğ olmuştur. Her bir risale, kendi mevzuunda hârikadır. Gayet yüksek olmakla beraber.. Onuncu Söz ismiyle iştihar eden haşre dair olan risalesi pek hârikadır, câmi'dir.

    Ulemaca sırf naklî olan haşri ve neşri, gâyet kuvvetli ve kat'î delâil-i akliye ile isbat etmiştir. Onunla çokların imanını kurtarmışlar.
    هُوَ الّذِى جَعَلَ الشّمْسَ ضِيَاءً وَ الْقَمَرَ نُورًا âyetinin sırriyle diyebilirim ki, Risale-i Nur bir kamer-i mârifettir ki, şems-i hakikat olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın nurunu istifâza eylemiş ki,نُورُ الْقَمَرِ مُسْتَفَادٌ مِنَ الشَّمْسِ olan meşhur kaziye-i felekiyyeye

    (Sh: B-144)
    mâsadak olmuştur. Hem diyebilirim ki, Üstadım Kur'ân hakkında bir kamer hükmünde olup, semâ-i risâletin şemsi olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan (nurî istifade) edip, Risale-i Nur şeklinde tezâhür etmiş.

    Üstadım, başkalarında nâdiren bulunan mümtaz hasletlerinden, zâhirî tavrının pek fevkınde bir vaziyet gösteriyor. Zâhir hâle bakılsa, ilm-i hâli bilmiyor gibi görünüyor; birden, bakarsın bir deryâ kesiliyor. Me'zun olduğu mikdarı ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan cihet-i istifadesi olmadğı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. Bende nur yok, kıymet yok der. Bu hasleti de, tam tevazu'dur ve مَنْ تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللّهُ hadîsiyle tam âmil olmasıdır. İşte bu haslet icabatındandır ki, bizim gibi talebelerinden bazı mesâil-i ilmiyede muhalefet bulunsa, onların sözlerini; içinde arar, hak bulduğu vakit, kemâl-i tevâzu' ile ve lezzetle kabul ederek teslim eder Mâşâallah der. Siz benden daha iyi bildiniz der. Allah râzı olsun der. Hak ve hakikatı, nefsin gurur ve enâniyetine daima tercih eder. Hatta ben bazı mes'elelerde muhalefet ediyordum. Bana karşı gayet mültefit, memnunâne bir tavır alır; eğer yanlış yapsam, güzelce, damarıma dokunmayarak beni îkaz eder. Eğer güzel birşey söylemiş isem, çok memnun olur.

    Üstadım bilhassa hikmet-i hakikiye fenninde, yâni hikmet-i şeriat ve İslâmiyet noktasında pek hârikadır ve hikmet-i beşeriyede dahi çok ileridir. Hatta o ilimde, Eflâtun ve İbn-i Sînâ'yı geçmiş diyebilirim.

    Bundan on üç sene evvel, "Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye" âzâsından iken, küçükten beri şimdiye kadar mânen izn-i İlâhî ile Onun bir muîni ve nâsırı ve muhafızı olan kutb-u Rabbânî ve kandil-i nurânî Abdülkadir-i Geylânî (aleyhi nazar-urrahmânî) Hazretlerinin "Fütûhu'l-Gayb risalesini tefe'ülen açtığı esnâda,اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ ibâresi çıktı. O ibâre, onun hakkında pek mânidar olarak, Eski Said'i Yeni Said'e çevirmesine

    (Sh: B-145)
    sebebiyet vermiştir. Eski Said olduğu zamanlarda, İngilizlerin dinî suallerine gâyet lâtif ve müskit bir cevab vermiştir. Ve ilm-i mantıkta, İbn-i Sina'nın te'lifatından geçecek "Tâlikat" namında hârika bir risalesi var. Eşkâl-i mantıkıyeyi kıyâs-ı istikrâî cihetiyle on bine kadar iblâğ edip, hiç bir âlimin yetişemediği bir derece-i ihata göstermiş... "Sünuhat" isminde bir risalesinde gördüm ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, âlem-i mânada, bir medresede ona ders verdiğini görmüş. O ders-i mâneviyeye binaen "İşârâtü'l-İ'caz" namındaki hârika tefsiri yazmış. Bana bir gün dedi ki:

    "Harb-i Umumî hâdisat ve netâicleri mâni olmasa idi, İşârâtü'l-İ'caz'ı, Allah'ın tevfîkı ve izni ile altmış cilt yazacaktım. İnşâallah Risale-i Nur, âhiren o mutasavver hârika tefsirin yerini tutacak."

    Üstadımla yedi-sekiz sene musahabetim esnâsında mühim meşhûdâtım çoktur. Fakat اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الّبَحْرِ mucibince, deryaya delâlet maksadı ile bu fıkra kâfi görüldü. Çünkü, üstadımdan iftirak zamanı idi; acele yazdım. Üstadım, وَالصَّاحِبِ بِالْجَنْبِ âyetinin sırriyle çok defa yanlarında beni musahib bulmak hakkını ve teveccüh duasıyla yerine getireceklerine eminim...

    Hâfız Halid (R.H.)

    135
    (Hulûsi Bey'in fıkrasıdır.)

    Aziz, muhterem müşfik ve mükerrem Üstadım...

    Bu defa irsaline inâyet buyurulan Risale-i Nur eczalarının dört kısımlık fihristesini aldım. Daha evvel Otuz Birinci Mektubun, On Üçüncü ve On Dördüncü Lem'alarını almış, fakat ihtisaslarımı arza muvaffak olamamıştım. Fihristeler dört tarafımı aydınlattılar ve itikatta bir olup, çok metîn hikmetlerle bazı a'mâlde ayrılıkları olan Dört Mezheb-i Hak gibi; bu fakire hakka, hakikata, sıdka, imana, nura, rızaya giden yolları gösterdiler. Hâdisât-ı dünyeviye meşgalesi, şimdiye kadar başımdan geçmemiş bir tarzda beni yormuş. Koca bir dairenin maddî ve manevî ağır yükü altında, tek başıma kaldığımdan çok bunalmıştım.
    (Sh: B-146)

    Aziz üstadımın Otuz Birinci Mektubun Birinci Lem'asıyla tavsiye buyurduğu evrâdın kuvveti, Risale-i Nurun feyzi, müşfik üstadımın müstecab duası ve üstadımın üstadı Hazret-i Gavs'ın lillâhil-hamd en küçük hâcetimi görecek kadar zâhir himmeti, mahza bir lütf-u fazl-ı İlâhî eseri olarak devam edebildiğim salâvât-ı şerife berekâtiyle zuhûr eden imdâd-ı Risaletpenâhî ve Cenâb-ı Allah'ın nihayetsiz in'âm ve ihsan ve inâyeti sayesinde, -yüzbinler hamd ve şükürler olsun- ye'se ve fütura düşmekten kurtulmuş.. yalnız, huzur-u manevînize bir kaç satırlık arîza ile çıkmak geç kalmıştır.

    Hakikaten, elmas kalemli çok kıymetli kardeşlerimin -âsâr-ı Nurun cem' ve teksir ve neşrinde - gösterdikleri gayret ve himmet ve sevgili üstadımıza bu kudsî vazifede yaptıkları muavenet, her türlü takdirin fevkındedir. Allah-ü Zülcelâl cümlesinden râzı olsun ve neşr-i envâr-ı Kur'âniye'de daimî muvaffakıyetlere mazhar buyursun...

    Otuz Birinci Mektubun, On Üçüncü ve On Dördüncü Lem'alarında, o kadar büyük dersler, o kadar azametli hakikatlar, o derece şa'şaalı hikmetler ve nurlu, kudsî lâhutî feyizler mündemiçtir ki, bu biçâre kardeşinizin sönük zekâsı, kısa düşüncesi, perişan, müşevveş dimağı ile, hissedebildiği zevkleri ifade etmesine imkân yoktur...

    "İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez,
    Zira, bu terâzi o kadar sıkleti çekmez."

    On Üçüncü Lem'anın on üç işaretle beyanı, Sûretü'l-Felâk ve Suretü'n-Nâs âyetleriyle, وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ { وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ
    âyetlerinin mecmu'-u adedine veya bu iki surenin herbirinde okunmakta olan
    اَعُوذُ بِالَّلهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ adediyle ve Fâtiha başta sayılmazsa, yüz on üçüncü sureye tam ve lâtif tevâfuk ve işaret göstermesi nazar-ı dikkati celbetmektedir. Her işâretin nihayetinde, o işâretteki hakâik, birkaç enseb ve âlâ kelime ile ifade edilmiştir ki, bundan daha kuvvetli beyan olamaz. İhtisasımı, bu işâretlerdeki kelimelerle kısaca arz edeceğim.

    (Sh: B-147)
    Birinci İşâret: Şeytanın ve onun şerik ve muînleri olan ehl-i dalâletin şerrinden ancak, şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile âmil ve sünnet-i Ahmediye (A.S.M.) ile mütemessik olmakla kurtulmak imkânı olduğunu,

    İkinci İşâret: Küfre giren ehl-i dalâletin kemmiyeten çokluğunun kıymetsizliği; şeytan ve avanelerinin tasallutlarına karşı, istiâze, istiğfar, hıfz-ı İlâhîye iltica ve takva ile sünnet-i seniyeye yapışmaktan başka çare olmadığını,

    Üçüncü İşaret: Zâhiren cüz'î hata ve isyanla çok büyük tahribat yapmakta olan hizbü'ş-şeytana karşı, en kuvvetli kal'a olan Kur'ânî kal'aya iltica lâzım geldiğini,

    Dördüncü İşâret:مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ âyetine bir nev'i tefsir mâhiyetinde, cüz'î ihtiyar ve icadsız kesb ile şerlere sebebiyet veren şeytanın müdhiş tahribatına karşı, istiğfar ve Allah'a ilticâ ve Sünnet-i Seniyeye riayet iktiza ettiği,

    Beşinci İşâret: Kur'ân-ı Hakîm'in azîm tergib ve teşviklerinin tam yerinde olup, ehl-i îmanın desâis-i şeytaniyeye kapılmaları, îmansızlıktan ve îmanın zaifliğinden ileri gelmediğini; hem günâh-ı kebâiri işleyenlerin küfre girmediklerini,فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ iki âyetle sâbit olduğunu ve nihayet Cenâb-ı Erhamü'r-Râhimîn'in Gafûr ve Rahîm isimlerini melce' ve tahassüngâh yaparak şeytandan istiâze edilmesini,

    Altıncı İşâret: Tahayyül-ü küfrü, tasdik-i küfürle iltibas ve tasavvur-u dalâleti, dalâletin tasdîkı suretinde gösteren desâis-i şeytaniyeden kurtulmak için hakâik-ı îmaniye ve muhkemât-ı Kur'âniye'ye sarılmak ve lümme-i şeytaniyeden gelen desiselere karşı istiâze etmek ve her iki mânevî yaraya karşı Sünnet-i Seniyeyi merhem yapmak icab ettiğini,

    Yedinci İşâret: Erkân-ı îmaniyeden biri olan kadere te'vilsiz îman etmek lâzım olduğunu ve günah-ı kebîreyi işleyen mü'min kalabileceğini... Fakat, şeytanların tahribatına karşı Cenâb-ı

    (Sh: B-148)
    Hakk'ın binbir isminin tecelli etmekte olduğunu; Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i Hak mezhebinden ayrılmamak ve Kur'ân'ın çetin ve metîn kal'asına girerek Sünnet-i Seniyenin muktezasına tevfîk-ı hareket eylemekle kurtulmağa muvaffak olunacağına,

    Sekizinci İşâret: Küfür ve dalâlet yolunda, insanların nasıl ihtiyarlarıyla sülûk ettiklerini ve bunların nasıl hayat geçirebildiklerini aliyyü'l-a'lâ bir tarzda ders verdikten sonra, ehl-i îman için Kur'ân'ın himayesi altına îman-ı tam ve îtikad-ı kâmil ile girmek ve Sünnet-i Seniyenin daire-i nuraniyesine seve seve dâhil olmaklığın ne kadar güzel olduğunu,

    Dokuzuncu İşâret: Hizbullah'ın, neden çok defa hizbü'şşeytân olan ehl-i dalâlete mağlûb olduklarını; Medine münafıklarının dalâlette ısrar ederek, hidâyete girmemeleri ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalaâtü Vesselâmın iki muharebedeki mağlûbiyetinin hikmetini beyan ederek, O Seyyidü'l-Mürselîn sünnetine ittiba' sâyesinde muvakkat acıların geçeceğini,

    Onuncu İşâret: İblis'in en mühim bir desisesi olarak kendine tâbi olanlara kendini inkâr ettirdiğinden dört misâl ile izah suretiyle bahs; ehl-i îmana cin ve ins şeytanlarının şerlerinden, Allah'a iltica etmekle selâmete kavuşulacağını,

    On Birinci İşâret: Cirm ve cismi küçük, cürüm ve zulmü büyük, ayb ve zenbi azîm bîçâre insanı; kâinatın hiddetinden, mahlûkatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtarmak için Kur'ân-ı Hakîm'in dâire-i kudsiyesine girmeğe ve Sünnet-i Seniyeye ittiba' eylemeye dâvet ettiğini,

    On İkinci İşâret: Mahdud günahlara Cehennemle mukabelenin mahz-ı adâlet olduğuna, Cehennemin cezâ-yı amel, Cennetin fazl-ı İlâhî ile olduğuna; seyyienin az yazılıp, hasenenin çok yazılmasına; ehl-i dalâletin muvaffakıyetlerinin, -hâşâ- kendilerinde hakikat olduğuna veyâ ehl-i hakta zaaf bulunduğuna delâlet etmediğini gösteren dört meraklı suâle gâyet fasih ve beliğ cevaplar vermek sûretiyle, ehl-i îmanı,رَاْسُ اْلحِكْمَةِ مَخَافَةُ اللّهِ düsturuna, her türlü saâdeti câmi olan Kur'ân ve sünnet şahrâhına girmeye teşvik ettiğini,

    (Sh: B-149)
    On Üçüncü İşâret: Üç noktasıyla, Şeytan'ın desiselerine mübtelâ olan bîçâre insana, hayat-ı diniyye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye selâmeti ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb için muhkemat-ı Kur'âniye mizanlariyle ve Sünnet-i Seniyye terazileriyle a'mâl ve hâtıratını tart ve Kur'ân'ı ve Sünnet-i Seniyyeyi dâima rehber yap;
    اَعُوذُ بِالَّلهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ diyerek Cenâb-ı Hakk'a ilticâda bulun, diye çok kıymetli tavsiyede bulunduğunu; خِتَامُهُ مِسْكٌ nev'inden On Üç İşâret halinde tefsir olunan Sûretü'n-Nâs ve iki âyeti tekrar ile derse nihayet verdiğini, gâyet zevkli ve şevkli ve alâkalı bir surette beyan ve ifade eylemektedir.

    On Dördüncü Lem'anın Birinci Makamını teşkil eden iki mes'ele bence çok mühimdir. Bu dersin takrir ve tahririne vesile olan Re'fet Bey kardeşimizden Allah razı olsun. İkinci Makam başlı başına bir şâheserdir.

    بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ hakkındaki beyan buyurulan altı sır, öyle bir hazine-i esrâr-ı rabbânîdir ki; ancak Rahmân-ı Rahîmin inâyetiyle bu mübarek eseri okuyup anlayanlar ondan zevk alabilirler.

    Bundan evvelki bir mektupta, ihtiyarsız Birinci Sözü teşkil eden بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ hakkındaki mübârek eserden, kalb-i âcizîye gelen bazı hoş tefekkürâttan bahsetmişti. Dâima şefkatle duâ ve derslerinden istifade ettiren muazzez üstadım, benim daha evvelden de بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ içindeki Rahman ve Rahîm isimlerinin hikmet-i tahsisi hususundaki suâlime, ikinci ve mutantan bir cevab daha lûtfetmiş oluyorlar. Bu mazhariyetten dolayı, Hâlik-ı Rahîme ne kadar şükretsem azdır.

    Fihriste'yi harfi harfine henüz okuyamadım; fakat, inşâallah okuyacağım. On Birinci Mektubun neleri ihtiva ettiğini öğrendim. Yazılmayan ve Rahmet-i ilâhiyyeden yazılmasına muvaffakıyet niyaz olunan âsârın da, neşrine muvaffakıyetinizi, eltâf-ı Sübhaniyeden

    (Sh: B-150)
    tazarrû ve niyaz eylerim. Otuzuncu Söz'ün, mahkeme başkâtibini nasıl tehdit ettiğini, hâtırasını tamamıyla gözümün önüne getirdim.

    Fihriste-i Gül-deste: Fihriste nâmı altındaki bütün risâlelerde yazılı olduğu tarzda değildir. Tamâmen husûsiyet göstermektedir. Sözler'in ve Mektublar'ın bir hülâsatü'l-hülâsası denecek vaziyettedir.

    Âsâr-ı Nurun bir zübdesi, hazâin-i nurun elmas anahtarı, resâil ve Mektubatın nurlu kapısı olan bu hayırlı te'life sebeb olanları da, müellifini de, Allah-u Zülcelâl ve'l-Kemâl Hazretleri, saâdet-i dâreyne mazhar buyursun. Âmin...

    Hulûsi

    136

    (Husrev'in fihriste hakkında bir fıkrasıdır.)

    Aziz Üstadım!

    Senelerden beri vücûda getirilen misilsiz âsâra, Otuz Birinci Mektubun On Beşinci Lem'asıyla öyle misilsiz bir eser daha ilâve buyurulmuş oluyor ki; o şâheserler, böyle şâh bir eseri; o hârika bedîiyyât, böyle bedî bir zübdeyi; o acib te'lifat, böyle acib bir mecmuayı; o azim hakâik, böyle bir azîm külliyât-ı hakâikı ve o nurlu risâleler, böyle nurlu bir fihristeyi istiyordu. Yüzbinler şükrolsun ol Feyyâz-ı Mutlak Hazretlerine ki; hiç bir müellifin muvaffak olamadığı böyle misilsiz eseri, hazine-i rahmetinden ihsan etmekle, yüz yirmi adede vâsıl olan Külliyat-ı Nur'u, yüz yirmi sahifeden aşağı olmayan misilsiz fihristesiyle bir yerde toplamış bulunuyor. Bu risâlenin menfaati, fevâidi o kadar çok ki; îzaha hâcet yok. Bu kıymettar risâle, kendi kendini lâyık olduğu bir tarzda medhediyor. Hem o kadar güzel medhediyor ki; fevkınde beyân olamaz.

    Husrev

    137

    (Dereli Hâfız Ahmed Efendinin çok mânidar rü'yâlı bir fıkrasıdır.)

    Aziz ve müşfik üstadım efendim!

    Bir gün âlem-i menamda bir sahrada gezerken, bir çok kalabalık
    (Sh: B-151)

    ahâlinin içine girdim. Dersim olan Kelime-i Tevhid'e devam ediyordum. O ahâlinin cümlesi Nasarâ imiş. Biz âşikâre Kelime-i Tevhid'i çektiğimizden, hepsi bize iştirâk etti. Her yüz başında, Muhammedü'r-Resûlüllah diyorum. O Nasâralar, İsâ ruhullah diyorlar. Onlara ben dedim ki; yâhu biz İsâ Aleyhisselâmı tasdik ediyoruz. Ve kendilerine Kelime-i Tevhidi okudum, İsâ ruhullah, dedim. İşte bakınız, ben sizin peygamberinizi tasdik ediyorum, siz de bizim peygamberimizi tasdik etseniz ne olur, dedim. "Hayır! İsâ Aleyhisselâm gökten inmedikçe ve sizin peygamberinizi âşikâr tasdik etmedikçe, biz tasdik etmeyiz" dediler. Bunun üzerine yanımda iki arkadaş bulundu. Lâkin arkadaşların kimler olduğunu bilemiyorum. Biz duâ edelim de, İsâ Aleyhisselâm gelsin ve bizi nasıl tasdik ediyor, göreceksiniz. Duâ ettik. İki kişi, "âmin" dediler. Lâkin İsâ Aleyhisselâm gelmeyince müteessir olduk. Yine duâ ettik: "Ya Rabbi.. bizi bunların yanında niçin mahcub çıkarıyorsun? dedik. "Bu din âlî değil mi?"

    Tahminen, arası bir saat veya bir buçuk saat sonra, karşıdan üç kişi çıktı. Elhamdülillâh İsâ Aleyhisselâm geliyor. Baktım birisi sakallı, ikisi şâbb-ı emred. Dedim: "İsâ Aleyhisselâm otuz üç yaşında olduğu halde göğe hurûç etti. Ne için sakalında beyaz var?" Kalbime geldi ki; Allahu a'lem... İsâ Aleyhisselâm değilse? Bu zat ve iki arkadaşıyla yanıma geldiler. Dikkatle baktım; üstadımızın simâsı ve elbisesidir. Bizim yanımıza gelince, bizim altımız mağara imiş. Yanındaki iki kişiye emretti: Şurada kilitli salibler, haçlar var. Cümlesini çıkarınız. Çıkardılar. Nasâralara karşı hepsini kırdı ve Kelime-i Tevhid getirip Peygamberimizi tasdik edince, biz de Nasâralara; "Bakınız, işte İsâ Aleyhisselâm'ın vekili geldi" deyince, cümlesi tasdik ettiler.

    Allahu a'lem bu rüya'nın bir tabiri şudur ki: Üstadımızın Kur'ân-ı Hakîm'den aldığı ve neşrettiği Risale-i Nur vasıtasıyla Nasâranın bir kısmı İslâmiyeti kabul edecek ve Nasâra Müslümanları veya Hıristiyan mü'minleri hükmüne geçip Üstadımızın sözlerini İsâ Aleyhisselâmın sözleri nev'inden hüsn-ü kabul edeceklerine işârettir.

    Evet, Risale-i Nur'da öyle bir kuvvet vardır ki, Avrupa'nın en

    (Sh: B-152)
    muannid feylesoflarını dahi teslime mecbur eder. Her ruhun bir ihtiyac-ı hakikîsi olan hakikî îman nurunu arayan Hıristiyan muvahhidler, elbette Risale-i Nur'u görseler (Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın vesâyâsı nev'inden) kabul edip sarılacaklardır...

    Dereli Mutâf Hâfız Ahmed

    138
    (Âsım Beyin fıkrasıdır.)

    Bu Risale Fihristesi, hakikaten menba'-ı nur ve mecma-i hakikattır. Elhak Nur fihristeleridir. Şöyle söyleyebilirim ki: Otuz Üç Söz, Otuz Üç Mektubun herbiri, feyezanda birer menba-ı Nur-u hakikat ve gülistan-ı bağ-ı cinandır. Binâenaleyh bu müteaddit güller bağının, her birisinden müteaddit güller koparıp, dört kısım üzerine güller demeti yapılmış gibi, vücuda getirilmiş bir eser-i cihan-kıymet olduğuna kanaat ettim.

    Bu Fihristeleri okumak; herhalde ve behemehâl Söz ve Mektublar risale-i şerifenizi görmek, okumak, yazmak için insanı iştiyâk ve gayrete sevk ediyor ve şiddetli kamçılıyor. Fakirce noksan olan risale-i şeriflerin hangisini evvelâ yazayım? Çünki; her biri birbirleriyle nur ve hakikat müsâbakasına çıkmış diye, mütelâşî ve heyecanlı bir vaziyetteyim. İnşâallah -duâ-yı üstadâneleriyle - kâffesini yazarım. Şurasını da arz etmek isterim ki: Sabri Efendi kardeşimin ilhâhı ve zât-ı üstadânelerinin ilhamı ile Fihristelerin te'lifi, çok musîb ve hayırlı... hem hadsiz hakikatlere anahtar olmuştur...

    Cenâb-ı Hak, sevgili üstadımızı âfiyette dâim.. ömürlerine bereket ve her bir umûrunda muvaffakıyet ihsan buyursun da, pek çok zamanlar başımızda tâc-ı zafer olarak taşıyalım ve hizmet-i Kur'ân'da çalışalım, yorulalım, yol alalım. Ve cümle mü'minîn de istifade etsin ve ehl-i bid'a ve mülhidlerin de başları yere gelsin.

    Talebeniz Âsım (R.H.)

    (Sh: B-153)
    139
    (Kuleönü'nde Sarıbıçak Mübarek Mustafa'nın kardeşi Ali'nin fıkrasıdır.)

    (Bulunduğumuz asrın yaralılarından, mânevî doktora muhtaç bir gencin fıkrasıdır.)

    Aziz, şefkatli, muhterem üstadım!

    Bulunduğumuz asır, mânevi seferberlik (harb) zamanı olduğundan, vücûdumdaki yaralara baktıkça, yaralar gitgide daha fazlalaşmakta iken.. bir gün işittim ki, "sağdan sola geçiniz" diye ilân ediyorlar. Ve otuz iki harfin bir kaç adedini gâib edip ilân edince öyle bir yara daha açıldı ki; evvelki yaraları unutturdu. Nasıl ki nass-ı Kur'ân'da:
    اِذْ اَوَى الْفِتْيَةُ اِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَا آتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا
    Ashâb-ı Kehf Efendilerimiz beş veya sekiz delikanlı -asrımızdaki tahammül edilmeyen fenalık gibi- o asırda fenalıktan, fitneden kaçarak mağaraya iltica ettiler. Sebebi ise; din-i Hak üzere bulunan ehl-i îmanı, zamanlarının padişahı olan Dakyanus, putperestliğe dâvet edip.. kabûl edenleri putlara kurban kestirip, kabûl etmeyenleri katl-i âm ettiği sırada, Ashab-ı Kehf Efendilerimiz mağaraya çekildiler.

    Ben de, asrımıza ve yaralarımıza baktıkça, bütün gün ruhum çırpınmakta iken.. "acaba bu karmakarışık zamanda, benim gibi böyle mânevî yaralı gençler, o Mahkeme-i Kübrâda, Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücûd ve Tekaddes Hazretlerinin huzurunda, peygamberimiz Muhammed Mustafa Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizden nasıl şefaat dileyebilirler" diyerek, bütün gün ruhum ağlardı. Mâdem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma, binlerce maddî ve mânevî yaralılar, dilsizler, nüzûl olmuş, bütün kalbi kararmış, îmanı yok bedevî adamlar, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına vardığında, bir saat, bir gün sohbet-i Nebevîde bulunur; sonra kavm ve kabilelerine rehber ve muallim olarak döndüler. Ve mâdem kıyamete kadar bâki bıraktığı Kur'ân ve Kur'ânın tâyin etmiş olduğu mânevî doktorlâr, kıyamete kadar

    (Sh: B-154)
    gelecek mü'minlere maddî ve mânevî doktorluk vazifesini görecekler.. ve şimdiki hâl vilâyetimiz dâhilinde bulunan mânevî doktora müracaat edeyim diyerek, ruhum her an gezmekte iken bîhuş olup yattım...

    Bana rü'yamda üç şahıs gösterildi. İkisinin ismini söylemediler. Diğeri Üstadım Bediüzzamanı, ismiyle söylediler. Hemen eline yapışıp ellerini öptüm. Üstadım acele olarak, cebinden bir kalem ve bir kâğıt parçası çıkarıp bana verdi.. hemen uyandım. Peder ve validem ehl-i kalb olduğundan, rü'yâyı anlattım. Pederim; "Bu zât Barla'ya henüz yeni geldi. Bir-iki sene kadar oldu. Git, mürâcaat et" dedi. Ben dedim: "Daha askere gitmedim, yaşım genç. Böyle büyük mânevî bir doktorun yanına bu yaralar ile nasıl gideyim ve nasıl cerrahiyesine dayanayım? "Bana "git" denildi. Hitab iki oldu. Hemen, sabahleyin kalkıp gittim. Üstadımı görünce, bir-iki dakika titredim. Sonra, fesübhânallâh dedim. Doktoru görünce o yaralar bütün kuvvetleriyle bağırıyorlar. Verdiği eczâlara tahammül edemeyecekler. O yaraları açamadım. Üstadım da talebeliğe kabûl edip, beş vakit farzı bırakmayacağıma çok çok tenbih etti. Avdetten bir-iki ay sonra, hemen askere gittim. Terhis oluncaya kadar; (yirmi mah mukaddem) bu yaralar içinde, her saat ve her dakika, "Elmevtü hakkun" kaziyyesini düşünüp, "Acaba benim hâlim ne olur?" derdim. Memlekete avdetimde, ağabeyim Mustafa'yı (rahmeten vâsiaten) görünce ruhum biraz genişledi. Acaba, bu nereden ileri geliyor, dedim. Bir-iki gün sonra, mübarek Ramazan-ı Şerif gecesi üçüncü hitap olarak, yine rü'yamda, memleketimizin kenarında, üstadım Bediüzzaman, elinde bir asâ, çoban olup dellâllığı ilân ediyor. Ve diyor; "Ben Kur'ân'ın dellâlıyım" diye yüksek sesle bağırıyor, ilân ediyor. Ben heyecanımdan hemen uyandım...

    Demek bakınız ey kardeşlerim ve bütün mü'minler! Üstadım hazretleri değil memleketimize, bütün üç yüz elli milyon müslümana her saat, her dakika her an bağırıyor. Benim gibi zâhir kulağıyla dinlemeyiniz, kalb kulağıyla dinleyelim ki, her an bağırıp çağırdığını işitelim. Mâdem bu elmas ve cevherler, bu sergiler asrımıza verilmiş;

    (Sh: B-155)
    bütün asrımızda kazancımızı versek, yine o elmasların fiyatını veremeyeceğiz. Bahar mevsimi geçmeden bütün cevherlerden alalım. O cevherler ise, Risale-i Nur Külliyâtıdır.

    Ben âciz de Yirmi Dördüncü Sözün Dördüncü ve Beşinci Dalını okumağa ve yazmağa başladım. Ve yaralarımın birer birer kurudunuğu hissedince, Mektubat ve Sözler'i bütün kuvvetimle yazmağa karar verdim. Benim gibi yaralı kardeşlerime, bütün müslümanlara, bütün kuvvetimle bağırıyorum: "Eyvah! Bu asrımızda, bu yaralar ile nasıl istirahat edebiliriz, yoksa!.. Bu asrın mânevî doktoru ve ilâçları ise, Kur'ân'dan tereşşuh eden Risale-i Nur ve Mektubatü'n-Nur'dur. Onlara sıkı sarılalım."

    Âciz talebeniz Ali Ulvi

    140
    (Kuleönü karyesinden İbişoğlu Mehmed'in bir fıkrasıdır.)

    Muhterem Üstadım Efendim!

    Kardeşim Mustafa, risaleleri yazmağa başlayalı beş sene oldu. Maalesef iki senesini zâyi ettik. Üç seneden beri, risaleleri sair arkadaşlarla beraber, hizmetimizin haricinde her zaman okuyup istifade ediyoruz. Bazı, köyümüzün ehl-i tarikat olanları, bidayeten kardeşim Mustafa'nın okuduğuna ehemmiyet vermiyorlardı.

    Ben de, bu "Okunan Sözler, hem tarikate, hem hakikate pek muvafıktır. Hem bu zamanın yaralarına bir ilâçtır" diyordum. Ve her ne zaman ye's içerisinde kalsam kardeşimin yanına gelir, işittiğim hakikatleri Risale-i Nur'dan okutur, dinler ve Risale-i Nurun verdiği feyizle yaralarım tedâvi olur, giderdim. Herhangi bir mes'eleden bahsedilse, Risale-i Nurda en iyisi vardır. Yalnız çok insanlar var ki, Sözler'in kıymetini bilmiyorlar. Ben de bütün söylenen sözlere ilâç, risalelerde vardır diyorum. Olanca kuvvetimle küre-i arza bağırarak derim ki: "Hariçte görülen marazlara ilâç vardır."

    Ey kardeşlerim, istifade edelim. Bu risalelerden istifade etmeyenler ne kadar akılsızdırlar. Çok şükürler olsun ki, böyle bir zât-ı muhtereme Cenâb-ı Hak bizi eriştirdi. لِلَّهِ اْلحَمْدِ وَاْلمِنَّةِ

    (Sh: B-156)
    Cenâb-ı Hakk'ın rahmetiyle, ihsanıyla, eltafıyla üstad-ı muhteremin himmetiyle ehl-i tarikat ile birleştik. Şimdi Sözler'i çok okuyoruz. Ve onlar da çok istifade ediyorlar, menfaattar oluyorlar.. Sözler'in hak olduğunu tamamiyle anladılar. Hattâ okumak için, kardeşimi çok defa icbar ediyorlar. Bir gün kardeşim Mustafa risaleleri yazmaklığım için beni teşvik etti. Ben de yazmak için Yirminci Mektubu aldım. İstinsah ettiğim bu mektubda üç tevâfuk gördüm. Satırın yukarısında iki tane "nihayetsiz" var; ve altında da üç "dünya" tevâfuku var. Bu halden müteessir oldum uyandım. İnşâallah üstad-ı muhteremimin himmetiyle risaleleri yazmağa muvaffak olurum ümidindeyim.

    Yirminci Mektubu elimde götürürken, meydanda idi.. karşımda muhtar odası olduğundan risaleyi saklamıştım. O gece rü'yamda, üstad-ı muhteremimi büyük bir denizde ve denizin içerisinde sarayda gördüm. Bizim köyün insanları da o sarayın etrafında idiler. Âciz talebeniz "doru ata" binerek zâtınızın yanına vardım. O adamlar bana, denizden nasıl atladığımı sordular. Ben de o adamlara cevaben: "At yeni nallı olduğnudan hiç zahmet çekmeden geldim." Halbuki, deniz ince bir surette incimad etmişti. O esnada üstadım karşıma çıkarak, "Ne için Sözler'i saklıyorsunuz? Bundan sonra Sözler meydanda olacak " dediniz. O esnada benden at istediniz. Ben de güzel yürüyüşlü atı getirdim, o esnada uyandım. Allah hayr etsin.

    Âciz talebeniz Hacı Mehmed

    141
    (Kuleönü karyesinden elmas kalemli Mustafa'nın kıymettar arkadaşı Hâfız Mustafa'nın fıkrasıdır.)

    Ey Feyyâz-ı Mutlak ve Vâhid-i Ehad olan Cenâb-ı Allah'a giden tarîk-ı müstakîm yolunu gösterip, pek elemli ve pek hatarlı uhrevî hayatımın kurtulmasına sebeb olan üstadım efendim!..
    Bundan dört mah mukaddem, Kur'ân-ı Hakîm'in elmas, inci dükkânından pırlantaları ve vüs'atimiz kadar uhrevî harçlığı almak üzere ziyaretinize arkadaşım Mustafa ile varmıştık. "Ne için geldiniz?"
    (Sh: B-157)

    diye şefkatli bir tekdire binâen müteessirane geriye döndük. O tekdirden gelen şefkatli ve ücretli bir fırtınaya tutulduk. O zaman üstadımın iksîr-i âzam olan, o mübarek kalbini rencide ettiğimizi anlayınca, ikinci bir teessür bana geldi. Bu zamana kadar pek âciz, hiç-ender-hiç olan zayıf ruhum o teessürler içinde feryâd ederken, şefkatli tokat risalesinde, bizim fırtınalı tokadımızı zikreden üstadımızın hakkımızda ne derece şefkatli olduğunu anladık. O teessürâtımız sürûra kalboldu.اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
    Bu mübarek Rebi'ü'l-evvel'in on ikinci gecesi -mübarek bir gecede- üstadımın pek yakınımızda olan Isparta'ya hicreti beni o kadar memnun ve mesrûr etti ki, o yaralar ve bereler ve teessürlerden hiç birşey kalmadı. Elhamdülillâh Rebi'ü'l-evvel ayının on ikinci gecesi, dünya ve âhiret yaradılmasına sebeb olan, dünya ve âhireti, zerreden şemse kadar bütün mükevvenâtı ziyalandıran; Kıyâmete kadar bâki, güneş gibi nurlu, feyizli, gıdalı şeriatı ile âhiret kapısını açan O mübarek Zât-ı Fahr-i Âlem (Sallâllahü Aleyhi Ve Sellem) Efendimizin o mübarek gecede dünyaya teşrif buyurması, bütün mükevvenâtı memnun edecek pek mübarek bir gecede üstadımın hicreti, yani Rebi'ü'l-evvel'in on ikinci gecesi Isparta'nın harîmine dahil olması ve hicretin tevâfuk ve tesadüf gelmesi, beni yine o elmas çarşısında pırlantaları vüs'atimiz kadar almak üzere üstadımın ziyaretine yol açtı. İnşâallah bu hicretiniz büyük fütûhata sebeb olacaktır.

    Nitekim, Sallâllahü Aleyhi ve Sellem Efendimizin, Mekke'den Medine'ye hicreti esnasında, Feth-i Mekke haberinin Cibrîl-i Emîn ile nüzûlü, Peygamberimizi ve Sahabe Efendilerimizi memnun ettiği gibi, Üstadımın tevâfuk eden hicreti, fütûhata sebeb olması, beni ve bütün Müslümanları memnun ve mesrûr eyleyecektir Efendim.

    İmam oğlu
    Hâfız Mustafa (R.H.)

    (Sh: B-158)
    142
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  6. #16
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    (Hulûsi Bey'in fıkrasıdır.)

    Bu defa Kenzü'l-Arş duasının feyzinden gelen İkinci ve Üçüncü Nüktelerle, Zeylini hâvi mübarek mektubunuzu almakla cidden bahtiyarım. Bu âciz kardeşiniz, gelen mektubunuzun, gerek muhterem üstadıma ve gerekse o havâlideki kıymetli arkadaşlarıma olan te'siri bana ait olmadığına ve belki benim bir vasıta olduğuma delildir. Çok tecrübe ettim, zât-ı fâzılânelerine mektup yazmak için, bazan üç kelimeyi bir araya getiremiyorum. Ekseriyetle gaybî bir zâtın ifadâtını zabtına kâdir olduğum kadar yazdığımı hissediyorum, demek yazdırılıyor. Maamâfih, vâki takdirleri, bir dua olarak telâkki ile teşekkür etmekteyim. Kur'ân hizmetini, dünyevî ve maddî menfaate sarahaten tercih eden Husrev namındaki kardeşimi tebrik ederim. Cenâb-ı Hak, böyle Husrevlerin adedini çoğaltsın ve dâim arttırsın. Âmin...

    (Sh: B-123)
    Bu kudsî hizmete candan iştirâk eden zevâtı bilmek bana en büyük müjde oluyor. Müftü Kemal Efendi, evvel mektubu mütalâa etmişti. İki gün evvel ziyaretine gittim, "Hiç kimsenin bu güne kadar muktedir olmadığı dekâik ve hakâikı, Kur'ân'dan bulup çıkarmışlar" diyerek takdirlerini beyan, selâm ve dualarını tebliğ etmekliğimi söylediler. Bu dakikaya kadar mübarek mektubu Fethi Bey, Hacı Baha Efendi, pederim ve eniştem ve Hacı Abdurrahman Efendi dinlemeğe muvaffak oldular. Hafız Ömer Efendi'ye de, inşâallah ilk fırsatta okumaya çalışacağım.

    Her mektubunuz, bana yeniden hayat verecek kadar müessir oluyor. Bu mübarek mektub, Dördüncü Remzin yazılışını ve bu fakire de ihsan edileceğini mübeşşir oluşu itibariyle bilhassa memnuniyet ve sürurumu mûcib olmuştur.

    Hayli zaman evvel, Kur'ân'daki tevâfuk sırrını açmaya başlamıştınız. Bugüne kadar lihikmetin mahfî kalmış olan i'câz-ı Kur'ân'dan, böyle çok mühim bir faslının keşfine ve neşrine muvaffak oluşunuza, ne kadar hamd ve şükür edilse yeridir. İzn-i Bâri ile açtığınız bu yolda ilerledikçe, daha ne kadar hârikalar meşhudunuz olacak ve bunlardan muhtaç kardeşlerinize ne âli müjdeler vereceğniz, geceden sonra gündüz, kıştan sonra bahar, dünyadan sonra âhiretin vücutları gibi kât'î hissedilmektedir. Ne büyük bahtiyarlıktır ki, bu saâdetlere mazharız. Ne kadar bedbahtlıktır ki; bu nurlara göz yumarlar. Ne derece hatadır ki, bu hakâika, lâyıkı veçhile alâkadar olunmaz. Ne câniyane ve ahmakâne bir ruhtur ki, üflemekle bu güneşi söndürmek düşünürler...

    İşte bu ışıklı yolunuzda, Sâhib-i Kevser'in delâletiyle Kevseri buldunuz. Şefîi'l-Mahşerin izniyle Kevser ırmağının menbaında durarak, وَ سَقَيهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا Âyet-i Celilesini okuyor ve "Ey nâs! Kim ki ebedî hayat ister, işte âb-ı hayat, kim ki yolunu şaşırmış, işte vesile-i necat; kim ki küfür ve inadından dönmez, onu bekliyor şedid azab ve ikab" ilââhir... gibi nurlu beyânatınızla her taifeyi ihyâ, îkaz ediyorsunuz.
    (Sh: B-124)
    Sizi kudsî hizmetinizde, -alâ-kadri't-tâka- tâkibe çalışan dost, kardeş ve talebelerinize birer maşraba vererek; muhtaçlara gıda, zaif ve marîzlere ilâç, zâlim ve kâfirlere semm-i kâtil olan mâ-i kevserden ulaştırmayı emrediyorsunuz. Sizin kudsî hizmetinizle, irşadınızla açılan hakikat ufkuna bakınca, Kur'ân'ın hudutları tâyin ve tahdid edilmiyecek kadar vâsi bir havz-ı ekber olduğunu; Fâtiha besmelesinin ب menba'ından gelen, her birisi ayrı lezzette, ayrı şiddette, ayrı kuvvette "Sûre'ler namında, yüz on dört âb-ı hayat şûbelerinin kevser musluğundan bu havuza akmakta olduğunu görür gibi oluyoruz...

    "İdrâk-i maâlî, bu küçük akla gerekmez;
    Zira, bu terazî o kadar sıkleti çekmez!

    El ele, omuz omuza vererek himmet ve gayret-i Hudâ-pesendâneleriyle mazhar-ı takdir olan uhrevî kardeşlerime selâm ve dualar eder ve muvaffakıyetler temenni ile dualarını istirham eylerim.

    Hulûsi

    125

    (Âsım Bey'in fıkrasıdır.)

    (Telvihat-ı Tis'a münasebetiyle yazılmış.)

    Sevgili Üstadım,

    Ne diyeyim, müştâkı olduğum bu risale-i şerife, bu sözler, bu hakikat, bu nur; bu fakire, lütuf ve kerem-i İlâhî olarak ihsan buyuruldu.

    هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
    Cenâb-ı Kâdir-i Mutlak Hazretlerine hadsiz ve hesabsız hamd ü senâ ediyorum ki; siz üstadıma kavuştum ve bin-netice bu nurları, bu hakikatları gördüm, okudum, yazdım ve gerdenbeste-i inkıyâd oldum. Binaenaleyh tavsiye ve dua-i üstadâneleriyle feyizyâb olmak için, Cenâb-ı Zülcelâl ve'l-Kemâl Hazretlerinden ve Mefhar-i mevcûdât, Aleyhi Ekmelü't-Tahiyyât Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz Hazretlerinden ve bütün pîr, pîran ve mürşidân ve Şah-ı

    (Sh: B-125)
    Nakşibend Kuddise sirruhu Hazretlerinden ve bilhassa bütün mevcudiyetiyle gerdandade-i inkıyâd ve teslim olduğum siz Üstadımdan tazarru' ve niyaz ve istimdad ediyorum ki, mütevekkilen alâllah, ya Üstad-ı Âzam, Tarikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) maksad, gaye ve esasını, teferruat ve füruatını zikir ve beyan eden bu "Dokuzuncu Kısım", bir nur-ı tarikat ve hakikattır. Okumağa doyulmaz, okudukça hâsıl olan şevk ve lezzet hesaba gelmez. Hele "Dokuzuncu Telvih"; hülâsa ve icmal edilerek bütün hakikatlar toplanmış. Temsilde hatâ olmasın. Hazret-i Mevlânâ'nın üfürdüğü ney'den tuğyan ve feyezan eden, (Hazret-i Ali'nin (Kerremallahu Vechehu) kuyuya söylediği esrar-ı hakikattan başka nedir? Farkı nerededir ki, o ney, o kuyuda hâsıl olan kamıştandır...)

    Kariham dar, kalemim âciz kalbime tercüman olamıyor. Şu kadar diyebilirim ki; benim gibi fakir ve mübtedîdelere büyük ve pek büyük bir ders, bir mürşid ve mutmainneye erişmiş ve daha yukarı çıkmış sâfilere bir düstur ve ders-i ibrettir.Kıymet takdir edilmez bir şâheser-i tarikattır, bir nur-ı hakikat -feşân, bir gülistandır. Daha doğrusu, sırf bir ilham-ı Rabbânîdir. Cenâb-ı Lemyezel Hazretleri siz üstadımı, bu ve bunun emsâli âsâr-ı bergüzîde te'lifinde, envâr ve hakikatlar neşr ve dellâllığında çok zamanlar dâim ve kâim buyursun. Ve siz üstadımı, sizi sevenlerin ve dellâllığında bulunduğunuz, nidalarınızı işitmek ve dinlemek, okuyup yazmak, mûcibince hareket ve amel etmek heves ve iştiyâkında bulunan kardeşlerimin başından eksik buyurmasın. Âmin, bihürmeti Seyyidi'l-Mürselîn...

    Âsım (R.H.)

    126
    (Re'fet Bey'in fıkrasıdır.)

    Muhterem Üstadım!

    Bu remizler, öyle hayret-bahş ve hârika-nümâ eserlerdir ki; okuyan ilim âşıklarına ezvâk-ı nâmütenâhî ve hissiyat-ı ulviye-i rakîka bahşetmektedir. Bu hissiyat-ı âliye ile hayatımız o kadar tazelendi ki, -yeni hayatımızda sâbit-kadem olmak şartıyla-Hallâk-ı

    (Sh: B-126)
    Azimden uzun ömürler temenni ediyorum. Zira mütalâasına doyamıyorum. Ne kadar okursam okuyayım... diğer bir okuyuşumda okumamış gibi oluyorum. Ve yeni bir eser okur gibi oluyorum. Hadsiz bir zevk-i manevi ve nihayetsiz bir hazz-ı ruhî ile okuyorum.

    İşte gerek Sözler ve Mektubat ve gerekse remizlerin en hârika vasfı zannedersem bu ince noktada olsa gerektir. Âsâr-ı sâireyi bir defa okuyunca, ikinci bir defa okumağa o kadar heves uyanmıyor. Kur'ân-ı Hakîm'in envârını ne kadar okursam okuyayım, def'-i cû' edemiyorum. Bilhassa remizler, fakiri çok teshir ve hayrete müstağrak kıldı. Ve onları derhal yazıyorum.

    Re'fet

    127

    (Ahmed Husrev'in fıkrasıdır.)

    Bizi tarîk-ı Hakta dolaştıran, mânevî yaralarımızı tedâvî eden, hakikat uğrundaki düşüncelerimize bir kat daha metânet veren, bugünün şeytankârâne tehdidatına rağmen cesâretimizi takviye eden ve her hususta ruh ve kalblerimizi îman ve hakikat nuruyla nurlandıran ve sa'yimizde teşci' eden ve Kur'ân-ı Hakîm'in iki âyetini ihtivâ eden Otuz Birinci Mektubun Birinci ve İkinci Lem'alarını ve Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmından İkinci Remzi'ne ait mühim bir i'câzı da aldık, okuduk. Aldığımız mânevî feyzi, benim gibi yoksul bir talebenizin kalb ve kaleminin haddi değildir ki tarif etsin.

    Kıymettar Üstadım, nasıl o Hâlik-ı Zülcelâle, nihayetsiz bir minnettarlıkta bulunmayalım ki; aziz üstadımızı vasıta kılarak en büyük nimetlerini, pek ziyade muhtaç olduğumuz bir vakitte veriyor, bizi teselli ediyor. Hem memnun ediyor, hem istikbalin nurlu yüzünü göstererek bizi o nura koşturuyor. Bir taraftan kardeşlerimizi çoğaltıyor, muhabbetlerimizi teksir ediyor, Maddî ve manevî kuvvetlerimizi takviye ediyor. Diğer taraftan saâdet hazinelerinin anahtarlarını ellerimize veriyor...

    Ey aziz Üstadım... Allah sizden ebeden râzı olsun.

    Ahmed Husrev


    (Sh: B-127)
    128
    (Zeki'nin fıkrasıdır.)

    Ben istiyorum ki; bir an evvel bir yere çekileyim de, mesâiden hâriç zamanlarımı, o ulvî ve mukaddes hazine-i hakikat ve âsâr-ı giran-bahâ hizmetinde devama başlayayım. Fakat bugünlük bu yüce emelimin husûlünden, bizzarure ve bilmecburiye mahrum kalıyorum. Hiç olmazsa şu günlerde elimde, o mütalâası gönüllere ve kalblere bir safâ-yı sermedî ve câvidânî bahşeden kitab-ı kâinatın birer lem'ası ve birer nur-u timsâli olan eserlerinizden bir-iki tanesi elimde bulunsa idi, benim için nâkâbil-i tarif bir sürur ve saâdet menba'ı olacaktı ve ne bulunmaz bir ni'met, ne ele geçmez bir define olacaktı.

    Çok zaman evvel Sabri Efendi ağabeyim, yeni çıkan kudsî ve esrarlı nurlardan, bir cüz'ü bâri olsun, göndermek fikrinde olduklarını bildiriyorlardı. Gâliba müsaid vakit bulamadıklarından, yazıp gönderemediler. Hem bazı eserleri beraberimde getirmediğimden çok pişman oluyorum; onlardan başkalarını istifade ettirmek fırsatını bulamazsam da, mütalâa eder, mânen mücadeleye bir medar-ı kuvvet olurdu.

    Netice itibariyle.. madem ki, şimdilik o hazinelerden istifade edemiyorum; o halde, kendimi zararlı görmekte haklıyım. İnşâallah duanız himmetiyle, yakın bir zaman zarfında, o zararları telâfiye kâfi bir zaman ve bir fırsat ele geçer...

    Bir ömr-ü mukadderden mâdud olan şu günlerim, şükür ve hamd ile geçmektedir. Bana öyle bir kanaat geldi ki, kalbimi yokladıkça, kalbim bu kanaatı takviye ediyor... nefsimle mücadelede muzaffer olacağımı ümid ediyorum.

    Aziz Üstadım! Şu hicrana ve firaka, muvakkat olduğu için tahammül ediyorum. Ayrılığımız her ne kadar muvakkat olsa, yine beni müteessir ediyor. Bizzarûre mâlâyâni şeylere mâruz kaldıkça, "âh" diyorum, "Üstadımın yanında olsaydım" ve kendi kendime, daha doğrusu kalbime ümit ve cesaret tavsiye ediyorum. Reddedilen

    (Sh: B-128)
    bir arzu nasıl kesb-i şiddet ederse, emellerimin şimdilik husûle gelmemesiyle, îman ve emellerim de aynı nisbette kesb-i kuvvet ediyor, ruhum yükseliyor; kalbimde açılan pencereden, mânen daha serin ve daha geniş nefes alıyorum...

    Zeki

    129

    (Hulûsi Bey'in fıkrasıdır.)

    Üstad-ı Muhteremim Efendim!

    Bu mektubun mühim bir hususiyeti var. O da, tarîk-ı velâyet serlevhasını taşıyan ve çok ehemmiyetli bir mevzuu ihtiva etmesidir. Evet,
    اَلاَ اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَهُمْ يَحْزَنُونَ Âyet-i Celîlesine bir nevî tefsîr olan bu mübarek ve münevver eserle:

    l- Tarikat, hoşça tarif ediliyor.
    2- Faidesinden, cüz'î fakat güzel bir misâl gösteriliyor.
    3- Velâyet ve tarikatın münasebeti ve ehemmiyetleri; inkâr edenlerin fırka-i dâlleden oldukları ve bu hazine-i uzmâyı kapatmak, tahrip etmek ve bu kevser menba'ını kurutmak isteyenlerin fiillerindeki hatâ yüzlerine vuruluyor. Ve bu yolda, aklı başında ve insâfı olanı ikna edecek delâil ve misaller beyan olunuyor.
    4- Meslek-i velâyetin yekdiğerine zıd vasıfları ise, seyr ü sülûkün iki meşrebi gayet sarih izah ve tavsif ediliyor.
    5- Vahdetü'l-Vücud ve Vahdetü'ş-Şühûd meşrebi ile bundaki mühim varta beyân olunuyor.
    6- Velâyet yolları içinde en güzelinin Sünnet-i Seniyyeye ittiba'olduğu, velâyet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası ihlâs olduğu ve bu dünyanın darü'l-hikmet ve dârü'l-hizmet olup, dâr-ı ücret olmadığını fasih bir üslûb ile takrir buyuruluyor.
    7- Şeriatın şümûlü; tarikat ve hakikatın maksud-u bizzat hükmüne geçmemeleri iktiza ettiği, Sünnet-i Seniyye ve ahkâm-ı şeriat haricinde bulunan ehl-i tarîkatın iki kısmı tarif ve Sünnet-i seniyyeye muhalefetleri misâli ile fehme takrib ediliyor.

    (Sh: B-129)
    8- Tarikattaki sekiz varta sayılmakla, nazar-ı dikkat celbediliyor.
    9- Tarikatın pek çok fevâidinden dokuzu, icmalen tedris buyuruluyor.

    Heyhât! Bu maâliyatı lâyıkıyla fehmedemediğim için, ancak kabiliyetim nisbetinde feyz aldığımı itiraf etmek mecburiyetindeyim. Bununla beraber, bu biçâreye, bu mübarek eserinizle çok şeyler öğrettiniz. Bazı zaif bilgilerimi takviye ettiniz. Mütalâalardan, musahabelerden ve va'z u nasihatlardan, muhtelif meslek ve meşreb erbâbıyla hasbihallerden edindiğimiz bazı noksan kanaatları tashih ile sağlamlandırdınız. Allah-u Zülcelâl Hazretleri dünyevî ve uhrevî bütün matlûb ve maksûdunuzu ihsan, bilhassa, ümmet-i merhume-i Muhammediye (A.S.M.) hakkındaki dualarınızı dergâh-ı Ulûhiyetinde kabul buyursun.

    Hakikaten, Kur'ân'a, imana hizmetten başka bir şey düşünmeyen aziz ve muhterem Üstadımızı bu ümmete bağışlasın ve rıza-i İlâhîsine nâil buyursun. Âmin, bihürmeti Kur'âni'l-Mübîn ve bihürmeti İmâmü'l-Mübîn...

    Bu nurlu mektubu okuduğum zevâtın hepsi, muhteviyatını takdir ve tasdik ettiler ve eminim ki, çok istifade ettiler.

    Aziz, müşfik Üstadım... Allah için size muhabbet eden bu âciz talebenizi, her vesile ile îkaz ve irşada çalışıyorsunuz. Mânevî çok yüksek dersler veriyorsunuz. Fakat maddeten ve mânen yakınınızda, şeref-i sohbetinizle müşerref ve hizmet-i Kur'ân'a tevfîk-ı İlâhî ile çok emekleri geçen, cidden çok muhterem ve çok kıymetli kardeşlerim gibi feyz alamıyorum. Bunu da isyan ve kusurumun fazlalığından ve muhîtin, hâdisatın beni daima nurlarla iştigale mâni oluşundan ve çok yaman nefsimin, cin ve ins ve şeytanların hücumlarından biliyor ve bu sebeple bedbahtlığımı hissediyorum.

    Gerçi mazhar olduğum ve -yüzbin kerre yazık ki- şükrünü yerine getiremediğim niam-ı İlâhiye hadsizdir. Fakat her gün, her saat,

    (Sh: B-130)
    hatta her dakika ve saniye bu fâni hayattaki nasibimin kesildiğini ihtar etmekte olmasına rağmen, yine tamamen dünyadan elimi çekmekliğim mümkün olamıyor. Hazret-i Kur'ân'a, sevgili Üstadıma çok kuvvetli merbutiyetim ve Nebiyy-i Efham (Sallâllahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz Hazretlerinin getirdikleri Din-i Mübîn'e ve Şeriata lâyetezelzel îmanım, mübârek duanızla bu fakîr-i pürkusuru inşâallah hüsranda koymaz ümidi, yegâne tesellimi teşkil ediyor.

    Bu mektubunuzda Yirmi Altıncı Söz'ün Zeylinde bahis buyurulan ve alâ kadri't-tâkat, hükmüne tevfîk-ı harekete çalıştığım yol ki; acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkıdır. Aziz ve muhterem Üstadımın tarif ve tavsiye ve irşâd buyurdukları kestirme, Kur'ânî ve nûrânî caddedir. İnşâallah bu yoldan dönmem. Temenni ederim ki, hiç eksilmeyen ve vazife namı altında uhdeme tevdi edilen işler, bu sene duanızla ve hayırlısıyla biraz azalır da, hakikî hizmete daha ziyade çalışırım. Ve min-allahittevfîk.

    Hulûsi

    130

    (Sabri'nin fıkrasıdır.)

    Üstad-ı Âzam Efendim Hazretleri!

    Bu defa hoş ve lâtif tevafukatiyle nuranî yolculara dest-i mânevîsini uzatarak, ziyâdar parmağıyla "bizler başıboş, gelişi güzel serpilmiş şeyler değiliz..belki muvazene-i tâmme ve tevâfuk-u hakikiye ve bir kıyâs-ı kat'iyye ile inkişaf ve temevvüc eden Kitab-ı Semâviyye-i Kur'aniyyenin misalsiz birer yıldızlarıyız.." diyerek, bâlâsı zîrine, sağı soluna eyâdi-i mânevîsiyle musafaha ve mukabele edercesine, tevâfukatı müşahede edilen Kitab-ı Mübînin lemeât ve tereşşuhatının tevâfukatı, Onuncu Söz'de dahi müşahede edildi. Bu sözün mânidar ve hikmettar tevâfik ve intizamları, sanki kemâl-i hararetle yekdiğerine müştak ve mütehassir bir kaç samimî ve ciddî kardeş ve arkadaşların vuslatları gibi, Kur'ân-ı Azîmüşşanın her bir âyât ve kelâmı, taht-ı tasarrufuna aldığı kelime ve kelâmları, yine semâvâtın hadsiz elektrikleri olan yıldızlar gibi parlatarak, şu letâfetleri ile, insaniyet tarifine tam dâhil olan zîşuuru mest ve hayran bırakıyor.
    (Sh: B-131)
    Şurası da şâyan-ı hayrettir ki: Şu mübarek Onuncu Söz, mevzuu olan haşir mes'ele-i mühimmesi, kâinatın hitam-ı ömrüne muallâk ve mukadder olduğu gibi, Risaletü'n-Nur arasında dahi, bu Sözün en son tevafukatını göstermesi de ayrıca bir tevâfuktur diyorum. Cennet nehirleri demek olan 'Kur'ânî nehirleri, envâ-i türlü âvâziyle coşkun coşkun aksın aksın ki; zaman-ı câhiliyet ve devr-i fetrette, son derece ihtiyaçlı olan akvâm üzerlerine tulû eden şümûs-u Kur'âniyenin sür'atle inkişaf ve tevessü' ve nev'-i beşerin humsunu ihyâ, ebedî ve dâimî bir nurla tenvir ve idae eyledi gibi, şu asr-ı dalâlet ve hüsran ve devr-i bid'at ve tuğyanda, ehl-i îman ve tevhidin yaralı ruhlarına merhem olsun.

    Evet, altı-yedi seneden beri hoş ve şirin bu manzarayı gören lâtif ve nazîrsiz bir gül-ü Muhammedîyi (A.S.M.) koklayan Ümmet-i Muhammed (A.S.M.) Sûre-i Kevser'den
    بِحَمْدِهِ وَاْلمِنَّةِ mükâfat-ı ruhiyesini ve dimağiyesini aldı. Ve bu noktaya ruhum emin idi ki; çoktan beri ehl-i îman ve tevhid, islâmiyet gibi bâkî ve sermedî güneşin küsûf ve ufûlüne canavarcasına çalışmayı kendine vazife addeden ehl-i dalâletin pis programlarını görüp nevm-i gafletten uyanarak, Sûre-i Kevser'i tâkib eden iki sûreyi lisân-ı hâl ve kâl ile okuyarak zındıklara hitaben, "Bizler sizin nifak denizinde serseriyâne ve zulümkârâne gezen dalâlet ve sefâhet gemilerinize binemeyiz; ancak, Kur'ân-ı Mu'cizülbeyân'ın nuranî ve tevhid sikkeli iman ve İslâm zırhlılarına bineriz; menzillerimize vardığımızda muvaffakıyet ve semere-i sa'yimiz tezahür ve tahakkuk eder" diye bağırarak ve اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّهِ ilh... fermân-ı Mübînini tilâvetle, Sûre-i Kevser'in müjde ve beşâreti bizleri kuvvet ve metanete sevk, hem behçet ve meserrete yetiştirdi. Mâruzatiyle nusret ve fütuhatın gelmesi kokusunu alarak, fevc fevc daire-i Kur'âniyeye arz-ı dehalet ettiler. Bu hususta tesbih ve tahmidin ehemm vazifeleri olduğunu anlayarak tevbelerini reddetmeyen Cenâb-ı Rabbü'l-İzzet Hazretlerine istiğfara şitâb edip salâh ve felâh ve fevz-i necat yollarını tuttular.

    "Hemen Rabbim, hakikî verese-i Enbiyayı teksir, dünyevî ve
    (Sh: B-132)
    uhrevî âmâl ve makâsıdına muvaffak buyursun" duasını tekrar ile beraber Onuncu Söz'ün âciz kalemime kumanda verip yazdırdığı şu arîzacığımı takdime cür'et eder, bilhassa dest ve dâmen-i muallâlarını öperim efendim...

    Hâmiş: Harman ortasında Mevlevi-vâri dolaşan bu bîçâre çiftçi, sözlerini de işlediği işe benzeterek, söylediğini tekrar söylemiş, geçtiği yere dönmüş, yine gelmiş ise de, ne yapsın? Üstadı, yıldırım gibi seri hatvelerle ilerlerken, hiç olmazsa karınca yürüyüşü tâkib edeyim, irtibat kesilmesin niyetiyle şu perişan cümleleri derc ve takdim ettim efendim.

    Mustafa Sabri
    (Rahmetullahi Aleyh)

    131
    (Husrev'in fıkrasıdır.

    Kıymettar Üstadım!

    Bugün Süleyman Efendi Kardeşimle irsâl buyurulan; biri, dünyanın ömrünü îzah eden bir mektupla, diğeri Hazret-i Yûnus Aleyhisselâmın duasının fezâilini gösteren Otuz Birinci Mektubun Otuz Bir Lem'adan On Birinci Kısmının Birinci Kısmını aldık ve okuduk.

    Sevgili Üstadım, bu kısım bizi o kadar mesrur etti ki, târifine muktedir değilim. Cenâb-ı Hakk sizden ebeden râzı olsun.

    Bu risâle kat'î bir varlıkla bu ümmete necat kapılarını açıyor. Ve bu zulümatlı günlerin avdet etmemek üzere veda etmekte olduğunu ihbar etmekle beraber, şâkirdlerini hep birden ve bir ağızdan münâcata davet ediyor.

    Sevgili Üstadım; istikbâlimizi, nur deryasından fışkıran nücûmmisâl nurlarla aydınlatan ve bu kasvetli ve karanlıklı ve kâbuslu günlerimizde kat'î bir ümitle yaşatan ve her bir risalede lemeân eden yeni bir başka nurla yüzümüzü güldüren Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücûd Hazretlerine bîhisap şükrümüzü takdîm ederken, sevincimizi katlayan Üstadımızın vürûduna sabırsızlıkla intizarımızı arz ederim efendim.

    Ahmed Husrev

    (Sh: B-133)
    132
    Kardeşim Husrev, Lütfi, Rüştü!

    Size Üstad ve talebeler ve ders arkadaşları içinde faide verecek bir fikrimi beyan edeceğim, şöyle ki:

    Sizler-haddimin fevkınde- bir cihette talebemsiniz, ve bir cihette ders arkadaşlarımsınız ve bir cihette muîn ve müşavirlerimsiniz.

    Aziz kardeşlerim! Üstâdınız lâyuhtî değil... Onu hatâsız zannetmek hatâdır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla insâf odur ki: Bir seyyie, bir hatâ görünse de, sâir hasenata karşı kalbi bulandırıp itirâz etmemektir. Hakâika dair mesâilde külliyatları ve bazan da tafsilâtları sünûhat-ı ilhâmiye nev'inden olduğundan hemen umumiyetle şübhesizdir, kat'îdir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişârem, tarz-ı telâkkisine dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çünki, hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor.

    Fakat münâsebat-ı tevâfukiyeye dair işâretler, mutlak ve mücmel ve küllî surette sünûhât-ı ilhâmiyedir.Tafsilât ve teferruatta bazan perişan zihnim karışır, noksan kalır, hatâ eder. Bu teferruatta hatam, asla ve mutlaka zarar îras etmez. Zâten, kalemim olmadığından ve kâtib her vakit bulunmadğından tâbiratım pek mücmel ve nota hükmünde kalır, fehmi işkâl eder.

    Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım! Benim hatâmı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hattâ başıma vursanız, Allah râzı olsun diyeceğim. Hakkın hâtırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmârenin enâniyeti hesabına Hakk'ın hâtırı olan bilmediğim bir hakikatı müdafaa değil, aler-re's-i vel'ayn kabul ederim.

    Biliniz ki; şu zamanda şu vazife-i îmaniye çok mühimdir. Benim gibi, zaif, fikri çok cihetlerle inkısam etmiş bir biçareye yükletmemeli, elden geldiği kadar yardım etmeli. Evet, mücmel ve

    (Sh: B-134)
    mutlak hakâik; biz, zâhiri vesile olup çıkıyor. Tanzim ve tasfiye, tasvir ise, kıymettar, muktedir ders arkadaşlarıma aittir. Bazan onlara vekâleten tefsilâta, tanzimata girişiyorum, noksan kalıyor.

    Bilirsiniz ki; yaz mevsiminde dünya gafleti ziyâde hükmeder. Ders arkadaşlarımızın çoğu fütura düşüp tatil-i eşgâle mecbur oluyor. Ciddî hakâik ile tam meşgûl olamıyor. Cenâb-ı Hakk kemâl-i Rahmetinden iki senedir ciddî hakâika nisbeten yemişler, fakiheler nev'inden tevâfukat-ı lâtife ile ezhânımızı taltif etti, zihnimizi neş'elendirdi. Kemâl-i merhametinden o tevâfukat-ı lâtife meyveleriyle, ciddî bir hakikat-ı Kur'âniyeye zihnimizi sevk etti ve ruhumuza, o meyveleri gıda ve kût yaptı. Hurma gibi, hem fakihe, hem kût oldu. Hem hakikat, hem zînet ve meziyyet birleşti...

    Kardeşlerim; bu zamanda dalâlet ve gaflete karşı pek çok mânevî kuvvete muhtacız. Maatteessüf, ben şahsım itibariyle çok zaif ve müflisim. Hârika kerâmâtım yok ki, bu hakkâikı onunla isbat edeyim ve kudsî bir himmetim yok ki, onunla kulûbu celb edeyim. Ulvî bir deham yok ki, onunla ukûlü teshir edeyim. Belki, Kur'ân-ı Hakîm'in dergâhında, bir dilenci hâdim hükmündeyim. Bu muannid ehl-i dalâletin inadını kırmak ve insâfa getirmek için, Kur'ân-ı Hakîm'in esrârından bazen istimdad ederim. Kerâmat-ı Kur'âniye olarak, tevâfukatta bir ikrâm-ı İlâhî hissettim ki, iki elimle sarıldım.

    Evet, Kur'ân'dan tereşşuh eden İşârâtü'l-İ'caz ve Risâle-i Haşir'de kat'î bir işaret hissettim. Emsalleri bulunsun,bulunmasın bence bir kerâmet-i Kur'âniye'dir. İşârâtü'l-İ'câz'ın bir sahifesine dikkat ettik; satırların başında bütün hurufât ikişer ikişer olup, hârika bir intizam ile hurufâtın vaz'edildiğini gördük. Onuncu Sözde medâr-ı tevâfuk (3,4,5,6) rakamları, her birisi l3'te ittifakları... o l3'ün de, Altıncı ve Sekizinci, mahrem Dördüncü Remizlerde mühim bir esrar anahtarı olduğunu gördük. Bunda şübhemiz kalmadı ki, kâğıt üzerinde daima kalacak bir kerâmet-i Kur'aniyedir, bir ikrâm-ı İlâhîdir ve doğrudan doğruya, risâlenin ve iman-ı Haşrin tasdikına bir imza telâkki ettik. Havada uçmak, su üzerinde yürümeğe benzemiyor. Onlar muvakkat... hem şahsın kemâline ve ihtiyarına, belki istidrâca verilebilir. Doğrudan doğruya hakikate-hususan bu zamanda- hizmet edemiyor.
    (Sh: B-135)
    Her ne ise, bir küçük mes'ele münâsebetiyle çok konuştum ve çok da israf ettim Ahbabla fazla konuşmak mergûb olduğundan inşâallah bu isrâf afvolur.

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    133
    (Birâderzâdem merhum Abdurrahman'ın vefâtını müteâkip yanıma gelip, kuvvetli emarelerle Abdurrahmân'ın yerine bana gönderildiği kalbime ihtâr edilen, gayet çalışkan ve hâlis kardeşlerimizden, elmas kalemli, Kuleönlü Sarıbıçak Mustafa Hulûsi'nin, on fıkra yerine geçecek tek birinci fıkrasıdır.)

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ الْقُرْآنِ وَاَسْرَارِهَا


    Ey benim muhterem Üstadım!

    Âciz talebeniz, küre-i arz içerisinde ruhum bazan şarka, bazan cenuba, bazan garba, bazan şimale, bazan semâya giderdi. Acaba yardım ne taraftan erişecek diye beklerdim. Ruhum bir mürşid-i ekmel taharri ederdi. Aramak üzere iken bana ilham olundu ki, mürşidi sen uzakta arıyorsun, pek yakınında bulunan Bediüzzaman vardır. O Zâtın Risale-i Nur'u müceddid hükmündedir. Hem aktabdır, hem Zülkarneyn'dir, hem âhirzamanda gelecek İsâ Aleyhisselâmın vekilidir; yani müjdecisidir." denildi. Bunun üzerine Üstad-ı muhteremin nezdine vardım. Risaleleri, bize yazmak için emir verdi. Ben de on beş kadar Sözler'den yazdım ve okuyorum. İstidâdım kısa, fikrim müşevveş olduğundan, risalelerden hakkıyla istifâde ve istifâza edemiyordum.

    Bilâhare, Yirmi İkinci Mektubu verdiniz yazdım. Bir-iki defa arkadaşlarımla okudum. Âciz talebenizin maddî ve mânevî on beş yaşından beri, mazide birikmiş olan küflü yaralarını tedâvi etti. Elhamdülillâh. Bunun üzerine bir rü'ya gördüm. Rü'ya budur:
    (Sh: B-136)
    "Menâmda, kıbleye karşı bir vilâyete gittim. O vilâyette gezerken, iki büyük acîb fabrikaya rast geldim. Bu fabrikalar, dünyadaki fabrikalara benzemiyor ve hem de, bu fabrikalar insanın sağ cenahına geliyor. İkisinin de sahipleri yok. İçerisine girdim; fabrikanın biri büyük, biri küçük. Bu küçük fabrikayı ben idare ederim diye, ona sâhib oldum..." Bunun üzerine bir rü'ya daha gördüm:

    "Kıbleye karşı uzun bir kışla ve kışlanın içinde büyük bir fırın var. Ben de o fırının dairesindeyim ve ayak üzereyim. Karşımda, gençlerden ehl-i takvâ Süleyman isminde bir genç vardı. Ve sağ tarafımda yine gençten, İsmail isminde birisi vardı. Buna binâen, alettahmin yüz kadar gençler, o fırının dairesinde sağımda ve solumda ayak üzere idiler. Hayret ettim. Bunun üzerine büyük bir zât geldi, gençlerin önüne ufacık bir mendil serdi. O mendil üzerinden, dört köşe haşhaşlı ekmeği gençlere birer birer dağıttı. Bilâhare, o mendilin içinden birer avuç da kuru üzüm dağıttı. Bakıyorum; o mendilden üzüm ve ekmek tükenmedi. Hayret ettim. Bana denildi ki, bu mübarek zât, Said Nursî'dir. Ben de anladım ki; bu hârika iş aktablarda bulunur." dedim uyandım.

    Bunun üzerine risaleleri devam üzre yazmakta iken, Allah'ın tevfîkı ve Üstad-ı muhteremin himmeti erişti. Çok çok istifade etmeye başladım. Bilâhare, bütün o rü'yamda gördüğüm gençler, etrafıma toplandı. Her birisi bana arkadaş ve Kur'ân'a talebe oldular. Ve bir de bizim memleketin insanları, bir parça ehl-i tarikat ve ehl-i takvâdır. Memleketimizde zâhir ve bâtın hocası olmadığından şeytana ve nefse çok defa hedef oluyorduk ve evham içinde boğuluyorduk. Risaleleri okudukça, şeytan-ı lâîn ve nefsin hilelerini ve evhamlarını Cehennemin dibine atıyordu. Risaleleri okurken, çok arkadaşlar çok hayrette kalırlardı.

    "Bu koca Bedi', bu lü'lü-misâl bu sözleri, bu kelimeleri nereden buluyor?" diye birbirimize çok defa diyorduk. Lisânına baksan, birşey istifade edilmez gibi görünüyor. Halbuki, söyledikleri hep
    (Sh: B-137)
    hikmettir. Nazarımıza dehşet veriyor, nur seriyor (Haşiye) diye, tekrar tekrar iştiyakla okuyorduk. Bunun üzerine, "Risaletü'n-Nur ve Mektûbatü'n-Nur, okuyanlara bir iksîr-i a'zamdır" diye hükmettik.

    Muhterem Üstadım, maddî ve manevî yaraları bulunan, bu yüz arkadaşlarımın yaralarını, risaleler tedavi ediyor. Hattâ, bazan bizden uzak olanlar evhama boğulur, gelirler, âciz talebeniz bir risâle okursam evhamını kaldırır giderlerdi. Cenâb-ı Hak, Feyyâz-ı Mutlak ve Hallâk-ı Azîm mevcudat ve câmidat ve zerreler adedince sizden râzı olsun.. âmîn...

    Yarın Mahşerde, herkesten evvel Resûl-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem Efendimiz Hazretlerinin şefaatine mazhar ol, inşâallah.. âmin. Bu gençlerin her gün, her saat duasını alıyorsunuz. Ve her bir risaleyi okurken, en aşağı sekiz on kadar arkadaş bulunuyor. Halbuki bu fitne-i âhirzamanda, bu gençlerin bir araya gelip hak söz dinlemeleri pek mühimdir ve medâr-ı şükrandır.

    Bu âciz talebeniz Arabî görmemiş ve medrese hiç görmemiş. Eskiden yazılmış Türkçe kitapları okurdum, maddî ve manevî yaralarımı tedâvi edecek ilâç bulamazdım. Ruhum ve kalbim çok çırpınıyordu. Öyle bir dereceye gelirdim ki; her saat kendimi intihar etmeğe karar verirdim. Acaba hâlim nedir ve ne olacak? Mürşid-i kâmil nerede bulabilirim diye çok merak eder ve yeis içerisinde kalırdım.

    Cenâb-ı Hak, nasıl ki Cehennem gibi bir zaman içinde Cennet gibi bir zamanı halk eder; ve her zamana lâyık çâreleri icad eder; ve her yaraya muvafık ilâcı ihsân eder.. öyle de, bu medresesiz zamanımızda bizim gibi yaralılara-Üstad-ı muhterem vasıtasıyla-risaleleri Türkçe olarak te'lif ettiriyor. Buna ne kadar şükredeyim.. lâyuad ve lâyuhsa Cenâb-ı Hakk'a şükürler olsun ve Üstad-ı muhteremi de Kur'ân hizmetinde muvaffak edip iki cihanda aziz eylesin, âmin.
    (Haşiye) Evet Mustafa kardeşim, Said'in üç şahsiyetinden ikisini tamam fark etmiş. Said'deki Üstadını, ders verdiği vakit âlî görüyor. Bîçâre dostu olan Said'i, hakikatte olduğu gibi âdi görüyor ve gördüğü doğrudur...
    (Sh: B-138)
    Ben hiç bir Arabiyat görmeden, medresede beş-on sene okumadığım halde; yalnız risaleleri yazıp ciddiyetle okudum. Kendimi yirmi sene medresede okumuş gibi tahayyül ediyorum. Sebebi ise; bu âcizin, bu fakirin, bu miskinin nezdine çok Arabiyat hocaları geliyor ve benim okuduğuma hayret ediyorlar. Evvelden mürşid-i kâmil terbiyesi görmüş insanlar, geliyorlar, benden işittikleri kelimelere meftun oluyorlar. Çok hocalar, iki diz üzerine gelip risale okuyuver diyorlar.

    Eğer sesim erişse, olanca kuvvetimle bağırarak, küre-i arzdaki gençlere diyecektim: "Risaleleri ciddî okumak ve yazmak, yirmi sene medresede okumaktan fâiktir ve daha menfaatlidir." Medresede okumaktaki maksad; evvelâ kendini kurtarıp, sâniyen Ümmet-i Muhammed'i (A.S.M.) kurtarmağa çalışmak değil mi? Risaletü'n-Nur ve Mektubatü'n-Nur, yirmi senelik medrese ilmini veriyor itikadındayım.

    Ve her bir risale, tek başıyla bir mürşid-i ekmeldir. Kalbi bozulmamış herhangi genç, bir risaleyi alıp dikkatle ve teslimiyetle okusa, daire-i inkıyâda geliyor, ıslâh oluyor. Herhangi bir maddiyyun bir risaleyi alıp okursa, iman etmezse de hiç bir bahane bulamıyor. Herhangi bir dinsiz okusa ve tamam mânasıyla anlasa, imana geliyor. Herhangi bir feylesof okusa, "Bundan daha yüksek akıl olamaz ve akıllar toplansa bunun fevkine çıkamaz, akıl buna yol bulamaz" diyor. Risale-i Nur, lisân-ı hâl ile Avrupa meftunu bulunan tek gözlü deccâla "Ya îman et, yahut bütün dünyanın maskarası olacaksın" diyor.

    Şimdi aziz ders kardeşlerim, bu fakir, bir tane mürşid-i ekmel ve kutub ararken, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanıyla, keremiyle, lütfuyla, rahmetiyle, Üstad-ı muhteremin sa'yi ile yüz on dokuz mürşid-i ekmel ve kâmil buldum. Risaletü'n-Nur ve Mektubâtü'n-Nur, yüz on dokuz adediyle, her birisi birer mürşid-i ekmeldir ve aktabdır.

    Ey maddî ve manevî yaralı olan genç kardeşlerim! Ve ey mürşid-i ekmele muhtaç olan ehl-i tarikat kardeşlerim! Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazâlî,

    (Sh: B-139)
    Muhyiddin-i Arabî, Mevlânâ Hâlid (Radıyallahü anhüm) Kaddesallahü esrârehüm Hazretlerinin derece-i kemalâtları, merâtib-i îmanları risalelerde ve Mektubat'da vardır. (Hâşiye)

    (Hâşiye) Merhum büyük kardeşim Mustafa, risalenin şakirdleriyle velâyetin şâkirdlerini ve birbirinin arasındaki dereceyi anlatmak istiyor. Bu mes'eleyi Risale-i Nur halletmiş. Hem tevhid-i âmi ile tevhid-i hakikîyi göstermiş. Hem gözü kapalı olarak gitmenin ve gözü açık olarak gitmenin farkını Risale-i Nur beyan etmiş. Hem âlem-i yakaza ile âlem-i menâmı Risale-i Nur keşfetmiş. Hem âlem-i misâl ile âlem-i şehadeti birbirinden risale-i Nur ayırmış. Hem velâyet-i kübrayı, velâyet-i vustayı, velâyet-i suğrayı ve birbirinin farkını, tamamiyle Risale-i Nur göstermiş. Bir sohbette, bir kademde - Sahâbelerin meseli gibi zâhirden hakikate geçmenin sebeplerini anlatmış. Hem tarikat şeyhlerinin ve "Eimme-i Erbaa" nın caddelerini Risale-i Nur beyân etmiş Hem ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn ile elde edilen imanın farklarını Risale-i Nur göstermiş. Hem Hazret-i Ebubekir-i Sıddîk (R.A.) ve Hazret-i Ömer (R.A.) ve Hazret-i Osman'ın (R.A.) meşrebini Risale-i nur tâkib etmiş. Hem İmam-ı Ali'nin (R.A.) bir veled-i mânevîsi olduğunu, Celcelûtiye'yi tefsir ile Risale-i Nurun kıymetini ve vazifesini Risale-i Nur göstermiş, Hem Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Mehdî ve İsâ Aleyhisselâm ve Deccal ve Ye'cüc-Me'cüc ve Sedd-i Zülkarneyn hakkındaki müteşabih Hadîsleri Risale-i nur te'vil etmiş, esas maksadı anlatmış.

    İmam-ı Ali (R.A.), Şah-ı Geylâni (R.A.), Sekizinci, On Sekizinci, Yirmi Sekizinci Lem'alar ile ve Sekizinci Şuâ ile kerâmât-ı evliya hak olduğunu ve yerde iken Arş-ı A'zamı müşahede ettiklerini Risale-i Nur beyân etmiş. Hem umum müctehidler, "mütekellimînden birisi gelecek hakaik-i îmaniyeyi ve bütün mesâili vâzıh bir surette beyan edecek" diye müjdelerini, Risale-i Nur, hâdisât-ı âlem ile isbat etmiş. Hem bütün her asırda gelen meb'uslar, veliler keşfiyatlarında, "birisi gelecek, şarktan bir nur zuhur edecek" diye Risale-i Nurun şahs-ı ma'nevîsini ve üstadımın şahs-ı mânevîsini ve talebelerin şahs-ı mânevîsini görüp, bütün ümmet-i Muhammed'e (A.S.M.) Risale-i Nurun faziletini, ehemmiyetini, kıymetini ve emr-i Peygamberî ile bütün ümmet virdlerinde azâb-ı kabirden ve âhir zamanda gelecek fitneden, deccâlın şerrinden istiaze etmelerini ve yapacağı maddî ve mânevî tahribatını Risale-i Nur tamir yaptığını görmüşler. Müjdeler, beşâretler, işâretler, remizler ile haber verdiklerini, Risale-i Nur, Eskişehir, Denizli, Afyon, İstanbul gibi hâdisât-ı âlem ile göstermiş...

    Elhâsıl: Asırlardan beri beklenilen ve muntazır kalınan zât, Risale-i Nur imiş. Hatta Üstâdın kendisi de bir zaman böyle bir zâtın geleceğine muntazır imiş. Hulbuki, ne ağabeyim Mustafa'nın ve ne de benim haddim değil ki, Risale-i Nurun kıymetini ve vazifesini beyan edeyim, heyhat!

    Risale-i Nur, Kur'ân'ın has tefsîri olduğundan Kur'ân'a bağlıdır. Kur'ân ise Arş-ı A'zam'a bağlıdır. Onun için, Risale-i Nuru Kur'ân medh ü senâ edebilir. Birinci Şuâ'da otuz üç âyetiyle işâret etmiş.

    Bunu yazmaktan maksadım; ağabeyim Mustafa'ya Risale-i Nurdan medet ve Kur'ân'dan şefaat ve Üstadımdan dua istemektir...

    Talebeniz Küçük Ali

    (Sh: B-140)
    140
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  7. #17
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    YİRMİ YEDİNCİ MEKTUBUN ÜÇÜNCÜ KISMI
    VE ÜÇÜNCÜ ZEYLİN NİHAYETİDİR

    (İkinci Sabrî ve İkinci Husrev ve Birinci Ali'nin fıkrasıdır.)

    Ey Yüce Üstad!

    Cenâb-ı Erhamürrâhimîn'e çok şükürler ki, size, o muazzam Kitâb-ı Mübînin hazine-i hakâikının miftahını, rahmetiyle ihsan buyurmuş. O hakâik-ı azîme ki, bütün dünya halkının eşedd-i ihtiyaç ve atş ile, sabırsızlıkla, müterreddid, mütehayyir, "acaba bir âb-ı hayat bulacak mıyız?" diye bir hâlette iken, o mahfuz ve mestur zemzeme-i azîmenin musluklarını açarak, her meşreb ehlinin müracaatlarında içirilmemek kabil olmayan bir tarzda, cüz'î, küllî hatta pek âmî olanlar bile bir damla ile hararetini kestirecek derecede vazife-i âliyenizde münteşir, tekellüfsüz, tasannûsuz, çok cihetlerle kanâat-ı kâmile ile şahid olabildiğimiz bu vazife ile muvazzaf ve ancak ilm-i bînihâyeden lemeân eden, arş-ı Hudâ'ya nazar ile âleme rahmete vesile olduğunuz hengâmda ne diyebilmek mümkün ve ne cesaret!

    Hem bütün mümkinatla alâkadar, o muhit ve ehass-ı havassın bile tam fâik derecesinde massedebilmesi, bence baîd diyebileceğim serâser nur olan eserlere, fakir gibi, her hususta nısf değil hiçin hiçi olanların, bu hususta mütalâa değil, elime kalem alıp o mübarek fikr-i âlinin içine müşevveş fikrimi karıştırmaktan korkuyorum ve cesaret edemiyorum. Gaye-i maksad olan, yalnız Üstadım, her hususta muvaffakıyete kısa nazarım ile bakıyorum. Muvaffakıyetler neticesi, bizim için bir eyyam-ı mübareke uzaktan uzağa görünüyor.

    (Sh: B-102)
    İnşâallah o yevm-i mev'ûdu, duanız himmetiyle göreceğiz ve biz görmezsek, fütuhat-ı azîme nâil olan eserleriniz, pek bâlâ bir mevkide kahramanâne müşahede edecekleri şübhesizdir. Cenâb-ı Hak sizden ebedî râzı olsun. Dua-yı âciziyeden başka bir mütalâa dermeyan edemiyeceğimden o hususu; fikr-i âlî, kalb-i sâfî kardeşlerime havâle edip, el ve eteklerinize yüzlerim sürerek, kırık dökük sözlerimden affınızı dilerim.

    Üstadım, bu üçüncü nükte-i kenziyeyi mütalâa ettim. Sûre-i Alâk-ı Mübareğin hurûfâtının îma ettiği sırlar karşısında hayretimden gayr-i ihtiyârî, "Allah, Allah" lâfz-ı celâli ağzımdan çıkmakla öz ve gözlerim hazin hazin yaşarıyordu ve şöyle düşünüyordum: Evet nasıl ki, kâinatın her zerresi Hâlik-ı kâinata şehadet ve gülümseyerek haber veriyorlar. Öyle de, kâinatın haritası olan Kur'ân-ı Hakîmin vücudunu teşkil eden harfleri de, hâdisat-ı kevniyenin mâzi, hal ve müstakbeline lisan-ı halleriyle şehadet edecekleri bedihîdir diyorum. Bu düşüncemin îzahını nihayetteki ihtarında buldum, elhamdülillâh dedim.

    Hele mübarek Sûre-i Rahman, şu zamanın efkâr-ı bâtıla ve fir'avn-meşreb kafalara yıldırım-misâl sâika ile pek sarih bir sûrette, her işi Rahmânürrahîmin diye isbat ve otuz bir defa bir cümle tekrar ile, çör-çöpten ibaret olan tabiiyyun ve maddiyyun tahassungâhlarını, o kudsî harflerinin remziyle zîr ü zeber ediyor. Zaten Üstadım, çok yerlerde de beyan buyurduğunuz gibi, bu kâinat kitabını açan Kâdir-i Zülcelâl ve Hâkim-i Zülkemâl, o kitabı kapayıncaya kadar, o kitabın sahife, satır, harf ve noktalarını hakkıyla îzah edecek ve hikmetini gösterecek bir müfessir, bir muarrifi ve o muarrifin verese-i hakikisini rahmeti muktezası ile eksik etmeyecek.
    اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى


    Evet Üstadım! Şâhidim ki, çok yorgunsunuz ve yoruluyorsunuz. Fakat o vazifenin kudsiyeti yorgunluğa değil, her şeye tercih edileceğini buyuruyorsunuz. Madem şu zamanda iki mühim cereyan-ı azîmenin birisinin kumandasını Cenâb-ı Hak size tahmil

    (Sh: B-103)
    etmiş oluyor ki, bütün dünya Kur'ân'ın beyan ve esrârından mânen sizi dinliyor, inşâallah her vakit dinleyecek. Bu nânevî muharebe zamanında netice-i muharebe yalnız insanların izmihlâline değil, belki bütün mevcudatın netice-i tahribini taşıyan ve istîmâl eden muharriblerledir. Öyle ise siz yalnız bize değil, ilâ yevmil kıyâm bâki kalacak müslüman yavrularının yaralanmaması için zırh; ve bir endahtta dünyayı sarsan, gürûh-ı hazeleyi boğucu dumanlar içinde bırakan, Kur'ân-ı Hakîmin son sistem malzeme-i mübarekelerini îcada vesilesiniz. Var ol ey sevgili Üstadım! Hemen, Rabbim yorgunluğunuza bedel bin ehl-i gazâ sevâbı ihsan buyursun, âmin.

    Affınıza mağruren şunu diyeceğim ki: Madem, mânevî cihad zamanıdır, muvazzaf askeriz ve askerlikten lezzet aldığımızı söylüyoruz, düşman hem dessas, hem surî kuvvetlicedir. Kılınç hasma göre çekilir düsturiyle, sizin telâşsız ve ârâmsız sa'yiniz gözönünde iken, cephemize hile tuzağı addedilen hubb-ı câh ve sermaye-i dünya gibi, çok câzibedar şeylerle bizi aldattıklarını bilmeliyiz. Ve cepheyi bırakıp, âfil şeylere aldanıp, çok mübârek ve mukaddes şeylerin ayak altında kalmasına sebebiyet vermemek için, ancak ve ancak Cenâb-ı Kibriyânın azamet ve kudretinden şümullü rahmetinden ve şâh-ı Levlâkin himmet-i âmmesinden ve zât-ı üstadânelerinin makbul ed'iyelerinden gece ve gündüz hissemend olmamazı niyaz ediyorum ve böyle îmanım var ve her dakika ârâmsız bekliyorum.

    Hafız Ali
    (Rahmetullahi Aleyh)

    112
    (Hulûsi Bey'in bir fıkrasıdır.)

    Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmı şeâr-i İslâmiyenin tağyirine asla râzı olmayan ve tahammül edemeyerek kulaklarını tıkayanların kanaatlerindeki isabete kat'î bir hüccet.

    2- Te'vilkârâne (zâhiri muvafakat gösteriyorum) iddiasında bulunanları, birinci zümreye ilhak ettirecek müessir bir kuvvet.
    (Sh: B-104)
    3- Ulemâ-üs-sû' ahzâbına şedid bir tokat.

    4- Muhtelif nâm ve vesilelerle, dinsizlik gayesiyle bid'alar çıkaranlara, kâhir bir darbe-i kudret ve tavk-ı lânet.

    5- Beşinci ve altıncı işaretler, ıslâh-ı âlemin bizzat Hazret-i Mehdî'nin zuhuruna vabeste olduğuna kanaat eden zümreden, bu zât-ı âlîşânın dahi bu emirde muktedir olmasında şübhe duyanların, bu vehimlerini bertaraf edecek, itimadlarını te'min edecek, gayet kuvvetli güneş gibi bir hakikat.

    6- Yedinci işaret, bu asrın en mâkul mücahedesinin nasıl yapılmak iktiza ettiğine delalet eden, mahz-ı hikmet gibi hâssaları câmidir.

    Âciz kardeşinizin kısa vasfı da, elbette aczine şehadet eder. Yoksa bu hakâîkı lâyıkıyla vasfeylemek, bu bîçârenin haddi değildir.

    Dünyevî meşgalem, hususî işlerimiz ve pederime yardım gibi, mecburî ahval ve duygular, evvel ve âhir arz ettiğim gibi, hizmet-i Kur'âniyedeki vazifeme çok mâni oluyor. Ne yapayım. (Elhamdülilâh, alâ külli hâl) diyorum. Duanıza çok muhtacım ve muhtacız. Biz her vakit sevgili Üstadımıza duada bulunuyoruz.

    Hulûsi

    113
    (Sabri'nin fıkrasıdır.)

    Üstad-ı Ekremim Efendim Hazretleri!

    Ekalli, kırk seneden beri hakikat âleminde nurlar saçan nuranî, kudsî, feyizli sözlerin kâffesi, bütün safahatında tarikat ve seyr-i sülûke ait pencereleri küşâd ile, müştaklara temaşa ve berk-i hâtif misâl (teâlev eyyühel ihvân) nidâ-i belîği ile dâvet etmekte iken, dürbünî bir nazara mâlik olanlar, pek âşikâre görüp ve dinleyip iltica etmekte iseler de, bu abd-i pürkusur onlarla omuz omuza yürüyen, tarikatın ne demek olduğunu, matla'-ı şems-i füyuzat ve memba'-ı fevz-i necat olan, Yirmi Dokuzuncu Mektubun dokuz levha-i saadeti câmi Dokuzuncu Nüktesini okuduktan sonra, alâ kadri'l-istitâa

    (Sh: B-105)
    öğrendim. Nihayetsiz füyuzat ve hadsiz ezvâk-ı mütenevviayı hâvi olduğunu, bir kat daha tasdik ettim. Elhamdülillâh, şu nüktede nura muhtaç kalbime lâyuad nurlar bahşedildi.

    Kalbimin hissedip, lisanımın ifadeye muktedir olamadığı derya-yı hakikata dalarak, şu eser-i giranbahânın şâyân-ı men ve şükrân olduğunu arz ve mâba'dının tevâli ve temadisini can ve yürekten taleb ve temenni etmekte iken, işte tetimmesi olan üç telvih de ihsan buyuruldu.

    Bu hâtime kısmı, vartalardan kurtulmak çaresini gösteren irşad ve îkazlarıyla, cidden bir levha-i saâdet ve bâis-i hayât-ı mücedded olmuştur. Acaba her an, en az binbir nevi semere-i saâdet ile teğaddi etmekten kaçan ve cadde-i kübrâya asla lâyık olmayan, iftira ve isnâdât perdelerini görüp, şu meş'ale-i adîmü'l-misâli söndürmek, zulümat ve dalâlât vadilerine yol açmak isteyen bakar körlere, ne demeli?

    Nazîrsiz şu'leleriyle asr-ı hâzırı ihyâ ve tenvir ve istikbâlin krokisini bihakkın tanzim ve tahkim eden nurlar, ilelebed pâyidar olsun. Dilerim, Bâri-i Teâlâ hazretlerinden ki, şu âsâr-ı Pürnûrun, bütün ümmet-i Muhammed (A.S.M.)'a ta'mîmine muvaffakıyet ve müyesseriyet ihsân buyursun. Âmin.

    Sabri

    114

    (Husrev'in fıkrasıdır.)

    Sevgili Üstadım Efendim,

    Kenzü'l-arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur'âniye'de, yanlışlığın tarafımızdan nasıl karşılandığını suâl eden ve hatâsının esbabını bize îzah eden, sevimli mektubunuzu aldım. Bu kısmı, Sûre-i Kevser'in lâtif ve yüksek tevâfukatını gösteren Altıncı Remiz'le ve bir de büyük bir fâtihten, daha büyük olan tarikata ait kısımla beraber okudum.

    Bu hafta sevincim ve şevkim pek ziyâde idi. Bir taraftan, senelerden beri tab'edilmesi ve âlem-i İslâma neşredilmesi için

    (Sh: B-106)
    istinsah edilen, o kıymettâr mahzen-i hakâik; emin vâdilere gönderiliyordu. diğer taraftan, şu baharın câzibedar güzelliğinden, pek çok yüksek bir nûraniyetle karşımıza çıkan Yirmi Dokuzuncu Mektub'un her bir kısmının verdiği zevk-i mânevî içerisinde yaşıyorduk. Kenzü'l-arş duasının feyzinden gelen ikinci bir nükte-i Kur'âniyeyi, mektubunuz gelmeden evvel arkadaşlarla birlikte tekrar okuduk. Tedkik gâyesi hiç birimizde olmadığı için, on dakika içerisinde, yazılan bu kısmın nûrânî şû'leleri arasında kaldık. Okurken, ağzımızdan arada sırada çıkan sadâ-yı hayret ve taaccübden başka bir şey işitilmiyor ve yüzümüzden akan beşâşet, duyduğumuz manevî zevki, târife kâfi geliyordu...

    Sevgili Üstadım!

    Her bir risale aramızda pek büyük bir sevinçle karşılandığı ve hayretle okunduğu ve lâyık olduğu şekilde hürmet gördüğü için, her nasılsa vâki olan hatam hakkındaki mektubunuzu aldığım vakit, kıymettar üstadım, bu hali bize ihtar etmeseydiniz, biz hiç bir vakit böyle şeyle meşgul olmayacaktık ve "yanlış var" diyenlere karşı da hak dâva edeceğimizde hiç tereddüt etmeyecektik. Sûre-i Kevser'in ve Sekizinci Remzin tevâfukat-ı hurufiyeleri üzerinde birer birer tedkikatta bulunmuş ve hiç birinde noksan bulamamıştır. Esasen bu tedkikatımız, noksan aramak gayesiyle değil, belki tevsi malûmat ve bir de mânevî gıdamızı almak için vukû buluyordu. Bu akşam fakirhanede Re'fet, Lütfi, Rüşdü Efendi kardeşlerimle oturmuş bu hususta tekrar konuşmuştuk. Hepimiz diyorduk: Üstadımız bize söylemekte, hiç bir şeyden çekinmediğini biliyoruz. İşte bu hâl bizlere kâfidir. Şimdiye kadar da böyle bir şey vukû bulmuş değildir. Bu hususta en büyük şâhid; bu Risaleler, ilmi kendilerine isnad eden zâtların ellerinde gezdiği halde, onları da tasdike mecbur etmiştir.

    İşte sevgili üstadım... Bu hâdisat dimağımızı daha ziyade takviye etmiş bulunuyor ve bizi size daha ziyade rabtediyor. Her hususta bizi himâye ve vikâye etmekte olduğunuza kâfî ve daha kat'î bir bürhan yerine geçmiş bulunuyor.

    (Sh: B-107)
    Sevgili Üstadım... Bu hafta hatt-ı destinizle pek çok zahmet çekerek, bin müşkilât içerisinde yazdığınız bütün Kur'ân'daki tevâfukatı gösterir bir nükteyi daha aldım. Bundan başka bu nükte gibi umumî olup, yalnız tarzları ayrı olmak üzere iki tevâfukat listesi daha yazılacağı iş'âr buyuruluyor. Onları da sabırsızlıkla bekliyoruz ve yorgunluğunuzu hatırladıkça, yüreklerimiz sızlıyor. ;Cenâb-ı Hakk, sizlere lâyık bir tarzda hayr-ı kesir ihsan eylesin. Âmin...

    Husrev

    115
    (Husrev'in fıkrasıdır.)

    Sevgili Üstadım, Muhterem Efendim,

    Kur'ân-ı Kerîm'in âyât ve kelimât ve hurufâtında görünen ihtilâf bertaraf edilmek üzere, yeniden hakikî ve esaslı bir sûrette âyât ve kelimât ve hurufâtın tesbit edileceği hakkındaki iş'âr-ı fâzılâneleri, cidden şâyân-ı tebşirdir. Bu ve bu gibi ahvâl, bizi üstadımızın ulvî ve umumî olan vazifesinde her vakit için Cenâb-ı Hakk'tan muvaffakıyet talebinde bulunmaklığa sevk ediyor. Bilhassa kardeşimiz Hacı Nuh Bey'e yazılan mektub sûreti ve buna mümâsil diğer mektûbât, bizim hayatımızı değiştirmiş ve müstakbeldeki hayatımıza nurlar serptiği gibi, bugünkü insanlığın giriftar olduğu riyakârlık, tabasbus ve temellûk ve emsâli gibi pek çok ahlâk-ı rezîleden kurtarmış ve her birerlerinin yerlerine de ahlâk-ı hasene fidanları gars ederek, birer şecere-i âliye ve nâfizenin vücuda, gelmesine sebebiyet vermiştir. Hattâ o kadar diyebilirim ki, bugünkü beşeriyetin duygularından bambaşka bir hayata sevk etmiş ve her ân, "Halikımız bizden ne suretle râzı olacak ve bugün ne gibi bir sa'y ile sahife-i hayatımı kapatacağım. Acaba ümmeti bulunduğumuz o sevgili Peygamber-i Zîşân Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin, dalâlet yolunu tutan veyahut dalâlete gidenlerin arkalarından giden ümmetlerini, ne suretle tarîk-ı hidâyete getirmek için sa'y etsek hoşnudiyet-i Peygamberî'yi (A.S.M.) celbedebiliriz" duyguları ve mefkûreleriyle yaşatmaktadır.
    (Sh: B-108)
    Kıymettar üstadlarına her hatvede ittibaı seven o talebelerinizin ruhlarında, üstadlarının en güzel fıkrası olan "Kur'ân-ı Azîmüşşâna fedâ olan bu baş, başkalara eğilmeyecek." sözü hayatımızda en güzel ve en büyük bir miftah ve bir düstur olmuştur.

    İşte bu hayatta, bu zevkle yaşadığımız için, bu vâdideki korku denilen mevhum kuvvet, talebelerinizin hak uğrunda gösterdikleri cesâretten korkmaktadır. Rızâ-i İlâhî uğrunda her gelecek hâle memnuniyetle göğüs germeyi, üstadlarının hâlinden her gün ve her an ders alan talebelerinize ve kardeşlerime hayırlı muvafakıyetler ve saâdetler temenni ederken; sevgili üstadım; size de lâyık olduğunuzdan daha güzel bir şekilde ve daha elyâk bir tarzda eltaf-ı Sübhaniyeye nâiliyetiniz için dua eder ve dâmenlerinizi kemâl-i hürmet ve tâzimle öperim, efendim hazretleri ...

    Husrev

    116
    (Nasuhizade Şeyh Mehmed Efendi'nin fıkrasıdır.)

    Bülbül-i Bağistan-ı Kur'ân, Üstad-ı Ekremim, Efendim Hazretleri!..

    Mürşid-i ekmel, şeyhim Hacı Rahmi Sultan Hazretleri, seferberliğin ikinci senesinde irtihâl-i dâr-ı bekâ buyurdular. Burdur'u teşrifinizden bir ay evvel, merhum Rahmi Sultan ile beraber bir câmi-i şerifte bir kaç cemaatla bulunmakta iken, sükût-ı hâl-i murakabeye varıldı. Bazı velîler ruhânî teşrif buyurdular. Nihayette, siz üstadım teşrif buyurdunuz. Bir cezbe-i Rahman zuhur ile uyandım, kendime geldim. bir ay sonra Burdur'u teşrif ile, bazı yevm sahbet-i irfâniyenizde bulunup ruhlarımıza gıda bahşolundu. Şu tulûâtımı arza ictisâr ediyorum, halka-i hakikatte devrandadır
    ol mübârek üstad.
    Kavuşturdular ruhunu, ervâh-ı enbiyaya ânın. Mest-i müstağrak
    olup hayrettedir ol mübârek üstad.
    Mübârek Kur'ân'ın dellâlısın dediler âna. Sözleri cândır, onu
    tutmayan ruhsuzdur hemân,

    (Sh: B-109)
    Bütün söylediği nur-u hikmettir ânın. Mi'râc-ı ruhânîde
    devrandadır ol mübârek üstad.
    Kalbim içre feyz-i Nurun görmüşem hemân. İçi umman-ı
    vahdette, dışı sahrâ-yı kesrette görünür üstad.
    Dünyada, uhrâda refik olalım âna. Umarım Mevlâm ihsân eder
    biz âciz kullarına,
    Nasûhîzâde Mehmed, söyledi hemân bu sırları. Hazine-i
    Kur'ân'ın bir miftâhıdır, Hazret-i üstad.

    Nasûhizâde Şeyh Mehmed

    117
    (Âsım Bey'in fıkrasıdır.)

    Muhterem Üstadım Efendim Hazretleri!

    Bu arîzamı takdim ve tasdîa iki sebeb-i mücbir hâsıl oldu:

    Birincisi: Sevgili üstadımın geçenki iltifatnâmelerinin bir fıkrasında buyuruluyor ki: "Bu fakir ile aziz kardeşim Husrev gibi yüksek, ciddî, hâlis kardeş ve talebelerimi, âhir-i ömrümüze kadar hizmet-i Kur'ân'da dâim eylesin."

    Muazzez üstadımın bu dua, bu niyaz ve himmetlerine bütün mevcudiyetimle âmin dedim. Ve dâima da diyorum. Ve Cenâb-ı Lemyezel Hazretlerine de dâima niyâzım budur. Ve pek muhterem ve pek sevdiğim üstadımın dua ve himmeti sürur, sevinç gözyaşlarımı akıttırıyordu. Bu fıkra ve cümleyi tâkib eden ikinci fıkra ki; aynen yazıyorum:

    "Ve ben öldüğümde sizi arkamda vâris bırakarak ferah ile kedersiz kabrime girmek Rahmet-i İlâhiyeden ümid ederim." Burası beni çok düşündürdü ve hiç bir dakika üstadımın bu arzu, bu taleb ve Rahmet-i İlâhiyeden bu ümidi zihnimden ve fikrimden ve kuvve-i hayâlimden hiç çıkmıyor. Binaenaleyh, bu fakraya bütün zerrât-ı mevcudiyetimle "âmîn" dedim ve Cenâb-ı Hakk'ın fazl u keremini tazarru ve niyâz ettim.

    Bununla beraber -ya hazret riyâ değil, taszannu' değil, içimden doğuyor - gönül şöyle istiyor ve arzu ediyor. Bu fakir, üstadımdan

    (Sh: B-110)
    evvel kabre girsin ve siz, dâr-ı bekanın ilk kapısına gelinceye kadar, dâr-ı dünyada bulununuz ki, bu fakir ve muhtaç olan talebenize arkasından göndereceğiniz dua ve hediyenizle mütena'im, şâd ve mesrur olsun. Ve sizin teşrifinizde - ki Erhammürrâhimîn olan Rabbü'l-âlemîn'den dua ve niyâzım budur- ruhum sizi istikbâl etmek şerefiyle müşerref olabilmek gibi, gönül arzu ve hayâtı hâsıl oluyor. (Hâşiye) Ve çok düşündürüyor. Ve arzu ve niyazımdan daha büyüğü ve şedidi şudur ki: Üstadımın dâr-ı dünyada daha pek çok zamanlar kalması, dolayısiyle vazife-i kudsiyenizin devâmı ve hakikat ve hidayet nurları olan Risale-i Nur ve Mektubâtü'n-Nurların teksiri ve intişariyle, hâb-ı gaflette olanların, dalâlette kalanların, ehl-i bid'a ve mülhidlerin tarîk-ı hak ve hidâyete girmeleri için siz üstadımın çok zaman daha yaşamaklığınızı ve başımızdan eksik olmamanızı ve sizin gaybûbetinizle, bizlerin yetim ve öksüz kalmamaklığımızı gönül arzu ediyor.

    Daha çok söylemek isterim, fakat iktidar ve kifayetsizliğimden kalemim, kalbimin tercümanı olamıyor. Her iş gibi, bu arzumu da, Cenâb-ı Kibriyâya havâle ederiz...

    Âsım
    (Rahmetullahi aleyh)

    118

    (Hâfız Ali'nin bir fıkrasıdır.)

    (Küçük bir mes'elede, "Gücendin mi?" diye istifsar münâsebetiyle yazılmıştır.)

    Eyyühel Üstadü'l-Muhterem!

    Hayatımın her safhasından kıymetli ve o hayatı, pervâne-misâl, bir emrinin infâzına ateşte yakmağa her an hâzır olduğum kıymetli üstadım!
    (Hâşiye) Hakikaten merhumun münâcâtı karîn-i icabet olmuş ki, aynı yıl içinde Üstadına bedel, mahkemede, üstadına zarar gelmemek için "Yarabbi canımı al"لآاِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ diyerek mahkemede vefat edip irtihâl-i dâr-ı beka etmiştir. (Rahmetullahi aleyh, rahmetten vâsiaten). (Bu hâşiye Üstadın el yazısı ile yazılmıştır.)
    Sabri

    (Sh: B-111)
    Evet, değil böyle hakikat uğrunda, hatta bir kıymetli ediyeyi ihsân eden Pâdişâh-ı Zîşân için, o hediyeyi sarfetmekte tereddüt edilmez. Öyle de üstadım, bize emanet olarak ve ne zaman alınacağı meçhûl olan hayatın ve her zaman emrine âmâde ve hâzır olduğum Cenâb-ı Mün'imin, o emânet üzerine ne gibi emri vâki olsa, inşâallah bilâ-tereddüt emanetini iâdeye hâzırız. Madem siz, o Padişah-ı Bîzevâl'in kurbiyet-i ilâhiyesinde, aynı emrini tebliğe me'mur bulunuyorsunuz; öyle ise, hem mübarek sözünüz hak ve aynı rahmettir.

    Hem efendim... bahçıvan-ı misâl fidanları büyütmek üzere, hayvanat-ı muzırranın taarruzundan bir an evvel kurtarmak için, aşağı dallar kesilir ki; ta yükselsin, O fidanların hiç bir cihetle hakları yoktur ki, "bunu tımar eden ve hayatımıza sebep olan, bizi bazen rencide ediyor" diyemezler. Zira hâl-i asılları ile kalsaydılar bir muzır hayvan dahi koparacaktı ve topraktaki kökü de tefessüh edecekti, yok olacaktı.

    Evet üstadım, mübalâğasız, pür-kusurlukta mislim olmadığını nefsime bile bazen kabul ettirdiğim... yalnız pür-zünûb telebinizi; dizlerime değil, belime değil, boğaz çukuruma değil, belki de boyumdan aşan ve belki dâhilimin de siyah çamurlara mezcolduğu ve tefessüh etmeye başladığı bir zamanda Hızır gibi yetişip ve misl-i Lokman, Kur'ân-ı Hakîmin şifahanesinden lemeân eden mualecelerle, tedâviye başladınız. Hayat ismine lâyık bir hayat bahşına vesilesiniz. O hayatı ihsân edene ve vesile olan uğruna, o hayatı ifnâ etmemek (Hâşiye) kâr-ı akıl değildir.

    Hem bir hasta ameliyata muhtaç olduğunu bilmelidir. Ve hastasını gece gündüz tedâvi altında bulunduran eczacıya karşı yüzbinlerle teşekkür ve o eczacıya eczahaneyi teslim eden Hakîm-i
    (Hâşiye) Benim bedelime şahid olacağını hissetmiş. Kuvvet-i ihlâsın kerameti olarak haber veriyor. Haber verdiği gibi şehîd oldu...
    Not: Bu hâşiye de Üstadın kendi el yazısıyle yazılmıştır.
    Said Nursi


    (Sh: B-112)
    Pür-Kemâl, Kadîr-i Bîmisâl Hazretlerine nihayetsiz hamd ve şükre borçluyuz. Ve bu borcumu ifâ edemediğimden pek mükedderim. Allahu Teâlâ sizden ebeden razı olsun.

    Hâfız Ali (R.H)

    119
    (Hulûsi Bey'in bir fıkrasıdır.)

    Aziz Üstad, Müşfik Kardeş, Muhterem Mücâhid!

    Son iki hafta içinde, iki defada vürûd eden Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Kısmı ile Kenzü'l-arş Duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur'âniye ve Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Sekizinci Remzî ve Altıncı Remzi isimlerini taşıyan mu'ciznümâ eserleri aldım.

    Birinci mektub, hasbe'l-beşeriye çok sıkıldığım bugünün hemen saatinde elime geçti. Evet, gözlerim böyle bir nur'a, aklım böyle bir derse, hasta vücudum böyle bir ilâca, muzdarib ruhum böyle bir teselliye, nihayet zâlim nefsim böyle bir mânevî terbiyeye çok muhtaç olduğu bir zamanda bu eserin yetişmesi, hem hakikatte üç gün sonra postaya verilen ikinci eserden dokuz gün evvel gelmesi, kat'iyetle gösteriyor ki; bu iş kendi kendine veya tesadüfî olmuş değil. Belki gelmiş değil, gönderilmiş. Yetişmiş değil, yetiştirilmiş. Maksadsız değil, bu hizmete koşturulmuş. Hattâ bir dest-i gaybî tarafından en lüzumlu bir anda, en muhtaç ve Kur'ân hâdimlerinin en zaîfi, en âcizi, en liyâkatsızı, en zebunu bulunan bu biçare kardeşinize mahz-ı eser-i Rahmet ve inâyet olarak sunulmuştur.

    اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي

    Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Kısmını pederim, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman ve diğer bir zat hâzır iken, geçen cuma okudum. Ben bir kaç defa sırf kendi hesabıma mütalâa ettim. Okuyacak ve okunması icab edecek mahdut zevâtın da inşâallah istifadesine çalışacağım. Bu nurlu eserler hem okşamak, hem korkutmak gibi iki zıd te'siri hâizdir. İnsanlara bu iki vâsıtadan birinin müessir olacağı da şüphesizdir. İşte bu hakikatı göz önünde bulunduran

    (Sh: B-113)
    şerâit-i îmandaki esaslara müşabih bir tarzda, Kur'ân-ı Hakîmin tilmizlerini ve hâdimlerini hakikaten îkaz ediyor ve aldanmamaları için altı esası kendilerine bihakkın ders veriyorsunuz:

    l- Hubb-u câh yerine, Allah'a imanın bir mânası olan Rızâ-i İlâhî'yi...

    2- Havf ve vehim yerine kadere îmanı...

    3- Hırs ve tama' yerine اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ اْلمَتِينُ Âyet-i Celîlesi delâletiyle, Kur'ân'a kütüb-ü İlâhiyeye imanı.

    4- Menfî milliyetçilik hissi yerine bütün cin ve inse mürsel, Nebiyy-i Efham (sallâllahu teâla aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazretlerinin mesleğini;

    اِنَّمَا اْلمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ ve وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُوا
    gibi âyât-ı mübarekeyi derhatır ettirmek suretiyle Peygamberlere îmanı...

    5- Enâniyet yerine, acze... noksanımızı itiraf ve Kur'ân'ın tereşşuhatının neşr ve muhafazası bâbında hissemize düşen hizmeti yapmak ve hizmetle mükellef olduğumuzu bilerek neticeyi hesaplamamak. Yani bir nevi beşeriyetten çıkmak. Kütüb ve Suhuf-ı enbiyâyı inzâle vasıta olan melâikeye benzemek suretiyle meleklere îmanı...

    6- Tenbellik ve tenperverlik yerine vazifedarlık... Kudsî ve her saatı bir gün ibadet yerine geçecek kıymette olduğuna şüphe edilmemek lâzım gelen Kur'ânî hizmete vakit bırakmayacak hallere karşı, bu hizmetin ulviyetini dahi düşünerek elden çıkmazdan evvel gözü dört açmayı, yâni ölmezden evvel hayatın kadrini bilmek gibi, kat'î bir lisanla âhirete îmanı delâleten, remzen, işâreten sarahaten ders veriyorsunuz ve ikaz lütfunda bulunuyorsunuz.

    Allah-ü Zülcelâl Hazretleri sizden ebeden râzı olsun ve ümmet-i merhume-i Muhammediyeyi (A.S.M.) dalâletten kurtarmak ve şehrâh-ı Kur'ân'a delâlet eylemek hususundaki ihlâslı mücâhede ve
    (Sh: B-114)
    hizmetinizde dâim ve muvaffak buyursun; âmîn... bihürmeti Seyyidilmürselîn.. ve bihürmeti Kur'âni'l-Mübîn...


    "Kenzü'l-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur'âniye" serlevhalı eserle, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Sekizinci Remzindeki füyûzât, tarif ve tavsif edilmeyecek âlî ve müstesna bir vaziyettedirler.

    Birincide: Bütün hurufât-ı Kur'âniyenin aded itibariyle işâret ve îzah buyurulan tevâfukları, garîk-ı beht ve hayret etti. Dört küçük sûredeki hurufâtın tevâfukat veçhine kısmen işâret eden ikinci eser: Hakka ki mu'ciznümâdır. Nebiyy-i Âhirzaman, medâr-ı fahr-i cihan, sebeb-i hilkat-i ekvân ve nüzûl-i Kur'ân, peygamberimiz Mued Mustafa (Sallâllahu teâlâ aleyhi ve âlihi ve eshâbihi ve ezvâcihi) Efendimiz Hazretlerinin eser-i hikmet ve rahmet olarak, şimdiye kadar mahfî kalmış mu'cizelerinden i'câz-ı Kur'ân'a taallûk eden ve gaybî tevâfuk nâmiyle sevgili üstadımız tarafından mevki-i intişara vaz'olunan bu emsalsiz eserlere karşı duyduğum mânevî zevk ve feyzin binden birini bile arz edemeyeceğim. Ve mazhar olduğumuz bu kadar azîm niam-ı İlâhiyeye ve Kerem-i Sübhaniyeye karşı şükürden âcizim.

    اَللّهُمَّ حَصِّلْ مُرَادَنَا وَ مَقْصُودَ اُسْتَادِنَا سَعِيدِ النُّورْسِى بِحُرْمَةِ حَبِيبِكَ الْمَكِّىِّ الْمَدَنِىِّ الْهَاشِمِىِّ الْقُرَيْشِيِّ


    Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmından bir suret Abdülmecid Efendi kardeşimize göndermiştim. Cevâbında ezcümle diyor ki: "Seydanın bintü'l-fikri o güzel kıza, Hulûsi ile Abdülmecid'den mâadâ her kim bakarsa câiz değildir. Mahrem olanlar da, bu hususta nâmahremdir. Bu gibi kızların dışarıya çıkmaları, hiç bir menfaatı te'min etmediğini ve bilâkis büyük bir mazarattı intâc edeceği ihtimali kavlini Seydaya yazsan iyi olur. Eski Said'in hiddeti, yenisinde de vardır. Halbuki, Yeni Said, insan oğullariyle izâa-i vakt etmemeli. Meslek ve meşrebi öyle iktiza ediyor. Her ne ise .. Cenâb-ı Hak hâfız-ı hakikîdir."

    (Sh: B-115)
    Bendeniz de kısaca şu meâlde cevap vermiştim:

    Bu mütalâa bizler için doğrudur. Fakat dünyaya arkasını çeviren ve mânevî vazife-i me'muresini îfa ederken insanlarla-Nurlarla alâkadar olanları vasıtasiyle- meşgûl olan üstad hazretleri için bu fikri muvâfık bulmuyorum. Çünki, o zâtı bu emr-i azimde istihdam eden, elbette muhafaza buyurur. Bana öyle kat'î kanaat gelmiş ki, eğer bizler Nurlarla alâkamızı kesersek, Üstad Hazretleri bize arkasını çevirir.

    Aziz kardeşimizin endişesi, zâhire bakılırsa haklı ve çok samimîdir. Fakat, zâten cemaatı çok mahdud olan Nurlarla alâkadar zevâtın, bu hakâikten mahrum edilmelerini ve bu kudsî eserin tamamen hapsedilmelerini lâyık görmüyor ve esasa mugayir buluyorum. Nâsırımız, hâmimiz, muînimiz, hâfızımız Allah'dır. Bütün desâisi bertaraf ederek, muhterem Üstadın vazife-i kudsiyesine sâfi niyet, samimî his ve ciddî şevk ile yardım etmekte olan kardeşlerime selâm ve muvaffakıyetlerine dua eder, dualarını rica ederim. Pederim, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman Efendi, sâbık Müftü Kemâleddin Efendi, İmam Hâfız Ömer Efendi ve diğer Sözlerle alâkadar olanlar selâm ve dua ediyor, hayır duanızı istiyorlar.

    Devam-ı âfiyet ve muvaffakıyetinizi tekrar eltaf-ı ilâhiyyeden tazarru' ve niyâz eyler, mübarek ellerinizi kemal-i hürmet ve ta'zim ile takbîl eyler, kusurumun afvını ve hayır duanızdan bu bîçâre sıddîkınızı çıkarmamanızı hâssaten arz ve istirham eylerim.
    اَلْبَاقِى اَلْحُبُّ فِى اللّهِ
    Hulûsi

    120
    (Said'in fıkrasıdır.)

    (Hulûsi gibi mühim bir talebemin bana gönderdiği hediyesinin iadesine dair yazdığım bir mektubu, arkadaşlarımın tensiblerine binâen onların fıkraları içine derc edildi.)
    (Sh: B-116)
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ


    Aziz, sıddık, vefâdar âhiret kardeşlerim Hacı Nuh Bey, Molla Hamid!

    Sizler benim için çok ehemmiyetlisiniz. "Sıddık-ı vefiy bu zamanda yoktur" diyenlere karşı sizleri gösteriyorum. Yirmi sene Van'da geçirdiğim hayat-ı ilmiye... benim için Van çok kıymettardır. Lillâhil-hamd sizler o kıymetterlığı gösterdiniz. Ve Van'a karşı şedid hissiyatıma tam mukabele ediyorsunuz. Size medâr-ı ibret bir vâkıa söyleyeceğim, şöyle ki:

    Geçen sene Barlalı, İstanbul ticaretinde bulunan Bekir Efendi'nin şerîki Mehmet Efendi vasıtasiyle bir mektub aldım. Mektub hârika olarak bana göründü, Çünki Hulûsi Bey, "Nuh Bey'le görüştüm" diye o mektubda bana yazıyor. Aynı mektupda, kardeşim Abdülmecid de, Molla Hamid'in selâm ve duasını bana yazıyor. Aynı mektupda Nurşin-i Süflâ'da Molla Abdülmecid'in yazısı ve imzası vardı. Fesübhanallah dedim. En ziyâde sevdiğim bu insanların ayrı ayrı memlekette bulunmakla beraber, bir mektubda bunların içtimaları tevâfuklu bir levha-i temâşâdır.

    Bu sene yine o Mehmed Efendi Eğirdir'e gelmiş. Yine Nuh Bey'in aynı telgrafını, o zat bana getirdi. Fesübhânallah dedim. Nuh Bey'in lisân-ı hâli, gûya Mehmed Efendi'ye "Dostum ben seninle beraber üstadımla görüşeceğim" diyor, tahayyül ettim. Sonra yine Mehmed Efendinin hizmetkârı Eğirdir'e gidip Mehmed Efendinin mektublarını getirmiş. Yine Nuh Bey'in hediyeye ait, bana olan mektubunu getirdi. dedim kat'iyyen bu iş tesâdüfî değil. Sonra mektubun müştemilâtına dikkat ettim. Tahmin ettim, Van'da Nuh Bey'in bana hazırladığı hediyeyi göndermek tarihinde, ben de aynı tarihte (Hâşiye) aynı fiatta bir hediye-i azîmeyi Nuh Bey'in nâmına
    (Hâşiye) Maddeten otuz liralık, mânen belki üç yüz liralıktır.

    (Sh: B-117)
    Van'daki ihvânıma gönderiyordum. İşte bu iki tevâfuk, bana işârettir ki: Nuh ile Hâmid, talebelik ve kardeşlik için min tarafillâh intihab edilmişler. Çünki, tevâfuk bizim için bir emâre-i tevfîk-i İlâhî olduğuna kanâatım gelmiş. Risalelerde tevâfukatın bazı nümûnelerini göreceksiniz.

    Fakat çok rica ederim ki gücenmeyiniz, hediyeyi kabul edemedim. Adem-i kabûlün esbabı çoktur. En mühim bir sebep: Benim, kardeşlerim ve talebelerimle olan münasebetin samimiyetini ve ihlâsı zedelememektir. Hem iktisad, bereket ve kanaat sayesinde, şiddetli hitiyacım olmadığı halde, dünya malına el uzatmak elimde değil... İhtiyarım hâricindedir. Hem bir misâl ile ince bir sebebi anlatacağım:

    Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim. "İstanbul'dan senin için getirdim beni kırma" dedi. Kabul ettim. Fakat iki kat fiatını verdim.

    Dedi: Ne için böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?

    Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatın için, menfaatımı terk ediyorum. Çünki; dünyaya tenezzül etmez, tama' ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise... sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tama' zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temâyül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeğe cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner. İşte, sana mânen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telâkki ediyorum. Sen mâdem fedakârsın, ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatınızı menfaatıma tercih ediyorum, gücenme. O da, bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.

    Ey Nuh Bey ve Hamid Kardeşlerim! Siz de gücenmeyiniz. Hem Nuh Bey, biliniz ki, şu zamanda o havâlide vefâdârane, şefkatkârâne
    (Sh: B-118)
    beni aramaklığınız öyle bir hediyedir ki, bunun gibi binler hediyeden kıymettardır. Hem size gönderdiğim Risaleleri muhafaza etmek ve sahip çıkmak ve benim yerimde onları himaye etmek binler lira kıymetinde bana karşı büyük bir hediyedir. Çünki, netice-i hayatımı ve vazife-i vataniyemi ve o havâlideki kardeşlerimin uhuvvet ve muhabbetlerine karşı borçlarımı eda eden o Risalelere ciddî sahip çıkmak, tam muhafaza etmek ve ehline yetiştirmeğe vasıta olmak öyle bir hediyedir ki, dünyevî hediyelerin binlerine mukabildir. Hem emîn olunuz ki; manevî zararım büyük olmasa idi Nuh Bey'in hâtırını kırmayacaktım. Şimdiye kadar, Cenâb-ı Hakk'a şükür, hediyeleri kabul etmeğe mecbur olmadım ve şu zamanda ehl-i ilmin bir sebeb-i sukutu olan tama'a girmeye ihtiyar benden selbedildi. Hem eğer, sizin hediyenizi kabul etseydim; çok zâtların ya kalbi kırılacaktı veyahut elli senelik kaidem bozulacaktı.

    Orada ve civarınızda bulunan eski talebelerim ve kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyorum ve onların dualarını istiyorum.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
    Kardeşiniz
    Said Nursî

    121
    (Said Nursî'nin bir fıkrasıdır.)

    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık, sâdık, çalışkan kardeşim, hizmet-i Kur'ân'da arkadaşım Re'fet Bey!

    Senin gördüğün vazife-i Kur'âniyenin hepsi mübarektir. Cenâb-ı Hak sizi muvaffak etsin, fütur vermesin, şevkinizi artırsın.

    Senin vazifen yazıdan daha mühimdir. Yalnız, yazıyı terk etmeyiniz.
    (Sh: B-119)

    Uhuvvet için, bir düsturu beyan edeceğim ki; o düsturu cidden nazara almalısınız. Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizackârâne ittihad gittiği vakit, manevî hayat da gider.وَ لاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَ تَذْهَبَ رِيحُكُمْ işâret ettiği gibi, tesanüd bozulsa cemâatın tadı kaçar. Bilirsiniz ki; üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedî ile içtima etseler, yüz on bir kıymetinde olduğu gibi... sizin gibi üç-dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve taksîmü'l-âmâl olmamak cihetiyle hareket etseler, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bur uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefâni sırrıyla hareket etseler, o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetindedirler.

    Sizler koca Isparta'yı değil, belki büyük bir memleketi tenvir edecek elektriklerin makinistleri hükmündesiniz. Makinenin çarkları birbirine muavenete mecburdur. Hem birbirini kıskanmak değil, belki; bilâkis birbirinin fazla kuvvetinden memnun olurlar. Şuurlu farz ettiğimiz bir çark, daha kuvvetli bir çarkı görse memnun olur. Çünki, vazifesini tahfif ediyor. Hak ve hakikatın, Kur'ân ve îmanın hizmeti olan büyük bir hazine-i âliyeyi omuzlarında taşıyan zatlar, kuvvetli omuzlar altına girdikçe iftihar eder, minnettar olur, şükreder. Sakın birbirinize tenkid kapısını açmayınız. Tenkid edilecek şeyler kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telâkki ediyorum. Siz de üstadınızın nazariyle birbirinize bakmalısınız. Âdeta, her biriniz ötekinin faziletlerine nâşir olunuz. Kardeşlerimizden İslâm Köylü Hâfız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum:

    O zât yanıma geldi, ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. O daha çok hizmet eder, dedim. Baktım ki; Hâfız Ali Kemâl-i samimiyet ve ihlâs ile, onun tefevvuku ile iftihâr etti, telezzüz eyledi. Hem üstadının nazar-ı muhabbetini celbettiği

    (Sh: B-120)

    için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim, gösteriş değil... samimî olduğunu hissettim. Cenâb-ı Allah'a şükrettim ki, kardeşlerim içinde bu âli hissi taşıyanlar var. inşâallah bu his büyük hizmet görecek. Elhamdülillâh, yavaş yavaş o his bu civarımızdaki kardeşlere sirayet ediyor. Küçük bir lâtife:

    Sohbet içinde sizden bahis geçti... Şükre dair mes'eleyi sordum: "Husrev'in yazdığını Re'fet Bey gördü mü?" Bekir Ağa dedi: "Evet gördü ve dedi "Çok güzel, fakat acaba sen kalem karıştırmadın mı?" Hüsrev dedi: "Yok, kendi nüshamda, tam bütün gelmedi. Fakat kendilerine yazdığım tam geldi." Biraz münakaşa oldu... Bu münasebetle kardeşim Re'fet Bey'e derim ki: Aslında tevâfuk noksan olsaydı, zaten ben tavsiye etmiştim ki; kalem karıştırmasınlar. Asıl vaziyet bozulmasın. Bekir Ağa da gördü ki; asıl müsveddede çıkıntı olduğu halde tevâfuk Hüsrev'in tarzında var. Onun için Hüsrev'in bir mahareti varsa tevâfuku bozmamış. Hattâ Mu'cizat-ı Ahmediye'deki Salâvat tevâfukunda tavsiye etmiştim ki: Kimse maharetini karıştırmasın. Fakat asıl müsveddelerde, en acemi bir müstensihin nüshasında birkaçı müstesna bütün tevâfuktadır. Onun için sekiz ayrı ayrı müstensihin setredemediği bir tevâfuk, elbette kuvvetlidir. Müstensihler bozmasınlar, tevâfuku getiremeyen bozuyor. demek en büyük maharet odur ki; tevâfuku bozmasın. Çünkü tevâfuk var. Sen de Hüsrev'e yardım et ki, hakikaten mevcut ve matlub tevâfuku denk getirebilsin. Çünki; yoktan var etmiyorsunuz. Hakikî var'ı yok etmeyin.

    Sözler'le alâkadar olanlara selâm ve dua ediyorum...

    Said Nursî

    122
    (Hâfız Ali'nin fıkrasıdır.)

    Eyyühe'l-Üstadü'l-Muhterem!

    Yirmi Dokuzuncu Mektubun Üçüncü Kısmının Dokuzuncu Mes'elesinde emir buyurulan hizmet-i Kur'ân'dan fakirin hissesine iki erkek ve bir kız çocuğu düşmüş imiş. Aynı emri alıp gelirken düşünüyordum; acaba, akraba-i taallûkatımda çocuklar var, hangisi

    (Sh: B-121)
    ni intibah edeyim? Benim bu düşünceme mânen denilmiş ki; hay Ali! Kendi re'yine muhtar değilsin. Onun intihabı başka kapıya aittir. Üç gün sonra Yaşar ve Necati isminde iki çocuk, bana hem refik, hem ders arkadaşı ve bir derece onlara kalfa olarak tayin edildim. Çocuklar hurufatı tam bilmedikleri için bazan yazı ile, bazan kitaptan gösteriyordum. Bir ay sonra Kur'an okumaya başladılar. Beşinci ay içinde اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى hatme muvaffak oldular.

    Mübarek Üstadım, bu hususu çok düşünüyordum ki; lâakal bir-iki senede Kur'ân okumağa liyâkat kesbedilirken, me'mûlun hilâfında meydana gelen emr-i azîm kimseye verilmez, ancak ve ancak i'câz-ı Kur'ân'ın o büyük denizinin reşhasıdır ve iki cihan fahri, Nebiyy-i Âhirzaman Peygamberimiz Muhammed Mustafa Aleyhissalâtü Vesselâmın himmet-i mâneviyeleriyle o i'câzın izhar ve intişarına me'mur edilen üstadımın duası gibi, çok büyük kuvvetlerle hâsıl olduğuna, ben değil bu hâle şâhid, karyemizin ekserisi îman edip, tasdik ediyorlar. Bütün köy ehl-i îmanı nâmına, bu emr-i hayra vesile olan üstadımıza, -lâ-yuad ve lâ-yuhsâ- teşekkürlerle "Cenâb-ı Hak sizlerden ebeden razı olsun" duasını âciz lisanımla daima söylüyorum.

    Üstadım, bir şey daha var ki, emr-i üstadânelerine intizardayım. O da şudur: Cenâb-ı Hak ihsan ederse, dairenizin şâkirdini Hafız Yaşar bu kışta bahara sebep olup, mütenevvi çiçekleri açmasına Nisan yağmuru misillû, vücudunuz o çiçekler arasında, bir gül-ü Muhammedî (A.S.M.) yetiştirmekte inşâallah vesile olacağınıza şübhe yoktur. Mübarek dairenin mübarek talebesine, mübarek Cum'a gecesinde hatminin duasiyle, hıfzının ibtida duasını ve fakir-i pür-kusurun afv duasını, bütün hâsse ve duygularımla, hürmetle el ve eteklerinizden öper ve kusurlarımın afvını niyaz ederim, efendim Hazretleri.

    Hâfız Ali
    (Sh: B-122)
    123
    (Husrev'in fıkrasıdır.)

    Sevgili Üstadım!

    Evvelki hafta irsâl buyurduğunuz, "bir sırr-ıاِنَّا اَعْطَيْنَا serlevhasını taşıyan risalenizi aldık. Esasen hiç bir hafta geçmiyor, sürurlarımızı tezyid eden, yeni ve hem gayet derecede şirin birer risale elimize gelmemiş bulunsun. İşte, iki haftadır bu kıymettar risaleyi okuyor ve elimizden bırakmıyoruz.

    Evet bu risale, Cenâb-ı Hakk'ın istikbalde bu ümmete vaad ettiği güneşin tulûuna intizarımızı teşdid etmekle kalmadığı gibi, bir taraftan içindeki hakikate bizi meftun ediyor. Ve diğer taraftan, acaba fezası zulmet bulutlarıyla dolu olan bu âlemin, o güneş neresinden ve ne suretle doğacak ve ne şekilde bu zulmet ve âfet saçan bulutları dağıtacak diye tahayyül ederken; ikinci feyyâz, bir diğer zeyl, o güneşin vaktini tayin etmekle bizi pek büyük bir bâr-ı sakilden kurtarmış ve senelerden beri almak istediğimiz halde alamadığımız derin bir nefesi vermiş ve bizi dilşâd eylemiştir.

    Ahmed Husrev

    124
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  8. #18
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    (Ahmed Husrev'in fıkrasıdır.)

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

    Kıymettar Üstadım!

    Tarih-i mektubdan iki gün evvel idi. Yirmi Yedinci Mektubun Üçüncü Zeylini yazmakla meşguldüm. Hulûsi ve Re'fet Bey, Zekâi ve Sabri Efendi gibi kardeşlerimin, Risaleti'n-Nur ve Mektubatü'n-Nura karşı gösterdikleri ateşîn muhabbetle, kalbî iştiyaklarını gösteren kalemleri, beni de heyecana düşürmüştü. Bu sırada Bekir Ağa, sizden gelen bir mektubla teşrif etti. Bekir Ağa, mu'tadının hilâfı olarak, pek gülşen yüzlü idi. Mektubu aynı sevinçle, ba'det-takbil beraber açtık. Bir varak-pâre-i fâzılâneleriyle, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Sekiz sahifeden ibaret olan Sekizinci remzi üç sekiz tevâfukatıyla kendini gösterdi.

    (Sh: B-83)
    Yirmi Yedinci Mektubun Üçüncü Zeylinden hâsıl olan sevinçli bir heyecan-ı kalbî ve Bekir Ağa'nın Üstadına ve Nurlara karşı kalbî iştiyakını gösteren sevimli yüzü ve dört aydan beri beklediğimiz tevâfukatın gayesinin mebde'ini gösteren Sekizinci Remizdeki, sevgili Üstadımızın manevî bir nur ile parlayan ve gülümseyen, o yüksek en hârika, tatlı sözü, fakir talebenizde öyle bir hâlet-i azîme tevlid etmişti ki, işte o dakikam saâdet-i ebediyeye nâil olanların geçirdiği anlardan bir dakika idi. Bu sürur içinde mektubunuzu ve Sekizinci Remzi okudum, okurken her bir cümlenin nihayetinde var ol, mes'ud ol, bahtiyâr ol Üstadım, nidaları kalbime tercümanlık eden lisanımdan ihtiyarsız dökülüyordu. İlk def'a Bekir Ağa ile, bir def'a Rüştü Efendi kardeşimle, bir def'a da Re'fet Bey kardeşimle okudum.

    Evet Sevgili Üstadım, senelerden beri Kur'ân-ı Azîmü'l-Bürhanın bahr-i ummanında medfun defineleri, Risalet-in-Nur ve Mektubat-ün-Nur ile meydana çıkarmışdınız. İşte, azîm bir define daha lütf-i İlâhî ile Yirmi dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının, Sekizinci Remzinde en parlak ve gözler kamaştıran nurlarıyla tezahür ediyor, kendini gösteriyor. Beşerin nazarını ister istemez kendine çeviriyor.

    Bin üç yüz seneden beri, sahib-i insafı hayrette bırakan ve dünyanın her köşesinde ve beşerin her tabakasında, cin ve beşer lisanında, semâvatta melek ve ruhanîler lisanında, en yüksek makam-ı mümtazı işgal eden, o Fürkan-ı İlâhînin esrar-ı mühimmesinden ve i'caz-ı azîmesinden bir parçası daha, susmak bilmeyen mu'ciznümâ bir sadâ ve lâtif bir âvâz ve tükenmez bir feyizle karşımıza çıkıyor.

    O kıymettar Kur'ân'ın bugün mükevvenatı yed-i kudretinde tutan ve azamet-i kibriyasıyla idare eden ve azamet-i celâli karşısında her şeyi kendine secde ettiren, bir zât-ı vâcibü'l-vücûdun kelâmı olduğunu, üzerindeki hadsiz damgalariyle gösteren Risalelerinizin kıymeti ne büyüktür. O risalelere nasıl kıymet verilir. Nasıl başkasıyla muvazene edilir. Nasıl bir başkasının tefevvuku tahattur edilir.

    (Sh: B-84)

    Beşerin zulmetli simasına nurlar saçan ve tevhid haricindeki her türlü akideleri zîr ü zeber eden ve şâkirdlerine gülümseyerek tatlı bir yüzle bakan ve hoş ve pek şirin bir lisan ile söyleyen, o risaleler ve o risalelerin sâhibi ve nâşiri olan Sevgili Üstadım, söz talebelerinizin kalblerinde risalelerinizle yaşıyorsunuz. Hem öyle bir surette yaşıyorsunuz ki, küçük bir işaretinize müheyya talebeleriniz ruhlarında ırmakların çağladıkları gibi tevâli eden ve tükenmek bilmeyen İlâhî bir muhabbetle yaşıyorsunuz. Hayat-ı fâniyeye veda etseniz bile, büyük büyük cemaatlerin arasında hürmetle yâdedileceğinize (Hâşiye) ve nâmınızın dünya ve ukbâda ihtiramla taşınacağına ve Risalelerinizin pek büyük hâhişle revaçta olacağına kaviyyen ümidvârım.

    Evet, nasıl sözlerim haksız olsun ki, en tehlikeli anlarda bile, hakkı söylemekte susmayan ve pek âli ruhu taşıyan ve talebelerine her an teselli nurlarını dağıtan, Kur'ân-ı Kerîm'in bugünkü dellâl-ı muhteremi olan Üstadım! Sizin dîn-i mübîn-i İslâma olan merbutiyetinize ve o büyük muhabbetinize ve o yüksek sa'yinize mükâfat olarak defter-i hasenâtınıza Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücûd Hazretleri (lâ yu'ad ve lâ yuhsâ) ecirleri yazmasını rahmet-i İlâhiyyeden niyaz ederim.

    Nasıl bugünkü beşeriyet size ve Risalet-in-Nura medyun olmasın ki, semâmızda dolaşan güneşin saçtığı ve her an ufûlüyle bir başka âlemi gösteren nurları gibi değil, Kur'ân'ın arş-ı âzamından gelen nurlara ölmez, tükenmez, sermedî bir nuru, risalelerinizde gösteriyorsunuz.

    İşte o risaleler ki, herbiri başlı başına menba'ları ve mecraları ayrı ve fakat bir bahr-i muhît-i ummana dökülen nehirler gibidir.
    (Ehemmiyetli bir hâşiyedir, Üstadın el yazısıdır):
    (Hâşiye) Ben kardeşim Husrev'in bu makamdaki hissiyatına iştirak edemiyorum. İnsanların nazarında mevki kazanmak ve dillerinde yâd edilmek, hakikat-bîn olanlarca bir şeref değildir. Eğer, rızâ-yı İlâhî varsa, o rızanın cilvesi olarak insanlarda teveccüh görünse bir derece emare-i rıza olmak noktasında makbul olabilir. Yoksa arzu edilmemeli.
    Madem Husrev hakikat-bîndir, elbette benim şahsıma havale ettiği şerefi, Risaleleri niyet ediyor. Zaten o şerefte umum talebeler hissedardırlar, tek birisine verilmez.

    (Sh: B-85)
    Sonsuz olan bu nehirlerin, hangisine varsa nasıl doyuncaya kadar su içmez? El ve yüzlerini temizlemek isteyenler, nasıl oluyor da, bu enhardan istifade etmez? Veyahut arazilerini iska için, cedveller yaparak hangi tarafa götürülse, azîm cemaatler nasıl tefeyyüz etmez?

    Bu enharda öyle azîm şifalar var ki, hastalar içse, her türlü devayı içinde bulurlar. Yaralılar içse, bin türlü yaralarına merhem bulurlar. İhtiyarlar içse, hayat-ı ebediyenin civanmerd gençlerinden olurlar. Tazeler içse, saadet-i dâreyni bir anda elde ederler.

    Risaleleri okuyanlar, sevgili Üstadım! Sizin ne büyük ve âlî bir kalbe mâlik bulunduğunuzu teslim için, bilmem tefekküre ihtiyaç var mı?

    Bunca zamandan ber "Kur'ân-ı Azîmüşşân'ın dellâlıyım ve bu kudsî vazifemi hiçbir şeye değişmem" diye vâki olan ilânatınıza, bir kat daha kuvvet veren, bu kerreki neşir buyurduğunuz Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının sekiz sahifelik olan Sekizinci Remzi ne güzel gösteriyor ve bu gösterilen hakikatlara meftûn olmamak mümkün mü?

    Ah sevgili Üstadım, lisan ve kalemim müsaid olsa, her bir risale için lâyık oldukları şekilde medhiyeler yapıp takdim etsem. Heyhat, herşeyde olduğu gibi, bu hususda da ben fakîrim.

    Evet sevgili Üstadım! Sevincimizi arttıran bir mes'ele daha var. O da Kenzü'l-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur'âniye nâmı altında neşredilen iki sahifelik huruf-u hecâiye-i Kur'âniyenin, bu kısma ilâvesi ve bu kısmın da, yazmakta olduğumuz tevâfuklu ve hâşiyeli Kur'ân'ı Kerîm'in baş tarafına, umumun istifade ve istifâzalarının kolaylıkla te'minine binâen dercedilmesi hakkındaki tensib-i fâzılâneleridir. Bu tensib bizce de, pek çok musib görülmekle, fakir talebenizin nazarını mâziden hâle, hâlden de istikbâle çeviriyor. Ve istikbaldeki parlayan nurları göstermekle, nihayetsiz sürurlara müstağrak kılıyorsunuz.

    Ahmed Husrev

    (Sh: B-86)
    97
    (Re'fet'in fıkrasıdır.)

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Muhterem ve çok kıymetli Üstadım Efendim!

    Yirmi dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Remzini dikkatle okudum. İhtiva ettiği hârika-nümâ rumuzât ve o rumuzâtın ifade ettiği yüksek hakâik, fakire azim istifadeler te'mîn etti. Ve beni derin derin tefekkürne ve teemmüle sevk eyledi. Çocukluğumdan beri hakâik-ı dîniyeye çok merak eder ve her fırsattan istifade ederek tedkikat ve tetebbuatta bulunurdum. Ne yazık ki, emelime muvaffak olamazdım. Bu sebebden yeis ve nevmîdiye dûçar olurdum. Nâmütena-âhi şükürler olsun ol Hallâk-ı Azîm'e ki, zât-ı âliye-i fâzılâneleri gibi, her asırda emsâline ender tesadüf olunan bir dâhî-i âzama bizleri mülâki kıldı da, otuz seneden beri ruhumun çok büyük iştiyak ve tahassürle beklediği bir üstad-ı muhtereme nâil eyledi.

    اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

    Madem şimdiye kadar böyle hakikatler hiç bir eserde görünmemiş ve işitilmemiştir; yazılması çok muvafıktır ki, okuyan her ehl-i îmanın, Kur'ân-ı Hakîmin hazâin-i nâmütenâhiyesinden bir kısım cevâhiri elde etmek suretiyle, hem ağniyâ-i maneviye adedine dahil olsun ve hem de künûz-i mahfiyeye ıttılâ kesbetmek gibi, ruh-u beşerin en büyük ihtiyacâtını tatmin etmiş bulunsun. Hülâsa, tevâfukat ve rumuzat-ı Kur'âniye, tebşirat-ı azîmeyi ihtiva etmesi itibariyle, kemâl-i hassasiyetle tâkib ve tedkik olunmaktadır. Bundan dolayı nihayetsiz hürmet ve tâzimatımı arz eder ve mübarek ellerinizden öperek, Cenâb-ı Hakkın bize inkişâf-ı kalbî ihsan buyurması hususundaki dua-yı hayriyelerini istirham eylerim, sevgili Üstadım Efendim.




    Re'fet
    (Sh: B-87)
    98
    (Rüşdü'nün fıkrasıdır.)

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Pek kıymettar ve pek muhterem Üstadım Efendim Hazretleri!

    Nurlarıyla kara kalbimi nurlandırmış olduğunuz Mektubatınızdan, i'câz-ı Kur'ânîden ihlâs-ı şerif, muavvizeteyn, fâtiha-i şerif surelerinin tevâfukat-ı hurufiye sırlarını gösterir, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Remzini din kardeşlerimle birlikte okuduk. Çok şükür, bin şükür elhamdülillâh.Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücûd ve Tekaddes hazretlerinin kelâmı olan Kur'ân-ı Azîm-i Hakîmin sırlarına hayret ve bütün kalbimle ve lisanımla (Allahümme nevvir kulûbenâ binûril îmâni vell-Kur'ân) dedim.

    Üstadım, yeni tevâfukatlı Kur'ân-ı Azîmüşşan'ın baş tarafına, bu Remzin ilâvesi hak ve hakikatı ilân maksadına muvafık olsa da, okudukça doymak ve usanmak bilinmeyen ve her okudukça dünya lezzetinden bin kat fazla lezzet veren ve kararmış kalbleri nurlandıran ve bize bizim lisanımızla hallerimizi teşrih ve tarîk-ı Hakkı gösteren Risale-i pürnurlarınızda da beraber ayrıca bulunması ve Kur'ân-ı Hakîmin başına mümkün olursa hem arapçasının ve hem de türkçesinin konulması muvafık olacağı zannındayım, Efendim Hazretleri.

    Rüşdü

    99
    (Saatçi Lütfi Efendi'nin fıkrasıdır.)

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
    İ'caz-ı Kur'âniyeden İhlâs-ı Şerif'le Muavvizeteyn ve Fâtiha-i şerife surelerinin tevâfukat-ı hurufiye sırlarını gösteren, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Remzini aldım. Ve okudum. Neşir

    (Sh: B-88)
    buyurulan işbu risaledeki tevâfukat, şimdiye kadar emsâli nâmesbuk bir sırrı meydana koymuş, bu hususa dair mütalâada bulunmak, kuvve-i kalemiyemin ve havsala-i mevcûdemin kat kat fevkınde bulunmakla beraber, afv ü Üstadânelerine mağruren şu kadar diyebilirim ki, neşir buyurulan risaledeki îzahat, herhangi bir bedbîn ve kör olan bir gafili uyandırmağa ve hattâ bütün mevcudiyetiyle kararmış, kalbleri tenvire ve irşada pek büyük delil bulunduğundan, Muhterem Üstadımızın tasavvurî kararı vechile, her ferdin Kur'ân-ı Azîmül' Bürhan'daki mu'cizatı görmesi için Kur'an'ın baş tarafına derci hususu pek muvafık görüldüğünü arzeylerim, Efendim Hazretleri.

    Saatçi Lütfi

    100
    (Âsım Bey'in fıkrasıdır.)

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Üstadımı bu fakire lütuf ve kereminden ihsan buyuran Kadir-i Mutlak, ezel ve ebed sultanı Cenâb-ı Hayy-i Lâyemût Hazretlerine, her dakikada yüzbinlerce hamd ve şükür etsem - ki ediyorum - yine yüzbinde bir borcumu bile ifâ edemem.
    لَهُ الْحَمْدُ وَ الْمِنَّةُ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى Pür-taksîr olan bu fakir, bilâfasıla otuz dört sene olan hayat-ı askeriyemde, muktezâ-yı beşeriyet, az ve çok mâsiyet fırtına ve dalgalarına tutulmuş vazife-i dîniye-i uhreviye ve ubûdiyet ciheti pek çok noksan kalmış ve hâb-ı gaflet perdesine bürünmekle imrar-ı hayat etmiş olduğumu şimde anlıyorum ve kusurlu geçmiş zamanlarıma pişman ve nâdim olup, evvelki güldüklerime şimdi ağlıyorum. Bu da, siz Üstadıma ve Risalelerinize kavuşmakla hâsıl olmuştur ki, yüzbinlerce şükür Cenâb-ı Hakk sizi bu fakire ihsan buyurdu.

    Dört sene evvel Burdur'a geldiğimde, kardeşimiz Şeyh Mehmed Efendinin delâlet ve tavassutu ile muhabereye başlamış ve binnetice hikmet-resan ve nur-feşan ve müşkil-küşâ ve kâinatın muamma-yı tılsımını

    (Sh: B-89)
    açan anahtarları bu fakirin eline veren yine o risalelerdir. İşte o bahâ takdir edilemeyen o anahtarlar, öyle mücevherat ve pırlanta elmaslar ki, ne diyeyim iktidarsızlığımdan lisanım ve kalemim kalbimin tercümanı olamıyor, âciz kalıyor.

    Şeriat, hakikat ve mârifet hazine ve definelerini küşâd edecek ve eden, ancak ve ancak bu Nur risale-i şerifeleridir. Bu nur risalelerinin her birisi birbirinden nurlu, hele İ'caz-ı Kur'ân "nûrun alâ nûr" Nasıl tavsîf edeyim, bir gülistan-ı ferah-fezâ, gayet nâdide ve hoş bu ezhâr-ı lâtife gûna-gûn bulunup da, hangisini koparmağa, koklamağa, tercih etmeye mütehayyir kalıp da, neticede hepsinden bir deste, bir demet yapmağa karar verdiği gibi; bu risale-i şerifeler de yazanı, okuyanı, dinleyeni nur bahçesine, nur deryasına gark edip de mütefekkir, mütehayyir edip, hepsinden bir çiçek demeti yapmaz da ne yapar! İnsanı, fakat o insanı, tahayyür ve tefekkür sahrasında mest-i lâya'kıl bırakmaz da ne yapar! Bütün dünyevî beşeriyet ve hayvâniyet hâssalarından tecerrüd etmesine, Hâlikına ubûdiyet-i mütemâdiyede bulunmasına ... mezmum bilcümle ahlâkları def ve tardetmesine ilh ... gibi hissiyatiyle mütehassis edip de nefs-i emmareyi öldürmez de ne yapar!

    Diyebilirim ki, bu Nur risale-i şerifeleri bir gülistan-ı cinândır. Bu gülistandan istifade edemeyen bed-mâyelere, nasibdâr olamayanlara sad-hezâr teessüf. İşte o gibilere ilham-ı Rabbânî erişsin de, Yirmi Üçüncü Söz risale-i şerifesinin âhirindeki iki levhanın birincisi ki, hicab-ı gafletten nihanı, ikinci levhadaki zeval-i gafletle âyâna tebdil edebilsinler.

    Cümle mü'minîn-i muvahhidînin tarîk-i hidâyette hatve-endâz olmaları için; Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücûd Hazretlerine kavlen dua ve tazarrû' etmekliğim ve fiilen de, henüz dörtte birini yazamadığım, bu Nur risale-i şerifelerinin fakirde mevcut olanlarını, itimad ettiğim, muhabbet ve aşkı olduğunu hissettiğim ihvâna, ezcümle (.........................) gibi zevât-ı muhteremeye, cum'a günleri fakirhanemde toplanıldığı vakit, bizzat okuyor ve ellerine birer Nur parçalarından verip akşama kadar ve bazı geceleri okunmakta devam

    (Sh: B-90)
    ediliyor. Hepimiz Cenâb-ı Kâdir-i Kayyûma ubûdiyet ve niyazımızı îfa ediyoruz ve Zât-ı Üstadânelerine karşı da, bu borcumuz olan dua-yı Üstadânelerini yâd ve tezkâr ediyoruz.

    Cenâb-ı Zül-Celâl vel-Kemâl Hazretleri Muhterem Zât-ı Üstadânelerini dünyalar durdukça Nur Risalelerini rehberlikte, delâlette ve nur dellâllığında ilâ-âhirüddeveran kaim buyursun, duasını her namazın âhirinde hemşirenizle beraber vird-i zebân etmişiz, efendim hazretleri.

    Âsım

    101

    (Ahmed Galib'in Sözler hakkında bir fıkrasıdır.)

    Âdem-i ilm-i hakîkattır sözün,
    Tercüman-ı kenz ü vahdettir sözün.

    Hazret-i Hak'dan atâ-yı mahzdır,
    Neş'e-i Şît-i hüviyyettir sözün.

    Ders-i hikmetten bütün ulvî beyan,
    Misl-i İdrîs, pür-hikmettir sözün.

    Mevc-i tûfân-ı dalâletten siper,
    Keşti-i Nuh-u selâmettir sözün.

    Sarsar-ı ilhaddan inkaz eden,
    Şû'le-i Hûd-u hidâyettir sözün.

    Tezkiyet-i bahş-ı kulûb-u mü'minîn,
    Sâlih-i dâr-ı emanettir sözün.

    Vahdetin esrârını ilân eden,
    Ol Halîl-veş asl-ı millettir sözün.

    Bahş-ı zemzem eyler, ehl-i hayrâta,
    İsmail-i feyz-i hürmettir sözün.

    Mahz-ı tahkiktir, hayâletten a'lâ,
    Sırr-ı ishak-ı hakikattir sözün.


    (Sh: B-91)
    Zümre i Tâgut'u hep berbâd eder,
    Lût gibi rükn-ü salâbettir sözün.

    Hep kelâmullah-ı nâtık şerhidir,
    Kenz-i İ'câz-ı risâlettir sözün.

    Dîn-i Hakkın neşr ü ta'mîmi için,
    Fazl-ı isrâil-i kudrettir sözün

    Hak Cemâliyle Kemâlin gösteren,
    Hüsn-ü Yûsuf'dan işarettir sözün.

    Yokluk içre, varlığa kaim olan,
    Sabr-ı Eyyub-u metânettir sözün.

    Mülhid fir'avnları gark eyleyen,
    Tûr-u Mûsâ-i şeriattir sözün.

    Serteser mizan-ı hikmetle rasîn,
    Çün Şuayb-i emn ü adalettir sözün.

    Ehl-i idlâli eden zîr ü zeber,
    Sanki Hârûn-u fesâhattir sözün.

    Asker-i Câlûd küfrü mahveder,
    Savt-ı Dâvud-u hilâfettir sözün.

    Mârifet-i takvâ ve hikmet mülküne,
    Bir Süleyman-ı emârettir sözün.

    Hâsılı dertlilere dermân eder,
    Dest-i Lukman-ı hazâkattir sözün.

    Ba's ü ba'del mevte kaim hüccetin,
    Çün Üzeyr mazhariyettir sözün.

    Söz değil, özdür bütün tibyânımız,
    Vech-i Hakka hep işarettir sözün.

    (Sh: B-92)
    Lübb-i lüb ma'rifettir mâ-hasal,
    Yüzyüze hakka itâattir sözün.

    Ehl-i şevke âb-ı hayat bahş eden,
    Hıdr-ı bahreyn-i velâyettir sözün.

    Bâr-ı sıkletten ukûlü kurtaran,
    Nûr-u İlyas-ı riyazettir sözün.

    Kulluğun efdalini izhâr eden,
    Zülkifl-i ibadettir sözün.

    Sed çeker kâfir olan ye'cüclere,
    Çünki, Zülkarneyn-i kudrettir sözün.

    Sırr-ı tesbihatı telkin eyleyen,
    Misl-i yûnus gavvâs-ı hakîkattir sözün.

    Rahmet-i Rahmânı hep tezkâr eder,
    Hamd-i Zekeriyya-yı rahmettir sözün.

    Tâb ile şerh-i kitab-ı hak eder,
    İlm-i Yahyâ-i verasettir sözün.

    Mürdeyi ihyâ, körü bîna eder,
    Nefha-i İsâ-yı fıtrattır sözün.

    Müjde-i peyman-ı kulûb-u ehl-i hak,
    Mâhi-i târik-i fetrettir sözün.

    Ahmet'in mi'racını eyler beyân,
    Şerh-i ahkâm-ı Nübüvettir sözün.

    Hak Teâlâ daima pür-nûr ede,
    Çünki, irfân-ı saâdettir sözün.

    Şân-ı üstadda ne dersen Galiba,
    Ez ki, bir îman-ı hayrettir sözün.

    Ahmed Galib




    (Sh: B-93)

    102
    (Ahmed Galib'in Sözler hakkındaki arabî fıkrasıdır.)

    مُقِيمُ السُّنَّةِ بِاْلاِجْتِهَادِ { قِوَامُ الدِّينِ فِى يَوْمِ الْفَسَادِ
    سَلَلْتَ السَّيْفَ عَلَى الَّذِينَ ضَلُّوا { عَنِ الْحَقِّ وَ هُمْ اَهْلُ الْعِنَادِ
    بَيَانُكَ كَانَ صَمْصَمًا شَدِيدًا { عَلَى اَهْلِ الضَّلاَلَةِ وَ اْلاِرْتِدَادِ
    وَ نَادَيْتَ الْجَوَانِبَ هَلْ اَجَانُوا { اِلَى نَهْجِ الْحَقِيقَةِ وَ السَّدَادِ
    اَجَابَ اَهْلُ قَلْبٍ طَائِعِينَ { وَ تَهْتَزُّ الْقُلُوبُ بِالْوَدَادِ
    َلاَنْتَ دَعَوْتَهُمْ سِرًّا وَجَهْرًا { لَقَدْ جَاؤُكَ مِنْ اَقضَى الْبِلاَدِ
    فَمَاسْتَغْنَوْا عَنِ اْلآيَاتِ طُرًّا { ِلاَنَّهُمْ اَتَوْكَ بِاِعْتِمَادٍ
    رَأَوْ فِى نُطْقِكُمْ نُورًا جَلِيًّا { فَيَوْمًا بَعْدَ يَوْمٍ مُسْتَزَادٌ
    فَتَحْتَ عَلَيْهِمْ اَبْوَابًا كَثِيرًا { مِنْ اَقْسَامِ الْعُلُومِ بِالرَّشَادِ
    جَزَاكَ اللّهُ مِنْ خَيْرٍ كَثِيرٍ { وَ اَعْطَاكَ الصَّفَا فِى كُلِّ وَادٍ
    وَ يَحْفَظُ قَلْبَكُمْ مِنْ كُلِّ هَمٍّ { وَ آثَارَكَ مِنْ طَوْرِ الْكَسَادِ
    يُرَوِّجُ نُطْقَكُمْ فِى سُوقِ حِكْمَةٍ { بِاَنْوَارٍ اِلَى يَوْمِ التَّنَادِ
    اَلاَ لاَتَرْغِبْ عَنْ دَعْوَةِ النَّاسِ { فَبَشِّرْ قَلْبَهُمْ وَ اللّهُ هَادِى

    (Ahmed Galib'in Sözler hakkındaki arabî fıkrasının tercümesidir.)

    Mânevî mücahedeyle, sünneti ihya edip, ikame eden,
    Şu asrın fesad gününde dini kuvvetlendirip, Hakla yücelten.

    Dalâlette olanların üzerine mânevî kılıncı çektin,
    Ki onlar şaşmış, Hak yolundan sapmış ehl-i inâda karşı tektin.

    Sözlerin, sanki nifaka karşı şimşekler çakan şedid kılınçtı,
    Dîninden dönenlere, dalâlette kalanlara keskin bıçaktı.

    (Sh: B-94)
    Her tarafa nida ettin, Hakka gelin! Cevap verin! Nura gelin!
    Hakikat yoluna girip, sıdk ve ihlâs ile her an sağlam durun!

    Hakta nurla giden ehl-i kalb, sana itâatle cevap verdiler,
    Muhabbetle dolan kalbler, aşk ve heyecanla coşup titrediler.

    Evet sen onları gerek gizli, gerek açık Hakka davet ettin,
    En uzak beldelerden sana şevkle gelip, o nurlara bend ettin.

    Hak yolunda gördüler seni, istemediler delillerle isbat,
    Çünkü inanmışlar doğruluğuna, sana etmişlerdi itimad.

    Sözlerinizde gördüler, kalbler aydınlatan zâhir parlak bir nur,
    Gün be gün artıyordu, kalblerde nur, yüzlere aksetmişti sürur.

    Açmıştın Hakka giden çok kapıları, avamdan havasa kadar,
    Esmâ ve sıfattan akseden, muhtelif ilimler tâ arşa kadar.

    Mücâhedenize mükâfaten, Allah size versin hayr-ı kesîr,
    Ağlayan gönlünüze, her yerde insin sürur ve safâ-yı kebîr.

    Korusun kalbinizi Allah, her türlü sıkıntı gam ve kederden,
    Korusun Mevlâ eserlerinizi, her türlü ziya ve hederden.

    Hakîm ismine mazhar Sözler, bulsun hikmet çarşısında itibar,
    Asrın karanlığını tard ile nurlandırsın kıyamete kadar.

    Ey Üstad çekinme, Kur'ân'a çağır, insanları Hakka et dâvet,
    Mükâfatı müjdele, kalbleri sevindir, Allah'tandır hidâyet.

    Ahmed Galib

    103
    (Sözler hakkında Murad Efendi'nin fıkrasıdır.)

    Aziz Dost!

    Derya-yı maârifden, semâ-yı irfâna ilâhî bir hava ile coşup fışkıran ve semâ-yı irfandan zemin-i maârife İlâhî bir hava ile inen
    (Sh: B-95)
    bârân-ı mârifeti ve feyezân-ı hikmeti zemîn ile âsuman arasında seyre dalmıştım. Bu sırada coşan deryanın ka'rından, sâhil-i beyana bahâ takdîr edilemiyen cevahir geliyordu. Bunlardan bir mikdar olsun almaya iktidarım gelmiyor ve gelemiyordu. Yalnız görüp alabildiğim bir şey varsa bedî'in cilvesiyle bedî'yatın neş'esiyle hayrettir.

    Murad

    104
    (Sabri'nin fıkrasıdır.)

    Ondördüncü Asrın elli ikinci sâline yetişip, ahkâm-ı kat'iyyesiyle mü'mine beraet ve mücrime idâm-ı ebedî kararının infaz ve icrası gününe kadar, bâki kalacak olan kavânîn-i ezeliye-i Sübhâniyeyi, bilkülliyye hedm ve imhâ etmek âmâl-i bâtıla ve efkâr-ı münafıkanesine kapılan ehl-i dalâlet, ilk hatvelerini atmak istedikleri sırada, (keşf-i kablel vuku' olarak), işbu çelik kal'a tâbir ettiğimiz, Kur'ân-ı mu'cizü'l-Beyânın müfessir ve mümessili olan (Nur deryası), zâhiren otuzüç aded, mânen otuz üç milyon elması, inci ve mücevherat-ı mütenevvia ve müteaddideyi vücuda getirdikten sonra, asıl kal'anın bu teşkilât-ı nuraniye ve mühimme dairesinde tanzim ve tarsîni iktiza ettiği hengâmda, ednâ bir amele olarak, yüzbin def'a haddimin fevkınde olan şu kudsî vazifeye, bu abd-i âciz de, tayin ve kabul edilmekteki tevfikat-ı Sübhâniyeye karşı, secdegâh-ı Rabbaniyede mütalâa ve riya olmasın, şu fâni vücudumu ârâmsız ifnâ etsem, o mukaddes vazife dairesinde, bir dakika müşerrefiyetime mukabil ubudiyet etmiş olamayacağımdan,
    اِلهِى اَنْتَ ذُو فَضْلٍ وَ مَنٍّ وَ اِنِّى ذُو خَطَايَا فَاعْفُ عَنِّى
    kaside-i şerîfesiyle arz-ı ubudiyet etmekle iktifa ettim.

    Hulûsî-i Sâni Sabri


    105
    (Ahmed Husrev'in fıkrasıdır.)

    Sevgili Üstadım,

    Bu hal karşısında kendimi düşünüyorum. Ve bir de, peşinde koştuğum, bu kudsî hizmete bakıyorum. Cenâb-ı Hakk'ın lütf-u ihsanlarına hamdeder ve şükrederken bir kardeşimizin dediği gibi, ben de kendime diyorum ki:

    (Sh: B-96)
    Evet Husrev, iyi olan sen değilsin, tâkib ettiğin yol iyidir, güzeldir, parlaktır. Ondan daha güzel ve ondan daha parlak ve onlardan daha nurlu, hiçbir şey olamaz diyorum.

    Sevgili Üstadım, size medyunuz, risalelere medyunuz. Bizi size ve Risalelere ulaştıran Cenâb-ı Hakk'a medyun ve müteşekkiriz ve hâmidiz.

    Sevgili Üstadım, mektubunuzda yorgunluğumdan bahs buyuruyorsunuz. Evet, bazen yoruluyorum, fakat yorgunluktan istirahatı arzu eden nefsimi, ruhum vazifeye davet ediyor ve belki bugünkü sa'yim, keffâretü'z-zünûb olur. Çünki, Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti vasi'dir, diyorum. İşte bu düşünce ile şevk ve sevince doğru ilerlerken, yazılarımın kıymettar Üstadımı memnun etmesi, bu hâlimi kat kat tezyid ediyor. Elhamdülillâhi hâzâ min fadli Rabbî.

    Ahmed Husrev

    106
    (Küçük Zühdü'nün fıkrasıdır.)

    Yirmi Dokuzuncu Mektubun, Yedinci Kısmını akşam fakirhanede Bekir Ağa ile beraber bazı hususî arkadaşlarımızla okuduk. Ve son Risalenin dinsizleri iskâta kâfi geleceğine hepimiz kanâat ve îman getirdik.

    Küçük Zühdü

    107
    (Sabri'nin fıkrasıdır.)

    Vakit vakit mukaddesat-ı dîniyeye, ehl-i dalâletin icra etmekte oldukları hücumlarla, ruhumda açılan cerihaların teellümatiyle müteellim olduğum bir anda, muhterem Bekir Ağa Hızır gibi yetişerek, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmını sunup, derdime derman oldu.

    Evet eczâhene-i Kur'ân'ın müstahzarâtından ve ancak binden bir nisbetindeki hikmetinden olan işbu dürr-i meknûn, es'ile ve ecvibe, işaret ve sarahatiyle tedavi ile, mağmûm kalbimi tesrîr ve müteessir vicdanımı tenvir ve mükedder ruhumu mahzûz edince dedim: "Aman yâ Rabbi! Sen, Resûlün ve Habîbin Muhammed

    (Sh: B-97)
    Mustafa'nın (A.S.M.) hakikî ümmetine öyle bir tükenmez hazâin-i hikmet bahşetmişsin ki, o hazine-i kudsiye l35l sene ahkâm-ı ezelîsi ve ferman-ı ebedîsiyle öyle bir hayat-ı bâkiye ihsan etmiş ki, hakikî verese-i enbiya olan ulemâ-i be-nâm, en kısa bir âyetten nice hakâik-ı nâmütenâhiye istinbat ve istihraç ederek ümmet-i Muhammedin kulûb-i mecrûhalarını Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın âb-ı hayatıyla ihya buyuruyorsunuz. Ey Mâlikü'l-mülk, ey Hâlik-ı Zülcelâl, ey Hâkim-i Bîmisâl! Senin Zât-ı Azamet-i Kibriyâna iltica ederek niyaz ediyorum, şöyle ki: Ahkâm-ı Kur'âniyyeyi i'lâ ve tarîk-ı Ahmediyeyi ibka ve hakikî verese-i enbiyanın âmâl ve makâsıdını teshil ve teysir buyurarak, bu bîçâre kullarını Kur'ân-ı Azîmüşşânın daire-i nuraniyesinde mes'udâne i'lâ-yı kelimetullah etmeyi göstermeden hayat-ı bâkiye âlemine göçürme Allahım, diyerek zâhirî ve bâtınî gözlerimi levâih-ı Kur'âniye ile perdeledim, üstadım efendim.

    Pür-kusur talebeniz
    Sabri

    108

    (Sözleri müştakların ellerine yetiştiren kardeşim Bekir Ağa'nın fıkrasıdır.)

    Elimizdeki hakâik-ı Kur'âniyeyi câmi' Nur risaleleri, her an ve zaman bizi tarîk-ı hakikatın nurlarına istiğrak ederek, şu zaman-ı hâzıranın ehl-i îmanın kalbine verdiği ızdırabı izâle etmektedir.

    Hakka şükürler olsun ki, ehl-i îmanın üzerine musallat olan ve gayr-ı kâbil-i tahammül olan hâlât karşısında, îman ve irşâdın nuranî dairesi dahilinde, hak ve hakikata lâyık bir vazifede istihdam ediliyoruz. Şu zamanda yegâne medar-ı tesellimiz olan şey, ancak Erhamürrâhimînin tavassutunuzla, bize kavuşturduğu hakikatlardır. Lisanım, şükranlarıma tercüman olamıyor. Ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Ancak söyliyebildiğim şey, beklediğim ümid, benim ve ehl-i îmanın, bilhassa risalelerle alâkadar kardeşlerimin iki cihanda mesrur olmalarını ve bilhassa başta Üstadımızın kudsî ve pek azîm hizmetinden, Hâlik-ı kâinat hazretlerinin râzı olmasını temenniden ibaret kalıyor. Bu günkü ahvâl-i müessifeden müteessir

    (Sh: B-98)
    olmamak mümkün değil. Allah iyi yapar, İnşâallah. Ben câhilim, bu kadar yazabildim. O sözlerin kıymetini tariften âcizim. ne kadar yazsam, o eserlerin kıymetinden binde bir nebzesini gösteremez.

    Talebeniz Emrullah Oğlu
    Bekir

    109
    Tarikat hakkında olan Telvihat-ı Tis'a münasebetiyle yazılmış

    وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ


    Sevgili ve kıymettar Üstadım, Efendim!

    Hâfız Ali Efendi kardeşimle irsal buyurulan Yirmi Dokuzuncu Mektubun Dokuzuncu Kısmını pek büyük bir sevinçle aldım ve okudum. Kısmen kardeşlerimle, kısmen de yalnız başıma, beş-altı def'a okuduğum halde, bu risalenin ruhuma ilka eylediği nuranî feyizleri karşısında okudukça okumak ihtiyacım artıyordu. Ve senelerden beri müştakı bulunduğum tarikatın böyle ulvî, nezih, âlî hakikatlarını öğreten bu kıymettar risaleyi elimden bırakamıyorum. Her okudukça başka bir zevki veren ve kendi arkadaşları olan diğer risaleler gibi, her bakışta başka bir güzellik ve letâfet gösteren bu risaleyi ve içindeki ulvî ve âlî hakikatları bize okuyan levhaların münderecatını belki dört-beş seneden beri arıyor, bulamıyordum.

    Sevgili Üstadım, Allah sizden ebediyyen razı olsun. Nasıl ki, bahr-ı muhit içerisinde yaşadıkları halde, susuz kalmalarından dolayı değil, belki kendilerinde zîkıymet şeylerin husûlü için, nisan yağmuruna şiddetli bir alâka ile ihtiyaç gösteren balıklar gibi, benim de bu risaleye ihtiyacım şiddetli idi. Cenâb-ı Hak ve feyyaz-ı mutlak hazretlerine bînihâye şükür olsun ki, hayatımın bu karanlık sahifesini de arzularımın pek fevkınde olarak nurlandırdı.

    Evet, bu risalenin fakir talebenizde hasıl ettiği te'sir ve intiba'larını, kalemle ifadeden her vakit için âcizim. Küçük küçük cümleleri ve anahtarlariyle pek büyük define ve hazineleri açan ve

    (Sh: B-99)
    azîm girdabları kapatan ve tarîkatın nezih, âli ve çok yüksek feyizli, sürurlu, zevkli, doyulmaz ve bırakılmaz bir yol olduğunu ders veren, bu kıymettar risaleyi çok ehemmiyetli buluyorum. Ve bilhassa tarikata mensup olup da, hâricin ittihâmından kaçınan veyahut öğrenmek ve anlamak istedikleri halde muvaffak olamayan ve alâkadar olmak isteyen kardeşlerimi, bu risaleye mâlikiyetlerinden dolayı tebrik etmekte, kendimi çok haklı görüyorum.

    Kıymettar Üstadım!

    Risalenin geri kalan kısmının da, bir an evvel ikmaliyle, istifade ve istifazamız için irsal buyurulmasını, dest ve dâmenlerinizi öperek niyaz etmekteyim. Ve ikmal ve irsaline de, arkadaşlarımla birlikte sabırsızlıkla intizarımızı arz ediyorum, Efendim Hazretleri.

    Elbaki Hüvelbaki
    Hakir Talebeniz
    Ahmed Husrev

    110

    (Küçük Husrev Mehmed Feyzi'nin bir fıkrasıdır.)


    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ


    Kıymettar Üstadım, Efendim!

    Çeşm-i im'ânımla kıldım, Risale-i Nur'a nazar
    Yoktur imkân yaza mislin, efrâd-ı beşer

    Bu ne elfaz, bu ne ma'nâ, bu ne üslûb-u hasen,
    Okudukça müncelî olmakda, dâim bir hüsün.

    Bârekâllah ey mukaddes Nur-u Hudâ
    Sendedir envâr-ı tevfîk-i İlâhî, rûşenâ.

    Âfitâbın nûru zâildir, bu nûr emân verir,
    Subh-u mahşerde uyun-u mü'minîne incilâ.

    Her harfi şem'a-i feyz-i İlâhî, cilveger,
    Zevk alır baktıkça insan, bütün eşyadan geçer.


    (Sh: B-100)
    Eyliyor ta'lîm-i îmân-ı tahkikî cümla âleme,
    Kim Olur sıdk ile, iner feyz-i Rahman kalbine.

    Hall eder tılsım-ı kâinatı, her harfi dünyaya değer,
    İlm-i nâfidir, yazılır ecr-i cezîl, tâ kıyâmet bîkeder.

    Hâsılı, bilcümle meknûzât-ı hikmet-perverin,
    Her biridir ehline, bir âfitâb-ı Hak-nümâ.

    ilâhi bihakkı Esmâikel-Hüsnâ,
    Tâ kıyâmet münteşir olsun, uyûn-u ehli Hak bulsun cilâ.

    Ey müellif-i risale-i Nur, ger edersin iftihar becâdır,
    Gıbta ederse cümle ihvânın sana, çok sezâdır.

    Çünkü eyledin îman-ı tahkika bir memer,
    Elde ettin şâh-ı eserle zuhr-i yevmil mefer.

    Bilirim değilsin enbiyâdan bir nebî (Hâşiye),
    Lâkin elinde nedir bu nûr-u mu'teber.

    Feyzi başetme tatvîl-i kelâm,
    Eyler elbet, ehl-i irfan, arz-ı tahsîn-i eser.

    Fakir Talebeniz Küçük Hüsrev
    Mehmed Feyzi

    (Hâşiye) Mevlânâ Câmi, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî hakkında demiş:
    مَن ِه كُويَمْ دَرْ وَصْفِ آنْ عَالِى جَنَابْ { نِيسْتْ َيْغَمْبَرْ وَلِى دَارَدْ كِتَابْ
    Câminin bu fıkrasının meâline işaret etmek istiyor.
    (Sh: B-101)
    111
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  9. #19
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    (Husrev'in bir fıkrasıdır.)

    Sevgili ve Muhterem Üstadım Efendim,

    Bizi maddî ve mânevî tenvir eden, yükselten ve erişilmez feyizlere müstağrak kılan Risalelerinize mâlikiyetimden ve lâyık olmadığım halde, bu şerefe nâiliyetimden dolayı, Cenâb-ı Hakk'a bînihâye teşekkür etmekte; gerek bu şerefe nâil olmaklığıma vesile olduğunuzdan ve gerekse âtiyen bu hususta üzerimize terettüp eden vazife-i Kur'âniyede muvaffakıyet kazanacağımızı tebşir etmekte

    (Sh: B-62)
    olduğunuzdan dolayı, duyduğum pek büyük bir sürurla müftehirim. Üstadım! Hakkınızda, hâtırınıza gelmeyen nimetlerin en güzeliyle dünyevî ve uhrevî mes'ud olmanızı her vakit için dua etmekteyim.

    Muhterem Üstadım, sizi özlemiştim. Aradaki hâinlerin her hususta engel olmaları, şübhesiz çok müteessir ediyor. Bugünkü hal yüreklerimizi sızlatıyor, fakat elimizden bir şey gelmiyor. Nur deryasının feyizli Risaleleri kimin eline geçerse, o zâtı kendine ciddî olarak raptettiği gibi, müştaklar ve ehil olanlar arasında dolaşıyor. اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
    Husrev

    77
    (Husrev'in Sözler'i yazmağa başladığı zaman yazdığı mektubun fıkrasıdır.)

    Muhterem Efendim Hazretleri,

    Bu sefer okumaklığımız için irsal buyurduğunuz iki kitabdan birisini Bekir Ağa'dan aldım. Kitabın birkaç sahifesini okudum. Ve kitabın bir nüshası kendimde kalmak üzere istinsah etmeğe başladım. Kitab münderecâtında arada sırada dimağımı alâkadar eden mesâilden bahsettiğini ve küçük mektubların pek büyük hakikatleri kucakladığını gördüm ve çok müstefid oldum.

    Altıncı Mektub'a kadar yazılan Sözleri bir taraftan yazıyor, diğer taraftan da yazının geçce yazılışından sıkılarak okumaya başlıyordum. Pek çok sürur beni kaplıyordu. Altıncı Mektuba gelince, şu gurbetteki firkatinizin en hazin kısmını tayyettiğinizi ve bir kısmının da hikâye edildiğini okudum. Okudukça sizinle beraber kalbim hazin hazin ağlamaktan kendimi alamamakta idim. Hattâ yanımda bulunan valideme dahi okudum. Okurken validem ağlıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Ben de ağlamamak için nefsime cebrediyordum. Diğer taraftan da acaba tayyedilen kısmından da biraz yazılsa idi.

    Husrev

    (Sh: B-63)
    78
    Ey Üstad-ı Muazzam,

    Atabeye gelen Ramazan meyvesi olan ve Ramazan-ı Şerifin hikmetlerini bildiren Söz, bizi îkaz ve bilmediğimiz hikmetleri tasrih ediyor. Okuduğum her söz, neşr ettiğiniz o ulvî hakikatler için âciz lisanım tavsif ve takdirden âciz kalıyor. Ve görüyor ve anlıyorum ve öyle îman ediyorum ki, bir zaman gelecek, bu risalâtü'l-envar ve mektubâtü'n-nur, için için ateşlenen, feveran eden bir dağ gibi hararetle nur-feşan bir menba' kuvvetine tesahub edecek. Ve belki de etmiştir. Bir düğmesine basmakla her tarafı ziyâya müstağrak eden bir elektrik dinamosu gibi kendinden çok uzak mesafeleri îkaz ve irşad nuruyla ihâta edecektir.

    Nurun Eski Talebesi Merhum
    Lütfi'nin Arkadaşı Zeki

    79
    (Husrev'in bir fıkrasıdır.)

    Muhterem Efendim, Sevgili Üstadım,

    Yirmi Dokuzuncu Mektub'un bir kısmını nasıl bulduğum ferman buyuruluyor. Bu hususta ne yazabilirim, ne gibi bir fikir dermeyân edebilirim? Risalelerin her birisinin nurları bir; fakat mevzuları ayrı, güzellikleri ayrı, lâtiflikleri ayrı, zevkleri ayrıdır. Bu risalenin nuru diğer Risaleler gibi her tarafı parlak, her köşesi güzeldir. Bilhassa ruhlarımızı sızlatan, kalblerimizi ağlatan bu hâll-i müessife dolayısiyle, sevgili Üstadımdan bir şifâ-yı âcil bekliyordum. Bu şifayı, Yedinci, Sekizinci, Dokuzuncu Nükteler beklediğim devâyı vermiş ise de, binler maslahat ve faideleri içinde yalnız bir maslahat için bile olmadığı halde tebdil edilen şeâir-i İslâmiyeden bazıları, bizi çok me'yus ve müteessir ediyor.

    Fakat sevgili Üstadım, zaman takarrüb etmiş olmalı ki, bir taraftan mülhidlerin tecavüzleri ziyadeleştikçe, diğer taraftan Muhterem Üstadımızın, Kur'ân'ın feyzi ile nâil olduğu hakîkat deryasından kükreyip gelen gizli hakâikı izhâr etmesi bizim sevinci


    (Sh: B-64)
    mizi artırmaktadır. Madem çiçekleri görmek için baharı beklemek zarureti vardır, biz de ona şiddetle ve sabırsızlıkla intizar etmekteyiz.

    Husrev

    80
    (Husrev'in bir fıkrasıdır.)

    Sevgili, Muhterem Üstadım,

    Kıymettar Üstadım,

    Bekir Ağa ile gönderdiğiniz mektuptan duyduğum süruru târif etmek, benim gibi âciz bir talebenin ne lisanı ve ne de kaleminin haddi değildir. Sevincimden mektubunuzu takbil ediyor; ruhum sizinle yaşadığı halde, cismen uzak bulunduğumuzdan ağlıyordum. Zaman oluyor ki, gözlerimden dökülen yaşları yazı yazmak veyahut Risaleleri okumakla teskin edibiliyorum. Zaman oluyor kalbim mütemadiyen ağlıyor, ah sevgili Üstadım. Sizden pek büyük istirhamım budur ki: Beni afvediniz. İki-üç seneden beri dünyayı sevmez olduğum halde kurtulamadığımdan çok müteessirim. Issız sahralar, susuz çöller, ruhumun birer meskeni oluyor. Hayâlen oralarda dolaşıyorum. Güya bir şey arıyorum.

    Evet, bir şey arıyorum. Heyhât, aradığım hem çok yakın, hem çok uzak görünüyor. Bilmiyorum daha ne kadar zaman bu hâl içerisinde çırpınacağım. Evet, yine pek çok müteşekkirim. Nasıl teşekkürüm hadsiz olmasın. Henüz bir sene oldu; iki gece birbiri üstüne gördüğüm iki rü'yâ-yı sâdıkada, temelleri atılmakta olan büyük bir gülyağı fabrikasının kâtibliğine tâyin edilmiş ve işe mübaşeret etmiştim. Bu rü'ya tarihinden iki ay sonra risaleleri yazmağa başladım. Ve bilhassa Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci ve Sekizinci Mes'elelerinde, hizmetimizin makbuliyeti ve rıza-i İlâhî dahilinde olduğu pek açık bir lisanla yazılması, âciz talebenizi de dilşâd etmiş bulunuyor. Sevgili Üstadım, Allah sizden ebeden razı olsun.

    Husrev

    (Sh: B-65)
    81
    Ey Aziz Üstad!

    Bu def'a yazmağa muvaffak olduğum üç mevkıftan mürekkeb Otuz İkinci Söz'ü beray-ı tashih takdim ediyorum. İşbu kitâbın, nazar-ı âcizîde giranbahâ bir hazine olduğunu yazmağa bilmem lüzum var mı? Dünyanın ölçülmek imkânı olmadığını söyleyen zât ve fikr-i beşerin nâmahdud bir arazi olduğunu iddia eden adam ne doğru söylemişler. Bu noktada fikrim; gittikçe inkişaf eden efkârımın ve dar muhayyilemin genişlemesinden mütevellid bir fikirdir. Dünyanın ölçülmez bir boşluk olduğunu ve fikr-i beşerin nâmahdud olduğunu îzah maksadına müstenid değildir. Demek ki, her Risaleden ruhum ayrı ayrı gıdasını alıyor. Otuz ikinci Söz'ün kalbime ve ruhuma bahşettiği safâ-yı sermedî ve câvidânî değil mi ki, bu uzun mektubumla mesrûriyetimi izhâr için sizi tâciz etmeme bâdî oluyor. Hülâsa, tatlı bir sermestî içinde hayatımdan memnunum. İnşâallah duanız himmetiyle, böyle meşru' bir sermestî içinde hayat-ı ebediyeye vâsıl olacağım inşâallah.

    Ahmet Zekâi

    82
    (Husrev'in bir fıkrasıdır.)

    Çok Muhterem, Sevgili Üstadım,

    Yirmi Dokuzuncu Mektubun Üçüncü Kısmını okuduk. Mektub münderecatı hepimizi şevke getirmiş, sevinçle her tarafımızı doldurmuştu. Kur'ân-ı Hakîmin bazı âyâtından çıkan kıvılcımlariyle, bir taraftan aklı gözlerine inmiş olan maddiyunlar ve emsâli tabakasına karşı, Mektûbatü'n-Nur ve Risalâtü'n-Nur ile meydan okuyarak onların kafalarına hakikat tokmaklarını vurmakta ve diğer taraftan onların kalblerini pek parlak feyizleriyle doldurmaktadır.

    On sekiz bin değil, sevgili Üstadımın buyurdukları gibi yirmi sekiz bin âleme bakan o büyük Fürkan-ı İlâhînin, bugünkü asırdan başka gelecek asırlara da bakan vecihlerinin bazı mühim noktalarına

    (Sh: B-66)
    işaret edilmesi ve lâfzullah üzerinde vâki tevâfukatın göze çarpacak ve nazarı celbedecek şekle ifrağ edilmesi ve bazı kelimelerde görünen mânidar tevâfukatın güzellikleriyle meydana çıkarılması hakkında vâki Üstadımın fikirlerine haddim olmayarak yine Üstadımdan aldığım kuvvet ve cesaret ile iştirâk ediyorum. Ve böyle bir Kur'ân-ı Kerîm'in yazılması hakkında vâki olacak her fedakârlığa hâzır olduğumu, utanarak baştan ayağa kadar beni istilâ eden bu sürurun verdiği hâlet-i ruhiye üzerine arzediyor ve ayrıca diyorum ki: Sevgili Üstadıma istenilen şekilde kendi elimle yazılmış bir Kur'ân-ı Kerîm'i yazıp takdim etmeği çok arzu ediyorum. Fakat mes'elenin müsta'celiyetini düşünemiyordum. Ve bir de diğer kardeşlerimin bu şereften mahrumiyetidir ki, bu fikrimin ve bu arzumun kabulünde ısrar edemiyorum.

    Evet sevgili Üstadım! İnşâallah zaman takarrüb etmiştir. İnşâallah mev'ûd vakte biz de erişmiş bulunuyoruz. Artık sebeb selef-i sâlihînin Kur'ân'a hâşiye olarak bir şey ilâve edilmemesi hakkındaki kararlarının, zamanlarına aid bulunması ve ulemâ-i müteahhirînin müsaadeleri de Arapçanın tahsili cihetine gidilmediğinden ileri geldiği kanâatini taşıyarak, Arapçanın okunmak ve yazmak istenilmediği bir zamanda bulunuyoruz. Binâenaleyh Kur'ân hakkında sevgili Üstadımın düşündüklerine pek büyük bir ihtiyaç olmakla beraber, bu güzel ve pek büyük bir emr-i hayra kapı açan bu işin hemen ikmâl edilmesi için her şeye tercih edilmesi rica ve istirhamındayım. (Saatçi Lütfi Efendi kardeşim de bu kanaattedir.)

    Sevgili Üstadım! Allah sizden hem ebediyen razı olsun, hem de her bir hayırlı işinizde muvaffak etsin, duasiyle Cenâb-ı Hakk'a müteşekkir olduğum halde size olan minnettarlığımı arzeder ve dâmenlerinizi öperim, muhterem efendim hazretleri.

    Husrev

    (Sh: B-67)
    83
    Ey Üstad!

    Kur'ân'ın ma'kesi olan yazdığın Risaleler, senin ne büyük üstad olduğunu kabul ve teslime kâfidir. Sen ki ey aziz Üstad, İslâmiyet üzerine çöken zulmet ve gaflet perdelerini Risalelerinle yırttın. O mülevves perdeler altındaki en nurlu hakikatleri meydana çıkardın. Senin sarsılmaz azmin, kahraman metânetin, ârâmsız sa'yin semeresiz kalmadı. Anadolu'nun ortasına öyle bir âb-ı hayat çeşmesi açtın ki (Hâşiye: l) bu çeşmenin muslukları yazdığınız Risalelerin, neşrettiğiniz eszerlerin hakâikıdır. Menba' ve mâdeni, bâkî olan Kur'ân-ı Hakîm'in bahridir. Bir gün olup bu dâr-ı imtihandan saadet âlemlerine göçtüğün zaman, kıymetdar eserlerin seni nâmınla beraber yaşatacaktır. Ne mutlu, senin açtığın çeşmenin kıymetini takdîr ile ona muhafız ve müdâfi' olan ve icabında eserlerinin ahkâmını ilân ve telkin uğrunda bin can ile hayatını fedâya müheyyâ olan, candan sevdiğin talebelerin var. Uhrevîler diyarında olduğunuz zamanlarda dahi sizin ruhunuzu muazzeb edecek hareketlerde bulunmayacaklarına emîn olunuz. Bir çok esrar-ı Kur'âniyenin anahtarlarını şimdiden talebenize tevdi ettiğinize, onlar canla başla size minnettar ve müteşekkirdirler. Bu gün saçmakta olduğunuz feyizli nurlar, beşeriyetin hakikî insan olanlarını pâyansız sürurlara istiğrak ederek, mükellef oldukları vezâifi bildiriyor. Hizmetiniz inkâr edilmez ve senin fedakârlığın azîmdir, azîmdir.

    Aziz Üstad! Hizmetin göklerde gezsin (Hâşiye: 2) ve siz destanlarda geziniz. Fedakâr Üstad! Diyânetten meded almayan, ehl-i gafletin

    (Hâşiye 1): Bu hizmet-i kudsiyedeki sevap ve şerefte benim gibi bîçârenin hissesi, tasavvur ettiğiniz miktardan binde bir düşse yine şükrederim. Ehl-i hüner, elmas kalemleriyle imdadıma yetişen sizin gibi Kur'ân'ın hâlis şâkirdleridir.!
    (Hâşiye 2): Bu kardeşimin bu hissine iştirak etmiyorum. Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, her şey yârdır. Eyer O yâr deyilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez. İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli ibtal eder; eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar; eğer müşevvik ise saffetini izale eder; eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak istemiyerek Cenâb-ı Hak ihsân etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-i te'sîri namına kabul etmek güzeldir ki, و َاجْعَلْ لِي لِسَانِ صِدْقٍ فِي اْلاَخِرِينَ buna işarettir.
    Said

    (Sh: B-68)
    gafletini ziyâdeleştiren edebiyat denilen müdhiş sarhoşluk, ancak ve ancak sizin âsâr ve telkinleriniz sâyesinde mündefi' oluyor. Dinsiz milletler pâyidâr olamayacağı ve hattâ insaniyeti bile öğrenemeden dünyadan gelip geçeceklerini pek mâkul ve mantıkî delillerle isbat ettin. Eserlerin ruhun gibi ulvî ve ihâtalı.

    Sevgili Üstadım! Müsterih olmalısınız ki, sizin sa'yiniz beyhûde değildir. Lâyemût risalelerin ilelebed kıymetli ellerde gezecek. Bugünkü dinsizlere haddini bildirecek. Ve belki îman dahi bahşedecek. Zaten sizin talebiniz bu değil mi? Emeliniz, gayeniz, îman dairesinde îkaz ve irşad hedeflerine yetişmek değil mi? Felsefe mezheblerinde nâlân, sürünen edebsizler elbette hakikî edebi ve edebiyatı sizin eserlerinizde bulacaklarına asla şübhe yoktur ki, böyle olacak. Siz de artık muhterem üstad, muhtac olan koca bir millete târif ve mikyas kabul etmez bir hizmeti ifâ etmiş bulunuyorsunuz. Bu millet, bu toprak, bu vatan hiçbir zaman size olan borçlarını ödeyemezler. Dilerim ki, bu azim, kudsî hizmetinizin mükâfatını Cenâb-ı Hak size pek lâyık bir tarzda ihsan etsin. Dünya ve âhirette sizden ve bizim gibi âciz ve kusurlu hizmetçilerinden razı olsun, âmin.

    Lütfi'nin arkadaşı

    84
    (Hüsrev'in fıkrasıdır.)

    Sevgili Üstadım!

    Yorucu bir kuvvetle gece ve gündüz beni düşündüren ve fakat hiç de kıymeti olmayan vaziyetten kurtaran mektubunuzu aldığım vakitten beri sürûr içinde, Cenâb-ı Hakk'a bînihâye teşekkürlerimi takdim ediyor ve beş vakitte, eltaf-ı İlâhiyeye mazhariyetinizi dua ediyorum. Bilhassa sevincimi artıran keyfiyet, Cenâb-ı Hakk'ın sırf hizmet-i Kur'ân'da istihdam etmesinin iş'ar buyurulmasıdır.

    Muhterem Üstadım! Vaziyetimden çok çok memnunum. Artık emr-i âlîleri mûcibince hiç bir şey düşünmüyorum. Düşündüğüm bir şey varsa, o da Risale-i Nurdan Sözler'i ikmâl etmek, bunlardan istinsah ederek arkadaşlarımızın çoğalmasını te'min etmek için

    (Sh: B-69)
    lâyıkıyle çalışmaktır. Bunun için kendimde gördüğüm âriyet ve emanet bir varlığa değil, belki Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve lütuflarına istinad ediyorum.

    Muhterem Üstadım! Yazdığım Otuz İkinci ve Yirmi Yedinci Sözleri takdim ediyorum. Yirmi Yedinci Mektupta arkadaşlarımızın ihtisâsatlarını okurken bilseniz ne kadar sürur duyuyorum. Yekdiğerine ayrılmamak için kıymetsiz maddî iplerle değil, kıymetli ve manevî iplerle bağlanmış bir âile ve bir cemaat efradının hissedeceği sevinçle mütelezziz oluyorum. Şübhesiz Zât-ı Üstadâneleri başımızda olmakla beraber, büyük olanlarımız ağabey ve beraber olanlarımız da, kardeşlerimiz olmuşlardır. Veyahud ben bu cemaatin içerisine dahil olduğumdan fevkalhad bahtiyarım. Kur'ân-ı Mübînin nurlarının ahz ve neşri hususunda, sevgili Üstadımız, şahsiyetiniz vasıta kılınmasından dolayıdır ki, sizi bize veren Cenâb-ı Hakk'a minnettarlığımızı tahdid edemeyiz.

    Husrev

    85
    (Sabri'nin bir fıkrasıdır.)

    Eyyühe'l-Üstadü'l-Muhterem!

    Bil'istinsah takdîm-i huzur-u fâzılâneleri kılınan Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Mes'elesi tam zamanında izhar-ı endam etmiştir. Şu mübarek eser Risâlâtü'n-Nur ve Mektubâtü'n-Nur'un bir nevi tarihçeleri olduğu gibi, diğer cihetten de âsâr-ı pür-envârın senedât ve berâhin-i kat'iyeleri hükmünde görülmekle beraber, üç seneden beri dimağımda mahsus ve mahfuz bir çok ihtisâsatı da, bu kere zâhire çıkarmıştır. İşte Kur'ân-ı Azîmüşşân'ın derece-i kudsiyet ve ulviyet ve nuraniyeti böyle elmas ve mücevherat-ı mâneviyeyi câmi' bulunduğu, bu mes'ele ve emsâli mesâilden anlaşılmıştır.

    Evet şu hakikati de itiraf etmek lâzım ki, bir mücevherat hazinesi ne kadar zengin ve ne kadar yüksek bir servete mâlik olursa olsun, bâyii, dellâlı, usûl-i bey' u şirâya âşina olmazsa, zilyed bulunduğu kıymettar hazinenin müştemil ve muhtevî bulunduğu emtiayı, lâyıkıyla âleme ilân ve enzâr-ı âmmeye vaz' edemez. Binâenaleyh

    (Sh: B-70)
    şu devr-i müşevveşde, hakâik-ı Kur'âniye'nin hakkıyla bey'u şirâsını yapan dellâll-ı Kur'ân'ın değil altı senedir, belki kırk seneden beri ehl-i İslâm'a hitâben:
    يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلَى ِتجَارَةٍ تُنْجِيكُمْ مِنْ عَذَابٍ اَلِيمٍ fermân-ı Rabbanîsiyle nidâ etmeleri, bil'umum envâr-ı îmâniyeye muhtaç Ümmet-i Muhammed'i medyûn-ı şükrân eylemiş ve eylemektedir.

    Sabri

    86
    (Sabri'nin fıkrası)

    Eyyühe'l-Üstadü'l-Muhterem!

    Bu kere Yirmi Yedinci Mektub'un İkinci Zeylini, Yirmi Sekizinci Mektub'un Beşinci, Altıncı Mes'elelerini bil'istinsâh asıl ma'assuret takdim ediyorum. Bendeleri Yirmi yedinci Mektubun te'lif ve te'sis ve tertibinde, çok mühim bir isabet ihssediyorum ki, bu mektubun te'lifindeki gaye, kat'iyyen mektub sahiplerini ilân ve teşhir olmadığı, belki muhtelifü'd-derecât zevi'l-efkâr ve elbâbın herbiri, Nurların ancak yüzde birer hâssalarını ve fevâidini görerek, dellâl-ı Kur'ân'ın bir dereceye kadar nidalarını taklide çalışmaları, ayrıca bir zevk ve letâfet ihsas ediyor.

    Nur deryasını görmeyen bazı kimseler müştâkane soruyorlar ki: Mensub bulunduğunuz Nur eczahanesinde ne gibi muâlecât var ve asıl mevzuları nedir? Evvelce bu suâle karşı Risaletü'n-Nur'u mümkün ise, birer birer göstermeye, değilse aklım erdiği kadar söylemeye mecbur idim. Şimdi ise, Risaleti'n-Nur'un yüzde on nisbetinde mevzuunu mümkün mertebe ifadeye hazırım. Ve nîm bir fihristini andırır, Yirmi Yedinci Mektub'u veriyor ve bildiriyorum. Cüz'î-küllî maksadımı bildirebiliyorum. Nurların ekser aksamı vücuda geldikten sonra Yirmi Yedinci Mektub âdeta işaret tabancası gibi endaht edildi. Ve hem de Nur deryasının askerleri beyninde, bir nevi müsabaka vazifesini de gördü. Her müntesib meşher-i Nur'a, az-çok hünerini döktü.

    Sabri

    (Sh: B-71)

    87
    (Sabri'nin fıkrasıdır.)

    Eyyühel Üstad!

    خd-i sâîd-i fıtrînizi tebrik ve bilvesile dest ve dâmen-i kerîmanelerini öperim.

    Efendim, her an nurlar ile tegaddi eden ruh-u âcizânem, yine evvelki cuma günü mugaddi bir nura muntazır iken, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Üçüncü Kısmını ihsan ve irsal buyurulmakla fakir talebiniz müşerref ve müstefid ve minnettar kalmıştır. Bir saatlik misafir kalan bu eser-i kıymettar ve mânidarı hemen Abdullah götürdü. O rü'ya misal gördüğüm eserin, bir haftadan beri dimağımdaki kıymettar nakışlarını ve mânidar meâllerini, aczim dolayısıyla ifade edebilmeye iktidarım yok.

    Şu kadar arzedebileceğim ki, bu bürhânî, senedî, şuhudî velhasıl kâffe-i esbab-ı sübutiyyesi aslında münderic ve müştemil bulunan kıymettar eser, umum Risale-i Nur ve Mektubâtü'n-Nur'un güneş-misâl i'cazları, âlemleri hayrette bırakan kerametleri, dost ve düşmanın itiraf ve takdirini kazanan âsâr-ı sâbıka-i nuraniyenin ne kadar güzellikleri ve meziyetleri varsa, sanki bu kısımda içtima etmiş. Veyahut şöyle diyebileceğim ki, her ne zaman nurlardan bir Risale görsem, bu gibi veyahut daha ziyade bir zevk-i hakikî ve sürûr-u nâmütenâhî görüyorum. Şu halde bu acîb mahsûsat ve meşhûdât, ancak nurlara ait ve münhasır bir i'caz, kezâlik nurlara mahsus bir kerametidir demekte, ehl-i îmanca kâmil bir kanâat mevcut bulunacağına eminim. Bilhassa tevâfukatı, tefsiratı gösterilerek tahriri musammem ve menvî bulunan Kur'ân-ı Azîmüşşân'ı, umum ehl-i îman ve tevhid kemâl-i hâhişle ve nihayetsiz hürmetle karşılayacakları, bedahette olduğu gibi, birçok kimselerin de, âhir ömürlerinde yeniden okumağa şevk ve gayret gösterecekleri, bir ihtimâl-i kavîdir. Daha nice emsali, nâmesbuk âsârın vücuda getirilmesini, bütün ruhumla diler ve Cenâb-ı Mün'im-i Hakikîden muvaffakıyetler temenni eylerim Efendim.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
    Hâfız Sabri

    (Sh: B-72)
    88
    (Sabri'nin fıkrasıdır)
    Üstad-ı Âlîşânım Efendim!

    Şu iki geceden iğtinam edebildiğim vakitlerde, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Birinci Kısmını istinsah ederek, kendi nüshamı Ali Efendi'ye ve aslını Zât-ı Üstadânelerine iade ve takdim ediyorum. Şu bir aydan beri, ruhlarımız ateşe mâruz çimen gibi yanık, küskün, solgun bir vaziyette olup, hattâ ekser arkadaşlarla, bu mes'ele hakkında ne hatt-ı hareket tâkib edeceğimizi mektubla muhabere ve müşavereye başladık. Ve bu tarafta Üstad-ı Âzamımıza en yakın bendeleri olduğum için, şifahen veya tahriren bu babda mâruzatta bulunmak emelinde iken, bu dertlere birer iksir, ilâç ve cevab-ı şâfi olan Yirmi Yedinci Söz'ü, bir kat daha muvazzah ve oldukça şümullü bir cevâb-ı âlîyî bizlere ihsan eden ve kısacık cümlesi nâmütenâhî hakâik-ı maânîyi câmi' bulunan, bahr-i muhît-i kebir tâbirine mâsadak olan her bir cümle-i Kur'âniye şu kısımda bilhassa Beşinci, Sekizinci ve Dokuzuncu Nüktelerde asrın kuru kafalı, müflis, felsefeci şeytanlarını gemlemiş, iskat etmiş, daha doğrusu bütün bütün ilzam ve ruhlarımızı da tenvir ve tesrir ve teselli etmiştir.

    Üstüd-ı Muazzezim! Kur'ân-ı Azîmüşşân'ın ne derecelerde zengin bir hazine-i rahmet-i İlâhiye bulunduğu vâreste-i arz olup, o hazine-i kudsiyenin muhtevî bulunduğu enva'-ı türlü elmas ve pırlantaları çıkartmak ve bilvesile bizim gibi muhtaç olanlara da verdirmek hususunda, Nurlar Külliyatının ekserisinde tam bir muharriklik vazifesini deruhde eden Üstâd-ı Sâni Hulûsi Beyefendimi, teşbih ve tâbiri câiz ise, saatçilerde bulunan yıldızvârî sekiz-on ağızlı saat anahtarlarına benzetiyorum ki, o müteaddid ağızlı anahtar, âlemde mevcut her saati tahrik eder, işletir. Mûmâileyh beyefendim de, aynen o halde olup, emsâli görülmemiş ve duyulmamış bir çok mesâil-i mühimme-i hakîkiyyeyi Hazret-i Kur'ân ve dellâl-ı Kur'ân'dan istiyor.

    Şu asırda hazine-i mâneviyenin hazinedar-ı bînazîri de, o kıymetdar sâiline en kıymetdar ve ruha tam bir gıda bahş mevadd-ı

    (Sh: B-73)
    mâneviye-i Kur'âniye ile i'tizaz ve ikrâm ederken o halkaya lâyık ve müstehak olmadığım halde, fakir de, gıda-yı ruhânîmî ârâmsız alınca, o mevâidi ihsan edene de, getirene de, isteyene de hadsiz medyûn-ı şükran kalıyorum. Bu defaki aldığım lütufnâme-i ekremîlerinde, gücenmesini hâzır farzederek mektubla muhabere etmiyorum, buyuruluyor. Bu hususta kalb ve ruhuma "Ne dersiniz?" dedim. "Estağfirullah sadhezâr estağfirullah. Biz ölmüştük, lehülhamd bize taze hayat bahşedildi. Gücenmeye, hiçbir cihetle hakkımız yok. Vazifemiz olan duaya devam ve teşekkür borçluyuz." cevab-ı hakgûyânesini ruhumdan aldım.

    Hâfız Sabri

    89
    (Hulûsi Bey'in fıkrasıdır.)

    Eyyühe'l-Üstadü'l-Muhterem!

    Bu kere Yirmi Dokuzuncu Mektub'un Dört, ilâ Dokuzuncu Nüktelerini hâvi mübarek mektubunuzu Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Mes'elesinin sırr-ı azîm-i inayet beyanındaki hâtimesi namını verdiğiniz ve Mu'ciz-nümâ ramazanın hikmetlerini beyân eden Yirmi Dokuzuncu Mektubun İkinci Kısmını ve münevver hâtem-i i'cazı kemâl-i şükranla aldım. İştiyakla, lezzetle, zevk-i mânevî ile defa'atle okudum. Fakat iki haftaya yakındır ki, cevap yazamadım. İşte bu mübarek cuma günü, hem nurlardan aldığım feyizleri, tesellileri, hem kalbî teessüratımı, icmâlen arz maksadıyla, bu varak-pâreyi tahrire lütf-u Hak'la başladım.

    Evvelen, Yirmi Dokuzuncu Mektub'un altı nüktesiyle Kur'ân'ın hakikî tercümesi kâbil olmadığını, îmandan zerre kadar nasîbi olana, Yirmi Beşinci Söz'deki bürhanlar zeylen isbat ediyor. Ve şeâir-i İslâmiyeyi gayet güzel bir üslûb ile târif ve mütalâa etmekle beraber ulemâüs-su' ashabına, çok mükemmel ve manevî tokat aşkediyorsunuz. Ve nihayetde, mektubdaki
    hakikatların Kur'ân'dan geldiğini aklı takvîm için, onun belâgat-ı i'caz ve îcâzına imtisâlen:لاَ يَسْتَوِى اَصْحَابُ النَّارِ وَاَصْحَابُ اْلجَنَّةِ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمُ الْفَائِزُونَ



    (Sh: B-74)
    Âyet-i kerîmesini nazara vaz' ediyorsunuz. Bu bîçâre duâcınız, talebeniz ibraz ve irsal buyurduğunuz nurların mütalâasında, müsbet ve menfî iki te'sir altında ne yapacağını ve ne edeceğini şaşırıyor. Çünki, manevî vazifemizi ifa edemiyoruz. Çok az ve dar bir muhîte neşredebiliyoruz. Bid'at ve dalâlet her gün artmakta, ahkâm-ı İslâmiye sünnetlerden başlıyarak ve Kur'ân hedef tutularak, çok insafsızca hücum edilmekte olan böyle bir zamanda ve tam bu yaralara münasip merhem olacak, bu nurlu ve şifalı eserlerin mahdud eşhas arasında ve yalnız bu zavallıların ümid ve îmanlarını takviye edecek vaz'iyyette kalması teessürü arttırmakta ve dergâh-ı İlâhiyeye ilticadan başka çâre bırakmamaktadır.

    Evet kat'î kanaat hâsıl olur. Hattâ dikkatle bakılsa görülüyor ki, bu saray-ı âlem inkırâza hatve behatve yaklaşmakta. Her saat çatısından tuğla, duvarından bir kerpiç, sıvasından bir parça kopmakta, hattâ lâmbasının ışığı azalmaktadır. Eksilmez, yıpranmaz, yıkılmaz, değişmez zannolunan bu kervansaray elbette eskiyecek, yıpranacak, yıkılacak ve değişecektir.

    İşte beşere bilhassa müslümanlara ârız olan ve alettevâli artmakta olan za'flar, bu neticeyi ta'cil ediyor, mütalâasındayım. Fakat irşad buyurulduğu üzere madem ki, netice ile değil, hizmetle mükellefiz. O halde ümidimizi kesmiyerek, sabır ve sükûn ile dua ve niyaz ile dergâh-ı İlâhiyeden yalvarmalıyız. Muhît ilim ve zevalsiz ve nihayetsiz kudret sahibi olan Hâlikımız iyi yapar. İyilikler halk buyurur,İnşâallah, demeliyiz.

    Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Mes'elesinin Hâtimesi:

    Gaybî işârât hakkında ihtimalen dahi olsa, her türlü evhamı izâle etmek maksadıyla yazılmıştır. Sıddîkınız, elhamdülilâh mübarek eserlerde delâlet ettikleri mânalarda, işaret ettikleri hakâikta, bütün mevcudiyetle kabul ve tasdik ve kudsî meânîsini dercan etmekten başka bir his asla taşımamıştır. Nasıl ki, Aziz Üstadımız bu Kur'ânî cevherleri kendisine göstermekle iktifa etmiyor ve muhtaçlara da bakınız, görünüz, istifade ediniz, siz de muhtaçlara, müştaklara, mütehayyirlere göstermeye vasıta olunuz buyuruyorlar. Bu fakir


    (Sh: B-75)
    talebeniz bu emre (ale'r-re's-i ve'l-ayn,sem'an ve tâaten) demiş. Ve alâ kadri'l-imkân ve mütevekkilen alellah, bu emel uğrunda hizmette bulunmayı minnettarane arzu etmekte bulunmuştur. Binaenaleyh gaybî tevâfuk hakkındaki bu müdellel ve muknî beyânat da, yerindedir, fazla değildir. Bu da herhalde lâzımdır. Buna mutlak ihtiyaç vardır, veya olacaktır. Gösterilen misalden de anlaşılıyor. Özene bezene yazılmış, senelerle emek sarfıyla cem'edilmiş, toparlanmış, tefsir kavâidine siyak ve sibak-ı kelâm gözetilerek, muhtemelen bazı yerlerinde kesret-i isti'mâl sebebiyle, hâh nâhâh nazar-ı dikkate çarpan tevâfuk ve müvazenete de an-kasdin ihtimam edilerek, emniyetle vücuda getirilmiş olan bir tefsir ile, doğrudan doğruya hazâin-i mukaddese-i Kur'âniyeden, bu asır insanlarına, müslümanlarına göre nebeân, feverân ve lemeân eden nurlu âsârdaki gaybî muvafakat, müvazenet kıyas edilebilir mi? Asla ...

    Hâtimedeki Ahmed Galib Bey'in fıkrası hoştur. Bu fıkranın Hazret-i Kur'ân'a ve mahzen-i esrâr-ı İlâhiyenin bir nevi nurlu reşahatı ve lemeâtı olan Sözler'e nisbeti, güzelliğini arttırmıştır. Allah bu gibi kardeşlerimizin adedini çok arttırsın. Ve cümlesini, bu meyanda bu fakir-i pür-taksîri de muvaffakun bilhayr buyursun, âmin ...

    Yirmidokuzuncu Mektubun İkinci Kısmı, Kur'ân'ın has dürbiniyle bakılmak suretiyle, Ramazanın hikmetlerinden dokuzu mükemmelen ve emsalsiz tarzda beyan buyurulmuştur. Allah sevgili Üstadımızdan razı olsun. Bu sene burada Ramazan-ı Şerif'e riayet, evvelki senelerden zâhiren ziyade idi. Gönül arzu ederdi, keşki bu âlî eser, bu Ramazandan evvel elimize geçmiş olaydı. Seyyidü'r-Rusül, Nûru'l-vücud Efendimiz Hazretleri Sallâllahu Aleyhi Ve Sellem (Endîin-ün-nasîhatü) buyurdukları ma'lûm-u fâzılâneleridir. İşte bu sebeble azlığından müteessir olduğum buradaki cemaatimize, tam vaktinde okumak suretiyle, bu emr-i Celîl-i nebevîyi de, yerine getirmiş olurduk. Fakat bu şereften mahrumiyetimiz, maddî uzaklığından ileri gelmiştir. Çünki Kur'ân'ın madem ki, ilk nüzûlü şehr-i Ramazanda olmuştur. Bu asırda ve şu zamanda da, o mübarek âyetin hikmetleri hakkında

    (Sh: B-76)
    eser yazılmasının bu ayda olması enseb ve a'lâdır. Cenâb-ı Hakk emsâl-i kesiresiyle, hayırlısıyla cümlemizi müşerref buyursun, âmin ...

    Hâtem-i İ'caz, hizmet-i Kur'ân'daki kıymettar kardeşlerimi tanıttırdı. Ve şu güzel nurlu beyti hatırlattı:

    Âyinedir bu âlem, herşey Hak ile kaim,
    Mir'ât-ı Muhammed'den, Allah görünür dâim.

    Ve şu fıkrayı söylettirdi:

    Âyinedir bu hâtem, herkes sıdk ile hâdim
    Mir'ât-ı Üstaddan, Kur'ân'dır görünen dâim. (Hâşiye)
    (Hâşiye): Lâtif bir tevâfuktur ki, birinci Hulûsi ile ikinci Hulûsi ünvanını alan Sabri Efendi, buradaki birbirinden çok uzak oldukukları halde, aynı fıkrayı mektuplarında bana karşı yazıyorlar.

    Allah-ü Zülcelâl cümlesinden razı olsun. Bu mübarek mir'âtın boş köşesine, bu beyit ile imzamın konulmasını tasvîb-i ârifanelerine arzederim.

    Hûlusi

    90
    (Binbaşı Âsım Bey'in Risaletü'n-Nur Sözleri hakkında temsîl ettiği bir fıkrasıdır.)

    Münezzehdir Şuûnatdan, hep ilhâm-ı İlâhîdir,
    Okurken nûr alır vicdan, sütûr-u bî-tenâhîdir,
    Riyâdan, kibirden, her meâsîden münezzehdir,
    Kelâm-ı lâyezâlîden gelen, bir nûr-u müferrihdir.

    Nasıl bir vecd içinde anladım bilsen, bu âsârı,
    Bu, âyetler gibi nuranî ve lâhutî bu efkârı,
    Meâsir mi? eser mi? müncelî, yoksa müesser mi?
    İlâhî bir sırren'den berk uran, hayret-fezâ sır mı?
    İlâhî bir sırren'den berk uran, hayret-fezâ sır mı?

    Anılmaz, anlatılmaz, sırr-ı vahdetten haberlerdir.
    Sen ey gafil beşer, bil nefsini, gör ki, ne şeylerdir.
    Bütün kevn vâlih ve hayran düşündükçe ser-encâmın
    Kerîm hayretle, hürmetle anar nâmın, büyük nâmın.

    Âsım

    (Sh: B-77)
    91
    (Hulûsi Bey'in fıkrasıdır.)

    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ رِسَالَةِ النُّورِ وَمَكتُوبَاتِ اَلنُّورِ اَلْفَ اَمْثَالِهَا

    Eyyühe'l-Üstadü'l-Muhterem!

    Geçen hafta Yirmi Sekizinci Mektubun Beşinci ve Altıncı Mes'eleleri isimlerini alan biri şükre, diğeri harem-i şerif suâline cevab olan iki eseri aliyyül âlînizi, kemâl-i şevkle aldım. Zevk ile mütalâa ettim. Çok susamıştım. Şükre dair çok derin mânalı, şeker gibi tatlı, şeker şerbetinizi besmeleyle içmeye başladım. Bu âciz talebenize nimetlerinin had ve pâyânı olmayan ol Hâlik-ı Kerîm, ol Mü'min-i Hakîm, ol Rezzâk-ı Rahîm celle celâlühu hazretlerinin nurlar nâmı altındaki in'am ve ihsanına karşı (Elhamdülillâh, Allahu Ekber) dedim. Ve mânevî susuzluğumu, elim ermez, gücüm yetmez, nazarım erişmez, hülâsa acz-i tamm içinde, fakat rahmetinden ümid kesmediğim bir halde iken, ol Rahmânü'r-Rahîm hazretlerinin muazzez Üstadım vasıtasıyla teskin ettiğine, yüzbinler hamd ve şükür eyledim ve edeceğim.

    Mübarek sözlerinizde öyle kudsî feyizler var ki, sanki talebinizin (alâka ile mütalâa eden veya istima' eyleyenleri) elinden tutuyor, bak bu, bu mânaya delâlet eder. Şu, şunun içindir. Bundaki maksad ve gaye ve hikmetler şunlardır. Gel daha yukarı gidelim, daha ilerliyelim, diye menba'dan menba'a, etekten tepeye, izden yola, hakikatten mârifete götürüyor, çıkarıyor. Ziyaret ettiriyor. İstifade ve istifaza ettiriyorsunuz. Bu def'a bu seyr ile şükür nehrinin menba'ına şükür dağının tepesine, şükür çığırının şehrâhına, şükr-ü mutlakdaki hakikatla mârifete götürüyor. Ve mebde'de olduğu gibi, müntehada (Der tarîk-ı aczimendi, lâzım âmed çarıçiz, acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlar ey aziz) buyuruyorsunuz. Biz de (Fehimtü ve sadakte) diyerek mukabele ediyoruz. Dua ve salâvât ile bu kudsî seyahata nihayet veriyorsunuz. İbraz buyurduğunuz pek âlî şefkatten yüz bulan muhtaç ve âciz talebe

    (Sh: B-78)
    niz, üstadının nazarını başka tarafa çevirerek bir suâle cür'et eylediği için (gel haydi, Harem-i Şerife girelim. Oranın bugünkü hâlini ve esbabını biraz anlatayım) demek nev'inden olan Yirmi Sekizinci Mektubun Altıncı Mes'elesini de okudum. Çok istifade ettim. Allah sizden razı olsun.

    Hulûsi

    92
    (Hulûsi Bey'in fırkasıdır.)

    Bu def'a lütuf ve inâyet buyurulan, Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Mes'elesini hürmetle aldım. Ta'zimle ve defaatle mütalâa ettim. Ayrıca bir def'a yeni talebeniz Hâfız Ömer Efendi'ye ve bir defa pederim ve eski hocalarımdan İbrahim Efendi ve bir dostumuza, bir defa da, Fethi Beye okudum. İnşâallah yine okur ve okuttururum. Bu mübarek mektubunuzla başta şu bîçâre olduğu halde, dinleyenlerin ahvâl-i âhire dolayısıyle, kalblerinde hâsıl olan manevî yaraya çok mükemmel ve münasib bir merhem vurdunuz. لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّهِ nass-ı celîlini hatırlatarak, Allah'ın lûtfuna ve Habîb-i Ekreminin (ASM) ruhâniyetine, Kur'ân-ı Azîmüşşânın مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلَى قِيَامِ السَّاعَةِ devam ettiğine şübhe kalmayan, i'câzına dehâlet ve hakikî sabırla bu acılara mukabele ederseniz, inşâallah yakın ve nurlu istikbâle mazhar olursunuz, gibi hakîkaten pek azim bir müjde vermiş oldunuz. Bîçâreğan ümmete, izn-i İlâhî ile beyan buyurduğunuz i'câz-ı Kur'ân hürmetine, Allah-u Zülcelâl muhterem Üstadımızdan ebeden râzı olsun. Ve Hazret-i Kur'ân hesabına intizar buyurduğunuz ümidleriniz, an karîb mübeddel-i hakîkat ve mü'minlere de selâmet-i îman tevfik buyursun, âmin ...

    Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Mes'elesini almazdan evvel, mübarek Sözler'le alâkadar olmayan zevata defaatle Üstadım altı-yedi seneden beri şöyle buyurmaktadır: (Kur'ânın sûrları yıkılmıştır. Bütün hücumlar Kur'ân'adır. خmanı kurtarmak zamanıdır.) İşte yavaş yavaş bu beyanatın sıhhati, her gözü ve aklı olan mü'min tarafından tasdik edilecek hâdisat zuhûr etmektedir,

    (Sh: B-79)
    diyordum. Bu mektub, bu bîçâre talebinizin Üstadının emirlerini tebliğde sâdık olduğunu ispat etmekle beraber, evvelce de arz ettiğim vechile, mektubları almazdan evvel hâtırıma gelen, hattâ lisanıma kadar geçen, çok mes'eleler nev'inden olduğuna şübhem olmadığı için, bunu da i'caz-ı Kur'ân'dan addediyorum. Tevâfukatta bendenizdeki nüshada da, ekseriyetle müvazenet vardır. Evet,hangi cihetten bakılsa inâyet-i İlâhiye ayan beyan görünür.

    Muhterem Üstadım, rahmet-i İlâhiye ile bir hakikatı daha yakînen anladım. O da şudur ki: İlk şeref-i mülâki olduğum zamanda verdiğiniz ders, bütün risale ve mektublarda vücudunu hissettirmektedir. Fark yalnız o dersteki mücmel hakâikın diğer derslere tafsil, tavzih ve izharından ibarettir. Demek ki, îmanı ve Kur'ân'ı esas ittihâz etmekle, dâimî bir feyz menbaı, sermedî bir nur kaynağı, fenasız kudsî bir hazine, İlâhî bir kale kurulmuş oluyor.

    Evet madem ki kâinatın halkına sebeb olan Nebiyy-i Efham (S.A.V.) efendimiz hazretleri, vazife-i risaletlerini mükemmelen ifa ettikten sonra, emr-i İlâhî ile vücuduna bâis oldukları âlem-i bekaya teşrif ettiler. Şu misafirhane kapanıncaya kadar gelip geçecek, dolup boşanacak, çürüyüp tazelenecek sükkânına, bilhassa cin ve inse en âli bir hediye, en mükemmel bir rehber, en mukaddes bir mürşid olarak, Kur'ân-ı Hakîm'i bırakmışlardır. Nitekim müteâkib asırların yetiştirdiği bir çok zevât-ı âliye, bütün müşkillerini Kur'ân ile halletmişler. Aradıklarını Kur'ânda bulmuşlar.

    İşte bu bid'at ve zulümât asrında da, yine o Kur'ân-ı Hakîm ve Kerîm, lâyemût i'câzını Sözler ve Mektublarla izhar etmiş ve bu hakikaten azîm işte, rahmet-i İlâhiyeye, muazzez ve muhterem Üstadımız elyak ve elhak me'mur ve vâsıta olmuştur. Bu hakikata daha birinci derste, lütf-u İlâhî ile îman ettim. Diğer nurlu dersler kuvvet-i îmâna vesile olmuş ve olmakta bulunmuştur. (Elhamdülillâh hâzâ min fadli rabbî.)

    Aziz ve Muhterem Üstadım!

    Bu dünya mü'mine zindandır derler. İşte neşrine, izharına,

    (Sh: B-80)
    beyanına vasıta olduğunuz nurlar, bize bu karanlık dünyamızı aydınlattı. Hilkatteki hakikatı tâlim etti. Bâki, dâimî ve sermedî, saâdetli hayatı tedrîs etti. Şahsen bu nurlar olmasaydı, hâlim ne olacaktı, Ya nurlara erişmeseydim, ne yapacaktım. Ya bu nurların neşrine (alâ kaderi't-tâka ve'l-imkân) lütf-u İlâhi ile çalıştırılmasaydım, bütün kazancım mâsiyet ve kara yüzle, perişan hâl ile, nasıl dergâh-ı İlâhiyeye çıkacaktım. Elhamdülillâh sümme ve sümme Elhamdülillâh, niyet-i hâlise ve cüz'i lâyetecezza kabîlinden olan Kur'ânî hizmet sebebiyle, bu abd-i pür-taksîr de inşâallah duanızla rahmet-i İlâhiyeye nâil olur ümidindeyim.

    Hulûsi

    93
    (Sabri'nin bir fıkrasıdır.)
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ


    Efendim, hiç şek ve şübhem kalmadı ki, nur nurdan seçilemediği gibi, nur deryâsının nûrânî talebeleri de, nerede olursa olsun hepsi bir gayede, umumî bir zihniyette, yekdîğerlerine rekabetleri yok, dâima birbirinin evsâf-ı mümtazesiyle müftehir ve mübâhî, samimiyet ve vefa hususunda, rüfekasını şahsına tercih eder, bir emelde bulunmaları yegâne emel ve gayeleri olan "tevhidin" bir alâmet-i mümtaze ve fârikası olan ittihad ve tesanüd-ü hakikîye ve meşruayı kaalen ve fi'len ve hâlen göstermeleriyle sabittir ki, bu hal bir alâmet-i muvaffakıyettir.

    Talebeniz H.S.


    94 (Re'fet Bey'in bir fıkrasıdır.)

    Aziz ve Muhterem Üstadım Efendim!

    Son neşrettiğiniz Söz, fakirde çok derin te'sir ve intibalar bıraktı. Onun sâikının ne olduğunu anlayamadım. Zât-ı âlînizi o sözde çok hiddetli buldum. Gayet ateşîn bir kalem, bütün elemlerinizi dökmüştü. İhtiva ettiği hakâika mest ve hayrân olduğum halde, saatlerce okudum. Artık sözlerinizin hiçbirini diğerine tercih

    (Sh: B-81)
    edemiyorum. Zira, birine mühim derken, diğeri daha mühim ve bir diğeri ehem olarak kendini gösteriyor. Binâenaleyh, envâr-ı Kur'âniyeyi gökteki yıldızlara benzetiyorum. Filhakika yıldızlar parlaklık itibariyle birbirinden farklı ise de, hepsi yıldızdır. Ve aynı menba'dan ahz-ı envâr etmede olduklarından, keyfiyetçe yekdîğerinden farkı yok gibidir. Sözleriniz aynen böyledir. Her birini yüz defa okusam, yüzbirinci def'a hiç okumamış gibi, büyük bir zevk-i mâneviye ile okumam dahi yüksekliğine şâhiddir. Bu babda ne kadar yazsam Sözler hakkında hiçbir şey yazmış olamıyacağımı düşünerek sözüme nihayet veriyorum.

    Re'fet

    95
    (Şu fıkra Mes'ud Efendi'nindir.)

    Ey benim muhterem Üstadım!

    Hadd-i bülûğumdan bu âna kadar, lâin şeytanın zırhından ma'mûl bir sanduka derununda kilitlemiş olduğu, akl-ı uhrevî ve îmanımı tazyik altına almıştı. Duanız sayesinde ve bana karşı göstermiş olduğunuz hüsn-ü niyet ve nasihatlerin semeresi olarak, ancak yedi senede, Üstadımın dua yumruğuyla lâîn şeytanın zırh sandukası kırılarak, imanımı tekrar teslim ettin ve teslim aldığımı şununla isbat ederim ki, duaya kabul buyurduğunuz tarihte, yani Ramazan-ı Şerîfin üçüncü günü beray-ı ziyaret nezdinizde idim. Müfarakatımdan sonra, Cenâb-ı Hakk'ın gösterdiği ve sevgili Üstadıma arz eylediğim rü'ya ile, âcizâne tefsîrimde, gündoğudan günindiye doğru olan çayı yani, gündoğudaki duayı almamış olsa idim, önümde, elinde sepet ile giden âdem gibi gayya kuyusuna gidecektim. Ben de o kapının önünde durduğum halde, o müessir almış olduğum dua sayesinde, o korkunç kapıdan çağırılmayarak, avdetimde geniş bir caddeden halkın omuz omuza geçtiği ve bizi mestur bir mevkide seyreylediğimiz o meşak ve mezahime iştirâk ettirilmediğimiz, ancak Üstad-ı Muhteremimin, Cenâb-ı Hak nezdinde duasının kâbülüdür. Ve Sözlerin mukavemetsûz te'sirleridir.

    (Sh: B-82)
    Ben de buna mukabil, Üstadımın hâdim olduğu çığırı tâkib ile hizmet etmek emelinde isem de, yalnız ettiğim hizmet kâfi değildir. O da ancak âhiret menfaatimiz içindir. Yalnız Cenâb-ı Feyyaz-ı Mutlak hazretlerinden beş vakitte dua ediyorum: "Ya Rabbi, Ya Rabbi! Yirmiyedi seneden beri, şeytan eleyhi'l-lâ'nenin zırhlı çelik sandukaya kilitlemiş olduğu îmanımı, balyozuyla kırarak tahlis eden Üstad-ı Ekremime, yani Kur'ân-ı Hakîmin lemeâtı olan Risale-i Nur'un neşrine bir hizmet olarak, bana mânamda göstermiş olduğun yevm-i mahşerde gayya kuyusu kapısının ağzından çevirmeğe muvaffak olan müfessir-i Kur'ânı ve son musannif bulunan Saîd-ün Nursî Hazretlerinin yevm-i mahşerde sancaktarı kıl, Ya Rabbi. Ya Erhamerrâhimîn, velhamdülillâhi rabbil'âlemîn" olan Cenâb-ı Mevlâ'dan evkat-ı hamsede vird-i zebânımdır. Ve siz Üstadımın kabul buyurmasını istirham ile el ve ayaklarınızdan öperim, Efendim Hazretleri.

    Mehmed Mes'ud

    96
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  10. #20
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    (Bu uzun fıkra Hulûsi Bey'indir.)

    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَانِّ
    Eyyühe'l-Üstadü'l-Azîz!
    Yirmi Sekizinci Mektubun Dördüncü Mes'elesini dört gün evvel, İkinci ve Üçüncü Mes'elesini ve melfuflarını dün almakla bahtiyar oldum.
    (Sh: B-47)
    Evvelâ: Muhterem Sabri Efendi'nin, hakk-ı âcizîde ibraz buyurduğu azim teveccüh ve takdîr-i üstadâneleriyle de müsbet tevazu'ları münasebetiyle bir kaç söz söylemeye müsaadenizi rica ediyorum. Şöyle ki: Bu fakîr-i pür-taksîr kardeşinizde, çok mükerrem ve muazzez tanıdığı Üstadının bazı hasletlerinden denizden katre nisbetinde vardır. Bu cümleden olmak üzere üç hâlimi arz edeceğim:
    Birisi: Tâ küçük yaştan beri lütf-i Hakla Kur'ân'ın hakîkatına merak etmiş ve taharrî-i hakîkat yolunda bulunmuş. Nihayet aradığımı Eğridir'de Üstad-ı Muhteremimin neşre vasıta olduğu Sözler ünvanlı nurlarda bulmuşumdur. Bu buluş, beni evvel'emirde çirkâbdan selâmete, felâketten saâdete, zulmetten nura çıkardığı için Nurlara ve Hazret-i Kur'ân'a ve bu nurların izn-i Hak'la nâşiri, mübelliği, vâizi, dellâlı olan Üstadıma o andan itibaren ruhumda lâyetezelzel bir muhabbet ve bir alâka ve bir merbutiyyet hâsıl olmuştur. Yüzbin kere hamd ve şükürler olsun Nurlarla alâkadar olduğum zamanlarda, dünyevî bütün lezzetlerin fevkınde büyük bir zevk ve havâssımda azîm bir şevk hissediyorum.
    İkincisi: Ubûdiyetin iktiza ettiği ve bu Nurlardan aldığım derslerin delâlet ettiği vecihle bütün kusurları, tekmil fenalıkları nefsimden ve iyilikleri, iyi şeyleri Allah'tan biliyorum. Nurlara ve Kur'ân'a hizmeti hasbî olarak arzu ediyorum ve neşrine muvaffak olamadığım için mü'minler hesabına çok müteessir oluyorum. Bu hâlime de şükürler olsun.
    Üçüncü hâl ve hakikî şahsiyetim: Bunu ta'rif etmeğe cidden hicab duyarım. Hemen Cenâb-ı Allah'tan dilerim; beni ve bütün kardeşlerimizi nefis ve cin ve ins ve şeytanların mekrlerinden muhafaza eylesin ve dalâlete sapanlardan eylemesin, âmîn.
    Benim kardeşlerim (Hâşiye); Üstadımın kardeş ve talebeleri olan zâtlar şübhesiz birinci ve ikinci hâli ruhlarında hissederler. Öyle ise beşerde bilhassa mü'minlerdeki hâsselerin inkişafı tahdid edilemiyeceği
    (Hâşiye); Sabri gibi talebelere hitap ediyor
    (Sh: B-48)
    için tevfik-i Hudâ ile bir kere bu yola girenler, nefis ve şeytanlarına bu âciz, fakir ve bîçâre kadar mağlûb olmayacakları cihetle terakki ve istifadeleri de o nisbette ziyade olur. Muhterem Üstadım bu kusurlu talebesine teveccühü; insanlara, mü'minlere, mü'minlerin bilhassa benim gibi muhtaçlarına derece-i şefkatine ve benim ihtiyacımın en çok olduğuna delil ve misâldir.
    Hülâsa: Bana liyâkatımın çok fevkınde hüsn-ü zan eden ve teveccüh gösteren aziz ve muhterem ve mütevazi' Sabri kardeş, bil ki çok günahkâr, çok âciz, fakir, müflis, ümmet-i Muhammed'den (ASM) bir abdim. Dualarınıza çok muhtacım. Acz ve fakr arzuhalini kabul ettirerek hazine-i hâssa-i Kur'ân'dan âleme muhtelif nam ve tarz ve şekillerde cevherler teşhirine muvaffak olan dellâl-ı Kur'ân'ın kudsî hizmetinde kendisine yardım en büyük emelim ve en ciddî temennim, en mukaddes niyetimdir. Bu niyetim sebebiyle Nurlarla meşgul olmak saâdetine mazhar olduğum dakikalarında, hilâf-ı me'mul bazı sözler kendiliğinden kalbime ve kalemime gelmektedir ki, bu ma'rifet benim değil elbet muhakkak ve mutlak Hazret-i Kur'ân'dan lemeân eden Nurlara aittir. Öyle ise asıl üstad Kur'ân'dır. Üstad-ı muhteremimiz elyak ve elhak muarrifi, mübelliği ve müderrisidir. Biz muhtaçlar fırsatı ganimet bilmeli, cevherleri almalı, kalbimize, dimağımıza nakşetmek, dâreynde medar-ı saâdetimiz olacak olan bu Nurları alâ-kadri't-tâka neşre çalışarak muhafazasını kuvvetleştirmeliyiz.وَمِنَ اللّهِ التَّوْفِيقُ
    Sâniyen: Mektûbât'ın küçüklerinden on üçünü hâvi hususî mektublar mecmuasını aldım. Bu vesîle ile de mâziyi hal yerine koyarak, derin mânalı, şirin sohbetinizi bir kere daha şevkle dinlemiş oldum. Zaten ben o vakitlerin mâzide kalmasına razı değilim. Her vakit hâl gibi mütalâa ediyorum. Mâzi, hal , müstakbel bunlar da itibarî birer taksim değil mi? Ehl-i zevk için bu taksîme ihtiyaç kalmıyor.

    Sâlisen: Yirmi Sekizinci Mektubun Sekiz Mes'elesinden Birincisi, bana ait rü'ya hakkında kıymetli bir ders vermiş. وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتاً

    (Sh: B-49)
    âyetine güzel bir tefsir, nihayet mânâsı zâhir olmuş rü'yaya hoş bir ta'bir olmuştur. Nevme ait âyeti pek âlî ve münasib bir surette tefsirinizle, başta herkesten ziyade muhtaç Hulûsi'niz olduğu halde bütün Risale-i Nur ve Mektubâtü'n-Nur müstemi'lerine ve kâri'lerine faideli, zevkli, esaslı, ciddî, veciz ve belîğ bir ders daha vermiş oldunuz.

    Şuraya bir işaret etmek isterim; Kur'ân'ın kerâmetine bir nokta, bir zerre daha ilâve ediyorum: Gerek Eğridir'de, gerek burada bazan zihmine bir şey gelir ve kendisiyle hayli meşgul ettirir. Hemen ilk mektubunuzda benim zihnimi işgal eden bu şeyin cevabını bulurum. (Hâşiye) Bu birde, beşde kalmadı, çok taaddüd etti. Onun için diyorum ki; kerâmet-i Kur'âniye'dendir.
    İkinci Mes'ele: Güzel ve ilmî bir ders olmakla beraber bir cihet daha hâtıra geliyor. Hizbü'ş-şeytanın avenesi tâ buralardan dolaşarak sahte ve şaşırtıcı hareketlerle arkadan çevirmek istemeleridir. Bu sebeble şifâhâne-i Kur'ân'ın anahtarı, inâyet-i İlâhî ile elinde bulunan sevgili Üstadımızın bu zehirlere de ilâç yetiştirmesi ve silâhhâne-i Kur'ân'dan aldığı acîb silâhlarla mübareze etmesi nev'inden güzel ve bedi' üslûb ile ve hârika temsilâtla bulunuşu hakikaten şâyân-ı menn ü şükrandır. Allah sizden çok razı olsun.
    Üçüncü Mes'ele: Hakikaten çok güzel, çok hoş, çok vâzıhtır. Bu mes'eleyi beş noktaya ayırmakla sanki İslâmın beş rüknünü hatırlatmış, selâmet için beş esâsı göstermişsiniz. Hem bunu dostlarınıza ve kalben sizden bir şey bekleyenlere, sual-i mukaddere cevab nev'inden kaleme almışsınız. Fakat hüsn-ü zanna mesağ veriyorsunuz. Niyetle me'cur ve faide-mend olacağını ihtâr ediyorsunuz. Sâil buna da razı. Otuz İkinci Söz'ün Üçüncü Mevkıfı zaten bu derde ilâç vermekte, bu yaraya merhem vurmakta ve bu arzuya çare bulmaktadır.

    (Sh: B-50)
    SÖZLER ile kuvvetü'z-zahr olduğunuz mü'minler, bataklıktan çıkardığınız mütehayyirler, ayılttığınız sarhoşlar, iade-i şuûr ettirdiğiniz divaneler, şu zamanda Kur'ân'dan daha iyi mürşid olamıyacağına inandırdığınız hakikaten müştak insanlar, ilzam ettiğiniz münafıklar, mülhidler, hattâ kaçırdığınız şeytanları her gözü olan ve bakan gördü, akıldan nasibi olan anladı, kalbi bozulmayan inandı. Bu azim muvafakıyyâtın sırrı, acz yolunun rehberi olan Kur'ân'ın ve Nurların dellâlının gösterdiği hakikî acza karşı Hâlikın ihsanındadır.وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍٍ âyet-i celîlesine istinâden her ne matlubunuz varsa Kur'ân'dadır. Buna muvaffak olmak için; Nurlarla alâkadar olmak, Kur'ân'a hâdim olmak, Allah'a karşı haddini ve acz-i tam içinde bulunduğunu anlamak ve bütün mevcudiyetiyle kabul etmekle olur diye mütemadiyen mü'minleri bu kestirme, selâmetli ve saâdetli yola çağıran Üstadımızdan Allah-ı Zülcelâl Hazretleri ebeden razı olsun. Dünyevî, uhrevî bütün muradlarını hâsıl etsin. Ümmet-i Muhammed'e bağışlasın. Âmin, bi-hürmeti Seyyidi'l-Mürselîn.
    Duanızın cümlemiz muhtacı ve duanızda bulunmak hepimizin borcudur. Sabri Efendi kardeşimiz ne güzel takdir etmiş, mâşâallah, mâşâallah. Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünkü edebiyat satılmıyor. Kur'ân'dan nurlar gönderiliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözleri okuduğum zaman Üstadımı temsil eder bir hal alıyorum. Tâbiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, târif edemem. Onun için bir harfe dokunmayı azim bir günah işliyor telâkki ediyorum. Bazen verdiğiniz selâhiyetin manevî kuvvetiyle namınıza olarak bir harfin yerini değiştiriyor veya kaldırabiliyorum. İşte bendeki telâkki ve te'sir bu mahiyettedir. bu mektubu müsvedde ettiğim vakit tam bu anda müezzin minarede "Allahu Ekber" demişti. Ben de "Allahu Ekber (Celle Celâlühü)" ile mukabele etmiş idim. Bu hal işteki kudsiyete açık bir işaret değil mi?

    (Sh: B-51)
    Dördüncü Hususî Mes'ele: Eski Said lisaniyle de olsa ne kadar muvafık isti'mal-i silâh ediyorsunuz, bârekâllah. Mânevî taşlarınız وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمَى âyet-i kerîmesinde işaret buyurulduğu üzere hedeflerine isabet ettiğine kaniim. Allah böylelerinin şerlerini kudret kılıcı ile kessin. Böylesi hâin ve zâlimleri Kahhâr ismine tevdi' ederiz. Hizmette füturum yok, fakat mâni'lerin hadd ü pâyânı yok. Fakat dünyayı sırtıma yükleseler, her tarafımı ateşle sarsalar bu ulvî düşünceme mâni olamazlar. Amma buna gönül razı değil, çok şeyler arzu ediyor. Ne çare nefis ve cin ve ins şeytanları müdhiş topuzlarla karşıma dikildiklerinden, ister istemez mücadeleye mecburum, hakikî hizmetten geri kalıyorum. Buna ne kadar müteessif olsam azdır. وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ


    Hulûsi

    64
    (Altı sene bana kemâl-i sadâkatle hasbî olarak hizmet eden ve hârika olarak benim gibi bir asabî adamı hiç bir vakit gücendirmeyen ve müsvedde kâtipliğini daima yapan Süleyman Efendi'nin fıkrasıdır.)

    Efendim Hazretleri!

    Evvelâ mübarek ellerinizi öper, mukaddes dualarınızı beklerim. Fakir hademeniz ve talebeniz ve kardeşiniz olan Süleyman, şimdiye kadar te'lif olunan mübarek Nurları birer birer mütalâa ederek her birisinden ayrı ayrı ve büyük nurlu güneş gibi ışıklar gördüm ve çok büyük istifade ettim. O nurlar uhrevî yolumu irae ettiler. Allah sizden razı olsun. Âhiret yolunda bulunan çok noksanlarımı gösterdiler, teşekküründen âcizim. O nurları temsîl ve tasvir edecek kudreti kendimde görmediğimden, ruhumu yoklayarak hissiyat-ı kalbiyemi şöyle tasvir etmeğe-min-gayri haddin-cür'et eyleyeceğim. Hatâ vâki' olursa da afvımı istirham ediyorum.

    Efendim, görmüş olduğum Risale-i Nur deryâsındaki lezzet ve saâdetin dünyada hiç emsalini göremediğim gibi, kendi vicdanî muhakemem neticesinde kat'iyen anladım ki; o Risaleler her biri

    (Sh: B-52)
    başlı başına ve ayrı ayrı birer tefsir-i Kur'ân'dır. Mahlûkat içerisinde hilkaten insan şeklinde ve hakikat noktasında insaniyetten sukut eden ve serâpâ mânevî yaralar içinde bulunan insanlara bu Nurların mütalâası serî' şifalı bir ilâç ve yaralarına gayet nâfi' bir tiryak ve merhem olduğunu ufacık karîhamla anlayabildim. Bu Nurların kıymetini zaman gösterecek ve dillerde destan olarak şark ve garbı gezecek i'tikadındayım. Ve inşâallah Avrupa'ya karşı dahi Kur'ân'ın ne kadar parlak bir güneş olduğunu gösterecektir.

    Tekrar ellerinizi öperek, duanızı isterim efendim hazretleri.

    Süleyman

    65
    (Şu fıkra aklen Hulûsi, kalben Sabri, vicdanen Husrev hükmünde olan Re'fet Beyin mektubudur.)

    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا


    Bu defa Süleyman Efendi vasıtasiyle Yirmi Beşinci Söz'ü, tashih olunmak üzere huzur-u âlinize takdim ediyorum. İ'câz-ı Kur'ân elhak bir şâheserdir. İhtiva ettiği hayret-bahş hakâik itibariyle âsâr-ı âliyenizin en mühimmidir. Mu'cizât-ı Ahmediyeyi okudum. Çok mükemmel ve ruha ulviyet ve inkişaf bahş eden çok kıymettar bir eserdir. Şu kadar ki, mu'cizat-ı Ahmediyenin en büyüğü Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân olduğuna göre, i'câz-ı Kur'ân'ın ruhumda husûle getirdiği tebeddülât ve münderecatından ettiğim istifade çok azîmdir. Bu eserinizleوَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍٍ âyet-i celîlesinin muhtevî olduğu şümûllü ve pek azametli olan maânî-i ulviye isbat edilmiş oluyor. Bugünkü terakkiyat-ı fenniye ve ihtirâât-ı beşeriyyeyi kendi mahsûlât-ı fikriyeleri addeden ve bir hazine-i hakâik olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânı mühmel bırakarak Avrupa'dan ilim ve irfan dilenciliği yapan ve akıllı geçinen gafiller, beşerin dünyevî ve uhrevî saâdetini te'min edecek maâliyat ve desâtir-i muazzama ile memlû bulunan bu âsâr-ı muhteşemeyi bir nazar-ı insaf ve bir

    (Sh: B-53)
    teyakkuz-ı ârifâne ile mütalâa etselerdi, dalmış oldukları hâb-ı gafletten pek çabuk uyanacaklardı. Fakat heyhât, bizler arpa ambarı içinde açlıktan ölen tavuklara benzeriz. Elimizde bir mecmua-yı hakâik dururken ona karşı göz yumar ve başkalarından istiâne ederiz. İ'câz-ı Kur'ân'ın yüksekliği hakkında ne yazsam azdır. Kalemim onu tavsiften âcizdir. Kudret-i kalemiyem olsaydı hakkını vermeye çalışırdır; olmadığı için âcizâne olarak sözümü kesiyorum. Kemal-i hürmetle mübarek ellerinizden öper ve hizmet-i Kur'ân'da sâbit olmam hakkındaki duanızı taleb ve istirhâm ederim, efendim.

    Re'fet

    66
    (Binbaşı merhum Âsım Bey'in fıkrasıdır.)

    Envâr-ı Kur'aniye mizan ve bürhanlarından ve kıymeti takdir edilemiyen Sözler namındaki risale-i şerifeler fakiri ihyâ ediyor, kalbimi nurlandırıyor.هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى Çoktan beri aramakta iken lehül'hamd Cenâb-ı Hakk Sözleri bu fakire ihsan buyurdu. Kalb ve gönlüme âciz kalemim ve kâlim tercüman olamıyor.

    Asım

    67
    Bahtiyar kardeşim Husrev,

    Şu Risale (*), bir meclis-i nuranîdir ki, Kur'ân'ın münevver, mübarek şâkirdleri, içinde birbiriyle mânen müzâkere ve müdâvele-i efkâr ediyorlar. Ve yüksek bir medrese salonudur ki, Kur'ân'ın şâkirdleri onda her biri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor. Ve Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın hazine-i kudsiyesinin sandukçaları olan Risalelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Her biri aldığı kıymettar mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor. Bârekâllah, sen de o menzili çok güzel süslendirmişsin.
    Said Nursî
    (*) Yâni Yirmi Yedinci Mektub'un umumu.
    (Sh: B-54)
    YİRMİ YEDİNCİ MEKTUBUN ÜÇÜNCÜ ZEYLİ
    68
    (Said'in bir fıkrasıdır.)
    بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

    (Nur Risalelerine çok müştak ve onların mütalâasından intibaha düşen bir doktora yazılan mektubdur. Bu üçüncü zeyle çendan münâsebeti azdır, fakat kardaşlarımın fıkraları içinde bu da benim bir fıkram olsun.)

    Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimî ve aziz dostum.
    Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı ruhî şâyân-ı tebriktir. Biliniz ki mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymettarı, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkıyeye inkılâb etmesi için sa'y etmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise hayat-ı Bâkıyeye çekirdek ve mebde' ve menşe olması cihetindedir. Yoksa hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye hasr-ı nazar etmek; ânî bir şimşeği, sermedî bir güneşe tercih etmek gibi bir divâneliktir. Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gâfil doktorlardır. Eğer eczahâne-i kudsiye-i Kur'âniyeden tiryâk-misâl imanî ilâçları alabilseler, hem kendi hastalıklarını, hem beşeriyetin yaralarını tedavi ederler inşâallah. Senin şu intibahın senin yarana bir merhem olduğu gibi, seni dahi doktorların marazına bir ilâç yapar. Hem bilirsin, me'yus ve ümidsiz bir hastaya manevî bir teselli, bazen bin ilâçtan daha ziyade nâfi'dir. Halbuki, tabiat bataklığında boğulmuş bir tabib, o bîçâre marîzin elim ye'sine bir zulmet daha katar. İnşâallah bu intibahın seni öyle bîçârelere medar-ı tesellî eder, nurlu bir tabib yapar. Bilirsin ki; ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba

    (Sh: B-55)
    benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmâtın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünki ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî mâlûmâtı, o felsefî maârifi; faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Hakk'tan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâl'in hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maârif-i fenniyen, kıymettar maârif-i İlâhiye hükmüne geçsin.

    Zeki dostum! Kalb çok arzu ederdi; ehl-i fenden envâr-ı îmâniyeye ve esrar-ı Kur'âniyeye iştiyak derecesinde ihtiyacını hissetmek cihetinde Hulûsi Bey'e benzeyecek adamlar ileri atılsın. Hem maden Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Her bir Söz'ü, şahsımdan değil belki Kur'ân'ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahâne-i kudsiye-i Kur'âniye'den birer reçetedir farzet. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlar ile aç. Hem arzu ettiğin vakit bana mektup yaz. Ben cevap yazmasam da gücenme. Çünki, eskiden beri mektupları pek az yazarım. Hattâ üç senedir kardaşımın çok mektuplarına karşı bir tek yazdım.

    Said Nursî

    69
    (Sabri'nin fıkrasıdır.)

    Eyyühe'l-Üstadü'l-A'zam!

    Bilhassa dest ve dâmen-i mübareklerinizi bûs edip, her an ve zaman muhtaç bulunduğum daâvât-ı üstadânelerini niyaz eylerim. Bir hafta evvel Süleyman Efendi Kardeşim vasıtasıyla irsal buyurulan enva-ı iltifatı şâmil lütufname-i ekremîlerini, kemâl-i hasretle alarak müftehiretle okudum. Bir fıkrasında tevâfukat-ı gaybiye hakkındaki kanaat-ı âcizanem sual buyuruluyor. (Neam sadakte, Eyyühe'l-Üstadü'l-Muhterem) kelimeleriyle icabet ediyorum. Zira, şu tevâfukat-ı gaybiye-i acîbe, bilûmum bahr-i muhît-i nurun talebelerini ve hattâ talebelerin cemaat-i müstemialarını mest ve hayran ve medyun-u secde-i şükran bırakmıştır. Nurların şu mu'ciznümâ kerametlerini, ancak ve ancak Mir'ât-ı Muhammediye (ASM) ile müşahede edebiliriz. Bu hakikatın diğer bir marifeti olan:

    (Sh: B-56)
    Âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kâim
    Mir'ât-ı Muhammed'den Allah görünür dâim. (Haşiye)

    Şu iki mısra'-ı mânidârı, perişan arîzamı şereflendirmek niyetiyle dercediyorum. Bu fakir ve âciz talebeniz, şu hayretfezâ Kerâmet-i Kur'âniyeyi ve İ'câz-ı Nebeviyeyi müşâhede ettiğim günden beri, bu babda çok derin düşüncelere dalıyorum. Ve şu tevâfukat-ı acîbeye müşabih tevâfukat, başka kitablarda bulunur mu? , maksadıyla çok temaşa ediyorum, göremiyorum. Görülse de pek nâdir bir haldedir. Şu halde tevâfukat-ı gaybiye, bir kerâmet-i alenîye olarak endamını nurlarda izhar ediyor. Ve lisan-ı hâl ile beşere hitaben diyor ki: "Ey beni âdem, şu sisli asırda dalâleti ref' ve selbedip necat ve saâdet bahşedecek ve dimağınızdaki semli kokuları, verd-i Muhammedîye tebdil edecek ve en kestirme ve son derece muhkem ve müstakim bir tarîk-ı selâmet ve necata sevkedecek, pek çok kerâmât ve i'cazını gösteren, bizim bulunduğumuz derya-yı nûrânîdir. Ve âtiyen daha nice âsâr-ı hafiye tezahür edecektir, diye nidâ ediyor.

    Müsaade-i fâzılâneleriyle bir mâruzâtım daha var. Fakat bu cihette, şahsımı istisna ederek meramımı arzedeceğim. Bendeniz Nurların müştak müşterilerinde daha doğrusu yanık talebelerinde, bir tevâfuk-u fevkalâde görüyorum. Çünki enaniyet ve nefsaniyetin şiddetle hüküm-ferma olduğu şu asırda, hepsinin derece-i ihtiyaç ve iştiyakı bir, kâffesinin ahlâk ve etvarı bir, umumunun tarz-ı telâkkisi bir ve yekdiğerine karşı (ah-i lieb ve üm'den) daha kavî bir râbıta-i hakikiye ile merbut, samimiyet ve hakikatperverlikte, âdeta yekdiğerine müsabaka eder derecede ciddî ve hâlis, kardaşlıkta tâkib ettikleri hat ve hareket bir, ve daha pek ziyade birbirine benzeyen tullâb-ı nuraniyenin bu hârika hallerini de ayrıca bir tevâfukat-ı gaybiye sırasında görüyorum. Zira, İstanbul'dan, İzmir'den, Aydın'dan, Kütahya'dan, Isparta'dan, Eğirdir'den ilh.

    (Hâşiye): Lâtif ve tevâfuktur ki: Hulûsi-i sâni Sabri Efendi bu beyti bana yazdığı zamanda, ya aynı zamanda veyahut az sonra,Hulûsi bey bir ay uzak yerde, aynı beyti bana yazmıştır. Bu iki zâtın hem hizmet-i Kur'andan hem bana karşı münasebetlerindeki tevâfukları, alâmet-i muvaffakıyettir.
    Said

    (Sh: B-57)
    muhtelif beldelerden seçilip, her sınıfta mukayyed bulunan talebelerin aynı hâssaları hâiz olmaları, câlib-i nazar-ı dikkat olsa gerektir, zannederim Efendim Hazretleri.

    Sabri

    70
    (Sabri'nin fıkrasıdır.)

    Lütufkâr ve inayetkâr Üstadım Efendim Hazretleri!

    Ramazan-ı şerifin onuncu Cumartesi günü, saat onbir buçukta, herbir nüktesi nâmütenâhi hikmet ve hakikat müjdelerini hâvi ve mübeşşir, dokuz nükteli Ramazaniyeyi aldım. Ruhumun fevkalâde muhtaç ve müştak bulunduğu ve nazîrsiz eser-i pürnuru, o gece kemâl-i fahr ve sürurla yazdım. Ve aslını yine Nis'li Hâfız Mahmud Efendi'ye teslim ettim. Hakkı Efendiye götürdü. Ertesi sabah istinsah ettiğim Risaleyi bir daha dikkatli okuyarak, hattımın tevâfukunu tashih ve Ali Efendi'ye ait bir mektup yazdım. Tam imza edeceğim esnada, İslâm köyünden bu vazifeye mânen me'mur bir adam geldi, Ali Efendiye gönderdim. Ve şu ümidin fevkınde âni olarak gelen vasıta-i irsal, eserin kudsiyetine sarih ve bâriz bir delil olduğuna şübhe kalmadı.
    Üstad-ı Azîzim! Bazan Nurları düşünüp, hakikaten pek çok hakâik ve hikmetleri ihtiva ettiklerini görüyorum. Yalnız şu şehr-i rahmet ve mağfiretin ibâdâtından olan sıyâma âit bir mevzu açılmadığını görerek, üstadıma bir arîza takdim etsem ve otuz günden ibaret olan Ramazan-ı Şerîfe ait Otuzuncu Mektub olmak üzere, bir niyazda bulunmak emelinde iken, bir sebebe binaen şu arzumdan feragat ettim.
    İşte bu def'a külliyat-ı Nur'dan mebhus-u anha risale, bu abd-i âcize hitaben, "senin kalbindeki hafî bir arzu ve hissin, bizim levha-i mânevîmizde gayet büyük harflerle yazılıdır ki, işte is'âf edildi" tarzında bana ihsan buyuruldu. Fakir de, ruhumun mühim bir ihtiyacını te'min eden, binler hikmet ve müjdeli Ramazaniyeyi alarak, Kur'ân-ı Azîmüşşân'ı inzâl edene secdeler ve Nurlar dellâl-ı

    (Sh: B-58)
    âlişânına hadsiz teşekkürler ile, borçlu olduğum dua-yı fâzılânelerine müdavim bulunduğumu arzeylerim Efendim Hazretleri.

    Sabri

    71
    Ey Üstad;

    Yirmi Yedinci Söz, Müslümanları, sa'y u gayretin ve bu ulvî dinin hizmetine teşvik ediyor. Bu risale sanki ufukta bir hedef, ehl-i îman için de bir rehber.

    Evet bu söz, kalbler içinde bir iştiyak, iştiyak içinde bir nur olmuş. Otuz Üçüncü Mektub ise otuz üç penceresiyle beraber, hakikat mayesiyle yoğrulmuş bir varlık, bu kıymetli eser ulviyet ve kudsiyet içinde, kuvve-i idrâkiyesiyle hissiz beşere hassasiyet; ve gaflet perdelerinden hakikatı görmeyen nazarlara kuvvet; hakperest ehl-i imana ise, ulviyet bahş ediyor.

    Hadsiz ihtiyaçlara düşen, zâhire aldanarak maddiyata saplanan ve kendini lâkaydlık içinde ye'se düşüren zavallılar, bu mukaddes eserin kârii olsunlar, anlasınlar ki, nereye giderlerse, nereye bakarlarsa bir Hâlik-ı Âzamın, bir Râhim-i Rahmân'ın dairesinden, hududundan, kanunundan ve idaresinden harice çıkamazlar. Her mevcudiyet, her vâkıa, her tahavvülât, her inâyet, her iltifat bir Kadîr-i Zülcelâl'in yed-i zaptındadır.

    Demek oluyor ki, en ufak bir zerrede, sânii ilân ettiği cihetle, koca bir kâinatın saltanatının küçük nümunesi mevcuddur, denilebilir.

    Zekâi

    72
    Aziz ve Büyük Üstadım,

    İki üç günlük sa'yimin mahsûlünden doğan ve inâyet-i hakla istinsaha muvaffak olduğum On Yedinci Söz'ü tashih için takdim ediyorum.

    (Sh: B-59)
    Ey yüce Üstadım, Onyedinci Söz ki: Mefhumu, nâmütenâhî yükselen hakikatlardır. Yüzlerce teşekkür ... Her söz beşeriyetin mübtelâ olduğu mahfî emrazı gösteriyor. Ve nurlarıyla teşhis ederek tedavi ediyor. Pekâla, pek rânâ anlıyorum ki, benim gibi yaralı, mânen zarar-dîde olmuş bir genç için, muhtaç bulunduğum teselliyetkâr şeyler, hep Risale-i Nurdandır. Kalbime teselli nurlarını serpen Hâlik-ı A'zam'a binlerce şükür.

    Zekâi

    73
    Sözler, yani Risale-i Ahmediye berâhinini yazarken, çok def'alar kalemimi elimden bırakıp, o asr-ı saadetin anlarının tahassürüyle, hicranıyla yandım. Bu hicrandan kalbim ağlamış, gönlüm coşmuş, ruhum vücudumdan ayrılarak uzaklara gitmiş. Bana teselli tuhfeleri getirmiş.

    Öyle ya, aziz Üstad! Asr-ı saadette de değilsek, müştakıyız. Bu bize kâfi. Hazret-i Muhammed (ASM) nın bize bıraktığı muazzam bir mu'cizesi bugün elimizde değil mi? O kitab, bize, muhtaç ve müştak bulunduğumuz saadeti va'detmiyor mu? Ona hâlisane sarıldığımız zaman muhtaç bulunduğumuz zevk-i mânevîyi bize vermiyor mu?

    Evet aziz Üstadım, bugün elimizde tuttuğumuz, gözümüzle gördüğümüz, hakikî insanlara rehber olan o muazzam kitab, o büyük mu'cize ki, ben maddiyat içinde dünya cereyanında boğulmak üzere iken, beni onun ulvî sesleri ne güzel teselli etmiş ve bana sarsılmaz bir istinadgâh olmuştur. Hakka, nâmütenâhi şükürler olsun.

    Muhterem Üstad, bana öyle geliyor ki, manevî saâdete küşâde bulunan ruhum, kıymettar Risaleleri okudukça, yazdıkça gitgide bir zevk-i manevî, bir saâdet-i ebedî hazırlıklarıyla coşacak. Coşkunluklarımın hayli devam ettiği oluyor.

    Üstadım! İşte o zaman dünya, nazarımda bir hiçten ibaret kalıyor, ebediyete, sonsuza, saâdet âlemlerine atılmak istiyorum.

    (Sh: B-60)
    İşte o dakikalar bu dünyayı bana verseler, bu tatlı hülyalarımın bir nebzesini bile vermek istemem. Def'olsun gençlik rü'yâlarının kâbuslu fırtınaları.

    Üstadım, duanıza muhtacım.

    Zekâi

    74
    Fazîlet-meâb Üstadım,

    Nur sabahı olan Risale-i Nur'dan Birinci, İkinci, Üçüncü, Beşinci, Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözleri istinsah ederek berây-ı tashih, taraf-ı âlîlerine takdim ediyorum. Mezkûr Sözler ki; kısa oldukları halde mefhumları büyük. Büyük hisler ve ulvî fikir bahşediyor. O Sözler ki; herbiri ayrı ayrı mecralardan cereyan ederek büyük bir deryaya dökülen berrak ve saf ırmaklar gibi çağlıyorlar. İşte bendeniz, bu çağlayan ırmakların lâtif ve ulvî seslerinden hayli derece istifade ediyor ve sonlarında, beşeriyetin başta âcizlerinin ibtilâ olduğu emrâza şifa verici eczâlar istihsal ediyorum. Kendisini acı, yoksulluk içerisinde bunalıyor zanneden ve muhayyilesi inkişaf edememiş kimseleri îkaz etmek emelini taşıdığıma emin olunuz.

    Aziz Üstadım! Anlıyorum ki, kaybolmuş ümidlerimin, hayatımın semâsında sönen yıldızlarımın ufûlüne teessüf edip bir fecr-i sabah ararken, bir nur sîma bir nur sabah karşımda parladılar. Allah sizden razı olsun ki, kıymetli eserleriniz sayesinde hayatın kıymet ve ehemmiyetini anladım. Bu suretle kalbime bir istinadgâh-ı manevî buldum diye müstağrak-ı sürûr oluyorum. Hemen; Rabbim, Üstadımızı iki cihanda aziz ve gayelerine vâsıl eylesin, âmin.

    Zekâi

    75
    Ey Aziz Üstad,

    Vâkıa, emr-i âlîleri Sözler'in yazılması hususunda acele edilmemesi idi; fakat hiç mümkün mü ki, karşımda billûrî sular akıtan ulu pınarın suyundan kana kana içmek için acele etmiyeyim. Malûmu âlîleri, bendeniz bu hususta vazifelerde çok geç kaldım.

    (Sh: B-61)
    Bu cihetleri vuzuh ile görüp idrâk ederken, mümkün mü ki, o ulu pınarı billûrî sulariyle elimi yüzümü yıkamıyayım, kalbimi parlatmak için isti'câl göstermiyeyim. Cenâb-ı Hakk'ın azîm bir lütfu ki, te'mîn-i maişetim için çalıştığım zamanlar arasında kıymettar risaleleri yazmak için vakit bulabiliyorum. Bu fırsatları kaçırmak istemediğim içindir ki, acele ediyorum. İsti'câlimin en büyük sebebi muhtaç bulunduğum teselliyetkâr nurları, o risalelerde buluyorum. Nasıl ki, içerisinde tevakkuf imkânı olmayan tünellerden haris kumpanyalar fazla seyr ü sefer etmekle iftihar ederler. Talebeniz de kezâ, o cihan-kıymet Risaleleri ne kadar fazla okur yazarsam, o kadar istifade-bahş ve müftehir olacağım.

    On Altıncı Mektubu serâpâ okudum. Her türlü mezâhim ve meşakkate karşı gösterdiğiniz sabır ve tevekküle meftun oldum. O Sözler'i okudukça, bütün mevcûdiyetim bir ıssızlık içinde parlayacak zannettim. Tehâcüm-ü ızdırab için hep güler yüzlü, güzel yüzlü sabırlar temenni ettim.

    Yirmi Üçüncü Söz, derinden gelen bir sayha gibi insaniyete bağıran ve insanlara insanlıklarını ihtar eden ve en âlî makamlara sahip olmak yollarını gösteren ve kârilerini tekâmüle sevkeden ve meşrû aşklar doğuran ölmez bir teselli hâtırasıdır. Sözü uzatmaya başladım. Yirmi Üçüncü Söz'ü lâyıkıyle takdirden âcizim. Çünkü o, bir teselli ve saâdet mâyesidir.

    Ahmed Zekâi

    76
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

Sayfa 2/3 İlkİlk 123 SonSon

Benzer Konular

  1. LAHİKALAR. (Kastamonu Lahikası.)
    By MaHiR 01 in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 19
    Son Mesaj: 26.05.11, 17:13
  2. LAHİKALAR. (Denizli Lahikası.)
    By MaHiR 01 in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 3
    Son Mesaj: 20.05.11, 03:03
  3. LAHİKALAR (Emirdağ. İfadet-ül Meram )
    By MaHiR 01 in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 12
    Son Mesaj: 20.05.11, 01:25
  4. LAHİKALAR (Emirdağ. İfademin Kısacık bir tetimmesi )
    By MaHiR 01 in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 7
    Son Mesaj: 18.05.11, 15:44
  5. LAHİKALAR (Emirdağ lahikası. I_Mektub)
    By MaHiR 01 in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 35
    Son Mesaj: 16.05.11, 20:24

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •