M E K T U B A T ' T A N
ÜÇÜNCÜ MEKTUBUN BAŞ KISMI
بِسْمِ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ بِكَلِمَاتِ الَنُّجُومِ وَالشُّمَوسِ وَاْلاَقْمَارِ وَالسَّيَّارَاتِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَعَلَى اِخْوَانِكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعِدَدِ النُّجُومِ فِى السَّمَوَاتِ
Aziz kardeşim ve sevgili arkadaşım.
Şimdi yüz tabakalık fıtrî bir sarayın, en yukarı menzilinde bulunuyorum. Sen de mânen burada hâzır ol. Bir parça sohbet edip konuşacağız. İşte kardeşim.
Evvela: Evvelki mektubumda, bütün Sözlere dair suâl etmiştim ki: İçlerinde cerh edilecek hakikatler var mı? Ve yahud avâma izharı muzır şeyler bulunuyor mu? Yoksa yalnız Otuz İkinci Sözün Üçüncü Maksadı için değildi.
Sâniyen: Sana (Nokta) risalesini gönderiyorum. Acîbdir ki, Eski Said'in kuvvet-i ilmiyle, nazar-ı aklıyla anladığı ve gördüğü hakikatları, senin kardeşin şuhud-u kalbiyle, nur-u vicdanla gördüğüne tevâfuk ediyor. Yalnız bazı cihetlerde noksan kalmıştır ki: Yirmi Dokuzuncu Söz'de tekmil edilmiş. Hususan âhirdeki remizli nükte ve o remizli nüktenin sırrı beyanında, çok hikakatlar noktada yoktur. Yirmi Dokuzuncu Söz'de vardır. Fakat birbirinden çok uzak bu iki Said'in aklı, kalbi, bu derece ittifakı acîbdir.
(Sh: B-315)
Sâlisen: Şeyh Mustafa'ya selâmımı tebliğ ile beraber de ki: Yazdığın (Kader) sözü beni çok memnun etti. Duâ ile kardeşlik hakkını edâ ettiğin gibi, bunun yazmasıyla talebelik, hukukunu dahi kazâ ettin. Allah senden râzı olsun. Yazdığını Abdülmecid'e gönderiyorum. O yüzlerce adama okutturacak, herbirisinden sevap sana gelecek.
Râbian: Kardeşimiz Abdülmecid'e bir mektupla bazı Sözler'i gönderiyorum. Sen gayet emniyetli bir tarzda postaya ver, adres: "Ergani-i Osmaniyede esnafdan Vanlı Şehabeddin Efendi vasıtasıyla Vanlı Abdülmecid Efendiye" bu adresi yeni hurufla mektuba ve emanete yazınız.
Hâmisen: Bundan sonraki Hâmisen kısmı Mektubat'ın Üçüncü Mektubu olarak 15 ci sahifede mevcuttur (bu mektubun sonunda).
Çu Lâ ilâhe illâ hû, beraber mizened herşey, demadem cuyedent.
Ya hak seraser cûyedent yâ Hay.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said Nursî
242
(MEKTUBAT'da) On Sekizinci Mektubun başı ve ikinci Mes'ele-i mühimmedeki suâlinin cevabına bir zeyildir.)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz, sıddık, muhlis kardeşim Hulûsi Bey!
Suallerinize dair bir cevap yazmıştım. Kardeşimiz Husrev bir izah istedi, o zât ruhen size benzediği için, onun istizahına sen de iştirâk ettiğini tahayyül ettim. Bu zeyli yazdım, size gönderdim.
Hem kerâmet-i Gavsiyenin birinci satırına dair bir parça gönderildi, onun âhirine yazarsınız. Hem kerâmet-i Gavsiye ile münasebettar, bir nükte-i Kur'âniyeyi gönderdik. Meşrebimize
(Sh: B-316)
muhalif olan, bu izhâr-ı esrara beni sevk eden mânevî ihtar ile kardeşlerimizin sa'ye ziyade şevk ve gayrete gelmelerine bir vesile olmasıdır.
Hakikaten bir vakit fütur gledi, tevafuk çıkdı, şevki tazelendirdi. Bir zaman yine fütur baş gösterdi, kerâmet-i Gavsiye çıktı, gayreti çok ziyadeleştirdi. Ben bu hâletten anladım ki; izhârından hizmetimize zararı yok, olsa olsa nefsime zarardır. Zaten nefsim hizmete fedâ olmağa hâzırdır. Başta muhterem pederiniz Fethi Bey, Hoca Abdurrahman, Kemaleddin, Ömer Efendi olarak risalelerle alâkadar olan zatlara selâm ve duâ ediyorum ve duâlarını istiyorum.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz Said
(Hulûsi'nin ikinci suâlinin cevabına bir zeyildir.)
Suâl: Muhyiddin-i Arabî vahdetü'l-vücud mes'elesini, en yüksek bir mertebe telâkki ettiği gibi, ehl-i aşk bir kısım evliyâ-i azîme dahi ona ittiba etmişler, bu mes'elenin en yüksek mertebe olmadığını, hem hakikî olmadığını, belki bir derece ehl-i sekir ve istiğrakın ve eshab-ı şevk ve aşkın meşrebi olduğunu diyorsun. Öyle ise muhtasaran, sırr-ı veraset-i Nübüvvetle ve Kur'ân'ın sarahatiyle gösterilen tevhidin yüksek mertebesi hangisidir? Göster.
Elcevap: Benim gibi, hiç ender hiç âciz bir bîçârenin kısa fikriyle, bu yüksek mertebeleri muhakeme etmek, yüz derece haddimin fevkındedir. Yalnız Kur'ân-ı Hakîmin feyzinden gelen, gayet muhtasar bir iki nükte söyliyeceğim. Belki bu meselede fâidesi olacak.
Birinci nokta: Vahdetü'l-vücudun meşrebine ve saplanmasına çok esbab var, onlardan bir ikisi kısaca beyan edilecek.
Birinci sebeb: Mertebe-i Rububiyetin hallâkıyetini âzamî derecesinde zihinlere sığıştıramadıklarından ve sırr-ı Ehadiyetle, her şeyi bizzat kabza-i Rububiyetinde tuttuğunu ve her şey kudret ve ihtiyar ve iradesi ile vücud bulduğunu, kalblerine tam yerleştiremediklerinden,
(Sh: B-317)
her şey odur veyahut veya hayaldir veya tezahüriyetidir veya cilveleridir diye, kendilerini mecbur bilmişler.
İkinci Sebeb: Firakı hiç istemiyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu 'diyetten cehennem gibi korkan ve zevalden gayet derecede nefret eden ve visâli ruhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti cennet gibi, hadsiz bir iştiyak ile arzulayan (aşk sıfatı) her şeydeki akrebiyet-i İlâhiyenin bir cilvesine yapışmakla firak ve bu'diyeti hiçe sayıp, lika ve visâli daimî zannederek, لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ diye, aşkın sekriyle ve o şevk-i beka ve lika ve visâlin muktezasıyla, gayet zevkli bir meşreb-i hâli, (vahdetü'l-vücudda) bulunduğunu tasavvur ederk, müdhiş firaklardan kurtulmak için, o (vahdetü'l-vücud) mes'elesini melce' ittihaz etmişler.
Demek birinci sebebin menşe'i, aklın eli gayet geniş ve gayet yüksek olan bazı hakikat-ı îmaniyeye yetişmediğinden ve ihâta edemediğinden ve aklın, îman noktasında tamamıyle inkişâf etmediğinden ve ikinci sebebin menşe'i, kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişafından ve hârikulade inbisatından ve genişliğinden ileri gelmiştir.
Amma sarâhat-ı Kur'âniyeyle, veraset-i nübüvvetin evliya-i azîmesi ve ehl-i (sahve) olan asfiyanın gördükleri mertebe-i uzma-yı tevhidî ise, hem çok yüksektir, hem rububiyet ve hallâkıyet-i ilâhiyenin mertebe-i uzmasını, hem bütün esma-i İlâhiyenin hakikî olduklarını ifade ediyor. Ve esâsâtını muhafaza edip ve ahkâm-ı Rububiyetin muvazenesini bozmuyor.
Çünki; derler ki, Cenâb-ı Hak, Ehadiyet-i Zâtiyesiyle ve mekândan münezzehiyetiyle beraber, her şey'i bütün şuûnatıyla doğrudan doğruya ilmiyle ihâta ve teşhis edilmiş ve iradesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle ispat ve icad edilmiştir. Bütün kâinatı bir tek mevcud gibi icad tedbir ediyor.
Bir çiçeği kolaylıkla halkettiği gibi, koca baharı o suhuletle halk eder. Bir şey, bir şey'e mâni olmaz. Teveccühünde tecezzi yok, aynı anda her yerde kudret ve ilmiyle tasarruf noktasında bulunuyor.
(Sh: B-318)
Tasarrufunda tevzi ve inkısam yok. Onaltıncı Söz ve Otuzikinci Sözün İkinci Mevkıfının İkinci Maksadında bu sır tamamıyla izah ve isbat edilmiştir.
لاَ مُشَاحَةَ فَى التَّمْثِيلِ kaidesiyle temsildeki kusura bakılmadığından, gayet kusurlu bir temsil söyliyeceğim, ta iki meşrebin bir derece farkı anlaşılsın. Meselâ: Hârika ve emsalsiz gayet büyük ve gayet ziynetli, şark ve garbe bir anda uçacak, ve Şimalden cenuba ulaşan kanatlarını kapayıp açacak, yüzbinler nakışlarla tezyîn edilmiş, o kanadının her bir tüyünde gayet dâhiyane san'atlar derc edilmiş olan, bir tavus kuşu farz ediyoruz.
Şimdi seyirci iki adam var, akıl ve kalb kanatlarıyla bu kuşun yüksek meziyetlerine ve hârika ziynetlerine uçmak istiyorlar, birisi bu tavus kuşunun vaziyetine ve heykeline ve hârikulâde her bir tüyündeki kudret nakışlarına bakar, gayet aşk ve şevk ile sever (dakik tefekkürü kısmen bırakır) ve aşka yapışır. Fakat görür ki, her gün o sevimli nakışlar, tahavvül ve tebeddül eder. Sevdiği ve perestiş ettiği o mahbublar gayb oluyor, zevâl buluyor.
O adam kendine teselli vermek ve aklına sığıştırmadığı vahdet-i hakikîye ile, rububiyet-i mutlaka ve ehadiyet-i zâtiyle hallâkıyet-i külliyeye mâlik bir nakkaşın bir nakş-ı san'atıdır, demek lâzım gelirken, o itikad yerine, bu tavus kuşundaki ruh, o kadar âlîdir ki, onun sâni'i onun içindedir veya o, O olmuş, hem o ruh vücudiyle müttehid ve vücudu ise, suret-i zâhiriyle mümteziç olduğundan, o ruhun kemâli ve o vücudun yüksekliği bu cilveleri böyle gösterir, her dakika başka bir nakşı ve ayrı bir hüsnü izhar eder, hakikî ihtiyariyle bir îcad değil, belki bir cilvedir, bir tezahürdür.
Diğer adam der ki: Bu mizanlı ve nizamlı gayet san'atkârâne nakışlar, kat'î bir surette bir irade ve ihtiyar ve kasd ve meşîet iktiza eder. İradesiz bir cilve, ihtiyarsız bir tezahür olamaz.
Evet tavusun mahiyeti güzel ve yüksekdir. Fakat onun mahiyeti fâil olamaz belki münfaildir. Fâili ile hiç bir cihetle ittihâd edemez. Ruhu güzel ve âlidir, fakat mûcid ve mutasarrıf değil, belki ancak
(Sh: B-319)
mazhar ve medardır. Çünki her bir tüyünde bilbedahe nihayetsiz bir hikmetle, bir san'at ve nihayetsiz bir kudretle, bir nakş-ı ziynet görünüyor. Bu ise iradesiz ihtiyarsız olamaz.
Bu kemâl-i kudret içinde kemâl-i hikmeti ve kemâl-i hikmet içinde kemâl-i rububiyeti ve merhameti gösteren san'atlar; cilve, milve işi değil. Bu yaldızlı defteri yazan kâtip içinde olamaz, onunla ittihâd edemez, belki yalnız o defter, o kâtibin yazı kaleminin ucu ile teması var, öyle ise o kâinat denilen misâli tavusun hârikulâde ziynetleri, tavus Hâlikının yaldızlı bir mektubudur.
İşte şimdi tavusa bak o mektubu oku. Kâtibe Mâşâallah, Tebârekâllah, Sübhânallah de. Mektubu, kâtib zanneden veya kâtibi, mektub içinde tahayyül eden veya mektubu hayâl tevehhüm eden, elbette aklını aşk perdesinde saklamış, hakikatın hakikî suretini görmemiş.
Vahdetü'l-vücud meşrebine sebebiyet veren aşkın enva'ından en mühim sebep, aşk-ı dünyadır. Mecâzî olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikîye inkılâb ettiği zaman, vahdet-i vücuda inkılâb eder. Nasıl ki, insandan şahsî bir mahbubu, muhabbet-i mecâzî ile sever, sonra zeval ve fenasını kalbine yerleştirmiyen bir âşık, mahbubuna aşk-ı hakikî ile bir beka kazandırmak için, Ma'bud ve Mahbub-u hakikînin bir âyine-i cemâlidir, diye kendini teselli eder, bir hakikata yapışır.
Öyle de koca dünyayı ve kâinatı hey'et-i mecmuasıyla mahbub ittihaz eden, sonra o muhabbet-i acîbe, dâimî zevâl ve firak kamçılarıyla muhabbet-i hakikîye inkılâb ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zeval ve firaktan kurtarmak için, vahdetü'l-vücud meşrebine iltica eder.
Eğer gayet yüksek ve kuvvetli îman sahibi ise, Muhyiddin-i Arabî'nin emsâli gibi zatlara, zevkli, nuranî, makbul bir mertebe olur. Yoksa vartalara düşmek, maddiyata girmek, esbabda boğulmak ihtimali var. Vahdet-i şuhud ise o zararsızdır. Ehl-i sahv'in de, yüksek bir meşrebidir.
(Sh: B-320)
اَلَّلهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Kardeşiniz
Said Nursî
243
Mektubat'ın Yirmialtıncı Mektubun Dördüncü
Mebhasının Birinci Mes'elesi Evvelen Kısmı
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَعَلَى وَالِدَيْكُمْ وَعَلَى اِخْوَانِكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz, sıddık ve sâdık, muhlis ve hâlis kardeşim İbrahim Hulûsi Bey!
Mektubunda beyan ediyorsun ki: "Eğirdir gibi" orada muvaffak olmuyorsun. Ondan telâş etme, orada öyle esbap var ki, bütün bütün tevakkuf ve tatil neticesini verebilirdi. Cenâb-ı Hakk'a şükür yine tevakkuf değil muvaffakıyyet var.
O mânevî esbabdan biri şudur ki; cinni şeytandan ders alan insan şeytanları, dünyevî meşgaleleri ile seni bir çember içine alıp, Nurlara hizmetini tahdit etmek için, sezdirmiyerek perde altında çalışmışlar.
Hem o havâlide sâbıkan, müdhiş ameliyat ve icrâat olduğundan, o muhitte bir ürkeklik hâsıl olup, senin kalbindeki gayet kuvvetli bir metanet olmasaydı, o Nurlar orada hiç ışıklandırmıyacaktı, fakat orada az hizmet de çokdur, kıymettardır.
Sâniyen: (Bu kısım Mektubat'ın 349-350. nci sahifelerde bulunan (Sâniyen) kısmının sonuna ektir.)رَبُّ الْعَالَمِينَ in tâbirinden sonra رَبُّ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ zikri, icmalden tafsîle geçmektir. Nasıl ki: Memleket-i İslâmiye hâkimi tâbirinden sonra, Anadolu, Asya ve Afrika hâkimi tâbiri haşmet-i saltanatı mufassalan gösterir.
Öyle de Rububiyet-i Mutlakadan sonra, Haşmet-i rububiyeti mufassalan gösterir. Her ne ise, şimdilik suâline tam cevap
(Sh: B-321)
veremiyorum. Ona bedel Kur'ân i'câzına ait iki küçük nükteyi söyliyeceğim.
Sen şu iki nükteyi On dokuzuncu Mektub'un Beşinci Cüz'ünün Onsekizinci İşaretinin Birinci Nüktesinin âhirine hâşiye olarak ilâve ediniz.
İşte Birinci Nükte: Mektubat'ın 196. sahifesindeki 2.nci haşiyeye şu kısım ektir.
Şu üç hakikata mukabil gelecek hangi hakikat var? Kimin haddine düşmüş ki, bunları taklid etsin. Evet nasıl ki, bu tarz-ı ifade sun'î olamaz, öyle de taklid edilmez. Evet kimin haddine düşmüş ki, hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Hâlik-ı Kâinatı bu surette konuştursun.
İkinci Nükte: Kur'ân-ı Hakîm'in umum sahifeleri âhirinde âyetler tamam oluyor, güzel bir kafiye ile nihayetleri hitam bulması hem Lâfz-ı اَللَّهُ yaprağın iki sahifesinde veya karşı karşıya iki sahifesinde veya yakın sahifelerde "ekseriya" ya muvafakat-ı adediye veya münasebet-i adediye bulunması, bir Emâre-i İ'cazdır. Ve bunun sırrı şudur ki: Âyâtın en büyüğü olan "Müdâyene" âyeti, sahifeleri için ve Sûre-i ihlâs ve Kevser satırları için, bir vâhidd-i kıyâsî ittihaz edildiğinden, Kur'ân-ı Hakîmin bu güzel meziyeti ve i'caz alâmeti görülmektedir. Demek bu hüner Kur'ân'ındır. Yoksa Hâfız Osman gibi zatların değil. Çünkü bu vaziyet, âyetinden ve suresinden neş'et etmiştir.
Sâlisen: Mektubunuzdan anladım ki, sana gönderilen risaleleri kendin için istinsah ediyorsun, aslını Abdülmecid'e veriyorsun.
Aziz kardeşim, çendan Abdülmecid benim nesebî kardeşim ve yirmi sene talebemdir. Fakat ne O, ve ne hiç birisi BENİM HULغSİ'me yetişmiyor. O mektublar (ekseriyet-i mutlaka) senin namınla yazılmış ve sana gönderiliyor. Abdülmecid ikinci derecede, kendine istinsah etmek veya mütalâa etmek için onu da teşrik et,
(Sh: B-322)
diye bir mektupta demiştim. Fakat eğer sen, o kardeşini kendi nefsine tercih edersen ve ona zahmet vermemek için zahmet çeksen ona karışmam. Senin peder ve validene ve Fethi gibi arkadaşlarına ve senin eski hocalarına selâm ve dua ederim, duâlarını isterim.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said Nursî
21 Ramazan-ı Şerif
(Abdülmecid'e yazılan mektubu, senin mektubunun içine koydum, ona gönderiniz.)
(Biraderlerine yazdıkları mektubdan.)
Eğer ahvâl-i ruhiyemi anlamak istersen, gelecek şu iki fıkra tercümandır. Bir şairin dediği gibi derim:
(Ney) gibi her dem ki, geçmiş ömrümü yâd eylerim.
Tâ nefes vâr ise, kuru cismimde feryâd eylerim.
Bir ticaret kılmadım, nakd-i ömür oldu hebâ,
Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan, bîhaber.
Ağlayıp nâlân edip, düştüm yola tenha garîb,
Dîde giryân, sîne püryân, akıl hayrân, bîhaber.
"Evet geçmiş ömrü israf ettik, zâyi ettik. Çok mübarek zâtlar, ahbablar kayıp ettik, yalnız kaldım. O mübareklerle beraber âhirete çalışmadım."
244
MEKTUBAT'IN YİRMİSEKİZİNCİ MEKTUBU'NUN SEKİZİNCİ MES'ELESİNİN İKİNCİ NÜKTESİ
Birinci Nükte: (Eserdekinin aynıdır, kitâba müracaat et. (Mektûbât: 408-409)
İkinci Nükte: Eğer denilse, şu "Tevâfukat-ı gaybiyye" eğer bir meziyyet-i belâğat olsa idi, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân belâğatların envâından en ileride olduğu gibi, bu nevide de en ileri olmak lâzım gelirdi. Eğer bir meziyet-i belâğat değil,
(Sh: B-323)
neden büyük bir ikrâm-ı ilâhî sayıyorsunuz. Hem hangi kitap olursa olsun, bu nevi tesâdüfat içinde çok bulunabilir.
Elcevap: Kur'ân-ı Hakîm:
اِنّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ اِنّا لَهُ لَحَافِظُونَ sırrıyle, her zamanda bir milyondan fazla hâfızların kalbinde mânen yazdırmak lâzım geldiği için, hıfzı çok işkâl edecek ve hâfızları çok azaltacak olan şu nevi tevâfukat-ı müteşabihe, Kur'ân-ı Hakîmde çok ileri gitmemiştir. Ehl-i hıfza, rahmet içinde mutabık-ı mukteza-i hâl bir mânevî belâğatı, bu meziyet-i belâğatın terkiyle yapmıştır.
Çok def'a kısa kesmekle, çok uzun mânaları ifade etmesi gibi, hem şu tevâfukat-ı belâğat olmasa da, mâdem içinde eser-i kasd ve şuur görünür, kasd ve şuur ise, bilmüşahede ve bil'itiraf, müellif ve müstensihlerin değil, elbette bir dest-i gaybînin tanzimiyledir. Ve o dest-i gaybînin bu tarz müdahalesi ise, alâmet-i kabûldür ve rızaya emâredir. Ve bu emâre de remz eder ki, yazılan hakikatlar kusursuzdur. Hak bir surette gösterilmiştir.
Ama sair kitablarda şu nevi tevâfukat bulunuşu tesadüfe verilebilir. Fakat şu risalelerdeki şuurlu tevâfukat-ı gaybiyeyi, bütün gören zatların ittifakıyla, şuursuz tesadüfe havale edilemez. Ve verilmesine imkân verilmiyor. Hattâ en mühim iki müstensih ve bizler, değil ki bir risalenin umumunda, bir tek sahife kanaat verir ki, tesâdüf karışamaz. Haddi değildir. Çünki misil olarak iki üç kelime bulunur. Birbirine bakar, öyle bir vaziyette ki, zâhiren bir kastı irae ediyor.
Meselâ: Şimdi bakıyoruz, şu sahifede yaş lâfzı, üç def'a tekerrür etmiş. Üçü öyle bir vaziyette birbirine bakıyor ki, şübhe bırakmaz ki, bir tanzim-i gaybîdir. Hem şimdi baktığımız şu sahifede, yalnız altı hüzün kelimesi var. o altı hüzün, üç satırda öyle lâtif iki kavisi teşkil etmiş ki, neş'eli bir hüznü görene verir.
(Hem işâret-i gaybiye olmak için, başka hiç bir kitapta bulunmamak lâzım gelmez.) Meselâ: Nasıl ki, belâğat-ı Kur'âniye, derece-i i'caza vasıl olduğu için, bir Mu'cize-i Risalet olduğu halde,
(Sh: B-324)
sâir ehl-i belaâgatin umum kitaplarında, derecatların agöre belâğat vardır. Onlarda belâğat bulunması, i'caz-ı Kur'ân'a münâfi olamaz.
Öyle de İ'câz-ı Kur'ân'ın yüzer kısmından, bir kısmının cilvesi, bir nev'i ikram-ı İlâhî nev'inde, Kur'ânın bir nevi tefsiri olan Sözlerde, hakâik-ı Kurâniyenin hüsn-ü intizamına işâreten görünüp, tecelli etmesine sair kitaplarda, tevafukkatın bulunması zarar vermez. Çünki o dereceye yetişmezler. Çünki Sözlerdeki o nevi tevafukat, o dereceye gelmiş ki, dikkat edenlere kat'î kanâat verir ki, beşerin düşünüşü değil ve ihtiyarı ile de olmamıştır. Belki nakşî bir nevi Kur'ân i'câzının, gölgesinin gölgesi, kendi tefsirinin âyinesinde, bir nevi ikram-ı ilâhî suretinde temessül ediyor. اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
245
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَعَلَى وَالِدَيْكُمْ وَعَلَى اِخْوَانِكُمْ وَعَلَى رُفَقَائِكُمْ فِى دَرْسِ الْقُرْآنِ
MEKTUBAT'TA
YİRMİ SEKİZİNCİ MEKTUBUN
SEKİZİNCİ MES'ELESİNİN ÜÇÜNCÜ NÜKTESİ:
Aziz kardeşim!
Evvelâ: Kardeşimiz Abdülmecid'in, Yirmialtıncı Mektubun Üçüncü Mebhasını, lüzumsuz bir ihtiyâta binâen ziyade görmesini, sen de onun ziyadesini ziyade görmekliğin beni ziyade sevindirdi.وَكَيْفَ اَخَافُ مَا اَشْرَكْتُمْ وَلاَ تَخَافُونَ اَنَّكُمْ اَشْرَكْتُمْ بِاللّهِdiyen ve Kur'ân'ın takdirine mazhar olan Hazret-i İbrahim (A.S.)'ın ittiba'ına mükellef olduğumuza işaret eden مِلَّةَ اِبْرهِيمَ حَنِيفًا مُسْلِمًا sırrına mazhar olduğumuzu bilmeliyiz.
Sâniyen: Bana karşı umumen dost bir şehir ahalisinden bir müftü, sathî bir nazar ile, vâhî bazı tenkidâtı, Onuncu Söz'ün
(Sh: B-325)
teferruat kısmına etmiş diye Abdülmecid yazıyor. Abdülmecid'in ona verdiği cevablar, iki yer müstesna, mütebâkisi kâfidir. Fakat iki yerde, o da o zâtın sathî suâline, sathî olarak cevab vermiş:
Birincisi: O zât demiş ki: "Onuncu Söz'ün hakikatları münkirlere karşı değil. Çünki, sıfât ve esmâ-yı İlâhiyeye binâ edilmiş." Abdülmecid cevabında diyor ki, "Münkirleri hakikatlardan evvelki dört İşaretle îmana getirmiş, ikrar ettirmiş. Sonra Hakikatları dinlettiriyor" meâlinde cevap vermiş.
Hakikî cevabı şudur ki: Herbir Hakikat, üç şeyi birden isbat ediyor; hem Vâcibü'l-Vücudun vücudunu, hem esmâ ve sıfatını, sonra haşri onlara bina edip, isbat ediyor. En muannid münkirden, tâ en hâlis bir mü'mine kadar herkes, her Hakikattan hissesini alabilir. Çünki, Hakikatlarda, mevcûdâta, âsâra nazarı çeviriyor.
Der ki: Bunlarda muntazam ef'al var, muntazam fiil ise fâilsiz olmaz. Öyle ise bir fâili var. İntizam ve mizan ile o fâil iş gördüğü için hakîm ve âdil olmak lâzımgelir. Mâdem hakîmdir, abes işleri yapmaz. Madem adâletle iş görüyor, hukukları zâyi etmez. Öyle ise bir mecma'-ı ekber, bir mahkeme-i kübrâ olacak.
İşte Hakikatlar, bu tarzda işe girişmişler. Mücmel olduğu için, üç dâvayı birden isbat ediyorlar. Sathî nazar fark edemiyor. Zaten o mücmel Hakikatların her birisi, başka Risaleler ve Sözlerde kemâl-i îzah ile tafsîl edilmiş.
(Abdülmecid'in ikinci nâkıs cevabı şudur ki)
O zâtın yanlış sualine mümâşât edip, yanlaşını kabul ettiği için, yanlış etmiş. Çünki Onuncu Sözün "Hâşiye" sinde, ism-i âzam, yalnız her ismin bir mertebesinden ibaret olduğu zikredilmemiş. Belki çok yerlerde demişiz; İsm-i âzamdan ve her ismin âzamî mertebesinden tezahür eder. ism-i âzamdan ve her ismin âzamî mertebesinden tezahür eder. İsm-i âzamı isbat etmekle beraber, her İsmin bir mertebe-i âzamı var ki; Resûl-i Ekrem (A.S.M.) bunlara mazhar olduğu gibi haşr-i âzam da onlara bakıyor. Meselâ ism-i Hâlık merâtibi, benim Hâlikımdan tut, tâ Hâlik-ı Küll- i Şey'e kadar olan mertebe-i âzama kadar merâtibi var.
(Sh: B-326)
O şübheli zâtın, her ismin bir mertebe-i âzamı olduğunu tezyif etmek niyetiyle, mutasavvıfa-ı mütefelsife fikridir demiş. Halbuki başta İmam-ı A'zam, İmam-ı Gazâlî, Celâleddin-i Süyûtî, İmam-ı Rabbânî, Şâh-ı Geylânî gibi sıddıkîn-i muhakkıkîn, ism-i âzamı ayrı ayrı görmüşler. İmam-ı A'zam demiş: El Adl, El-Hakem ism-i âzamdır ve hâkezâ. Her ne ise bu mes'ele bu kadar yeter.
O zâtın sathî ilişmesinden üç cihetle memnun oldum:
Birincisi: Tenkid etmek istediği halde, edemediği için gösteriyor ki, Onuncu Söz'ün hakâikı, kabil-i tenkid değildir. Olsa olsa teferruat kabilinden bazı ibarelerine ilişebilir.
İkincisi: İnşâallah âlî bir zekâ ve gayreti bulunan Abdülmecid'i gayrete getirdi. Hulûsi'ye yakışacak çalışkan, müteyakkız bir arkadaş oldu.
Üçüncüsü: O zât müşteridir ki ilişmiş, müşteri olmayan lâkayd kalır. İnşâallah ileride tam istifade edecek.
Bu nüktenin bir güzel meâlini ya sen, ya Abdülmecid kaleme alıp, benim selâmımla, memnuniyetimle beraber, o zâta gönderebilirsiniz.
Mahallenizin imamı Hâfız Ömer Efendiye, selâm et ve de ki, ben onu kabul ettim. Talebelik şartlarını da, ona söyle. Pederiniz ve Fethi Bey ve Hoca Abdurrahman, Sözler'i ciddî dinlemeleri beni çok mesrur ediyor. Ben onlara dua ediyorum. Onlar da bana dua etsinler. Seydâ namındaki zât, pederinizin intisab ettiği zât değil, ondan evvel gelmiş iştihar etmiş mühim bir zâttır. Başta Sabri, Süleyman, Tevfik bütün ihvanlar size selâm ediyorlar.
Kardeşiniz
Said Nursî
246
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ
(Sh: B-327)
Aziz sıddık kardeşim!
Sana bu def'a Yirmidokuzuncu Mektubun üçüncü kısmını ve beşinci kısmını gönderiyorum. Üçüncü kısımda bir sır var. Ramazanda bir saatte, benimle müsevvid zat hasta iken sür'atle yazılmış. Göreceğiniz tarz, aynen bulunmuş, biz hayret ettik, anladık ki o kısımda Kur'ân'a dair niyyetimiz, tam hakdır ve lâzımdır ki, böyle olmuştur.
Hem Mûcizât-ı Ahmediyedeki tevâfukata, bir sened-i kat'î olarak, iki parça (o mektubdan 4 üncü, 5 inci cüzlerini) gönderdim.
O iki parça o risalenin te'lifinin akîbinde, acemi bir müstensih müsvedde-i aslîden acele yazdığı, hattâ salâvatları (A.S.M.) işaretiyle geçtiği halde, iki sene sonra tedkik ettik, ümidimiz fevkınde acîb bir tevâfuk gördük.
Sonra, ondan daha acemi bir müstensihe dedim: "Resûl-i Ekrem (A.S.M.) kelimesiyle, Kur'ân kelimesini kırmızı yaz, aynen o nüshayı istinsâh et." Halbuki, ikinci müstensih çok acemi idi. Evvelki müstensihin nüshasındaki tevâfuku kısmen bozmuş, şuuru taallûk ettiği için letâfetini ihlâl etmiş. Fakat yine tevâfukata bir hüccet olur, siz de güzelce kendinize tebyiz ediniz, O müsvedde-i ûlânın bir sureti ya sende veya Abdülmecid'de mahfuz kalsın.
Felillâhilhamd, şimdi Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın iki yüz eczâ-i i'câzından bir cüz'ünü göze gösterecek, birkaç Kur'ânı yazdırıyoruz. Birisi tamam oluyor. İçinde (2806) lâfza-i Celâl'den, yüzde bir müstesna, umumen tevafuku, gaybî tarzında görünüyor. Lâfz-ı # kırmızı ile yazdırdık, gören, "Kur'ân'ın i'câzını gözümle görebiliyorum" diyebilir. İnşâallah bu cüz'-i i'caz, hatt-ı Kur'ânîyi muhafaza edecek, tahrifden kurtaracak.
Elmas kalemli kardeşlerimize taksim ettim, en birinci kardeşimiz Hakkı Efendi birinci cüz'ü yazdı. İkincisini, üçüncüsünü senin bedeline yazmağa hâhişkârdır.
(Sh: B-328)
Başda vâlideyninize, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman Bey, yeni talebem İmam Ömer Efendi olarak Sözler'le alâkadar olanlara selâm ve dua ediyorum, duâlarını isterim.
Sâbık Müftü Kemal Efendiye de ki: Müjde! Her bir saat hastalıklı ömrü, bir gün ibadet hükmündedir. Şu zamanda hayâtın en iyi sureti böyledir. Biz dergâh-ı İlâhîde onun hakkında, en hayırlısını niyaz edip dua ediyoruz ve edeceğiz. Öylelerin duâsı makbuldür. Bana duâ etsin. Hoca Abdurrahman ile Fethi Bey, ikisi has talebelerin daire-i duâsı içinde duâda kazancıma hissedardırlar. İkisi bana duâ etsinler. eskide benim Ömer isminde talebem vardı.. senin şimdiki orada Ömer Efendi ona duâda arkadaş olmuştur.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz Mirzazâde
Said Nursî
Yirmi Dokuzuncu Mektubun Dördüncü kısmı hem uzundur, hem bir tek nüshadır. Bu def'a gönderemedim. O kısım doğrudan doğruya i'câz-ı Kur'ân'ın bir âyinesidir ve çok da mühimdir. Otuz sekiz sahifedir. Başta Sabri, Süleyman, Husrev, Bekir, Tevfik, Gâlib sizlere selâm ederler. On Dokuzuncu Mektubun Dördüncü Cüz'ünü, 15 inci nükteli işarete kadar tashih ettim. Acele göndermek lâzım geldi, vakit bulamadım, tam tashih edeyim.
Sen evvelâ Onbeşinci Nükteli işaretten sonra, kendi nüshanızla mukabele edip, tashih ediniz, sonra tebyiz ediniz. 28 nci Mektubun 7 nci mes'elesinde, acîb bir tevâfuk görüldü, şöyle: İki sahife başdan başa, yalnız başdaki satır müstesna, Yirmi dokuz satır, şuur ve ihtiyarımızın haricinde, bütün (elif) gelmiş. Bu bütün (elif) 28 nci Mektubdan 29 uncu Mektuba ehemmiyetli bir işaret-i gaybiyedir, diyordu. Sonra nümunesini size göndereceğiz.
Bu gece evrâd ile meşgul olurken, nöbetçiler ve başkalar işitiyordular. Kalbime geldi ki: "Acaba bu izhar, sevabını noksan etmiyor mu?" diye telâş ettim. Birden (Hüccetü'l-İslâm İmâm-ı Gazâli'nin) meşhur bir sözü hâtırıma geldi, demiş: "Bazan izhar
(Sh: B-329)
ihfadan çok def'a ziyade efdal olur." Yani âşikâre yapmakta, başka kimseler ya istifade ve taklid etmek veya gafletden uyanmak ve dalâlet ve sefahette muannid ise, karşısında Şeâir-i İslâmiye nev'inde izhar etmek, izzet-i dîniyeyi göstermek gibi, çok cihetle, hususan bu zamanda, İhlâs dersini tam alanlarda değil (riyâ), belki gizliden tasannu' karışmamak şartıyla, çok ziyade sevablı olur, diye bir teselli buldum.
Said Nursî
247
ONBEŞİNCİ NOTANIN ÜÇÜNCÜ MES'ELESİ
Ey insan ve ey nefsim, muhakkak bil ki: Cenâb-ı Hakk'ın sana in'âm ettiği vücudun, cismin, âzaların, malın ve hayvânâtın ibâhadır, temlik değildir. Yâni, istifaden için kendi mülkünü senin eline vermiş, istifade et diye ibâha etmiş. Senin gibi, idare etmekten hakikaten âciz ve tedbirden cidden câhil bir şahsa temlik etmemiş. Çünki, mülk olarak verse idi, idaresini sana bırakmak lâzım gelirdi.
Acaba en kolay, en zâhir ve daire-i ihtiyar ve şuurda dahil olan bir midenin idaresini yapamadığın halde; nasıl göz ve kulak gibi daire-i ihtiyar ve şuurun hâricinde idare isteyen şeylere mâlik olabilirsin?
Mâdem sana verilen hayat ve hayatın levâzımatı temlik değil, ibâhadır. Elbette ibâhanın düsturuyla hareket etmek lâzımdır. Yâni nasıl bir zât, ziyafete misafirleri dâvet eder. Onlara, meclis ziyafetindeki eşyâdan ve ziyafetten istifadeyi ibâha ediyor, temlik etmiyor. İbâha ve ziyafetin kaidesi ise, mihmandarın rızası dahilinde tasarruf etmektir. Öyle ise israf edemez, başkasına ikrâm edemez, sofradan kaldırıp başkasına sadaka veremez, dökemez, zâyi' edemez. Eğer temlik olsa idi, yapabilirdi ve kendi arzusuyla hareket edebilirdi.
Aynen bunun gibi; Cenâb-ı Hak sana ibâha suretinde verdiği hayatı intihar ile hâtime çekemezsin, gözünü çıkaramazsın ve manen gözü kör etmek demek olan gözü verenin rızası hâricinde harama sarfedemezsin... Ve hâkezâ kulağı ve dili ve bunlar gibi cihazâtı
(Sh: B-330)
harama sarfetmekle mânen öldüremezsin. Ve eti yenilmeyen hayvanını lüzumsuz tâzib edip katledemezsin. Ve hâkezâ.
Bütün sana verilen ni'metler, bu misafirhane-i dünyanın sahibi olan Mihmandar-ı Kerîm-i zülcelâlin kavânîn-i şeriatı dairesinde tasarruf etmek gerektir.
Said Nursî
248