Sayfa 1/3 123 SonSon
22 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    BUNDAN SONRAKİ KISIM HAZRET-İ ÜSTADIN KASTAMONU VE EMİRDAĞ HAYATINDA İKEN YAZILAN VE EL YAZMA NÜSHALARDA BİZZAT KENDİLERİ TARAFINDAN BARLA LAHİKASI'NIN SONUNA DERC EDİLEN MEKTUBLARDIR.

    293
    (Risale-i Nur'un fa'al bir şâkirdi olan, Ahmet Nazif Çelebi'nin bir istihrâcıdır ve bir fıkrasıdır.)

    (Bunu, hem Birinci Şuâ'nın otuz ikinci âyeti olarak ve hem Yirmi Yedinci Mektubun fıkralarında kaydetmek münâsib görüldü.)

    O kendisi diyor: "Gelen âyetleri hâfızdan dinledim."

    (Sh: B-392)
    بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
    يَآاَيُّهَا الَّذِينَ اَمَنُوا اذْكُرُوا اللَّهَ ذِكْرًا كَثِيرًا . وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَاَصِيلاً .
    هُوَ الَّذِى يُصَلِّى عَلَيْكُمْ وَمَلَئِكَتُهُ لِيُخْرِجَكُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ وَكَانَ بِا لْمُؤْمِنِينَ رَحِيمًا . تَحِيَّتُهُمْ يَوْمَ يَلْقَوْنَهُ سَلاَمٌ وَاَعَدَّ لَهُمْ اَجْرً ا كَرِيمًا . يَآ اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّآ اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا . وَدَاعِيًا اِلَى اللَّهِ بِاِذْنِهِ وَسِرَاجًا مُنِيرًا . وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ بِاَنَّ لَهُمْ مِنَ اللَّهِ فَضْلاً كَبِيرًا
    (Sûre-i Ahzâb, 422-423. sahifeler, âyet: 41-47)

    Bu âyetlerde Risale-i Nur'a îma ve remz ve belki işâret var, diye hissettim.

    Evet, mâdem bu âyet gibi vazife-i Risalet ve dâvete bakan âyetler, her asra bakıyorlar ve her asırda efratları ve mâsadakları var..

    Ve mâdem bu âyetlerde, Resûl-i Ekrem (A.S.M.)'e verilen sıfatlar ve ünvanlar her zamanda cereyanı ve her bir asırda hükmetmek haysiyetiyle ve ünvanların altında, mânâ-yı remziyle Risale-i Nur gibi, o vezifeyi yerine getiren eserler ve zâtlar; bu gibi âyâtın dâire-i şümûllerine girmeleri, Kur'ândaki i'câz-ı mânevîsinin şe'nidir.. belki muktezâsıdır ve lâzımıdır.

    Mâdem Risale-i Nur, bu acîb asırda, müstesna bir sûrette ve âyetin işâret ettiği vazifeyi yapıyor ve mânâsının dâire-i külliyesinde bir ferdidir. Elbette müteaddit emâreler ve gizli karineler ile diyebiliriz ki, bu âyette dahi, Birinci Şuâ'nın sâir otuz bir adet âyetleri gibi, Risale-i Nur'a mânâ-yı işâriyle bakar.

    Şöyle ki:

    لِيُخْرِجَكُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ وَكَانَ بِا لْمُؤْمِنِينَ رَحِيمًا cümlesi, mânâ-yı işârîsiyle diyor: "Bin üçyüz yetmişe kadar tecâvüz eden en karanlık bir zulüm, en karanlık bir zulmetten sizi, ey ehl-i îman vel-Kur'ân, Kur'ândan gelen nurlara ve îmanın ışıklarına

    (Sh: B-393)
    çıkaran ve isminde Nur ve mânâsında rahîmiyet bulunan ve ism-i Nur ve ism-i Rahîm'in mazharı olan, bir lem'a-i Kur'âniyeye ve bu asrımıza bakıp îmâ ediyor.

    Mânâ mutabakatından başka, bir emâre ve karinesi, budur ki:
    اِلَى النُّورِ وَكَانَ بِا لْمُؤْمِنِينَ رَحِيمًا fıkrasının (şedde ve tenvin sayılır) makam-ı cifrîsi, dokuz yüz kırk yedi edip, Risaletü'n-Nur isminin makamı olan, dokuz yüz kırk yedi adedine tam tamına tevafuk ediyor.

    اِنَّآ اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا cümlesi, şeddeler sayılmaz ve âhirde tenvin vakftır, (elif sayılır) makam-ı cifrîsi ki, bin üç yüz yirmi üç tarihini gösterir. O tarihte, merkez-i hilâfette, dehşetli bir inkılâbın mebde'-i infilâki içinde, ye'se düşen ehl-i îmana müjde verip, İslâmiyetin hakkaniyetine ve kuvvetine kuvvetli şehâdet eden ve verâset-i Nübüvvet noktasında dâvette bulunan hakikî bir şâhide işâret eder. وَنَذِيرًا وَدَاعِيًا اِلَى اللَّهِ cümlesi, (Hâşiye:l) (tenvinler) vakf olmadığından sayılırlar. Makam-ı cifrîsi, bin ikiyüz elli altı tarihini göstermekle, bu asırda ve bu zamandaki İslâmiyetin inhisafını, bir asır evvel ihzar eden mukaddematına bakarak وَدَاعِيًا اِلَى اللَّهِ kelimesi yüz doksan bir (191) ederek, Risale-i Nur'un bir hakikî ismi olan, Bediüzzama'nın makam-ı cifrîsi bulunan, yüz doksan bir (191) adedine tam tamına tevâfukla îma eder ki; Risale-i Nur dahi, o inhisaf içinde bir دَاعِيًا اِلَى اللَّهِ dır.


    بِاِذْنِهِ وَسِرَاجًا مُنِيرًا ve yalnız (Hâşiye, 2) وَسِرَاجًا مُنِيرًا


    ______________________________ ___________
    (Hâşiye:1) وَدَاعِيًا اِلَى اللَّهِ kelimesi, Risale-i Nur'un hakikî ismi olan Bediüzzaman'ın makamına tam tamına tavâfuku ve mânen mutâbakatı olduğu gibi, yalnız (dâiyen) kelimesi de, Risale-i Nurun tercümanı olan Said ismine, üç harf ile ittihad ve üç farkla tevâfuk eder. Çünkü; tenvin, elif ve vav mecmuu elli yedi, (sin) den üç fark var.

    Risale-i Nur Talebelerinden
    Küçük Abdurrahman Tahsin
    (Hâşiye:2) (Tenvinler, elif sayılır) makamı (1330) edip, Risâle-i Nur'un fâtihası olan İşârâtü'l-İ'caz tefsîrinin zuhur tarihine ve (Sirâcen münîra), eğer birinci tenvin sayılsa (1380) ederek, yirmi bir sene sonra Risâle-i Nur Küre-i zemini ışıklandıracak, bir sirâc-ı münevver olacağına remzeder inşâallah...

    Risale-i Nur talebelerinden Tahsin

    (Sh: B-394)
    kelimesi ise, tam tamına Risale-i Nur'un bir ismi olan "Sirâcü'n-Nur'a lâfzan ve mânen ve cifren tevâfukla bakar. مُنِيرًا daki (mim), (ye), اَنُّورُ deki şeddeli (nun)'a mukabildir.

    Evet, İmam-ı Ali (R.A.) kerâmet-i gaybiyesinde, Risale-i Nur'a "Sirâcün-nûr" nâmını vermesi, bu âyetin bu fıkrasından mülhemdir denilebilir. Ve çekinmeyerek deriz:
    وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ بِاَنَّ لَهُمْ مِنَ اللَّهِ cümlesi, (şedde sayılmak) cihetiyle, makam-ı cifriyesiyle bin üç yüz elli dokuz (1359) tarihini göstermekle, bu asrımızın, tam bulunduğumuz senesine bakarak ehl-i îmana bir büyük ihsânı var diye, mânâ-yı remziyle haber veriyor.
    Biz bakıyoruz, bu zamanda en büyük ihsan îmanı kurtarmaktır.. ve görüyoruz, îmanı hârika bürhanlarla kurtaran -başta- Risale-i Nur'dur.


    Demek bu zamana nisbeten bir فَضْلاً كَبِيرًا de odur. Bu işareti kuvvetlendiren şudur:فَضْلاً كَبِيرًا daki فَضْلاً kelimesi, dokuzyüz altmış (960) edip, Risaletü'n-Nur'un bu ismi, izâfeten tavsif tarzına geçmekle, Risaletü'n-Nuriye olup, makamı olan dokuz yüz altmış iki (962) adedine mânidar iki farkla tevâfuku, onun başına remzen ve îmâen parmak basmasıdır.

    İlâhî yâ Rabb!.. Sen Risale-i Nur'u ve Risale-i Nur Müellifi Üstadımız Said Nursî'yi ve Risale-i Nur talebe ve şâkirdlerini ve mensublarını, muhafaza-i hıfzında ve kal'a-i İlâhiyen içinde muhafaza ve emîn eyle.. âmin.. ve hizmet-i Kur'ân ve îmanda sâbit ve dâim eyle.. âmin; ve bu kudsî hizmetlerinde muvaffakıyetlerle yardım ve muâvenetler ihsân eyle..âmin; ve Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân-ı Azîmüşşânın sırr-ı âzamına, mârifetullah, muhabbetullah ve muhabbet-i Resûlullah sırr-ı kudsîsine; ve "Hasbünallâhü ve ni'mel vekîl" sırr-ı uzmâsına; ve Rızâullah ve rü'yet-i cemâlullah lûtf ve ihsanına mazhar eyle, yâ Rabbel'-âlemin!


    وَصَلَى اللَّهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى اَلهِ وَاَصْحَابِهِ وَاهْلِ بَيْتِهِ اَجْمَعِينَ
    (Sh: B-395)
    الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ آمِينَ آمِينَ بِحُرْمَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ وَالْحَمْدُ
    لِلَّهِ رَبُّ الْعَالَمِينَ
    Fakir, âciz, zaîf, günahkâr
    talebe ve hizmetkârınız
    İnebolulu
    Ahmed Nazif Çelebi

    294
    (Ahmed Nazif Çelebi'nin bir fıkrasıdır.)

    (Bayram münasebetiyle kabul edilmiyen bir hediye için yazmıştır.)

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
    Çok aziz ve çok kıymetli, müşfik ve fedâkâr Üstâd-ı Âzam efendim hazretleri...

    Hazineler dolusu mücevherattan daha fazla, hattâ bu fâni dünya hayatının ziynetleriyle ölçülemeyecek derecede kıymettar mektubunuzu, mübarek Ramazan-ı Şerif'in yirmi üçüncü günü akşamı, iftardan on dakika evvel postadan aldım. Cenâb-ı Allah kabul buyursun, iki iftarı bir yaptım.
    اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

    Evvelce yazdığım uzun satırların mâlâyâni ve boşluğundan, fazla meşgul ettiğimden ve gerek bizim ve gerekse mübârek Zekeriya kardeşimizin kıymetsiz, değersiz hediyelerini, me'zuniyetsiz kabul ederek, takdim etmek cesâretinde bulunduğumdan mütevellit, aziz Üstâdımın adem-i kabul ve hoşnutsuzluğuyla tekdîrâtına mâruz kalacağımdan korkarak intizarda iken, müvezzi' iki mektup verdi. İftar vakti dar olduğundan, ayakta zarfı açtıktan sonra, kıymet takdir edemediğim çok şirin ve câzib olan hatt-ı fâzılâneniz, sanki, "Korkma" diye hitabediyormuş gibi, tebessüm ederek gözüme ilişince, sürurumdan okuyamadım. Hemen hâneme koştum, iftar ile beraber okumağa başladım.

    (Sh: B-396)
    Sevgili ve müşfik Üstâdım! Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin tebşiratı hâtırıma geldi. Zât-ı fâzılânelerindeki gördüğüm şefkat-i pederânenin, o büyük zâtın haber verdiği şefkat-i pederâneyi hâiz bulunduğunuza îman ettim. Kâdir-i Mutlak hazretleri siz Üstâdımızdan kat-kat râzı olsun ve bizleri de, hizmetinizde ve hizmet-i Kur'ânda dâim ve sâbit eylesin ve Üstâdımızın kıymetli ve kudsî işaretlerine ve kıymetli duâlarına mazhar eylesin... âmin, bihürmeti Seyyidi'l-Mürselîn...

    Şefkatli Üstâdım... Hizmet-i Kur'ânda ve Risale-i Nur'un neşriyatındaki zerre-i vâhide kabilinden olan mesâînin, nezd-i âlî-i üstâdenelerinde hüsn-ü kabûle mazhariyeti, zaif, âciz, fakir hizmetkârınız ve iktidarsız, idrâki nâkıs, ihâtası dar, şuuru muhtel talebenizi ne derece sevinç ve sürura kalbettiğini târif edemem.

    Böyle mânevî ve kudsî takdîrâta mazhar buyurulan ve bizim gibi günahkârlara, otuz senelik iştiyakla, on senelik münâcât ve niyâz mukabilinde siz üstâdımızı ihsan buyuran ve kullarının isyanlarına bakmıyarak her istediklerini bilen, işiten ve (beleğan mâ belâğ) veren ve bütün mükevvenâtı yed-i Kudretinde tutan ve her şey'e sâhip ve mâlik ve hâkim bulunan Cenâb-ı Hak ve Feyyâz-ı Mutlak hazretlerine ne suretle hamd ve şükür edeceğimi bilemiyorum.

    Kıymetli Üstâdım.. siz tavassut buyurunuz, değersiz hizmetimizle pek az ve kısa olan şu dünya hayatı içinde, belki bir katre mesâbesindeki hamd ve şükrümüzü, "Tekabbele'llah" sırrına mazhar buyursun. İnşâallah.

    Mektubat Risalesinin İkinci Mektubunu dâima hatırlayarak, bu emirlerinize riayet etmeğe çalıştığım halde, bir mücbir-i gaybî bendenizi tahrik ederek, İkinci Mektub'a muhalefete sevkediyor.

    Niyetim hâlis, sadâkat ve merbutiyetim ciddî ve çok sağlam. Her türlü riyâdan âri ve hiç bir maddî menfaate mâtuf ve müstenid olmayan, Allah rızası yolunda Kur'ân nâmına ve Risaleti'n-Nur'a hizmet gayesine mâtuf ve bilhassa bizim gibi âciz, âsi ve günahkârların hidâyet ve irşâd ve îsâline ve ehl-i dalâleti ve ehl-i

    (Sh: B-397)
    bid'âyı tarîk-ı Hakka dâvet ve hakâik-ı îmaniyeye hâdim bir kudsî zât, bizlere ve memleketimize "vedîatullah" olarak ihsan buyurulmuş. Kıymetli misafirimiz nasılki, biz günahkârların mânevî yardımına koşuyor ve gece ve gündüz mağfiret-i İlâhiyyeye ve irşâdımıza çalışıyorsa, bizler de bu aziz misafirimizin maddî yardımına, seve seve ve iştiyakla ve ancak Allah için koşmak ve çalışmak vazifesiyle mükellef bulunduğumuzu hissediyoruz.

    Hem bizlere Kur'ân ve Hazret-i Peygamber (A.S.M.) emrediyor تَعَاوَنُوا (gurebâya muâvenet)...

    Af dilerim, kıymetli ve sevgili Üstâdım.. bilirim ki, hediyeleri kabul etmiyorsun. Fakat, zekât ve sadaka gibi muâveneti, arkadaşlarımızın ısrarı üzerine yazmaya mecbur oldum. Hem de maddî ihtiyaçlarınıza, ikâmetgâh kirası, odun ve kömür gibi mübrem ihtiyaçlar için lâzım olduğunu düşünmüştüm.

    Esâsen kâide-i üstâdâneleri bozulmamak için, arkadaşlarıma dâima tavsiye ve telkinâtım, hiç bir maddî menfaat düşünülmemesidir. Çünki, din dünyaya âlet olmaz ve din vâsıta-i cerr ve maddî menfaati kat'iyyen kabul edemez. Hattâ Risale-i Nur'un neşriyatında, kimsenin minnetini almamak için, kıymetli Üstâdımı taklid ederim.

    Kıymetli ve müşfik Üstâdım... Şu kadar var ki: Hizmetkârınız, üstâd nâmına değil, kıymetli ve garip bir misafirimiz nâmına ve rızâen-lillâh maddî yardım etmek istiyoruz. Hem mânevî zarar görmemeniz için, kuvvet ve kudret ve azamet sahibi Cenâb-ı Allah'a niyaz ve tazarru' ederek, dergâh-ı İlâhiyesinde hüsn-ü kabûle mazhar eylemesini duâ ediyoruz.

    Kıymetli Üstâdım... Bayramda, ziyaret ve arz-ı tâzim makamına kâim olmak üzere, bütün arkadaşlarımızla beraber hem Ramazan-ı Şerifi, hem Leyle-i Kadri, hem mübarek خd-i Saîd-i Fıtrî, Risaletü'n-Nur'un umum talebe ve şâkirdleri ve Kur'ân'ın kıymetli hizmetçileri makamında ve hükmünde kıymetli Üstâdımızı tebrik ederek, Cenâb-ı Haktan daha çok kardeş ve arkadaşlarımız ile

    (Sh: B-398)
    birlikte ve siz Üstâdımız başımızda olarak, Ramazan-ı Şerif'in emsâl-i kesiresiyle müşerref olmaklığımızı niyaz ve tazarru eyleriz. Ve mübarek iki ellerinizden öperek, duâ-i hayriyenizi ve kudsî irşadlarınızı istirham eyleriz. Kıymetli Üstâdımız.

    Dâimî kudsî dualarınıza muhtaç
    günahkâr, hizmetkâr ve Talebeniz
    Ahmed Nazif

    295

    (Abdurrahman Tahsin'in fıkrasıdır.)

    Ey yüce Üstad!

    Risale-i Nur dairesi içine kabul ve bu âb-ı kevser-i hayat ile menba'-ı feyz-i îman, gayet değerli ve kıymetdâr bu ebedî ders ile, kendimi daima mes'ud ve bahtiyar addediyorum. Yalnız sür'at-i kalemim olmadığından, yazıyı biraz te'hirinden müteessirim. Sehil ve muvafakıyetime hayırlı dualarınızı rica eder, kemâl-i edeble ellerinizi öperim, muhterem Üstâdım.

    Rûz-u sâim, leyl-i Kâim,
    Çü makam-ı âşıkan
    Ley-i nısf-ı Regaib,
    Târik-i dünya ve tâib.

    Nâşir-i Risale-i Nur,
    Bediüzzaman muhibb-i Bâz-ı Geylân.
    Ey ferîd-i asrı'z-zamân
    Sensin hakîm-i kulûbân.

    Fakir Talebeniz
    Abdurrahman Tahsin

    296
    (Ahmed Nazif'in bir parça mektubundandır...)

    Maddî ve mânevî borcumuz olan hizmetleri îfâdan kendimizi çekmek, hissizlik ve bîgânelik fıtratımızda ve yaradılışımızda yoktur ki kalalım. Mâdem Cenâb-ı Hâlik-ı Rahîm bizleri insan yaratmıştır. İnsanlığın emrettiği vezâifin binde birini dahi îfâ edemediğimiz halde, büsbütün nasıl bîgâne kalalım.
    (Sh: B-399)

    Bu hususta mâzur görmenizle beraber, azimkâr ve cefâkâr ve fedakâr ve hadsiz mütehammil, garip ve kudsî ve aziz bir misafirimiz olan çok kıymetli Üstâdımızın, biz âsi ve günahkârların kalblerini nurlarla doldurduğu halde, mukabil borcumuzu, mâneviyata uzanamadığımızdan ancak değersiz ve kıymetsiz olan maddiyatla ödeyebiliriz, zanniyle teselli bulmaktayız. Af buyurunuz Üstâdım.. dellâl-ı Kur'ân'ın nidalarını işiten hangi müslüman vardır ki, kulaklarını tıkasın. Hâşâ.. sümme hâşâ..

    Nurlarınızın şuâ'ı gözlerimizi kamaştırıyor. Kalblerimizi bütün sâfiyetiyle Allah'a, Kur'ân'a ve Resûl-i Müctebâ'ya (A.S.M.) ve o iki cihan serverinin aziz vârislerine bağlıyor ve bağlamıştır. Bu bağ öyle bir bağ ki; inâyet-i Hakla, hiç bir maddiyunun ve hiç bir mülhid ve fırâk-ı dâllenin değil, dünya kâfirlerinin bütün kuvvetleri bir araya gelse, bu kudsî râbıta-i kalbiye bağını koparamaz.

    اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
    Zât-ı fâzılânelerince lüzum görülüp, îcab etmeden, hiç bir zaman, mektup yazmak zahmetlerini ihtiyar etmenize râzı olamam. Bu hususta gücenmek şöyle dursun, kıymetli Üstâdımın kudsî vazifelerinin îfasına mâni teşkil eden işgali, en büyük hatâ ve hürmetsizlik sayarım.

    Ahmed Nazif Çelebi

    297
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ رَسَائِلِ الَّتِى كَتَبْتُمْ وَتَكْتُبُونَ

    Aziz, Sıddık kardeşlerim!

    Onuncu Şuâ nâmında yazdığınız Fihristenin ikinci kısmı, bana şöyle kuvvetli bir ümid verdi ki: Risale-i Nur, benim gibi âciz ve ihtiyar ve zaif bir bîçâreye bedel, genç, kuvvetli çok Said'leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için, bundan sonra Risale-i Nur'un tekmil ve îzâhı ve hâşiyelerle beyânı ve isbâtı size tevdi' edilmiş, tahmin ediyorum. Bir emâresi de şudur ki: Bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri, kaydetmek için teşebbüs ettim ise de, çalıştırılamadım.

    (Sh: B-400)
    Evet, Risaleti'n-Nur, size mükemmel bir me'hâz olabilir. Ve ondan erkân-ı îmaniyenin herbirisine, meselâ Kur'ân'ın Kelâmullah olduğuna ve i'câzî nüktelerine dair, müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya Haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem'edilse ve hâkezâ mükemmel bir îzâh ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir.

    Zannederim ki, hakâik-ı âliye-i îmaniyeyi tamamıyle Risale-i Nur ihâta etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazen izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi, bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. (Ve, inşâallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşr ve tâlim ile, belki Yirmi beşinci ve Otuz ikinci mektupları te'lif ile Dokuzuncu Şuânın dokuz makamını tekmil ile ve Risale-i Nur'u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashih ile devam edecek.)

    Risale-i Nur'un samimî, hâlis şâkirdlerinin hey'et-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesânüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı mânevî (bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır), (bir rehberdir.) Buradan oraya gelen mektuplar (Mübâreklerin hey'eti) bir Risale şeklinde toplanmasını ve Husrev de, cüz'î ve hususî bazı cümlelerini ve lüzumsuz bazı fıkralarını tayyetmeyi Hâfız Ali ve Sabri'ye havâle etmiş olduğunu yazıyorsunuz. O Risaletü'n-Nur hakkında, kerâmetli ve dikkatli ve isabetli ve keskin Husrev'in nazarı doğrudur. Bâki bir eserde, muvakkat ve cüz'î ve hususî kelimeler tayyedilse daha iyidir. Bu def'aki mektubunuzda kerametkârâne üç nokta gördük.

    Birincisi: Buranın bir Husrev'i olacak derecede ihlâs ve irtibat ve iktidarı gösteren Küçük Husrev, Mehmed Feyzi isminde Risaletü'n-Nur'un çalışkan bir talebesi askerden gelip, daha ikinci def'a görüşüldüğü vakit, mektubunuzda Feyzi ismini gördük, dedik. Bu Risaletü'n-Nur'un şâkirdleri, birbirinden ne kadar uzak olsa da, birbirine pek yakındır ki, böyle birden hissedip yazdılar.

    İkincisi: Bu küçük Husrev Feyzi, bu âhirlerde İstanbul'da iken, Risale-i Nur hesabına zihnime dokundu. Müteessir oluyordum. "Acaba rahatsızlığı var mı?" Birden zihnim yüzünü ondan çevirdi: Hâfız Ali ile şiddetli meşgul oldum. Anladım ki teessür verecek var. Fakat Risaleti'n-Nur'un fa'al merkezi olan Hâfız Ali cihetinde olacak. Hâfız Ali'ye şifa duâsına başladım devam ettim. Ve mektup gelmeden evvel Feyzi'den sordum: "Sen bir hastalık çektin mi?" O dedi: "Yok", dedim: "Öyle ise, Isparta'da Risale-i Nur'un ehemmiyetli ve

    (Sh: B-401)
    kuvvetli bir rüknünün bir rahatsızlığı var." Fakat, hayâlim hakikatın suretini şaşırmış." Sonra mektubunuz geldi, hakikat anlaşıldı...

    Üçüncü: Bundan yirmi gün evvel, eyyâm-ı mübârekeden sonra, hâtırıma geldi ki: Vazifedârâne kalemi her gün istimâl etmeyenler, Risale-i Nur talebeleri ünvan-ı icmâlîsinde, her yirmi dört saatte yüz def'a hissedar olmak yeter diye, hususî isimlerle has şâkirdler dairesi içinde bir kısmın isimleri muvakkaten tayyedildi. Kardeşimiz Hakkı Efendi de onların içinde idi. Bir kaç gün öyle devam etti. Sonra birden hiç sebep hissetmeden, yine Hakkı, Hulûsi'ye arkadaş oldu. İsmi ile, resmi ile has dâiresine girdi. Hakkı'nın beni duâdan unutmasın diye, mektubunuzdaki fıkranın yazıldığı aynı zamanda, hususî duâyı kazanmış hesabıyla tahmin ettik.

    Hattâ, bu günlerde bunun gibi inâyetin çok lem'aları var. Emin bunları, havadis-i yevmiye diye, bir fıkra yazacak. Belki size de gönderecek. (Risaleti'n-Nur'un küçük talebeleri ve istikbalde çalışkan, kıymettâr şâkirdleri olanlar, şimdi de talebeler dâiresinde olarak hissedardırlar).

    İstanbul'da Mehmed Feyzi, Eski Said'in risalelerini ararken, aynı günde Kahraman Rüşdü, bir dükkânda mevcudunu toplamış almış idi. Küçük Husrev müteessir olarak, başka yerde aramış, İşârâtü'l-İ'câz'ı bulmuş, tahminen demiş ki, bana sebkat eden, herhalde benden ilerideki Ispartalı kardeşlerimdir.

    Her neyse, bu İşârâtü'l-İ'caz nüshasını Hâfız Ali ve Sabri'deki nüshalarda bulunan kerâmet-i tevafukiyeyi yazdırmak istiyor. En kolay bir çâresi, küçük bir defterde, her sahifesinde tefsirin bir sahifesine mukabil, hurûf-i hecânın (Elif ve tâ ve sâire) kaydedersiniz. Kolayını bulmazsanız kalsın.

    Umum kardeşlerime birer birer ve bilhassa risaleler ile çok meşgul olanlara selâm ve duâlar ederim ve duâlarını beklerim.

    NOT: Emin ve Küçük Husrev ve Hâfız Tevfik selâm ve arz-ı hürmet ederler. Tahsin askere gitmiş.

    Kardeşiniz
    Said Nursî
    (Sh: B-402)
    298
    (Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir şâkirdi olan Yusuf'un bir fıkrasıdır.)

    بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

    Rahîm ve Raûf ve Zü'l-Minen hazretlerinin inâyet ve lütuflarından olarak, tevbe ve istiğfar gibi kullarına ihdâ eylediği, miftâh-ı kerem ve ihsana, çok günahkâr ve terbiyesiz olan, ben sefil Yusuf Toprak, bütün fezâyıh ve i'tisaflarıma rağmen, tevessül ettikçe bana fazlından verdiği mazhariyetin kıymetini takdîr etmek, ona şükür eylemek şöyle dursun, bil'akis küfrân-ı ni'met, defâatle nakz-ı ahd, irtikâb-ı kizb ve hıyânet eylediğim için, derin kasavete,kesif zulmete, müthiş dalâlete (hakkıyla) mâruz kalan kalbimin, ruhumun aldığı müzmin ve münkis yarayı tedâvi çaresini taharri yolunda aklımı, zevkimi kaybetmiş, âdeta çılgın bir hâle girmiştim.

    Başvurduğum her tabib-i mânevîden aldığım ilâçlar, yaramı tedaviye, aklımı iknâa, lehfemi iskata kâfi gelmedi. Bizzarure قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذِينَ اَسْرَفُوا عَلَى اَنْفُسِهِمْ âyet-i celîlesinin mefhumuna tevessülen, me'lûf olduğum denâetlerden mütehassıl koyu lekeleri kal' ve tathîre ve tarîk-ı Hakda sebâta muîn olacak bir rehberi ararken, ortada hiç bir sebeb-i zâhirî olmadığı halde, memleketimden Kastamonu'ya nefyim şübhesiz, nefsime giran gelmiş ve hattâ ye's ve teessüfe kapılmıştım. Bilmiyordum ki bu nefyim ile
    وَعَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى اَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ {
    فََعَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَيَجْعَلَ اللّهُ فِيهِ خَيْرًا كَثِيرًا

    âyetlerinin sırrına mazhar edecek ve iltiyam-ı ümid imkânsız gördüğüm mânevî yaralarımın tedâvisine muktedir doktorların ve yanlarındaki kuvvetli mualecenin eserini, varlığını ve ism-i Hayy ve Hakîm'in cilvesini şefkaten göstermek suretiyle, bana minnet üstünde minnet-i uhrevî yapmak içindir. Bu mülevves ahlâkımla ben

    (Sh: B-403)
    neciyim ki, bu ihsân-ı azîme nail olayım diye şaştım. Fakat lehülhamd vel minnet
    مَنْ طَلَبَنِى وَجَدَنِى * وَكَانَ بِاْلمُؤْمِنِينَ رَحِيمًا* يَجِدِ اللّهَ غَفُورًا رَحِيمًا
    gibi işârât-ı celîle hâtırıma gelmekle, bir derece müteselli oldum. Ey yaramın doktoru! Ve ey dalâlet uçurumunda yuvarlanan ruhumun halâskârı! Ve ey İlâhî ve kudsî yolların rehberi.

    Evvelden hiç muarefemiz yokken, seni kal'a üstünde ilk ve tesadüfen gördüğümde (dalâletten halâsın, Allah'ın rahmetine vüsûlün en kısa yolu var mı?) diye sordum. (Çok kısa bir çâre-i Kur'âniye vardır.) diye buyurdunuz. Fakat dalâletim, gafletim, enâniyetim itibariyle bu kısa ve merdane cevabdaki hikmet-i azîme, nebeân-ı rahmete dikkat etmedim. Ruhuma ihanet ederek aldırmadım. Ve felâket-i mâneviyede bir müddet daha kalmış oldum.

    Vaktâ ki, Risale-i Nur hattâ, enhâr-ı Nur demesine şâyeste olan mektublardan, yine tesadüfen elime geçen bir nüshayı görünce ve münderecatındaki hakâika dalınca, inâyet-i Rabbânî, mu'cizat-ı Kur'ânî, himemat-ı Sübhânî, kerâmât-ı ruhânî eseri olmalıdır ki, kasî kalbime, âsî ruhuma, gafil aklıma, mağrur vicdanıma, sakîm düşünceme (tâk) diye bir tokmak vuruldu. Bir intibah halkası takıldı. Hemen düşündüm. Ulemanın midâd-ı aklâmı, şühedânın kanından mübecceldir ve اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَاءِ * عُلَمَاءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَاءِ بَنِى اِسْرَائِيلَ gibi hadîsler ile Hazret-i İsa'nın (A.S.) Havâriyyûna, Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) Ensara tekliflerini ve onların icabetini hatırladım.

    Âdeta, fetret devri denmeğe sezâ olan bu zamanda, irsiyet-i Nübüvvet makamında, îlâ-yı kelimetullah uğrunda maddeten uğraşan seyl-i dalâletle kapanmış olan râh-ı Hakka çığır açan, bir recül-ü fedâkâra iltihak ve muavenet etmek ve bu vesile ile fırsatı ganimet bilerek, zulümattan nur'a mazhar olmak lüzumunu his ve intikal ettim. Pek âdî bir mahlûk olduğum ve kalbime müstevli, ağır dalâlet darbesi, kalın perdesi altında hasta bulunduğum için,fazileti
    (Sh: B-404)
    mâneviyatı anlamam. Zira, fazileti takdir edebilmek, fazileti bilmekle mümkündür. Yalnız bunca mesavi ve mütereddid hareketlerimle huzur-u sâmilerine lütfen kabulümde, yüksek ruhunuzdan yağan samimî şefkat, hakikî re'fet, halîmâne iltifat, kerîmâne hüsn-ü kabulünüz beni birtakım ümidlere, ihtiyarsız muhabbetlere sevk ve büyük sürurlara gark etti. Ancak Allah'ın en âciz, en aşağı, en günahkâr, en zâlim bir mahlûkunu arkadaşlığına kabul ve tahammül eden, bir şahsiyet-i alelâde olamayıp, kuvvetli, püştibane fütur götürmez bir (mesnede) mâlik olmak lâzım geldiğini teyakkun edebildim.وَابْتَغُوا اِلَيْهِ الْوَسِيلَةَ وَجَاهِدُوا فِى سَبِيلِهِ { وَ حَسُنَ اُولئِكَ رَفِيقًا

    Riyakârlık olmasın, selim fikrinizden, ciddî tavrınızdan, Kur'ân'a ittiba ve temessük yolundaki doğru irşadınızdan, hakikî sözlerinizden, samimî telkininizden, umumî hayırhah hissiyatınızdan kalbime, mecruh ruhuma uzanan tîğ-i şifa, neşter-i ümidin te'siriyle dilşâd ve mutmain oldum. Türlü türlü evhamın açtıkları menfezlerden, rahnedar kalan ruhuma tamam ve muvafık buldum. Zira
    وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا (اَل عمران 103)
    وَاتَّبَعُوا النّوُرَ الّذِى اُنْزِلَ مَعَهُ *وَالّذِينَ يُمَسِّكوُنَ بِالْكِتَابِ *
    وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّهِ فَقَدْ هُدِىَ اِلىَ صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ { فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى {
    وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ { هذَا بَيَانٌ لِلنّاسِ وَ هُدًى وَ مَوْعِظَةٌ لِلْمُتّقِينَ {
    تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ { قَدْ جَاءَكُمْ مِنَ اللّهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبِينٌ { وَاَنَّ هذَا صِرَاطِى مُسْتَقِيمًا {
    مَنِ اتَّبَعَ رِضْوَانَهُ سُبُلَ السَّلاَمِ
    vesaire gibi hakikatler dimağıma yerleşti.

    Elbette bu keyfiyet bana hacc-ı ekber, râh-ı saâdet, ömr-ü ebed, tayr-ı devlet, enfâl-i ganîmet sebebi olunca sürurumdan ne kadar kabarsam ve siz halâskâr ve hakîm-i derdime, ne kadar teşekkür ve izhar-ı mahmidet eylesem hakkım olmaz mı?

    İşte bu vesiledir ki, beni Kur'ân dellâlına, Risale-i Nur müellifinin şâkirdliğine tahsis ve kabul ettirmek gibi, âzim lütuflarına mazhar kılan Rabb-ı Rahîmime karşı, dünyada kaldığım ve imkân bulduğum

    (Sh: B-405)
    müddetçe kalemimi, hayatımı bu uğurda istimal etmeye söz ve karar verdirdi. Fazlaca söz söylemeye salâhiyetim ve o mertebeye istihkakım olmadığından, şimdilik kısa kesiyorum. Hizmetiniz umumî ve müessir, âmâliniz muvaffak, himmetiniz âli ve daim, emeğiniz makbul, sa'yiniz meşkûr, hayatınız mes'ud, ömrünüz efzûn, sıhhatiniz mahfuz olsun. Sonsuz minnettarlığımın kabulünü, mânevî himmet ve teveccühünüzün devamını rica eder, nur ile meşgul, nurlu ellerinizi öperim, Efendimiz, Büyüğümüz. 15 Şubat 1359

    Talebe Namzedi Sefil
    Yusuf Toprak

    299
    (Risale-i Nur'un istikbalde ehemmiyetli bir talebesi olan İhsan Sırrı'nın bir fıkrasıdır.)
    بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

    Vâkıf-ı esrâr-ı Sübhân, Ferîd-i Bediüzzaman, Esseyyid Saîdi'l-Kürdî Hazretleri! Huzûr-u sâmîsine, Esselâmü aleyküm ey mürşîd-i kâmil!

    Kemâl-i ta'zimle hâk-i pâyinize yüzlerimi sürmeme ve mübarek ellerinizi takbîl etmeme müsaadenizi yalvarırım. Bendeniz, şu ilticanamemi zât-ı âlinize sunan Sarac Ahmed fakîrinizin oğluyum. Üstad-ı kaderin, ezelde levh-i kazâya çizdiği yazılar hükmüyle mahkûm olmuş, zavallı bir âvâreyim.

    Makam-ı Yûsuf'da tâli'in cilvelerini takdîr-i İlâhîye tam bir inkıyâd ile seyretmekte iken, babamdan aldığım bir şefkatnamede zât-ı Mürşidanenizin muhabbet-i mânevîlerinin mübeşşiri olan selâmlarınızı tebliğiyle, viran gönlüm şâd ve bünyâd edildi. Şu mazlum ânımı nurlandıran huzur-u mânevîniz müvacehesinde satırlarım gibi kapkara yüzümü, seyyiat-ı mâzi ile a'mâl-i kabîhamın nişanelerini gizlemeğe muktedir olamamakdan mütevellid hicabımı setre kudret-yâb olamadım.

    (Sh: B-406)
    Yolunu şaşırmış, Nur-u hakikatı görmekten mahrum, mâsiva-perestlere Risale-i Nur ile dest-gîr ve şefi' olduğunuzu yıllardan beri bildiğim için, kapınıza boynumu uzatarak, hidayet yolcularınız meyanında yer alabilmek, amel-i hâlisanesiyle halka-i irşâdınıza bütün ruhumla şitâb ediyorum. İrşâdât-ı âliyenize muhtaç bulunduğumu arzederken cür'etimin nazar-ı afvınıza mazhar buyurulmasına yalvarır, kemâl-i ta'zimle mübarek ellerinizi takbil ve tevkîr ile kesb-i şeref ve cân eylerim, Büyük Mürşidim. Efendim Hazretleri.

    Bir gün zâlimlere dedirir Hazret-i Mevlâ,
    Tallâhi (lekad âserekâllahü aleynâ)

    Risale-i Nur şâkirdlerinden
    İhsan Sırrı

    300
    İlâhî yâ Rabb!.. Sen Risale-i Nur'u ve Risale-i Nur Müellifi Üstadımız Said Nursî'yi ve Risale-i Nur talebe ve şâkirdlerini ve mensublarını, muhafaza-i hıfzında ve kal'a-i İlâhiyen içinde muhafaza ve emîn eyle.. âmin.. ve hizmet-i Kur'ân ve îmanda sâbit ve daîm eyle.. âmin; ve bu kudsî hizmetlerinde, muvaffakıyetlerle yardım ve muâvenetler ihsân eyle.. âmin; ve Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân-ı Azîmüşşânın sırr-ı âzamına, mârifetullah, muhabbetullah ve muhabbet-i Resûlullah sırr-ı kudsîsine; ve "Hasbünallâhü ve ni'mel vekîl" sırr-ı uzmâsına; ve Rızâullah ve rü'yet-i cemâlullah lûtf ve ihsanına mazhar eyle, yâ Rabbel'-âlemin!
    ****
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    BEŞİNCİ MEKTUB'un (Tamamı)

    Sâdık, Hâlis ve Gayyur ve Kahraman Kardeşim Hulûsi Bey;

    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Âhiret Kardeşim: Mi'rac Sözünü güzel bir surette çabuk yazıp bana gönderdiğinizden, beni o kadar memnun ettin. Eğer bilsen çok memnun olacaksın. Yalnız derim, Rahmânürrahîmin rahmetinden niyaz ve dua ederim ki, Cenâb-ı Hak yazdığın o Mi'rac Sözündeki bütün hurufatın adedince ve her bir harfin hesab-ı ebced ile, bâliğ oldukları adet miktarınca, Mi'rac meyvelerinden ve Şecere-i Tûba yemişlerinden sana yedirsin.

    (Sh: B-374)
    Aziz Kardeşim! beni keyiflendirdiniz. Öyle ise, evvelki mektubunda tarikata dair istediğin bahis hususunda, seninle bir parça konuşacağım, bir parça sohbet edeceğiz. Belki gayretinizi ziyade edip, benim gibi tenbel bazılarının füturunu izale edecek.

    Evet, Silsile-i Nakşînin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbani (R.A.) Mektûbâtında demiş ki: "Hakaik-ı îmâniyeden bir mes'elenin inkişâfını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim."

    Hem demiş ki: "Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-ı îmâniyenin vuzuh ve inkişafıdır."

    Hem demiş ki: "Velâyet üç kısımdır: Biri velâyet-i suğra ki, meşhur velâyettir, biri velâyet-i vusta, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise; verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır."

    Hem demiş ki: "Tarîk-ı Nakşîde iki kanad ile sülûk edilir. Yâni: "Hakaîk-ı îmaniyeye sağlam bir sûrette itikad etmek ve feraiz-i dîniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez." Öyle ise tarîk-ı Nakşînin üç perdesi var:

    Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-ı îmaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (R.A.) âhir zamanında sülûk etmiştir.

    İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyeye tarîkat perdesi altında hizmettir.

    Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağiyle sülûk etmektir. Birincisi Farz, ikincisi Vâcib, bu üçüncüsü ise, Sünnet hükmündedir.

    Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (R.A.) ve Şâh-ı Nakşîbend (R.A.) ve İmam-ı Rabbânî (R.A.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaik-ı îmaniyenin ve akâid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki: Saadet-i ebediyyenin medârı onlardır. Onlarda kusur edilse şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir.

    (Sh: B-375)
    İmansız Cennete gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet'e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile, bâzı hakaik-ı îmaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaıka çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak elbette kâr-ı akıl değil...

    İşte, Otuzüç adet Sözler, böyle Kur'ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar. Madem hakikat budur; esrâr-ı Kur'âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümâtın tehâcümâtına mâruz hey'et-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğrul bir rehber olduğu îtikadındayım.

    "Mal Benim değil, ben bir dellalım. Kur'ânı Hâkimin Kudsî mağazasından aldığım elmasları, evvela nefsime sonra müşterilere gösteriyorum. Benim bahşişim de, müşteriden bir duadır. Benim perişan vaziyetime bakıp, elimdeki elmasa ehemmiyet vermemek haksızlıktır. Çünkü elmas benimdir, satıyorum dememişim. Benim gibi müflis bir adam, büyük elmaslara elbette mâlik değildir. Müşir makamının evamirini perişan bir nefer, ferik gibi büyüklere tebliğ etse, neferin küçüklüğüne, perişaniyetine bakıp, elindeki evamire karşı lakayd kalmak, ehemmiyet vermemek elbette yanlıştır.

    Fakat benim sû-i hâlim ve yanlış tabiratlarım ve bozuk niyyetlerim ve nefsimin riyâkârâne desiseleri ile, o elmas misâli hakaiklara kusur gelmiş, noksan olmuş ve onlara perde olmuş ki, onlara lâyık ehemmiyet vermemeye sebeptir.

    Fakat sizler gibi niyeti hâlis kardeşlerimin, ihlas ve duasıyla, inşaallah Cenâb-ı Hak benim o kusurlarımı afveder. O nurların intişarına sed olmaz.

    Bilirsiniz ki: Eğer dalâlet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalâlet, fenden ve ilimden gelse izalesi müşkildir. Eski zamanda

    (Sh: B-376)
    ikinci kısım, binde bir bulunuyorda. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünki: Öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenâb-ı Hak şu zamanda, i'câz-ı Kur'ânın mânevî lemeâtından olan mâlûm Sözler'i, şu dalâlet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.

    Fakat maatteessüf benim müşevveş tâbiratım ve sû-i niyâtım bir derece sed çekiyor. İnşaallah kardeşlerimin duasıyla o mâni zâil olur, o tiryaklar tesirini güzel gösterirler. Şimdi bir parça başka şeylere dair görüşeceğim.

    İstanbul'da mübarek bir dostumdan bir kaç tane, birer nüsha Arabi risalelerim geldi. İki üç taneyi size gönderdim. Hoşunuza gidersi öbürlerini de sonra gönderirim.

    Hem benim kardeşim ve burada en evvel talebem Şeyh Mustafa'ya de ki: Senin kardeşin Said diyor ki: (Biz hem senin duana, hem kalemine muhtaç idik, mâdem kalem ile hizmet etmiyorsun, ona bedel pek fazla dua etmelisin, çünkü senin duana çok muhtaçtır.)

    Hem de ki: Said diyor; (O hem şeyhdir, hem hâfızdır. Şeyh olduğu için, Mi'rac Sözü ona lâzım, Hâfız olduğu için, i'câz sözü ona elzem olduğundan, ben demiştim ki: (Onları kendine yazsın. Tenbellik etti yazmadı. Zararı yok, ona yazılabilir.)

    Eğer dese ki: Onlardan daha âla bir şey ile meşgul olmak istiyorum. Deki: (Bir saat tefekkür çok ibadete mukabildir.) Olan Hadîs-i Şerifi hatırına getir. Şu Sözler tefekkür, hem en âli tefekkür kısmındandır. Demek en âli bir ibadet hükmündedir. Bâhusus bir kalem, onları yazsa, her kim ondan istifade etse, kalem sahibinin ondan hissesi çıkar.

    Eğer dese, ben muhtaç değilim, kalbimde aklımda yaralar yoktur. Sen ona deki: Sen muhtaç olmazsan, sana muhtaç olanlar, muhtaçtırlar. Sana bakan ve seninle bağlanan avâm-ı müslimîn

    (Sh: B-377)
    cinnî ve insî şeytanların oklarına hedeftirler. O Sözleri onlara sur yapmazsan, o hakikatları onların ruhlarına siper ve zırh yapmazsan, onların muhafazası, terbiyesi mesuliyeti altında kalırsın.

    الداعى والمستدعى أخوكم الاخروى
    Eddâi ve'l-müstedî
    Ahûkum-ul Uhrevî
    Said Nursî

    281

    DOKUZUNCU MEKTUBUN BAŞ KISMI
    بِاسْمِهِ مَنْ تُسَبِّحَ لَهُ السَّمَوَاتِ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    وَ عَلَيْكُمُ ا لسَّلاَمُ وَعَلَى وَالِدَيْكَ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ فَى الدُّنْيَا وَاْلاَخِرَةِ


    Gayretli kardeş, hamiyetli arkadaş, kahraman asker, çalışkan talebe, âlicenap müslüman, hakikatlı mü'min vasfına lâyık biraderzadem.

    Senin mektubun beni çok mesrur etti, Senin mübarek iki rü'yan manidardırlar. Tabirleri içinde görünüyor. Az dikkatle anlaşılır. Belki rüyadan ziyade gördüğün vâkıa, bir hakikatın temsilidir, tâ'biri pek zâhir olduğu için, tafsil etmiyeceğim. Yalnız bir iki noktayı ihtar ediyorum.

    Birisi: İkimize bir beşarettir ki, hizmetimiz makbul oluyor. Livâ-ül Hamd-ül Muhammedî altında asker kabul edilmişiz. Bize bir bayrak verilmiş. Hizbullahda dahil olmuşuz اَلاَ اِنَّ حِذْبَ اللَّهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ sırrına mazhar olmuşuz, demektir.
    İkinci Nokta: "Günde iki defa beni göreceksin" şuna işarettir ki: "Günde iki defa seni yanımda hayalen ihzar ediyorum. Sen dahi Yirmi dört saatte iki defa, Sözler vasıtasıyla Üstadınızla sohbet
    (Sh: B-378)
    ediniz." demektir. Veyahut, sabahdaki duada, ben seni yanıma, akşamdaki dersde, sen beni yanına, ihzar ederiz. Günde iki defa görüşürüz.

    İkinci rüyan ise: Sana ve müslümanlara büyük bir beşarettir. Ve sarıklılara ehemmiyetli bir itabdır. Onuncu safta iken, imametin çok manidardır. İnşaallah Cenab-ı Hak seni, âlî bir mertebe olan İmamlık Mertebesine mazhar eder. Sizi yanımda hazır edip, sizinle şimdilik bir kaç kelime konuşacağım.

    Evvela: Harekatınıza dair bazı şeyleri yazmak va'ad etmiştim. Vakti daha gelmediğinden şimdilik senin müstakim aklını ve selim kalbini tevkil ediyorum.

    Saniyen: Bundan sonraki kısım, Mektubat kitabının Dokuzuncu Mektubunda aynen vardır.

    282
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

    Aziz, Sıddık, Muhlis (Hâşiye) kardeşim ve hizmet-i îmaniyede metin, hakikatdar arkadaşım!

    Evvelâ; sizi nurların neşrinde ve vâizlerin diliyle ders vermenizde ve benim bedelime, benim borcum olan o memleketimde, nurlarla o hemşerilerime yardım ve imdat etmekde, rûh-u cânımla tebrik edip, bin bârekallah derim.
    Sâniyen: Hadsiz hamd ve şükür ederiz ki, pek az sıkıntı ve zahmetlerle Nurların pek çok fütuhatı geniş dairelerde tezahür etti ve ediyor. Hususan mekteplerde...

    Salisen: orada Nurlarla alakadar yeni arkadaşlarımıza çok selam ve muvaffakiyetlerine dua ederiz. Ve hususan Hoca Kâsıma selamımla dersiniz: Risaletünnur medrese mahsulü olmasından


    Hâşiye: Gavsın (K.S) Hulusiye, Muhlis nâmını vermesi tam yerindedir.

    (Sh: B-379)
    herkesten evvel hocalar ona koşmak ve sahip çıkmak lazım iken, geri kalıyorlar ve mektep muallimleri felsefeye Nurun tokatları için, tenkid etmek değil, belki kemâl-i takdir ve tasdikle nurlara sarılmaları ve sahip çıkmaları ehemmiyetli bir hadisedir. İnşaallah Hocalar dahi, yakında kendi mallarına koşacaklar.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
    Kardaşınız Said Nursî

    283
    بِاسْمِهِ مَنْ تُسَبِّحَ لَهُ السَّمَوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمَا وَعَلَيْكُمْ وَعَلَى اِخْوَانِكُمْ لاسِيَّمَا الحسينين الاَرْبَعَةِ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ


    Aziz Kardeşim:

    Senin mektubun çok hoşuma gitti. Daha bir müddet yakınımda kaldığın için, Allah'a şükür ediyorum. Bence şu dâr-ı dünyada en kıymettar şey, Sıddık bir dosttur. Cenâb-ı Hakk'a yüzbin şükür ediyorum ki; sizler tarik-ı Hakda Sıddıkların çoğalmasına sebebiyet verdiniz.

    Madde l: İstanbul'dan eski Said'in tedkikat-ı ilmiye neticesinde, Ulemaca pek makbul olup, yaldızla tab edilmiş "Nokta" risalesini bana göndermişler.

    Bu def'a dikkatle mütâla ettim. Cenâb-ı Hakk'a şükür ettim ki: Eski Said'in fikr-i aklıyla ve îman nazarıyla bulduğu hakaiki, Yeni Said keşf-i kalbiyle, zevk ve vicdanıyla, Kur'ân'dan ahz ettiği Yirmidokuzuncu Söze mutâbık, onu tağyir ve tebdile lüzum bırakmamış.

    Yalnız, Eski Said'in kuvvet-i ilim ve nazar-ı aklıyla göremediği ince noktalar varki: Yirmidokuzuncu Sözde vardır. Bilhassa haşrin

    (Sh: B-380)
    âhirinde, remizli kısımda, dünyayı ahirete tebdildeki, makâsıd-ı İlahiyeyi, Ondokuzuncu Söz göstermiştir. Hem Beka-i Ruh ve Melaike mebhaslarında mühim yeni noktalar keşfedilmiştir. Nokta risalesinde yoktur. İşte arzunuz varsa, o Noktayı yadigâr için, size göndereceğim.

    Madde 2: Otuz İkinci Sözün, İkinci Mevkıfında, Üçüncü Maksadı sekiz, on def'a okudum. Okudukça benim fazlaca hoşuma gidiyor. Anlaşılıyor ki: Ondaki hakikatlara ruhlar çok muhtaçtır. Fıtraten benim ruhuma çok yakın ve münasib olan ruhunuz dahi, belki ondan hoşlanır, haber veriyorum.

    Hem de senin ile Hakkı Efendi ve bütün Sözleri tamamen dinliyenlerden sual ediyorum ki: Sözlerde ibare kusurları müstesna olmakla beraber, içindeki hakikatlar cerh edilebilir mi? Veyahut lüzumsuz şeyler, içinde var mı? Veyahut bazılarının izharı umuma zarar verir mi? Hem onları dinliyenler îmanını tamamen kurtarabilir mi? Hem o hakaikle, Avrupa ehl-i dalaletine meydan okunabilir mi? Bunları soruyorum. Çünki siz, o hakikatları bilerek iki def'a mütalaa ettiniz. O nurlu kalbinizin şehadeti bence cerh edilmez.

    Madde 3: Madem lâyık insanlara Onuncu Sözleri veriyorsunuz. Kendime mahsus cildlettiğim bazı nüshalar kalmış, on tanesini sana gönderiyorum. Lâyık gördüğün zevata veribilirsin.

    Madde 4: Otuz İkinci Sözün üç mevkıfını, çok güzel yazmışsınız, Merhum Abdurrahman'ı bana unutturdunuz.

    جَزَاكَ اللَّهُ خَيْرًا كَثِيرًا Kitabın cildini güzelce yapan Ahmet Kâzım'ı, Cenâb-ı Hak dareynde mes'ud etsin.

    Madde 5: Şeyh Mustafa'yı bu defa iyi gördüm. İnşallah sadakatda devam eder. Doktora selam ederim. Yeni dostunuz olan Mülazım Niyazi'ye tarafımdan selam söyleyiniz. Senin beğendiğini ben de beğeniyorum. Mustantık İsmail Hakkı Efendilere selam et. Pederine benim tarafımdan selamımı yazsın ve keyfini sual etsin. Başkatip Bekir Sıdkı ve Müdde-i Umumi Şükrü Efendi'ye selam ediyorum.

    (Sh: B-381)
    Bir vâsıta ile Kaymakama selamımı tebliğ edip, diyesiniz ki: İstirahat-ı Ruhiyeye pek çok muhtaç olduğum, bu üç senede Cenâb-ı Hak şu Kaymakamı zâhirî bir vasıta yaptığı için, Cenâb-ı Hakk'a şükür ederim. Ve Kaymakama da dua ediyorum. Cenâb-ı Hak onu muvaffak etsin, istikamet ihsan etsin. O çok defa hatırıma gelecek. Ben gitmedim, benim yerime dostum bizim tarafa tahvil etmiş gidiyor. Allah hayırlı selamet versin.

    Madde 6: Kardeşimiz Abdulmecid, aldığı Sözlerden pek çok memnun olmuştur. Yeniden bir kısmını daha sizlere göndereceğim. Gayet emniyetli bir surette, ona gönderiniz. Ona gönderilen Sözler, binler adamlara gönderilmiş gibidir. Çünkü: O da ikinci bir Hulûsidir. Hem de gayet yüksek bir âlimdir. O havaliye neşreder.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
    Kardeşiniz
    Said Nursî

    284
    HAKKI EFENDİ VE HULUSİ BEY'E

    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ فِى الدُّنْيَا وَالاَخِرَةِ دَائِمًا اَبَدًا

    Âhiret Kardeşlerim, ve Hizmet-i Kur'ân'da arkadaşlarım ve Beyan-ı Envâr-ı Kur'âniyede vârislerim, ve Rahmet-i İlahîyenin bana verdiği kıymetdar medar-ı tesellilerim ve Esrar-ı Kur'ân'ın beyanında muhataplarım Hakkı Efendi ve Hulusi Bey.

    Cenâb-ı Hak size ve bize, tarik-ı Hakda istikamet ve ihlas ihsan etsin.

    Kardeşlerim, size Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfını gönderdim. İkinci Mevkıfın, Üçüncü Maksadının, İkinci Noktası fazla inbisat ettiği için, Üçüncü Mevkıf ismini aldı. Üç nokta daha yazılmadan kaldı, fakat ben çok yoruldum, onun için bir kaç ay sonra, tevfık refik olsa belki yazılacaktır.

    (Sh: B-382)
    Siz de çok yoruldunuz. Çünkü, ikiniz ikiyüz talebeye mukabil olarak bana ihsan edilmişsiniz. Öyle ise, ikiyüz talebe vazifesi görüyoruz deyip iftihar ediniz ve şükrediniz.

    Yorgunluk vesair rahatsızlıklar, yazdığım şeylerde kusur ve müşevveşiyete sebebiyet veriyor. Sizlerin nazarlarınızı mihenk kabul ediyorum. Tashih ve tadilde mezunsunuz. Size lâtife olarak bir şey hikaye edeceğim. Tâ siz o hikayeyi başka taraftan işittiğinizde, ciddi telakki edip, müteessir olmayasınız.

    O hikaye de şudur: Benim hiç ender hiç olan şahsım ve pek çok ayıplı ve kusurlu olan nefsim hakkında, biri çıkmış köylerde, Isparta'da hatta yedi, sekiz gün Nis'te oturup propaganda yapmıştır. Ben bundan memnunum, çünkü ayıplarımı söyleyen, bana iyilik eder, beni ucup ve riyadan kurtarır.

    Fakat o Senirkentli Rahmi efendi denilen adam, saf bir adamdır. Ben ona ettiği gıybetleri helal ediyorum. Siz de şâhid olunuz. Mâdem o kendi hesabına yapmıyor, ya ehl-i tarıkatın rekabetine alet olmuş, güz mevsiminde Seydişehirli bir dervişle beraber, Isparta'ya Eğridir'e geldikten sonra, bu tarzda harekete başlamış. Yoksa evvelce çok dost idi.

    Halbuki Ehl-i tarikatın rekabeti, benim gibi kendini hiç ender hiç bilen ve iddia-i kemalden şiddetle teberri eden ve medihten nefret edip kaçan ve ehl-i tarikatın duasına kendisini muhtaç bilen, bîçare şahsıma karşı rekabet etmek pek manasızdır.

    Veyahut ihtiyacım olmadığı için, insanlardan istiğna ettiğimden, ehl-i cerre sed çekiyor, telakki edildi, propaganda ediliyor. Bu da haksız ve manasızdır. Çünkü, çendan ben kabul etmiyorum. Fakat ehl-i dinin muhtaçlarına sadaka ve zekat verilmesini tavsiye ediyorum.فَاِنْ تَوَلَّوْ فَقُلْ حَسْبِىَ اللَّهُ لاَ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ
    وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

    اَلأْبَاقِى اَلْمُحِبُّ فِى اللَّهِ
    Kardeşiniz
    Said

    (Sh: B-383)
    285

    ÂHİRET KARDEŞİM HULUSİ BEYE:
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ


    Sizin gibi, hakiki kardeşlerimle uzaklığın alameti olan mükâtebe âdetim değil, çünki manen beraberiz. Merak ettiğin mes'elelerin cevabı da, sizin yanınızdaki Sözler'de vardır. Cenâb-ı Hakk'a Hamd ve Şükür ediyorum ki, sizler gibi Sâdık bazı kardeş, talebeleri bana vermiştir. Onlara nâfi olacak hakikatları, elbette sualinden evvel yetiştirmek vazifemdir.

    Beyan ettiğiniz bazı meselelerin bir kısmı, uzun bir bahis ister. Vakit de müsait değil. Yalnız şu kadar size derim ki: Vazifem kendi ihtiyarımla değildir. Ben insanları unutup, nefsime müteveccih olmak için, bir haletdeyken ihtiyarım olmadan, bildiğiniz gibi istihdam olunuyorum. İnşaallah o hizmet nâfi olur. Şu zamanda îmanı kurtarmak ve kemal-ı imanı kazanmak ve Sünnet-i Seniyeye ittiba zamanıdır.

    Tarikatların esası olan azîmet ve takva şu kesretli bid'atlar içinde yapmak pek müşkildir. Hem tarikatda; şu zamanda en eslemi Yirmi Altıncı Sözün âhirlerinde bir nebze yazılmıştır. Zannımca İmam-ı Rabbani gibi zatlar, şimde bulunsaydı, bütün kuvvetleriyle Erkan-ı İmanın ve Esasat-ı İslamiyenin takviyesine çalışacaklardı.

    İnşaallah başka vakit, daha tafsilatı işiteceksin. Vakit müsaade etmiyor. Şimdi size Mirac'a dair bir Söz yazıldı, arzu ettiğiniz için. Yoksa ben hasta idim, halim müsait değildi. Güzel, dikkatle okuyunuz, sonra nasıl bulduğunuzu bana yazınız. Çünkü pek süratle müsvedde haletinde yazılmış, size gönderilmiştir.

    Hem Hakkı efendiye, Şeyh Mustafa Efendi, Hüseyin Efendiye selam ve dua ederim. Dualarını da isterim. Hakkı efendiye de söyleyiniz ki: Yangın hadisesine merak etmesin çünkü: Onun

    (Sh: B-384)
    gibilerin harik ile zâyi olan malı, sadaka hükmündedir. Bâki Hüdaya, emanet olunuz.

    Eddai
    Âhiret Kardeşiniz
    Said Nursî




    286
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ فِى الدُّنْيَا وَالاَخِرَةِ

    Aziz, Sıddık, Ciddi, Hakikatlı Kardeşim:

    Size Yirmi Sekizinci Mektubun İkinci, Üçüncü Meselesini de gönderdim. Rü'yanın tâbiri Birinci Mes'eledir. O üç mes'eleyi nasıl telakki edeceğinizi, merak ediyorum.
    Hem Sabri'nin bana yazdığı hususi bir mektubunu size gönderiyorum. Maksadım da, o zâtın samimi tevazzuunu ve sana karşı hâlis uhuvvetini göstermek içindir.
    Şu İkinci, Üçüncü Mes'eleyi de o kendi hattıyla size yazdı. Hatta Yirmi Altıncı Mektubu, kendi nüshasını size göndermek istiyordu, ben bırakmadım. O seni kendi nefsine tercih ediyor.
    Elhamdulillah bu havalide çok Sabriler zuhura başladılar, fakat yaz mevsimi dünya çırşısıdır, gaflet meydanıdır. Atalet, fütur veriyor. Şuhûr-u Selase takarrub ettikçe, âhiret çarşısı faaliyete başlar. Onun için oradaki fütur, sana yeis ve futur vermesin.
    Başta vâlideyniniz ve Fethi Bey olarak, Sözlerle alakadar umum dostlara selam ve dua ediyoruz. Başta Sabri, bütün kardeşleriniz de, selam ederler.
    (HULUSİ BEY'E GİDECEK)

    اَلْبَاقَى هُوَ الْبَاقِى
    Kardeşiniz
    Said Nursî

    (Sh: B-385)
    287
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, Sıddık, Muhlis Kardeşim.

    Sana Yirmi Altıncı Mektubun dört mebhasını birden gönderdim. Kendi nüshamdır. Sen benden ziyade layıksın. Seninki kayboldu, benimki onun yerine geçsin. Fakat müsvedde halindedir, kusura bakma.

    Kardeşim, bâzı dakika olur ki: Az amel çok sayılır, bir neferin müdhiş bir zamanda bir saat nöbeti, bir sene hükmünde olduğu gibi, inşaallah Hulusinin de nurlara nöbetdarlık saatleri o nevidendir.

    Mâşâallah, Hakkı Efendinin yerinde orada bir Fethi Beyi buldun. İş kemmiyetde değil keyfiyete bakılır. Bazan bir yüze mukabildir.

    Hem kardeşim, Kurban Bayramından tâ Şuhur-u Selaseye kadar, dünya o zaman atalette gafletiyle, derd-i maişet belasıyla insanları sersem ediyor. O müddet zarfında fütur ve lakaydlık her halde olacak. Az bir hizmet de yazda çoktur.

    Hem bilirsin ki, insanın terakkiyatı şeytanlarla mücahededen ileri gelir. Mücahede olmazsa terakkiyat olmaz. Sana hücum edenler ne kadar çoğalsa, sana o kadar kârdır. Zâten biz neticeyle mükellef değiliz, hizmetle mükellefiz. Netice ve muvaffakiyet ise, Cenâb-ı Hakk'ın işidir. Onun işine karışmamalıyız.

    Başta Fethi Bey, Sözlerle alakadar olanlara selam ve dua ederiz. Başda Sabri, bütün kardeşler size selam ve dua ederler. Peder ve validelerinize selam ve dua ederim ve dualarını isterim.

    اَلْبَاقَى هُوَ الْبَاقِى
    Kardeşiniz
    Said Nursî

    Kardaşım, orada bir vakit dehşetli ameliyat icra edildiğinden, oradaki insanlarda bir korkaklık vermiş, onların füturundan mey'us olma. (Size müjde) bir ay evvel bir şehirde, birden on bir yerde, kemal-i iştiyakla Sözleri yazmaya başladılar. Gittikçe Sözlerin Nâşirleri çoğalıyor. (Bu kısım Üstad hazretlerinin kendi el yazılarıyladır. (Nâşir)

    (Sh: B-386)
    288
    Ehli Hak, yalnız hak için bahse girişmeli. Hak için bahse girişen izhar-ı fazl etmez. Yalnız Hakkı arar. Hak hangi tarafta olursa olsun, kemal-ı şevk ile alır. Hatta hak, hasım tarafında olsa, hâlis bir hakperest daha ziyade sever. Çünki, istifade eder. Eğer hak onun sözünde olsa, bir istifadesi olmaz. Gurura girmek de ihtimali var. Fakat hasmın elinden çıksa, hem istifade eder. Hem teslimiyyetle hakka inkiyadını gösterir. Bir fazilet dahi kazanır.

    Hakikat böyle iken, maatteessüf ehl-i hakda ve ulemada hakperestlik nâmı altında, nefis perestlik işe çok karışıyor.

    En mühim ve kudsî bir mes'eleyi, satranç oyunu gibi izhar-ı fazl yolunda ve müzakere-i ilmiyeyi, münakaşa derecesine çıkarılıp, onunla oynuyorlar. Her iki taraf kendini haklı zanneder. Her iki taraf, madem münakaşa suretini alıyor, haksızdırlar.

    Zaten kemmiyeten az olan ehl-i dalalet, kesretli olan ehl-i hakkın şu hâlinden istifade ederek, mağlup edip, perişan ediyorlar.

    Hem münakaşacı iki kısım, o mes'elede hakkı göremezler. Çünkü: Nazar-ı insaf ile bakılmadığı için, tenkid nazarı hasmının yalnız çürük taraflarını ve taraftarlık cihetiyle kendi nefsinin yalnız iyilik tarafını görür, iyiliklerini onun çürükleriyle müvazene eder. Elbette bu nazar hakkı göremez, görsede tanımaz.

    Said Nursî

    289
    (Acele yazıldı kusurumu affediniz. Efendim.)

    Pek Muhterem Üstadım Efendim Hazretleri

    Yirmi Yedinci Mektubu bilistinsah Huzur-u Ekremiye takdim ediyorum. Fakat takdir ve hitabe-i fâzılânelerine lâyık olmayan bu abd-i pür kusur ve âciz hakkında, şu mektubatın mukaddemesinde kemal-i hararetle ve pek müşfikane mütaleat ve ulvi beyanat serdiyle, müşfik

    (Sh: B-387)
    bir vâlideden daha eşfak bir Üstad-ı bînazîr ve mesîl bulunduğunuz, her zamanki ma'ruzatımı isbata bâriz bir delildir.

    İkinci Üstadım olan Muhterem Hulûsi Bey Efendinin, her sözleri nurlu ve hakikatlı ve vûzuhlu ve hakîmâne kaleme alması, hakiki üstada has bir talebe bulunduklarını, her türlüsüyle isbat etmektedir.

    Ezcümle: Felaketzede bir dostuna yazdıkları ve mektubatın nihayet kısmına dercedilen mânevî teselliyet ve tarziyenamede ne büyük hakikatları feth ediyorlar ve ne bitmez, tükenmez vesayây-ı hakîmâneyi izhar ediyorlar. Ve ne tam manasıyla nur fabrikasının metalarını değeriyle alıp, hakkıyle ve lâyıkıyle satıyorlar. Çok istifade ettim. Allah birinci ve ikinci üstadlarımdan çok râzı olsun.

    El hâsıl "Bârika-i hakikat, müsademe-i efkardan çıkar" mefhumunca hakkıyla, tamamıyle, lâyıkıyle sena edemediğim Nur Risaleleri, bir çok ihvanı tahrik ve îkaz etti. Onlar da "Hazâin-ül-Envar" dan alıp saçmakta oldukları parlak hakikatlar ve nûranî mebhaslar ve çok ticaretli işler ve hoş manzaralı sahalar göstererek, terakkiyatı maneviye ve tealiyat-ı uhreviye cihetinde, hatta mahkum-u mevt derecesinde bulunanlara gıpta-bahş bir hayat verdiği meşhud olup, şu hal ise, binnetice gafletten ayılarak, ebvab-ı irşadı çalmağa yegane vesile bulunduğu cihetle, Zât-ı fâzılânelerine ne kadar arz-ı şükran ve minnettar edilse, gine hakkıyla vazifemizi ifa etmiş olamayız.

    Geçen hafta Asaf Beyle görüştüm, çok selam ve hürmetlerini arz ederek, ellerinizi öpüyorlar. Ruhen Hulûsi Beye yakın bir vaziyetde olduklarını hissediyorum.

    Doktor keza el ve eteklerinizi öper, teveccühâtınızın bekasını istirham eder. Şimdi Yirmi Dördüncü Sözü okuyor ve bana birden dokuza ve onbirden yirmiye kadar olan sözleri getirmemi diliyor. Tedric, tedric hepsini veriyorum. Şimdi bizim Zekai'nin mektubunu aldım, efendimize ait olanı takdim ediyorum. Ve müsaadenizle şu arzumu da yazıyorum.

    Bendeniz diyorum ki: Hulûsi Beye Halef olmaya lâyık Zekai'dir. Zihni açıktır, zekidir, gençtir, her türlüsüyle has talebeliğe lâyıktır.

    (Sh: B-388)
    Şu dâvamı da hat ve hareketiyle mektubu isbata kâfidir. Bakayım Efendimiz ne buyuracaksınız. Mahsus dest ve dâmen-i muallalarını öper ve teveccühât-ı kerimanelerini dilerim. Sefer-ül hayr 1351 Pürkusur ve âciz, her an himmet ve duânıza muhtaç talebeniz

    (Hulusi Sâni) Sabri

    Hulusi Beyden gelen ve mumaileyhe gönderilecek olan, iki kıta mektupları da henüz aldım. Gelen çok hoş, giden daha hoş, ne kadar hoş desem, o kadar hoş.

    Efendim, bu fabrikanın hizmetine, ameleliğine doyulur mu? Usanılır mı? Âh.. ne yapayım ki, elim kısa fazla ilerlemeye vüs'atim yok.

    Yirmi Yedinci Mektuba derci emir buyurulan, Muhterem Hulûsi Bey Efendinin elmas ayar sözlerini seve seve ve ruhumu şenlendire şenlendire geçirdim.

    İkinci Üstadımı da ne kadar sena etsem hakdır ve layıkdır. Şimdi Eğirdir'e gidiyorum. Emirlerinizi ifa edip, avdetimde müşahedâtımı yine arz ederim Efendim..

    Bilhassa Hâk-ı pâyi fâzılânelerine yüzümü sürer, da'vât-ı hayriyelerini istirham eylerim Efendim...

    S.H. Sâni

    290
    ALVARLI MUHAMMED LUTFخ EFENDİNİN MEKTUBUDUR
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ يَا أَخِى فِى اللَّهِ اَعَزَّكَ اللَّهُ فِى الدَّارَيْنِ اَعْطَكَ اللَّهُ مَا تَطْلُبُ مِنَ اللَّهِ


    Dest-gîr'in dâreynde, Hazreti Allah ola
    Pîşrevin Nûr-i hüdâ, feyz-i Resûlullah ola.

    Haza min fadl-ı Rabbi (هَذَا مِنْ فَضْلِ رِبِّى )

    Bediüzzaman nâmıyla teşehhür eden, zâtı âl-i kadrin, himmet-i merhametlerini hakk-ı âcizânemde celb etmeniz, dünya ve mâfiha değer.

    (Sh: B-389)
    Yâdigâr-ı Fahr-i Âlemdir o zat, bu ümmete,
    Nâil ettin dû dîdem sen bizi, bu himmete,
    Kaddesallahu sirrehu ve ahsenehu birrehu
    Bu meydân-ı hidayette nice bir şîr-i ner var
    O zât-ı âli kadr-veş bize bugün siper var.

    Cenâb-ı Zülkerem, O zât-ı Muhteremin ömr-i zî saadetlerini bu Ümmet-i Muhammed'e sâyebân olması için, lütuf-u keremiyle uzun ömürle muammer buyursun ve sizler gibi bir yâr-ı Sâdıkın sıdk-ı sadâkatini müzdâd ederek, o Zâtın feyzinden istifade etmeye müyesser buyursun, âmin!

    Yâr-ı vefâdarım, muhabbet-i iktisârım Hulusi Bey!
    Baddesselam veddua:
    Cümle ihvan-ı îmaniyle beraber cânâ seni dilşâd ede, Hazret-i hak nur-ı basar.

    Bu tarafta olan ihvân-ı din, sizin selamınızı müteşekkirâne aldıkları gibi, o zât-ı âli kadrin de göndermiş olduğu merhamet-i selamlarını can beraberi kabul etmişlerdir.

    Muhammed Lütfî, (Rahmetullahi Aleyh)

    291
    ALVARLI MUHAMMED LUTFخ EFENDİNİN MEKTUBUDUR

    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ تَعَالىوَ بَرَكَاتُهُ

    Hâlde hâldâşım, yolda yoldaşım, dinde kardaşım Muhammed Hulusi Efendi Kardaşım!
    Hamden lillah, Nur-u tevhid, yâr-ı gârındır senin
    Nur-u tevhid, nur-u didem, dilde yarındır senin.
    Rahm-i Rahmân ez-ezel tâ be-ebed İhsân-ı Hak.
    Mahza fadlından, Hüdaya bâki vârındır senin.
    Bir Kerimdir, bir Rahimdir, Bir Hakîmdir Zülcelal,
    Kerem-i fadl-ı ilâhî, yâr-ı ğârındır senin.
    Nice hamd etmek gerektir, Lütfî'yâ bu nimete.

    (Sh: B-390)
    Ğübâr-ı kadem-i cânân müşkbârındır senin.

    Biinayetillâhi teâla meyân-ı Ümmet-i Muhammed'de Şem'a-i hidayet nurunu füruzân eden bir Zât-ı âli kadrın huzur-u saadetine nâmı kemteranemi tahrir ile, tezekkürde bulunduğunuz ve bize hüsn-ü himmetlerini celb ve selamlarını tebliğiniz, kıymet-i dünya ve mâfihâ olan eşyadan değerlidir. Ol zât-ı âli kadrin himmetlerini istirhamda, bir bende-i âciz ve bir müznib-i kemterim. Ol babda himmetlerine havale.

    Esselam ey şem'a-i nûr-u hidayet Esselam
    Esselam ey matla-i mihr-i saadet Esselam.

    Gülbin-i tevhidde gonca-i hemrâh,
    Muhammed Hulûsi Efendi Kardaş,
    Nur-u tevhid ise, dilde dilârâ,
    Bir Hak nüma zâta olmuşsun yoldaş,
    Tuttuğun dâmeni elden bırakma,
    İlm-i Ledundan olmuşsun sırdaş,
    Kerem-i Kerîme bu mazhariyet,
    Bir kadr-i vâlâya olduğun haldaş,
    Hamd eyle Mevlaya rû-ber-zemin ol,
    Nâ ehle esrarı eyleme sen fâş,

    Muhammed Lutfi (R.A.)

    Envâr-ı dûdidem, birâder-i bergüzidem
    Muhammed Hulusi Efendi kardaş!
    Badesselam veddua e'azzeke-llâhu fiddareyn
    Haste dilânın derdine derman eder Allah.
    Allah diyenin affına ferman eder Allah.
    Her kimki der-i dergâh-ı İlâhide sâil
    Sıdk ile yapışanlara ihsan eder Allah.
    Âşık ile ma'şûk bâzârı bizlere mektum,
    İsmaili suretâ kurbân eder, Allah.
    Hafîz ism-i şerifine olan mazhar efendinâ
    Kerem-i Kerîmi gözle, açar hurşidveş (Haşiye l) mânâ
    Bu kanun-u ezelîdir, belâ ehl-i velayete
    Olup âşık-ı bela, âhir olur bir gonca-i rânâ
    Hüda dostlarını dâim belaya müptela eyler.
    Belanın âhiri baldır, Hayat-ı ebedî cânâ
    Bela ile bulan buldu Velayı (Haşiye 2) her dü âlemde.

    (Hâşiye l) Hurşid veş-güneş gibi
    (Hâşiye 2) Vela'- Şer'an aşkdan ve dostluktan hâsıl olan karabet-i hükmiye

    (Sh: B-391)
    292
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبْدًا دَائِمًا

    Aziz, Sıddık ve Faal Ağabeyimiz Hulûsi Bey

    Mübarek mektubunuzu aldığımız aynı anda: Üstadımız hasta olduğu halde, hilâf-ı adet olarak, odamıza gelip mektubunuzu okudu. Ruhu ferahladı ve dedi ki:

    Hulûsi her sabah benim yanımdadır. Nasılki Emirdağı'nda yirmi sene sonra görüştüğümüz vakit, yirmi gün evvel görüşmüş gibi, yakınlık hissetmiştim. Şimdi de, on gün evvel görüşmüşüz gibi geldi.

    Mâşâallah eski zamanda kahramanca hizmet yapan Hulûsi Bey, aynı hizmetine devam ediyor. Onun bu seyahatını, ben yapmışım gibi kabul ediyorum. Ben Eskişehir'e gelmek istiyordum. Hulûsi benim bedelime gitmiş.

    Şimdi iki, üç mühim meselemiz var, eğer bu olmasaydı, ya Hulûsi'yi yanıma çağıracaktım. Veya ben onun yanına Urfa, Diyarıbekir havalisine gidecektim. İnşaallah bu ziyareti kaza edeceğiz, dedi.

    Üstadımız hem size, hem oradaki kardeşlerimize çok selam ve dualar edip, dualarınızı istiyor. Biz de çok selam ve hürmetler eder, dualarınızı bekleriz.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
    Kardeşleriniz
    Ceylan-Bayram-Zübeyr
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  3. #3
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ اَحْسَنَ عَزَا كُمْ وَ اَعْطَا كُمْ صَبْرًا جَمِيلاً وَ غَفَرَ لِمَيِّتِكُمْ وَ نَوَّرَ قَبْرَهُ بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَ اْلقُرْآنِ وَ جَعَلَهُ فِى قَبْرِهِ مُشْتَغِلاً بِرِسَالَةِ النُّورِ بَدَلَ الْفَلْسَفَةِ السَّقِيمَةِ آميِنَ

    Aziz kardaşım!

    Bu hâdise dahi, Abdurrahman hâdisesi gibi bir hüccettir ki, bize şimdiki tarz-ı hayat yaramaz. Bize bu dünyada daha sâfi ve âli ve kudsî bir hayat-ı mâsumane ihsân edildiğinden ona kanâat lâzımdı. Merhum Abdurrahman gerçi muvakkaten aldandı, fakat İstanbul'da Risale-i Nur mukaddematına büyük bir hizmeti var. Hem Onuncu Söz ile tam kurtuldu, sonra gitti.

    (Sh: B-359)
    Merhum Fuat dahi, inşâallah, Risale-i Nurun feyziyle îmanını kurtarmış ve mektubu dahi, senin dediğin gibi gösteriyor ve size ve hânedânınıza mensubiyyetiyle, samimî iftiharı ve kuvvetli irtibatı, Risale-i Nur cihetiyle olduğunu hissettim.

    Ben size tâziye vermek değil, belki hem onu hem sizi tebrik ederim ki, bu zamanın dehşetli ve dalâletli hayatından kurtuldu, daha mâsum ve çok bulaşmadan gitti. Ve size cennete lâyık bir evlâd ve وِلْدَانٌ مُخَلّدُونَ sırrına mazhar oldu.

    Ben şimdiye kadar merhum Mola Abdullah ile beraber Abdurrahman'ı ve Ubeyd'i ekser duâlarımda zikr ettiğim gibi, merhum Fuad'ı dahi onlarla beraber her vakit yâd edeceğim, inşâallah.

    Evet kardaşım, dediğin gibi, Fuat'ın (R.H.) mektubu aynen Abdurrahman'ın (R.H.) mektubu misillû, Risale-i Nur'un bir şu'le kerametini gösteriyor. Yalnız Abdurrahman'ın gayet hâlis ve şimdiki tarz-ı hayattan ve tabirlerinden müberra, sâfi ifadesi onda yoktur. Eğer dünyada kalsa idi, mağlûp olmak ihtimali vardı.

    Cenâb-ı Erhamürrâhimîn hem ona, hem Risale-i Nur hânedanına ve dairesine merhamet edip, onu rahmetine ve cennete aldı, mağlûp ettirmedi, Risale-i Nurun küçük talebeleri dairesindeki makamında ibka etti. Hadsiz şükür olsun ki, bu iki kahraman biraderzadelerim vefatlarının ilânnameleriyle, Risale-i Nur şâkirdleri, îmanla kabre gireceklerine dair olan müjde-i Kur'âniyeye iki misal ve iki delil gösterdiler.

    Benim tarafımdan Risale-i Nur'la alâkadar veya bizimle dost olanlara selâm ve duâ ile, Dâvud ve Nihad iki Muhammed ve Abdülmecid ile beraber, bütün mânevî kazançlarıma her gün hissedardırlar.

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    (Sh: B-360)
    274
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık, muhlis kardaşım!

    Isparta'ya nakl-i mekân, hem tulûât-ı kalbiyeyi, hem sizinle muhabereye bir derece fütûr verdi.

    Evvelâ: Kardaşımız Sabri, Hakkı Efendiler arzularıyla, yine Eğirdir vasıtasıyla size emanet gönderilecek. On Yedinci Lem'a namındaki notaları Sabri size göndermiş veya gönderecek. Bu def'a da sırlı, kerâmetli Yirmi dokuzuncu Söz'ü size gönderiyorum. lâtif ve mânidar bir tevâfukdur ki, Husrev senin için Yirmi dokuzuncu Söz'ü yazıyordu.

    Yazdığı vakitde Husrev vasıtasıyla çok mübarek Ramazan hediyesi aynı anda gelmesiyle beraber, aynı gecede ben senin hânen tarafına ve hânene geldiğimi rü'yada gördüğüm ibi, iki gece evvel, elhak ikinci bir Husrev ve ikinci bir Süleyman olan Süleyman Rüşdü, aynen sizi görmüş. Bundan anladık ki, bizler bir menzil içindeki adamlar hükmündeyiz. Maddeten uzaklık te'siri yok ve birbirimize karşı münasebet-i âdiye dahi kayd edilir.

    Sâniyen: Şu Yirmi Dokuzuncu Söz, târifnamelerde yazıldığı gibi bir müstensih hatt-ı hakikiyesine ihtiyarsız tekarrüble, sırrı tezâhüre başlamış ve diğer müstensih hatt-ı hakikîsini bulmuş. Hakikaten ne fikirde bulunursa bulunsun, gören herkesi tasdika mecbur ediyor. Hattâ burada mühim ve müşkilpesend ülemâlar dahi, güneş gibi inanıp tasdik ediyoruz, diyerek imza ediyorlar.

    Şübhemiz kalmadı ki, İ'câz-ı Kur'ân'ın yüz cüz'ünden bir cüz'ü, şu tefsirine in'ikâs etmiş. Yalnız şu fark var ki i'caz kasdîdir, kasden de kimse muaraza edemez.

    Şu kitabın tevâfuku ise, fıtrî ihtiyarsız olmak cihetiyle hârika olur. Kerâmet sayılır. Kasdî ve sun'î bir surette muâraza edilmez.

    (Sh: B-361)
    Her ne ise şu nüshayı kardaşınız Abdülmecid bir def'a görsün. İnşâallah ona da bir vakit bir tane yazılacak, şâyet orada birisi aynen istinsah etmek niyyet etse, çok dikkat etmek gerekir, Çünki bu risalenin hurufatı da sırlı, kendine güvenmeyen yazmasın.

    Sâlisen: Kardeşimiz Fethi Bey ne haldedir, neden az görüşüyorsunuz. Ben ona çok duâ ettim ve ediyorum. Sen bir muzır me'murun yüzünden, onunla az görüşmen beni müteessir etti. Allah kabul etsin ben de ona çok def'a duâ ettim. İnşâallah tam bir arkadaş, bir muhatabın olan Hâfız Ömer, Risale-i Nur'un intişarına mühim bir vasıta olacak ki; her mektubunda onu ciddî alâkadar görüyorum.

    On Altıncı Lem'a nâmındaki üç mühim mes'eleden ibaret bir risaleyi, sizin için yazdırıyorum. Yetişirse onu da gönderiyorum. Lillâhil hamd burada gittikçe Risale-i Nurun şâkirdleri ve yazıcıları çoğalıyor. Ne vakit az fütur başlasa, bir teşvik kamçısı hükmünde bir şey zuhur ediyor.

    Ezcümle sofî meşreb ve yazıda muvakkaten tenbellik eden bir kısım kardaşlarımıza yazılan bir mektubun nüshasını, melfufen gönderiyorum. Belki tenbel olmayan, fakat tenbelleşen Abdülmecid de görür. Muhterem vâlideniz ne haldedir. Onu da merak ediyorum. Çok duâ ediyorum. Hastalığın her bir saati bir gün ibadet hükmünde olduğunu benim tarafımdan hem ona, hem Hoca Abdurrahman'a söyle, başta Pederiniz, Fethi Bey ve Hoca Abdurrahman, İmam Ömer, Kemâlettin gibi dostlara selâm ve duâ ediyorum. Ve duâlarını istiyorum.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    275
    (Eğridir Müftüsüne son ihtar.)
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Eski bir dost ve ilim noktasında bir arkadaş olmak üzere sizinle

    (Sh: B-362)
    bir hasb-i hâl edeceğim. İkimize taallûk eden mühim bir musibet-i dîniyeyi size haber veriyorum. Bunun telâfisine mümkün olduğu kadar beraber çalışmalıyız. Şöyle ki:

    Zâtınız, herkesten ziyade hizmetimize taraftar ve hararetle himayetkâr olmak lâzım gelirken, maatteessüf meçhul sebeplerle aksimize tarafgirâne ve bize karşı soğukça rakîbane baktığınızdan, oğlunuzu bu köyde yerleştirip ona dost-ahbab buldurmak için çalıştınız. Neticesinde burada öyle bir vaziyet hâsıl olmuş ki, mahiyetini düşündükçe senin bedeline ruhum titriyor. Çünki اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ kaidesince bu vaziyetten gelen günahlardan, seyyiâttan siz mes'ûlsünüz.

    Zehire tiryâk nâmı vermekle, tiryâk olmadığı gibi; zındıka hissiyâtını veren ve dinsizliğe zemin ihzâr eden bir hey'etin vaziyetine, ne nam verilirse verilsin, Genç Yurdu denilsin, hattâ Mübarekler Yurdu denilsin, ne denilirse denilsin o mânâ değişmez. Başka yerlerde, Genç Yurdu ve Tüklük Meclisi, Teceddüd Mahfeli gibi isim ve ünvanlarla bulunan hey'etler, başka şekillerde zararsız bir surette bulunabilirler.

    Fakat bu köyde mâdem sekiz senedir ki, sırf esâsât-ı îmaniye, usûl-i hakâik-ı dîniye ile meşgulüz. Elbette bu köyde bize karşı muannidâne bir hey'etin tâkib edeceği esas, imansızlığa ve usûl-i dîniyeye muhalif, hatta zındıka hesabına bir hareket yerine girer. Bilinsin bilinmesin netice öyle çıkar. Çünki, bu havâlide umumca tebeyyün etmiş ki, siyaset cereyanlarıyla alâkadar değilim, belki yalnız hakâik-ı dîniye ile meşgulüz. Şimdi burada birisi bize muhalif hareket etse, hükümet hesabına olamaz; çünki mesleğimiz siyasî değil. Hem yeni bid'alar hesabına da olamaz, çünki hakikî meşgalemiz esâsât-ı imâniye ve Kur'âniyedir.

    Hem resmî diyanet dairesinin emirleri hesabına dahi değil, çünki emirlerini tenkid ve muhalefet meşgalesi bizi kudsî hizmetimizden men'ettiği için, o meşgaleyi başkasına bırakıp onunla meşgul olmuyoruz. Mümkün olduğu kadar o emirllere karşı temas ettirmemeye çalışıyoruz.

    (Sh: B-363)
    Öyle ise, sekiz sene bu cereyan-ı îmanî merkezi olan bu köyde, bize karşı muhalefetkârâne ve mütecâvizâne vaziyet alan, ne nam verilirse verilsin, muhalefeti zındıka hesabına ve îmansızlık namına kaydedilecek.

    İşte sizin ilminize ve makam-ı içtimaînize ve mensab-ı fetvanıza ve bu havâlideki nüfuzunuza ve evlâd hakkındaki müfrit şefkatinizden gelen teşvikkârâne muavenetinize istinâd ederek, burada hem beni, hem seni pek ciddî alâkadar edecek bir vaziyet vücuda geliyor.

    Ben kendim burada muvakkatım, ıslâhına da mükellef değilim, belki bir derece mes'uliyetten kurtulabilirim. Fakat zâtınız hem sebeb hem nokta-i istinad olduğunuzdan, o vaziyetten gelen müdhiş meyveler defter-i a'mâlinize geçmemek için, her şeyden evvel bu vaziyeti ıslah etmelisiniz veyahut oğlunu buradan çek (Hâşiye) o daimî senin mânevî zararına günah işleyecek tezgâhı tebdil etmeye çalış. Zâtınıza bu tezgâhın mahsulâtından nümune olarak sizin hesabınıza, bana muhalif suretinde gelen yalnız iki küçük nünuneyi göstereceğim:

    Birincisi: Beni haddimden çok fazla hüsn-ü zanda bulunan ve hareketimi herkesten ziyade hak telâkki eden bir ehl-i ilim, sana itimaden oğlunuza meslekçe dostluk etmiş. O adam bir gün yanıma geldi. Hususî odamda namazımı kılmak vakti geldi. Benimle beraber cemaatle kılmak onun yanında çok ehemmiyetli olduğu halde, gizli Ezân-ı Muhammedîyi (A.S.M.) işitmekten kulağı müteneffirâne,


    (Hâşiye): Hiç kimseye söylemediğim, hattâ düşünmesini de istemediğim, Kur'ânî hizmetimize zarar veren bir hâleti söyleyeceğim: Zâtınız bir zaman bize dost göründüğünüzden, senin oğlun talebe gibi yanıma geliyordu. Ciddî istifadeye çalışıyordu. Değil bana sıkıntı vermek, belki ihtar etmesi, ciddî telâkki ediyordu. Vaktâki zâtınız bana karşı rakibâne bir vaziyet aldınız, oğlunuz da o vaziyetin te'sîriyle öyle bir şekle girdi ki, en muti' talebeden, en merhametsiz bir düşman vaziyetine geldi. O zamandan beri çektiğim sıkıntıların ve hizmet-i Kur'âniyemize gelen zararların kısm-ı a'zamı, oğlunuzun yüzünden ve senin o rakibâne vaziyetinden geldiğine şübhe kalmadı. Senin nüfûzun ve şerefin olması idi, oğlun böyle şeylere müdahale edemezdi.
    Her ne ise... Sizi bütün bütün gücendirmemek için kısa kesiyorum. Kardeşim Hakkı Efendinin hâtırı için ben hakkımı helâl ederim. Fakat bizi istihdam eden ve hizmetine kabul eden Kur'ân-ı Hakîm'in darbesinden korkmalı, belki o helâl etmez.

    (Sh: B-364)
    havftan gelen istikrah ile, kaltı kaçtı. Bu işe sen fetva ver. Fahr-i Âlem (A.S.M 'ın en nuranî, leziz, kudsî kelimatını işitmekten kaçan bir kulağın altında olan kalbde bulunan iman, ne hale girdiğini sen söyle!

    Bu böyle olsa, başka câhil yahut gençler, o meslekte nasıl boya alırlar,kıyas ediniz. Benimle beraber bu işe ağlayınız.

    İkincisi: Bir dostum var idi, takvâsı ifrat derecesinde idi. Benim yanıma geldiği vakit, âhirete ait en güzel parçaları bana gösteriyordu ve ihtar ediyordu. Zâtınız onu bir derece benden soğutmak ve senin oğluna dost yapmak suretinde onunla konuşmuşsunuz.

    İşte o zât, o telkinattan sonra geçen ramazanda bir gün, bana Hülâgû ve Cengiz vâkıalarını okutmak için gisterdi. "Aman bunları oku" dedi. Ben kemâl-i taaccüb ve hayretten dedim: "Kardaşım sen divane mi oldun? Benim Delâil-i Hayrât'ı okumağa vaktim yok. Böyle zalemelerin sergüzeşt-i zâlimânelerini, bu Ramazan-ı Şerifte bana okutmak hissini nereden kaptın" dedim. Haftada iki def'a yanıma gelen o has dostumu, iki ayda bir defa daha göremedim. Fakat hakkında inâyet vardı, o halden kurtuldu.

    Her ne ise, Bu nev'den olan elîm hâdiseler çoktur. Hakikatlı bir kardeşimin neseben kardeşi olduğunuzdan haşînâne değil, mülâyimane bir surette olan bu dertleşmekten gücenmeyiniz.

    Said Nursî

    276
    MESLEĞİMİZİN BİR MEDAR-I ŞEVKİ VE ZEVKİ OLAN
    TEVAFUK LETÂİFİNDEN ÜÇ-DÖRT NÜMUNE:

    Birincisi: İktisad Risalesi, birbirinden habersiz altı müstensihin yazdıkları altı nüshada, eliflerin elli üç adedinde tevafukları, te'lif ve istinsah tarihi olan elli üçe muvafık gelmesidir. Sonra baktım ki asıl müsvedde-i ûlâda çok çıkıntı ve tashihler ile beraber elli üç aded sırrını muhafaza ettiğini hayret ile gördük.

    İkincisi: Risalelerin Fihristesi tamam yazıldıktan sonra, birinci

    (Sh: B-365)
    müsevvid, ihtiyarsız "Bu güzel fihriste tamam oldu" deyip yazmış. O müsevvid hesab-ı ebcedi hiç bilmediği gibi, hiç bir şey de düşünmemiş. "Bu güzel fihriste tamam oldu", aynen bin üç yüz elli iki tarihini gösterip fihristenin tarih-i te'lif ve istinsahını göstermiştir.

    Üçüncüsü: Yirmi Üçüncü Lem'a'nın, müsveddeden tebyiz edilirken, hiç eliflerin adedini hâtıra getirmeden, yazıldıktan sonra yüz yirmi sekizinci risale olduğuna işareten yüz yirmi sekiz elif olmasıdır.

    Dördüncüsü: Dünkü gün Mu'cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) tashih edilirken küçük, lâtif iki tevafukun on dakika fasıla ile vücuda gelmesidir. Şöyle ki:

    İkişer arkadaş Mu'cizat-ı Ahmediye ve Mi'râc'ı ayrı ayrı tashih ediyorlardı. Mi'rac'ın altı yüz satırı içinde bir tek satır, kuru direğin ağlamasından bahsediyor. Mu'cizat-ı Ahmediye yüz elli sahife içinde bir sahife o bahse dairdir. Birden o iki kısım musahhihler aynı kelimeyi söylüyorlarken, içlerinden bir efendi intikal etti, iki kısım aynı kelimeyi söylüyoruz dedi. Baktık, fevkalâde bir surette iki tashih aynı kelime üzerindedir.

    On dakika sonra, yedi mu'cizeye mazhar yedi çocuğun bahsi tashih edilirken, umulmadığı bir zamanda, hâzır zâtların nazarında mübarek Meliha isminde beş yaşında bir çocuk geldi oturdu. Çocukların bahsini zevk ile dinlemeye başladı. Çay verdik, çocuk bahsi bitinceye kadar içmedi. Hâzır olan biz dört kişi şübhemiz kalmadı ki, sırr-ı tevafukun birinci menba'ı olan Mu'cizat-ı Ahmediye'nin te'lifçe ve istinsahça ve kırâatça ve hârika tevafukça kerâmetini gösterdiği gibi, bu iki küçük tevafukla, yine o kerâmetin şuâ'ından iki lâtifeyi gösterdi.

    Hem bir sene evvel bir seyre giderken, arkamdan bir kız çocuğuyla bir kadın geliyorlardı. Ben yoldan çıktım, yolu onlara bıraktım. Baktım beni geçmiyorlar, sıkıldım. Acele geçtim bir bahçeye girdim, baktım onlar da bahçeye girdiler. Hem hiddet hem

    (Sh: B-366)
    hayret ettim. Mu'cizât-ı Ahmediye elimde idi. Tefe'ül gibi açtım. En evvel gözüme ilişen ve yalnız risalede bir tek def'a zikredilen bir isim ki, aynı o kadının ismini o sahife içinde gördüm. Baktım, o kadını tanıdım. Fesübhânallah dedim. Bunlar kim olduklarını anlamak için,daha evvel o kitaba baksa idim, bu hayretten kurtulacaktım. Bu hâdiseye hem ben, hem hâzır olan Şamlı Hafız ve hâdiseyi anlayan o kadın ve başkaları hayret ettik.

    Said Nursî
    277
    Kalben rahatsızlığım dolayısiyle, Kurban Bayramına kadar Süleyman Efendi, Şamlı Hâfız Tevfik, Abdullah Çavuş ve Mustafa Çavuş'tan başka kimseyi kabul etmiyorum. Affedersiniz gücenmeyiniz.

    Said Nursî

    278
    ISPARTA CUMHURİYET MÜDDE-İ UMUMخLİĞİNE


    Dokuz senedir, beni bu memlekette sebebsiz olarak ikamete me'mur ettiler. Hâriçle ihtilâttan men'olduğum için çalışamadım, perişan bu gurbette kimsesiz kaldım. On üç seneden beri, beni bu vilâyette tanıyanların tasdikleri tahtında, siyasetle hiçbir cihetle alâkam kalmadığına delilim şudur ki: On üç seneden beri, bir gazeteyi okumadığımı ve dinlemediğimi sekiz sene oturduğum Barla halkı ile işhâd ediyorum. On üç sene, bu zamanda siyasetin lisanı olan gazeteyi dinlemeyen, işitmeyen, istemeyen bir adamın siyasetle alâkası olmadığı ve sekiz aydan beri merkez-i vilâyette bütün buradaki benimle temas edenlerin şehâdetleriyle, siyasete taallûk eden hiçbir mes'eleye temas etmediğimi gösterebilirim.

    Bu hâlimle beraber, bu senenin Kurban Bayramında fıtraten sohbetten hoşlanmadığım için, hiç kimseyi kabul etmediğimi gösterir bir-iki satırlık yazı ile kapımda yazdığım ve hiç bir kimse de gelmediği halde, bu mübarek bayramın dört gününde bir polis bulundurulmak suretiyle benim gibi garib, ihtiyar, hastalıklı bir adama şüphe isnad

    (Sh: B-367)
    ederek tarassud ettirmek ve hareket-i şahsiyemi bilâsebeb taht-ı nezârette bulundurmakla verilen tazyik ve sıkıntı kâfi gelmiyormuş gibi, bu senenin Nisanının dördüncü günü, kış münasebetiyle ve mütemâdiyen harekâtımın tâkib ve tarassud edilmesinden dolayı hârice çıkmadığımdan sıkılmıştım.

    İşte o günü, altı aylık ızdırabımı tahfif etmek ve biraz teneffüs ve rahatsızlığımı izale etmek için, havanın güzelliğinden istifade ederek gezmeye gitmiştim. Avdetimde bir komiser ile iki polis ikamet ettiğim evimin kapısında ve bir komiserle iki polis de bahçenin dışarısında bulunuyorlardı. İçeriye girdim, komiser ve iki polis beni tâkib ettiler. Odama çıktım, onlar da arkamda idiler. Benimle beraber girdiler, taharriye başladılar.

    Dokuz seneden beri ihtilâttan bilâsebeb men'edildiğimden, mesleğim itibariyle Kur'ân ve îman ile hasr-ı iştigal etmiştim. Ve onun neticesi olarak yazdırdığım eserlerden;

    Birisi, Kur'ân-ı Hakîm'deki iki bin sekiz yüz küsur lâfza-i celâlin bir sırr-ı kerametini ve bir nakş-ı i'câzını gösterecek, en müstesna bir hat ile yazılmış gayetle kıymettâr yirmiden fazla Kur'ân-ı Kerîm cüzlerini,

    2- Bekay-ı ruh ve melâike ve haşrin hakkaniyetine dair Yirmi Dokuzuncu Söz nâmı altındaki risalenin içinde tezahür eden, kendimce en ekall bin liraya değer bir sırr-ı azîmi gösteren risaleyi,

    3- Hazret-i Peygamberin risaletini güneş gibi isbat eden ve hârika bir surette on iki saatte te'lif edilen yüz elli sahifelik On Dokuzuncu Mektub nâmı altında Mu'cizat-ı Ahmediye risalesini, ki o mu'cizâtın kerâmeti olarak, o risalede tevafuk nâmıyla öyle bir sırr-ı azîm tezahür etmiş ki, o risale tek başıyla maddeten bin lira kadar kendimizce kıymettardır.

    4- Vahdâniyet-i İlâhiyeyi güneş gibi isbat eden ve Kur'ân'ın otuz üç âyet-i azîmesini tefsir eden Otuz Üç Pencere nâmındaki Otuz Üçüncü Mektub ki, sırr-ı tevafukla beraber kıymet-i ilmiyesi ve edebiyesi itibariyle ehl-i tevhidce yalnız maddeten bin lira kadar ehemmiyetli olan risaleyi,

    (Sh: B-368)
    5- Şirkin esasını ref' edip, vahdâniyeti nihayetsiz derecede kuvvetle isbat eden Otuz İkinci Söz nâmı altındaki eseri ki, o eser bir âlim tarafından zâyi edilse, onu elde etmek için bin lira tereddütsüz vereceğini zannettiğim misilsiz risalemden mevcud her iki tanesini,

    6- İsraftan kurtarmak ve bu fakir milleti iktisada alıştırmak için yazdığım, küçük fakat müstesna bir ehemmiyette olan İktisad Risalesi ismindeki risalemin mevcud olan her üç nüshasını,

    7- Kendi ihtiyarlığımdan dolayı, îman noktasında Kur'ân'dan bulduğum rica ve teselli nurlarından kaleme aldığım ve mevcudu tam üç nüsha ve iki nüsha da noksan olarak umum beş parçasını ki, bence bu risale benim gibi kabre yakınlaşmış bir ihtiyar adama kıymet takdir edilmeyecek derecede yüksek bir hakikat ile yazılmıştır.

    8- On beş sene evvel Arapça olarak tab' edilen, Harb-i Umumîde ateş içinde yazıldığı için, o zamandaki Başkumandanın bu yâdigâr-ı harbin hayrına iştirâk etmek niyetiyle kâğıdını kendisi verdiği İşârâtü'l-İ'câz tefsirini;

    Hem üç yüz otuz beş senesinde İstanbul'da tab' edilen Katre, Şemme, Habbe, Habbenin Zeyli ve Ankara'da Yeni Gün Matbaasında Zeylinin Zeyli ve Ankara Matbaasında tab' edilen Hubab ve İstanbul'da tab' edilen Zühre ve Şûle gibi risaleleri hâvi Arapça matbu bir mecmuamı ve İstanbul'da on beş sene evvel tab' edilen Sünuhat ismindeki kıymettar iki matbu risalemi ve hem biraderzâdem Abdurrahman tarafından, on beş sene evvel İstanbul'da tab' ettirilen Tarihçe-i Hayatımın bir kısmına ait matbu risalemden üç nüshası tamam ve beş altı nüshası noksan kitaplarımı ve hem de İstanbul'da yeni huruf çıkmadan evvel tab'ettirdiğim Onuncu Söz nâmında gayet kıymettar haşri ve kıyameti gündüz gibi isbat eden risalemi ve daha bilmediğim hususuî ve şahsî ve îmanî evraklarımı ve risalelerimi tekrar iade etmek üzere, o taharri neticesinde alıp götürdüler.

    Bu taharriyatta o kadar ileri gidildi ki, altı ay evvel oturduğum
    (Sh: B-369)
    köşkten şimdiki oturduğum köşke nakledilince, sandalye, şişe, demir ve sâir eşyaya aid listeye varıncaya kadar aldılar ve el'ân da iade edilmedi.

    Dokuz seneden beri bu memlekette ve bu kadar dostlarımla temas ettiğim halde, şimdiye kadar hiç bir cürüm bana isnad edilmedi ve hiç bir vukuatım da olmadı ve hayatımda dâî-i şübhe hiç bir emâre vücud bulmadı ve menfîliğim de, sebebsiz ve ancak ihtiyat ve tevehhüm yüzünden olmakla inziva ettiğim bir mağaradan çıkartılarak menfîlerle birlikte nefyedildim. Bu müddet zarfında siyasetle ve dünya ile alâkam olmadığına, bu memleketteki dokuz senelik tarz-ı Hayatımın şehâdetiyle beraber, risalelerimde gerek emniyet dairesi ve gerekse hükûmet dairesi dâî-i şübhe bir şey bulmadıklarıdır (Hâşiye). Eğer bir cürmüm varsa, dokuz seneden beri mütemâdiyen dikkat ettikleri halde, cürmümü görmeyen veya gösteremeyenler, şimdi göstermeye mecburdurlar.

    Şu kitab zayiatımdan lâakal şahsî iki bin lira zararım var. Çünki, bunların hiç birisinin başka bir nüshasını bende bırakmadılar. Vaktiyle tab' etmek için, yalnız İşârâtü'l-İ'câz tefsirine iki yüz elli lira verdim. Arabî mecmuası üç yüz lira. Ve yirmi Dokuzuncu Söz ve On Dokuzuncu Söz'lerde o sırr-ı azîme hiç bir âlim ve hiç bir edib yoktur ki, "Bin lira kıymetindedir" demesin.

    Ve bir de, on üç sene evvel hükûmet Darü'l-Hikmet'te yüz lira maaş alacak kadar iş görebilecek bir adam nazarıyla bana bakmış, ayda yüz lira maaş vermiş. Bu sekiz senede beni, yarım saat bir köy olan İlâma'ya iki def'adan fazla gitmeye müsaade edilmeyecek


    (Hâşiye): Cây-i dikkattir ki, sekiz-dokuz seneden beri zulüm ve tazyikat altında gizlemeye mecbur olduğum en eski ve en mahrem evrakları âni olarak taharri edip hiç bir şey bırakmıyarak alındığı halde, mûcub-i telâş ve dâi-i endişe ve medar-ı hicab ve hacâlet bir şey bulunmaması, garazkâr su'-i zanlı ehl-i dünyanın ona karşı ettikleri haksız tazyikat ve tarassut ne kadar çirkin ve hatâ olduğunu gösteriyor.

    Acaba onu ittiham eden ve kendini vatana ve millete sâdık tevehhüm eden ehl-i dünyanın en büyük me'murundan en küçüğüne kadar, değil sekiz-dokuz sene, belki sekiz-dokuz ay zarfında en mahrem ve en gizli evrakı meydana atılıp tedkik edilse, ona telâş verecek ve utandıracak sekiz-dokuz madde çıkmaz mı?

    (Sh: B-370)
    derecede ihtilât ve gezmekten men'edildiğim gibi, bir vâridâtım, bir malım olmamakla beraber, o köyde benim gibi bir adam çalışacak iş bulamadığımdan ve kimsenin bir şey'ini de kabul etmemek, bir meslek-i hayatım olduğundan, çektiğim perişaniyet ve zarar ve ziyanın takdirini müdde-i umumîliğe havale ederek, ya kitaplarımın hepsinin iadesini, veyahut bu husustaki zarar ve ziyanımın müsebbiblerinden tazminini dâva ediyorum.

    Tetimme: Hükûmetin kanunu, tarikat dersi vermeğe ve nusha yazmağa ve nüfuz temin etmeğe müsaade etmediği ve ben de bunlarla alâkadar olmadğım ve hükûmet de yanıma gelen ziyaretçileri hoş görmediği için; bazı adam müteaddid def'a tarikat ve nusha niyetiyle yanıma gelmek istedi. Ben de hükûmetin kanununa riayet etmek ve hükûmet memurlarını sebebsiz kuşkulandırmamak için kabul etmeyip reddettim.

    Mesmûatıma göre, bu halden muğber olanlar yalan ve asılsız bir surette isnâdatta bulunmuş. Böyle hükûmetin kanununa riayeten reddettiğim kimseler yüzünden beni böyle sıkıştırmaktan, hilâf-ı kanun hareket etmediğim için, böyle azab vermek, kanunu dinlememeye mecburiyet vaziyetini veriyorlar mânâsı çıkıyor.

    Dokuz senedir dünyevî hayatıma gelen her türlü işkencelere tahammül edip sabrettim. Sükût ettim. Fakat dünyalarına karışmadığım halde, böyle hayat-ı uhreviyeme sû'-i kasd suretindeki taarruz karşısında sabrım tükendi. Hakkımı aramak için ikame-i dâvaya mecbur oldum.

    Said Nursî

    (Sh: B-371)

    Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Barlada iken, Hulusi ağabeyimize gönderdiği bazı mektublar, son zamanlarda eski evlerinin duvarında, teneke kutular içinde bulunmuş, (vefatımdan sonra Sadakatlı Vârisim) hitabına mazhar, muhterem Hulûsî ağabeyimizin arzu ve emirleri üzerine Lâhika'ya bu mektublar da ilave edilmiştir.

    Nâşir

    279
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

    Aziz âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur'ân'da gayretli arkadaşım ve ders-i esrar-ı îmanîde zekavetli ve ferasetli talebem.

    VE VEFATIMDAN SONRA SADAKATLİ VARİSİM, BİRADERZADEM...

    Şimdilik şu çam ağacı üstünde seni hazır ediyorum. Seninle konuşuyorum.

    Evvela: Sana geçen mektubta yazdığım şu fıkrayı "Der tarîki acz-i mendi lâzım âmed çâr-ı çiz: Acz-i Mutlak, Fakr-ı Mutlak, Şükr-ü Mutlak, Şevk-i Mutlak ey Aziz" Elbette fehmini merak etmişsiniz. İşte Acz ve Fakr sırları, çok Sözlerde bahusus Yedinci Sözde anlarsınız. "Şükr-ü Mutlar sırrı ise, Yirmi Dördüncü Sözün Beşinci Dalının İkinci Meyvesi güzelce gösterdiği gibi, sâir Sözler dahi, o esas üzerine gidiyorlar." "Şevk-i Mutlak" ise Otuzikinci Sözün, İkinci Mevkıfının, Üçüncü Maksadının rumuzları ve Üçüncü Mevkıfının çok yerlerinde o sır izhar edilmiştir.

    Saniyen: Sen ve Hakkı Efendi, beni çok memnun ve mesrur ettiniz ki: Gayet güzel Otuz İkinci Sözü sen ve Yirmi Dokuzuncu Sözü Hakkı efendi yazdınız. Cenâb-ı Hak sizlere yazdığınız o risalelerin hurufatı adedince, size Rahmetiyle hasenat yazsın.


    (Sh: B-372)
    Kardeşlerim, çok güzel yazmışsınız. Yanlışları azdır, fakat Yirmi Dokuzuncu Sözde hem evvel, sen bana yazdığın ve bu defa da Hakkı efendinin yazdığında, bazı aynı yerde noksan var, demek nüshanız yanlıştır.

    Ezcümle İkinci Esasın Onuncu Medarında وَماَ رَبُّكَ بَظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ bahsinde "zâlim, fâcir, gaddar insanlar gayet refah, rahatla ömür geçiriyorlar." Orada şu fıkra noksandır. "Mazlum, müteddeyyin, hüsn-ü hulk sahibi bazı insanlar gayet zahmet ve zilletle ömrünü geçiriyorlar.

    Hem Otuz İkinci Sözün âhirindeki Münacatdaوَاَنَا الخَائِفُ اَنْتَ الاَمِينُ fıkrasından sonraانت الجوَّاد وانا المسكين fıkraları noksandır. Hem o Sözün birinci Mevkifının âhirindeki Arabî şiirinوَتَنْشِدُ للفاطر المدائح المبهره او فتحت بكثرة عيونها المبصر ه den sonra şu fıkra geliyor.لتنظر للصانع العجائب المنشره او زينب لعيدها اعضائها المخضره الخ ...

    Hem o Sözün İkinci Mevkıfının İkinci Maksadının Hâtimesindeki Haşir bahsinin âhirinde şöyle yazılmış. "Hikmet-i Rabbaniye iktiza etmiş ise, onları yahut bazılarını dahi yapar." doğrusu şudur ki: "Hikmet-i Rabbaniye iktiza etmiş ise, haşir ve neşr'i insanî ile beraber umum onları dahi yapacak veyahut mühim bazılarını yapar." Daha bunlar gibi manaya zarar verecek yanlışlar var. Fakat azdır.

    Salisen: (İkinci mektup).. O mezkur ve malum talebesinin hediyesine karşı cevaptan bir parçadır" da var.

    Beşincisi: ...... (Bana nahoş geliyor) cümlesinden sonra

    İşte bu gibi esaslar için insanlardan istiğna ve tevekküle itimad edip ve kanaat ve iktisad ile amel ediyorum. İşte kardaşım, senin maddi hediyene mukabil, bu sırrımın keşfi sana manevi bir hediye olsun.

    Hem demişsin ki, senin şalvarınla mübadele ediyorum. Benim namıma kime isterseniz veriniz.

    Ey Kardaşım, kabul ettim, elli yamalı bendeki senin şalvarını yine kendime verdim. Çünkü: Elli yamalı şalvarı beğenecek kendimden başka bulamadım.
    (Sh: B-373)
    Bu günlerde yanıma Ali Efendi ve Hamza'zâde Muhammed Efendi geldiler. Dediler Kaidenizi kırmalı "Sıddıkınız Hulusi beyin hatırını kırmamalı" bende kaidemi kırdım, senin hatırını kırmadım.

    Sair ihvanlara hususan Müftü Efendi ve Şeyh Mustafa ve Semerci Hüseyin ve Mevlevi Hüseyin ve Maşacı Hacı Hafız ve Müderris Mustafa ve Mülazım Edhem ve Doktor ve Bekir Sıdkı gibi dostlara selamımı tebliğ et.

    Ekseri sana ettiğim hitapta, Hakkı Efendi beraberdir. Ve öyle niyyet ediyorum. Çünkü: İttifakınız ittihad derecesinde olduğundan, ikiniz bence birsiniz. Onun için, ayrı birşey yazamadığımdan gücenmesin. Şimdilik Allah'a ısmarladık. Allah'a emanet olunuz. 22 - Temmuz - 1930

    Altıncısı: ....... Eserdekinin aynısıdır.

    اَلْبَاقِى هُوَاْلبَاقِى
    Kardaşınız Said Nursî

    280

  4. #4
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz kardeşim Re'fet Bey!

    Bu sabah namazdan sonra başımı çevirdim, Re'fet Beyi gördüm zannettim. Geceleyin bir torba bal ve içinde dolu altın, mübarek bir talebeme veriyordum. Arkamdaki zât demek Re'fet Beyin kalb ve ruhunu taşıyor. Hem dellâlı olduğum hazinenin en kıymettar, en tatlı şey'i bizim vasıtamızla satın almak istiyor. Sonra gördüm ki, senin ikinci bir nüshandır (yani Seynahî'dir.)

    O rü'yada ikiniz hissedarsınız, paylaşırsınız, her ne ise... Sizin bu def'a yazdığınız Söz ziyade hoşuma gittiği için, evvelce sana dediğim gibi, başka hatlara nisbeten senin hattın gözüme eski dost göründüğünün sırrını anladım ki, merhum birâderzâdem Abdurrahman'ın hattına benziyor. Bu hat kendini göstermeli. İştiyâkın oldukça böyle intihab ettiğin risaleleri yazsanız mübarek olur.

    Hulûsi, Abdurrahman'ın yerine çendan geçmiş. Şu yazı müşâbeheti bana müjde ediyor ki, bir Abdurrahman Re'fet'ten de çıkacak. Mürekkeb hakkında düşündüğün iyidir. Elde gezecek, güzel olmak şartıyla sabit olsun. Kendinize yazdığınız parlak olsun. Çünki, mütalâaya iştiyâk ve iştihâyı açar.

    Yeni Sözler ile alâkadarlık edenlere, evvelki üç Hafız ile mutaf Hafız Mahmud Efendi'ye selâm, hem dua ediyorum. Sebat etsinler;

    (Sh: B-344)
    onları kardaş dairesine dâhil etmişim, talebe dairesine girmeye çalışsınlar. Siz kimi intihab etseniz benim de kabulümdür. Hoca ismail Hakkı Efendi'ye çok selâm ve duâ ediyorum. Mâdem az adam ile konuşan İşârâtü'l-İ'caz onunla hayli konuşmuş, ben de o zâtı ale'r-re's-i vel'ayn kabul ediyorum. İşârâtü'l-İ'caz ile iktifâ etmesin. İşârâtü'l-İ'cazı tefsir eden ve hakâikını aydınlattıran ve göz görür derecesinde gösteren Sözler'i, Mektublar'ı okusun. Hususan Yirmi Beşinci, Yirmi Altıncı Sözleri, Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektubları gibi intihab ettiği risaleleri de okusun. Başta Bekir ve Husrev kardaşlarıma selâm ve duâ ederim ve dualarını isterim.

    Vehhâbî mes'elesi dünkü gün elime geçti, baktım sana göndermek ruhum istedi. Başka bir surette Re'fet kendi geldi, kendi kitabını kendine götürdü.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Said Nursî

    Senin ve Husrev'in yazıları beni hiç yormuyor. Çünkü yanlışları azdır. Fakat başkalar, bir def'a kendileri tashih etmeden bana geliyor. Hâfızama itimad edip, yalnız tashih edip yoruluyorum. Sâirlerin yazdıklarını sizler mukabele edip, ba'dehu bana gönderseniz daha iyi olur.

    261
    ِباسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık, gayyûr, ciddî kardeşlerim Re'fet Bey, Husrev Efendi!

    Sizler çokların medar-ı intibahı oldunuz ve hüsn-ü misâl oldunuz. اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca vasıtanızla ve size iktidâ ile hizmet-i Kur'âniyeye girenlerin kazandıkları hasenâtın bir misli, inşâallah sahife-i a'mâlinize geçer. Bu def'aki, isimlerini yazdığınız Hâfız Bekir, Hâfız Tahir, Hâfız Şükrü Efendileri kardeş kabul ettim. Talebe olmağa da çalışsınlar, selâmımı onlara tebliğ ediniz. Size bu def'a avâm-ı

    (Sh: B-345)
    mü'minîn hakkındaki kerâmete benzer işler nev'inden ve ma'venet-i ilâhiye tesmiye edilen iki cüz'î hâdiseyi söyleyeceğim:

    Birincisi: Bir iki arkadışımız On dokuzuncu Mektub'u yazmışlar. Birisinin dördüncü cüz'ünde salâvat-ı şerife iki-üç sahife müstesna üç dört salâvattan başka bütün salâvatlar birbirine bakıyor. Ben de hayrette kalarak işaretler koydum. Diğerinde ikinci, üçüncü cüz'ünde beş altı sahife müstesna, bütün sahifelerde salâvatları birbirine müvazi, birbirine bakıyor, işaretler vaz'ettim. Kime gösterdim, hayrette kaldı. Görenler müttefikan karar verdiler ki, umum Sözler'de mânevî i'câz-ı Kur'ân'ın bir şuâı in'ikas ettiği gibi, On dokuzuncu Mektub'dan bilhassa Mu'cizât-ı Ahmediyenin bir nev' şuâı salâvat-ı şerife suretinde in'ikâs etmiştir. Hem görenler karar verdiler ki, Sözler'e mahsus bilhassa On dokuzuncu Mektub'a has bir tarz-ı hat var. Eğer o tarz hatt'a tevfikan yazılsa, çok garib letâfetler görünecektir. Her vakit musırrâne, her yazana "seyrek ve güzel yazınız" derdim Şimdi anlaşılıyor ki, o mânevî has hattı tavsiye etmek için, intak-ı hak kabilinden bana söylettiriliyordu. Şu hakikatı ve mânevi tarz-ı hatt'a en yakın, Küçük Hâfız Zühdü'nün ve Eşref'in ve Kuleönlü Mustafa'nındır ki o muvâfakat, müvâzenet onların hattında daha ziyade görünüyor. Her vakit ben görüyordum, dikkatli yazanlarda bazı bir satır atlıyor, bir kelime yanlış yazmayan bir satır yanlış yazıyordu. Meğerse, Sözler'deki fevkalâde bir letâfetin eseri olarak tevafukat atlattırıyor.

    İkinci hâdiseyi yazmağa kâğıdımız müsaid olmadığından kestim.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    262
    Re'fet Bey!

    Senin çok antika iki mu'cize-i kudret, müzehânemi tezyin etti. Âdi zannettiğimiz şeylerde, ne kadar hârikulâde işler bulunduğunu ihtar ediyorlar. Şu On dokuzuncu Mektub'da ikinci, üçüncü
    (Sh: B-346)
    cüz'ünde salâvat-ı şerifenin her sahifede birbirine bakması tesadüf işi olamaz. Çünki tesâdüf, onda bir tevafuk eder. Bu ise onda dokuz tevafuk var.

    Demek ne şuursuz tesadüfün işi ve ne de benim ve ne de kâtiblerin düşünüşüdür. Çünki ben yeni anlıyorum, kâtipler benden sonra anladılar. Demek gaybî bir kasd ve irade ile, umum Sözler'de ve bilhassa On dokuzuncu Mektub'daki salâvât-ı şerife de hârika bir letâfeti irâde etmiş. O tevafukat ise, gaybî bir kasd ile dercedilen bir belâgat ve letâfetin tereşşuhâtıdır.

    Said Nursî
    263
    (14 Nisan 1934 Çarşamba)

    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık, müdakkik, meraklı kardeşim Re'fet Bey,

    Nâmınıza yazılan on ikinci Lem'a'nın izâha muhtaç noktalarının izahına şimdilik ihtiyaç yoktur. Asıl maksad, âyâta gelen evhamın def'ine kifâyetidir. Ve bu nokta-i nazarda kâfi derecede herkes fehmeder. Her risalede herkesin hissesi var, fakat herkes her şey'ini bilmek lâzım değildir. Mirkatü's-Sünnet ve vahdetü'l-vücuda dair iki risaleyi nasıl buldunuz? Elbette kıymet-şinas nazarın onları takdir etmiş.

    Bu def'aki suâlinizin iki ciheti var: Biri; sırr-ı Âl-i Abâ ciheti ki, o sırdır. Ben o sırrın ehli değilim ki, cevab vereyim, yahut herbir sırrın izharı kaleme gelmez. Çünki, Hakikat-ı Muhammediyenin bir cilvesi o Âl-i Abâ'da tezahür ediyor. İkinci cihet-i zâhirîsi ise zâhirdir. Ezcümle: Sahih-i Müslim'de Ümmü'l-Mü'minîn Âişe-i Sıddîka (R.A.)'dan mervîdir ki, demiş:

    خَرَجَ النَّبِىُّ غَدَاةَ غَدٍ وَعَلَيْهِ مِرْطٌ مُرَجَّلٌ مِنْ شَعْرٍ اَسْوَدَ فَجَاءَ الْحَسَنُ فَاَدْخَلَهُ فِيهِ ثُمَّ جَاءَ الْحُسَيْنُ فَاَدْخَلَهُ ثُمَّ جَاءَتْ فَاطِمَةُ فَاَدْخَلَهَا ثُمَّ جَاءَ

    (Sh: B-347)
    عَلِىٌّ فَاَدْخَلَهُ ثُمَّ قَالَ: اِنَّمَا يُرِيدُ اللّهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ اَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيراً


    İşte bu Hâdis-i Şerîf gibi, Kütüb-i Sitte-i Sahîha'da bu mealde kesretli hadîsler vardır ki Âl-i Abâyı gösterir. Bir zât def'-i beliyyât için istişfâ ve istişfa' için böyle demiş:
    لِى خَمْسَةٌ اُطْفِى بِهَا نَارَ الْوَبَاءِ الْخَطِمَةِ اَلْمُصْطَفَى وَ الْمُرْتَضَى وَابْنَاهُمَا وَ الْفَاطِمَ
    Gücenme, şimdilik bu kadar. Senin mektubunda isimleri zikredilen herbirerlerine ayrı ayrı selâm ve duâ ediyorum.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    Eûzü sırrına dair yazılan On Üçüncü Lem'anın yedi İşaretini gönderdim. Bakarsınız, izahı değil noksanı varsa bildiriniz.

    264
    (9 Mayıs 1934 Çarşamba)
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
    Aziz, sıddık, müdakkik kardeşim Re'fet Bey!

    Evvelâ: Nevzad-ü mübarekin dünyaya gelmesini, sizin için bir fâl-i hayr olarak tebrik ediyorum. İnşâallahوَ لَيْسَ الذّكَرُ كَاْلاُنْثَى sırrına mazhar olacak Âsım Bey gibi senin de bir kız evlâdı dünyaya gelmesi, meşrebimizde en mühim esas şefkat olduğu cihetiyle ve şefkat kahramanları kızlar olduğundan ve en sevimli mahlûk bulunduğundan, daha ziyade tebrike şâyansınız. Zannederim, bu zamanda erkek çocukların tehlikesi daha çok. Cenâb-ı Hak onu sizlere medar-ı teselli ve ünsiyet ve evinize küçük bir melâike hükmüne getirsin. "Rengi gül" ismi yerine "Zeynep" olsa daha münasibdir.
    (Sh: B-348)
    Sâniyen: Hikmetü'l-İtiâze'nin, besmele-i şerifenin sırlarına dair senin ve Şerif Efendinin ifadeleriniz kısadır. Tenkid mi, takdir mi anlaşılmıyor. Zaten mükerreren demiştim. Herkes her risalenin her mes'elesini anlamasına muhtaç değil. Ne kadar anlarsa kâfidir.

    Sâlisen: Âlem-i misâl, âlem-i ervahla âlem-i şehâdet ortasında bir berzahdır. Her ikisine birer vecihle benzer. Bir yüzü ona bakar, bir yüzü de diğerine bakar. Meselâ, âyinedeki senin misâlin sureten senin cismine benzer. Maddeten senin ruhun gibi lâtiftir. O âlem-i misâl; âlem-i ervah, âlem-i şehadet kadar vücudu kat'îdir (Hâşiye). Acâib ve garâibin meşheridir, ehl-i velâyetin tenezzühğâhıdır.

    Küçük bir âlem olan insanda kuvve-i hayâliye olduğu gibi, büyük bir insan olan âlemde dahi, bir âlem-i misâl var ki, o vazifeyi görüyor. Ve hakikatlıdır; kuvve-i hâfıza Levh-i Muhfuz'dan haber verdiği gibi, kuvve-i hayâliye dahi âlem-i misâlden haber verir.

    Başta Husrev, Bekir Bey, Rüşdü, Lütfü, Hâfız Ahmed, Sezâi, üç Hoca, üç Mehmed, hanenizdeki üç mâsum ve kayınpederin olarak oradaki kardeşlerime selâm ve duâ ediyorum.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî



    (Hâşiye): Bence Âlem-i Misâl'in vücudu meşhûddur. Âlem-i Şehâdet gibi tahakkuku bedihîdir. Hattâ rü'yâ-yı sâdıka ve keşf-i sâdık ve şeffaf şeylerdeki temessülât bu âlemden o âleme karşı açılan üç penceredir. Avâma ve herkese o âlemin bazı köşelerini gösterir.

    (Sh: B-349)

    265
    (30 Mayıs 1934 Çarşamba)
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık, müdakkik, meraklı kardeşim Re'fet Bey,

    Senin bende, bir üstadın, bir kardaşın, bir dostun var. Üstadını her risale içinde görüp, görüşürsün. Kardaşını sabah akşam dergâh-ı İlâhîde mânen ve hayâlen o, seni dua ile gördüğü gibi, sen de onu o suretle görebilirsin. Bedeki dostunu görebilmek için, buraya gelmekle zahmet çekme. Çünki, o dostun ziyarete liyâkatı yoktur. O bir, siz çoksunuz. İnşâallah o gelir, sizi orada ziyaret eder.

    وَ لَيْسَ الذّكَرُ كَاْلاُنْثَى âyetine dair şimdi cevap vermeye vaktim müsait değil, Sıhhatını bilmiyorum, fakat rivâyet ediliyor ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş ki, "Oğlan çocuğunu seviniz". demişler, "Kızları ne için istisnâ ettin?" Ferman etmiş ki: "Kızlar kendi kendini sevdirirler, onlar fıtraten sevimlidirler." Evet kız, şefkat ve cemâlin mazharı olduğundan, erkek çocuğundan daha ziyade sevilir. Bâhusus bu zamanda ebeveyn hakkında kızlar daha mübarektir. Çünki, tehlike-i dîniyyeye çok mâruz olmuyorlar.

    İkinci suâlin: İbrahim Hakkı, "Cû' ism-i a'zamdır" demesinin muradını bilmiyorum. Zâhiren mânâsızdır, belki de yanlıştır. Fakat ism-i Ralmân mâdem çoklara nisbeten ism-i a'zam vazifesini görüyor. Mânevî ve maddî cû' ve açlık o ism-i a'zamın vesile-i vüsûlü olduğuna işareten mecazî olarak, Cû' ism-i a'zamdır, yâni bir ism-i a'zama bir vesiledir, denilebilir.

    Mübarek hânenizdeki mâsumlara duâ ve ders akradaşlarına umumen selâm ediyorum.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    (Sh: B-350)
    266
    (20 Haziran 1934 Çarşamba)
    وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık, meraklı kardeşim Re'fet Bey!

    Mektubunda Letâif-i Aşere'yi suâl ediyorsun. Şimdi tarîkatı ders vermek zamanında olmadığımdan, tarîk-ı Nakşî muhakkiklerinin Letâif-i Aşereye dair eserleri var. Şimdilik vazifemiz ise, istihrac-ı esrar olduğundan, mevcud mesâili nakil değildir. Gücenme tafsilât veremiyorum. Yalnız bu kadar derim ki: Letâif-i Ayere; İmam-ı Rabbânî kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ, insanda anâsır-ı erbaanın herbir unsurdan o unsura münasib bir lâtife-i insaniye tâbir ederek, seyr-i sülûkta her mertebede bir lâtifenin terakkiyatı ve ahvâlinden icmâlen bahsetmiştir.

    Ben kendimce görüyorum ki, insanın mahiyet-i câmiasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letâif var, onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hattâ hükemâ ve ulemâ-yı zâhiri dahi, o letâif-i aşerenin pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zâhirî, havass-ı hamse-i bâtına diye, o letâif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar.

    Hattâ avâm ve havas beyninde teâruf etmiş olan insanın letâif-i aşeresi, ehl-i tarîkın letâif-i aşeresiyle münasebettardır. Meselâ: Vicdan, âsab, his, akıl, hvâ, kuvve-i şehevviyye, kuvve-i gadabiyye gibi letâifi, kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letâif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letâiften başka şâika, sâika ve hiss-i kable'l-vuku' gibi çok letâif var. Bu mes'eleye dair hakikat yazılsa çok uzun olur, vaktim de kısa olduğundan kısa kesmeye mecbur oldum.

    Senin ikinci suâlin olan,mânâ-yı ismî ile mânâ-yı harfînin bahsi ise, ilm-i nahvin umum kitapları başlarında o mes'ele izah edildiği gibi, ilm-i hakikatın Sözler ve Mektubatlar namındaki risalelerinde

    (Sh: B-351)
    temsilâtla kâfi beyânat vardır. Senin gibi zeki ve müdakkik bir zâta karşı, fazla izahat fazla oluyor. Sen âyineye baksan, eğer âyineye şişe için bakarsan, şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek simanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün فَتَبَارَكَ اللّهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ dersin. Âyine şişesi tebeî, dolayısıyle nazarın ilişir. İşte birinci surette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mâna için bakılır ki akisdir. Akis mânâ-yı ismîdir. Yâni دَلَّ عَلَى مَعْنًى فِى نَفْسِهِ olan târif-i isme bir cihette dâhildir. Ve âyine ise دَلَّ عَلَى مَعْنًى فِى غَيْرِهِolan harfin târifine mâsadak olur. Kâinat nazar-ı Kur'ânî ile, bütün mevcudatı huruftur, mânâ-yı harfiyle başkasının mânasını ifade ediyolar. Yâni; esmâsını, sıfâtını bildiriyorlar. Ruhsuz felsee ekseriya mâna-yı ismiyle bakıyor, tabiat bataklığına saplanıyor. Her ne ise... Şimdi çok konuşmaya vaktim yoktur. Hattâ fihristenin en kolay, en mühim, en âhir parçasını dahi yazamıyorum. Senin ders arkadaşların, bilhassa Husrev, Bekir, Rüşdü, Lütfü, Şeyh Mustafa, Hâfız Ahmed, Sezâi, Mehmedler, Hocalara selâm ve mübarek hanende mübarek mâsumlara duâ ediyorum.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    267
    (27 Haziran 1934 Çarşamba)
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık ve ziyade müteharrî ve müstefsir kardeşim Re'fet Bey!

    Senin fâik zekân ve dikkatin, sorduğun suallerin çoğuna cevab verebildiği için, muhtasar cevap veriyorum, gücenme. Seninle çendan

    (Sh: B-352)
    konuşmak istiyorum, fakat vaktim müsaadesizdir. Müslim-i gayr-ı mü'min ve mü'min-i gayr-ı müslimin mânası şudur ki: Bidâyet-i hürriyette İttihatçılar içine girmiş dinsizleri görüyordum ki; İslâmiyet ve Şeriat-ı Ahmediye, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve bilhassa siyaset-i Osmaniye için, gayet nâfi' ve kıymettar desâtîr-i âliyeyi câmi' olduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle Şeriat-ı Ahmediyeye taraftar idiler. O noktada müslüman, yani iltizam-ı hak ve hak taraftarı oldukları halde mü'min değildiler; demek müslim-i gayr-ı mü'min ıtlakına istihkak kesbediyordular. Şimdi ise frenk usûlünün ve medeniyet nâmı altında bid'atkârâne ve şeriat-şikenâne cereyanlara taraftar olduğu halde, Allah'a, Âhiret'e, Peygambere îmanı da taşıyor ve kendini de mü'min biliyor, mâdem hak ve hakikat olan Şeriat-ı ahmediyenin kavânînini iltizam etmiyor ve hakikî tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim bir mü'min oluyor. imansız islâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, bilerek İslâmiyetsiz îman dahi dayanamıyor, belki necat veremiyor, denilebilir.

    İkinci suâliniz: Ecel-i mübrem ile muallâk, mâlûmunuz olan tâbir-i diğerle ecel-i müsemmâ ve ecel-i kazâ tâbir edilir.

    Üçüncü suâliniz ki, "Sözler" otuz üç, "Mektubat" otuz üç, "Pencereler" otuz üç, mecmûu doksan dokuz olduğu gibi, Arabî Katre Risalesi'nin başında beyan edildiği üzere, en evvel bu fakir kardaşınızın harekât-ı fikriyesi namazdan sonra otuz üç سُبْحَانَ اللَّهِ ve otuz üç Elhamdülillâh ve otuz üç اَللَّهُ اَكْبَرْ deki merâtibe göre doksan dokuz mücâhedât-ı fikriye ve makamât-ı ruhiyedeki tezahürat ve doksan dokuz Esmâ-yı Hüsnâ cilvesine mazhariyet sırlarını, hayâl meyâl bir surette uzaktan uzağa hissedilmesindendir ki, bu "otuz üç" mübarek adedi ihtiyarım olmayarak çok harekât-ı ilmiyemde ve neşriyede hükmediyor. Başta senin ders arkadaşların ve Hacı İbrahim olarak kardaşlarımıza selâm ediyorum. Ve mübarek hânendeki mâsumlara dua ediyorum.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    (Sh: B-353)
    Yirmi Yedinci Mektub'un fıkraları içine dercetmek üzere kardaşım Abdülmecid'in Hulûsi Bey'e yazdığı mektubun işaret olunan baş tarafı ile arkasındaki Re'fet Beyin mektubundan alınan fıkraları Husrev yazsın, sonra Hâfız Ali'ye göndersin.

    268
    (11 Temmuz 1934 Çarşamba)
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık, müdakkik, meraklı kardeşim Re'fet Bey,

    Sizin gibi hoş-sohbet bir kardaşımı, haksız olarak sual sormamaya ve sükûta dâvet ediyordum. Çendan bu dâvette mâzurum, belki mecburum. Çünki, bugün dört saat mütemadiyen kâtibi bekledim ki, bir mektup yazacağım, olmadı. Tâ ben yirmi dakikadaki mesafeye gittim. Bağ suyu başında bularak uykusuz yorgun buldum. Onu aldattım, az bir işim var dedim. Halbuki on dakika zannedip, iki saat zarurî yazılar yazdırdım. Zaten kafam da yorgun ve istirahata muhtaçtır.

    Fakat Re'fet gibi bir müştakı susturmanın cezası olarak bir tokat yedim. Senin bu hafta edeceğin kolay, lâtif suâline bedel, Senirkentli arkadaşlarımız müz'iç, eski Said'in kuvve-i hâfızasına havale edilecek acîb sualleri sordular. Dedim kendi nefsime müstehak oldu, sen Re'fet'i dinlemedin, işte bunları dinle. Halbuki onlara cevap vermek lâzım geliyor; çünki onlara, böyle mes'elelerde dinsizler ilişiyorlar, mecburî gayet muhtasar ve nakıs ve kısa cevap yazdım. Fakat yine Re'fet'in hâtırı için yazdım. O cevabı, bundan evvel dört suale cevap ve mugayyebât-ı hamseye dair Sabri Eendi ve Hafız Ali'nin suallerine dair kısa cevabı, Husrev ile beraber okuyunuz. Münasib görürseniz üçü birden, ya On Altıncı Lem'a eya yazılmayan On Dördüncü Mektub makamına kaim edilsin.

    Hem yanlış var ise, tashih edersiniz. Çünki, cevapların aslı sünuhat olmakla beraber tafsilâtında fikrim karışarak yanlış edebilir.

    (Sh: B-354)
    Hafız Ahmed Efendi On dokuzuncu Mektub'u yazacaktı, acaba başladı mı? Ona çok selâm ediyorum. Yazı hizmeti ehemmiyetlidir, kaç cihette ibadettir. Senin mübarek hanenizdeki mâsumlara duâ ediyorum. Ve mâlûm der arkadaşlarına çok selâm ediyorum. Keçeci Şeyh Mustafa Efendi bazı risaleleri yazıyordu. İnşâallah böyle kudsî hizmete öyle mübarek zâtlar iştirâk ederler. ona da bilhassa selâm ediyorum ve duâsını istiyorum. Hacı İbrahim Efendi ve Bedreddin'i, Re'fet'i tahattur ettikçe, ekseriyetle onları hatırlıyorum. onlara da bilhassa selâm ediyorum.

    Kardeşiniz
    Said Nursî
    269
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık, müdakkik kardeşim Re'fet Bey!

    Sorduğun suâle en kolay ve ruhsatlı cevap senin cevbındır. Mülteka Şerhi damad'ın ve Merâku'l-Felâh ikisi demişler: İki ramazan için bir keffaret kafidir. Müteaddid vâkıalara bir keffâret kifâyet eder. Çünkü tedâhül vardır. Ve هُوَ الصَّحِيحُ demişler. Hakîkat nokta-i nazarında bu mes'elede azimet var, ruhsat var. Azimet hali, kuvveti müsaid ise, her Râmâzân için ayrı bir keffaret var. Fakat ruhsat ciheti, tedâhül sırrına binaen müteaddid ramazan için bir keffaret farz, ayrı ayrı keffaret müstehab derecesinde kalır. Bu keffarette mânâ-yı ukubetle mânâ-yı ibâdet ikisi dahi münderic olduğu için, hem kerhen icbar edilmeyecek, hem tedâhül eder.

    Aziz kardaşım, fıkhü'l-ekber olan esâsât-ı îmaniye ile meşgul olduğumuz için, nakle ve ehl-i içtihadın medârikine ve meâhizine bakan dekâik-ı mesâil-i fer'iyeye zihnim şimdilik ciddî müteveccih olamıyor. Zaten yanımda da kitaplar olmadığı gibi, vaktim de yoktur ki, müracaat edeyim. Hem ulemâ-yı İslâm o kadar tedkikat-ı sâibe yapmışlar ki, füruata dair tedkikat-ı amîkaya ihtiyaçları kalmamış.

    (Sh: B-355)
    Eğer hakikî ihtiyaç hissetseydim, böyle füruata dair müçtehidînin derin me'hazlerine gidip, bazı beyânatta bulunacaktım. Belki de, daha o nevi hakâika meşguliyet ve zamanları gelmemiş, her ne ise. Size bu def'a Sûre-i Feth'in âhirine aid ve onun münasebetiyleاُولئِكَ مَعَ الَّذِينَ اَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَ الصِّدِّيقِينَ وَ الشُّهَدَاءِ وَ الصَّالِحِينَ âyetine dair beyânatı ve Minhâc-ı Sünnet namındaki Lem'adaاِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبَى sırrına dair muhakematı, nasıl buluyorsunuz? Kardaşın Husrev ile sen, Şeyh-i Geylânî'nin kerâmât-ı gaybiyesinin bütün parçalarıyla bir nüsha yazıp Hulûsi Bey'e gönderseniz iyi olur. Âsım bey'e de onlar bütün gitmelidir. Başta (Gavs-ı A'zam'ın tâbiriyle Bekir Bey) bizim tâbirimizle Bekir Ağa, Ahmed Husrev, Lütfü, Rüşdü, Hafız Ahmed, kayınpederin Hacı İbrahim Bey ve Sezâi Bey olarak umum kardaşlarınıza selâm, dua ediyorum. Ve mübarek ve bahtiyar Bedreddin'in başından öperim. O kur'ân'ı okudukça bana duâ etsin. Öyle mâsumun duası inşâallah hakkımızda makbuldür. Onun vaâlidesi olan âhiret hemşireme ayrıca dua ediyorum. Bedreddin gibi bir evlâd sahibesi olduğundan tebrike şâyandır. Bedreddin'in okuduğu her bir harf-i Kur'ân'ın, on sevabdan tut tâ bine kadar uhrevî meyveleri vardır. Hem vâlidesinin defter-i a'mâline, hem hoca ve Üstadının defter-i a'mâline dahi o sevablar kaydolunur.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    270
    Aziz, sıddık kardeşlerim!

    Rüşdü'nün gönderdiği otuz liradan yirmi yedisini posta ile size gönderdim. Siz ona gönderirsiniz. Ona da öyle yazdım. Benim ihtiyacım olmadığından ve kaideme muhalif olduğundan kabul edemedim. Yalnız onun hayırlı niyeti için, ehemmiyetli hayırlara sarfedilmek suretiyle, onun hesabına otuzdan üç banknot aldım. Sizlere ve sizinle alâkadar olanlara pek çok selâm ve duâ ediyorum.

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    (Sh: B-356)
    271
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
    Aziz, sıddık, muhlis kardaşım ve îman hizmetinde sebatkâr, metin arkadaşım!

    Evvelâ kat'iyyen bil, sen eski mevkiini nur dairesinde, tam muhafaza ediyorsun. Ve senin ile muhabere hiç kesilmemiş. Ben kardaşlara yazdığım mektubumda "Aziz sıddık" dediğim vakit daima saff-ı evvelde Hulûsi de muhatapdır. Senin bu ağır şerait altındaki nurlu hizmetlerine, bin bârekâllah deriz. Ve bu bîçâre hasta kardaşına ettiğin çok yüksek duâna binler âmin deyip, Allah senden râzı olsun. Sizi tebrik ederiz.

    Sâniyen: Lillâhilhamd nurların her tarafta fütuhatları var. En ehemmiyetli yerlere sizin gibi kahramanlar gönderiliyor. O havâlide ve Kars'da nurlarla alâkadar kardaşlara, hususan biraderzadem Nihad'a, çok selâm ve selâmetlerine dua edip dualarını isteriz.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz ve seni
    unutmayan
    Said Nursî

    Buradaki nurcular size, arz-ı
    hürmetle çok selâm ediyorlar.

    Aziz Kardaşım:

    Beni merak etme. Cenâb-ı Hakkın inâyeti devam ediyor. Hem de dünya madem geçer, meraka değmiyor. Sen her günde belki yirmi def'a duada tahattur edilirsin.
    S.A.

    (Sh: B-357)
    272
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

    Aziz sıddık kardaşlarım!

    Evvelâ: Umumunuzun hesabına Tahir'yi gördüm ve kendi hesabımıza da, umumunuza tam bir Said ve canlı bir mektub olarak gönderdim. Ve Sandıklı'dan Edhem Hoca ile Mustafa Hoca bugün geldiler, Nurlu vazifelerine gittiler.

    Sâniyen: Hulûsi Bey kardaşımız Zülfikar ve Siracinnûru ve sonra Sikke-i Gaybiyeyi istiyor. Nur santralı Sabri muhabere etsin, göndermeye çalışsın.

    Sâlisen: Risale-i Nur kendi kendine, hem dahilde, hem haricde intişar edip fütuhat yapıyor. En muannid dinsizleri de, teslîme mecbur ettiğini haberler alıyoruz. Yalnız şimdilik, bir derece ihtiyatın lüzumu olduğuna, hususan Beşinci Şua' içinde bulunan Sirâcin-Nur, lâyık olmıyan ellere verilmemelidir.

    İmam-ı Ali (R.A.) Risale-i Nur'a, Sirâcin-Nur nâmı vermesi ve (Sırran tenevveret) demesiyle işaret ediyor ki, Sirâcin-Nur perde altında daha ziyade tenvir edecek, diye bir işâret-i gaybiye telâkki ediyoruz. Umumunuza selâm ederiz.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî


    Nur'un makinistleri, Medresetü'z-Zehra'nın fa'al, muktedir şakirdlerinden Terzi Mehmed, Halil İbrahim, mâsumların küçük kahramanlarından Tal'at ve arkadaşları hem bizleri, hem bütün nur şâkirdlerini memnun ettikleri gibi inşâallah ileride bu memlekete, bu hizmet-i Nuriye ile çok büyük faide ve netice verecekler.

    (Sh: B-358)
    Sordukları mes'ele-i Şeriyye ise, şimdiki mesleğimiz ve hâlimiz, o mes'elelerle meşgul olmaya müsaade etmiyor. Yalnız bu kadar var ki: Ruhsat-ı Şer'iyye olan kasr-ı namaz ve takdim tehir, vesâit-i nakliye bir kararda olmadığı için, onlara bina edilmez. Belki: Kaide-i Şer'iyye olan kasr-ı namaz, sabit olan mesafeye bina edilebilir.

    Eğer denilse ki, tayyare ile ve şimendüfer ile bir saatde giden, zahmet çekmiyor ki, ruhsata müstehak olsun.

    Elcevap: Tayyare ve şimendüferde abdest alıp, vaktinde namazını kılmak, yayan serbest gidenlerden daha ziyade müşkilât bulunduğu için, ruhsata sebebiyet verir.

    Her ne ise, şimdilik bu kadar yazılabildi. Bu mes'ele-i Şer'iyyeyi Ülema-i İslâm halletmişler, bize ihtiyaç bırakmamışlar. Şimdi hazır Doktor Hayri ve Terzi Mustafa, kendi hisselerine arz-ı hürmek ve selâm ederler.

    Said Nursî
    273

  5. #5
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    ِباسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz kardeşim Re'fet Bey!

    Senin mektubunu ve kitabını memnuniyetle aldım. Gayet sevdiğim bir talebem olan Hulûsi Beyin ruhunu sizde hissettim. Seni yeni değil, Hulûsi gibi eski bir talebe olarak kabul ettim. Talebeliğin hâssası şudur ki, yazılan Sözler'e kendi malı gibi sahip olmalıdır. Kendisi te'lif etmiş ve yazmış nazarıyla bakıp neşrine ve ehil olanlara iblâğına çalışmaktır. Mâşâallah hattın güzeldir. Vakit bulursan bir kısmını yazın. Bir kısmını Husrev gibi ciddî talebeler yazar, onlardan bilâhare alır yazarsınız ve onlarla teşrîk-i mesâî edersiniz. Altı senedir Isparta'da ciddî talebelerin çıkmasına muntazırdım, bekliyordum. El-minnetü lillâh, şimdi sizin ile beraber birkaç tane çıkmağa başladı. Çünki bir talebe, yüz dosta müreccahtır. Sözler nâmındaki envâr-ı Kur'âniye ise, en mühim ibâdet olan ibâdet-i tefekküriye nev'indendir. Şu zamanda en mühim vazife, îmana hizmettir. İman saâdet-i ebediyenin anahtarıdır.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    249
    ِباسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    (Sh: B-331)
    Ciddî, sıddık, dikkatli, hakikatlı kardeşim Re'fet Bey!

    Cenâb-ı Hak yeni hayatınızı mübarek eylesin ve refika-i hayatınızı hayat-ı ebediyenizde, Otuz İkinci Söz'ün, Üçüncü Mevkıfının âhirlerindeki Üçüncü İşarette, refika-i hayata dair vâde ve sıfata mazhar eylesin, âmin.

    Bu defaki mektubun çok güzeldir. Ardaşalarının fıkraları içerisinde "Yirmi Yedinci Mektub" içine dercedeceğim. Ara sıra yazı ile meşgul olsanız, iyi olur. İnşâallah yeni hayatınız size risalelerin hakâikına karşı yeni bir şevk uyandıracak.

    Kardeşim! Sen, Husrev, Âsım nazarımda çok kıymetdarsınız. Cenâb-ı Hak sizleri ve sizin gibileri Kur'ân hizmetinde sâbit-kadem ve fedakâr ve kemâl-i sadâkatta dâim ve muvaffak eylesin, âmin.

    Orada Şeyh Mustafa, Lütfü, Rüşdü gibi kardeşlerime çok selâm ediyorum.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
    Kardeşiniz
    Said Nursî
    250
    ِباسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık, ciddî, samimî âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur'âniye'de çalışkan bir arkadaşım Re'fet Bey!

    Mektubunuz beni mesrûr etti. Biliniz ki, iki sene evvel mâbeynimizde hararetli bir uhuvvet başladı. Sonra bazı ârızalarla ileri gitmedi. Müjde şimdi ileri gidiyor. Çünki, Husrev bana yazdığı mektubunda, senden çok memnun olduğunu, Barla'dan döndükten sonra seni istediğim tarzda bana gösteriyor.

    Demek tam onunla ittihad ve teşrik-i mesâi ediyorsun. Elinden geldiği kadar onunla münasebeti kuvvetleştir. Hem herbir has talebenin mühim bir vazifesi, bir çocuğa Kur'ân öğretmek olduğundan, sen bu vazifeyi yapmağa başladın. Sen birinci talebelerden

    (Sh: B-332)
    olduğundan inşâallah senin çocuğun da birincilerden olacaktır. Mâdem çocuk benim de evlâd-ı mâneviyemdir; ona verdiğin ders, yarısı senin nâmına ise, yarısı da benim hesabıma olmalıdır.

    Senin rü'yan ise çok mübarektir. Tâbiri pek zâhirdir. Isparta bir câmi'dir. Husrev, Re'fet, Lütfü, Rüşdü gibi zâtların samimî mütesânid hey'etin şahs-ı mânevîsi sana Said suretinde gösterilmiş. Risaleler ile verdiğiniz ders ise, va'z u nasihat suretinde gösterilmiş. Sen namazı kılmadığınızdan geç kalıp, acele ederek derse yetişmek tâbiri; Sözler'in neşri hâricinde bazı vezâif-i dîniye, hem bir parça tenbellik, sizi birincilik hakkın olan birinci dersde ikinci derecede kaldığınıza işaret edip, seni îkaz ediyor.

    Her ne ise.. Ben senden şimdi çok memnunum ve oradaki kardeşlerim dahi senden çok memnundurlar. Cenâb-ı Hak bizi ve sizi tarîk-ı Hak'da, hizmet-i Kur'âniyede sebat ve metâneti versin, âmin. Kayınpederiniz Hacı İbrahim Efendiye çok selâm ile Bedreddin'e ve hemşireme çok dua ediyorum.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
    Kardeşiniz
    Said Nursî
    251
    ِباسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık, gayyûr kardeşim!

    Süleyman Efendi'den anladım ki, bazı hususî müşkilâta mâruz oluyorsun. Sizin gibi metin insanlara sabır tavsiyesi zâiddir. Hizmetin kudsiyeti ve o hizmetteki zevk ve gayretindeki şevk, o acı hususî müşkilâta karşı gelir ve galebe eder tahmin ediyorum. Mümkün olduğu kadar aldırmamalısın. Kıymettar, kusursuz bir malın dükkâncısı müşterilere yalvarmaya muhtaç değil. Müşterinin aklı varsa o yalvarsın.خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا sırrınca azim hayırların




    (Sh: B-333)
    müşkilâtı çok oluyor. Müşkilât çoğaldıkça ehl-i himmet fütur değil, gayret ve sebatını ziyadeleştirir. İnşâallah siz de öyle metîn ve sebatkârlardansınız.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    252
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık kardeşim Re'fet Bey,

    Mâşâallah şimdi siz ümid ettiğim tarzda risaleleri tâkib ediyorsunuz ve yazıyorsunuz. Senin gibilerin az sa'yi dahi çok hükmündedir. Çünki, çoklar size itimad edip, sizi taklid eder. Sizin gibi ciddî kardeşleri, bu gurbet memleketinde bulduğumdan, burası benim için hakikî bir vatan hükmüne geçti, hakikî vatanımı unutturdu. Yazılan eserlerin yüksekliği, me'haz ve mâden-i kudsîleri olan Kur'ân'dan sonra sizler gibi muhatabların ciddî iştiyakları ve tam tefehhümleridir. Siz beni bulduğunuzdan bir şükretseniz, ben sizi bulduğumdan dolayı bin şükrediyorum.

    Mektubunda İsm-i A'zamı suâl ediyorsun. İsm-i A'zam gizlidir. Ömürde ecel, Ramazanda Leyle-i Kadir gibi, esmâda İsm-i Âzamın istitarı mühim hikmeti var. Kendi nokta-i nazarımda hakikî ism-i âzam gizlidir, havassa bildirilir. Fakat her ismin de azamî bir mertebesi var ki, o mertebe ism-i Âzam hükmüne geçiyor. Evliyâların İsm-i Âzamı ayrı ayrı bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali'nin (R.A.) Ercûze nâmında bir kasidesi Mecmuatü'l-Ahzab'da var. İsm-i âzamı altı isimde zikrediyor. İmam-ı Gazâlî onu Cünnetü'l-Esmâ nâmındaki risalesinde, Hazret-i Ali'nin zikrettiği ve ism-i âzamın muhîti olan o esmâ-yı sitteyi şerh ve hâssalarını beyân etmiştir. O altı isim de فَرْدٌ* حَىٌّ * قَيُّومٌ * حَكَمٌ* عَدْلٌ* قُدُّوسٌ dür.

    Kerâmet-i gaybiyenin ikinci parçasını tasshih ederek, bir parça daha ilâve ettik, gönderdim.

    (Sh: B-334)
    Bedreddin'in sür'atle ileri gitmesi, Kur'ân-ı Hakîm'in feyz-i kerâmetindendir. Cenâb-ı hak muvaffak etsin.

    Hacı İbrahim Efendi'ye bilhassa selâm ediyorum. Lütfü, Rüşdü, Hâfız Ahmed, Sezâi Efendilere selam ediyoruz. Âhiret hemşireme de dua ediyorum. Senin bu defaki mektubun bir parçası Mektubat içine dercedildi.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    253
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur'âniyede hakikatlı bir arkadaşım Re'fet Bey!

    Bu def'a istinsah ettiğiniz risaleler, çok güzel olmuştur. Senin gayret ve samimiyet ve ciddiyetini bana gösterdiler ve Re'fet tenbel değildir, isbat ettiler. Onları tashih edip göndermiştim. Sonra işittim ki, getiren adam İslâmköyü'nde bırakmış. Otuz Birinci Mektub'un Üçüncü, Dördüncü Lem'alarını yazmağa vakit bulamadım. Korkuyorum ki onların da اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّهِ sırrı gibi, mevsimi geçerek sonra güzel yazılmamış olsun. İnşâallah sizlerin iştiyâkı beni çalıştıracak. Fakat bu şuhûr-u selâse çok kıymettardır; leyle-i Kadrin sırrıyla seksen sene bir ömrü kazandıracak bir vakitte, en iyi, en efdal şeylerle meşgul olmak lâzım geliyor. İnşâallah Kur'ân'a ait mesâille iştigal, bir nevi mânevî mütefekkirane Kur'ân okumak hükmündedir. Hem ibâdet, hem ilim, hem ma'rifet, hem tefekkür, hem kırâet-i Kur'ân mânaları risalelerin istinsah ve mütalâalarında vardır îtikadındayız. Zaten bu ciheti siz takdir etmişsiniz.

    Mu'cizat-ı Ahmediye'yi sizin için yazdırdım, tekmil oldu. Fakat başka bir nüsha ona göre yazdırmak lâzım olduğu için muvakkaten burada kalacak. Senin mektubunda Hafız Sezâi bizimle ciddî alâkadar olduğunu gösteriyor. Ben bir zaman idi, Ağroslu Zekâi

    (Sh: B-335)
    gibi samimî, hararetli Isparta'da yeni bir kardeşimiz bulunacak, vicdânen hissediyordum. İnşâallah bu Sezâi, o olacak. Ben onu işittiğim vakit, hissettiğim şahıs tevehhüm ettim. Eğer tasavvurum gibi ise zaten iyi, olmasa öyle olmağa çalışsın. Eğer Zekâi nasıl adamdır merak ederse, Yirmi Yedinci Mektub'un fıkralarında Zekâi'nin mahiyetini ve ne derece samimî olduğunu gösterir fıkraları var, baksın.

    Kayınpederin Hacı İbrahim Efendi'ye çok selâm ediyorum. O zâtı ciddî bir âhiret kardeşi telâkki etmişim. İnşâallah senin bu yeni gayret ve sa'yinden o da hissedardır.

    Bedreddin'in küçüklüğüyle beraber, büyük talebeler dairesine dâhil etmişim. O, küçüklerin büyüğüdür. Ve inşâallah Cenâb-ı Hak onun emsâlini çoğaltsın. Bedreddin'in vâlidesine duâ ediyorum. Elbette Bedreddin'in hüsn-ü terbiyesinde en mühim hisse onundur. Çünki, onun en birinci üstadı odur.

    Bekir Ağa, Lütfü Efendi, Hafız Ahmed, Sezâi gibi kardeşlere selâm ediyorum.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Sâid Nursî

    254
    بِسْمِ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَ ْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık kardeşim!

    Evvelâ: Bu yeni hâdisenin mahiyetini merak etmişsiniz, oraya gelen iki uzun mektup mahiyetini gösteriyor.
    وَمَنْ اَظْلَمُ ِممَّنْ مَنَعَ مَسَاجِدَ اللّهِ اَنْ يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ âyeti o hâdiseye sebebiyet verenlerin başına sâika gibi iniyor ve inecek. Fakat bir acûlüz. Her şeyin bir vakt-i muayyenesi var.فَضُرِبَ بَيْنَهُمْ بِسُورٍ لَهُ بَابٌ بَاطِنُهُ فِيهِ الرَّحْمَةُ وَظَاهِرُهُ مِنْ قِبَلِهِ الْعَذَابُ

    (Sh: B-336)
    âyetine mâsadak olarak bu hâdise bize karşı vech-i merhametle bakıyor. Mülhidlere karşı olan vecih, azab ve kahr ile nazar ediyor. Her ne ise... Cennet ucuz olmadığı gibi Cehennem de lüzumsuz değildir.

    Sâniyen: Bedreddin'i burada dinlemek arzu ediyordum, vakit müsaade etmedi. Ben mânen orada hayâlen dinliyorum. İnşâallah evladlık mertebesinden talebelik mertebesine gidiyor.

    Sâlisen: Benim kendi hattımla mektup istiyorsun. Bir dudaksız dama, lâmbayı üfle söndür demişler. Demiş, en zahmetli işi bana gösteriyorsunuz, yapmayacağım.

    Belî, Cenâb-ı Hak bana hüsn-ü hat vermemiş, hem bir satır yazmak bana büyük bir iş gibi usanç veriyor. Eskiden beri diyordum: Yâ Rabbi! Ben o kadar muhtaç iken ve nazmı severken, bu iki nimet bana verilmedi, diye teşekki değil, tefekkür ediyordum. Sonra bana kat'î tebeyyün etti ki, şiir ve hat bana verilmemekte, büyük bir ihsân imiş.

    Hem o hatt'a ihtiyacımı sizin gibi kalem kahramanlarının muavenetleri te'min ediyor. Hatt bilse idim, hatt'a itimad edip, mesâil ruhda kararlayarak nakşedilmeyecekti. Eskiden hangi ilme başladım, hattım olmadığı için ruhuma yazardım. Fevkalâde bir meleke ihsân edildi.

    Şiir ise, çendan kıymettar, şirin bir vasıta-yı ifâdedir. Fakat şiirde hayâl hükmettiği için, hakikata karışır, hakikatların suretini değiştirir. Bazan hakikat birbirine geçer. Hâlis hak ve mahz-ı hakikat olan Kur'ân-ı Hakîm'in hizmetinde, istikbalde bulunacağımız mukadder olduğundan, Kader-i İlâhî bir inâyet olarak bize şiir kapısını açmadı. وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ sırrı buna bakar. İşte kendi hattıma mukabil, sana iki nükte söyledim. İnşâallah başka bir vakit senin hâtırın için büyük zahmet çekip birkaç satır yazacağım. Gâlib Beyin iki eli var; sağ elini bana vermiş, benim hesabıma yazıyor, sol eli de kendine kalmış. Bu mektub o iki el ile yazılmıştır. Hâzır Mes'ud, Gâlib ve Süleyman Efendiler, Mustafa

    (Sh: B-337)
    Çavuş, Abdullah Çavuş selâm ediyorlar. Ben de başta Husrev, Bekir Bey umum kardeşlerimize selâm ediyorum. Bilhassa kayınpederiniz Hacı İbrahim Beye ve muhtereme hemşireme ve mübarek Bedreddin'e çok dua ediyorum.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    255
    Aziz, sıddık, müdakkik âhiret kardeşim, hizmet-i Kur'âniyede arkadaşım!

    Evvelâ: Mektubunuzda, benim her mektubumun başında
    وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ yazılmasının hikmetini soruyorsunuz. Bunun hikmeti şudur ki: Kur'ân-ı Hakîm'in hazâin-i kudsiyesine, bana açılan en birinci kapı o olduğudur. En evvel hakâik-ı âliye-i Kur'âniyeden, şu âyetin hakikatı bana zâhir olmuş ve ekser risalelerde, o hakikat sereyan etmiştir.

    Hem bir hikmeti şudur ki; itimad ettiğim mühim üstadlarımın, mektublarının başlarında istimal etmeleridir.

    Hem mektubunuzda "yedi kebâir" i soruyorsunuz. Kebâir çoktur, fakat ekberü'l-kebâir ve mûbikat-ı seb'a tâbir edilen günahlar yedidir: "Katl, zina, şarab, ukûk-ı vâlideyn (yani kat'-ı sılâ-yı rahm), kumar, yalancı şehâdetlik, dine zarar verecek bid'alara taraftar olmak"tır.

    Sâniyen: Bu yaz mevsiminde hakâik-ı Kur'âniyeye nisbeten, meyveler hükmünde tevâfukata dair, hurufat-ı Kur'âniyenin nüktelerini beyan ediyorduk. Şimdi mevsim değişmiş, huruftan ziyade hakâika ihtiyaç vardır. Gelecek yaza kadar muvakkaten, o kapıyı ihtiyarımızla çalmayacağız. Fakat o hurufa ait beyânat ne derece hak olduğunu, Mevlânâ Câmî'nin Divanıyla kardeşlerimle tefe'ül ettik. Dedik, yâ Câmî! Bu hurufât-ı Kur'âniyeye dair beyan ettiğimiz nüktelere ne dersin? Bir fâtiha okuyup falı açtık. İşte başta fal şu geldi:

    (Sh: B-338)
    جَامِى اَزْ خَطِّ خُو شَشْ َاكْ مَكُنْ لَوْحِ ضَمِيرْ
    كِينْ نَه حَرْ فِيسْتْ كِه اَزْ صَفْحَهءِ اِدْرَاكْ رَوَدْ

    Yâni, "Bu huruf öyle harf değildir ki, akıl ve idrâk sahifesinden gitsin. Öyle kudsî harf, öyle güzel şirin hat, daima kalbimin sahifelerinde yazılmalı, silinmemeli." Acîbdir ki, bütün Divanında bu fala benzer meâlde yazı göremedik. Demek bu fal, Hazret-i Câmî'nin kerâmetinden bir nebze oldu.

    Sâlisen: Bedreddin inşâallah bizlere hakikî bir hayrü'l-halef olur. Allah muvaffak etsin. Kayınpederinize ve hemşireme ve Bedreddin'e dua ediyorum. Kardeşim Re'fet Bey'i daha ziyade gayrete getirdikleri için onlara minnettârım. Kardeşleriniz Husrev ve Bekir Ağa, Lütfü, Rüşdü, Hafız Ahmed, Tenekeci Mehmed, Sezâi gibi ihvâna selâm ediyorum.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said

    256
    Mu'cizat-ı Ahmediye'yi (A.S.M.), sana güzel ve tevafuklu bir tarzda yazdırdım. Husrev kerâmetli kalemiyle, bana yazdığı gayet kıymettar bir nüshayı, aynen ve tam tamına muvafık gelmek şartıyla size yazdırıldı, yakında göndereceğim. Yanınızda yeni yazılan İ'caz-ı Kur'âniye gibi, bana bir nüsha lâzımdır. Fakat Hafız'ın kalemi oradaki mevcud tevâfuku tamamen muhafaza edememiş. Tevâfukçu Husrev'in taht-ı nezâretinde, mâbeyninizde taksim edip, bana yadigâr bir İ'câz-ı Kur'ânîyi, müştereken yazsanız çok iyi olur.

    257
    (14 Şevval 1352, Kânun-u sânî 1394) (*)
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık, müdakkik âhiret kârdeşim ve mütefekkir ve hakikatlı arkadaşım Re'fet Bey!

    (Sh: B-339)
    Evvelâ: Mektubunuzda Risale-i Nur'un mizanlarını her okudukça, daha ziyade istifade ettiğinizi yazıyorsunuz. Evet kardeşim, o risaleler Kur'ân'dan alındığı için kût ve gıda hükmündedir.

    Her gün ihtiyaç gıdaya hissedildiği gibi, her vakit bu gıdâ-yı ruhânîye ihtiyaç hissedilir. Senin gibi ruhu inkişaf edip, kalbi intibaha gelen zâtlar okumaktan usanmaz. Bu Kur'ânî risaleler, sâir risaleler gibi tefekküh nev'inden değil ki, usanç versin. Belki tegaddîdir.

    Sâniyen: Gavs-ı A'zam gibi, memâttan sonra hayat-ı Hızırîye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyâlar vardır. Gavs'ın hususî ism-i âzamı, "Yâ Hayy" olduğu sırrıyla, sâir ehl-i kubûrdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur "Mâruf-ı Kerhî" denilen bir kutb-u âzam ve Şeyh Hayâtü'l-Harrânî denilen bir kutb-ı azîm, Hazret-i Gavs'dan sonra mematları hayatları gibidir. Beyne'l-evliya meşhur olmuştur.

    Sâlisen: Tenekeci Mehmed Efendi'nin hıfz-ı Kur'âna çalışmak niyeti çok mübarektir. Cenâb-ı Hak onu muvaffak etsin. Elimizden geldiği kadar dua ile yardım edeceğiz. Kur'ân-ı Azîmüşşân'ın herbir harfinin ekalli on hasene olmakla beraber; tekerrür ettikçe ve mübarek vakitlere rasgeldikçe ve melek ve sâir zîşuur ruhânîler kırâetini dinledikçe herbir harfi öyle bir çekirdek olur ki, hasenât cihetinden öyle bir mânevî sümbül teşekkül eder ki; o sümbülün taneleri, tekellüm vaktinde ağızdan çıkan bir kelimenin havanın dalgalarının âyinelerinde temessül eden milyonlarca, o kelime gibi kelimelerin adedine belki müsâvi gelir. Böyle herbir harfi bir hazine-i ebediyenin bir anahtarı olabilir, bir kudsî kelâmı kalbinde yazmak, ne kadar mukaddes bir hizmet olduğu âşikârdır. İnşâallah Bedreddin çoklara bir hüsn-ü misâl olacaktır, daha çoklarını hıfz-ı Kur'ân'a sevkedecektir.

    Başta Bedreddin, kayınpederin Hacı İbrahim ve âhiret hemşirem olarak ihvanınızın bayramını tebrik ve selâm ve duâ ediyorum. Babacan orada ise ona çok selâm ediyorum.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    (Sh: B-340)
    258
    (5 Şubat 1934)
    ِباسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık, müdakkik, müştak kardeşim Re'fet Bey!

    Sen benimle ne kadar konuşmayı arzu ediyorsan, belki ondan ziyade ben arzu ediyorum. Fakat maatteessüf müteaddid esbab tahtında sıkıntılı bir vaziyetteyim. Hattâ bir iki saatte bulduğum bir fırsat, yedi-sekiz mektubu yazmaya çalışıyorum. Ara sıra benim yanıma gelen Gâlib dahi men'edildi. Yalnız bîçâre Şamlı kaldı, o da her vakit gelemiyor.

    Hem bu yılanları yaralandırıp bize canavarcasına saldırıyorlar. Her fırsattan sıkıntı vermeye çalışıyorlar. Zaten ben meb'uslardan hayır beklemiyordum. Bunlara iliştiler, kaldırmadılar, bütün bütün düşman ettiler. İşte maatteessüf, bunlar dünyayı hâtırıma getirdikleri için, tulûât-ı kalbiye tevakkuf ediyor. Başlarını yesin, bu ehl-i dünyanın dünyasını düşünmek bana zehir oluyor. Ben dünyanıza karışmıyorum, buna mukabil o pis dünyanızı bana düşündürmeyiniz, dediğim halde olamıyor. Ben de Cenâb-ı Hakk'a niyaz ettim ki, bana kuvvetli bir sabır, bir tecrid-i zihin ihsân etsin ki, düşünmeyeyim. Lillâhilhamd kalbime bu esas geldi ki: "Bu hizmet-i Kur'âniyede başa ne gelirse gelsin, hattâ her günde birer başım olsa da kesilse, yine o hizmetin kudsiyetindeki lezzet-i ruhaniye mukabil geliyor ve kâfidir" diye kemâl-i teslim ile kazâya rıza, kadere teslim ve Cenâb-ı Hakk'a tefvîz-i umûr düsturunu rehber ittihaz ettim.

    Nuh'a yazdığım gibi size de diyorum ki: Eskide bir zât, haksız bir mesleği hak zannederek, ondan aldığı bir muhabbet ile, diri iken derisinin soyulduğuna tahammül ederek, kahramanâne bir tavır gösterdiği gibi, acaba ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat ve bütün envâr-ı hakâikın menba' ve mâdeni olan hakikat-ı Kur'âniyeye hizmetimizdeki

    (Sh: B-341)
    kudsî lezzet, bu mülhidlerin muvakkat, ehemmiyetsiz iz'açlarına ve kalbimizde açtıkları yaralara tiryak ve merhem olamaz mı? Elbette olur ve olmuş ve oluyor.

    Sâniyen: Yemen imamı olan Zeydîler Seyyidi hakkındaki suâliniz hakikaten ehemmiyetli ve yümünlüdür. Fakat meymenetsiz bir zamana rasgeldi. Hem zihnim kapalı, hem hal müsaid değil, hem ve hem... Yalnız bu kadar var ki, meşhir "İmam-ı zeyd" Sâdât-ı Azîmeden ve Eimme-i Âl-i Beyttendir. Ve müfrit Şîaları reddeden ve اِذْهَبُوا اَنْتُمُ الرَّوَافِضُ deyip Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer'den teberrîyi kabul etmeyen ve o iki halife-i zîşânı hürmek edip kabul eden bir zattır. Onun etba'ları, şîaların en mu'tedili ve en sünnîsidir. Bunlar hem ehl-i insaf ve ham çabuk hakkı kabul eder bir taifedir. İnşâallah Vehhâbîlerin tarhibatını tâmire sebeb oldukları gibi Ehl-i Sünnet ve Cemâattan, Zeydîlerin inhirafları dahi istikamet kesb edip, ehl-i Sünnete iltihak edip imtizaç edecekler. Bu âhirzaman çok çalkalanıyor, bu fitne-i âhirzaman acîb şeyler doğuracağını ihsâs ediyor.

    Risalelerle alâkadar arkadaşlara selâm ve Bedreddin ve hemşireme ve Hacı İbrahim'e dua ediyorum.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    259
    (15 Şubat 1934)
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
    Aziz, sıddık, dikkatli kardeşim Re'fet Bey!

    Evvelâ: Onuncu Söz'ün Birinci İşareti'nin âhirinde, "Evet, bir şeyden her şey'i yapmak ve her şey'i bir tek şey yapmak her şey'in Hâlikına has bir iştir." Şu cümle hem Yirmi İkinci Söz'ün Lem'alarında,

    (Sh: B-342)
    hem Otuzüçüncü Mektubun pencerelerinde, hem Yirminci Mektubun on bir kelimelerinde îzah ve isbat edilmiştir. Buradaki külliyet nisbî ve örfîdir. "Bir şey'den her şey'i yapmak" taki murad, bütün dünyanın mevcudatını bir şeyden yapmak ve îcad etmek değildir. Belki ondaki murad; bir şeyden yâni bir katre sudan, bir insanın, bir hayvanın her şey'ini, her eczâsını, herbir cihâzâtını halkediyor ve bir şey olan topraktan nebâtât ve hayvânâtın herbir şeylerini ondan halkeder demektir. Hem "her şey'i bir tek şey yapmak" cümlesindeki külliyet mukayyettir, nisbîdir. Yani insanın yediği her nev' taamdan o insanda basit bir cild ve bir kan ve bir et ve hâkezâ...

    Elhâsıl: Bu külliyetten maksad odur ki; bir şey'i çok muhtelif eşyaya çevirmek ve birçok muhtelif eşyayı da bir tek şey yapmak, ancak Hâlik-ı Küll-i Şey'e mahsustur.

    Sâniyen: Minhâcü's-Sünne'yi kendi hattınla yazdığına, çok memnun oldum. Senin kalemin merhum Abdurrahman'ın kalemi gibi bana şirin geliyor.

    Sâlisen: Tenekeci Mehmed Efendinin hıfza başlaması mübarektir. Allah muvaffak etsin. Biz ona duâ ile yardım ediyoruz. O da okudukça bize dua ile yardım etsin. Bedreddin'e ve vâlidesine ve ceddine dua ediyorum. Sezâi Bey benim nazarımda Isparta'nın bir Zekâisidir. Ben de onu görmek istiyorum. Fakat şimdi maddeten, mânen kıştır. Zaten sizlere demiştim ki, Said'in şahsının ehemmiyeti yoktur ki, sohbetine arzu edilsin. Üstadınız olan Said ise, her bir risaleyi açtıkça onunla sohbet edersiniz. Âhiret kardeşiniz olan Said ise, her sabah akşam dergâh-ı İlâhîde dua vasıtasıyla sizinle beraberdir. sezâi Bey, üstadını, kardeşini istediği vakit görebilir.تَسْمَعُ بِالْمُعَيْدِىِّ خَيْرٌ مِنْ اَنْ تَرَاهُ kaidesiyle işitmesi görmekten çok evlâ olan şahs-ı Said'i görenler bazı pişman olur, keşki görmeseydim der. Bu, davula benziyor, uzaktan sesi iyi geliyor, yakında boş görünüyor.

    (Sh: B-343)
    Başta Husrev, Bekir bey, Rüşdü, Hafız Ahmed, Sezâi, Keçeci Şeyh Mustafa, Tenekeci Mehmed Efendi gibi has kardeşlerinize selâm ve dua ediyorum.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    260
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  6. #6
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    M E K T U B A T ' T A N

    ÜÇÜNCÜ MEKTUBUN BAŞ KISMI

    بِسْمِ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ بِكَلِمَاتِ الَنُّجُومِ وَالشُّمَوسِ وَاْلاَقْمَارِ وَالسَّيَّارَاتِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَعَلَى اِخْوَانِكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعِدَدِ النُّجُومِ فِى السَّمَوَاتِ
    Aziz kardeşim ve sevgili arkadaşım.

    Şimdi yüz tabakalık fıtrî bir sarayın, en yukarı menzilinde bulunuyorum. Sen de mânen burada hâzır ol. Bir parça sohbet edip konuşacağız. İşte kardeşim.

    Evvela: Evvelki mektubumda, bütün Sözlere dair suâl etmiştim ki: İçlerinde cerh edilecek hakikatler var mı? Ve yahud avâma izharı muzır şeyler bulunuyor mu? Yoksa yalnız Otuz İkinci Sözün Üçüncü Maksadı için değildi.

    Sâniyen: Sana (Nokta) risalesini gönderiyorum. Acîbdir ki, Eski Said'in kuvvet-i ilmiyle, nazar-ı aklıyla anladığı ve gördüğü hakikatları, senin kardeşin şuhud-u kalbiyle, nur-u vicdanla gördüğüne tevâfuk ediyor. Yalnız bazı cihetlerde noksan kalmıştır ki: Yirmi Dokuzuncu Söz'de tekmil edilmiş. Hususan âhirdeki remizli nükte ve o remizli nüktenin sırrı beyanında, çok hikakatlar noktada yoktur. Yirmi Dokuzuncu Söz'de vardır. Fakat birbirinden çok uzak bu iki Said'in aklı, kalbi, bu derece ittifakı acîbdir.

    (Sh: B-315)
    Sâlisen: Şeyh Mustafa'ya selâmımı tebliğ ile beraber de ki: Yazdığın (Kader) sözü beni çok memnun etti. Duâ ile kardeşlik hakkını edâ ettiğin gibi, bunun yazmasıyla talebelik, hukukunu dahi kazâ ettin. Allah senden râzı olsun. Yazdığını Abdülmecid'e gönderiyorum. O yüzlerce adama okutturacak, herbirisinden sevap sana gelecek.

    Râbian: Kardeşimiz Abdülmecid'e bir mektupla bazı Sözler'i gönderiyorum. Sen gayet emniyetli bir tarzda postaya ver, adres: "Ergani-i Osmaniyede esnafdan Vanlı Şehabeddin Efendi vasıtasıyla Vanlı Abdülmecid Efendiye" bu adresi yeni hurufla mektuba ve emanete yazınız.

    Hâmisen: Bundan sonraki Hâmisen kısmı Mektubat'ın Üçüncü Mektubu olarak 15 ci sahifede mevcuttur (bu mektubun sonunda).

    Çu Lâ ilâhe illâ hû, beraber mizened herşey, demadem cuyedent.
    Ya hak seraser cûyedent yâ Hay.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    242

    (MEKTUBAT'da) On Sekizinci Mektubun başı ve ikinci Mes'ele-i mühimmedeki suâlinin cevabına bir zeyildir.)

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık, muhlis kardeşim Hulûsi Bey!

    Suallerinize dair bir cevap yazmıştım. Kardeşimiz Husrev bir izah istedi, o zât ruhen size benzediği için, onun istizahına sen de iştirâk ettiğini tahayyül ettim. Bu zeyli yazdım, size gönderdim.

    Hem kerâmet-i Gavsiyenin birinci satırına dair bir parça gönderildi, onun âhirine yazarsınız. Hem kerâmet-i Gavsiye ile münasebettar, bir nükte-i Kur'âniyeyi gönderdik. Meşrebimize

    (Sh: B-316)
    muhalif olan, bu izhâr-ı esrara beni sevk eden mânevî ihtar ile kardeşlerimizin sa'ye ziyade şevk ve gayrete gelmelerine bir vesile olmasıdır.

    Hakikaten bir vakit fütur gledi, tevafuk çıkdı, şevki tazelendirdi. Bir zaman yine fütur baş gösterdi, kerâmet-i Gavsiye çıktı, gayreti çok ziyadeleştirdi. Ben bu hâletten anladım ki; izhârından hizmetimize zararı yok, olsa olsa nefsime zarardır. Zaten nefsim hizmete fedâ olmağa hâzırdır. Başta muhterem pederiniz Fethi Bey, Hoca Abdurrahman, Kemaleddin, Ömer Efendi olarak risalelerle alâkadar olan zatlara selâm ve duâ ediyorum ve duâlarını istiyorum.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
    Kardeşiniz Said

    (Hulûsi'nin ikinci suâlinin cevabına bir zeyildir.)

    Suâl: Muhyiddin-i Arabî vahdetü'l-vücud mes'elesini, en yüksek bir mertebe telâkki ettiği gibi, ehl-i aşk bir kısım evliyâ-i azîme dahi ona ittiba etmişler, bu mes'elenin en yüksek mertebe olmadığını, hem hakikî olmadığını, belki bir derece ehl-i sekir ve istiğrakın ve eshab-ı şevk ve aşkın meşrebi olduğunu diyorsun. Öyle ise muhtasaran, sırr-ı veraset-i Nübüvvetle ve Kur'ân'ın sarahatiyle gösterilen tevhidin yüksek mertebesi hangisidir? Göster.

    Elcevap: Benim gibi, hiç ender hiç âciz bir bîçârenin kısa fikriyle, bu yüksek mertebeleri muhakeme etmek, yüz derece haddimin fevkındedir. Yalnız Kur'ân-ı Hakîmin feyzinden gelen, gayet muhtasar bir iki nükte söyliyeceğim. Belki bu meselede fâidesi olacak.

    Birinci nokta: Vahdetü'l-vücudun meşrebine ve saplanmasına çok esbab var, onlardan bir ikisi kısaca beyan edilecek.

    Birinci sebeb: Mertebe-i Rububiyetin hallâkıyetini âzamî derecesinde zihinlere sığıştıramadıklarından ve sırr-ı Ehadiyetle, her şeyi bizzat kabza-i Rububiyetinde tuttuğunu ve her şey kudret ve ihtiyar ve iradesi ile vücud bulduğunu, kalblerine tam yerleştiremediklerinden,

    (Sh: B-317)
    her şey odur veyahut veya hayaldir veya tezahüriyetidir veya cilveleridir diye, kendilerini mecbur bilmişler.

    İkinci Sebeb: Firakı hiç istemiyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu 'diyetten cehennem gibi korkan ve zevalden gayet derecede nefret eden ve visâli ruhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti cennet gibi, hadsiz bir iştiyak ile arzulayan (aşk sıfatı) her şeydeki akrebiyet-i İlâhiyenin bir cilvesine yapışmakla firak ve bu'diyeti hiçe sayıp, lika ve visâli daimî zannederek, لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ diye, aşkın sekriyle ve o şevk-i beka ve lika ve visâlin muktezasıyla, gayet zevkli bir meşreb-i hâli, (vahdetü'l-vücudda) bulunduğunu tasavvur ederk, müdhiş firaklardan kurtulmak için, o (vahdetü'l-vücud) mes'elesini melce' ittihaz etmişler.

    Demek birinci sebebin menşe'i, aklın eli gayet geniş ve gayet yüksek olan bazı hakikat-ı îmaniyeye yetişmediğinden ve ihâta edemediğinden ve aklın, îman noktasında tamamıyle inkişâf etmediğinden ve ikinci sebebin menşe'i, kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişafından ve hârikulade inbisatından ve genişliğinden ileri gelmiştir.

    Amma sarâhat-ı Kur'âniyeyle, veraset-i nübüvvetin evliya-i azîmesi ve ehl-i (sahve) olan asfiyanın gördükleri mertebe-i uzma-yı tevhidî ise, hem çok yüksektir, hem rububiyet ve hallâkıyet-i ilâhiyenin mertebe-i uzmasını, hem bütün esma-i İlâhiyenin hakikî olduklarını ifade ediyor. Ve esâsâtını muhafaza edip ve ahkâm-ı Rububiyetin muvazenesini bozmuyor.

    Çünki; derler ki, Cenâb-ı Hak, Ehadiyet-i Zâtiyesiyle ve mekândan münezzehiyetiyle beraber, her şey'i bütün şuûnatıyla doğrudan doğruya ilmiyle ihâta ve teşhis edilmiş ve iradesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle ispat ve icad edilmiştir. Bütün kâinatı bir tek mevcud gibi icad tedbir ediyor.

    Bir çiçeği kolaylıkla halkettiği gibi, koca baharı o suhuletle halk eder. Bir şey, bir şey'e mâni olmaz. Teveccühünde tecezzi yok, aynı anda her yerde kudret ve ilmiyle tasarruf noktasında bulunuyor.

    (Sh: B-318)
    Tasarrufunda tevzi ve inkısam yok. Onaltıncı Söz ve Otuzikinci Sözün İkinci Mevkıfının İkinci Maksadında bu sır tamamıyla izah ve isbat edilmiştir.

    لاَ مُشَاحَةَ فَى التَّمْثِيلِ kaidesiyle temsildeki kusura bakılmadığından, gayet kusurlu bir temsil söyliyeceğim, ta iki meşrebin bir derece farkı anlaşılsın. Meselâ: Hârika ve emsalsiz gayet büyük ve gayet ziynetli, şark ve garbe bir anda uçacak, ve Şimalden cenuba ulaşan kanatlarını kapayıp açacak, yüzbinler nakışlarla tezyîn edilmiş, o kanadının her bir tüyünde gayet dâhiyane san'atlar derc edilmiş olan, bir tavus kuşu farz ediyoruz.

    Şimdi seyirci iki adam var, akıl ve kalb kanatlarıyla bu kuşun yüksek meziyetlerine ve hârika ziynetlerine uçmak istiyorlar, birisi bu tavus kuşunun vaziyetine ve heykeline ve hârikulâde her bir tüyündeki kudret nakışlarına bakar, gayet aşk ve şevk ile sever (dakik tefekkürü kısmen bırakır) ve aşka yapışır. Fakat görür ki, her gün o sevimli nakışlar, tahavvül ve tebeddül eder. Sevdiği ve perestiş ettiği o mahbublar gayb oluyor, zevâl buluyor.

    O adam kendine teselli vermek ve aklına sığıştırmadığı vahdet-i hakikîye ile, rububiyet-i mutlaka ve ehadiyet-i zâtiyle hallâkıyet-i külliyeye mâlik bir nakkaşın bir nakş-ı san'atıdır, demek lâzım gelirken, o itikad yerine, bu tavus kuşundaki ruh, o kadar âlîdir ki, onun sâni'i onun içindedir veya o, O olmuş, hem o ruh vücudiyle müttehid ve vücudu ise, suret-i zâhiriyle mümteziç olduğundan, o ruhun kemâli ve o vücudun yüksekliği bu cilveleri böyle gösterir, her dakika başka bir nakşı ve ayrı bir hüsnü izhar eder, hakikî ihtiyariyle bir îcad değil, belki bir cilvedir, bir tezahürdür.

    Diğer adam der ki: Bu mizanlı ve nizamlı gayet san'atkârâne nakışlar, kat'î bir surette bir irade ve ihtiyar ve kasd ve meşîet iktiza eder. İradesiz bir cilve, ihtiyarsız bir tezahür olamaz.

    Evet tavusun mahiyeti güzel ve yüksekdir. Fakat onun mahiyeti fâil olamaz belki münfaildir. Fâili ile hiç bir cihetle ittihâd edemez. Ruhu güzel ve âlidir, fakat mûcid ve mutasarrıf değil, belki ancak
    (Sh: B-319)

    mazhar ve medardır. Çünki her bir tüyünde bilbedahe nihayetsiz bir hikmetle, bir san'at ve nihayetsiz bir kudretle, bir nakş-ı ziynet görünüyor. Bu ise iradesiz ihtiyarsız olamaz.

    Bu kemâl-i kudret içinde kemâl-i hikmeti ve kemâl-i hikmet içinde kemâl-i rububiyeti ve merhameti gösteren san'atlar; cilve, milve işi değil. Bu yaldızlı defteri yazan kâtip içinde olamaz, onunla ittihâd edemez, belki yalnız o defter, o kâtibin yazı kaleminin ucu ile teması var, öyle ise o kâinat denilen misâli tavusun hârikulâde ziynetleri, tavus Hâlikının yaldızlı bir mektubudur.

    İşte şimdi tavusa bak o mektubu oku. Kâtibe Mâşâallah, Tebârekâllah, Sübhânallah de. Mektubu, kâtib zanneden veya kâtibi, mektub içinde tahayyül eden veya mektubu hayâl tevehhüm eden, elbette aklını aşk perdesinde saklamış, hakikatın hakikî suretini görmemiş.

    Vahdetü'l-vücud meşrebine sebebiyet veren aşkın enva'ından en mühim sebep, aşk-ı dünyadır. Mecâzî olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikîye inkılâb ettiği zaman, vahdet-i vücuda inkılâb eder. Nasıl ki, insandan şahsî bir mahbubu, muhabbet-i mecâzî ile sever, sonra zeval ve fenasını kalbine yerleştirmiyen bir âşık, mahbubuna aşk-ı hakikî ile bir beka kazandırmak için, Ma'bud ve Mahbub-u hakikînin bir âyine-i cemâlidir, diye kendini teselli eder, bir hakikata yapışır.

    Öyle de koca dünyayı ve kâinatı hey'et-i mecmuasıyla mahbub ittihaz eden, sonra o muhabbet-i acîbe, dâimî zevâl ve firak kamçılarıyla muhabbet-i hakikîye inkılâb ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zeval ve firaktan kurtarmak için, vahdetü'l-vücud meşrebine iltica eder.

    Eğer gayet yüksek ve kuvvetli îman sahibi ise, Muhyiddin-i Arabî'nin emsâli gibi zatlara, zevkli, nuranî, makbul bir mertebe olur. Yoksa vartalara düşmek, maddiyata girmek, esbabda boğulmak ihtimali var. Vahdet-i şuhud ise o zararsızdır. Ehl-i sahv'in de, yüksek bir meşrebidir.

    (Sh: B-320)
    اَلَّلهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ
    سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

    Kardeşiniz
    Said Nursî
    243
    Mektubat'ın Yirmialtıncı Mektubun Dördüncü
    Mebhasının Birinci Mes'elesi Evvelen Kısmı
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَعَلَى وَالِدَيْكُمْ وَعَلَى اِخْوَانِكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık ve sâdık, muhlis ve hâlis kardeşim İbrahim Hulûsi Bey!

    Mektubunda beyan ediyorsun ki: "Eğirdir gibi" orada muvaffak olmuyorsun. Ondan telâş etme, orada öyle esbap var ki, bütün bütün tevakkuf ve tatil neticesini verebilirdi. Cenâb-ı Hakk'a şükür yine tevakkuf değil muvaffakıyyet var.

    O mânevî esbabdan biri şudur ki; cinni şeytandan ders alan insan şeytanları, dünyevî meşgaleleri ile seni bir çember içine alıp, Nurlara hizmetini tahdit etmek için, sezdirmiyerek perde altında çalışmışlar.

    Hem o havâlide sâbıkan, müdhiş ameliyat ve icrâat olduğundan, o muhitte bir ürkeklik hâsıl olup, senin kalbindeki gayet kuvvetli bir metanet olmasaydı, o Nurlar orada hiç ışıklandırmıyacaktı, fakat orada az hizmet de çokdur, kıymettardır.

    Sâniyen: (Bu kısım Mektubat'ın 349-350. nci sahifelerde bulunan (Sâniyen) kısmının sonuna ektir.)رَبُّ الْعَالَمِينَ in tâbirinden sonra رَبُّ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ zikri, icmalden tafsîle geçmektir. Nasıl ki: Memleket-i İslâmiye hâkimi tâbirinden sonra, Anadolu, Asya ve Afrika hâkimi tâbiri haşmet-i saltanatı mufassalan gösterir.

    Öyle de Rububiyet-i Mutlakadan sonra, Haşmet-i rububiyeti mufassalan gösterir. Her ne ise, şimdilik suâline tam cevap

    (Sh: B-321)
    veremiyorum. Ona bedel Kur'ân i'câzına ait iki küçük nükteyi söyliyeceğim.

    Sen şu iki nükteyi On dokuzuncu Mektub'un Beşinci Cüz'ünün Onsekizinci İşaretinin Birinci Nüktesinin âhirine hâşiye olarak ilâve ediniz.

    İşte Birinci Nükte: Mektubat'ın 196. sahifesindeki 2.nci haşiyeye şu kısım ektir.

    Şu üç hakikata mukabil gelecek hangi hakikat var? Kimin haddine düşmüş ki, bunları taklid etsin. Evet nasıl ki, bu tarz-ı ifade sun'î olamaz, öyle de taklid edilmez. Evet kimin haddine düşmüş ki, hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Hâlik-ı Kâinatı bu surette konuştursun.

    İkinci Nükte: Kur'ân-ı Hakîm'in umum sahifeleri âhirinde âyetler tamam oluyor, güzel bir kafiye ile nihayetleri hitam bulması hem Lâfz-ı اَللَّهُ yaprağın iki sahifesinde veya karşı karşıya iki sahifesinde veya yakın sahifelerde "ekseriya" ya muvafakat-ı adediye veya münasebet-i adediye bulunması, bir Emâre-i İ'cazdır. Ve bunun sırrı şudur ki: Âyâtın en büyüğü olan "Müdâyene" âyeti, sahifeleri için ve Sûre-i ihlâs ve Kevser satırları için, bir vâhidd-i kıyâsî ittihaz edildiğinden, Kur'ân-ı Hakîmin bu güzel meziyeti ve i'caz alâmeti görülmektedir. Demek bu hüner Kur'ân'ındır. Yoksa Hâfız Osman gibi zatların değil. Çünkü bu vaziyet, âyetinden ve suresinden neş'et etmiştir.

    Sâlisen: Mektubunuzdan anladım ki, sana gönderilen risaleleri kendin için istinsah ediyorsun, aslını Abdülmecid'e veriyorsun.

    Aziz kardeşim, çendan Abdülmecid benim nesebî kardeşim ve yirmi sene talebemdir. Fakat ne O, ve ne hiç birisi BENİM HULغSİ'me yetişmiyor. O mektublar (ekseriyet-i mutlaka) senin namınla yazılmış ve sana gönderiliyor. Abdülmecid ikinci derecede, kendine istinsah etmek veya mütalâa etmek için onu da teşrik et,

    (Sh: B-322)
    diye bir mektupta demiştim. Fakat eğer sen, o kardeşini kendi nefsine tercih edersen ve ona zahmet vermemek için zahmet çeksen ona karışmam. Senin peder ve validene ve Fethi gibi arkadaşlarına ve senin eski hocalarına selâm ve dua ederim, duâlarını isterim.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
    Kardeşiniz
    Said Nursî

    21 Ramazan-ı Şerif

    (Abdülmecid'e yazılan mektubu, senin mektubunun içine koydum, ona gönderiniz.)

    (Biraderlerine yazdıkları mektubdan.)

    Eğer ahvâl-i ruhiyemi anlamak istersen, gelecek şu iki fıkra tercümandır. Bir şairin dediği gibi derim:

    (Ney) gibi her dem ki, geçmiş ömrümü yâd eylerim.
    Tâ nefes vâr ise, kuru cismimde feryâd eylerim.

    Bir ticaret kılmadım, nakd-i ömür oldu hebâ,
    Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan, bîhaber.

    Ağlayıp nâlân edip, düştüm yola tenha garîb,
    Dîde giryân, sîne püryân, akıl hayrân, bîhaber.

    "Evet geçmiş ömrü israf ettik, zâyi ettik. Çok mübarek zâtlar, ahbablar kayıp ettik, yalnız kaldım. O mübareklerle beraber âhirete çalışmadım."

    244
    MEKTUBAT'IN YİRMİSEKİZİNCİ MEKTUBU'NUN SEKİZİNCİ MES'ELESİNİN İKİNCİ NÜKTESİ

    Birinci Nükte: (Eserdekinin aynıdır, kitâba müracaat et. (Mektûbât: 408-409)

    İkinci Nükte: Eğer denilse, şu "Tevâfukat-ı gaybiyye" eğer bir meziyyet-i belâğat olsa idi, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân belâğatların envâından en ileride olduğu gibi, bu nevide de en ileri olmak lâzım gelirdi. Eğer bir meziyet-i belâğat değil,

    (Sh: B-323)
    neden büyük bir ikrâm-ı ilâhî sayıyorsunuz. Hem hangi kitap olursa olsun, bu nevi tesâdüfat içinde çok bulunabilir.

    Elcevap: Kur'ân-ı Hakîm:

    اِنّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ اِنّا لَهُ لَحَافِظُونَ sırrıyle, her zamanda bir milyondan fazla hâfızların kalbinde mânen yazdırmak lâzım geldiği için, hıfzı çok işkâl edecek ve hâfızları çok azaltacak olan şu nevi tevâfukat-ı müteşabihe, Kur'ân-ı Hakîmde çok ileri gitmemiştir. Ehl-i hıfza, rahmet içinde mutabık-ı mukteza-i hâl bir mânevî belâğatı, bu meziyet-i belâğatın terkiyle yapmıştır.

    Çok def'a kısa kesmekle, çok uzun mânaları ifade etmesi gibi, hem şu tevâfukat-ı belâğat olmasa da, mâdem içinde eser-i kasd ve şuur görünür, kasd ve şuur ise, bilmüşahede ve bil'itiraf, müellif ve müstensihlerin değil, elbette bir dest-i gaybînin tanzimiyledir. Ve o dest-i gaybînin bu tarz müdahalesi ise, alâmet-i kabûldür ve rızaya emâredir. Ve bu emâre de remz eder ki, yazılan hakikatlar kusursuzdur. Hak bir surette gösterilmiştir.

    Ama sair kitablarda şu nevi tevâfukat bulunuşu tesadüfe verilebilir. Fakat şu risalelerdeki şuurlu tevâfukat-ı gaybiyeyi, bütün gören zatların ittifakıyla, şuursuz tesadüfe havale edilemez. Ve verilmesine imkân verilmiyor. Hattâ en mühim iki müstensih ve bizler, değil ki bir risalenin umumunda, bir tek sahife kanaat verir ki, tesâdüf karışamaz. Haddi değildir. Çünki misil olarak iki üç kelime bulunur. Birbirine bakar, öyle bir vaziyette ki, zâhiren bir kastı irae ediyor.

    Meselâ: Şimdi bakıyoruz, şu sahifede yaş lâfzı, üç def'a tekerrür etmiş. Üçü öyle bir vaziyette birbirine bakıyor ki, şübhe bırakmaz ki, bir tanzim-i gaybîdir. Hem şimdi baktığımız şu sahifede, yalnız altı hüzün kelimesi var. o altı hüzün, üç satırda öyle lâtif iki kavisi teşkil etmiş ki, neş'eli bir hüznü görene verir.

    (Hem işâret-i gaybiye olmak için, başka hiç bir kitapta bulunmamak lâzım gelmez.) Meselâ: Nasıl ki, belâğat-ı Kur'âniye, derece-i i'caza vasıl olduğu için, bir Mu'cize-i Risalet olduğu halde,

    (Sh: B-324)
    sâir ehl-i belaâgatin umum kitaplarında, derecatların agöre belâğat vardır. Onlarda belâğat bulunması, i'caz-ı Kur'ân'a münâfi olamaz.

    Öyle de İ'câz-ı Kur'ân'ın yüzer kısmından, bir kısmının cilvesi, bir nev'i ikram-ı İlâhî nev'inde, Kur'ânın bir nevi tefsiri olan Sözlerde, hakâik-ı Kurâniyenin hüsn-ü intizamına işâreten görünüp, tecelli etmesine sair kitaplarda, tevafukkatın bulunması zarar vermez. Çünki o dereceye yetişmezler. Çünki Sözlerdeki o nevi tevafukat, o dereceye gelmiş ki, dikkat edenlere kat'î kanâat verir ki, beşerin düşünüşü değil ve ihtiyarı ile de olmamıştır. Belki nakşî bir nevi Kur'ân i'câzının, gölgesinin gölgesi, kendi tefsirinin âyinesinde, bir nevi ikram-ı ilâhî suretinde temessül ediyor. اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى


    245
    بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَعَلَى وَالِدَيْكُمْ وَعَلَى اِخْوَانِكُمْ وَعَلَى رُفَقَائِكُمْ فِى دَرْسِ الْقُرْآنِ


    MEKTUBAT'TA
    YİRMİ SEKİZİNCİ MEKTUBUN
    SEKİZİNCİ MES'ELESİNİN ÜÇÜNCÜ NÜKTESİ:

    Aziz kardeşim!

    Evvelâ: Kardeşimiz Abdülmecid'in, Yirmialtıncı Mektubun Üçüncü Mebhasını, lüzumsuz bir ihtiyâta binâen ziyade görmesini, sen de onun ziyadesini ziyade görmekliğin beni ziyade sevindirdi.وَكَيْفَ اَخَافُ مَا اَشْرَكْتُمْ وَلاَ تَخَافُونَ اَنَّكُمْ اَشْرَكْتُمْ بِاللّهِdiyen ve Kur'ân'ın takdirine mazhar olan Hazret-i İbrahim (A.S.)'ın ittiba'ına mükellef olduğumuza işaret eden مِلَّةَ اِبْرهِيمَ حَنِيفًا مُسْلِمًا sırrına mazhar olduğumuzu bilmeliyiz.

    Sâniyen: Bana karşı umumen dost bir şehir ahalisinden bir müftü, sathî bir nazar ile, vâhî bazı tenkidâtı, Onuncu Söz'ün

    (Sh: B-325)
    teferruat kısmına etmiş diye Abdülmecid yazıyor. Abdülmecid'in ona verdiği cevablar, iki yer müstesna, mütebâkisi kâfidir. Fakat iki yerde, o da o zâtın sathî suâline, sathî olarak cevab vermiş:

    Birincisi: O zât demiş ki: "Onuncu Söz'ün hakikatları münkirlere karşı değil. Çünki, sıfât ve esmâ-yı İlâhiyeye binâ edilmiş." Abdülmecid cevabında diyor ki, "Münkirleri hakikatlardan evvelki dört İşaretle îmana getirmiş, ikrar ettirmiş. Sonra Hakikatları dinlettiriyor" meâlinde cevap vermiş.

    Hakikî cevabı şudur ki: Herbir Hakikat, üç şeyi birden isbat ediyor; hem Vâcibü'l-Vücudun vücudunu, hem esmâ ve sıfatını, sonra haşri onlara bina edip, isbat ediyor. En muannid münkirden, tâ en hâlis bir mü'mine kadar herkes, her Hakikattan hissesini alabilir. Çünki, Hakikatlarda, mevcûdâta, âsâra nazarı çeviriyor.

    Der ki: Bunlarda muntazam ef'al var, muntazam fiil ise fâilsiz olmaz. Öyle ise bir fâili var. İntizam ve mizan ile o fâil iş gördüğü için hakîm ve âdil olmak lâzımgelir. Mâdem hakîmdir, abes işleri yapmaz. Madem adâletle iş görüyor, hukukları zâyi etmez. Öyle ise bir mecma'-ı ekber, bir mahkeme-i kübrâ olacak.

    İşte Hakikatlar, bu tarzda işe girişmişler. Mücmel olduğu için, üç dâvayı birden isbat ediyorlar. Sathî nazar fark edemiyor. Zaten o mücmel Hakikatların her birisi, başka Risaleler ve Sözlerde kemâl-i îzah ile tafsîl edilmiş.

    (Abdülmecid'in ikinci nâkıs cevabı şudur ki)

    O zâtın yanlış sualine mümâşât edip, yanlaşını kabul ettiği için, yanlış etmiş. Çünki Onuncu Sözün "Hâşiye" sinde, ism-i âzam, yalnız her ismin bir mertebesinden ibaret olduğu zikredilmemiş. Belki çok yerlerde demişiz; İsm-i âzamdan ve her ismin âzamî mertebesinden tezahür eder. ism-i âzamdan ve her ismin âzamî mertebesinden tezahür eder. İsm-i âzamı isbat etmekle beraber, her İsmin bir mertebe-i âzamı var ki; Resûl-i Ekrem (A.S.M.) bunlara mazhar olduğu gibi haşr-i âzam da onlara bakıyor. Meselâ ism-i Hâlık merâtibi, benim Hâlikımdan tut, tâ Hâlik-ı Küll- i Şey'e kadar olan mertebe-i âzama kadar merâtibi var.

    (Sh: B-326)
    O şübheli zâtın, her ismin bir mertebe-i âzamı olduğunu tezyif etmek niyetiyle, mutasavvıfa-ı mütefelsife fikridir demiş. Halbuki başta İmam-ı A'zam, İmam-ı Gazâlî, Celâleddin-i Süyûtî, İmam-ı Rabbânî, Şâh-ı Geylânî gibi sıddıkîn-i muhakkıkîn, ism-i âzamı ayrı ayrı görmüşler. İmam-ı A'zam demiş: El Adl, El-Hakem ism-i âzamdır ve hâkezâ. Her ne ise bu mes'ele bu kadar yeter.

    O zâtın sathî ilişmesinden üç cihetle memnun oldum:

    Birincisi: Tenkid etmek istediği halde, edemediği için gösteriyor ki, Onuncu Söz'ün hakâikı, kabil-i tenkid değildir. Olsa olsa teferruat kabilinden bazı ibarelerine ilişebilir.

    İkincisi: İnşâallah âlî bir zekâ ve gayreti bulunan Abdülmecid'i gayrete getirdi. Hulûsi'ye yakışacak çalışkan, müteyakkız bir arkadaş oldu.

    Üçüncüsü: O zât müşteridir ki ilişmiş, müşteri olmayan lâkayd kalır. İnşâallah ileride tam istifade edecek.

    Bu nüktenin bir güzel meâlini ya sen, ya Abdülmecid kaleme alıp, benim selâmımla, memnuniyetimle beraber, o zâta gönderebilirsiniz.

    Mahallenizin imamı Hâfız Ömer Efendiye, selâm et ve de ki, ben onu kabul ettim. Talebelik şartlarını da, ona söyle. Pederiniz ve Fethi Bey ve Hoca Abdurrahman, Sözler'i ciddî dinlemeleri beni çok mesrur ediyor. Ben onlara dua ediyorum. Onlar da bana dua etsinler. Seydâ namındaki zât, pederinizin intisab ettiği zât değil, ondan evvel gelmiş iştihar etmiş mühim bir zâttır. Başta Sabri, Süleyman, Tevfik bütün ihvanlar size selâm ediyorlar.
    Kardeşiniz
    Said Nursî

    246
    وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ
    (Sh: B-327)
    Aziz sıddık kardeşim!

    Sana bu def'a Yirmidokuzuncu Mektubun üçüncü kısmını ve beşinci kısmını gönderiyorum. Üçüncü kısımda bir sır var. Ramazanda bir saatte, benimle müsevvid zat hasta iken sür'atle yazılmış. Göreceğiniz tarz, aynen bulunmuş, biz hayret ettik, anladık ki o kısımda Kur'ân'a dair niyyetimiz, tam hakdır ve lâzımdır ki, böyle olmuştur.

    Hem Mûcizât-ı Ahmediyedeki tevâfukata, bir sened-i kat'î olarak, iki parça (o mektubdan 4 üncü, 5 inci cüzlerini) gönderdim.

    O iki parça o risalenin te'lifinin akîbinde, acemi bir müstensih müsvedde-i aslîden acele yazdığı, hattâ salâvatları (A.S.M.) işaretiyle geçtiği halde, iki sene sonra tedkik ettik, ümidimiz fevkınde acîb bir tevâfuk gördük.

    Sonra, ondan daha acemi bir müstensihe dedim: "Resûl-i Ekrem (A.S.M.) kelimesiyle, Kur'ân kelimesini kırmızı yaz, aynen o nüshayı istinsâh et." Halbuki, ikinci müstensih çok acemi idi. Evvelki müstensihin nüshasındaki tevâfuku kısmen bozmuş, şuuru taallûk ettiği için letâfetini ihlâl etmiş. Fakat yine tevâfukata bir hüccet olur, siz de güzelce kendinize tebyiz ediniz, O müsvedde-i ûlânın bir sureti ya sende veya Abdülmecid'de mahfuz kalsın.

    Felillâhilhamd, şimdi Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın iki yüz eczâ-i i'câzından bir cüz'ünü göze gösterecek, birkaç Kur'ânı yazdırıyoruz. Birisi tamam oluyor. İçinde (2806) lâfza-i Celâl'den, yüzde bir müstesna, umumen tevafuku, gaybî tarzında görünüyor. Lâfz-ı # kırmızı ile yazdırdık, gören, "Kur'ân'ın i'câzını gözümle görebiliyorum" diyebilir. İnşâallah bu cüz'-i i'caz, hatt-ı Kur'ânîyi muhafaza edecek, tahrifden kurtaracak.

    Elmas kalemli kardeşlerimize taksim ettim, en birinci kardeşimiz Hakkı Efendi birinci cüz'ü yazdı. İkincisini, üçüncüsünü senin bedeline yazmağa hâhişkârdır.

    (Sh: B-328)
    Başda vâlideyninize, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman Bey, yeni talebem İmam Ömer Efendi olarak Sözler'le alâkadar olanlara selâm ve dua ediyorum, duâlarını isterim.

    Sâbık Müftü Kemal Efendiye de ki: Müjde! Her bir saat hastalıklı ömrü, bir gün ibadet hükmündedir. Şu zamanda hayâtın en iyi sureti böyledir. Biz dergâh-ı İlâhîde onun hakkında, en hayırlısını niyaz edip dua ediyoruz ve edeceğiz. Öylelerin duâsı makbuldür. Bana duâ etsin. Hoca Abdurrahman ile Fethi Bey, ikisi has talebelerin daire-i duâsı içinde duâda kazancıma hissedardırlar. İkisi bana duâ etsinler. eskide benim Ömer isminde talebem vardı.. senin şimdiki orada Ömer Efendi ona duâda arkadaş olmuştur.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
    Kardeşiniz Mirzazâde
    Said Nursî

    Yirmi Dokuzuncu Mektubun Dördüncü kısmı hem uzundur, hem bir tek nüshadır. Bu def'a gönderemedim. O kısım doğrudan doğruya i'câz-ı Kur'ân'ın bir âyinesidir ve çok da mühimdir. Otuz sekiz sahifedir. Başta Sabri, Süleyman, Husrev, Bekir, Tevfik, Gâlib sizlere selâm ederler. On Dokuzuncu Mektubun Dördüncü Cüz'ünü, 15 inci nükteli işarete kadar tashih ettim. Acele göndermek lâzım geldi, vakit bulamadım, tam tashih edeyim.

    Sen evvelâ Onbeşinci Nükteli işaretten sonra, kendi nüshanızla mukabele edip, tashih ediniz, sonra tebyiz ediniz. 28 nci Mektubun 7 nci mes'elesinde, acîb bir tevâfuk görüldü, şöyle: İki sahife başdan başa, yalnız başdaki satır müstesna, Yirmi dokuz satır, şuur ve ihtiyarımızın haricinde, bütün (elif) gelmiş. Bu bütün (elif) 28 nci Mektubdan 29 uncu Mektuba ehemmiyetli bir işaret-i gaybiyedir, diyordu. Sonra nümunesini size göndereceğiz.

    Bu gece evrâd ile meşgul olurken, nöbetçiler ve başkalar işitiyordular. Kalbime geldi ki: "Acaba bu izhar, sevabını noksan etmiyor mu?" diye telâş ettim. Birden (Hüccetü'l-İslâm İmâm-ı Gazâli'nin) meşhur bir sözü hâtırıma geldi, demiş: "Bazan izhar

    (Sh: B-329)
    ihfadan çok def'a ziyade efdal olur." Yani âşikâre yapmakta, başka kimseler ya istifade ve taklid etmek veya gafletden uyanmak ve dalâlet ve sefahette muannid ise, karşısında Şeâir-i İslâmiye nev'inde izhar etmek, izzet-i dîniyeyi göstermek gibi, çok cihetle, hususan bu zamanda, İhlâs dersini tam alanlarda değil (riyâ), belki gizliden tasannu' karışmamak şartıyla, çok ziyade sevablı olur, diye bir teselli buldum.

    Said Nursî

    247
    ONBEŞİNCİ NOTANIN ÜÇÜNCÜ MES'ELESİ

    Ey insan ve ey nefsim, muhakkak bil ki: Cenâb-ı Hakk'ın sana in'âm ettiği vücudun, cismin, âzaların, malın ve hayvânâtın ibâhadır, temlik değildir. Yâni, istifaden için kendi mülkünü senin eline vermiş, istifade et diye ibâha etmiş. Senin gibi, idare etmekten hakikaten âciz ve tedbirden cidden câhil bir şahsa temlik etmemiş. Çünki, mülk olarak verse idi, idaresini sana bırakmak lâzım gelirdi.

    Acaba en kolay, en zâhir ve daire-i ihtiyar ve şuurda dahil olan bir midenin idaresini yapamadığın halde; nasıl göz ve kulak gibi daire-i ihtiyar ve şuurun hâricinde idare isteyen şeylere mâlik olabilirsin?

    Mâdem sana verilen hayat ve hayatın levâzımatı temlik değil, ibâhadır. Elbette ibâhanın düsturuyla hareket etmek lâzımdır. Yâni nasıl bir zât, ziyafete misafirleri dâvet eder. Onlara, meclis ziyafetindeki eşyâdan ve ziyafetten istifadeyi ibâha ediyor, temlik etmiyor. İbâha ve ziyafetin kaidesi ise, mihmandarın rızası dahilinde tasarruf etmektir. Öyle ise israf edemez, başkasına ikrâm edemez, sofradan kaldırıp başkasına sadaka veremez, dökemez, zâyi' edemez. Eğer temlik olsa idi, yapabilirdi ve kendi arzusuyla hareket edebilirdi.

    Aynen bunun gibi; Cenâb-ı Hak sana ibâha suretinde verdiği hayatı intihar ile hâtime çekemezsin, gözünü çıkaramazsın ve manen gözü kör etmek demek olan gözü verenin rızası hâricinde harama sarfedemezsin... Ve hâkezâ kulağı ve dili ve bunlar gibi cihazâtı

    (Sh: B-330)
    harama sarfetmekle mânen öldüremezsin. Ve eti yenilmeyen hayvanını lüzumsuz tâzib edip katledemezsin. Ve hâkezâ.

    Bütün sana verilen ni'metler, bu misafirhane-i dünyanın sahibi olan Mihmandar-ı Kerîm-i zülcelâlin kavânîn-i şeriatı dairesinde tasarruf etmek gerektir.

    Said Nursî
    248
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  7. #7
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ بِلاَ اِنْقِطَاعٍ

    (Hulûsi Bey'in mektubudur.)

    Eyyühe'l-Üstadü's-Said!

    Risale-i Nur şâkirdlerinin şahsiyet-i mâneviyelerinde en âciz, en zaîf ve en menfaatsız bir uzuv olmakla beraber, bu intisabın verdiği kuvvetle, manevî efradının dualarının ve kudsî himayelerinin himmetine ve Rabb-ı Rahîmin kerem ve inâyetine dayanarak, nail olduğumuz son nurlu âsârın mütalâa ve zavallı muhitimizdeki neşrinden mütevellid halis sürurumuza ve nihayetsiz mânevî duygularımıza tercüman ve lisan-ı acz ile hissiyatı izhara vasıta, başta muhterem ve çok müşfik ve aziz Üstada ve onun tevfîk-ı Hudâ ile en kıymetli muinleri ve Risale-i Nur şâkirdlerinin mânevî cisimlerinde daima fa'al ve nevvar nâkil ve nâşirleri olan kardeşlerimize şükran ve dua borcumuzu iblâğ etmek emel ve niyeti ile, şu arîzacığı yazmaya başlıyorum.

    Evvelâ ulvî ve gaybî kerametten bahs edeceğim: Mecmuatü'l-Ahzab'da Ercuze namındaki kaside-i mubareki (Fethi beyde) buldum. Birçok yerlerini okudum. Fazla tedkik edemedim. Ancak Sekine nâmı verilen ve İsm-i A'zamı tazammun eden altı isim فَرْدٌ حَىٌّ قَيُّومٌ حَكَمٌ عَدْلٌ قُدُّوسٌ Celle Celâlühü olarak buldum. Bu esmâ-i mübarekenin vird edilmesine müsaade ve ne suretle devam iktiza ettiğine emrinizi istirham ederim.

    Merhumun ceddimin Hazret-i Ali Radıyallahü anh Efendimiz hazretlerine ma'tuf ve evvelce arz ettiğim: (Kerâmâtül evliyâi hakkun) düsturunu tasdik sadedindeki kerâmât hadîsinin ifade

    (Sh: B-299)
    edildiği bir zamanda, orada da bu mübarek eserin neşredilmiş olması, cidden hayreti mucib olmakla beraber, işlerimizin tesadüfle alâkası olmadığını gösterecek küçük bir delil ve Risale-i Nur, mu'cize-i Kübrâ-i Ahmediye (A.S.M.) olan Kur'ân-ı Azîmüş-Şân'dan nebeân ettiği için, i'cazkâr hâdisât eksik olmıyacağına işarettir.اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

    Bu ulvî eserin sonuna Risale-i Nur şâkirdleri nâmına bu âciz talebenizin ismini koymakla, sıddîkınızın yazılmış ve yazılacak bütün Risale-i Nur lema'âtına karşı, tasdikte tereddüt etmeyeceğine işaret olduğunu, şükür ile karşıladım.

    Sûre-i Rahmân'dakiفَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ âyet-i celîlesindeki tekrarlar gibi, risale-i Nur'un mebde-i intişarından bu zamana kadar enva'-ı kerâmet ve gaybî i'caz izhar edilmekte ve bu feyizli hâdisat, Risale-i Nur şâkirdlerini gayrete ve himmete teşvik eylemekle beraber, onları mânevî silâhlarla teçhiz ederek, kuvve-i îmanlarını tezyide vesile olmaktadır.

    Allahu Zülcelâl Kur'ân-ı Kerîminde, Peyamber-i Zîşân hadîs-i Nebevîlerinde, Cihâryâr-ı Güzîn, Sahâbe-i Kirâm ve Âl-i beyt namlarına, Hazret-i Ali ve evlâdından Hazret-i Gavs kaside-i mübarekelerinde, fitne-i âhir zamandaki en mühim ve Kur'ânî harekete remz, delâlet, işaret, belki sarahatle parmak bastıklarını Risale-i Nur nâşiri, bütün eserlerinde gösterir ve derslerinde tekrar tekrar söylerse, tereddüt ve şübheye zerre kadar mahal ve hak kalır mı? Asla ve kat'â. Allah'ın ihsanına yüzbinler hamd ve şükürler olsun. Münasebet gelmişken tahdis-i ni'met maksadıyle mazhar olduğum, bütün acz ve noksanıma rağmen, gördürülmekte olan kudsî hizmetin şerefi, mânevî vahdetteki ihlâsın ikramı addedilmeye sezâ, gaybî himaye ve siyaneti, Risale-i Nur şâkirdleri kardeşlerime mücmelen arz ve iblâğ edeyim.

    l- Allah'a ma'lûm, çok kusurlarımı bilmeyen büyük ve küçük bütün halkın, hakkımdaki teveccühleri,

    (Sh: B-300)
    2- İktiza ettikçe, soruldukça, münasebet geldikçe, pervasızca daima aldığım derslerden, öğrendiğim hakikatları söylediğim halde, bütün meslektaşlarımın hakkımda muhabbet göstermeleri ve cevap verememeleri,

    3- Ahkâm-ı dîniyece gücüm yettiği kadar mütâvaat gösterdiğimi bildiklerine ve gördüklerine rağmen, ekser meslek büyüklerimin hususiyyet ve gidişlerini beğenmediğim halde, alenen takdirlerini izhâr eylemeleri,

    4- Elâziz'de maddeten hayli uzakta bulunmaklığıma rağmen, Risale-i Nur feyzi menbaından nebeân eden lemaâtın, izn-i hakla ârızasız gelebilmeleri,

    5- Eski hocalarımın âsâr-ı Nuru bu âcizden dinlemeleri, vasıtamla okumaları,

    6- Elhamdülillâh buraya gelen Nurlu eserlerin, hususiyet ve mahremiyet kayıtlarına bir derece dikkat ederek, intişarına çalıştığım halde, yüzbin kere şükür ve minnet, ol Hâlik-ı Azîm'e, bir mâni ve şer zuhur etmemesi.. ilh...

    Açık, zâhir, bâhir ve kat'î bir himaye ve siyanet-i mâneviye neticesi ve Risale-i Nur şâkirdleri arasındaki hakikî ihlâs ve tesanüdün parlak bir tecellîsidir.

    Sun'î bir tevazu için değil, hakikatı ifade için derim ki, bundan evvel Sabri Efendi kardeşimize yazdığım küçük mektubumda da zikrettiğim vech ile, Risale-i Nur şâkirdleri vücud-u mânevîsinde, ancak küçük bir ayak parmağı kadar bir kıymeti olan bu bîçâre kardeşinizi, Hâlikımız bu günahkâr abdini nihayetsiz in'âm ve ihsanına lâyık görmüş ki: Risale-i Nur nâşirine bir talebe, Risale-i Nur şâkirdlerine bir kardeş, Kur'ân hâdimlerine bir arkadaş etmiştir. Arabî ve Fârisî bilmiyen, ilim ve medrese görmiyen bir âsi abdine, hikmet-i Samedâniyesiyle böyle bir ikramda bulunuşu, elbette bir hikmete müsteniddir, o da her halde Risale-i Nurla alâkadar olanlar arasındaki safvet ve ihlâs ile, Risale-i Nur'un ind-i İlâhîdeki derecesine ve hizmetin ulviyetine atf olunur.

    (Sh: B-301)
    İşte Risale-i Nur şâkirdlerinden en gayr-ı nâfi bir uzva, misal olarak zikr edilen bu kadar açık himaye ve siyanet-i İlâhî vâki olursa, diğer münevver unsurlara ne derece ikram ve inâyet olacağı kıyâs olunabilir.

    Allah'ın inâyetine, Peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallâllahü Teâla Aleyhi ve Sellem efendimiz hazretlerinin imdat ve ruhaniyetlerine istinâd ederek, Allah rızası için hizmete koşan, yekdiğerini mânevî ve uhrevî kardeş tanıyan, başta müşfik Üstad, yâni Risale-i Nur nâşiri ile onun şâkirdlerini
    فَاِنَّ حِزْبَ اللّهِ هُمُ الْغَالِبُونَ { وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ âyetlerinin sırlarının tezahürü İnşâallah karşılayacaktır.

    İktisad hakkındaki risale hem insanî, hem içtimaî, hem dînî, hem dünyevî çok güzel ahlâkî, çok hoş îmânî, çok değerli nurânî bir nasihatnamedir. Buradaki kardeşlerimizden bazılarının, âsâr-ı Nur hakkındaki ihtiyarsız şu sözleri, ne kadar yerindedir. Diyorlar ki: Bu mübarek eserlerden biri okununca, içimizden (bundan daha yüksek eser olamaz) dediğimiz halde, ikincisini dinlediğimiz zaman bakıyoruz ki, bu evvelkinden daha ulvi ve nurludur.

    Ben de diyorum ki: Ey ihvan! Risale-i Nur'un bütün cüz'lerinde öyle bir kuvvet var ki, yalnız birini dinlemeye, okumaya veya yazmaya muvaffak olan kimse, Allah tevfik verirse, îmanını kurtaracak hakikatları onda bulur. Çünkü her cüz'ün diğerleri ile mânen irtibatları vardır. Okuyana ve dinleyenlere sırran diyorlar ki: Bu okuduğun kitabda bizdeki hakikatların da uçları, kokuları, işaretleri var. Dikkat edersen görürsün, çalışırsan anlarsın, cüz'-i ihtiyarını bu emre sevk edersen Allah da muvaffakıyet verir. Bulur ve bilebilirsiniz.

    İhlâsa dair Yirminci, Yirmibirinci Lem'alar: Yirminci Lem'a muhtelif meslek ve meşrebde, mü'minler arasındaki rekabetkârâne ihtilâfların esbabını öyle bir teşrihtir ki, tavsif edebilmek için bu mübarek eseri aynen nakil eylemekten başka çare yoktur. Allah cümlemizi muhlis kullarından eylesin. Âmin...

    (Sh: B-302)
    En az on beş günde bir defa okunması emir buyurulan Yirmibirinci Lem'a: Evrâd edinilecek kadar ehemmiyetlidir. Ma'lûmdur ki, kale içinden feth olunur. Bu günkü muvaffakıyete sebeb olan ihlâs kalkarsa maâzallah o zaman çok vahîm neticeler tevellüd eder. En büyük düşmanımız nefsimizdir. Onu susturmak için zannedersem şu ihtar kâfidir: (Ey nefs-i nâdân! Beni kandıramazsın. Mâdem ki, Peygamber-i azîmü'l-kadr bir Nebiyyullah olan Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm:وَمَا اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ َلاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ اِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّى demiştir. Aldatamazsın, senden ve senin samimî yoldaşların cinnî ve insî şeytan, ehl-i bid'a ve ulemâ-i's-sû' şerlerinden Allah'a sığınırım.)
    Eski Said lisaniyle kaleme alınmış olan Yirmiikinci Lem'a: Zaleme güruhunun hücumlarına
    pek mükemmel müdafaa ve elyak ve âlâ bir cevaptır.

    فَاللّهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ
    Otuzbirinci Mektubun Yirmibeşinci Lem'ası: Maddî ve mânevî bütün hastalıklara mükemmel devadır. Altıncı devânın iki def'a yazılmasına merak ettim, hâtırıma geldi. Birden yirmi beşe kadar devaları topladım 325 oldu. Tekrar eden altı numaralı devayı da zam edince 331 çıktı. Söylenişte ve yazılışta ekseriyetle hazf edilen bu rakamlardaki kaldırılmış bin sayısını nazar-ı dikkate alırsak 1325 ve 1331'de İslâm âleminin başına gelmiş olan musibetlere, bu Lem'ada mahfî işaret bulunduğuna hüküm eyledim. Basiretli ve nurlu arkadaşların, daha mahfî hakâik çıkardıklarını ümid ediyorum. Eski talebenizden Hâfız Hüseyin Efendi'ye bu Lem'ayı babasının vefatından bir kaç gün sonra, arafe günü Hafız Ömer Efendi ile evine gitmek suretiyle okumak nasib oldu. Maddî ve manevî hastalıklarına ilâç veren hekim-i hâzık Aziz Üstada çok dua etti. Bu mübarek eserin, bu zat üzerindeki te'sîrini şöyle telhis edebiliriz. Ehibba ve arkadaşlarından hastalığını soranlara, çok mükemmel bir ilâç buldum. Doktorlara ilâç parası vermekten

    (Sh: B-303)
    elhamdülillâh kurtuldum. Günden güne iyi oluyorum diyormuş. l7 Zilhicce 1353.

    Uhrevi kardeşiniz
    ve âciz talebeniz
    Hulûsi

    233
    (Risale-i Nur şâkirdlerinden Kuleönlü Hacı Osman'ın bir fıkrasıdır.)

    Muhterem Üstadım!

    Risale-i Nur'u bir kaç seneden beri dinleyip, binde bir almış olduğum mânevî yaralarıma bir ilâç vazifesi görüyordu. Fakat hastalara aid Yirmibeşinci Lem'a ve ihtiyarlara ait Yirmialtıncı Lem'ayı Mustafa ve arkadaşlarımla beraber okuyup kemâl-i şevk ile dinledim. Bakıyorum ki vücudumdaki yaralara güzel te'sir ediyor, arkadaşlarıma dedim: Mâdem Risale-i Nurun te'siri bu kadar kuvvetlidir, ben yazmaya karar verdim, fakat hiç okuyup yazmam yok ki, böyle kıymettar Risale-i Nur'a yardım edeyim. Mâdem kalemim yok, beni hizmetçi ve postacı olarak tayin ediniz, diye müteessirane söyledim.

    O gece rü'yamda, kendimi ölmüş ve yıkanmış olarak kabre bıraktılar. Haşir zamanı gelip kabirden kefen ile başım açık, ayaklarım yalın olarak kalktım. Korkarak memleketimize gelirken, büyük bir köprüye yolum uğradı. Köprünün iki tarafında iki nöbetçi vardı. Birinden geçip, diğeri hemen beni yakaladı, acaba nereye götürecek diye, bütün vücudum titriyordu. Biraz gittikten sonra köprü bitmeden üstadıma beni teslim etti. Üstadım beni yıkayıp bıraktı.

    Sonra asker olarak bir câmiye bütün ahâli toplandı. Bir asker geldi bana dedi: Seni büyük bir kumandana hizmetçi tâyin ettiler, gideceksin, ben dedim: Benim gibi süflî bir nefer, nasıl o müşirin yanında hizmetçilik eder. İtiraz ettim. Yine tekrar etti, gideceksin.

    (Sh: B-304)
    Ben korkarak gittim, baktım ki, orada Üstadımı görünce mesrûrâne sevindim. Bana dedi: Arkamdan gel. Yüksek bir saraya çıktı bana dedi, bu ufak hizmetleri gör. Ben düşünmekte iken, Barla'lı Süleyman Efendi geldi, beraber bulunurken, Üstadım güzel bir gül bahçesine gitti. Ve orada bir küçük genç oturur, bana dedi sen bu gence hizmet edeceksin dedi. Hemen uyandım.

    Ey kardeşlerim: Mâdem Üstadım bende bir şey yok, ben yalnız tayin olduğum cevahir dükkânından herkesin ihtiyacı var olduğunu ve Kur'ân'ın dellâlı olduğunu sekiz-dokuz senedir ilân ediyor. Biz Risale-i Nur'ları yazmak, okumak ve dinlemek için herkesin ihtiyacı var, onun için ey müslümanlar! Mânevî yaralarınıza ilâç ararsanız Risale-i Nur'da vardır. Yazın, okuyun, îmanımız o kadar teâli edecektir. Hiç şüphe etmeyiniz. Mübarek iki ellerinizden öperim ve bayramınızı tebrik ederim.

    Elhubb-u fillâh
    Câhil ve âciz talebeniz
    Hacı Osman

    234
    (Âhiret hemşirelerimizden ve Risale-i Nur talebelerinden Müzeyyene'nin fıkrasıdır.)

    Muhterem Üstadım!

    Şu fâni dünyanın elemlerine gark olan gözlerim, sizin feyizli, nurlu Sözlerinize ve te'sirli ve şifalı risalelerinize, can u gönülden merbut oldukça ve okudukça, risaleleriniz ne kadar büyük bir mürşid olduğunu hiç bir şeyle tarif edemem.

    Evet şu dünyaya, şu zamana çöken zulmet ve gaflet perdelerini Sözleriniz yırtıyorlar, parçalayıp o zulmeti ve gafleti dağıtıyorlar. Hangi akıl var ki, hakikat perdesini görüp de, o hakikat perdesinde nur-u Hakikat parlarken, onlara gözünü yumup, zulmet perdesine atılmış olsun. Ben de inşâallah zulmete atılmam. Artık güçlükle bahtiyar olup da tekrar bedbaht olamam.

    (Sh: B-305)
    Üstadım, ben sair kardeşlerim gibi sizden bizzat ders almaktan mahrumum. Fakat haftada veya bir ayda, alî Sözlerinizden gıyabî bir ders alıyorum. Tasavvuru ile dinliyorum. Gûya bizzat sizden ders alıyorum. Bütün gün ehl-i İslâmın selâmetini ve şu hâlimin zulmetten nura dönmesini, siz başta ve önde, biz arkada Cenâb-ı Hakk'a yalvaralım. Cenâb-ı Mevlâm hayırlısıyla ihsân buyursun. Fazla söylemeye lisanım, aczim, kusurum bırakmıyor. Kusurumuzu Üstadımıza itiraf ediyorum.

    İnşâallah risalelerin te'siri ile bir gün olur da, müstakim Lütfü Efendi gibi ehl-i takva kardeşlerimiz misillû biz dahi gayr-ı ihtiyarî ve istemiyerek işlediğimiz ahvalden Sözlerinizin irşadı ile kurtuluruz. Zekâi kardeşimizden On Yedinci Söz, On Sekizinci Mektub, Yirminci Mektub ve Otuzüç Pencereli nurlarla parlayan kıymetli risaleleri aldık. Mütalâa ediyoruz. Hakikî Üstadımız olan Hazret-i Kur'ân elimizdedir.

    Müzeyyene

    235
    (Müzeyyene'nin diğer bir fıkrası.)

    Üstadım!

    Kıymettar risalelerinizi okuyan, elbette kilitli sandık içinde münevver kalan sönük kalbleri, gümüşten yapılmış, altın ile yaldızlanmış birer anahtar hükmündeki risalelerle açtığına ve kalbinin kurtulmasına ve parlamasına binaen kemal-i memnuniyetle Cenâb-ı Mevlâ'ya şükürler ve risalelerin intişarına çalışanlara teşekkürler etmemek kâbil değildir. Ah vefasız dünyanın telâşesi ve elemi ve kederi beni nurlara hizmetten alıkoyuyor. Hakkıyla çalışamadığımdan ve kardeşlerim gibi nurlara hizmet edemediğimden kalbim öyle muazzeb oluyor ki, tarif edemem. Bu günlerde dediler ki, afv varmış, Üstad İstanbul'a gidiyormuş demeleri ile, bir cihette memnun oldum ki, Üstadım esaretten kurtuldu. Ve bir cihette zannettim ki bütün Atabey'in dağları başıma düşüyor, müteessir oldum. Afvınıza ve bedbaht insanların eziyetinden kurtulmanıza

    (Sh: B-306)
    teşekkürlerle beraber tebrik ediyorum. Fakat bu nurlu ve kıymetli risalelerin sahibi bizden uzaklaşmasına gönül razı olmuyor. Barla dağlarında bizi ve bu etrafı nurlandıran, bizlerden uzaklaşmamalı. Uzaklaşmasını kim arzu eder, Barla çok bahtiyardır ki, en evvel ve her vakit, o taze ve şirin risaleleri herkesten evvel, bizzat şifahen Üstaddan işitebilirler.

    Müzeyyene

    236
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
    (Gayyûr, zeki, ciddî, sıddîk, hakikî kardeşlerim Hoca Sabri Efendi, Hâfız Ali!

    Bu Cuma günü gündüz, rahatsızlığımdan dolayı biraz yatmıştım. Rü'yaya benzer, fakat rü'ya değil; hayâlen gördüm ki, Sabri karşıma çıktı, arkasında Hâfız Ali. Sabri bana diyor: "Üstadım! İnâyât-ı seb'a nâmıyla beyan edilen büyük inâyetler varken, Onuncu Söz'deki cüz'î inâyete bu kadar ehemmiyet vermenin sebeb ve hikmeti nedir?" dedi çekildi. Sonra kalktım, düşündüm; dedim ki, "Isparta'ya yazdığım mektubu Sabri okumuş veya okuyor, hararetli yazışımdan bana acıyarak benden sual etmek istemiş." Her ne ise. Ben de Hulûsi'den sonra birinci muhatabım olan Sabri'ye derim ki, (Hâfız Ali de dinlesin):

    Bu Onuncu Söz'deki cüz'î inayete ziyade ehemmiyet verdiğimin üç hikmeti var:

    Birincisi: Onuncu Söz'ün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususî, belki elli defa mütalâa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup, sâir ilmî risaleler gibi yeter der, bırakır. Halbuki bu risale ulûm-u îmaniyedendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi, o nevi ilme her vakit ihtiyaç var. Bu risaleye nazar-ı dikkati ehemmiyetle celbetmeyi ruhum arzu ediyordu. Lâkin, elimden bir şey gelmezdi. Cenâb-ı Hak merhametinden bir işaret

    (Sh: B-307)
    verdi. O işerat ne kadar gizli ise, benim o ciddî arzuma mutabık geldiğinden çok ehemmiyetli görünüyor.

    İkincisi: Bilirsiniz uzak yerlerden, bazı beş günlük yoldan bir zât bizi görmek ve uhrevî bir istifade etmek için gelir. Halbuki vaziyetim bir kaç saatten fazla onunla görüşmeyi müsaade etmiyor. Halbuki, o misafire risalelerin kıymetini göstermek, onu onlardan istifadeye sevk etmek, hem muhtaç olduğu kuvvet-i îmana ve kuvve-i mâneviyeye yardım etmek için, bir kaç gün lâzım. Çünki, risalelerdeki kuvvetli bürhanlara herkes yetişemiyor, tamamıyla kavramıyor. Ruhum çok arzu ediyordu ki, kısa, hafif bir vesile elime geçip, biçâre misafirlerin zahmeti beyhude gitmesin. Fakat kerâmetim yok, elimden bir şey gelmez. Yalnız misafirlerin niyet ve ihlâsına itimad edip onların mükâfatını rahmet-i İlâhiyeye havale ediyordum. İşte Cenâb-ı Hak evvel İşârâtü'l-İ'câz'da, sonra Onuncu Söz'de çabuk kanaat verecek ve risalelere itimad ettirecek bir eser-i inâyet ihsân etti. Hakikaten benim için çok kolay oldu. Ben de çok rahat ettim ve çok zatlara az bir zamanda kuvve-i mâneviyye ve Kur'ân-ı Hakîmin hakkaniyetine göz ile görünecek emâreler gösteriyordum. Hattâ çok muannidlerin inadı kırıldı. Çok dinsizler de, onunla îmana geldiler. Fakat İşârâtü'l-;İ'câz'daki îzahı bir, iki , üç saat bitmiyordu. Ben de yoruluyordum. Cenâb-ı Hakk kemâl-i rahmetinden daha kolay, İşârâtü'l-İ'câz'ın iki saatte verdiği faideyi Onuncu Söz iki üç dakikada aynı faideyi verdi. Bu zamanda göz ile görünecek gayet cüz'î bir eser-i inâyet, mânevî büyük kerâmetlerden daha te'sirlidir. İşte bu cüz'î eser-i inâyet, hem bana, hem sizin gibi kardeşlerime bir kolaylık te'min ettiği için, ziyade ehemmiyet verdim. Mâdem bu Sözdeki tevafuk bize ve misafirlere çok faidelidir ve hayırlı neticeler verir, elbette içinde bir inâyet var. Âdî olsun, yüz emsali bulunsun yine bize fevkalâde bir inâyet, bir ikrâm-ı Rabbânîdir.

    Üçüncüsü: Bilirsiniz ki, fazla iştigâlâttan yorgun düşmüş bir fikir, kendini eğlendirmek, istirahat etmek ister. Biz meşgul olduğumuz pek derin, pek geniş, pek ciddî olan hakâik-ı Kur'âniye ve îmaniye,

    (Sh: B-308)
    fazla meşguliyetimizden gelen yorgunluğu tahfif edecek ve yorgun fikrimizi neş'elendirecek ve eğlendirecek tevâfukat nevinden, lâtif bir san'at-ı bediiye suretinde bir lûtfunu gösterdi.

    Hem o lâtif ve hafif ve mahbub ve câzibedar tevâfukattaki inâyet, bir anahtar hükmüne geçip, Kur'ân'ın bir hazine-i esrarına bir nevi rehber olduğu için ziyade ehemmiyet verdim. Yoksa hizmetimize terettüb eden ve yardım eden, inâyet-i Rabbâniye o kadar çoktur ki, eğer saysam binden geçer, Şu Onuncu Söz'ün hurufatındaki sır, hiç kimsenin sun' ve ihtiyarıyla olmadığını herkes tasdik ettiği için, daha ehemmiyetli göründü.

    Fakat ben mutlak işarete ehemmiyet verdim. Lâkin tafsilâtını ehemmiyetle tedkik edemedim. En iyi bir tarzda beyân edemedim. Bir-iki saat zarfında nota nev'inden işaretler koydum. Birinci defaya itimad edip daha tedkik etmedim. Halbuki, tâbiratımda bazı kusur var, fehmi işkâl eder. Isparta'daki kardeşlerimiz maksadı anlamamışlar, hakları var. Çünki, o ibare o maksudu ifade edemiyor.

    Mâdem öyledir, bu sözün lâtif tevafukat-ı harfiyesindendir ki, (mebhasındaki) hem sahifenin yirmiiki olmak itibariyle, yazı bulunanların yerinde (yarısından ziyade yazılı bulunan sahifelerin) hakikî ve itibarî satırlarına ve baştaki yaprağın cild üstünde isminin iki satırı ilâvesiyle bin üçyüz kırk iki (1342) ilh... Hem o mebhasdaki bu cümle, hem âhirdeki beyaz sahifeyi saymak cihetiyle altmış altı olup baştaki âyetin melfuz (altmış altı) hurufuna tevâfuk ediyor. Birinde, âhirdeki iki beyaz sahifeyi saymak cihetiyle (altmış yedi) olup baştaki âyetin melfuz altmış yedi hurufuna tevafuk ediyor. O âyet Sûre-i ihlâsın hurufatına, hem Lafzullah'ın makam-ı ebcedîsine tevâfuk ediyor, denilmeli. Biz bir nüshayı öyle yaptık, size gönderiyoruz. Yanınızdaki nüshaları ona göre yap. Eğridir'deki nüshaları da öyle yapınız.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî
    (Sh: B-309)
    237
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, ciddî, sıddık kardeşlerim, hizmet-i Kur'âniyede samimî ve kuvvetli arkadaşlarım Sabri, Husrev, Ali, Re'fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü!

    Cenâb-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, sizleri hududsuz bir sahrâ-yı hakikatta bana enis arkadaş ve yoldaş vermiş. Bu acib sahradaki hareket ve sülûk, bazan pek ince ehemmiyetsiz görünen bir şeyde mühim istifadeler edilir. Onun için zâhir nazarda mâlâyâni zannedilen bazı mes'elelerde, fazla tâkip ediyorum. Ve ziyade nazar-ı dikkatinizi celbediyorum. Ezcümle; Onuncu Söz'deki elif tevâfukatı, mühim bir mes'ele gibi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum. Bunun sırrı şudur ki:

    Bir iltifât-ı hâssaya gizliden gizliye bir işaret bulunduğunu kat'î hissettiğim için, ihtiyarsız olarak kemâl-i sürur ve ferahımdan taşkıncasına bağırarak, "Aman geliniz siz de görünüz" diyorum. Evet nasıl ki, bir padişahın has bir ednâ işaretine mazhar olmak, kanun-u umûmiyle bir müşiriyyet teveccühünden fazla medar-ı sürurdur. Öyle de, Hâlik-ı Zülcelâl'in hususî iltifatını îmâ eden en gizli bir işarete, yüz bin can olsa ve feda edilse ve yüz bin sene ömür var ise, o yolda sarfedilse yine ucuzdur.

    İşte bu sırdan gelen sürurun verdiği cezbekârâne taşkınlıkla, dikkatsizlere mâlâyâni ve israf sayılan böyle tevâfukata dair bahisler açıyorum. İşte bir bahis daha açacağım.

    Onuncu Söz, Kur'ân'ın bir sülüsünü inkâr etmek niyetiyle, haşr-i cismanîyi resmen millet içinde inkâr etmek fikrinde bulunan zındıkları susturmakla, hârika bir şu'le-i İ'câz-ı Kur'ânî'yi gösterdiği gibi, daha müteaddid emâreler ile, mânevî İ'câz-ı Kur'ân hesabına fevkalâde bir mahiyeti bulunduğunu icmâlen hissetmiştik. Ve şimde yeniden tekrar Onuncu Söz'e nazar-ı dikkat-i âmmeyi celbetmek için, ihtiyarsız olarak onunla meşgul edildim ve baktım.

    (Sh: B-310)
    Bu def'a lâfzullahın en birinci harfi olan elif, Onuncu Söz'de öyle bir tevafuk gösterdi ki, kat'iyyen tesadüfe havale edilmediği gibi, başka emâreler ile o tevafukta gaybî bir işareti kat'iyyen hissettim. Sonra işaretlerini koydum. Hem işarete medâr olmak için hârikulâde olmak lâzım değildir. Çünki, çok âdi perdeler içinde mühim işaretler verilir, ehli anlar.

    Mâdem işâret-i gaybiye var; elbette tesadüf içinden kaçar, daha hükmedemez, en cüz'î rakamları da o işarete mâledilir. Mâdem mecmûunda işaret var, bütün eczâsı o işaretin hikmetine tâbidir, tesadüf orada oynayamaz. Hatta yirmi dokuzuncu sahifede Üçüncü Hakikattaki elif sayılmamak lâzım gelirken, sehven saymıştım. Sonra anladım ki, bana saydırılmış. Baştaki Onuncu Söz kelimesi ile, şu Üçüncü Hakikat ikisi sahife başında bulundukları için, hakları sayılmaktı. Onların sâir arkadaşları sahife rakamları gibi bazı vazifeyi gördürmek için bir cihette saymak işareti olarak haberim olmadan bana yazdırılmış. Her ne ise... Kendimin tereddüdü için değil, çünki, kat'î kanaatım gelmiş. Belki başkasının şüphe ve tereddüdünü izale için bazı muvâzeneler yaptım:

    Onuncu Söz'ün âhirinde yazıldığı gibi, altı yüz sahifeden ziyade bir mübarek kitabın tevâfukatı yüz yirmi beş çıktı. Üç yüz elli sahifeden ibaret diğer bir kitabı yine saydım. Elli tevafuk çıkmadı. Yine eskiden kendi te'lifâtım Türkçe ve Arabî olan ikiyüz seksen sahifeten ibaret bulunan kitabın eliflerini saydım, tevafukatı kırkı tecavüz etmedi.

    Demek bu Onuncu Söz'de ve İşârâtü'l-İ'câz'daki ekseriyet-i mutlakanın tevafukatı, gizli bir işaret-i gaybiyeyi tazammun ediyorlar. Mecmûunda işâret bulunsa yeter. Her cüz'ünde işareti göstermek lâzım değildir, fakat her cüz işaretin malıdır ve onun hikmetine tâbidir. Size acele edip, en evvelki işaret olunan nüshayı göndermiştim. Az hâşiyeleri sonra ilâve ettik. Bu def'a Süleyman Efendi ile gönderilen nüsha ile mukabele ediniz, tekmil ediniz ve Halil İbrahim Efendi ile gönderilen nüsha ile, yine bu nüsha ile mukabele ederek, sonra Âsım Bey'e gönderiniz.
    (Sh: B-311)
    Bu def'aki Hulûsi Bey'in mektubunu size gönderdim. İşaret ettiğim iki kavs içerisinde bulunan kısım, Yirmi Yedinci Mektub'un Dördüncü Zeylinde yazılacak. Kavslar hâricinde bulunan ve üzerlerine kırmızı çizgi çekilenler yazılmayacaktır. Hafız Ahmed ve Mehmed Celâl ve Hafız Veli gibi kalbi cezbeli dostlarıma ve tarîk-ı hakikatta sâir kardeşlerimize selâm ediyorum. Hafız Veli ile çendan geç görüştük, fakat Hafız Veli'nin burada Mehmed Usta isminde, o senelik hâlis bir dostu bulunduğundan ve o Mehmed Usta benim sekiz senedir tarîk-ı âhirette gayet ciddî bir kardaşım olduğundan, Hafız Veli'ye de o münasebetle eski dost nazarıyla bakıyorum. O bana mektup yazmaştı; vakit bulamıyorum ki, mektubuna cevap vereyim. Ehl-i Kalb için bazan sükût dahi bir konuşmaktır.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    Kardeşlerim, afvedersiniz, bu intizamsız perişan mektubla sizinle konuşmak istemiyorum. Fakat müteaddid işlerle ve tedkikatla meşgul olduğumuz anda, sür'atli bir surette fikrimizin bir köşesiyle yazdık. Keçeli kâtibin hâli mâlûm. Kafasını başka yerde bırakmıştı, mektub perişan oldu, onun için kusura bakmayınız.

    Tevafuktaki müdahale-i gaybiyeyi bir mektupta size böyle bir temsil ile beyân etmiştim Meselâ, benim avucumda nohut, leblebi, üzüm, buğday gibi maddeler bulunsa, ben onları yere atsam, üzüm üzzüme, leblebi leblebiye karşı sıralansa, hiç şübhe kalır mı ki, elimden çıktıktan sonra, gaybî bir el müdahale edip sıralamasın. İşte hurufât ve kelimât o maddelerdir, ağzımız o avuçtur.

    238
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَآئِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ

    Aziz, sıddık, muhlis, hâlis kardeşim!

    Evvelâ: Sizin bayramınızı ve nurlarla ciddî iştigalinizi ve daima birinciliği Nur dairesinde ve sadâkatinde muhafaza etmenizi, bütün ruh u canımla tebrik ederim.
    (Sh: B-312)
    Sâniyen: Hiç merak etme, seninle muhabere ma'nen devam eder. Bütün mektublarımda "Aziz sıddık kardeşlerim" dediğim zaman muhlis HULغSİ saff-ı evvel muhatapların içindedir.

    Sâlisen: Nurlar pek parlak ve galibane fütuhatı geniş bir dairede devam ediyor. (Sırran tenevveret) sırrıyla, perde altında daha ziyade işliyor. İki makine, bin ve beşyüz kalemli iki kâtip olmasıyla, inşâallah zemin yüzünü de ışıklandıracak derecede ders verecek.

    Kardaşım ben de senin fikrindeyim ki, Nur Hizmeti için, Kader-i İlâhî seni gezdiriyor. En muhtaç yerlere sevk eder. Hususan o havali, memleketim. Güzel levha-i hakikatın hâhikalarına geçirmek için, nur şâkirdlerine gönderdik. O civarda nurlarla alâkadar zâtlara selam.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Seni unutmayan
    Hasta Kardaşınız
    Said Nursî
    Biraderzadem Nihad'ın gözlerinden öperim.
    O da babası ile beraber daima duamdadır.

    239
    (Mes'ud'un garip bir fıkrasıdır.)

    Kamer yeni tulû' ettiği esnada, onun aydınlığına ve gecenin serinliğinde, arpanın yumuşaması hasebi ile orak biçmekte iken, kamerin güzelliğine ve şeffaflığına bakarak ve oraığın bitmemesi, nurları yazmaktan mahrum kaldığımı tahassürâne ve me'yusâne düşünmekte iken, bilmem iğfalât, bilmem tulûat, hâtırıma gelen şu sözü söyledim: (Ya Rabb! İsmim Mes'ud, kendim bîsud, çok çalıştım olamadım mes'ud) dedim ve arpa biçmeye devam ettim. Aradan bir müddet geçtikten sonra yattım. Menamda dediler ki: (Bırakma Üstadın Said'in eteğini, eyler seni mes'ud). Derhal uyandım, ay hemen kaybolmak üzere. Derhal (Ya Rabb! ben saadet-i dünyeviye istemedim, tevbekâr oldum) saadet-i uhreviyemin, sizin duanızla olacağı telkin edilmiştir ve duanıza muhtacım. Bendenizi duadan dirîğ buyurmamanızı temenni eder, el ve ayaklarınızdan öperim Efendim hazretleri.

    Mes'ud (R.H.)

    (Sh: B-313)
    240
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    Aziz Kardeşlerim!

    Bilmukabele bayramınızı tebrik ederim. Sıhhatimi soruyorsunuz. Buranın çok şiddetli kışı ve odamın çok soğuğu ve üç hazin gurbetin te'siri ve üç asabî hastalığın sıkıntısı ve bütün bütün yalnızlık ile, kabil-i tahammül olmayacak çok zahmetlere mâruz olduğum halde, Hâlikıma hadsiz şükür ederim ki: Her derdin en kudsî dermanı olan îmanı ve îmân-ı bilkaderden kazâya rızâ ilâcını imdadıma gönderdi. Tam sabır içinde, tam şükür ettirdi.

    Kardeşiniz
    Said Nursî
    (Sh: B-314)

  8. #8
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    (Yıldız Mektubu)
    وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz, sıddık kardeşlerim, hizmet-i Kur'âniye'de çalışkan arkadaşlarım Sabri (R.H.), Husrev, Hâfız Ali (R.H.), Re'fet, Bekir, Lütfi (R.H.), Rüşdü!

    Size Cemaziye'l-âhir ayında vuku' bulan bir hâdise-i semâviye münasebetiyle bir mes'ele beyân edeceğim. Şöyle ki:

    Hazret-i Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın zuhuru zamanında, وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ âyetinin bir nümunesini gösterir bir tarzda, recm-i şeyâtîne alâmet olan, yıldızların düşmesi kesretle vuku' bulmuştur. Ehl-i tahkikın nazarında; o zaman vahy zamanı geldiğinden, vahye şübhe gelmemek için, kâhinler gibi, gaybî ve cinler vasıtasıyla semavî haberlerine karışanlara sed çekmeye alâmet ve işaret olmakla beraber, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm cin ve inse meb'us olarak teşrifine semâvât ehlince bir şenlik, bir bayram gibi bir alâmet-i sürur olduğunu, ehl-i keşif ve hakikat hükmetmişlerdir.
    (Sh: B-282)
    Hem o meb'us Zât, ehl-i küfür ve dalâlet için bir nirân-ı muhrika ve ehl-i hidayet için envâr-ı müşrika menba'ı olduğuna, gaybî ve semavî bir işarettir. Şimdi şu Cemâziye'l-âhirde emsâli görülmemiş bir tarzda, gece saat dörtte başlayıp, beş ve beş buçuğa kadar devam eden yıldızların düşmesi ehemmiyetli bir hâdise-i semâviyedir. Semâvâtın hâdisatı zeminimize baktığı cihetle herhalde, o hâdisatın dahi küre-i arzda bir eseri olacaktır. Cenâb-ı Hak'ın rahmetine sığınmalıyız ki, nîrân-ı muhrika yapmasın, envâr-ı müşrikaya çevirsin.

    Evet nasıl ki, Kur'ân-ı Hakîm'in surelerinde, âyetler birbirine bakar, işaret ederler. Öyle de, Cenâb-ı Hakk'ın bir Kur'ân-ı kebîri olan şu kâinatın ulvî, süflî sureleri dahi birbirine bakar, birbirinin nüktelerini izhâr eder. Semâ suresinde bizim gibi lâfz-ı Celâli yalnız kırmızı yazmak değil, belki nur yaldızıyla lâfza-i Celâl gibi yazılan yıldızlar ve o yıldızlardan fışkıran nuranî noktalar, elbette bir işaret fişekleri hükmünde, birer sırrı ilân ettiğini, o mu'ciznümâ semavî suresinin şânındandır. Kendimizce bir fâl-i hayr addetmeliyiz.

    Sâniyen: Size semâvâtın kırmızı yıldızlarını andıran, Kur'ân'daki ism-i Celâl'in iki bin sekiz yüz altı (2806) def'a tekerrürü, Kur'ân semâsını o nuranî yıldızlarla zinetlendirmiş ve o adedlerin sahifeler, yapraklar, sûreler itibariyle birbirine mânidar münâsebât-ı tevafukıyetleri, daha ziyade letâfetini, zinetini güzelleştirmiş.

    Bu def'a size kendi nüsha-i Kur'âniyemi gönderiyorum. Bu nüshamda size gönderilen listeye göre işaretler koydum. İsm-i Celâl ve İsm-i Rabbe ayrı ayrı işaret vaz' edildi.

    İsm-i Celâlin tevafukat-ı adediyesi hem muntazamdır, hem mânidardır, fakat bir parça dikkat ister. Çünki, risalelerde görünen tevâfuk gibi, daima sahife sahifeye bakmıyor. Bazen sahife mukabiline değil, belki bir arkasına veya arkasının mukabiline bakar. Bazen bir yaprak atlar, bazen bir sahife iki sahifenin mecmuuna bakar. Meselâ: Otuz beşinci sahifede on üç (13) adet lâfza-i Celâl gelir. Arkasına sekiz (8), sonra beş (5) geliyor. Demek o on üç adet bu iki rakama birden bakar ki, o da on üç ediyor ve

    (Sh: B-283)
    hâkeza.. Hem bazen bir sahife, iki sahifenin mecmuuna bakmakla beraber aynı suretinde iki adet gelir, her biri onun bir cüz'ünü gösterir. Meselâ: Sûre-i Tevbe'de l88. sahifede on altı lâfza-i Celâl geliyor, arkasında altı geliyor, altının arkasında on geliyor. Beraber yukarıdan okunsa on altı olur, tevâfuk eder.

    Sûre-i Ahzab'ın yine sahife dört yüz yirmi ikide (422) on altı İsm-i Celâl geliyor. Zâhirî tevâfuku yok. Halbuki bir sahife daha evvel on gelir ve mukabilinde altı var, terkib edilse on altı olur tevâfuk eder. Hem bazen ism-i Rab ile beraber tevâfuk eder, bazen sahife sahifeye değil, yaprak yaprağa bakar. Hem bazen sahife rakamına bakar.

    Dokuz rakamı çok defa sahife rakamına baktığı için tevâfuktan çıktığını hissettim (Hâşiye). Her ne ise, siz de tedkik edersiniz, sonra meşveretinizle gizli tevafukatı gösterecek rakamları yazacağız. Yeni yazdığımız Kur'ân'dan tensib ettiğiniz takdirde kaydedeceğiz. Başta yüz elli sahifede elli bir defa yedi ve sekiz geliyor. Yirmi sekizde sekizdir, yirmi üçte yedidir. Bu yedi, sekiz birbirine muvafık kabul edilmiş, yediden sekize, sekizden yediye geçmekle tevafuk bozulmuyor. Bu iki rakamın Kur'ân'da mühim sırları bulunduğu hissedilir.

    Sâlisen: Hazret-i Zât-ı Ahmediye (Aleyhisselâm) nasıl bir şecere-i Tûba olduğunu ve Asfiyâ ve Evliyâ ve Sıddîkîn, o Şecere-i Nuraniyenin meyveleri ve mesâlik ve turuk onun dalları olduğunu gösterir, bir silsile-i azîme, eskiden kalma ve eskimiş bir silsilenâme yanımda var. Onu güzelce tebyiz etmek için hattı güzel, cedvelde mehâreti bulunan zâtları istiyorum. Şimdilik Husrev'le Tenekeci Mehmed Efendi, Bekir Ağa'da bulunan ölçü ile on beş tabaka kâğıt beraber, Hafız Ali'nin haber gönderdiği vakit gelsinler.

    (Hâşiye): Elhasıl: Bazı esrâr-ı gaybiye için tevafukat şeklini değiştiriyor. Lâfza-i Celâl'in diğer lâtif ve câzibedar ve mânidar bir tevafuku şudur ki, başta Fatiha sahifesiyle beraber yüz elli bir sahifede, elli bir defa yedi ile sekiz geliyor.


    (Sh: B-284)
    Râbian: Yirmi Yedinci Mektub'a ilhak edilecek, kardeşlerimizin bazı yeni fıkralarını size gönderdim. Hakikaten bu fıkralar ve umum Yirmi Yedinci Mektub'un fıkraları çık faydalıdırlar. Ehemmiyetli tatlı hoş, güzel mânâlar, dersler; teşvik, teşci' eder hisler vardır. Ben kendim onlardan tatlı istifade ediyorum, tenbel olduğum zaman bana ehemmiyetli bir teşvik kamçısı oluyor. Her ne ise.. Kardeşlerim, gücenmeyiniz; bir miktardır sizlere mektup yazdığım zaman birbirinden uzak mes'eleleri topluyorum. Her mektup bir aşûre olur.

    Hâmisen: Ben kolu kısa, boyu kısa cübbeme razı oldum, daha birşey lâzım değil, husrev'in sakosu, yanımda makbul misafirdi, gönderiyorum. Vâlidesinin bir derece kesb-i âfiyet ettiğinden çok mesrûr oldum. Cenâb-ı Hak sıhhat ve âfiyet versin. Orada Husrev'in kardaşı Ali Hasan ve Tenekeci Mehmed Efendi ve Hâfız Ahmed gibi Sözler'le alâkadar olanlara selâm ediyorum.

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    Nümûne için gönderilen kâğıt zâyi' olmuş, göremedik. Beyaz kâğıttan siz intihab edersiniz. Sulfato geldi, fakat çoktur. Mehmed Efendi bana yeniden bir levha yazması beni minnetdar ediyor. Cenâb-ı Hak yazdığı her bir harfe mukabil bin sevab ihsan eylesin, âmin.. âmin...

    225
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ الْقُرْآنِ وَ اَسْرَارِهَا

    Ey bu dâr-ı fânide medar-ı tesellilerim, bu diyâr-ı gurbette enîslerim ve esrâr-ı Kur'âniyede beni iştiyaklarıyla konuşturan zeki, ferâsetli muhatablarım!

    Sizlere, yalnız bir iki dakika temâşâ etmekle, ne derece acınacak bir halde, nâkıs bir hat ile çalıştığımı ve sizin kıymettar kalemleriniz, ne kadar bana ehemmiyetli olduğunu ihsas etmek için, kendi hattımla tashihsiz bir fihriste-i huruf göndermiştim. Halbuki, sizler bir iki dakika değil saatlerce baktınız ve günlerce zaptettiniz. Bundan anladım ki, siz ona fazla merak ediyorsunuz. Onun için size o listenin tebyizini gönderiyorum. İsterseniz kendinize bir suret alırsınız.

    (Sh: B-285)
    Fakat bunu biliniz ki, bu fihriste muvakkat bir me'haz olmak için takribî bir tarzdadır. Ben kolaylık için, kısmen eski mahfuzatıma, kısmen iki mikyas ile dokuz saatte perişan hattımla yazmıştım. Sonra anladım ki, bu vadide bir tefsir köyümüzde var. O tefsiri getirdik, mukabele ettik. Ekseriyet-i mutlaka ile tevâfuk etmişiz, bir kaç büyük yekûnlarda on-onbeş küçük yerlerde muhalefet oldu.

    Tahkikat neticesinde, tefsîrin matbaa ve müstensihlerin eser-i sehvi olarak muhalefet olmuş. İki üç yerde müsvedde listemizi tashih ettik. Sonra o tashihimizin yanlış olduğunu anladık, daha listemizi değiştirmedik. Matbaa hatâsı olarak tefsir tashihe muhtaç zannettik, fakat edemedik. Çünki, sahibi büyük bir müdakkik ve matbaa da Câmiü'l-Ezher yanında ve kurbünde, Ezherî ulemâsının nazarı altında olduğundan tashihe cür'et edemedim.

    Aynı tefsiri, tebyîz ile beraber gönderiyorum. Ona bakarsınız, fakat tenkide uğraşmayınız. Çünki, benim listem takribîdir, daha tahkikî yapmadım. Tefsir ise, çoğunda rivayete istinad eder. Hem bazı Sûre-i Mekkiyede Medenî âyetler girmiş. Belki, hesâba dâhil etmemiş, Meselâ, Sûre-i Alâk'ta hurufu yüz küsur demiş. Muradı, en evvel nâzil olan nısf-ı evveldir. O doğru söylemiş. Ben ise eski mahfuzatıma istinaden mecmû-u sureyi zannettiğim için onun savabında hatâ etmişim.

    Hem tevâfuktaki esrar, küllî yekûnlara bakar. Takribî fihriste bize kâfidir. Kenzü'l-Arş'ın üç nüktesinde yazılan tevâfukat, küsûrâtın değişmesiyle değişmezler. Belki büyük yekûnların değişmesiyle dahi o tevâfukat bozulmaz. Meselâ, Sûre-i Kehf ile otuz dokuz sure, bin adedinde ititfak ediyorlar. Bir iki tane bin adedeni kaybetse, o mühim tevâfuk bozulmaz. Ve hâkeza... Küsurâtın çendan esrarı var, daha bize tamamıyla açılmadı. İnşâallah açıldığı vakitte fihriste dahi tahkikî bir surete girecek.

    Said Nursî

    (Sh: B-286)
    226
    (Husrev'in fıkrasıdır.)

    Aziz Üstadım!

    Cemaziye'l-âhir ayında vuku bulan وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْâyetinin ifade ettiği hâlâtın bir nümunesini îzah eden hâdisat-ı semâviye ile, Kur'ân'ın semasında parlayan lâfza-i Celâl yıldızlarının acîb ve tatlı tevâfuklarını ders veren o kıymetdar mektubunuzu, Hâfız Ali kardeşimiz de dahil olduğu halde Re'fet, Bekir, Lütfi, Rüşdü,Keçeci Mustafa Efendi ve ağabeyim Ali Efendi ile beraber okuduk. O gece meclisimiz pek tatlı idi. Hâdisât-ı Semâviyeyi hayret ve taaccüble ve pek büyük bir sevinçle karşılayarak, mele-i âlânın bayramlarına biz de iştirâk etmiştik. Nasıl ki bu hâdise-i semâviyenin birinci def'a vukuu, (başta insan suretinde yapılmış Hubel tâbir ettikleri büyük putlarıyla 360 putu ilâh kabul eden) müşrikîn-i Kureyş'in helâkini netice vermişti.

    İnşâallah bu ikinci vuku'da l4. ci asr-ı Muhammedîde ve Avrupa terakkiyatı ile iftihar ettiği ve yirminci asır nâmını alan bu günde, ehl-i fetretin putperestliğinin daha feci bir surete giren suretperestliğinin kökü kesileceği, bize ilân ediliyordu.

    Bu ilân, ümmet-i merhume-i Muhammediyeye, pek güzel ve pek hayırlı bir fütuhatı hazırladığını hatırlatarak, mahzun kalblerimizi şenlendirmiş, ağlayan yüzlerimizi güldürmüş, gamnâk çehrelerimize beşaşet serpmişti. dimağımızda Asr-ı Saâdetin o câzibedar hayatını canlandırmış, güya mâziyi istikbâle çevirerek, bir müddet o âlemlere ve o nezih ruhlu, ulvî düşünceli insanlar arasında yaşatmıştır.

    Sâniyen: Lâfza-i Celâlin mânidar ve münasebetdâr tevâfukatını temaşaya koyulduk. Bu tevâfukat, ihtiyarsız nazarımızı kendisine çeviriyordu. İrae edilen kısımlar ve tevâzün ettirilen adetler, o kadar şirin idi ki, okurken kalbimize serinlik, dimağımıza bir inkişaf, ruhumuza bir gıda veriyordu...

    (Sh: B-287)
    Vaktimizi artırmak için, yan yazı ile yazılan Kur'ân-ı Kerîm'in l5.nci sahifesine kadar 7,8 adetler tevâfukatını muhafaza ederek, 51 def'a gelmesi, mektubun nihayetini asel (bal) ile bağlıyordu. Ne kadar gariptir ki, bu rakamların hem yazılmaları birdir, hem sırada kardeşlikleri birdir ve hem de sahifede gösterdikleri rakamla tevâfukları birdir.

    Ey sevgili Üstad! Cenâb-ı Hak sizden çok râzı olsun, yeni yeni meyveler ve fâkihelerle tağaddi suretiyle takviye-i ezhana, hem de def'-i cû' sureti ile ıztıraplarımızı teskine vasıta oluyorsunuz.

    Husrev

    227
    (Husrev'in fıkrasıdır.)

    Sevgili Üstadım, aziz hocam, efendim hazretleri!

    El ve ayaklarınızdan öperek, sıhhat ve âfiyetiniz için duâcıyım. Bu hafta zarfında, yazıp ikmâline muvaffak olabildiğim Yirmialtıncı ve Onuncu cüz'leri ve Kur'ân-ı Kerîm'in tamamen yazılmasından mütevellid sürurlarımı ifade eden, şu arîzamı takdim ediyorum.

    Sevgili Üstadım, bu hususta mâruz kaldığım, o Fürkan-ı Ezelî'nin bazı inâyâtından bahsetmekliğime müsaade edilmesini rica ederim. Şöyle ki:

    Lâfza-i Celâl ve lâfz-ı Rab tevâfukatı ile, kelime tevâfukatını muhafaza etmek suretiyle, bir Kur'ân-ı Kerîm yazılmasını emir buyurduğunuz vakit, pek büyük bir sevinçle kaleme sarılmıştım. İlk yazdığım üç cüz'ün başlangıcında, o kadar müşkilâtla yazı yazıyordum ki, sevincimi ye'is şevkimi fütur doldurmuştu. Esasen Arabî hattımın hiç olmaması, ye'simi teşdit füturumu tezyîd ediyordu.

    Sevgili Üstadım, bu hal çok devam etmedi. İlk günlerde sabahtan akşama kadar çalıştığım halde, beş veya altı sahife yazı yazabilmek, benim için büyük bir muvaffakıyet iken, Kur'ân-ı Azîmü'l-Bürhanın yardımı imdâdıma yetişti. Müşkilâtın yerini sürur, teessürün yerini sevinç kapladı. Bazı günler kalemi elimden bırakmamak için, namaz

    (Sh: B-288)
    vaktinin uzamasını veyahut gurubun olmamasını temenni ediyordum. Bazan olurdu, sabahlara kadar yazı yazmak isterdim.

    Bazan olur, yazılması gayet güç sahifelere, Kur'ân'dan istimdat ederdim. Gayet kolaylıkla, o sahifeyi yazmaya muvaffak olurdum.

    Bazan en kolay yazılacak sahifelerde,istimdadı bırakırdım. Elimde kalem gûya yazı yazmakta izhar-ı acz ederdi. Hattâ bazan yanlış yazarak sahifeleri tebdil ettiğim olurdu.

    Bu kadar teshilât arasında, arabî hattımın şeklinin değişmekte olduğunu gördüm. Birinci def'a ki, yazdığım yazılarımla son yazdığım yazılarımı karşılaştırdığım vakit, böyle çapraşık bir yazı ile, nasıl olur da dilâver bir pehlivan gibi ortaya atıldığımı düşünerek evvelce çok me'yûs oldum. Sonra da sevincimden mesrûrâne şükürler ettim.

    Kur'ân'da mevcut tevâfukatı ile beraber, yazan Hâfız Ali, Hoca Sabri, Hâfız Zühdü gibi, kardeşlerimin yazdıklarını gördükçe, şevkim artıyordu. Ümidin fevkınde bir terakkiyat gördüm. Bu esnalardaki inâyetin bir kısmı kalbe tulû' ediyordu. Bir kısmı idare-i taayyüşüme taallûk ediyordu. Bir kısmı da yazı yazarken vuku' buluyordu. Meselâ son bir hâdiseyi arz edeceğim. Şöyle ki:

    En son yazdığım sûre-i Tevbe'nin 197. sahifesinde altı lâfza-i Celâl mevcut, dimağıma sahifenin yazılacak şeklini hazırladım. سَيَرْحَمُهُمُ اللّهُ اِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ âyet-i celîlesindeki iki tane lâfza-i Celâl, tevâfuk harici kalmak suretiyle yazmaya başladım. Vaktâki فَمَا كَانَ اللّهُ daki lâfaz-i Celâli yazdım. Düşündüm ki, istediğim gibi olmayacak, öyle ise üç bir, iki bir tevâfuk olsun dedim. Ben tevâfuk edecek lâfza-i Celâl'e yaklaştıkça, lâfza-i Celâl'ler tevâfuktan uzaklaşıyorlardı. Bir türlü arzu ettiğim şekilde muvaffak olamadım. En nihayet hâl-i hâzır vaziyet vücuda geldi. Sahifeyi değiştirmek istedim. Baktım bu sahife ihtiyarımı dinlememişti. Bunda bir maksat ve bir gaye olacağını hatırlayarak, sahifeyi yırtmadım. 198 nci sahifeyi yazdıktan sonra

    (Sh: B-289)
    dikkat ettim.197 nci sahifede tevâfuk harici bir satırdaki iki lâfza-i Celâl 198. Sahifede aynı satır üzerindeki, iki lafza-i Celâl ile üst üste geldiğini ve diğerinin 199 ncu sahifede pek cüz'î bir inhiraf ile (belki yarım santim kadardır) diğer bir lâfza-i Celâl'in üstünde olduğunu gördüm,اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّىdiyerek, Cenâb-ı Hakk'ın benim gibi alîl pek çok ma'siyet ve kusurlu bir kulunu böyle kudsî bir hizmette istihdam ettirdiğinden dolayı, nihayetsiz sürura müstağrak oldum.

    Bu inâyet ve muvaffakıyetler fazilet ve mübecceliyette, her şeye tefevvuk eden susmaz ve susturulmaz bir ses, feyyaz bir ziya ve nevvâr bir azametle, yirmi sekiz bin âleme imamlık eden, ders veren o Fürkan-ı Ezelînin, hadsiz kerametlerinden bir kerameti ve nihayetsiz mucezelerinden, kıvılcım-misâl küçük bir lem'ası idi.

    Cenâb-ı Hak dergâh-ı izzetinde kabul buyursa benim gibi,zillet ve meskenet her tarafını kaplıyan kusurlu, âciz, bir abd için, ne büyük bir saadet. İşte sevgili üstadım: Himmet-i âlîniz ki ve لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ hitâb-ı izzetine mazhar olan menba'-ı füyuzat Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin himemat-ı kudsiyyeleri ile ve refik olan Kur'ân-ı Azîmü'ş-şânın kerametleri ile ve Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücud hazretlerinin müsaade ve lütufları sayesinde ve yine onların rızası uğrunda, Ümmet-i Muhammed (A.S.M) için vasıta olup yazdırılan bu Kur'ân-ı Kerîm'i, size takdim ederken fakir talebeniz, (size ciddî bir talebe, hakikî bir kardeş, muti' bir evlât ve Peygamber-i Zîşân Efendimiz hazretlerine ümmet ve Hallâk-ı Kerîm'e de kemter bir kul) olabilmek dilekleri ile el ve eteklerinizden kemâl-i ta'zim ve hürmetle öperim. Efendim hazretleri.

    Fakir Talebeniz
    Ahmed Husrev

    (Sh: B-290)
    228
    (Milâs'lı Halil İbrahim'in fıkrasıdır.)

    Efendim!

    İsterim ki Yirmi Yedinci Mektubun tatlı sadâları içcerisinde benim de boğuk sesim çıksın, lâkin heyhât o maden-i esrâr bahrinden dem vurmak haddim değil. Benim arzum ve iştiyâkım, o gülistana girebilmek ve o güzel güllerden koklamak, yoksa onun tavsifinde âciz ve kâsırım. Gerçi kalbimde galeyan eden mânalar çoktur. Lâkin her nedense, lisan hissiyatımızın tercümanı olamıyor.

    Şu kadar diyebilirim ki, elimde mevcut risaleler ve fihristede gördüğüme nazaran, Risale-i Nur eczaları bir şecere-i Nuraniyedir ki, dalları aktâr-ı arza neşr-i Envâr ediyor. Ve ilâ nihaye edecektir. Karanlıklı bir gecede, semâdaki yıldız ve kamerler, zemin yüzünde nasıl rehberlik ederlerse, risale-i Nur eczaları da öyledir. Ve zulmette, nura ihtiyaç ne ise, Risale-i Nur eczaları da odur.

    Bahr-ı dalâlet mevceleri arasında, sefine-i Nuh (A.S.) necat verir, her kim dahil olsa, tufan-ı maâsiden halâs bulur. Risale-i Nur eczaları, küre-i arzın mevsim-i erbaa kütüphanesinde bir bahardır. Ve bahar kadar letâfetlidir ve canbâhştır ve ölmüş arza o bahar vasıtası ile hayat verildiği gibi, Risale-i Nur eczaları da ölmüş arz kulüplere taze hayat verir. Risale-i Nur eczaları bir mürşiddir. İnsanı haksızlıktan hakka döndürür ve hayvanlıktan insaniyete ve esfel-i sâfilînden, a'lâ-i illiyyine yükseltir. Otuzüçüncü Söz'ün, Yirmidördüncü mektubu ve emsalleri, insanın ruhunda inşirah hâsıl ediyor. Ve kalbinde Sâni'-i Hakîm'in hikmetine karşı pencereler açıyor. Risale-i Nur eczaları, insanın sıkıntılı vaktinde imdadına yetişir ve teselli eder, bu ciheti aynen gördüm ve elhasıl Risale-i Nur eczaları hakkında her ne desem, yine o nura karşı sönüktür. İşte o fihristeler fihristesi böyle olunca, daha ilerisini ehli olan anlar.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz
    Halil İbrahim (R.H.)



    (Sh: B-291)


    229
    (Hulusî Bey'in fıkrasıdır.)

    Bugün hayreti mûcib, nazara câzib, dikkati câlib, mânası lâtîf, tertîbi zarîf, tevâfuku nazîf, envârı zâhir, îcâzı bâhir, zübde-i bürhan, erkân-ı îman, bir lem'ası i'câz-ı Kur'ân olan ve mübarek Hüsrev'in çok mükemmel bir tarzda istinsah ettiği, Yirmidokuzuncu Söz ile, melfufu cidden çok mühim mes'eleleri câmi' ve bedi' cevabları hâvi, Onaltıncı Lem'ayı ve benim gibi tenbellere, mükemmel bir ders-i îkaz olan mektubu almakla bahtiyar ve çoktandır mahrum kaldığım nurlara kavuşmaktan mütevellid ni'mete mazhariyetten dolayı, Cenâb-ı Hallâk-ı Rahîme teşekkürden âcizim.

    Orada kardeşlerimizden beş nevi ibadet hakkındaki izahları ile kötü şahsiyetime değil, sırf Kur'ân'a, îmana, nura, hakâika müteveccih hâlime baktım. Ve kanaatlarımı yokladım, ben de aynı şeyleri düşünmüş ve kanâat getirmiştim.

    l- Ehl-i dalâlete karşı mücahedede
    اِنْ تَنْصُرُوا اللَّهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ
    2- Neşr-i hakikatte üstada yardım
    وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى اَطِيعُوا اللّهَ وَ اَطِيعُوا الرَّسُولَ

    3- Müslümanlara îman cihetinden hizmet
    اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللّهِ اْلاِسْلاَمُ * وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُوا* اِنَّمَا اْلمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ
    gibi âyetlerle اَلدِّينُ النَّصِيحَةُ اَلدِّينُ النَّصِيحَةُ اَلدِّينُ النَّصِيحَةُ hadîs-i şerifi.
    4- Kalemle ilmi tahsil ن وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ mâdemki hakikat ilmi tedris edilmiyor. Elbette mahfî hikmetlere binâen mahdut insanların eline geçen, kulağına giren, bu nevi' derslerin ciddî tahsili için, bilhassa okuması yazması olanların, bizzat yazmak suretiyle, bu neticeyi bulacaklarına şüphe edilmemelidir. Bir şey'i yazmak, okumak, anlamak, sonra başka kâğıda nakletmektir ki, bu tarzla matlub istifadenin te'min edileceği muhakkaktır.

    (Sh: B-292)
    5-Bir saatı bir sene ibadet hükmüne geçecek tefekkür: Evet nurlarla istifade, böyle saatler, zannederim, hepimizin meşhudu olmuştur. Sözlerdeki hakâikı tefekkür, aynen Kur'ân'ın künûzunu mânen taharridir ki, (Fettâh) ismi imdada yetişerek, öyle muhayyiri'l-ukûl kapılar açıyor ki, zevkine nihayet bulunmuyor. Perdesiz, vâsıtasız Kur'ân'a bakınca, zülâl gibi hakâikın tecelli ettiği, bulutsuz havada güneş ve böyle bir havada yıldızlarla süslenmiş semada bedirlenmiş kamer gibi müşahede olunuyor.

    Benim gibi bir isyankârın vaziyeti, hâli, kabiliyeti isti'dadı asla müstaid değilken, Allah-ü Zülcelâl'in nihayetsiz kerem ve rahmeti, fazl ve inâyeti ile, iki kere iki dört kat'iyetinde kat'î kanaatım gelmiştir ki, Hazret-i Gavs'ın ve onun Üstadı, iki cihan fahri Nebiyy-i Efhamımız (A.S.M.) Efendimiz Hazretlerinin duâ ve himmetleri, Hazret-i Kur'ân'ın şâkirdleri üzerindedir.

    Sû'-i ihtiyarımızla bozmazsak, bu himayet ve sahâbet elbette devam edecektir, kat'î kanaat ve îmanındayım. Şu satırları bana yazdırtan âsâr-ı Nur'un şeref-i vürudları ve feyizleri, inşâallah içinde gizlenmiş olan aşr-i âhir-i Ramazandaki Leyle-i Kadrin, ihya edilmiş sevabını verir ve rızâ-yı Samedanîye mazhariyetle, Saâdet-i Ebediyyeyi kazanmaya bir vesile olur.

    Ey Üstadımın bu fâni âlemde arkadaşları! İnşâallah âhiret âleminde de yoldaşları olacak olan aziz ve kıymetli kardeşlerim! Şu anda kalbim şöyle inliyor, ben de ihtiyarsız yazıyorum. Hazret-i Üstadın gösterdiği yol, aynen Kur'ân'ın cadde-i Kübrâsıdır, ondan ayrılmıyalım, hizmetten kaçmıyalım, fütur getirmeyelim. Sermayesi yalan ve yalancılık olan siyaset propagandaları, sû'-i kesbimiz ile kazanılan ve bugün tevarüs edilen fena şeylere karşı, kaderi ittiham derecesinde muradullaha müdahaleye cesaret etmiyelim. Biz abdiz, sebeb-i hilkatimiz, seyyidimizi, yaratanımızı, râzıkımızı bilmek ve bulmaktır. Hülâsa-i mevcûdat olan Peygamberimiz vasıtası ile inzâl ve ikram buyurulan Kur'ân'ın ahkâmına ve o Hazretin Sünnetine tevfîk-ı harekete bezl ü gayret edelim. İşte o Nur elimizde mürebbi, yanımızda muarrif, aramızda nurları neşre mürebbi ve muarrifimizi

    (Sh: B-293)
    dinlemeye çalışalım. Biz vazife-i ubudiyeti yapalım, netice-i mükâfatı, Hâlik-ı Rahîmimize bırakalım. Yek diğerimize en büyük yardım olan duayı da esirgemiyelim.

    Zühre, Habbe, Katre ve Zeyli'nin arabî bir nüshası bu fakire ihdâ buyurulmuş. Bir gün tercümesinin de yapılacağına işaret olunmuştu. Demek zamanı geldi ve benim gibi arabî bilmiyen kardeşlerin mânevî arzuları, Zühre'nin tercümesine vesile oldu. Çok muhtasar olarak duygularımı arz edeceğim:

    Birinci Nota:فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ Kelime-i Tevhidi ile ma'bud-u hakikîye bağlanmalı.

    İkinci Nota: اَللّهُ اَكْبَرُ اَللّهُ اَكْبَرُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَاللّهُ اَكْبَرُ اَللّهُ اَكْبَرُ وَ ِللّهِ الْحَمْدُ Tekbir-i Ekberi ile kibriya ve azamet sâhibi ancak Allah-ü Zül-Celâl vel-Kemâl olduğunu..

    Üçüncü Nota: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ nass-ı azîmi ile, mâdem her şey helâk olacak, ey zaîf insan! Bundan senin, şemse nisbeten bir zerre bile olmayan hayatının da hissesi olduğunu anla, aklını başına topla yaradılışındaki hikmeti düşün, haddini bil, ömür ve hayatını, sana saâdet-i ebediyeyyi te'min edecek şeylerle geçir, hakikatını..

    Dördüncü Nota:
    كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ اْلمَوْتِ
    { قُلْ يُحْيِيهَا الّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ gibi âyetlerle müeyyed olduğu üzere ba'delmevt ثُمَّ نُفِخَ فِيهِ اُخْرَى فَاِذَا هُمْ قِيَامٌ يَنْظُرُونَ âyetinin sırrı zâhir olacak. Ceza ve hesap gününde, mâlik-i yevmi'd-dîn'in huzurunda, mahlûkat ve mevcûdatın en kıymettarı olan insanın, aynen halk olunarak bulundurulacağını..

    Beşinci Nota: Avrupa'nın sûrî medeniyetinin hakâik-ı Kur'âniye ile butlanını وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَâyetinin bir muhavere şeklinde tedrîsini..
    (Sh: B-294)
    Altıncı Nota:

    اِنَّمَا اْلمُشْرِكُونَ َنجَسٌ
    كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِاِذْنِ اللّهِ gibi âyetlerle, hem îman tâcını giyen Hizbullahın galebesini ve hem zâhir insan suretinde halk olunan müşrikînin ve onların bir nev'i olan, her şeyi inkâr edenlerin, Kur'ân nazarındaki kıymetlerini..

    Yedinci Nota: وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا
    اِنَّ اللّهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَاْلاِحْسَانِ
    وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى
    gibi âyâtın mânasını hatırlattığını,

    Sekizinci Nota: Sonunda zikrolunan dört âyet-i celîlenin bir nevi' tefsiri..

    Dokuzuncu Nota: Bu günün, Dokuzuncu Sözünün bir çekirdeği olduğunu,

    Onuncu Nota: Mârifetullah'a yol açacak, bid'aların kesreti zamanında, Risale-i Nur ünvanını alacak ve en evvel ehl-i îman öldükten sonra dirilmek var, ceza ve hesap günü var, uyanın hitabı ile mevki-i intişara konulacak olan Onuncu Söze, mahfî işaret ettiğini..

    Onbirinci Nota: Onbir, Oniki, Onüç, Ondördüncü Sözler gibi, Kur'ân'dan fazlaca bahs eden Nur risalelerine, bilhassa bunlar arasında parlak bir mevkii işgal eden, Yirmibeşinci Sözün geleceğine îmâ edildiğini..

    On İkinci Nota: Bütün müslümanlara, muhtelif tarikatlarda sülûk ile kazanılacak neticeye, acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkında Besmele olacak bir ders verdiğini..

    Onüçüncü Nota: Yirmialtıncı Söz'üاِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّهِâyetlerini,مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ hadîsini, Birinci Sözü, mecazi muhabbetteki ma'kul dereceyi göstererek, taklitten tahkika geçmek lüzumunu..

    (Sh: B-295)
    Ondördüncü Nota: Çok mühim ve pek nurlu bir eser olan, Yirminci tevhid Mektubunu..

    Onbeşinci Nota: Üç mes'elesi ile, Kur'ân'daki emir ve nehyin ne kadar yerinde olduklarını ve Şeriat-ı Ahmediye desâtirinin, ne kadar ma'kul ve mantikî esaslara istinad ettiğini, ayân beyân göstermektedir. Çok kusurlu ve âciz talebeniz aldığı feyizleri ancak metindeki yazıları tekrarla ifade edebilir. Hitabı azaltmak için sözü itnâba düşürmemek daha mâkul düşüncesiyle, mâruzatımı kısa kesmeyi daha faideli görüyorum.

    Hulûsi

    230
    (Mu'cizât-ı Ahmediyeyi yaldızla yazan Doktor Abdülbâki Beyin fıkrasıdır.)

    Sevgili, müşfik Üstadım, efendim hazretleri!

    Kıymetine nihayet olmayan ve her vecih ile medih ve takdir sitayişine şâyân bulunan Risale-i Nur eczalarından bir parçası olan Ondokuzuncu Mektub'u, bu mektubun mazhar olduğu intişarındaki inâyetine mâsadak olan kalemimle, iki gün evvel ikmâl edip, sevgili Üstadıma takdim ediyorum. Bu risâle hakkında aziz Üstadıma kalbî ihtisasatımı arz etmek istiyorum. Fakat ne kalemim ve ne de kalbim ifadeden âcizdir.

    Bu risalenin ruhumda vücuda getirdiği tebeddülâtı, tarif imkânsızdır. Hakikaten ruhumun Asr-ı Saâdete ait karanlıklı noktalarını aydınlatmış, kalbimin en derin mahallerine nüfuz ederek, fakir talebenize verdiği ziyaları, nurları ile fakir talebenizi, öyle bir hale getirmiştir ki, bu kusurlu talebenizin Cenâb-ı Hak'tan istediği ve zulümatları yararak nurlar serpen asırda, beşeriyeti helâkden kurtarıp saâdete dâvet eden ve elinde ve lisanında sonsuz mu'cizatı ile, yalnız beşeriyete ve dünyaya değil, bütün mevcudata, dünya ve âhirete kendini tanıttıran o Peygamber-i Zîşâna ümmet olabilmek ve sevgili Üstadıma talebe olabilmek kaydı altında hayatıma hâtime verilmesidir. El ve ayaklarınızdan öperim, efendim.

    Abdülbâki


    (Sh: B-296)


    231
    (Ehl-i dünyanın Üstâdımız hakkındaki asılsız üç vehimleri münasebetiyle bir kardeşimizin ettiği sualine karşı cevabdır.)

    Üstadımız Barla'da kimsesiz kaldığı için, mütalâa edecek kitabları olmadığından, dünyadan ümidini kesip, âhiret noktasından îman cihetinde, kendi nefsiyle olan mükâlemelerini, düşündüklerini çok defa (Ey nefsim, ey nefsim!) diye kaleme almış. Ne vakit o vaziyetten, o belâdan kurtuldu. Buraya geldi, altı ay zarfında oradaki altı gün kadar bir şey yazmadı. Zaten neşriyat yapmıyor. Ancak kendi nefsi için nota nev'inden kaydettiği mesâili, îman cihetinde vesveseye düşmüş bazı has dostlarının istemelerine binaen, güçlükle onlar alıp mütalâa ediyorlar. Yazdığı en mühim bir eseri, bir müdür, vesveseli ve onun hakkında muannid bir vâliye şikâyet tarzında vermiş, o muannid vâli tedkikatında, bu eserde ve bunun neşriyatında siyasete taallûk edecek bir cihet yoktur. Sırf mesâil-i îmaniyeye aittir, diye hakikatı anlamakla, o müdürü tekdir etmiştir.

    Hem hocamız tarîkat zamanı olmadığını, mütemadiyen dostlarına söylüyor. İmanı kurtarmak zamanıdır diyor. Buna delil dokuz senedir hiç bir kimseye tarîkat ta'lim etmemesidir. Yalnız mezhebi Şâfiî olduğu için, namazdan sonraki tesbihatı biraz fazlacadır. O fazlalıkta otuz üçer tesbihattan sonra mezheb-i Şâfiîde sünnet olan bazan on, bazan otuzüç لآاِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ ve üç defa da salâvat okumaktan ibarettir. Hususî ibadetinde yanına hiç bir kimseyi bırakmaz, en has hizmetçisi de yanına giremez ve diyor ki: Ben şeyh değilim, ancak bir hocayım. Eskiden dünyaya karıştığım için günahlarım çoktur. Onlara istiğfar ediyorum diyor. Üstadımız hakkında ehl-i dünyanın ve ehl-i hüküm tarafından çok defa ne ile yaşıyor, diye endişekârâne soruluyor. Bu sual altında acaba başkaların hedeyi ve sadakalarıyla mı yaşıyor deniliyor.

    Elcevap: Bizler daimî hizmetindeyiz. Hiç bir kimsenin sadaka ve hediyesini ihtiyarı ile kabul etmez. Mecbur kaldığı zaman, mukabilini vermek suretiyle alır. Barla'da köy halkı az olduğundan

    (Sh: B-297)
    men' edip kendini kurtarıyordu. Buraya geldikten sonra Barla gibi (ben bir şey istemiyorum) diye olan musırrâne redde muvaffak olamadı. Hatırları kırılmıyacak bazı dostların getirdikleri yemekleri bir kaç defa yedi. Sonra birden bire, hasta olmadığı halde iştihası tam kesildi. Bizim kanâat-ı kat'iyyemiz geldi ki, başkasının hediye ve sadakasını yedirmemek için, manevî bir ihtar ve bir itabdır.

    Evet iki sene evvel, bütün Ramazanda üç ekmek, bir okka pirinç ona ve dört kedisine kâfi geldiği gibi, bir sene evvel üç fırancala, bir Ramazan yine kâfi gelmişti. Bu Ramazan-ı Şerifte otuz günde, yarım okka yoğurtla, yarım okkadan daha az pirinç ve dört kuruşluk bir fırancala yediğini (yalnız bir iki kupa çay içimek ve iftar zamanında bir çay kaşığı bal yemek müstesna) başka bir şey yemediğini bizzat müşahede ettik. (Hâşiye)

    Hem daimî hizmetinde olan bir arkadaş Rüşdü Efendi, üç okkası beş kuruşa satılan ufak balıklardan güzelce kızartılmış üç tane getirmişti. Bunları üstadımıza yedirmek için ısrar etti. Hem Rüşdü Efendinin hâtırını kırmamak, hem de balıkları sevdiği için yedi. O balık yüzünden beş saat mütemadiyen sancı çekti. Bu sancı başladıktan üç saat sonra, Rüşdü Efendiye dedi ki: Hüsrev'deki paramdan balığın fiatını al, sancı devam ediyor, dediği halde balıkların fiatını almadığı için, iki saat daha devam ediyor. En nihâyet dedi ki: Aman parayı al, beni bu sancının verdiği azaptan kurtar. Rüşdü Efendi balığın fiatını aldığı dakika, sancı birden bire


    (Hâşiye): Üstadımız has hizmetçilerinden başka, hiç kimseyi ithiyarı ile kabul etmez. Hattâ daimî hizmetinde bulunan, iki üçümüzün beraber bulunduğunu istemez. Şimdiye kadar hizmet edenlerden mâadâsını, beş on günde bir defa bile kabul etmez, geri gönderir. Eski zamanını düşünüp, şimde dahi siyasetle ve ahvâl-i âlemle münasebettâr olduğunu tevehhüm edenlerin, asılsız vehimlerini kat'î red edecek şu hâlidir ki, onüç sene evvel, günde belki dokuz gazete okurken, dokuz senedir biz şehadet ediyoruz ki, bir tek gazeteyi bile ne okudu, ve ne de okutturdu, ne istedi ve ne de arzu ettirdi.


    Münavebe ile Münavebe ile Sekiz senelik
    Yanında bulunan Bir arkadaşı
    Re'fet Bekir
    Sekiz senelik hizmetinde bulunan
    bir arkadaşı Barlalı Süleyman
    Münavebe ile Münavebe ile
    Yanında bulunan Yanında bulunan
    Süleyman Rüşdü Husrev
    Barla'da daimî hizmetkârı
    Mustafa Çavuş

    (Sh: B-298)
    kesildi. Biz üstadımızın halinden, vaziyetinden, bu acîb hâli aynen gördük. İşte Üstadımız hakkında, ne ile yaşıyor diyenler, hatâlarını tashih etsinler.

    Bekir, Re'fet, Husrev, Rüşdü

    232

  9. #9
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    MESÂİL-İ MÜTEFERRİKA

    Birinci Mes'ele:

    Suâl: Salâvâtın bu kadar kesretle hikmeti ve salâtla beraber selâmı zikretmenin sırrı nedir?

    Elcevap: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma salâvat getirmek, tek başıyla bir tarîk-ı hakikattır. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselâm nihayet derecede rahmete mazhar olduğu halde, nihayetsiz salâvata ihtiyaç göstermiştir. Çünki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselam bütün ümmetin dertleriyle alâkadar ve saadetleriyle nasibedardır nihayetsiz istikbalde, ebedü'l-âbâdda nihayetsiz ahvâle mâruz ümmetin, bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki, nihayetsiz salâvata ihtiyaç göstermiştir.

    Hem Resûl-i Ekrem; hem abd, hem resûl olduğundan, ubûdiyet cihetiyle salât ister, risalet cihetiyle selâm ister ki: Ubudiyet halktan Hakk'a gider, mahbubiyet ve rahmete mazhar olur. Bunu اَصَّلاَةُ ifade eder. Risalet Hakk'tan halka bir elçiliktir ki, selâmet ve teslim ve me'muriyetinin kabul ve vazifesinin icrâsına muvaffakıyet ister ki, سَلاَمًا lâfzı onu ifâde ediyor.

    Hem biz سَيِّدِنَا lâfzıyle tâbir ettiğimizden diyoruz ki; Yâ Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan Reisimize merhamet et ki, bize sirâyet etsin.

    اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَ رَسُولِكَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

    (Sh: B-266)
    İkinci Mes'ele:

    (Bir kardeşimizin uzun bir suâline kısa bir cevabdır.)

    Eğer desen: Nedir şu tabiat ki, ehl-i dalâlet ve gaflet ona saplanmışlar, küfür ve küfrâna girip, ahsen-i takvimden esel-i sâfilîne sukut etmişler?

    Elcevap: Tabiat nâmı verdikelri şey; şeriat-ı fıtriye-i kübrâ-yı İlâhiyedir ki, mevcudatta zuhur eden ef'al-i İlâhiyyenin tânzim ve nizamını gösteren âdetullahın mecmu'-u kavânîninden ibarettir. Ma'lûmdur ki, kavânîn umûr-u itibariyedir; vücûd-u ilmîsi var, haricîsi yok. Gaflet veya dalâlet sâikasiyle Kâtib ve Nakkaş-ı Ezelîyi tanımadıklarından, kitabı ve kitâbeti kâtib ve nakşı nakkaş, kanunu kudret, mistarı masdar, nizamı nazzam, san'atı sâni' tevehhüm etmişler.

    Nasıl ki, bir vahşi ve insanların içtimâiyatını görmemiş bir adam, muhteşem bir kışlaya girse, bir ordunun nizamât-ı mâneviye ile muttarid hareketini temâşâ etse, maddî ipler ile bağlı tahayyül eder. Veyahut o vahşi, muazzam bir cami'e dahil olsa görse ki, Müslümanların cemaat ve îdlerde muntazam, mübarek vaziyetlerini görse, seyretse, maddî rabıtalarla bağlanmalarını tevehhüm eder.

    Öyle de, vahşiden çok vahşi olan ehl-i dalâletin, cünûd-u semâvât ve arza mâlik olan Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhteşem kışlası olan şu kâinata ve Ma'bûd-u Ezelînin mescid-i kebîri olan şu âleme girdikleri vakit, o Sultanın nizâmâtını tabiat nâmiyle yâd etse ve nihayet hikmetlerle meşhûn şeriat-ı kübrâsını, kuvvet ve madde gibi sağır ve kör ve câmid, karmakarışık, tezahürattan ibaret tahayyül etse, elbette ona insan demek değil, belki vahşî hayvan dahi denilmez. Çünkü, o tevehhüm ettiği tabiat için, geçen Sözler'de ve sâir Risalelerimde yüz yerde, dirilmeyecek bir suretti o tabiat fikr-i küfrîsi öldürüldüğü ve Yirmi İkinci Söz'de gayet kat'î bir surette isbat edildiği gibi, her zerrede, her sebebde bütün mevcudatı halk edecek bir kudret, bir ilim vermek, belki Vâcibü'l-Vücudun bütün sıfatını onda kabul etmek gibi nihayetsiz muhal ender muhal bir

    (Sh: B-267)
    dalâlet, belki dalâletin divâneliğinden gelen mânâsız hezeyanlardır.

    Elhâsıl: O sözlerde gayet kat'î bir surette isbat edilmiş ki, tabiat-perest adam bir İlâh-ı Vâhidi kabul etmediği için, gayr-ı mütenâhî ilâhları kabul etmeye mecburdur. O ilâhlar her birisi herşeye muktedir olmakla beraber, bütün ilâhlara hem zıd, hem misil olarak şu kâinatın intizamı içinde birleşsin. Halbuki bir sineğin kanadından tut, tâ manzûme-i şemsiyeye kadar hiç bir yerde bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki, parmak karıştırsın.
    لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللّهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَFerman-ı kat'î, şirk ve iştirâkin esâsâtını kat'î bir bürhanla keser.

    Üçüncü Mes'ele:

    Küfür, mânevî bir cehennemin çekirdeği olduğunu İkinci Sözde ve Sekizinci Sözde ve başka sözlerde isbat edildiği gibi, maddî bir cehennem dahi onun meyvesidir. Cehenneme dühûlüne sebeb olduğu gibi, cehennemin vücuduna dahi sebebdir. Zira küçük bir hâkim, küçük bir izzet, küçük bir gayret, küçük bir celâli bulunsa; bir edebsiz ona dese, "Beni te'dib etmezsin ve demezsin." Herhalde o yerde hapishane yoksa da, onun için bir hapishane îcad edecek, onu içine atacaktır. Halbuki kâfir, cehennemi inkâr ile, nihayetsiz gayret ve izzet ve celâl sahibi ve gayet büyük bir zâtı tekzib ve ta'ciz ediyor, yalancılıkla ve acz ile ittiham ediyor. İzzetine şiddetli dokunuyor, celâline serkeşâne ilişiyor. Elbette farz-ı muhal olarak cehennemin hiçbir sebeb-i vücudu bulunmazsa, o derece tekzib ve ta'cizi tazammun eden küfür için cehennemi halk edecek, o kâfiri içine atacaktır.

    Dördüncü Mes'ele:

    Eğer desen: Ne için ehl-i küfür ve dalâlet dünyada ehl-i hidâyete gâlib oluyor?

    Elcevap: Çünki, küfrün divâneliğiyle ve dalâletin sarhoşluğuyla ve gafletin sersemliğiyle ebedî elmasları satın almak için verilen letâif ve isti'dâdât-ı insaniye sermayesini, fâni şişelere, soğuk buzlara

    (Sh: B-268)
    veriyor. Elbette ham cam ve câmid cemed, elmas fiyatıyla alındığı için, en âlâ cam ve en eclâ cemed alınır.

    Bir vakit elmascı zengin bir adan divâne olur, çarşıya gider, beş paralık cam parçasına beş altun verir. O zengin divâneye, herkes en iyi camlarını alır ona verir, hattâ çocuklar da güzel buz parçalarını ona veriyor, birer altun alıyorlardı.

    Hem bir vakit bir padişah sarhoş olur, çocukların içine girer, onları vükelâ ve ümerâ-yı askeriye zanneder. Şâhâne emir verir, çocukların hoşuna gider, iyi itâat ettiklerinden güzelce bir eğlence yapar.

    İşte küfür bir divâneliktir, dalâlet bir sarhoşluktur, gaflet bir sersemliktir ki, bâki metâ' yerine fâni metâ'ı alır. İşte şu sırdandır ki, ehl-i dalâletin hissiyatları şiddetlidir. İnadı, hırsı, hasedi gibi her şeyi şediddir. Bir dakika meraka değmeyen bir şeye bir sene inâd eder.

    Evet küfrün divâneliğiyle, dalâletin sekriyle, gafletin şaşkınlığıyla fıtraten ebedî ve ebed müşterisi olan bir lâtife-i insaniye sukut eder; ebedî şeyler yerine fâni şeyler alır, yüksek fiyat verir. Fakat mü'minde dahi bir maraz-ı asabî bulunuyor veya maraz-ı kalbî var. O dahi ehl-i dalâlet gibi, ehemmiyetsiz şeylere ziyade ehemmiyet verir. Lâkin çabuk kusurunu anlar, istiğfâr eder, ısrar etmez.
    رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا
    Beşinci Mes'ele:

    Mühim bir sırr-ı âyet:

    Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, mu'cize mecmûu olduğu gibi, her bir sûresi dahi bir mu'cize, hattâ pek çok âyetlerin herbirisi birer mu'cize veya bir lem'a-yı i'câzı gösterir bir tarzdadır. meselâ, Sahâbeden bahseden âhir-i Sûre-i Feth olan âyeti, ki مُحَمّدٌ رَسُولُ اللّهِ dan başlar, bütün huruf-u hecâiyeyi tazammun etmekle beraber, sahabenin tabakât-ı meşhuresinin, ki Ashâb-ı Bedir, Şühedâ-i Uhud, Ashâb-ı Suffa, Ehl-i Bîat-ı Rıdvan gibi, şöhretgîr-i âlem tabakâtın esmâsının

    (Sh: B-269)
    adedine işaret ediyor ve şu âyetten evvelkiهُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ âyeti altmış üç harf olduğundan ömr-ü Nebeviyyeye işaret ettiği gibi, bahsettiğimiz âyetle beraber Ashab-ı Bedir ve Suffa ve Uhud ve Ehl-i Beyt-i Nebevînin adedini göterir. İşte âhirdeki âyetin adedi iki yüz altmıştır. Ashab-ı Bedir, şühedâ-yı Uhud ile beraber, Bedir ile Uhud şühedâsından bulunan bir tek sayılmak, hem isimleri bir olanlar bir sayılmak şartiyle iki yüz altmıştır.

    Aynı âyetteki hurufat gibi Ashab-ı Bedir, Ashab-ı Suffa ile söylediğimiz şart ile beraber, iki yüz altmış dört eder. Âyetten dört fazladır ki, Hulefa-yı erbaa ve Hamse-i Âl-i Abâdan dördüne işaret vardır. Âyette herbir harfin ne kadar tekerrür ettiği ve Ashab-ı Bedir ve Uhud ve Suffanın esmâsına ne derece muvafık aded göstermesine, gelecek hurufata dikkat et:

    Hemze lafzı (9) gayr-ı melfuzu (l5) muvafık geliyor. ث (3) ت 8 ب (4) muvafık, ج (8) muvafık, ذ (3) د (6) خ (10) ح (3) muvafık,ر (16) muvafık, ز (6) muvafık. Uhud ve Suffadan ğ (7) muvafık, Suffadan ش (2) muvafık, Suffadan ص (2) muvafık, Bedirden ض (2) muvafık, Suffadan ظ (3) ط (1) Uhudda Abâdile-i Seb'a, Hulefâ-yı Selâse ع (10) muvafık, Suffadan ق (1) ف (14) غ (6) muvafık, Bedir'de م (24) ل(34) ك (6) muvafık, ن (16) muvafık ى (12) و (15) هـ (16) muvafık, لا (2) ا (18) muvafık.

    İşte bu hurufatın yarısı Ashab-ı Bedir ve Suffa ve Uhud'da muvafık gelmesiyle gösteriyor ki, gayr-ı muvafık olanlar başka tabakâtın adedine muvafıktır. Meselâ, Ehl-i Bîat-ı Rıdvan gibi tabâkat-ı meşhureye.

    Hem cây-i dikkattir ki:ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا âyetinde şu âyet gibi, bütün huruf-u hecâiyeyi tazammun etmiş. Fakat bunun aksine olarak, o hurufâtın tekrârâtı acîb bir tarz-ı münasebettedir. Şu âyet ise birbirine bakıyor. Kardeş kardeşine muvafık gelmiyor. Demek şu âyetteki hurufatın vazifesi, âyetin mânâsını te'yid ederek, bahsettiği sahabelerin esmâsına bakıyorlar.

    (Sh: B-270)
    Evet şu âyet-i kerime cümleleriyle gösterdiği aynı hükmü yine kelimeleriyle, hurufatıyla aynı mânâyâ işaret eder. Meselâ, şu âyetin hurufatları Ashaba baktıkları gibi, kayıdları da Ashabın sıfat-ı meşhûresine bakar. O sıfâtı göstermekle o sıfat sahiblerine parmak basıyorlar.

    Mes'elâ: وَالّذِينَ مَعَهُ daki maiyet-i hassâ, sohbet-i mahsusayı zikretmekle Ebu Bekiri's-Sıddîk'ın medar-ı fahri ve şöhreti olan maiyet-i hâssa ile başına parmak basıyor
    الْكُفَّارِ اَشِدَّاءُ عَلَى şiddet-i hamiyet-i İslâmiye ile küffâra galebe-i kat'iyesi ile şöhret-şiâr olan Hazret-i Ömer'i âyine gibi gösterir.

    رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ şefkat-i rahîmâne ile meşhur-u enâm olan Hazret-i Osmân-ı Zinnûreyn'e parmak basıyor.

    تَرَيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا kaydıyla, rükû' ve secdede devam ve kesrette meşhur olan Hazret-i Aliyyi'l-Mürtazâ'ya işaret ediyor.

    يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّهِ وَ رِضْوَانًا cümlesiyle ehl-i Bîat-ı Rıdvân'a,
    سِيمَاهُمْ فِى وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ Ashab-ı Suffa'ya,
    ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرَيةِ Fukahâ ve ulemâ-i Sahabeye,
    وَمَثَلُهُمْ فِى اْلاِنْجِيلِ Ashab-ı Huneyn ve Feth, Uhud ve Bedir'deki Sahâbelerin nâmdar yiğitlerine işaret ettiği gibi, enbiyadan sonra Benî Âdem içinde en yüksek, en nâmdar, en mümtaz olan Sahâbelerin medar-ı rüchâniyetleri, menşe'-i imtiyazları ve mâden-i meziyetleri olan seceyâ-yı sâmiye ve ahlâk-ı âliyye ve muamelât-ı gâliyeye o mezkûr kayıtlar ve sıfatlarla işaret ediyorlar.

    O kayıtlarla diyor ki; Sahâbelerin halka karşı vaziyetleri: Düşmanlarına şediddirler ve dostlarına ve mü'minlere rahîmdirler. Cenâb-ı Hakk'a karşı rükû ve secdede kemâl-i itâattadırlar. Her işlerinde Cenâb-ı Hakkın rıza ve fazlını kasdederek kemâl-i ihlâsdadırlar. Hem sahabelerin ilimde ve amelde ve siyasette ve askerlikte gösterdikleri fevkalâde metanet ve terakki ve sebat ve

    (Sh: B-271)
    tefevvuku, maziden Tevrat ve İncil'i işhâd ederek mu'cizane ve müstakbelden ibadet ve cihad vazifesinde hârikulâde hareketleri ihbar ederek mu'cizâne mâzi ve müstakbelde iki ihbar-ı gaybiye ile sahâbelerin i'cazkâr ahvâlini haber vermekle, şu âyette bir lem'a-yı i'câzı gösterir ve âyetin daha başka çok işaretleri vardır. İzahı uzun olduğundan ve ihatamız nâkıs ve elimiz kısa bulunduğundan kısa kestik.

    İşte mâdem şu âyet, hem cümleleri, hem kelimeleri, ham hurufatıyla, ayrı ayrı vazifeleri gördükleri halde, mânâ-yı maksudun etrafında toplanıp ona bakıyorlar. Acaba bilmediğimiz ve beyan etmediğimiz, şu âyetin daha çok esrar-ı acîbeyi câmi' olduğu anlaşılmaz mı?

    Altıncı Küçük Bir Mes'ele:

    Otuzüç adet Sözlerin ve otuzüç adet Mektubların mecmûuna Risaletü'n-Nur namı verilmesinin sırrı şudur ki: Bütün hayatımda Nur kelimesi her yerde bana rastgelmiştir. Ezcümle karyem Nurs'dur, merhume vâlidemin ismi Nuriye'dir, Nakşî üstadım Seyyid Nur Muhammed'dir, Kâdirî üstadım Nureddin. Kur'ân üstadlarımdan Nuri, talebelerimden benimle en ziyade alâkadarı Nur isimli bulunanlardır. Kitablarımı en ziyade îzah ve tenvir eden nur misâlidir.Kur'ân-ı Hakîm'deki en evvel aklıma, kalbime parlayan ve fikrimi meşgul edenاَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍâyetidir. Hem hakâik-ı İlâhiyyede müşkilâtımın ekserisini halleden Esmâ-yı Hüsnâdan Nûr ism-i nurânîsidir. Hem Kur'ân'a şiddet-i şevk ve inhisar-ı hizmetim için hususî imamım Zinnûreyn'dir.

    اَللّهُمَّ يَا نُورَ النُّورِ وَيَا مُنَوِّرَ النُّورِ وَيَا مُصَوِّرَ النُّورِ وَيَا مُقَدِّرَ النُّورِ وَيَا مُدَبِّرَ النُّورِ وَيَا خَالِقَ النُّورِ
    وَيَا نُورًا قَبْلَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا بَعْدَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا فَوْقَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا لَيْسَ مِثْلَهُ نُورٌ
    سُبْحَانَكَ يَا لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ اَجِرْنَا (وَ عَلِى) مِنَ النَّارِ وَ اَدْخِلْنَا (وَ اَدْخِلْ عَلِى) الْجَنَّةَ
    Sh: » (B: 272)

    مَعَ اْلاَبْرَارِوَ نَوِّرْ قُلُوبَنَا وَ قَلْبَهُ وَ قُبُورَنَا وَ قَبْرَهُ بِاَنْوَارِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ يَا رَحِيمُ يَا غَفَّارُ وَ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ الْمُخْتَارِ وَ آلِهِ اْلاَطْهَارِ وَ صَحْبِهِ اْلاَخْيَارِ آمِنَ آمِينَ آمِينَ

    Said Nursî

    216
    (Hulûsi Bey'in sualine cevabdır.)

    (Dişlerin kaplanması hakkındaki suâle cevap)

    1932 tarihli suâlinize şimdilik etrafıyla cevab veremiyorum. Fakat bu mes'ele ile münasebetdar bir-iki mes'ele-i şeriatı icmâlen yazıyorum. Şöyle ki:

    Abdest vaktinde ağzı yıkamak farz değil sünnettir. Fakat gusül hengâmında ağzını yıkamak farzdır. Az bir şey de yıkanmadık kalsa olmaz, zarardır. Onun için dişleri kaplama lehinde ulemalar fetva vermeye cesaret edemiyorlar.

    İmam-ı A'zam ile İmam-ı Muhammed (Radıyallahü anhümâ) gümüş ve altından dişlerin yapılmasına fetvaları, sabit kaplama hakkında olmamak gerektir. Halbuki bu diş mes'elesi umûmü'l-belvâ suretinde o derece intişarı var ki, ref'i kabil değil. Ümmeti bu belvâ-yı azîmeden kurtarmak çaresini düşündüm, birden kalbime bu nokta geldi. Haddim ve hakkım değil ki ehl-i içtihadın vazifesine karışayım, Fakat bu umûmü'l-belvâ zaruretine karşı, fetvalara tarafdar olmadığım halde diyorum ki:

    Eğer mütedeyyin bir hekîm-i hâzıkın gösterdiği ihtiyaca binâen kaplama sureti olsa, altındaki diş ağzın zâhirîsinden çıkar, bâtın hükmüne geçer. Gusülde yıkanmaması guslü ibtâl etmez. Çünki üstündeki kaplama yıkanıyor, onun yerine geçiyor. Evet, cerihaların üstündeki sargıların zarar için kaldırılmadığından ceriha yerine yıkanması, şer'an o yaranın asli yerine geçtiği gibi, böyle ihtiyâca binâen sabit kaplamanın yıkanması dahi dişin yıkanması yerine


    (Sh: B-273)
    geçer, guslü iptâl etmez. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّهِ Mâdem ihtiyaca binaen bu ruhsat oluyor. Elbette yalnız süs için, ihtiyaçsız dişleri kaplamak veya doldurmak bu ruhsattan istifade edemez. Çünki, hattâ zaruret derecesine geldikten sonra böyle umûmü'l-belvâda eğer bilerek su'-i ihtiyarıyla olsa, o zaruret ibâheye sebebiyet vermez. Eğer bilmeyerek olmuş ise zaruret için elbette cevaz var.

    Said Nursî

    217
    (Üç cesetli bir ruhun bir fıkrasıdır.)
    (Yani: Hâfız Ali, Sabri, Sarıbıçak Ali.)

    Otuzbirinci Mektubun Onyedinci lem'asının Onyedinci notasının yedi mes'elesinden ikinci mes'elesi iken Yirminci Lem'a olan ihlâs Risâlesini aldım. Kuleönünde kardeşim Ali Efendi ile, Yirmi birinci Lem'a nâmıyla projektör misâl, geceleri gündüze çeviren pek mübarek ve çok kıymettar ve gayet müessir bir risale ile, Yirmi İkinci Lem'a olan, On Yedinci Nota'nın üçüncü Meselesi iken Lemeata karışmakla, sosyalizm ve bolşevizm oyunlarıyla, âlem-i insaniyetin fıtrat-ı hayat-ı hakikiyesini unutturmak, ebedî zulümatı, müsâvat-ı esasiye nâmı ile, kendi şahıslarını istisna ederek, millet-i İslâmiyeyi esassızlığa attıkları, gazlı bombaları ile bir nevi' geceyi getirdikleri gibi, gûyâ istilâ ettiği mânevî toprakta, kuvve-i inbatiyeye medar olacak, bir hayat dahi bırakmıyarak ihrâk ettikleri bir anda, şu Lem'a o âlemi tenvir ile, güneşi gösterip, âb-ı hayatı ile uyanık zemin üzerini yeşerttiğini gösteriyor.

    Muhterem Efendimiz!

    Bir hafta mukaddem, maddeten küçük ve mânen büyük bir nâme-i mergûbelerinizi, Bekir Bey vasıtasıyla bir ordu kuvvetinde aldım. Cenâb-ı Erhamürrâhimîne hesabsız hamd ve şükür olsun ki, bizim gibi âciz, zaif, fakir, kusurlu kullarını, hiç bir zaman maddî ve manevî takviye-i rahmetinden baîd tutmuyor. Esen rüzgârlar muvakkaten kapı ve pencerelerden girseler de, o hanenin sahibi derhal kapatıyor ve ayıktırdığını gösteriyor. Gerçi çok

    (Sh: B-274)
    okuyamıyorsak da, yazıyı aynı vaziyette yazıyor. اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

    Muhterem efendim!

    Şu yazılan risâleleri nasıl buldunuz buyuruyorsunuz? Ya hazret-i Üstad! Ne diyelim! Bizim mânevî yara ve hastalıklarımızı teşhis buyurup, öldürmemek için her nevi' mualeceleri ile memzuc, hem mugaddi, hem müessir tiryaklarını Cenâb-ı Hakkın ihsanı ile gönderiyorsunuz. İhlâs hakkında evvelce ve bilhassa sonra ihsân edilen risâleleri okudukça, vücudumun ağrıdığını ve her zerresinin titrediğini, müteaddid diyarlardan tevellüd eden kurtlar oynamaya başlayınca, en ahmak ve eblehçe hareketlerimi gösterdiler.

    Şu Sözler bittecrübe yazılmasıyla, umum kardeşlerimiz îkaz ediliyor. Ve her ferde kudsiyeti ile, güyâ o ferde hitab eder gibi, bir ulviyetle mâ-i zemzem içiriyor. İhlâsı tam, vicdanı temiz, ruhu teslim, cismi lâtif, nesebi tâhir kardeşlerimiz, bu îkaz ile Cenâb-ı Erhamürrâhimîne niyaz edip, (Yâ Rabb, cümle ihvanımızı yaramaz şeylerden halâs et ve ihlâs-ı tâmme ihsân et) duâlarında, sâlifü'l-arz haslet-i hamse-i âliye ve ehliyeden olmayan ve kesafetli ruhuyla müteaddit nuru karıştıran ve zâhir hâliyle sebeb-i Risâle olup, umumun dua ve himmetlerini her an arzulayan, bu uğurda Risâle-i Nur'a serfüru' ve serfedâ edenleri, Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, Habîb-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur'ân-ı Hakîm ve hizbü'l-Kur'ân hürmetine mağfiret buyurup, niyet edip talep ettikleri hizmetinde muvaffak buyursun... âmin..

    Şu mübarek risaleler, hararetli bir adamın suyu gördüğünde ufak bir kapta ise, kazanına koymak, büyük göl ve deniz ise, içine girmek istediği gibi, şu zamanın nursuz yakıcı şiddet-i hararetine karşı, ihlâs denizini göstermekle harareti kesmek, hem her nevi' cevahir ve elmas içinde bulunduğunu beyân etmekle o denize dâvet ediyor, nefsin tâlibi olduğunu riyâ ve hubb-u câh gibi her cihette zararlı yılanlar gibi zehirleyen, ibâdet perdesi altında dünyayı tahsil etmek isteyip, kabir kapısında hatâsını bildiği ve teveccüh-ü nâsa muhabbetten, firavun gibi gark olurken dönmek isteyip, kimseye müyesser olmadığını ve daha teferruatı ile o âlemleri bu lem'alar öyle tenvir

    (Sh: B-275)
    ediyorlar ki, eğer murad-ı İlâhî olsa, bu zamanın şöhret-perest zındıkları da görselerdi, ellerindeki vücudlarına zemherir getiren buzları atıp, ihlâs ile îman edip, Kur'ân'ın elmas cevahirlerini alırlardı.

    Muhterem efendim!

    Kerâmet-i Aleviye risalesi çok cihetlerle keramet olduğu gibi, Risale-i Nur şâkirdlerini intibaha ve teşvike, sa'y ve gayrete, cesaret ve şecâate sevk ile, hareket ettikleri yolda yalnız olmadıklarını ve karşılarında düşmanın, yalnız onların düşmanı olmayıp, belki, mâzide duran ve bize pek yakından bakan ervâh-ı âliyenin de düşmanı olup, o âlî ruhlar önümüzde pişdâr, etrafımızda zırh gibi ve muhafız ve muavin olduklarını göstermekle, zaiflere kuvvet, havf edenlere cesaret ve şecâat, kavilere refik oluyor ve her zaman bu risaleye herkesin ihtiyacını gösteriyor. Bu zamanın kisve-i ilmiye ve mümessil-i din ve rehber-i millet perdeleri ile ilmi (ene)'ye, dîni dünyaya ve kendileri meyhaneye düşen ulemâi's-sû'u haber vermekle, ehl-i îman ve irfanı insafa, ittifaka, ittihada dâvet ediyor.

    Cümlemiz, hâk-i pây-i Ekremîlerine yüzler sürerek, mübarek dest-i dâmen-i kerîmânelerini öperiz efendim.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    İslâm Karyesinden Kuleönünden
    Ali (R.H.) Ali

    218
    (Husrev'e hitaben yazılan bir mektubdur.)

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ وَعَلَى وَالِدَتِكَ وَعَلَى اَخِيكَ وَعَلَى اِخْوَانِكَ وَرَحْمَةُ اللّهِ وَبَرَكَاتُهُ

    Aziz, mübarek, sıddık kardeşim!

    Evvelâ: Sözler'e başlamadan iki ay evvel gördüğün mübarek rüya çok güzeldir. Hem hakikattır. Evet kardeşim, sen bir bahçe-i

    (Sh: B-276)
    ebedî olan Kur'ân-ı Hakîm'in Cennetinden Gül-ü Muhammedî (A.S.M.) namında, hadsiz nuranî hakikatların fabrikası hükmünde, tefsir-i hakâik-ı Kur'âniye etrafında halka tutan ve sizin gibi çarklardan mürekkeb olan bir cemâat-ı mübareke içinde en has ve en yüksek mertebeye kâtib tayin edildiğine, o rü'yâ beşaret verdiği gibi, biz de beşaret ediyoruz.

    Sâniyen: Bu def'a bize yazdığın Mu'cizât-ı Ahmediye (A.S.M.) risalesi çok hârika düşmüş. Kim ona bakıyor, bir zevk-i hakikî hisseder. Demek oluyor ki; mânevî hâlis samimi hisler, maddî nakışlar suretinde kendini hissettiriyor. Bu sırra ben muttali' olduğum vakit kardeşim Galib dahi aynı hisse iştirâk etti.

    Evet, bunun altında manevî tebessüm var diye, senin hattını kendi hattına tercihle mukabele etti. O yazdığın risale vasıtasıyla pek çok insanlar îmanlarını kuvvetleştiriyorlar, muhabbet-i Ahmediye (A.S.M.) kalblerinde ziyadeleşiyor. İşaret-i gaybiye hakkında şübheleri kalmıyor. O sevab da senin defter-i a'mâline geçiyor. Kur'ân ve Resûl-i Ekrem (A.S.M.) kelimesinden başka, işaret ettiğin kelimât çok mânidardır, hem bir temeldir. O iki kelimenin mübarek tevafukuna bir hüccettir. Hem gösteriyor ki, bütün o tevâfukatı dahi riâyet etmeyen, o iki kelimenin tevafukuna kalem karıştıramaz. Zannediyoruz ki, o risalelerin hatt-ı hakikîsini sen buldun veyahut yakınlaştın.

    Sâlisen: Mâbeynimizde münasebet; manevî, ruhî, hakikî olduğu için zaman ve mekân müdahale etmez. Dergâh-ı İlâhîye müteveccih olduğumuz vakit günde belki kaç def'a, Husrev yanımda bir cihette hâzır olmakla beraber, senin o şirin yazıların, hususan On Dokuzuncu Mektub'daki mübarek hattın göründükçe seni hayalimizce hazır ediyoruz. Ben ve buradaki arkadaşlar dahi seni burada görmek çok arzuluyoruz. Fakat Isparta sana çok muhtaçtır. Hem de şimdi hâl ve mevsim pek müsâid görünmüyor. Onun için kardeşimi bir miktar yanımda bulundurmak ile, sana zahmet vermek istemiyorum. Yoksa sen bize çok lâzımsın. İnşâallah bir vakit kazâ edeceğiz.

    (Sh: B-277)
    Râbian: Şu mübarek Şehr-i ramazan, Leyle-i Kadri ihâta ettiği için, kendisi de ömür içinde bir leyle-i kadirdir ki, muvaffak olanın ömrüne bin ömür katar. Dakikası bir gündür. Saati iki ay, günü birkaç sene hükmünde bir ömr-ü bâkîdir. Senden ve âhiret hemşirem yâni ikinci vâlidem ve kardeşimin muhterem vâlidesinden duanızı istiyorum. Madem duada sizi şerik ediyorum, siz de benim duama âmîn hükmünde olarak dua ediniz.

    Kardeşimiz Ali Efendi'ye dahi çok selâm ve dua ediyorum. İnşâallah tam Husrev'e lâyık bir kardeş oluyor. Sair kardeşlere seni tevkil ediyorum, selâm ve dua ediyorum. Bu eyyâm-ı mübarekede bana dua etsinler. Gâlib der, Husrev'le mânevî bir irtibat hissediyorum. Çok selâm ediyor. Ve bilhâssa saatçı Lütfi Efendi'ye pek çok selâm ve dua ederim. Cenâb-ı Hak ona, o bana yazdığı pencere risalesinin hurufu adedince ruhuna rahmet, kalbine nur, aklına hakikat, malına bereket ihsân eylesin, Âmin, âmin, âmin.

    Maksadım, ona o risaleyi yazdırmak, onu has talebeler dairesine idhal etmekti. Yoksa ona o zahmeti vermezdim. Mâşâallah, Hâtem-i Mu'cizât-ı Ahmediye'yi (A.S.M.) çok güzel tersim etmişsiniz. Sözler ile alâkadarlar içinde, bu hâteme tam kanâatı olanların isimlerini bana yazsınlar, onları ikinci dairede yazacağız. Tâ o nura hissedar olsunlar. Şükre dair nüshanız Kuleönlü Mustafa bir adama verip, o da muhafaza edememiş. Yağmur bir parça bozduğu için mahcub olarak, sana göndermeyip bana gönderdi. Benim de güzel yazılmış bir nüsham var, sana gönderiyorum. Ona göre yeni bir nüsha kendinize yazarsınız. Sen bana şükre dair yazdığın mübarek nüshayı, bir ay evvel Atabey tarafına göndermiştim. Kim aldığını bilmiyorum, elime geçmedi. Hem size Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Mes'elesinin Hâtimesini gönderiyorum. O Hâtime, hâtem-i İ'câza gelen tenkidatı reddediyor ve parlak bir mühr-ü tasdik olduğunu gösteriyor. O hâtemlerin bir nüshasını sana gönderdik. Orada hâtemi gören ve kabul eden ve Sözlerle alâkadar olan zâtların münasib gördüklerini, boş kalan gözlere kaydedebilirsin.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Mirzazâde Said Nursî

    (Sh: B-278)
    219
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

    Aziz ve gayretli âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur'ân'da yoldaşım Hulûsî-i sânî ve Sabri-i evvel!

    Mâşâallah Yirminci Mektub'un kıymetini güzel anlamışsınız ve güzel de yazmışsınız.

    Mektubunda ilm-i kelâm dersini benden almak arzu etmişsiniz. Zaten o dersi alıyorsunuz. Yazdığınız umum Sözler, o nurlu ve hakikî ilm-i kelâmın dersleridir. İmam-ı Rabbânî gibi bazı kudsî muhakkikler dmişler ki: Âhir zamanda ilm-i kelâmı, yani ehl-i hak mezhebi olan mesâil-i îmâniye-i kelâmiyeyi, birisi öyle birsurette beyan edecek ki; umum ehl-i keşf ve tarîkatın fevkınde, o nurların neşrine sebebiyet verecektir. Hattâ İmam-ı Rabbânî kendisini o şahıs gibi görmüştür.

    Senin şu âciz ve fakir ve hiç ender hiç olan kardeşin, bin derece haddimin fevkınde olarak kendimi o gelecek adam olduğumu iddia edemem, hiçbir cihette liyâkatim yoktur. Fakat o ileride gelecek acîb şahsın bir hizmetkârı ve ona yer hâzır edecek bir dümdârı ve o büyük kumandanın pîşdâr bir neferi olduğumu zannediyorum. Ve ondandır ki, sen de yazılan şeylerden o acîb kokusunu aldın.

    Hem mektubunda اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ ilh. ye ait olan esrârı suâl ediyorsun. Evet o âyetin büyük bir denizinden çok Sözlerde katarâtı, reşehâtı vardır. Bâhusus Yirminci Mektub'da, Otuz Üçüncü Mektub'da, Otuz İkinci Söz'de, Yirmi İkinci Söz'de onun bazı çeşmeleri var. Elbette o âyette çok tabakât var. Her taife bir tabakadan hissesini almıştır. Ruhum istiyordu ki, o âyetin bazı envârını yazayım, fakat şimdiye kadar müteferrik surette yazıldığından öyle kalmış. Şimdilik onunla iktifâ edilmiş.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Kardeşiniz Said

    (Sh: B-279)
    220
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

    Aziz sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur'âniyede fedakâr arkadaşlarım Sabri, Hafız Ali, Husrev, Re'fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü Efendiler!

    Kardeşlerim, bu Ramazan-ı Şerifte size, âlem-i nurdan bahisler açmak arzuları var idi. Maalesef bir hâdise zulmet âleminden bahsetmeye beni mecbur ediyor. Bu yeni hâdise için etraftaki dostlar lisân-ı kâl ve hâl ile meraklı endişeli bir tarzda benden istîzah isityorlar. Onları ve sizleri meraktan kurtarmak için o hâdiseyi iki kısım olarak, bir parça beyan edeceğim.

    Birinci kısım: Bu bize nisbeten musibetli ve elîm hâdiseyi, Cenâb-ı Hak inâyet ve rahmetiyle başka sûrete çeviriyor. Evet, Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz değil. Bu hâdisenin bize karşıki vechi, rahmet görünüyor. Ehl-i dünyaya karşı vechi, cehennemin lüzumunu gösteriyor. Filhakika bu Ramazan-ı Şerif'te hâdisenin sureti çok çirkindi. Fakat Gavs-ı A'zamın dediği gibi, inâyet gözünün altında ve hıfzında olduğumuzdan çok cihetlerle hakkımızda lemeât-ı rahmet göründü.

    İkincisi: Bu Ramazan-ı Şerifte acz u za'fı ve fakr u ihtiyacı tam hissedip, Cenâb-ı Hakka iltica etmek, bir surette intibah ve heyecan ve şuur ve şiddet verdi. Ramazan-ı Şerifte şimdi okuduğum münâcâtların okunmasına bu hâdise mühim bir kuvvet oldu. Zaten musibetler, dergâh-ı ilâhiye sevk etmek için birer kader kamçısıdır. Her okuduğum bir kelime ve dua da ve münâcat da şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor. Sahâbelerdeki ibâdetlerinin sırr-ı tefevvuku bu noktadandır. Tesbih ve zikri bütün mânâsıyla şuurlu bir surette söyledikleridir. (Hâşiye)

    Said Nursî
    (Hâşiye) Bu mektubun mütebâkisi bir maksada binâen buradan kaldırılmıştır.


    (Sh: B-280)
    221
    (Hulûsi Bey'e hitabdır.)
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
    Aziz, sıddık, muhlis kardeşim!

    Evvelâ: Birâderzadem Halil Nâci'nin dünyevî musibeti, beni de cidden mahzun eyledi. Cenâb-ı Hak onu da kurtarsın, size de sabır ve tahammül ihsân eylesin, âmin. Nurun eskiden beri hiç sarsılmayan muhlis bir kahramanı elbette dünyanın geçici, kıymetsiz fâni vaziyetleri karşısında telâş etmez, mağlûb olmaz inşâallah.

    Sâniyen: Silsile-i ilmiyede bana en son ve en mübarek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren, Hazret-i Şeyh Muhammede'l-Küfrevî (Kuddise sirruhû'nun) hulefâsından Alvarlı Hoca Muhammed Efendiye ve ihvanlarına çok selâm ve arz-ı hürmet ederim. Ve o havâlide Nurlarla alâkadar senin dostlarına çok selâm ve Nur hizmetinde muvaffakıyetlerine dua ederiz.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Hasta kardeşiniz
    Said Nursî

    222
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

    Aziz kardeşim!

    Beni merak etmeyiniz, inâyet-i Rabbaniye devam ediyor. Maişet cihetinde kanâat ve iktisad beni ihtiyaçtan kurtarıyor. Sakın bir şey gönderme. Sen altı yedi nefse bakıyorsun, benim yarım nefsim var. Sen beni değil, ben seni düşünmeliyim. Sabrinin mektubu ona yetişmemiş, sen ve Hulûsi, benim her bir amel-i uhrevîmde hissedarsınız. Mâh-ı Ramazanda kazanç bire bindir. Siz de bana duanızla yardım ediniz.

    Said

    (Sh: B-281)
    İşaret-i Aleviye'yi tam tasdik ettiniz mi, Haşir risalesi'ni çok kuvvetli buldunuz mu?

    223
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

    Binler selâm. Siz maddî rütbenizden çok yüksek mânevî rütbeniz iktizasıyla ayrı ayrı yerlere gönderiliyorsunuz. O yerlerin sana ihtiyacı var. Hiç merak etme. Senin Risaletü'n-Nur hakkında mektupların, çok talebe yerinde, senin bedeline hizmet-i nuriyede çalışıyorlar. Birinciliği dâima sana kazandırıyorlar.

    Kardeşiniz
    Said Nursî

    224
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  10. #10
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: LAHİKALAR. (Barla Lahikası.)

    (Binbaşı Âsım Bey'in fıkrasıdır.)

    Muhterem Üstadım Efendim!

    Her def'a olduğu gibi bu kerre de nâmüstehak olduğum halde hakk-ı fakirânemde lütuf ve ibzâl buyurulan iltifatât-ı bînihaye bu fakiri mestediyor. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Ancak Cenâb-ı Lemyezel Hazretlerinin lütf u kerem ü ihsânına hamd ü şükr ü senâ ederek risale-i şerifelere sarılıyorum. Ve lezzet alıp, siz Üstadımı karşımda ve yanımda bulup mütehayyir ve mütefekkir olarak bahr-i sürura dalıp gidiyorum. Ve bu halin devam ve tezyîdini eltaf ve inâyet-i Sübhâniyeden niyâz ediyorum. Nasıl etmiyeyim. Yâ Hazret! Fakire bunca iltifattan başka hele bu def'aki lütufnâmelerinin başına çok tavsiften sonra "Hizmet-i Kur'âniyede kuvvetli arkadaşım ve tarîk-ı hakta ve ebed yolunda enîs yoldaşım" kelimât-ı lâtifesi, bu cihan kıymet kelâmlarınız, benim gibi fakir, hakir, muhtaç bu

    (Sh: B-238)
    kardeşinize karşı ibzâl ve himmet buyurulması, sizin büyüklüğünüze ve daha doğrusu Gavs-ı A'zam Şeyh Geylânî (Kuddise sırruhü'l-alî) Hazretlerinin teveccüh, dua, himaye ve muhafazası olduğuna nasıl îman etmiyeyim. Nasıl ki, bu def'a Gavs-ı A'zamın ihbârât-ı gaybiyesi risale-i şerifesini gördüm, okudum, yazdım. Gavs-ı A'zam, a'zam-ı aktâb olduğunu bilir ve kalben tasdik ederiz ve ziyade muhabbet etmekte iken, bu def'a bu kanâat, bu muhabbet tasdikını, kat ender kat ziyadeleştirdi ve takviye etti. Ve Hazret-i Şeyhe îman ve muhabbetimi habl-i metîn ile bağladı. Nasıl bağlanmayayım? Bu keramet ve ihbar-ı gaybiyesi ki, hakikat fışkıran ve ruha hayat bahşeden Sözler'i söyleyen, haber veren öyle bir sahib-i menba'-ı kerâmât ve hakikat olan Hazret-i Gavs-ı A'zam, üstadımın Üstadıdır.

    İşte bu keyfiyet, Üstadıma olan incizab, merbutiyet ve teslîmimi bir kat daha tarsîn etti ve yıkılmaz ve tahrîb edilmez bir kal'a hükmünü aldırdı. Madem bu fakir, bu muhkem kal'adayım. Hariçten ve hiç kimseden pervâm yok. Ve hâricin taarruz ve kıyamına da mukabil taarruz ve hücumlar his ve kuvvetini elde ettim. Lütuf ve inâyet-i Bârî ile, Gavs-ı Â'zam'ın teveccüh ve duasıyla siz üstadıma kavuştum. هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي

    Bârî-i Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden dilerim ve niyaz ederim ki, âhir ömrüme kadar bu yolda hatve-endâz olayım ve buyurulduğu gibi "sıddık, fedakâr, hakikî âhiret kardeşiniz ve hizmet-i Kur'âniyede kuvvetli arkadaşınız ve tarîk-ı Hakta ve ebed yolunda enîs yoldaşınız" olmağa bihakkın kesb-i istihkak ve liyâkat edeyim. وَمِنَ اللَّهِ التَّوْفِيق

    Yâ Üstad-ı ekremim! Size yani Risale-i Nur'a hüsn-ü hat ve daha doğrusu tâzim, tekrim, hürmet, samimiyet, muhabbet ve teslimiyetimin binde birini takdim ediyorum. Âciz kalemim ve lisanım, hissiyat ve ruhumun tercümanı olamıyor.

    Ruhumun siz Üstadıma karşı incizab ve mahbubiyeti, yüzde beş şahsınıza karşı ise, doksan beşi neşr-i envâr-ı hakikat ve dellâllığında

    (Sh: B-239)
    bulunduğunuz Kur'ân-ı Hakîm şerefine tâzim ve tekrimdir. Öyle kanaat ve imanım var ki, sizin nur ve hakikat fışkıran Sözler'iniz, Kur'ân-ı Hakîm'den muktebes tefsîridir. Takdir, tahsin, medih ve sitâyiş etmeyen ve muhabbet ve merbutiyet beslemeyen insan değildir ve dah adoğrusu merdud-ı İlâhî ve Peygamberî olanlardır. Cenâb-ı Hâlik-ı Lemyezel Hazretleri bu gibileri de tarîk-ı hakkı nasîbedar eylesin. Âmin bihrmeti Seyyidi'l-Mürselîn.

    Sevgili Üstadım! Hemşirenizin hastalığının had devresi geçmiş. Evvelce arz etmiştim. Yüzde yirmisi mevcuddur. Henüz yataktan kalmadı. Kuvvet ve iktidarı yok. Namaz kılabiliyorsa da vücudu titremekte ve arasıra ârızaya mâruz kalmaktadır. Lehülhamd ve'l-minne, çok şükür Cenâb-ı Hakkın lütuf ve keremine ve bugününe. Mâzinin sıkıntı ve elemi geçti. Hâl-i hâzırına şükür ve istikbale tevekkül ile meşguldür. Ve siz üstadıma dualar ediyor ve diyor ki:^"Şu nur ve hakikat-i Kur'âniye risale-i şerifeleri imdadıma yetişti." hele Otuz Birinci Mektubun İkinci Lem'asındaki sabır ve tahammül ve şükür bahsine o kadar bağlanmıştır ki, mezkûr risale-i şerifeyi evvel ve âhir ve bilhassa hastalığı sırasında müteaddiden fakire okutmuş ve Cenab-ı Hakka hamd ü senâ etmiş ve diğer Üçüncü Lem'ayı ve sâir risale-i şerifeliri okutup dinlemekte ve göz yaşları dökmektedir. اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

    Bunlar ve diğer Risâle-i şerifeler hakikat fışkıran, nurlar saçan bir feyizdir. Şu kadar diyebilirim ki, ehl-i dalâlet ve bid'aların en ileri gidenleri ve mülhidlerin en şeni'lerini bile îmana getireceğine kanâatım var. Yeter ki ruhuna nüfuz edebilsin.

    Çok şükür sevgili Üsdamızın sayesinde ve teveccüh ve duasıyla bu Nurlardan mütenevvir ve mütena'im oluyoruz. Hele Gavs-ı A'zam Şeyh Geylânî Hazretlerinin kerâmât ve ihbârât-ı gaybiyesini hemşîreniz o kadar lezzet ve muhabbetle dinliyor ki, üç sene evvelisi hastalığa tutulduğu vakit, o halinde ve kısmen aklı başında olmadığı zamanlar bahçede ağaçların dallarını tutup, "Yâ Abdülkâdir-i Geylânî, Yâ Veysel Karânî, meded!" diye bağırıp sallanıyordu. Bu defa kerâmât ve ihbârât-ı gaybiyesini mufassal surette görmeye

    (Sh: B-240)
    muvaffak oldu. Bu risale-i şerife, fakire de ziyadesiyle te'sir etti, sürur ve gözyaşlarını akıttı ve akıtmakta sa'y ü gayret etti. Muhabbet ve şevkimi arttırdı. Şükrümü nasıl îfa edeceğimi bilemiyorum. Hâlik-ı Lemyezel Hazretlerine karşı vazife-i ubudiyetim noksan, iki cihan serveri Seyyidi'l-Mürselîn Fahr-i Âlem (Sallâllahü Aleyhi ve Sellem) Efendimize karşı ümmetlik vazifesinde kusur ve noksanım ziyade ve hizmet-i Kur'âniyeye karşı bihakkın sa'y ü gayret ve çalışmakta kusur ve noksanım çok olmakla beraber, fakiri siz Üstadımla beraber bulundurup, hâdim-i Kur'ân kardeşlerle birleştirip hizmet-i Kur'âniyeden -velev ki bir bahr-i ummandan bir katre olsun- fakire hisse verilse, kendimi mes'ud ve bahtiyar addederim. Hamd ü senâ ve şükrüme hadd ü pâyân göremem. Bütün okuduğum arkadaş ve kardeşlerin hepsi hep takdir ve tahsin ve tasdik ediyorlar ve kanaat-ı kâmilede bulunuyorlar. Hizmet-i Kur'ân'a şevk ve gayretleri tezayüd ediyor ve bu kafilede ve bu dairedekilere gıbta ediyorlar. Cenâb-ı Hâlık ümmet-i Muhammed'in (A.S.M.) kalblerine ilham versin, ruhlarını nurlandırsın, saadet-i dâreyn ihsan buyursun.

    Kardeşiniz, fakir ve muhtaç
    Âsım

    200

    (Vezirzade Mustafa'nın fıkrasıdır.)

    Üstadım!

    Beş vakit namazdan sonra, hakk-ı fâzılânelerinize duacıyım ve duanızı rica ediyorum. Mesleğinize ve neşrettiğiniz Risale-i Nur'a karşı, hissiyatımı dilimle beyan edemiyorum. Ben ümmîyim, sair kardaşlarım gibi ifade-i meram edemem. Fakat felillâhilhamd, kalb ve ruhum Risale-i Nur'un te'sirâtıyla intibaha gelmişler.

    Kalbimin intibahını rü'yalarımla anlıyorum. Zaten bu gaflet ve zulmet zamanının yakaza âlemini, ağır bir uyku âlemi ve uyku âlemini ise, bir derece yakaza âlemi görüyorum. Onun için siz Üstadıma karşı rü'yalarımla size arzediyorum.

    (Sh: B-241)
    İşte, bu rü'yamın hülâsası şudur ki: Bir camide sizinle beraber bulunuyoruz. Avlusunda bazı talebe arkadaşlarımla temizlik yapıyoruz. Bir otomobil zuhur etti. Mescidin yakınında duruyor. İçinde Resûl-i Ekrem (A.S.M.) bulunuyor. Sonra bir dere açıldı, fâsıla verdi. Tabirini siz Üstadıma havale ediyorum. Yalnız ben bundan hissediyorum ki: Resûl-i ekremin (A.S.M.) Sünnet-i seniyyesini ihyâya çalışan ve neşreden Risale-i Nur, Resûl-i Ekrem'in (A.S.M.) takdir ve tahsînine mazhar olmuş ki, imdâd-ı ruhânî ile camimiz olan bu vilâyete mânevî teşrif etti. Fakat ehl-i dalâlet desiseleriyle, sünnet-i seniyye hizmetkârlarını müşevveş ediyorlar. Üstadlarıyla görüşmemek için mâniler teşkil ediyorlar.

    İkinci rü'yamın hülâsası şudur ki: Bir mezaristanın nihayetlerinde kesretli harmancıların buğday savurduğunu ve ileride iki kapılı muhkem bir kal'a gibi yapılmış bir saray içinde Hazret-i Gavs-ı Geylânî oturmuş, gayet kalabalık insanlar varmış gördüm. Ziyaret ettim. Tâbirini siz Üstadıma havale edip fakat, bundan hissediyorum ki, mezaristan geçmiş zamandır. O harmanlardaki kesretli buğdayları savuran, bu zamandaki Risale-i Nurun nâşirleri ve talebeleridir ki, ruhların mânevî rızkını yetiştiriyorlar. Hakikat tanelerini evham ve hayâlet samanlarından tasfiye ediyorlar. bu talebelerin, Üstadının en mühim bir Üstadı olan Hazret-i Gavs-ı Geylânî, muhkem kal'a gibi bir sarayda oturduğunu ve onlara üstadlık ettiğini ve o etrafındaki kalabalık da ve kendi fazla meşguliyeti keramet-i Gavsiyyesiyle izhâr ettiği gibi, Risale-i Nur talebelerine karşı himmet ve duasıyla fazla meşgul olduğunu fehmediyorum.

    Ümmî talebeniz
    Mustafa

    201
    (Hâfız Ali'nin fıkrasıdır.)

    Muhterem Üstadım!

    Birinci, İkinci Sözler çok ellerde dolaştıkları için, okunmaz bir halde idiler. Keza, istinsah ettim. Kalbime geldi ki, acaba şu İslâm

    (Sh: B-242)
    ve İman hücceti olan Sözlerde bir sırr-ı tevâfuk var mı diye baktım, gördüm,اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى dedim. Anladım ki, Risalelerde umumiyetle bir kitle-i i'caz ve şems-i sermedînin sönmez bir ziya-yı hakikatı görünüyor. Nasıl ki, Kur'ân-ı Hakîm bütün dünyaya, ins ve cinne bin küsur seneden beri nida edip, düşmanlarını iskat ve dostlarını müferrah edip, hükmü, kıyâmete kadar bâkidir. Öyle de, Kur'ân-ı Hakîmin hakikî müfessiri olan risale-i Nur ve eczaları, bu zulümatlı perdelerin altında kendilerini gösterip, neşr-i envâr ettikleri gibi inşâallah bir zaman olacak, zulümat perdelerini yırtarak, bütün dünyaya hitap edip, Kur'ân-ı Mu'cizi'l-Beyânın mu'cize-i bâhiresini isbat edecektir. Cenâb-ı Hak ilâ yevmi'l-kıyâm neşr-i envâra hizmet eden hâdimlerinin teksirini ihsân buyursun.

    Hâfız Ali

    202

    (Hâfız Ali'nin fıkrasıdır.)

    Üstad-ı Âlîşânım Efendim Hazretleri!

    Onbir nükteyi hâvi Mirkatü's-Sünne'yi istinsaha muvaffak oldum. Bu ziyâdar lem'a şu zamanda şirk ile îmanın ve kötü ile iyinin temyiz ve tefriki için öyle bir cevher miheng ki, memduhu gibi gözler hakikatını görmekde ve akıl hakikatına ermekte hayrân ve âcizdirler. Zaten şu zamanın pek şiddetli zulümatını yırtacak, zıddının pek fevkınde bir nûr-u lâyezâlî, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinden ümid edilirdi. اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى O nur, bilfiil Nurdan nebeân ettiği, har aklı başında olanlarca görülüyor. Değil böyle en büyük bir hakikatı izah ve tefsir eden bir risale, hattâ bir ferdi îkaz için yazılan bir mektubun bile, her meşrebe bakar bir gözü, herkese yarar bir sözü bulunuyor.

    Ey aziz Üstad, bizler nasıl şükretmeyelim, nasıl minnettar olmayalım ki, Cenâb-ı Hak, şiddetli muhtaç olduğumuz dünyanın o koca güneşi gibi, Kur'ân güneşinin hakikî bir müfessirine bizleri kavuşturdu. Nasıl salât ü selâm olmasın ki, ol Hazret-i sipeh-sâlâr-ı Enbiyâ olan, Şâh-ı Levlâke ki, bizlerin görmez gözlerimizi nur ile

    (Sh: B-243)
    şu'ledâr edip, tarîk-ı müstakîme sevk eyledi. Nasıl duâgû olmayalım, ol hazret-i dellâl-ı Kur'ân'a ki, isyanımıza bakıp, bizleri, halka-i irşâdından hariç ve hâl-i aslîmizde bırakmadı ve inşâallah iki cihanda da bırakmayacakdır.

    Sevgili Üstad, her iki parçayı istinsah ederken, kalbime geldi ki, asıllarını taklid etmeyeyim. Zira, üzerlerinde zâhir olan ezhâr-ı tevâfuku, cilve-i bedâyi başka tarzda kendini nasıl gösterecek dedim. Ve takdîm-i âcizânem olan iki nüshadaki san'at-ı bedîa, akıl ve istidad-ı beşerden pek uzak bir tarzda gûya tezgâhında ölçülerek, biçilerek, her harfi bir vezn-i kasdî ile zuhur ettiğini gösteriyor. Şu zamanın akıldan uzak eblehlerine mânen diyorlar ki, bizim hâlen üzerimizde tecelli eden cilve-i cemâli, aklınızla ölçemezsiniz. Yalnız gözleriniz varsa görebilirsiniz.

    Evet, baharda zeminin yüzünde san'at-ı Rabbâniye ile her tarafta sündüs misâl çiçeklerin açılmaları; cüz'i şuuru olan kimse, bir kâdir-i mutlak olan Zât-ı Zülcelâl'den başkasına veremez. Öyle de, Risaleler umumiyetle Kur'an ömrünün asırlar, senelerinden ondördüncü asır nevruz-u sultânî misillû bir baharı taşıyorlar. Arı kadar aklı olan, bu baharda bu çiçeklerden istifade etmezse ne denir? Ve koca baharı görmeyen ehl-i basirete ne denir? Ve görüp de kendini kışda zemherine atana ne denir?. Heyhât... Kendine zîşuûr ve ehl-i zikir ve ehl-i basiret süsü verenlere...

    Var ol, ey sevgili Üstad! Sen bu Kur'ânî elmaslar ile, o koca baharın mübeşşirisin. Cenâb-ı Hak, maksud ve muradınıza nâil buyursun. Âmin duâsıyla dest ü dâmen-i muallâlarını öperim Efendim Hazretleri.

    Fakir talebeniz Ali

    Sâlifü'z-zikr eserler hakkında bir arizacık da bu fakir ve âciz talebeniz takdîm-i huzur-u fâzılâneleri niyetinde isem de, esasen emel ve gayelerimiz bir olduğu için, Hâfız Ali Efendi Kardaşımın şu mektubunun meâlini tekrar ile iktifa eylediğimi arz ve hâk-i pây-i ekremîlerini öperim Efendim.

    Pür-kusur talebeniz
    Hulûsi-i Sâni
    (Sh: B-244)
    203
    (Hulûsi Beyin fıkrasıdır.)

    Aziz ve Muhterem Üstadım!

    Nurların intişarında berk gibi bir sür'at lâzım gelirken, cüz'î bir betâetten her zaman esefle bahsettiğim, malûm-u âlîleridir. Yakın vakitte bazı müştaklar daha, söz dairesine iltihak ettiler. Kalbime gelen bir ihtarla keyfiyet-i intişarı düşündüm ve şu hakikatları hissettim. Hattâ kâni oldum.

    Mübârek Sözler ve Mektublar tamamen olmasa bile bu muhitte de hem de yazılmadan hayli intişar etmişler. Civar diğer vilâyet kazalarında bu âsârı görmek ve işitmek isteyenler çok varmış. Fesübhânallah, bu kadar cüz'î ve nâkıs hizmetten, bu derece faide elde edilmesi de gösteriyor ki, bu Sözler ve Mektublar hakikaten "Nur" isminin tecellileridir ki, suhuletle intişar ediyorlar. Bu hâl karşısında hayretle tefekkürde iken بِسْمِ اللَّهِ i ismini alan Birinci Söz, hâtırıma getirildi. Ve şöyle düşünmeye başladım. Dünyaya arkasını çeviren Üstad, Hazret-i Gavs'ın teşvikiyle belki delâletiyle Kur'ân'ın gayr-ı mekşuf bir hazinesinde بِسْمِ اللَّهِ ile giriyor, Kur'ânî tarlaya بِسْمِ اللَّهِ diyerek Sözler tohumunu ekiyor, Fürkânî bahçeye بِسْمِ اللَّهِ diyerek Nurlu Mektublar çekirdeğini dikiyor. Emr-i İlâhîye imtisalen ekilen tohum ve dikilen çekirdeklerin inkişaf ve intişarları şübhesiz hârika-âsâ olur.

    Birinci Sözdeki temsilde seyahat eden mütevâzi zat, tamamen Üstadımızdır. Nebat, ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök, damarları nasıl بِسْمِ اللَّهِ te'sîriyle, yer altında sert taşı toprağı delip, geçiyorsa aynen onun gibi بِسْمِ اللَّهِ ile mevki-i intişara vaz' olunan Sözler de, hârika bir tarzda arza yayılıyor. Ve en münevver ve mükemmel meyve olan beşerin mü'minlerinin kalblerine nüfuz ediyorlar. Bu bid'atların kesreti ve muharriblerin bolluğu devrinde بِسْمِ اللَّهِ ile gars olunan nur fidanının yaprakları

    (Sh: B-245)
    olan, diğer Sözler ve Mektublarla, bu kudsî fidanın dal ve budakları olan Hizbü'l-Kur'ân ve bu hizbin esası ve seyyidi olan Muhterem Üstad da bir hıfz-ı gaybiye mazhar bulunuyorlar.

    Şems-i Risaletten gelen Kur'ânî Nurların evvelen Üstada ve buradan da biz bîçârelere, bizlerden de diğer müştaklara ilh... intikal etmekte olduğunu tasavvur ettim. "Elhamdülillâh" dedim. Mühim bir rü'yamda arz ettiğim vecihle, Sözlerinizin mü'minlere intişarına küçük cemaatınız inâyet-i İlâhî ile âhize, vâsıta olmuşlar.كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِاِذْنِ اللّهِ sırrına mazhariyetle mânevî galebeyi te'min, merkezdeki mürşidlerine müteveccih ve mürâkib küçük bir halka-i tevhidi teşkil edenler gibi, bu küçük cemaatinizin her biri arkasında, bir nisbet-i mütezâyide-i muntazama ile artan, mahrut şeklinde zümre-i muvahhidîni görür gibi oldum. اَللَّهُ اَكْبَرُ dedim. Bu kudsî tasavvuru kardaşlarımıza aşağıdaki levha ile daha ziyade îzaha çalışacağım. Bu nurlu tefekkür, bana büyük bir ümid bahşetti. Muallim Cudî'nin kasidesindeki şu mısra'ı da derhatır ettirdi.

    Bir kıbleye bağladı kulûbu
    Cem'etti kabâil ve şuûbu
    Mevlâya muhabbeti müsellem
    Sallâllahü aleyhi ve sellem.

    (Hâşiye): İşte, ittiba'-ı sünnete pek büyük ehemmiyet veren muhterem Üstadımız da, bu asırdaاَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَاءِ sırrınca, içlerine saçılan nifak tohumu yüzünden, her gün biraz daha tevhidi bırakanları, bir kıbleye bağlamak için, Sözler ve Mektubat namındaki Nurlu eserlerle ehl-i îmanı irşâda çalışıyor. Küffâra, hatta cin ve şeytanlara dahi, mebde'-i nüzulündeki gibi, nusus-u Kur'âniyeyi ilân ediyor. Mahfî i'câzı izhar ediyor.

    (Hâşiye) Hulûsi'nin tekerrür etmiş min haysü lâ yeş'ur bir kerâmet-i ihlâsiyesi şudur ki: Yeni yazılan ve daha ona gönderilmeyen Risaleleri, mevzuunu teşkil eden bir esası mektubunda yazar. Âdeta istiyor. Çok defa olduğu gibi şimdi de, ittiba'-ı sünnete dair Mirkatü's Sünneye sarih bir surette bir hiss-i kablel vuku' ile taleb ediyor.
    Said



    (Sh: B-246)
    Vahdettü'l-Vücûda dair olan Risaleyi mühim zatlara okuduktan sonra, bir sevk-i mânevî ile ihtiyorsız bir yere daha gittim. Orada vahdetü'l-vücud meşreb sahibi âlim bir zâtı hâzır buldum. (Not) Vahdetü'l-vücud hakkındaki mektubu okudum. Daha doğrusu ihtiyarsız olarak okudum. Müstemi' olan o mühim âlim, bidayette cüz'i itiraz parmağını uzatmak istedi. Sonuna kadar dinlemesini ihtar ettim. Tamamen okuduktan sonra, o zat hayretinden Sözlerin büyüklüğünü ve "Bu zamanda böyle büyük kelâmı, acaba kim yazabilir?" diye, merakı ve suâli üzerine, Kur'ân'ın feyzine mazhar olan Üstadımızı haber verince, o zat tamamiyle arz-ı teslimiyet eyledi.

    İşte, ihtiyârım olmayarak bu acib tesadüf ve teslimiyette, kader-i İlâhînin bu cilvesi, dâvamıza sâdık bir bürhan ve tesadüf oyuncağı olmadığmıza büyük bir delildir.اِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ


    Hulûsi

    204

    (Bu gelecek iki fıkra ikinci Sabri olan Hâfız Ali Efendi'nindir.)

    Bu def'a istinsahına muvaffak olduğum Yirmi dokuzuncu Sözü istinsahım esnasında İkinci Esas'ın Medarlar namıyle, "biner mumluk elektrik lâbmaları" hizasına geldiğimde, şöyle bir fikir kalbime geldi; kalemi bırakarak düşündüm ve düşündüğümü aynen yazıyorum:
    Üstadım, beka-yı ruh ve haşir hakkında, Cenâb-ı Hak tarafından bize o hakâika giden yolu göstermiş. Gösterilen hakikatın yolunda hevasât-ı nefsâniyeye hoş gelmeyen şeyler vardı ki, bize uzun ve karanlık.
    İşte şimdi serâser nur olan Sözler ve o nur fabrikasının elektrik lâmbaları ve kuvve-i câzibeleri; o yolu pek parlak gösterdiği, gibi pek yakından cezbedip hemen yakın ve yakından daha yakın olduğunu göstermekle beraber, havf yerine emniyet, zakkum yerine asel bahşediyorlar. Ve fevkalgâye hikmetlerini beyanda aczimi
    Not: Elâzizli Hacı Şevket Hoca

    (Sh: B-247)
    i'tirafla, lisanımın döndüğü kadar derim: "Yâ Rab! bihakkı ismike'I-azîm ve bihakkı Kur'âni'l-Hakîm ve bihakkı Habîbike'l-Ekrem deryâ-yı Nurun başkumandanı olan Üstadımı razı olduğun amel üzerine sâbit ve râzı olacağı amelini teshil ve müyesser kıl, âmin bihürmeti Seyyidi-'l-Mürselîn."
    Ali
    205
    (Hulûsi Bey'in fıkrasıdır.)
    Yirmi Beşinci Söz, i'câz-ı Kur'ân'ı çok parlak bir tarzda isbat eden, ehl-i Kur'ân-a mesned, melce' ve mahzen-i esrar; ve gürruh-u isyan ve tuğyan ve küfrâna bütün levâzımat-ı harbiyeyi câmi', mühlik bir silâhhane; yıkılmaz, aşılmaz, geçilmez bir sur; burç ve barûsu muhkem, mahûf ve müdhiş bir kal'a-i polat ve bedendir. Hakikat böyle olmakla beraber Kur'ânî sûra dayanan Kur'ânî kal'ayana iltica eden çok acib ve hârika Kur'ânî esrarın tedkikine koyulan, Kur'ân-ı kendilerine delil-i şefi', iman, refik, muhafız bilen hâdimü'l- Kur'ân namına esrâr-ı Kur'ân-a inâyet-i Hakla muttalli', hakâik-i Kur'ân'a lütf-u Hakla âşina, rumuzat-ı Kur'âna avn-i Hak'la vakıf müdakkik, muarrif, mübeşşir Üstadımdan şunu öğrenmek istiyor ve bunu kalben cidden çok arzu ediyorum.
    Hulûsi
    206
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
    Aziz kardeşim Mustafa Efendi!
    Bazı emârelerle ve bazı zevâtın hüsn-ü şehâdetiyle bana kanâat gelmiştir ki, zâtınız dahi Müezzinzâde Bekir Efendi gibi bana ciddî bir talebe ve samimî bir âhiret kardaşı olabilirsiniz. Hem senin merhum pederin Hacı Said Efendi, silsile-i duamda çoktan beri dahildir.

    (Sh: B-248)
    Bu defadaki gayet kıymettar hediyen olan zemzem suyu ve Medine-i Münevvere hurmasına mukabil, gayet kıymettar ve ehl-i îman mâbeyninde nihayet derecede mu'teber ve ehl-i dalâlet başında sâika gibi te'sir gösteren "Otuz Birinci Söz" olan mi'rac ve şakk-ı kamere dair risaleyi ve vahdâniyet ve mârifetullah ve muhabbetullaha dair ve ehl-i tahkik meyânında emsilsiz ve pek meşhur ve nuranî üç mevkıflı olan "Otuz İkinci Söz"ü takdim ediyorum. Eğer zâtınız hattı güzel bir zâtı bulup size (kendinize) istinsah etsen çok iyi olur. Fakat tashihine dikkat edilsin. Bir iki defa, kardaşım Seyyid Şefik'in muavenetiyle mukabele edilsin. Sonra Bekir Efendi alsın. Kendine ve kayınpederine yazdırsın. Eğer zâtınız öyle iyi bir kâtib bulamadın, aslı sana kalmak ve birkaç def'a Bekir Efendi veya Hâfız Hidâyet Efendi gibi kıymetini takdir eden ve münâsib gördüğün zâtlara ver, kendilerine yazdırsınlar.
    Haber almışım ki, Arabî olarak eski huruf ile Matbaa-i Evkaf'da tab'edilmek izni varmış. Eğer Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, Türkçe olarak eski hurufa müsaade-i resmî olduğu dakikada ve Bekir Efendi şu iki risaleyi Seyyid Şefik'in taht-ı nezâretinde tashihine gayet dikkat etmek şartiyle çabuk tab'ediniz. Tab' masrafını da kesenizden sarfetmeye mecbur değilsiniz. Çünki, Haşir Söz'üne seksen banknotu sarfettik, üç yaz banknotu kazandık. Demek bunlar satılmayacak mallar değildir. Müslüman ruhları bunlara gıda gibi muhtaçtırlar. Yalnız iki yüze yakın aboneler bulunsa, birisi tab' edilse hem fiyatını çıkarabilir, hem başka risalelerin de tab'ına medar olabilir. Halklardan sadaka kabul etmediğim gibi kitablarıma da sadakalarla tab'ını kabul etmem. Yalnız gayretinizi ve himmetinizi Onuncu Söz gibi, yalnız yanlışsız ve güzelce tab'ına ve matbaadaki tashihatına sarfediniz. Ve birinci olarak tab'ettirdiğiniz risalenin masârif-i tab'iyesi ne kadar ise bana bildiriniz. Ben borç eder, para gönderirim.
    Eğer tab'ına muvaffak oldunuz. zâtınız pederiniz gibi çok sevdiğiniz Medine-i Münevvere ve Mekke-i Mükerreme ahâlisine bir

    (Sh: B-249)
    miktar nüsha gönderseniz çok iyi olur. Belki eski hediyelerinizden daha hayırlı hediye hükmüne geçecektir, inşallah.
    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Said Nursî

    207
    (Hulûsi Bey'e hitabdır.)
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ


    Aziz kardeşim!
    Sizler sabah akşam duamda dâhilsiniz. Siz dahi beni duanızda dâhil ediniz. Şu âlemde mü'mine karşı en büyük yardımı dua iledir. Eğer bir adam, dostundan emin ise, ki gurura girmez, onu şükre sevketmek için tahdis-i ni'met nev'inden ona ait bir kısım ihsânât-ı Rabbaniyeyi bahsetse behis yoktur zannederim.
    İşte seni gurursuz bildiğim için bu sırrı sana açıyorum. Şöyle ki, ben Sözler'i yazarken ihtiyarsız olarak ekser temsilâtı, şuûnât-ı askeriye nev'inde zuhur ediyordum. Neden böyle yazıyorum, sebebini bulamıyordum. Sonra hâatırıma geldi ki, belki istikbalde şu sözler'i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı cân edecek en mühim talebeleri askerîden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum, düşünüp o kahraman askerleri bekliyordum.
    İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden bahtiyar birisisin ki, evvel yetiştin. Yirmi dört adet Sözler'i meşâğıl-i dünyeviye içinde yazmaklığın, benim bu hüsn-ü zannımı te'yid etti. Fakat bâki
    kalan Sözler çok mühimdirler. Hususan İ'caz-ı Kur'ân ve kader Sözleri. İnşâallah ötekileri sana yazdıran, bunları dahi yazdıracak. Şimdiye kadar yazdığın Sözleri bir vakit gönder, güzelce tasih edip göndereceyim. Merhum Muallim Cudi'nin kasidesi mübarektir. Cenâb-ı Hak o zâtı şefâat-i Kur'ân'a mazhar etsin. Görmemiştim,

    (Sh: B-250)
    görmesinden memnun oldum. Allah senden razı olsun. Yazdığın salâvat-ı şerife ise, onun hususunda birşeye rasgelmedim. Fakat ondaki letâfet ve nuraniyet gösteriyor ki, o onun hakkında zikredilen cevaba ve fazilete lâyıktır. İşittim ki; Onuncu Söz'den sen kendi nüshanı pederinize göndermişsiniz. Ben ona mukabil bir nüshayı kardaşıma hediye ediyoerum. O nüshada, fehmi teshil eder çok yerlerinde çizgi çekilmi. Onu Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, Hüseyin Efendiye veriniz ve daha sâir bildiğinize gösteriniz. Tâ onlar yalnızlık vahşetinde Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, sen ve Hüseyin Efendi gibi nurlu dostlarla ünsiyet edip teselli bulupyorum. Cenâb-ı Hak beni de sizi de tarîk-ı Haktan şaşırtmasın. Âmin.
    Şeyh Mustafa ve Hakkı ve Hüseyin ve Edhem Efendilere selâm ile dua ederim.
    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

    Âhiret kardeşiniz
    Said Nursî
    208
    (Hulûsi Bey'e hitabdır.)
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ زَمَانِكَ اْلمَصْرُوفِ لِكِتَابَةِ اَجْزَاءِ رِسَالَةِ النُّورِ

    Gayyûr, ciddî, hâlis ve muhlis âhiret kardeşim!
    Evvelen: Size Otuz İkinci Söz'ün ikinci mevkıfını gönderdim. (Hâşiye)., Dikkat ile okuyunuz ve güzelce yazınız. Hatâlar varsa da tashih ediniz. Acele ve hazin bir kalb ile yazıldığı için içinde müşevveşiyet bulunacaktır.
    Sâniyen: Muvakkat bir fütur, bir tenbellik sizde ârız olduğunu
    (Hâşiye): Birinci Mevkıfı ise Ramazan hediyesidir.
    (Sh: B-251)
    yazıyorsunuz. Baharda kanın galeyânından gelen ve gecelerin kısalmasındaki uykusuzluğundan neş'et eden ve müstemi'lerin kalbleri işlere teveccüh etmelerinden tevellüd eden rehavet ve füturdan başka, meyanımızdaki münasebet-i ruhiyenin rabıtasiyle, musibetin eseri olarak bendeki sarsıntının size in'kâsı ve sirâyet etmesi mümkündür.
    Merhum Abdurrahman'ın vefatı zamanında bilmediğim halde, o münasebet-i ruhiye cihetiyle fazla bir sarsıntıyı Ramazan-ı şeriifte hissettim. Şimdi anladım ki, şuurî ve ihtiyarî olmayan çok in'ikâsât vardır.
    Fakat kardeşim, sen şimdi iki vazifeyi görmekle mükelleeefsin: Biri kardeşim Hulûsi Beyin vazifesini; biri de, evlâd-ı mâneviyem ve biraderzâdem ve bir dehâ-i nuranî sâhibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahman'ın vazifesi de size ilâve edildi. O benim hakikî bir vârisim idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telâkki ederdi, öyle de sahib oluyordu. Sen de bundan sonra yazı ve sözleri, senin hocanın yazısı diye tutma; kendi malın ve senin sözlerindir bil, öyle sahib ol.Hakkı Efendi'ye söyle ki, o da kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun vazifesiyle mükellef olduğunu bilsin.
    Sâlisen: Otuz Üçüncü Söz'den başka Söz yazılmak ihtiyacı kalmadı. Hem şer'an çok mübarek bu otuz üç adetten bazı esbaba binaen geçmeyeceğim. Hem de hakâik-i esasiye-i Kur'âniye ve îmamiyenin elzem ve lâzım olan kısımları hemen ekseriyet-i mutlaka itibariyle yazılmıştır.
    Ümid ediyorum ki, Cenâb-ı Hak kabul etse tevfik verse, yazılanlar delâlet bulutlarını dağıtmaya kâfirdirler. Her derdin devâsı içinde var demiyeceğim, fakat mühlik dertlerin ağleb devâsı yazılanlarda vardır. Siz onların mütalâasını, kıymettar bir ibadet olan tefekkür nev'inde telâkki ediniz.Ve onlardaki ilmi, envâr-ı îmandan ve mârifetullahdan tasavvur ediniz ki usanç vermesin. Hem sizde ve müstemiînde iştiyak olduğu zaman okuyunuz. Bakî selâm ve dua.
    Kardeşiniz
    S a i d
    (Sh: B-252)
    Otuz Üçüncünün Birinci Makamına dair sen fikrini yazdın, Beğendiğini gösteriyorsun. Hakkı Efendi ile Müftü Efendi ve sâir ihvanların da nasıl bulduklarını anla, bana yaz. Umum kardeşlerime selâm ve dua ediyorum, ve onların duasını istiyorum.
    Hulûsi Bey kardeşim, o senin selefine (Not) mektubunu oku, ve ona acı ve ona dua et.
    209
    (Hulûsi Bey'e hitaben yazılmış bir mektubdur.)
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حِسَابِ اَبْجَدْ اَعْدَادِ حُرُوفِ مَا قَرَاْتَهُ مِن اَجْزَاءِ رِسَالَةِ النُّورِ

    Sevgili Kardeşim!
    Seni teşvik için değil, çünki teşvike muhtaç değilsin. Hem medar-ı fahr olmak için değil, çünki fahr ise ucb ve riyâya medardır. Belki sana medar-ı mşükür olmak için diyorum ki.
    Sen ve Hakkı Eefendi benim için yüz ciddî talebe hükmüne geçtiniz. Hattâ diyebilirim ki: Kader-i İlâhî beni bu yerlere göndermesi, sizleri şu vazife-i kudsiyede uyandırmak içinmiş. Şimdi şu zamanda îman-ı tahkikînin dersini vermek pek büyük ve fazilettir ve kudsî bir vazifedir. ^İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü'min, çok mü'minlere bir nokta-i istinad olur ki; şuursuz olarak avâm-ı mü'minîn o îman-ı tahkikî sahibinin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i mâneviyeleri kırılmaz, dalâletlere karşı dayanırlar.
    İşte şöyle bir derste bulunduğunuz için Cenâb-i Hakka şükür etmelisiniz. Ben de Cenâb-ı Hakka yüz binler şükür ediyorum ki, o kuvvetli omuzlarınız yüküm altına girdiği için zaif omuzum ağırlıktan kurtulup ruhum rahat etti. İstirahat bulan ruhum size takdirkârane ve minnetdârâne bakıyor. Ve mes'uliyetten kurtulan
    ______________
    (Not): Merhum Abdurrahman'ın 23 No.lu mektubudur.





    (Sh: B-253)
    kalbim de muvaffakıyetinize duâ ediyor. Ve icrâ-yı vazife için çok düşünmekten kurtulan aklım da sizi tebrik ediyor. Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum. Siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşâallah niyet-i hâliseniz, benim müşevveş niyetimi dahi tashih edecektir. Şimdi başka bir kaç noktayı size beyan ediyorum.
    Evvelen: Yazdığım bazı şeylere dair fikrinizi soruyordum. Maksadım, "gördüğüm hakikat acaba hakikat mıdır?" diye sormuyorum. Belki, "Hakikata açılan yol, acaba umuma yol olabilir mi?" diye soruyorum. Çünki umumun telâkkisini sizin kadar bilmiyorum.
    Saniyen: Misafir Müftüye ve Şeyh Mustafa'ya size gönderilen mektubun birer suretini verdiğin için iyi ettiniz. Hattâ bana da bir suret gönderiniz. Hem biraderzâdem olan o müftünün oğluna deyiniz ki, benim tarafımdan âhiret kardaşım ve Kur'ân hizmetinde arkadaşım ve meşreben celâlli olan pederine yazsın: Selâm, duamla beraber ondan istiyorum ki, beraber götürdüğü envâr-ı Kur'âniyenin suhûlet-i intişarları için irşâd ve nasihatındaفَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا âyetindeki lûtf-i irşâdı kendine rehber etsin.
    Râbian: Sorduğun suallere dair yanımda kitab bulunmadığı için Hanefî ulemâsının kavillerini ve ehâdîsin rivayetlerini şimdilik bilmiyorum. Fakat bence böyle efdaliyet mes'elesinde, kabûl-i âmmeyi ihsâs eden âdet-i cemaat medar-ı tercihdir. Âdet-i İslâmiye nasıl gelmiş, o daha efdaldir.
    Birinci suâliniz: Eğer Kur'ân okunurken, namazın, tesbîhatın tetimmesi ise, kıbleye karşı duranlar vaziyetlerini bozmamak evlâdır.Yalnız müezzinin önündeki adam arkasını çevirsin, yahut çekilsin. Eğer Kur'ân müstakil olarak okunursa, okuyana karşı teveccüh etmek evlâdır. Hem cihât-ı sitte ile mukayyed olmayan, ruh kulağıyla dinleyen adam kıbleye karşı teveccüh etse ve cismanî kulağıyla dinleyen adam, okuyana karşı teveccüh etse evlâdır.

    (Sh: B-254)
    İkinci suâliniz: Cemaatin iştiyakına ve okuyanın niyyetine göre efdaliyet tahavvül eder. (Hâşiye)
    Üçüncü suâliniz: Üç ihlâs bir fâtiha muhtasar bir hatim hükmünde olduğundan ona vakit tahdid edilmez. Her vakitte gayet müstahsendir.
    Dördüncü suâliniz:
    اَللّهُمَّ اَنْتَ السَّلاَمُ وَ مِنْكَ السَّلاَمُ تَبَارَكْتَ يَا ذَا الْجَلاَلِ وَ اْلاِكْرَامِ
    kelâmını değil yalnız müezzin, her bir musallî her bir namazın selâmından sonra söylemesi Şâfiîce sünnettir. Hanefîce dahi müezzin için her namazda sünnet olması gerektir.
    Umum ihvanlara selâm ve bayramlarınızı tebrik ediyorum.
    Âhiret Kardeşiniz
    S a i d N u r s î
    210
    (Hulûsi Bey'e yazılan bir mektubtur.)
    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    وَ عَلَيْكُمُ السَّلاَمُ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ ضَرْبِ ذَرَّاتِ وُجُودِكُمْ فِىعَاشِرَاتِ دَقَائِقُ عُمْرِكُمْ
    Aziz kardeşim, hamiyetli arkadaşım, gayretli talebem, sevgili birâderzâdem!
    Senin güzel mektubun bana şifalı oldu. Ben ziyade rahatsız iken onu okudum, bana bir sürur verdi, o sürur dahi o hastalığa bir hiffet verdi. Şu hastalığın sırrı, insanlardan istiğnâya dair sana yazdığım mektubun kerâmetidir. Çünki o mektubu bir gün iki-üç zata, onların hediyelerinin adem-i kabulüne medar olmak için okudum. Aynı günde o zâtın hanesine gittim. Az bir yemek getirdi,

    (Hâşiye) İkinci sual: Sabah ve akşam namazlarından sonra Sûre-i Haşr'in sonunda هُوَ اللَّهُ الَّذِى den başlamak sünnet iken لآيَسْتَوِى den başlaması efdaliyeti terk olur mu?

    (Sh: B-255)
    arkadaşlarımın hatırları için bir parça yedim. Hiç hatırıma gelmedi ki, o günde o hakikatlı mektubu o yemek sahibini okudum. Şimdi muhalefet ediyorum. Yemekten sonra hâtırıma geldi. Fakat hediye kabul edemiyorum, belki yemek yenilir tahmin ettim. Fakat يَقُولوُنَ مَا لاَ يَفْعَلوُنَ altına girdiğimden öyle bir şiddetli tokat yedim ki, bu dört senede böyle hastalık görmemiştim. Fakat Cenâb-ı Hakk'a şükrettim ki, bir iki senedir bazı emâreler ve hâdiseler ile zannettiğim bir hakikat, bu tokat ile gayet kat'iyyetle göründü.

    Şeyh Mustafa'ya benim tarafımdan geçmiş olsun de ve şu hikâyeyi ona söyle:

    Eskide iki ciddî âhiret kardaşları var imiş. Biri hasta düşer, ötekisi ziyaretine gitti. Dua eder, hasta iyi olmaz. Öyle ise sen kalk, ben yatacağım demiş. Hasta kalkmış, onun yerine hasta olarak yatmış. Her ne ise.. Demek Şeyh Mustafa ile kardeşliğimiz ciddîleşmiş ki, ben hastalığına dua ettim, kabul olmadı. Fakat birkaç gün devamı mukadder olan hastalığının bir parçası bana verildi. İnşâallah ona bir parça hiffet gelmiştir.

    Sözler hakkında hüsn-ü şehâdetiniz, bana büyük bir teselli verdi. Vazifemin bitmediğine dair bürhanlarınız gayet kuvvetlidirler, lâkin ben gayet kuvvetsizim. Fakat Cenâb-ı Hakka tevekkül edip, o bürhanlara serfürû ediyorum.

    Cemaata Sözleri okumak zamanında, sendeki hissiyât-ı âliye ve fazla inkişâf ve fedakârâne hamiyet-i dîniye galeyânının sırrı şudur ki:

    Velâyet-i kübrâ olan veraset-i nübüvvetteki makam-ı tebliğin envârı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı Kur'ân Said'in vekili belki mânen aynı hükmüne geçtiğin içindir.

    Gurbet mektubuyla kamer ve zemin ve seyyarata dair mektubuma cevap verilmemesinin sebebi şu olmak gerektir ki; Gurbet Mektubu, bütün dünyayı unutmak hissi ile yazılmıştır. Sen dünyayı unutmak değil, belki vazife itibariyle en sathî maddiyatla

    (Sh: B-256)
    zihnin meşbu' olduğu bir zamanda, herhalde o gurbetteki zevki bulamadın. Ve o mektubun tam derecesini, muvakkaten perde çekilmiş olan parlak zekâvetin kavrayamadı ki, cevab yazamadı.

    Öteki mektub, çok yüksek ve çok geniş hakâika işaret ettiği ve hadsiz âlem-i ulviyenin ve nihayetsiz âlem-i mâneviyenin bir nevi haritasına işaret ettiği için sâfî, meşgalesiz, arzî ve arzlılardan sıyrılıp yukarıya çıkan bir akıl lâzım idi. Halbuki benim gayretli kardeşim, o vakit zeminin haritasını alacak bir vazife ile meşgul olduğundandır ki, o ulvî ve pek keskin zekâvetin o mektuba karşı sükutu iltizam etmeye mecbur olmuş.

    Said Nursî

    211
    بِاسْمِهِ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشَرَاتِ دَقَائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ
    Aziz, sıddık, vefâdar, hakikatlı, fedakâr kardeşlerim Nuh Bey, Molla Abdülmecid, Molla Hamid!

    Çok mübarek hediyenizi açtık gördük ki, Van hediyesi değil, belki Medine-i Münevvere ve Ravza-i Şerifenin mübarek kerâmetli hediyesidir. Hem fiatı, üstünde yazıldığı gibi yirmi beş lira değil, yirmi beş bin liradan fazla mânen kıymetlidir. O mübarek hediyeyi Medine-i Münevvere nâmına, bu havalideki Kur'ân-ı Hakîm'in hizmetinde hâlis hizmetkârlarına ve benim arkadaşlarıma tevzi' etmek için, -aler-re's-i vel'ayn- kabul ettik. Fakat bu manevî hediyenin ehemmiyetli bir sırrı bulunduğu bana ihtar edildi. Yâni Cenâb-ı Hakk'a yüz bin şükür ediyorum ki, Kur'ân'a ve Zât-ı Risalete hizmetimizin bir alâmet-i makbûliyeti nev'inden olarak, bir iltifat-ı Nebevîyi hissettim.

    O sırrı size açmak münâsib görüldü. Şöyle ki: Şimdi bu mektubu yazan kâtib ile kardeşi Mes'ud beraber bir gün, üç aydan beri bahsi

    (Sh: B-257)
    geçmediği Ahmed Ağa'nın bahsi geçti. Beraberimde kâtib Tevfik ile Mes'ud'a dedim: Bütün kitapları Diyarbekir'deki Ahmed Ağa'ya göndereceğiz. Tâ ya Şâm-ı şerif tarafına, ya Van'daki sıddıklara ulaştırsın. Bu sözümüz ve meşveretten dört saat sonra, aynen o Ahmed Ağa habersiz çıktı geldi.

    Aynı günde siyah bir mürekkebimiz vardı. Keşki güzel bir kırmızı mürekkebimiz olsaydı dedik. Biraz o mürekkebden taş üzerine döktük, siyah ve mor idi. Sonra yazmaya başladık. Tam istediğimiz tarzda kırmızı oldu. Bu hale yedi sekiz kişi pek çok hayret ettik. Bu işi de bir fâ l-i hayr addettik. Fesübhânallah, dedik, bunda bir sır var. Sonra birdenbire hatırıma geldi; Şam-ı Şerif'te eniştem Molla Said var, bir kısım kitapları Ahmed Ağa'ya verip göndereceğim, dedikten sonra tam bir sıddık olan Nuh Bey hâtırıma geldi.

    Evvel başka memleket niyetiyle, sonra istanbul'daki kardeşlerin istemesiyle, siyah tali'imiz suretini değiştirip parlayacaktır, diye mâna verdik. Sonra Mısır'a niyet edip yazdırdığım kitabları, en lâyık Van'ı ve en sâdıkı Nuh'u gördüm, ona göndereceğim diye Ahmed Ağa gittikten sonra, onun arkasından Burdur'a kadar gönderdim.

    Sonra bu işte öyle bir muvaffakıyet ve teshilât göründü ki, şübhe bırakmadı ki, burada bir sır var. Nazar-ı dikkati celbetti. Dikkat ettik ki, evvelki mektubda size yazdığımız gibi İstanbul'da oturan bir adam, üç def'a buraya misafireten gelerek, onun eliyle Nuh Bey'in üç def'a mektub telgrafı elime geçiyor. Ve en sevdiğim Hulûsi Bey ve Molla Abdülmecid ve Molla Hamid ve Hoca Abdülmecid Efendilerin selâmları ve isimlerini bir mektubda, yine o Mehmed Efendi geçen sene bana o getirdi. Dedim: Bu bir işaret-i inâyettir, bu tesadüfî değil.

    Sonra Nuh'un hediyesi, yirmi beş liralık kıymetinde bir teneke, bizim nâmımıza geldiğini işittik. Arkadaşlarla beraber hesab ettik ki, biz burada hangi tarihte kitap hediyelerini Nuh için hazırlıyorduk, aynı tarihte Nuh habersiz olarak kırk gün mesafede, bize o nisbette ve mânâ cihetiyle onun gibi mübarek hediyeyi hazırlıyordu. Bu

    (Sh: B-258)
    tevafuk kat'iyyen tesadüf değil. Hattâ bir kısım dostlar dediler ki, bu Nuh Beyin kerâmetidir.Acaba Nuh Beyin kerâmeti var mı ki, biliyormuş gibi mukabilini gönderiyor dediler. Dedim ki, ihlâsın ve sadâkatın dahi velâyet gibi kerâmeti var. Belki, bazan daha fevkındedir.

    Hediyenin vürûdundan sonra, bir ay kadar kaza merkezinde bıraktık, almadık. Sonra Nuh'un mektubunu aldıktan sonra getirterek açtık, hayrette kaldık. Tasavvurumuzun bütün bütün fevkınde çıktı. Bu teberrüke karşı istiğnâ değil, belki bir iltifat-ı Ravza-i Mutahhara olduğundan ona karşı dilencilikle iftihar ediyorum.كُلُّ شَيْءٍ مِنَ الْحَبِيبِ حَبِيبٌ sırrınca Habîb'in diyarından gelen her şey mahbubdur. Ve onun içinde bir, bilhâssa Ravza-i Mutahhara'nın levha-yı müzeyyene ve münevveresi var idi.

    Bir kısım san'at-ı İlâhiyenin bir nevi küçük müzehânesi şekline getirdiğim hücremin duvarına, o levha-yı mübarekeyi dahi ta'lik ettim ve karşısında oturdum; derince, müştâkâne temâşâya başladım. Birden o levhada bana ihtar eder gibi kalbime geldi: Bizler senin risalelerinin mânidar işaretleriyiz. Fesübhânallah dedim, bu hediye içinde sırlar var.

    Tedkika başladım. Baktım ki, gönderdiğim risaleler kaç parçadır, her bir parçaya mukabil bir nevi hediye var. Yirmi bir parça, hem risalelerden hem teberrükten saydım. Bu çeşit teberrükü, şimdiye kadar işitmemiştim. Hiçbir hacı böyle bir zamanda, böyle merak edip, her nev'den bir kısım alsın. Hem benim hesabıma Medine-i Münevvere'nin mübarek eşyasını bana ayırıp göndersin. Bu demek Nuh muh işi değil. Ravza-i Mutahhara sahibinin bu teberrük içinde bir iltifâtı vardır.

    Madem kitabların parçaları ve hediyelerin nev'leri birbirine tevafuk ediyor. Öyle ise her bir nev', bir nev' kitaba işareti var, münâsebeti var. Şu gözümün önündeki levha ise, Mu'cizat-ı Ahmediye nâmında aslı beş parçadan ibaret On Dokuzuncu Mektub'a muvafakat münâsebeti var. Çünkü, şu levha o Ravza-i

    (Sh: B-259)
    Muhtahharanın ve Hücre-i Saâdetin suretini gösterdiği gibi, Mu'cizat-ı Ahmediye Risalesi dahi, Asr-ı Saâdetin manevî suretini almıştır. Şu beş minare, o beş parçaya işaret ediyor. Şu kubbe Mi'rac Risalesine bakıyor.

    Öyle ise sâir nev'lerin dahi, risalelerin nev'lerine işaret eder diye, dikkat ettim ki; yedi nev' hurma gönderilmiş. Bir parçası büyükçe, otuzüç tane kadar. Fesübhânallah dedim, yedi nev'i göndermekte ne mâna var. Birdenkalbime geldi ki: İman-ı billâha dair yedi nev' ile aynı hakikat yazılmış. Van'a gönderilmiş. Dikkat ettim, evet mevzu' vahdâniyet-i İlâhiye olduğu halde; Yirminci Mektub ile sureti küçük, mânası pek büyük zeyliyle ve Yirmi İkinci Söz herbiri birer risale, Birinci Makam, ikinci Makamı ve Otuz ikinci Söz Üçüncü Mevkıfı ile evvelki iki mevkıf her biri birer risale hükmünde ve Otuz Üçüncü Mektub, Otuz Üç Pencere ile yedi risaledir. O da aynen yedi nev' envâr-ı mârifetullahdan bir şems-i hakikatın ziyasındaki elvân-ı seb'a gibi, bir mahiyet gösterdiğinden, Medine-i Münevvere'nin hediyesi içinde hakikat-ı hurmadan yedi nev' Nuh Beyin eline verilip buraya kadar gönderilmesi, o yedi Nur'a tevâfukla, bir makbûliyet işareti veriyor dedik, Allah'a şükrettik.

    Hem o nev'den birisi otuz üç tane olması, o risalelerin birisi otuz Üç Pencere olması ve hediye içindeki Tesbih üç def'a otuz üç olması, Otuz Üçüncü Sözün Otuz Üçüncü Mektubundan otuz üç penceresine muvafakatı; Nuh'u ihtiyarsız, sırf bir vasıta-i zâhirî olarak bize gösterdi. Nuh'a değil, belki Ravza-i Mutahhara'ya karşı minnetdarâne, müteşekkirâne baktık.

    Sonra o mübarek mâ-i zemzem, büyükçe bir şişe ve parlak nuranî bir surette içinden çıkması. Dedik ki: Madem o levha-yı mübarek Mu'cizat-ı Ahmediyeye, o yedi nev' hurma mârifetullaha ve resâil-i tevhide işaret var. Elbette bu mâ-i zemzem dahi, âb-ı hayatın mâ-i zemzemesini kâinata dağıtan Kur'ân-ı Mübîn'in menba'ı ve birinci mahall-i nüzûlü bi'r-i zemzeme civarı olduğundan Yirmi Beşinci Söz olan İ'câz-ı Kur'ân'a işaret vardır. Ve alâmet-i makbûliyet olarak telâkki ediyoruz.

    Said Nursî

    (Sh: B-260)
    212
    (Hulûsi Bey'e yazılmıştır.)

    بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

    Suâl: İmam-ı Gazâlî'nin "Neş'e-i uhrâ, neş'e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir" demesinin sebebi?

    Elcevap Hüccetü'l-İslâm İmam-ı Gazâlî'nin neş'e-i uhrâ, neş'e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir demesi, mahiyet ve cinsiyet itibariyle değildir. Çünki,
    هُوَ الَّذِى يَبْدَؤُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ ve يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَ كَذلِكَ تُخْرَجُونَ gibi çok âyetlerin sarahatine muhalif olur. O muhalefet, keyfiyet ve suret itibariyledir. Hem de umur-u uhreviyenin mertebece fevkalâde yüksek olmasına işârettir. Hem de Gazâlî'nin haşr-i cismanî ile beraber haşr-i ruhâninin dahi vuku' bulmasına bazı ehl-i bâtına taklid ve mümâşât cihetiyle bir işaretidir.

    Suâl: Sa'd-ı teftazanî, biri hayvanî, diğeri insanî olmak üzere, ruhu ikiye taksim ettikten sonra, "Mevte mâruz kalan yalnız ruh-u hayvanîdir, ruh-u insanî ise mahlûk değildir ve onun ile Allah beyninde nisbet ve sebep yoktur, cesed ile kaim olmayıp müstakill-i bizzâttır" demesinin sebebi ve izahı?

    Elcevap: Sa'd-ı Teftazanî'nin اَلرُّوحُ اْلاِنْسَانِيَّةُ لَيْسَتْ مَخْلُوقَةً demesi;قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى sırrıyla, -beka-yı ruh bahsinde beyan edildiği gibi- ruhun mahiyeti; zîhayat bir kanun-u emr, zîşuûr bir âyine-i İsm-i Hayy, zîcevher bir cilve-i Hayat-ı Sermedî olduğundan mec'uldür. Bu cihetle, mahlûktur denilemez. Fakat Sa'd, Makâsıd ve Şerhü'l-Makâsıd'da, bütün muhakkıkîn-i İslâmın icmâına ve âyât ve ehâdîsin nusûsuna muvafık olarak, "O kanun-u emr, vücud-u hâricî giydirilmiş, sâir mahlûkat gibi mahlûk ve hâdistir" demiştir. Sa'd'ın ezeliyet-i ruha kail olmadığına bütün âsârı şâhiddir.
    لَيْسَتْ بَيْنَهَا وَ بَيْنَ اللَّهِ نِسْبَةٌdemesi, hulûl gibi bâtıl bir mezhebin reddine işarettir. Hayvânâtın ruhları dahi bâkîdir, kıyâmette yalnız cesedleri fenâ bulur.

    (Sh: B-261)
    Mevt ise fenâ değil, belki alâkanın kesilmesidir. وَلاَسَبَبَ demesi, esbâb-ı zâhiriyenin tavassutu ve Azrâil Aleyhisselâmın kabz-ı ervâh hususundaki münâcâtı bahsinde denildiği gibi, ruhun doğrudan doğruya perdesiz, vasıtasız îcad edilmesine işarettir. اِسْتَقَلَّتْ بِذَاتِهَا demesi; bekâ-yı ruh isbatında denildiği gibi, cesed ruha dayanır, ayakta kalır. Ruh ise bizâtihî kaimdir. Cesed harâb olursa daha ziyade serbest olur, melek gibi göğe uçar, demektir ve bâtıl bir mezhebin reddine işarettir.

    (Hususî kısmı)

    Haşre dair, Sûre-i Rûm'da وَ مِنْ آيَاتِهِ ...وَ مِنْ آيَاتِهِ ...وَ مِنْ آيَاتِهِ haşrin, ayrı ayrı çok kuvvetli bürhanlarını mu'cizane beyân eden o âyetlerin ilhâmı ile, o âyetlere bir tefsir yazmak niyetinde olduğum vakitte, bu suallerin sorulması, lâtif bir tevâfuktur.وَ اَزْوَاجَهُمْ وَ اَوْلاَدَهُمْ fıkrasını dua ve münâcâtımda ilâve ettiğim dakikada hâtırıma geldiniz. Bu nev' duada dahi birinciliği kazandınız. Kalben, kalemen, bilfiil alâkadar olmak şartıyla, yirmi dört saatte yüz defa, tasavvurca beş yüz defa, manevî kazanç ve duamda hissedar olmaya müstehak olmanızı arzu ettiğim bir vakitte bu sualleriniz, beni sizin hesabınıza çok mesrûr etti ve bir beşaret oldu.

    Said Nursî

    213
    بِاسْمِ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    وَ عَلَيْكُمُ السَّلاَمُ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقُ عُمْرِكُمْ عَمَّرَكُمُ اللّهُ بِالسَّلاَمَةِ وَ الْعَافِيَةِ

    (Hulûsi Bey'e hitabdır.)

    Aziz kardeşim!

    Evvelâ: Mektubun bana te'sir etti. Fakat hakikatı düşündüm, o teessür gitti. İşte hakikat şudur ki: Mâbeynimizdeki münasebet ve uhuvvet inşâallah hâlis ve lillâh için olduğundan, zaman ve

    (Sh: B-262)
    mekânla mukayyed olmaz. Bir şehir, bir vilâyet, bir memleket; belki küre-i arz, belki dünya, belki âlem-i vücud iki hakikî dost için, bir meclis hükmündedir. Böyle dostluk ve kardeşliğin firakı yok, hep visaldir. Fâni, mecazî, dünyevî dostluklar sahipleri, firakı düşünsün, bize ne.

    Mezhebimizde (mesleğimizde) firak yok. Sen nerede bulunsan, şu kardeşin ile ellerinizdeki Sözler vasıtasıyla sohbet edebilirsin. Ben de istediğim zaman, seni yanımda dergâh-ı İlâhîye beraber el açık niyaz etmek suretinde görebilirim. Eğer kader sizi başka bir yere gönderse, اَلْخَيْرُ فِى مَا اخْتَرَهُ اللّهُ hükmünce kemâl-i rıza ile teslim ol. Hem senin gibi, inşâallah kalbi selîm, aklı müstakîm, hakikî îman dersini veren zâtlara başka yerler daha ziyade muhtaçtır. Eğirdir'de lillâhilhamd îmana çok hizmet ettin. Eğirdir'den ziyade başka yerler belki daha muhtaçtır.

    Sâniyen: Sorduğun birinci suâle senin kalbini tevkil ediyorum. Nasıl fetva verirse, ben de öyle razıyım. Merâtib-i dünya, nokta-i nazarımda pek ehemmiyetsiz olmakla beraber, senin gibi mertebesini hizmet-i Kur'ân'a medar edenler için, minnet altına ve zillete girmemek şartiyle hoş görüyorum. İkinci suâlin ise, peder ve validenin arzuları pek mühimdir. Kur'ân-ı Hakîm bir âyet-i kerîmede, beş tarzda onlara karşı şefkat ve hürmete emreder. Eğer suhûletle arzuları yerine gelmek kabilse yaparsınız.

    Sâlisen: Aziz kardeşlerim, bahar ve yazın meşgaleleri, hem gecelerin kısalması, hem şuhûr-u selâsenin gitmesi ve ekser kardeşlerimin bir derece hisse alması ve daha sair bazı esbabın bulunması elbette bir derece neş'eli kış dersine fütur verir. Fakat onlardan gelen fütur size fütur vermesin. Çünki o dersler, ulûm-u îmaniyeden olduğu için, bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bâhusus siz daima bir iki hakikî kardeşi da bulunsunuz.

    Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenâb-ı Hakkın zîşuur çok mahlûkatı vardır ki, hakâik-ı îmaniyenin istimâ'ından çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemi'leriniz çoktur.

    (Sh: B-263)
    Hem mütefekkirâne, o çeşit sohbet-i îmaniye, zemin yüzünün bir manevî zîneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş:

    آسْمَانْ رَشْكْ بُرَدْ بَهَرْ زَمِينْ كِه دَارَدْ
    يَكْ دُوكَسْ يَك دُو نَفَسْ بَهْرِ خُدَابَرْ نُشِينَنْدْ

    Yâni: Semâvât zemine gıpta eder ki; zeminde hâlisan-lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yâni bir-iki dakika beraber otururlar; kendi Sânî'-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli süslü eser-i san'atını birbirine göstererek Sâni'lerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.

    Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir def'a bilinse ve bir iki def'a düşünülse kâfi gleir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir def'a anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u îmaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibariyle inşâallah o cümledendir.

    Bütün kardeşlerimize birer birer selâm ediyorum. Zannederim müfârakat ihtimalinden, ikimizden ziyade Hakkı Efendi kardeşimiz daha ziyade sevab kazanmak emâresi olarak, daha ziyade müteessirdir. Fakat Cenâb-ı Hak hakkımızda çok emârelerle inâyet ve rahmetini gösterdiğinden, surî iftirâkımız vuku' bulsa, bir eser-i inâyet ve rahmet olduğunu telâkki etmeliyiz.

    Râbian: Sizin gibi hakikata yetişmiş ve hakikattaki hakikî teselli ve esaslı sevinci bulmuş zâtlara, envâr-ı îmaniyenin ve esrâr-ı Kur'âniyenin neşirlerine karşı ehl-i dalâletin ve şeytanların desâisle tehacümünden neş'et eden müşkilât ve gam ve kedere karşı sabır ve metanet et ve hüzün ve merak etme demeye ihtiyaç hissetmem.

    Hem her vakit beklediğim, ehl-i zındıkanın bana hücumu gayretli talebem, cesaretli biraderzâdem olan uhrevî kardeşimden başlaması muhtemel olmakla beraber, hıfz-ı Kur'ânî her müşkilâta gâlib ve lezzet-i hizmet-i îmaniye her kederi unutturur, îtikadında olduğumdan, seni teşci' ve teşvike lüzum görmem.

    Râkımü'l-Hurûf Hâfız Hâlid sana selâm eder, duanı ister.

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
    Âhiret Kardeşiniz
    Said Nursî

    (Sh: B-264)

    214
    YİRMİ İKİNCİ MEKTUBUN
    HÂTİME'SİNDEKİ BAHSE BİR ZEYLDİR.

    اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا
    Gıybet şu âyetin kat'î hükmüyle nazar-ı Kur'ân'da gayet menfur ve ehl-i gıybet, gayet fenâ ve alçaktırlar. Gıybetin en fenâ ve en şenî'i ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev'idir. Yani gözüyle görmüş dört şâhidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ isnâd etmek; en şeni' bir günâh-ı kebâir ve en zâlimane bir cinayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i îmanı zehirlendirir bir hıyânettir, mes'ud bir ailenin hayatını mahveden bir gadrdir. Evet sûre-i Nur bu hakikatı o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor. لَوْلآ اِذْ سَمِعْتُمُوهُ مَا يَكُونُ قُلْتُمْ لَنَآ اَنْ تَكَلَّمَ بِهَذَا سُبْحَانَكَ هَذَا بُهْتَانٌ عَظِيمٌ şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: Gözüyle görmüş dört şâhidi gösteremeyen merdûdü'ş-şehâdettir. Ebedî şehadetlerini kabûl etmeyiniz. Çünki yalancıdırlar. Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şâhidi gösterebilir. Kur'ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız demektedir.

    Said Nursî

    (Sh: B-265)
    215

Sayfa 1/3 123 SonSon

Benzer Konular

  1. LAHİKALAR. (Kastamonu Lahikası.)
    By MaHiR 01 in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 19
    Son Mesaj: 26.05.11, 17:13
  2. LAHİKALAR. (Denizli Lahikası.)
    By MaHiR 01 in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 3
    Son Mesaj: 20.05.11, 03:03
  3. LAHİKALAR (Emirdağ. İfadet-ül Meram )
    By MaHiR 01 in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 12
    Son Mesaj: 20.05.11, 01:25
  4. LAHİKALAR (Emirdağ. İfademin Kısacık bir tetimmesi )
    By MaHiR 01 in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 7
    Son Mesaj: 18.05.11, 15:44
  5. LAHİKALAR (Emirdağ lahikası. I_Mektub)
    By MaHiR 01 in forum Risale-i Nur Külliyatı
    Cevaplar: 35
    Son Mesaj: 16.05.11, 20:24

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •