(Ehl-i bid'ânın şiddetli hücumuna mâruz kalan Süleyman hakkındadır.)
Suâl: Süleyman nasıl adamdır? Başta buranın me'muru, çok adamlar onu tenkid ediyorlar. "Lüzumsuz sözleri hocaya söylüyor, yanlış ediyor, âdeta münafıklık ediyor" derler. Sana çoktan beri hizmet ediyor; mâhiyeti nedir, bildir?
Evlcevab: Süleylan sekiz sene, benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiç bir vakit gücendirmeden, hiç bir menfaat-i maddî mukabilinde olmayarak, kendi işini bırakıp, kemâl-i sadakatle Lillâh için hizmeti bu köyce mâlûmdur. Böyle bir adamla bu köy değil, belki bu vilâyet iftihar etmeli. Bu tarz ahlâk, bu zamanda bulunması, medâr-ı ibrettir. Ben, hem garib, hem misafirim. Benim istirahatımı te'min etmek köyün borcu idi. Bu köy nâmına Cenâb-ı Hak onu ve Mustafa Çavuşu ve Muhacir Hâfız Ahmed'i ve Abdullah Çavuşu bana ihsân etti. Ben de Cenâb-ı Hakka şükrediyorum. Bunlar, bana yüzer dost kadar kıymettar göründüler, vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler. Bunların yüzünden ben, bu köyün hayatta ve vefat edenleriyle alâkadar olup, onlara her zaman dua ediyorum. Sadakatça Süleyman'dan geri kalmayan Mustafa Çavuş'la, Muhacir Hâfız Ahmed, şimdilik hücuma mâruz olmadığından iyiliklerinden bahsedilmedi. Bir parça Süleyman'dan bahsedeceğiz. Şöyle ki:
Süleyman, benim her hususî işimi ve kitâbemi kemâl-i şevk ile, minnet etmeyerek, mukabilinde birşey kabul etmeyerek, kemal-i sadakatla yapmış. Hattâ o derece hizmeti sâfi ve hâlis, lillâh için yapıyordu; belki yüz def'adan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümid edilmediği bir tarzda geliyor; fesübhânallah diyordum: "Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?" Anladım ki o, istihdam olunuyor, sadakatının kerametidir. Hattâ hizmetimde bulunduğu bir gün, bir yaşındaki kız çocuğuna bakılmamış. Yüksek bir damdan, taş üstüne çocuk düştü. O hizmet sadakatının bir ikrâm-ı İlâhî olarak, o çocuk hiç bir teessür ve hastalık görmediği gibi, sütten, memeden bile
(Sh: B-197)
kesilmedi. Her ne ise, bu tarz sadakatının lem'alarını çok gördüm.
Süleyman'da sadakatla beraber esaslı bir ihlâs gördüm. Evet bu günlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıracak derecede, hakkında işâalar izhar ettikleri zaman, ona teselli nevinden dedim ki, "Sana bu sû'-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun." O da kemâl-i sürûr ve ciddî bir surette o tesellîyi kabul etti.
Gelelim gıybet hakkındaki mesleğine: Bu zât bende gıybet hakkında, ne kadar şiddetli bir nefret olduğunu bildiği cihetle, beni kızdırmamak için, mümkün olduğu kadar cevaz da olsa, söylemiyor. Ve bilhassa Ramazanda, bütün bütün içtinab eder. Zaten ahlâkında, başkasına muzırlık yok. İnsafsızların işâasına sebeb, bu kadar olmuş: Birisi sormuş, "Hoca Efendi, filân adama şöyle demiş mi?" O da geldi bana aynı sözü söyledi ki, o adama cevap versin. Halbuki o sözde ne gıybet var, ne de birşey.
Her ne ise.. Ben bu köyde ümid etmiyordum ki, benim en ziyade itimad ettiğim ve tam ahlâklarına ve diyanetlerine kanâat ettiğim Mustafa Çavuş, Süleyman Efendi gibi kardeşlerimi tenkid etsinler. Zannederdim ki, ben gittikten sonra, burada benim yerimde, bana ettikleri hürmeti onlara edecekler. Ümidim budur ki, köy halkının yüzde doksanı onların kıymetini takdir edecekler. Birkaç insafsızlar tenkid ededursunlar, o tenkidlerden ne çıkar. Bunlara ilişmek, doğrudan doğruya bana ilişmektir. Bana hizmet eden mezkûr kardeşlerim, hiç bir maddî menfaati düşünmeyerek ve kabul etmeyerek ve bilâkis kendi keselerinden bana ve misafirlerime bakıyorlar. Hattâ Süleyman'a bazı yemediğim bir ekmek verdiğim vakit, hâtırımı kırmayarak alır. Fakat kat'iyyen mukabelesiz almıyor. Ona mukabil evinden getiriyor. Ara sıra birer bardak çay ısrar ediyordum, ilhâhıma karşı istinkâf ediyordu. Ne için böyle yapıyorsun derdim; "Hizmetimize maddî faide girmeyip, fîsebîlillâh, ihlâslı olmak istiyoruz" derdi.
Hattâ bu Süleyman ve Mustafa Çavuş, misafirlerim için çok hizmet ettikleri halde, hiç bir vakit hiç bir misafir bu iki zâta bir hediye getirdiğini görmedim, bilmedim. Yalnız Bekir Bey bir def'a
(Sh: B-198)
Süleyman'ın küçük kızına bir kaç meyve vermiş. Ona mukabil Süleyman -bildiğime göre- bir kaç def'â patlıcan, biber, kavun gibi sebzeler hediye edip, ona göndermekle beraber, Bekir Bey buraya geldikçe, onun, hem başka misafirlerin hayvanatına saman, arpa verir.
Bunun bu ahlâkı zâtında vardı. Yanıma geldiği vakit, benim bir düstur-ı hayâtım olan istiğnâ ve insanların hediyelerini almamak kaidesi, onun aslî ahlâkına muvafık gelmiş. Daha ziyade, insanların değil hediyesini kabul etmek, onlara ettiği iyiliklere mukabil dahi bir şey kabul etmiyor. Hattâ, yüz def'a ben ısrar etmişim, benden fazla kalan bir şeyi kabul etmiyor.
Hattâ bir def'a, bir kıyye kadar üzüm,kayısı kurusu, bir kıyye bal ben yemiyordum. Misafirlere de yedirmek istemiyordum. Ona ısrar ettim, "Bu hediyemdir, teberrükümdür, çocuklarınıza hediye ediyorum, almaya mecbursun" dedim. Aldı, iki şinik buğdayını, bana -değirmende öğüterek- getirdi. Dört aydır daha bitmemiş.
İşte bu zâtın hakikî hâli bu surette iken, insafsız insanlar bunun hakkında işâa ediyorlar ki; Said'in sayesinde yaşıyor. O da kemâl-i iftiharla dedi: "Evet üstadımın sayesinde, kanaatı ve iktisadı öğrendim, rahatla yaşıyorum. Halkların bu sözleri bana iyidir. Beni riyadan kurtarır, ihlâsa sevk eder" dedi.
Ben de dedim: Sana iyidir, hizmet-i Kur'ân'a zarardır. Onun için hakikat-ı hâli beyan ediyorum, tâ ehl-i bid'a bilsin ki, ihlâs ile lillâh için çalışıyorlar.
Said Nursî
172
(Husrev, Üstadının kendi hakkında hiddetini zannedip, bir mes'eleye dair, müteessiren yazdığı mektubundan bir fıkradır.)
Sevgili ve kıymetdar üstadım!
Mektubunuzun mütalâasından mütevellid teessüratım arasında, kalbime çok havâtır hutur ediyordu. Her tarafı ve her hâli kusur ve ayıpla dolu talebiniz, sevgili üstadının ayaklarının altına varlığını
(Sh: B-199)
sermişti. Belki her gün, bu şiddetten daha büyük bir şiddetle muamele görse ve hatta üstadı uğrunda, yüzbin hayatı olsa hepsini bile vermeye bilâ tereddüd hâzır olduğunu, sûrî değil, kalbî bir itirafla müheyyadır.
Mücrim talebeniz senelerden beri Hâlikından bir hâmi istiyordu. Baştan aşağıya kadar siyahlıklarla dolu olan defter-i a'mâlim tedkik edilse, bu hususta ne kadar tazarru' ve niyazım vardır ve ne kadar gözyaşlarım bulunacaktır. Kur'ânî hizmet uğrunda, arzın sekenesi kadar hayatım olsa, her birisini feda etmeyi, ne büyük saâdet ve şeref kabul etmişim.
Ey sevgili üstadım! Ey kıymettâr hocam! Ey senelerden beri aradığım muhterem mürşidim! Ey aziz dellâl-ı Kur'ân!
Izdırablarımın sürûra inkılâp etmekte olduğunu hissediyorum. Uzakta olanın kusuru görülmez, tokat yakında olana vurulur. Kalbim bu cümlelere (Hâzâ min fadli rabbî) diyor. Fakat dimağımdan silinmeyen bir şey varsa o da aziz üstadımın elemlerine iştirâk etmek idi.
Muhterem mürşidim: Kimin haddi var ki, risâlelerin birisine el uzatsın veyahut bir sahifedesine dil uzatsın, veyahut bir cümlesini tenkid etsin, veyahut bir kelimesine, hatta bir harfine ve belki bir noktasına itirazda bulunsun.
Bilâ istisna her ferd istihsan ederken, böyle bir şey yapmak için, bu cür'eti kimden alayım. Yok, sevgili üstadım, müsterih olunuz, senelerden beri çekmekte olduğunuz, kal'abend cezasından pek şedid azâbınıza, bir başka ve mühim elem katılmasına taraftar olanlara, bir parça meyletmek şöyle dursun, belki bu hâlin şiddetle ve belki fedâisi olarak aleyhte olduğuma, vicdanımın tasdikı kâfi bir şâhiddir.
Ahmed Husrev
(Sh: B-200)
173
(Hâfız Ali'nin bir fıkrasıdır.)
Aziz Üstad:
Bu asrın, sisli, semli revacı (Şecere-i kâinatın meyvesi olan insanın nüve, lüb,kışır gayelerini) zâil ve faniye, zillet ve gurura, âfil firaka, zâhir bâtıla, atalêt ademe, hırs ve hayvaniyete, câmid ve abesiyete, başıbozukluk ve hiçliğe sevk ile, o meyvenin kısm-ı âzamının ölüp ekallinin de ölmek ve tefessühü ânında, mezkûr şecerenin merkez üzerine karip, Isparta dalına ta'lik edilen, Hakîm-i Mutlakın etem, ekmel şifahanesi olan Kur'ân'dan nebean eden (Tiryak Notaları) tesmiyesi ile, her Notanın binler harfler damlaları ile imdada yetişerek, küre-i arz bahçesini iska' ve binler meyvelere hayat bahşeden ve bu yüzden menba' gibi, kıyâmete kadar hârika bir keramet ve taklid edilmez bir turra ile çağlıyacak olan eser-i mübareki, elhamdülillâh istinsah ettim.
Evet üstadım! Nasıl ki, وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ âyet-i kerîmesinin binler mâsadaklarından bir mâsadakı olan nev'-i insanın her bir ferdine sima, ses, etvar, ahlâk gibi daha çok lâtifeler ve cihâzat mevcut iken, birbirine benzemeyip, her bir şahıs bir âlem olarak, vâhid-i Ehad-i Samed'in malı ve masnûu ve muvazzaf me'muru olduğunu, bilmecburiye şuûru olana kabul ettiriyor.
Öyle de Kur'ân-ı Hakîmin hayattar semeresi olan Sözler ve Mektubâtü'n-Nur'un her bir parçası, kendi âleminde nihayetsiz kudreti gösteren ve her mebhasları ile binler âlemler içinde bir âlem olan âlem-i şuhûdun tılsım-ı acîbini tam keşf ve hâl ile, her risale bir muammanın miftahı ve hayattar ervâhı hükmündedir.
Bundan böyle, daha binler ihsan-ı ilâhî ve rahmet-i Sübhânî olsa yazılsa, ihtiyaç görünüyor ve yerleri boş karanlık bir âlem gibi, o Şems-i Hakikat güneşinin şuâlarını bekliyorlar. Dilerim Cenâb-ı Hak'tan, böyle anûd bir zamanda (Böyle Asâ-yı Mûsâ misillû) çok
(Sh: B-201)
cihetlerle hârika, fütuhata sebeb olan ve inşâallah bundan böyle olacak olan Resâil-in-Nur'u, teksir buyursun. Âmin, âmin.. âmin...
Kusurlu Talebeniz
Ali (R.H.)
174
(Hulûsi'nin fıkrasıdır.)
Onsekiz Receb tarihli, Otuzbirinci Mektubun Birinci, İkinci Lem'alarıyla Yirmidokuzuncu Mektubun Birinci Remzinin, Birinci Makamını, Şâbanın birinci günü, yâni yazıldığından onüç gün sonra aldım. Demek oluyor ki, Recebin onsekiz rakamına, onüç daha ilâve ederek, mübarek mektubun numarasını te'yid etmek gibi, gaybî bir işaret ibraz edilmiş oluyor. Bu nurlu mektubdan aldığım hisseyi, kendisinden evvel gelmiş olan mânevî feyzinden, âlî afvınıza güvenerek bahsetmek suretiyle arzedeceğim.
Şöyle ki: Mektubun bura postahanesinde kaldığı gece, âlem-i menamda şöyle garib bir hâlet gördüm. Allah hayretsin. Kamer batn-ı arzdan sür'atle çıkarak, şâkulen semâvata yükselmeye başladı. Çıkışı ile sür'atle yükselişinde hiçbir ziya eseri görülmüyordu. Sükûnetle hareketi tâkib etmekle beraber, sanki gaybî bir ses bana (alâmet-i kübrâ başladı) diyor gibi geldi. Kamer bu hızla çıkışı esnasında, bir hadde geldi ki parladı, büyüdü. Bedr-i tam hâlinin birkaç misli cesâmet arzetti. Bu vaziyette içinde bir insan şekli göründü. Kısa bir zaman sonra bu şekil ve kamer kayboldu. Cihan seraser zulmet içinde kaldı. Mağrib cihetinde, ufuktan bir mızrak boyu yüksekliğnide, şems sönük bir ziya ile göründü. Ufku tâkiben bir müddet şimale doğru gayet sür'atle gitti ve kayboldu. Tekrar zulmet başladı. Soğukkanlılığımı muhafaza etmekle beraber, kıyamet kopuyor diye uyandım.
İşte bu dehşetli gecenin gündüzünde Otuzbirinci Mektubun Bir ve İkinci Lem'alarını hâvi kıymetli eseri aldım, okudum. Kendi kendime geceki hâleti düşündüm. Dedim: (Bu mübarek mektup, bana şu dersi veriyor.) Sen bir sefineye râkipsin ki, o azametli sefinen
(Sh: B-202)
başdöndürücü sür'atle, feza-yı nâmütenâhide koşturuluyor. Bu sefineyi böyle pırıl pırıl çeviren Kâdir-i Kayyûm, sana musahhar ettiği, muntazam tulû' ve gurub eden Şems ile incelerek, büyüyerek mükemmel bir takvim-i semâvî vaziyetini gösteren Kamer gibi azîm cisimleri de istihdam ediyor. Bir küre (Kün-feyekûn) emrini aldığı zaman, bu muazzam küreler gibi milyonlarca seyyârat birbirine karışacak, nizam-ı âlem bozulacak, herşey harâb olacak.كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ sırrı zâhir olacak. Öyle ise en metîn, en âlî, en müzeyyen görünen bu saray-ı kâinatın bir anda yıkılacağı, harâb olacağı, bütün sekenesinin mahv u nâbud olacaklarını düşün. Hiç ender hiç olduğunu hatırla, senin mini mini hayat tekneni, dağlar gibi dalgaları bulunan, kısacık ömrünün denizinde aldanarak boğdurma.. ve hayat-ı ebediyeni söndürmek isteyen, en büyük ve en yakın olan nefsinin hilesinden kurtulmaya çalış. Bunun için sana çok kolay ve ucuz, te'siri mücerreb ve kat'î ve لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ
اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّاِلمِينَ * رَبِّ اَِنّىِ مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ gibi halâs ve şifa ve necat vasıtalarını tavsiye ederim. Bunlara bilhassa mağrip ve işâ ortasında, otuzüçer def'a devam et, demekte olduğunu hissettim.
O küçük rü'yanın tâbiri, Muhterem Üstadıma aittir. Ve arzusuna bağlıdır. Bu def'a manevî mahrumiyetin uzaması, beni cidden müteessir etmişti. Sabra gayret ettim, fakat garibdir ki, bu mübarek mektubun bura postahanesine vürudu gününün sabahında اِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ emr-i celîlinin kuvvetine dayanarak tahammül etmekte olduğumu, fakat meraktan da hasbel beşeriye kurtulamadığımı, nâtık küçük bir mektubu, uhrevî kardeşimiz Hakkı Efendi'ye göndermiştim.
Bu nurlu mektubun başını işgal eden beş nükteli İkinci Lem'a, başıma tokmak vurarak: Ey bîçâre, sabırdan bahsetmek sana yakışır mı? Gözünü aç da Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâmın sabrına bak, aklın varsa o Peygamber-i Zîşânın (A.S.) sabırda ki kahramanlığını taklide
(Sh: B-203)
çalış ve korkunç manevî yaralarından kurtulmak için
رَبِّ اَِنّىِ مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ duâsını vird-i zebân et, diye tenbih ve îkazda bulunduğuna yakîn hâsıl ettim. Elhamdülillâh dedim.
Yirmidokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Birinci remzinin Birinci Makamının Birinci Bâbı Mu'cizât-ı Ahmediyenin en büyüğü ve kıyâmete kadar i'cazının devam edeceğine şübhe olmayan Kur'ân-ı Kerîm'in, otuz cüz'ünden otuzuncu, yüz ondört suresinden yüz onuncu, lâfz itibariyle küçük, fakat makam ve mâna itibariyle âli ve şümullü Sûretü'n-Nasr'daki çok mühim sırlardan muazzez ve muhterem Üstadımız vasıtasıyla zâhir olan tevâfukata münasebetli birtek sırrından beyan buyurulan üç Mes'ele, bana öyle bir kanaat getirdi ki, bu küçük sûrenin üç âyetinden sülüs ve tamamında otuz cüz'ü Kur'ân'a, hattâ her harfinde bir sureye işaret ve delâlet mevcut olduğunu cezmettim. Bu nuranî mektup hakkındaki, muhtasar tahassüsâtımı âcizane yukarda arzettim. Feyz menba'ına maddeten ve mânen çok yakın olan kardaşlarıma, şu perişân ifâdâtım kapı açmak ve (buradan içeri geçmeye sizler lâyıksınız,) diyecek kadar fâide-bahş olduğu hakkındaki emirlerinizden çok sevindim.
Sevgili Üstadım! Allah için sevenler, Kur'ân'a hâdim olmayı yürekten isteyenler musibetin büyüğünü, dine gelen mesâib bilenler, zâhiren ne kadar şa'şaalı, mutantan görünse de, her bid'akârâne hareketten mutlak ve muhakkak, Kur'ân'a ve îmana bir hücum hissedenler... ilh.
İşte bunlar niyetlerindeki ihlâs, kalblerindeki sâfiyet ve îmanlarındaki kuvvet ve Kur'âna ciddî merbutiyetleri derecesinde, felillâhilhamd merkez-i menba' ve masdar-ı feyze yakın bulunduruyorlar. Elbette böyle ulvî ruhlu, ciddî, ihlâslı, metîn, îmanlı kardaşlarımı çok sever ve mazhar oldukları niam-ı İlâhiyyeye şâkirînden olmalarını tazarru' eylerim. Hasbel kader, dünyaya dalmış, mâsiyette bunalmış, hakikatta acıklı bir gurbete düşmüş olan bu bîçâre kardaşlarına dua etmelerini rica ederim. Cümlesine
(Sh: B-204)
alelhusus isimleri zikrolunan Gâlib, Husrev, Hâfız Ali, Süleyman Efendilere ve nurların başkâtibi Şamlı Hâfız Tevfik hasta olduğundan müteessir olduğum ve inşâallah iade-i âfiyet etmiş olan Muhacir Hâfız Ahmed Efendi'ye ve sair mukarreblere selâm ve dualar ederim.
Hulûsi
175
(Sabri Efendi'nin fıkrasıdır.)
Eyyühe'l-Üstâdü'l-A'zam!
Şâh-ı Geylânî Hazretlerinin mânidar ve ihâtalı bir beyt-i kıymettarîlerinin (dellâl-ı kitab-ı mübîni) mânevî parmağıyla irae ve müntesiblerine îma ve işaret ettiği tefe'ülnâmenin nihayet fıkrasında okudum ve dedim: (Evet, nurlar hey'etini umum ehl-i hak ve hakikat mânevî elektrik âyinelerine hedef etmişlerdir. Ve hattâ Kur'ân-ı Azîmüşşânın ve Ehâdîs-i Nebeviyyenin bu hususu alenen veya sırran ve remzen ihbarıyla bile vardır) demekde asla tereddüt etmiyorum.
Bu zümre-i sâfiye ve hâlise arasında, Sâni Hulûsi tesmiyesine bile lâyık ve müstaid olmayan ve hiç-ender-hiç olan bir abd-i pür-kusura da, haddinin fersah fersah fevkınde bir yer veriliyor. Halbuki, bu acz-i bîpâyan, kusuru çok, hatâsı azim Sabri, sahâif-i a'mâline baktığımda çok kara ve mucib-i nefret görüyor. Ve bu mevkide işaret edilen şahıs ismiyle, a'mâl ve harekâtiyle, sabr ve teennisi müsbet ve müsellem bulunan başka kardaşlarımız olduklarına hükmediyor. Çünkü kıymettar bir hazine ve defineyi keşfeden ve o zemin ve zamanda gayyûr keşşâfa, taharriyatda bezl-i vücud eden sâîler o yolda acaba o defineyi bulabilir miyiz? gibi bir eser-i tereddüt göstermeyerek, sarf-ı mesâide bulunan, pek kıymettar semere-i sa'yi ve âlem kıymetindeki mahsul gayretleriyle, herkesi tergib ve teşvik ve tenvire hasr-ı vücud eden zevat, hakikaten şâyân-ı takdir ve tebriktirler.
(Sh: B-205)
Hulûsi ise, Şâh-ı Geylânî, İmam-ı Rabbânî ve Şâh-ı Nakşîbend gibi, nice zevat-ı mübarekenin mâziden şiddetle bastıkları adımlarının kuvvetiyle, istikbalde coşup fışkıracak olan menâbi'ü'l-envârı, mûmaileyh ayrı bir meslek, bir meşrepte olduğu halde, her türlü vezaife tercih ederek, (Dahîleke yâ Dellâl-ı Kur'ân) nidâ-yı âşıkane ve müştâkânesiyle dehâlet etmesi, fevkalâde bir tefeyyüze mazhar olduğuna ve olacağına yegâne delil ve hüccettir. Onun içindir ki, Risaletü'n-Nur ve Mektubâtü'n-Nura birinci muhatablığı hakkıyla ihraz etmiştir. Ve müstehaktır. Ve hâkezâ, Süleyman Efendi kardaşımız da, mânen ve maddeten teşrîk-i mesâî etmiş ve hiç bir ferdin yapamayacağı fedakârâne hidematı yapmış olmasıyla, saâdet-i ebediye sikke-i hâliselerinin teksir ve ta'mimine çalışmış (Essebebü kelfâili) mefhumunca, keza bu zât da, her türlü takdire sezâ ve lâyıktır.
Bu günahkâr ise, maalesef sâlifü'l-arz zevatın hiçbirisiyle kâbil-i kıyâs değildir. Madem Üstad-ı âlî böyle görmüşler ve bu şekilde buyurmuşlar. Küfrân-ı ni'met etmeyip, tahdîs-i ni'met suretinde kabul eder. Ve gördüğüm sahife-i siyahımın, sahife-i beyaza tahvilini, Cenâb-ı Haktan tazarru' ve niyaz eder ve Rahmet-i Rahmân'a iltica eylerken, teveccühât-ı Üstadânelerinin bekasını yürekten dilerim; Efendim.
Sabri
176
(Ahmed Husrev'in fıkrasıdır.)
Sevgili Üstadım!
Aktâb-ı Hamse-i Azîmenin birincisi ve Gavs-ı A'zam namıyla müştehir Şeyh-i Geylânî Hazretlerinin, şimdiki Kur'ân'ın hâdimlerine bakan kasidesindeki ihbârât-ı gaybiyye-i mühimmeyi hâvi, kıymettar risaleyi kardaşlarıma ve dostlarıma okudum. Ve inşâallah fırsat buldukça yine okuyacağım. Rahatsızlığım, bir suretinin takdimine fırsat bahş etmediği gibi, Otuz İkinci Sözün, Birinci ve İkinci mevkıflarından da üç dört sahifeden daha fazla yazmaklığıma mâni oldu.
(Sh: B-206)
Sevgili Üstadım, o büyük Şeyhin mazhar olduğu o büyük tecelli ve nâil olduğu o büyük eltâf-ı sübhaniye ile sekiz yüz senelik mesafeyi gören ve bu müddet arasında gelip geçenlere ve bu günün dehşetini ehl-i zevk ve keşfe gösteren, yazılarında ki o derin ve pek ince mânâlar, idrâk edebildiğim kadarını düşünürken, ehl-i gafletin nazarından saklanmış olan ve fakat ehl-i hakikatın görmesine mâni olmayan mâziyi hatırladım. Ve bu risalenin feyziyle mücahede-i mâneviyenizden ve etrafınızda toplanmış olan fedakâr, mücahit talebelerinizden ve mâruz kaldığınız mühlik felâketlerden ve nâil olduğunuz, bu kadar azîm eltâf-ı ilâhiyeden başlayarak, Şâh-ı Geylânîye kadar ve ondan Asr-ı Saâdete kadar uzanan, o uzun zamanı hayalen gezdim. O büyük Gavsın sekizyüz sene evvel ilân ettiği bu hakikatın karşısında hayran oldum. O büyük Şeyh eski Said gibi, bir mürid ile yeni SAİD gibi bir ders arkadaşıyla konuşuyor. Ve konuşmaya da zaman ve mekân mâni olamıyor. İster arzın öbür tarafında olsun, ister semâvâtın en uzak köşelerinde olsun, ister Hazret-i Âdem Safiyullah zamanında dünyaya vedâ etmiş olsun.
İşte bu muhavere neticesinde bu ihbârât-ı gaybiyeyi ve acîbeyi sekiz-on sene evvel öğrenmiş ve şimdi de talebelerinize ders veriyorsunuz. Bu hizmette temayüz eden arkadaşlarınıza irâe ederek,her hususta sitayişe lâyık Hulûsi'yi ve ona refik olacak bir kabiliyette bulunan mütevâzi Sabri'yi ve hizmet ve gayretleriyle sâdıkane çalışan Süleyman ve Bekir Ağa gibi talebelerinize işaret eyliyorsunuz. Ve bu küçük cemaatin istinadgâhı olan, azîm cemaatlerin himmetlerini ve bu cemaatlerin içindeki nûrânî simaları tanıttırdığınız gibi, Şâh-ı Geylânî zamanındaki Hülâgû vak'asıyla da zamanımızın riyakâr münafıklarına ve bu münafıkların re'skârlarına hitab ederek "yakın bir istikbalde kahhâr bir el, size cezanızı tamamen vermekle, mâsumların intikamını alacaktır," diyorsunuz. Bu hakikatlar gösterilen dokuz-on delil ile isbat edildikten sonra, bu risale-i şerife ile ilân ediliyordu.
Sevgili Üstadım, Hulûsi Beyin bir fıkrasında söylediği gibi, ben de diyorum ki: Kur'ân'ın feyziyle açtığınız bu cadde-i Nuraniyede
(Sh: B-207)
acz ve fakr kanatlarıyla tayeran ederken, ne büyük hârika kerametlerle karşılaşıyorsunuz. Ve ne azîm hâdisat-ı acîbeye şâhid oluyorsunuz. Kimbilir, daha neler göreceksiniz ve mazhar olduğunuz bu inayetlerden bizleri de hissedar ederek, vazifemizde her an gayret ve ciddiyet tavsiye ediyorsunuz.
İşte sevgili Üstadım, bu kadar ikram-ı İlâhî karşısında bir taraftan kulluk edemediğim için gözlerim yaşarıyor. Kalbim ağlıyor. Diğer taraftan da bâr-gâh-ı Samediyete afv olunmaklığım için yalvarırken, bîhad ve bîhesab minnet ve teşekkürlerimi takdîm ediyorum. Ve Sevgili Üstadıma ve muhterem fedakâr kardaşlarıma muvaffakıyet ve selâmetler ihsân edilmesi için duâgû oluyorum. Kıymettar Üstadım Efendim Hazretleri.
Günahkâr Talebeniz
Ahmed Husrev
177
(Re'fet Bey'in fıkrasıdır.)
Pek Muhterem ve Sevgili Üstadım Efendim!
Bu def'a göndermiş olduğnuuz Gavs-ı Geylânî Hazretlerinin ihbâr-ı gaybiyesi, çok şâyân-ı hayret ve teemmül bir mes'ele-i mühimmedir. Büyük zevk-i ruhânî ile okumakla beraber, fakir talebeniz bunu çoktan hissetmiştim. Üstadımızın bu zaman için, mühim bir vazife-i mâneviyesi var. Lâkin henüz ifşâ etmiyor, mektum tutuyor, fikrindeyim ve bu fikrimi bazı hâlis kardaşlarıma da söylemiştim. Geçen sene Sabri Efendiye yazmış olduğunuz mektupların birinde de şu fıkrayı görmüştüm. (İmam-ı Rabbânî, son zamanlarda biri gelecek, îman mes'elelerini gâyet vâzıh bir surette neşr ve ilân edecek. Bu sizin hiç ender- hiç kardaşınız, hâşâ kendimi o adam zannedecek değilim, yalnız o büyük adamın bir piştar neferi olduğumu zannediyorum. Sen benden o zâtın kokusunu hissediyorsun.) Bu fıkra evvelki düşüncemi takviye etti ve kemâl-i sürurla gelip Husrev'e dahi söyledim. Üstadımızın rütbe-i mâneviyesini anladığımızdan çok sevinmiştik. Bundan dört-beş ay evvel de ziyaret-i âlinize geldiğimde Üstadımız hakkında sormuş
(Sh: B-208)
olduğum suâle verdiğiniz cevap, kezâlik, evvelki kanaatlerimi te'yid ve takviye etti. O zaman yalnız bir -iki kişi biliyorduk. Şimdi, bu Risalenin neşriyle has talebelerin hepsi vâkıf olmuş oluyor. Sürurumuza pâyan yoktur. Dinsizliğin münteşir olduğu şu zamanda bulunduğumuza evvelce teessüf ediyorduk. Şimdi hiç teellüm, teessür eseri kalmadı. Zât-ı âlileri gibi bir Üstadı bulduğumuzdan, zaman ne olursa olsun bizi me'yus etmiyor. Cenâb-ı Allah tûl-ü ömür ihsan buyursun. Daha bizlere çok zevkli eserler okutacağınıza eminim. Müsaadenizle şunu da ilâve edeyim ki, sizin daha hârika vazife-i mâneviyeniz var. Zaman gelecek remzlerle, işârât-ı Kur'âniye ile, öyle haber vereceksiniz ki, (Hâşiye) bunları da geçecek ve bizleri şaşırtıp bırakacaktır.
Fakir Talebeniz
Re'fet
178
(Re'fet Bey'in fıkrasıdır.)
Son gönderdiğiniz minhâcü's-sünnet gibi, lem'alar hakkında ne söylesem ifade-i meram etmiş olamam. Zira eserler birbirini ta'kiben neşrolundukça, kıymetleri de mebsutan tezayüt etmektedir. Bizlere cennet hayatı yaşatmaktadır. Eserler hakkında fakirin mütalâa yürütmesi küstahlık olur. Çünkü, Şeyh-i Geylânî'nin medih buyurduğu, zât-ı mübarekin yazmış olduğu eseri tenkid değil, kemâl-i hürmetle tasvib ve tahsin ve takdir ve büyük bir zevk-i ruhâni ile okumakdan başka ne yapabiliriz. Yalnız şu kadar diyebilirim ki, bu dalâlet devrinde bizlere zât-ı âlileri gibi yüksek bir Üstadı lütuf buyuran ve şimdiye kadar emsâline tesadüf olunmayan, mükemmel ve mükemmil eserler okutup ezvâk-ı nâmütenâhiye içinde yaşatan Hâlik-ı Zülcelâl'e, nihayetsiz şükürler etmekle, îfa-yı vazife-i ubudiyet edebilirsek bahtiyarız.
Talebeniz Re'fet
(Hâşiye) Bu Re'fet'in bir kerâmet-i ferâsetidir.
(Sh: B-209)
179
(Hâfız Ali'nin fıkrasıdır.)
Pek Sevgili ve Muhterem Üstadım!
Hazret-i Şeyh-i Geylânî kuddise sirruhul'âlînin keramet-i accîbe-i gaybiyesini aldım. Hayretimden düşünmeye başladım. Aradan çok geçmeden hizmet ettiğim Nur elektrik fabrikasından bir düğme çevirildi. Bir mumluk bir ziya geldi. Birşeyler görmeye başladım. Aynıyla yazıyorum. Kusur ve noksan bîçâre Ali'nindir.
Evet Üstadım, nasıl ki, Fahr-i Âlem (sallâllahü aleyhi vesellem) Hazretleri şecere-i kâinatın hayatdâr çekirdeği, Enbiya ve Mürselîn o şecere-i mübarekin dalları olup, dalın ibtidasından müntehasına kadar, kat'î bir alâka ile daimî birbirlerini götürüyorlar. Bu sır için Hazret-i Âdem Safiyullah kokladığı ve hissettiği Nur-u Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) hakkında demiş: (Yâ Rab, benim alnımda bir çığırta var, nedir? Cenâb-ı Kibriya hazretleri buyurmuş: Nur-u Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm)'ın tesbihidir. Aynen kütüb-ü sâbıkada vesile-i dünya olan (Şâh-ı Levlâki) evsafıyla, ashabıyla haber vermeleri gösteriyor ki, ulûm-u evvelîn ve âhirîni câmi' bir kitab ile ba's olunacak, kâinatın ruhu hükmünde ve bütün kâinatın güzellikleri kendi fıtratında tecemmu' edip, tekemmüle tulûu, fecirden sonra şemsin tulûu gibi bekleniyordu.
İşte bu kitab-ı kâinatın vâzıh bir fihriste-i mukaddesesi olan Fürkan-ı Mübîn Arş-ı A'zamdan, ve her ismin âzamî mertebesinden nüzul ile kökû Arş-ı A'zamdan, gövdesi Fahr-i Âlem'in (Sallâllahü Aleyhi ve Sellem)'in sadrına ve dalları bütün zemini ihâta eden kitab-ı kâinatın her sahifesinde ve her cüz'ünde lâfzullah ve lâfz-ı Resûl-i Ekrem (Aleyhissalâlü Vesselâm) ve lâfz-ı Kur'ânın bütün birbiriyle alâkadarane işaret edip birbirini göstererek, biribirinin hükümlerini tasdik ettikleri misillû Hazret-i Şeyh (Kuddise sirruhu) sırrına mazhar olduğu, esmâ ve cilvesine mazhar olduğu levh-i mahfuz ve lûtfuna mazhar olduğu Cenâb-ı Hâlikın bildirmesiyle, sekiz asır sonra kendisiyle tevâfuk eden bir hâdim-i Kur'ânı görüp ve tasdik etmekle haber vermesi, hak ve ayn-ı hakikattır.
(Sh: B-210)
Evet, Hazret-i Şeyh hâdim olduğu o hizmet-i kudsiye-i Kur'âniye hürmetine zamanın padişahlarını titretmiş. Nur-u Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) omuzunda tecelli etmesiyle, o Nur-u Muhammed'in (Aleyhissalâtü vVesselâm) ziyasıyla hareket eden bütün evliya Hazret-i Şeyhe boyun eymeleri, gerek müslim ve gayr-ı müslim ve her bir meşreb ehl i, Hazret-i Şeyhi tenkide cür'et etmemeleri gösteriyor ki, cadde-i Muhammed (Sallâllahü Aleyhi ve Sellem)'de bataklık ve Nur-u Muhammedî (Aleyhisselâtü Vesselâm)'da zıll olmadığını ayn-el-yakîn derecesinde isbât ediyordu.
Öyle de, Ondördüncü asrın hâdim-i Kur'ân'ı da dokuz yaşından, seksen altı yaşına (Hâşiye) kadar bilâ istisna doğrudan doğruya Kur'ân namına hizmet ve hareketi ve zamanın padişâhından en canavar reislerine baş eğmediği, hattâ terakkiyat-ı fenniye ve zihniyyede birinciliği ihrâz eden, Avrupa Devletlerini iskât eden, zemzeme-i kur'âniyyenin şifâhânesinden nebeân ederek, onların semlerine karşı tiryakları şişe değil, mâ-i câri nehirlerle i'lâ-yı kelimetullah eden ve onların kal'alarını zîr ü zeber eden, emsâli görülmemiş ondördüncü asra mahsus envâr-ı Kur'âniyeden Risale-i Nur ile, cihanın cihat-ı sittesini ve semânın yüzünü aydınlatan ve yaralı olup ölmeyen ehl-i îmanın yaralırını tedavi ve seksen yaşında ihtiyarlarını şâb-ı emret ve gençlerini mâsum bir hâle (Hazret-i Eyyub-vâri) hayat bahşıne vesile olan hâdim-i Kur'âninin ve Nur risalelerini, değil Hazret-i Şeyh (K.S.) altıncı asırdan ondördüncü asırda görmesi, (Kütüb-ü sâbıkada remzen ve Hazret-i Kur'ânda sarahaten göstermeleri, o kitab-ı mübarekin şe'nindendir) diyebileceğim. İnşâallah vazifenin makbuliyetine işarettir ki, vazifenin ehemmiyetine binaen Cenâb-ı Hak onu çok zaman evvel göstererek, meb'us-u âlem güzide-i ben-i Âdem Efendimizden, Hulefâ-i Râşidînden (Radıyallahü anhüm), aktâb-ı evliyadan öyle bir mânevi kuvvet teraküm etmiş oluyor ki, değil bu zamanın kör ve sağırları, dünyanın en azgın fir'avn ve nemrudları da olsa yine korkacakları ve ağız
(Hâşiye) Üstat hazretleri bu mektubu tasih ettikleri zaman (altmış yerine) kendi elyazılarıyla bu (seksen altı) rakamını yazmışlardır.
(Sh: B-211)
açamıyacakları bedihîdir. Dilerim Cenâb-ı Haktan, Envâr-ı kur'âniyenin لآاِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللَّهِ bayrağı altında toplanan ehl-i îmanın ellerine yetişmesiyle, ilâ yevmül-kıyâm o envârın tevessüüne ve neşrine hayatını fedâ eden ve edecek erbabının teksirini ihsan buyursun. Âmin, Âmin. Bihürmeti Seyyidil-Mürselîn...
Sevgili Üstadım yarım yaşımın tercüman olduğu şu arîzama, yarım nazarla bakıp afv ü kusur buyurmanızı diler, el ve eteklerinizden öper, bize ve bütün âleme vesile-i hayat olan Üstadım, Cenâb-ı Hak sizden ebediyen razı olsun, duasını gece ve gündüz niyâz eylerim.
Mücrim Talebeniz
Ali
180
(Hulûsi'nin fıkrasıdır.)
Aziz, Muhterem Üstadım Efendim Hazretleri!
Emirlerinize imtisalen, uhrevî kardaşımız Husrev Bey tarafından irsal buyurulan şâyân-ı hayret ve cây-ı dikkat, mühim bir ihbâr-ı gaybî ismini taşıyan çok kıymetli, mânalı, ruhlu, sürurlu, te'sirli, lezzetli, hikmetli, nurlu emrinizi bu hafta aldığımdan dolayı, Cenâb-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerine hamd ve şükürler ve müşfik Üstadıma yüzümün karasına, kalbimin yarasına bakmayarak, dergâh-ı İlâhiyeye kapanıp duâlar eylerim. Ve defâatle,اَللّهُمَّ حَصِّلْ مُرَادَنَا وَ مَقْصُودَ اُسْتَادِنَا سَعِيدِ النُّورْسِى بِحُرْمَةِ حَبِيبِكَ مُحَمَّدٍ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ صَلَّ اللّهُ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ آمِينَdedim.
Gavs-ı A'zam Şâh-ı Geylânî (Kuddise sirruhul'âlî) Hazretlerinin eserlerindeki gaybî ve mânevî ihbar, bu bîçâreyi öyle bir hâle getirdi ki, tarifden âcizim. Ruhânîyetlerindeki celâlet ve azamet karşısında avuç içinde sıkılan bir top hamur ne hale girerse, bu bîçârede öyle oldum. Bir şey düşünemez, sersem, âdeta meyyit-i müteharrik bir hâle geldim. Günlerden beri zihnim ve bütün havassım, hemen tamamen bu hârika eserle meşgul. Bu hâlette iken, istidadımın
(Sh: B-212)
fevkınde şöyle bir kaç beyit kalbime ve kalemime geldi. Kaidesine uygun olarak düzeltemedim. Müşfik Üstadımın aflarına istinaden yazıyorum. Tashihi, Üstadıma ve Hablullaha yapışan kardaşlarıma bırakıyorum.
Hulûsi bak gaybî ihbarnameye,
Gör Üstadın neler izhâr eylemiş..
Kitab-ı Sinan'dan edip tefe'ül,
Hakka ki kerâmet ibrâz eylemiş..
"Ümmî Alîm" ile (Hâşiye) "Sinan Ümmî" de,
Hesâb-ı Ebced'le var mutabakat..
Görünür bakılınca bu tarikle,
Esmâ-i Üstadla tam münâsebet..
Hakkıyla Hâdimü'l-Kur'ân'dır Üstad,
İsbâta kâfidir bu muvafakat..
Hayret bahş esrara vâkıftır bu zât,
İhvana deriz haber-i beşaret..
Sekizyüz sene evvelinden görmüş,
Hâdimü'l-Fürkan Bediüzzamanı..
Habib-i Hudâ hem de Gavs-ı A'zam,
Sultan-ı evliya Şâh-ı Geylânî..
Büyük bir hüsn-ü zan eyle, Üstadım
Seni Kur'ân hâdimi eder add..
Kapan secde-i şükre ey Hulûsi:
İlâhî ente rabbî ve enel'abd..
Bu âciz kulunu muvaffak eyle,
Hizmet-i Kur'ân'la şerefyâb eyle..
(Hâşiye) Ümmî (ey âlim tarzında okuduğuna göre.)
(Sh: B-213)
Hizbü'l- Kur'ân'dan ayırma tâ ebed,
Bu âsî kuluna merhamet eyle..
Üstadım Said Nursî'den ol râzı,
(Bihürmeti habibi kerrâziy-yül-marzi..
Evliya sultânı Abdülkadirin,
Himmetin eksiltme bizden İlâhî..
İhbarname-i gaybın izhârının,
Gönül istedi yazmak tarihini..
Yüzbin hamd ü şükret, Hakka Hulûsi
Sana Üstaddır Molla Said Nursî.
Uhrevî Kardaşınız
Hulûsi
181
(Kalemi kerametli Mes'ud'un ehemmiyetli bir rü'yasıdır.)
Âlîcenab ve fazîlet-mend Üstad-ı Muhteremim Efendim Hazretleri!
Tulûât olmadıkça, siz Üstadıma mektub yazmağa muktedir olamıyorum. Çünki, başlıca âmâlim nurların ikmâli olduğundan ve yazdığım esnada bir an evvel bitirmek emeliyle serî bir surette yazdığım için, o nurlardan almış olduğun feyzi etraflıca anlatamayacağım için, mektup tastîrine cür'et edemiyorum.
Husrev efendinin nezdinizden müfarakatı günü, bendeniz ziyarete geliyordum. Bedrenin civarında birbirimize tesadüf ettik. Geri dönmekliğimizi söylediler. Sabırsızca esbabının neden münbais olduğunu sordum. Neticeyi anlattılar. Birlikte köye avdet ettik. Çok müteessir oldum. Me'yusiyetimden iki gün dışarıya çıkamadım. Kalbimin teessürünü teskin için, Nurları yazmakla meşgul oldum.
Avdetimizin ikinci gününün gecesi, saat on buçuğa kadar yazı ile iştigal ettim. Sahuru yedikten sonra me'yusâne ve mükedderâne yattım. Gördüm ki, zât-ı âlinizle birlikte Medine-i Münevvere'ye
(Sh: B-214)
gitmişiz. Harem-i Şerifin kapısından girince, makber-i saâdet önümüzde görünüyordu. Makber-i saâdetin içinde Peygamberimiz Sallâllahü Teâla aleyhi ve Sellem Babü's-selâma doğru müteveccih idiler. Ben der'akab koşmak istedim. Birlikte ben sizin bir adım arkanızda olarak vardık. İmamın namazdan fariğ olduğunda, nasıl yüzünü cemaate çevirir, bizim girdiğimiz tarafa doğru Zât-ı Risalet dönmüşler. Diz üstüne oturmuşlar ve biz de vardık. Zât-ı Âliniz hemen bir adım mesafeli olarak diz çöküp oturdunuz. Ben de sizin arkanızda diz çöküp oturdum. Siz Resûl-i Ekremle (A.S.M.) ile epey müddet görüştünüz. dikkatli vech-i saadete nazar ettiğimde, alnı vech-i mübareki güneş gibi gayet parlak ve sair aksamı buğday rengi, re'yül-ayn müşahede ettim. O esnâda mükâlemeniz neye müncer olduğunu anlayamadım. Tefsirini Üstad-ı Ekremime havale ediyorum. Yalnız kasır fikrimle, sen ne oluyorsun, diye kalbimi teskin edebildim. Üstadım şu zâlimlerin islâmiyete karşı tecavüzlerini, kendi merciine ve şeriat sahibine şikâyet etti.
Mes'ud
182
(Vezirzâde Küçük Mustafa'nın fıkrasıdır.)
Ey Sevgili Üstadımız, Ey Nurların Mazharı ve Nâşiri!
Cenâb-ı Hak, sizi bu memlekete göndermiş, tâ ki dalâlete giden ruhlar, senin neşr ettiğin Nurlarla kurtulsun. Cenâb-ı Hakk'a gece ve gündüz secde-i Şükran etsek, bu ni'metlerin şükrünü ödeyemeyeceğiz.
Ey Üstadım, ben immîyim. Sair kardaşlarım gibi mâlûmatlı değilim ki, Risale-i Nura karşı hissiyatımı dilim ile ifade edeyim. Fakat inşâallah sadakatte ve muhabbette ve irtibat-ı ruhîde kardaşlarıma yetişmeye çalışacağım. Uyanık âleminde ifade-i meram edemiyen dilime bedel, uyku âleminde ruhumun diliyle, mahiyetini anlamadığım ve size karşı merbutiyetime delâlet eden bir-iki vak'ayı aredeceğim:
Birincisi: Bundan bir buçuk sene evvel, ticaret için iki günlük mesafede olan bir köye gitmiştim. O esnada dünyanın iç yüzü bana
(Sh: B-215)
göründü. Hem fâni, hem zindan hükmünde olduğundan bir nefret geldi. Bana bu fânî dünyadan, bâki bir âleme yol gösterecek bir Üstad, Cenâb-ı hak'tan istedim, ve dedim ki: "Öyle bir Üstada rast gelsem söz veriyorum ki, ona tam hizmetkâr olacağım."
İşte ben bu halde ve bu niyazda iken, o gece gayet şirin ve güzel, bilmediğim bir şehirde gayet güzel, dünyada misli bulunmaz zinetli bir at üstünde, siz Üstadımı ona binmiş, garbdan şarka doğru beş-altı metre yüksekte, şehrin üstünde uçarken selâmınıza durduk. Selâmınızı aldık. O esnada uyandım. Şehadet getirdim. Şükrettim ki, istediğim Üstadı bulacağım. İki ay sonra ziyaretinize geldim.
İkinci Vak'a: Rü'yada bir şehirde gayet kesretli askerler ve cephane görüyorum. Biz de, güya o askerlerdeniz, dedim. (Yâ Rabbi bu askerlerin kumandanı kimdir?) Niyâz ettiğim vakit karşımızda yüksek bir saray zuhur etti. O sarayın içerisine girdim ki, kumandanı, göreyim. Baktım ki, parlak bir çay akıyor. O çayı tâkip ettim. Baktım, şubelere ayrılıyor. Devam ettim. Tâ menba'ına kadar gittim. O askerlerin kumandanı o suların sahibini buldum. Yani Üstadımızı, iki adamla başında namaz kılarken gördüm. Ben de o sudan abdest aldım. Namaza dahil oldum. Kalbimin hareketiyle, dilimin şehadetiyle uyandım. Cenâb-ı Hakka şükür ettim ki, Üstadımızı bize gösterdi.
Hizmetkâr ve talebeniz
Mustafa
183