DOKUZUNCU HÜCCET-İ ÎMANİYE



(DOKUZUNCU ŞUA'NIN MUKADDEME-İ HAŞRİYYESİ)




بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ


فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ *وَلَهُ الْحَمْدُ فَى السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ *يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ اْلْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَيُحْىِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذَالِكَ تُخْرَجُونَ * وَمِنْ اَيَاتِهِ اَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ اِذَا اَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ *وَمِنْ اَيَاتِهِ اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوا اِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةً اِنَّ فِى ذَلِكَ َلاَيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ . وَمِنْ اَيَاتِهِ خَلْقُ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتُكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذَلِكَ لَاَيَاتٍ لِلْعَالَمِينَ . وَمِنْ آيَاتِهِ مَنَامُكُمْ بِالَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَابْتِغَآؤُكُمْ مِنْ فَضْلِهِ اِنَّ فِى ذَلِكَ لَاَيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ . وَمِنْ اَيَاتِهِ يُرِيكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَطَمَعًا وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَآءِ مَآءً فَيُحْيِى بِهِ الاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ فِى ذَالِكَ لَاَيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ . وَمِنْ اَيَاتِهِ اَنْ تَقُومُ السَّمَآءُ وَاْلاَرْضُ بِاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ . وَلَهُ مَنْ فِى السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ . وَهُوَ الَّذِى يَبْدَؤُ اْلخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ .


Îmanın bir kutbunu gösteren bu Semavî âyât-ı kübrânın ve haşri isbat


(Sh:Asâ.189)

eden şu kudsî berahîn-i uzmânın bir nükte-i ekberi ve bir hüccet-i âzamı; bu "Dokuzuncu Şua"da beyan edilecek. Lâtif bir İnâyet-i Rabbâniyyedir ki; bundan otuz sene evvel Eski Said, yazdığı tefsir mukaddemesi "Muhâkemât" namındaki eserin âhirinde.

İKİNCİ MAKSAD


(Kur'anda Haşre işaret eden iki âyet tefsir ve beyan edileecek.)
نَخُو بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمِنِ الرَّحِيم deyip durmuş. Daha yazamamış. Hâlik-i Rahîmime ve delâil ve emârat-ı Haşriye adedince şükür ve hamdolsun ki: Otuz sene sonra tevfik ihsan eyledi. Evet, bundan dokuz-on sene evvel o iki âyetten birinci âyet olan:

َانْظُرْ اِلّى اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى الاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذَالِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ


ferman-ı İlâhînin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri ve tefsirleri bulunan Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu Sözü, in'am etti. Münkirleri susturdu. Hem, İman-ı Haşrînin hücum edilmez o iki metin kal'asından, dokuz ve on sene sonra ikinci âyet olan başta mezkûr âyât-ı ekberin tefsirini bu risale ile ikram etti. İşte bu Dokunuzcu Şua'; mezkûr âyâtiyle işaret edilen "Dokuz Âlî Makam" ve bir ehemmiyetli "MUKADDEME"den ibarettir.



MUKADDEME



[Hâşir akidesinin, pek çok ruhî faidelerinden ve hayatî neticelerinden bir tek netice-i câmiayı ihtisar ile beyan ve hayat-ı insaniyeye, husûsan hayat-ı içtimaiyesine ne derece lüzumlu ve zarurî olduğunu izhar ve bu îman-ı haşrî akidesinin pek çok hüccetlerinden, bir tek hüccet-i külliyeyi icmal ile göstermek ve o akide-i haşriye ne derece bedihî ve şüphesiz bulunduğunu ifade etmekten ibaret olarak "İki Nokta"dır.]

Birinci Nokta: Âhiret akidesi; hayat-ı içtimaiye ve şahsiye-i insaniyenin üssü'l-esası ve saadetinin ve kemalâtının esasatı olduğuna yüzer delillerinden bir mikyas olarak yalnız "Dört" tanesine işaret edeceğiz.
B i r i n c i s i: Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar; yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler. Ve gayet zaif ve nâzik vücudlarında bir kuvve-i mâneviye bulabilirler. Ve herşeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsiz mizac-ı ruhlarında, o Cennet ile bir ümit bulup mesrûrane yaşayabilirler. Meselâ, Cennet fikriyle der: "Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennet'in bir kuşu oldu. Cennet'te gezer, bizden daha güzel yaşar." Yoksa, her vakit
(Sh:Asâ.190)
etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri; o zaif bîçârelerin endişeli nazarlarına çarpması, mukavemetlerini ve kuvve-i mâneviyelerini zîr ü zeber ederek, gözleriyle beraber, ruh, kalb, akıl gibi bütün letâifini dahi öyle ağlattıracak; ya mahvolup veya dîvane bir bedbaht hayvan olacaktı...
İ k i n c i d e l i l: Nev-i insanın nısfı olan ihtiyarlar, yalnız hayat-ı uhreviye ile yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül edebilirler. Ve çok alâkadar oldukları hayatlarının yakında sönmesine ve güzel dünyalarının kapanmasına mukabil bir teselli bulabilirler. Ve çocuk hükmüne geçen seriü't-teessür ruhlarında ve mizaçlarında mevt ve zevalden çıkan elîm ve dehşetli me'yusiyete karşı, ancak hayat-ı bâkiye ümidiyle mukabele edebilirler. Yoksa, o şefkate lâyık muhteremler ve sükûnete ve istirahat-ı kalbiyeye çok muhtaç o endişeli babalar ve analar öyle bir vaveylâ-i ruhî ve bir dağdağa-i kalbî hissedeceklerdi ki: Bu dünya onlara zulmetli bir zindan ve hayat dahi kasavetli bir azab olurdu.

Ü ç ü n c ü d e l i l: İnsanların hayat-ı içtimaiyesinde, en kuvvetli medar olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda olan hisssiyatlarını ve ifratkâr bulunan nefis ve hevalarını tecavüzattan ve zulümlerden ve tahribattan durduran ve hayat-ı içtimaiyenin hüsn-ü cereyanını te'min eden; yalnız Cehennem fikridir. Yoksa, Cehennem endişesi olmazsa "El Hükmü Lil-Galib" kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesatları peşinde bîçâre zaiflere, âcizlere, dünyayı Cehennem'e çevireceklerdi. Ve yüksek insaniyeti gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.

D ö r d ü n c ü d e l i l: Nev'-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zenberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce', bir tahassüngah ise, âile hayatıdır. Ve herkesin hânesi küçük bir dünyasıdır. Ve o hâne ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise; samimî ve ciddî ve vefâdarâne ve hakikî ve şefkatli ve fedakârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakikî hürmet ve samimi merhamet ise; ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hudutsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne, arkadaşâne münasebetlerin bulunmak fikriyle ve akidesiyle olabilir. Meselâ der: Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimî bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünki; ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için herbir fedakârlığı ve merhameti yaparım diyerek o ihtiyare karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle; şefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa, kısacık, bir-iki saat surî bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfârakate uğrayan arkadaşlık; elbette gayet sûrî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsîye mânasında ve bir mecâzi merhamet ve sun'i bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi; başka menfaatler ve sair ga-

(Sh:Asâ.191)

lip hisler, o hürmet ve merhameti mağlup edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir.

İşte, îman-ı Haşrînin yüzer neticesinden birisi; hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye taallûk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarından mezkûr dört delile sairleri kıyas edilse anlaşılır ki: Hakikat-ı Haşriyenin tahakkuku ve vukuu; insaniyetin ulvî hakikatı ve küllî hâceti derecesinde kat'idir. Belki, insanın mîdesindeki ihtiyacın vücudu; taamların vücuduna delâlet ve şehadetinden daha zâhirdir. Ve daha ziyade tahakukunu bildirir. Ve eğer, bu hakikat-ı Haşriyenin neticeleri insaniyetten çıksa; o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayattar olan insaniyet mahiyeti; murdar ve mikrop yuvası bir lâşe hükmüne sukut edeceğini isbat eder. Beşerin idare ve ahlâk ve içtimaiyâtı ile çok alâkadar olan içtimaiyyun ve siyasiyyun ve ahlâkıyyunun kulakları çınlasın! Gelsinler, bu boşluğu ne ile doldurabilirler? Ve bu derin yaraları ne ile tedavi edebilirler?

İkinci Nokta: Hakikat-ı Haşriyenin hadsiz bürhanlarından sair erkân-ı îmâniyeden gelen şehadetlerin hülâsasından çıkan bir bürhanı, gayet muhtasar bir surette beyan eder. Şöyle ki: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Risaletine delâlet eden bütün mu'cizeleri ve bütün delâil-i Nübüvveti ve hakkaniyetinin bütün bürhanları, birden hakikat-ı Haşriyenin tahakkukuna şehadet ederek isbat ederler. Çünki: Bu zâtın bütün hayatında dâvaları, Vahdâniyetten sonra Haşirde temerküz ediyor. Hem, umum Peygamberleri tasdik eden ve ettiren bütün mu'cizeleri ve hüccetleri aynı hakikata şehadet eder. Hemوَبِرُسُلِهِ kelimesinden gelen şehadeti bedahet derecesine çıkaran وَكُتُبِهِ şehadeti de aynı hakikata şehadet eder. Şöyle ki: Başta Kur'an-ı Mu'cizü'l Beyân'ın, hakkaniyetini isbat eden bütün mu'cizeleri, hüccetleri ve hakikatları birden hakikat-ı Haşriyenin tahakkukuna ve vukuuna şehadet edip isbat ederler. Çünki: Kur'an'ın hemen üçten birisi, Haşirdir. Ve ekser kısa surelerinin başlarında gayet kuvvetli, âyât-ı Haşriyedir. Sarîhan ve işareten binler âyâtiyle aynı hakikatı haber verir. İsbat eder, gösterir. Meselâ:

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ * يَآاَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَتَ السَّاعَةِ شَىْءٌ عَظِيمٌ * اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا * اِذَاالسَّمَآءُ انْفَطَرَتْ *اِذَاالسَّمَآءُ انْشَقَّتْ * عَمَّ يَتَسَآئَلُونَ * هَلْ اَتَيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ


gibi, otuz-kırk surelerin başlarında bütün kat'iyetiyle hakikat-ı Haşriyeyi,-

(Sh:Asâ.192)
kâinatın en ehemmiyetli ve vâcib bir hakikatı olduğunu göstermekle beraber, sair âyelerde dahi o hakikatın çeşit çeşit delillerini beyan edip ikna eder. Acaba bir tek âyetin bir tek işareti, gözümüz önünde ulûm-u İslâmiyede müteaddit ilmî, kevnî hakikatları meyve veren bir kitabın binler böyle şehadetleriyle ve dâvaları ile, Güneş gibi zuhur eden îman-ı Haşrî; hakikatsiz olması; Güneşin inkârı, belki kâinatın ademi gibi hiçbir cihet-i imkânı var mı? Ve yüz derece muhal ve bâtıl olmaz mı?Acaba, bir Sultanın bir tek işareti yalan olmamak için bazen bir ordu hareket edip çarpıştığı halde, o pek ciddî ve izzetli Sultanın binler sözleri ve vaadleri ve tehditlerini yalan çıkarmak hiçbir cihette kabil midir? Ve hakikatsız olmak mümkün müdür?

Acaba, Onüç asırda fâsılasız olarak hadsiz ruhlara, akıllara, kalblere, nefislere hak ve hakikat dairesinde hükmeden, terbiye eden, idare eden, bu mânevî Sultan-ı Zîşânın bir tek işareti böyle bir hakikatı isbat etmeye kâfi iken, binler tasrihat ile bu hakikat-ı haşriyeyi gösterip isbat ettikten sonra, o hakikatı tanımayan bir echel ahmak için Cehennem azabı lâzım gelmez mi? Ve ayn-i adâlet olmaz mı? Hem, birer zamana ve birer devre hükmeden bütün semavî suhuflar ve mukaddes kitaplar dahi; bütün istikbâle ve umum zamanlara hükümrân olan Kur'an'ın tafsilâtla, izahatla tekrar ile beyan ve isbat ettiği hakikat-ı haşriyeyi -asırlarına ve zamanlarına göre o hakikatı kat'i kabul ile beraber-tafsilâtsız ve perdeli ve muhtasar bir surette beyan, fakat kuvvetli bir tarzda iddia ve isbatları Kur'an'ın dâvâsını binler imza ile tasdik ederler.

Bu bahsin münasebeti ile Risale-i Münâcâtın âhirinde: اِيمَانٌ بِالْيَوْمِ اْلاَخِرِ rüknüne, sair rükünlerin, husûsan "RUSÛL" ve "KÜTÜB"ün şehadeti münâcât suretinde zikredilen pek kuvvetli ve hülâsalı ve bütün evhamları izale eden bir Hüccet-i haşriye aynen buraya giriyor. Şöyle ki: Münâcat'ta Demiş:
Ey Rabb-i Rahîm'im! Resûl-i Ekrem'inin tâlimiyle ve Kur'an-ı Hakîm'in dersiyle anladım ki : başta Kur'an ve Resûl-i Ekrem'in olarak bütün mukaddes kitaplar ve peygamberler bu dünyada ve her tarafta nümuneleri görülen Celâlli ve Cemâlli isimlerinin tecellileri daha parlak bir surette ebedü'l-âbâdda devam edeceğine ve bu fâni âlemde Rahîmâne cilveleri, nümuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şa'şaalı bir tarzda dâr-ı saadette istimrarına ve bekasına ve bu kısa hayat-ı dünyeviyede onları zevk ile gören ve muhabbet ile refakat eden müştakların, ebedde dahi refakatlerine ve beraber bulunmalarına icma ve ittifak ile şehadet ve delâlet ve işaret ederler.

Hem,yüzer mu'cizat-ı bâhirelerine ve âyât-ı katıalarına istinaden , başta Resûl-i Ekrem ve Kur'an-ı Hakîm'in olarak bütün nuranî ruhların sa-
(Sh:Asâ.193)

sipleri olan peygamberler ve bütün münevver kalblerin kutupları olan veliler ve bütün keskin ve nurlu akılların madenleri olan sıddîkinler ve bütün suhuf-u semaviyede ve kütüb-ü mukkadesede senin çok tekrar ile ettiğin binler vaadlerine ve tehditlerine istinaden hem senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celâl ve cemâl gibi âhireti iktiza eden kudsî sıfatlarına, şe'nlerine ve senin izzet-i celâline ve saltanat-ı rubûbiyyetine itimaden, hem âhiretin izlerini ve tereşşühatını bildiren hadsiz keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve ilmelyakîn ve aynelyakîn derecesinde bulunan îtikadlarına ve îmanlarına binaen saadet-i ebediyeyi insanlara müjdeliyorlar. Ehl-i dalâlet için Cehennem ve ehl-i hidayet için Cennet bulunduğunu haber verip ilan ediyorlar. Kuvvetli îman edip şehadet ediyorlar.

Ey Kadîr-i Hakîm!. Ey Rahman-ı Rahîm!. Ey Sadiku'l Va'dil-Kerîm!. Ey İzzet ve Azamet ve Celâl sahibi Kahhar-ı Zülcelâl!.. Bu kadar sadık dostlarını, bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfat ve şuunatını yalancı çıkarmak, tekzip etmek ve saltanat-ı Rubûbiyyetinin kat'i mukteziyatını tekzip edip yapmamak ve senin sevdiğin ve onlar dahi seni tasdik ve itaat etmekle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbul ibadının âhirete bakan hadsiz dualarını ve dâvalarını reddetmek, dinlememek ve küfür ve isyan ile ve seni vâdinde tekzip etmekle, senin azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celâline dokunduran ve ulûhiyyetinin haysiyetine ilişen ve şefkat-i rubûbiyyetini müteessir eden ehl-i dalâleti ve ehl-i küfrü Haşrin inkarında (onları) tasdik etmekten yüzbinler derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin. Böyle nihayetsiz bir zulümden ve nihayetsiz bir çirkinlikten Senin o nihayetsiz adaletini ve nihayetsiz cemâlini ve hadsiz rahmetini, hadsiz derece takdis ediyoruz. Ve bütün kuvvetimizle îman ederiz ki: O yüzbinler sâdık elçilerin ve o hadsiz doğru dellâl-ı saltanatın olan enbiya, asfiya, evliyaların hakka'l-yakîn ayne'l-yakîn, ilme'l -yakîn suretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine âlem-i bekadaki ihsanatının definelerine ve dar-ı saadette tamamiyle zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehadetleri hak ve hakikattır. Ve işaretleri doğru ve mutâbıktır. Ve beşaretleri sâdık ve vâkidir. Ve onlar bütün hakikatların mercii ve güneşi ve hamisi olan Hak isminin en büyük bir şuaı; bu hakikat-ı ekber-i Haşriye olduğunu îman ederek, senin emrin ile senin ibadına hak dairesinde ders veriyorlar. Ve ayn-ı hakikat olarak tâlim ediyorlar. Yâ Rab! Bunların ders ve tâ'limlerinin hakkı ve hürmeti için bize ve Risale-i Nur Talebelerine îman-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver. Ve bizleri Onların şefaatelerine mazhar eyle, âmin...

Hem nasılki Kur'an'ın belk-i bütün Semavî kitapların hakkaniyetini ispat eden umum deliller ve hüccetler ve Habibullahın, belki bütün enbiyanın nübüvvetlerini isbat eden umum mu'cizeler ve bürhanlar, dolayısıyle en büyük müddeaları olan âhiretin tahakukuna delâlet ederler. Aynen öyle de , Vacibü'l-Vücudu'un vücuduna ve vahdatine şehadet eden ekser deliller ve-

(Sh:Asâ.194)

hüccetler, dolayısiyle Rubûbiyyetin ve ulûhiyyetin en büyük medarı ve mazharı olan dar-ı saadetin ve âlem-i bekanın vücuduna, açılmasına şehadet ederler. Çünki gelecek makamatta beyan ve ispat edileceği gibi, Zât-ı Vacibü'l-Vücud'un hem mevcudiyeti, hem umum sıfatları, hem ekser isimleri, hem Rubûbiyyet, Ulûhiyyet, rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi vasıfları, şe'nleri lüzum derecesinde âhireti iktiza ve vücub derecesinde bâki bir âlemi istilzam ve zaruret derecesinde mükafat ve mücâzat için haşri ve neşri isterler. Evet, madem ezelî ve ebedî bir Allah var. Elbette Saltanat-ı Ulûhiyyetinin sermedî bir medar-ı olan âhiret vardır. Ve mâdem, bu kainatta ve zîhayatta gayet haşmetli ve hikmetli ve şefkatli bir Rubûbiyyet-i Mutlaka var. Ve görünüyor; elbette o rubûbiyyetin haşmetini sukuttan ve hikmetini abesiyetten ve şefkatini gadirden kurtaran ebedî bir dar-ı saadet bulunacak ve girilecek.

Hem mâdem, göz ile görünen bu hadsiz in'amlar, ihsanlar, lütuflar, keremler, inayetler, rahmetler; perde-i gayb arkasında bir Zât-ı Rahman-ı Rahîm'in bulunduğunu sönmemiş akıllara, ölmemiş kalblere gösterir. Elbette in'amı istihzadan ve ihsanı aldatmaktan ve inayeti adavetten ve rahmeti azaptan ve lütuf ve keremi ihânetten halâs eden ve ihsanı ihsan eden ve ni'meti ni'met eden, bir âlem-i bâkide bir hayat-ı bâkiye var, Ve olacaktır.

Hem mâdem, bahar faslında zeminin dar sahifesinde hatasız yüzbin kitabı birbiri içinde yazan bir Kalem-i Kudret gözümüz önünde yorulmadan işliyor ve o kalem sahibi yüzbin defa ahd ve va'detmiş ki; "Bu dar yerde ve karışık ve birbiri içinde yazılan bahar kitabından daha kolay olarak geniş bir yerde güzel ve lâyemut bir kitabı yazacağım ve size okutturacağım." diye, bütün fermanlarda o kitaptan bahsediyor. Elbette ve herhalde o kitabın aslı yazılmış ve haşir ve neşir ile hâşiyeleri de yazılacak. Ve umumun defter-i a'mâlleri onda kaydedilecek.

Hem mâdem, bu Arz, kesret-i mahlûkat cihetiyle ve mütamadiyen değişen yüzbinler çeşit çeşit enva-ı zevi'l-hayat ve zevi'l-ervahın meskeni, menşei, fabrikası, meşheri, mahşeri olması haysiyetiyle bu kâinatın kalbi, merkezi, hülâsası, neticesi, sebeb-i hilkati olarak gayet büyük öyle bir ehemmiyeti var ki: küçüklüğü ile beraber koca semavata karşı denk tutulmuş. Semâvî fermanlarda dâima رَبُّ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضِ deniliyor.

Ve mâdem, bu mahiyetteki arzın her tarafına hükmeden ve ekser mahlûkatına tasarruf eden ve ekser zîhayat mevcudatını teshir edip kendi etrafına toplattıran ve ekser masnûâtını kendi hevesatının hendesesi ile ve ihtiyacatının düsturları ile öyle güzelce tanzim ve teşhir ve tezyin ve çok antika nevilerini liste gibi birer yerlerde öyle toplayıp süslendirip ki, değil yalnız ins ve cin nazarlarını, belki semavat ehlinin ve kâinatın nazar-ı

(Sh:Asâ.195)
dikkatlerini ve takdirlerini ve kâinat sahibinin nazar-ı istihsanını celbetmekle gayet büyük bir ehemmiyet ve kıymet alan ve bu haysiyetle bu kâinatın hikmet-i hilkati ve büyük neticesi ve kiymetli meyvesi ve arzın halifesi olduğunu, fenleri ile, san'atları ile gösteren ve dünya cihetinde Sanii Âlemin mu'cizeli san'atlarını gayet güzelce teşhir ve tanzim ettiği için, isyan ve küfrü ile beraber dünyada bırakılan ve azabı tehir edilen ve bu hizmeti için imhal edilip muvaffakiyet gören nev'i-benî-âdem var.
Ve mâdem, bu mahiyetteki nev'i-benî-âdem, mizaç ve hilkat itibariyle gayet zaîf ve âciz ve gayet acz ve fakri ile bareber hadsiz ihtiyacatı ve teellümatı olduğu halde bütün bütün kuvvetini ve ihtiyarının fevkinde olarak koca kure-i arzı o nev-i insana lüzumu bulunan her nevi madenlere mahzen ve her nev-i taamlara anbar ve nev-i insanın hoşuna gidecek her çeşit mallara bir dükkan suretine getiren gayet kuvvetli ve hikmetli ve şefkatli bir mutasarrıf var ki, böyle nev-i insana bakıyor, besliyor, istediğini veriyor.

Ve mâdem, bu hakikatteki bir Rab; hem insanı sever; hem kendini insana sevdirir, hem bâkidir; hem, bâki alemleri var; hem, adaletle her işi görür. Ve hikmetle herşeyi yapıyor. Hem bu kısa hayat-ı dünyeviyede ve kısacık ömr-ü beşer'de ve bu muvakkat ve fâni zeminde o Hakîm'i Ezelînin haşmet-i saltanatı ve sermediyet-i hâkimiyeti yerleşemiyor. Ve nev-i insanda vuku bulan ve kâinatın intizamına ve adalet ve muvazenelerine ve hüsn-ü cemâline münafi ve muhalif çok büyük zulümleri ve isyanları ve veli-ni'metine ve onu şefkatle besleyene karşı ihanetleri, inkârları, küfürleri bu dünyada cezasız kalıp, gaddar, zâlim, rahat ile hayatını ve biçare mazlum meşakkatler içinde ömürlerini geçirirler. Ve umum kâinatta eserleri görünen şu Adâlet-i Mutlaka'nın mahiyeti ise; dirilmemek sureti ile o gaddar zalimlerin ve me'yus mazlumların vefat içindeki müsavatlarına bütün bütün zıddır, kaldırmaz, müsaade etmez!..

Ve mâdem, nasılki kâinatın sahibi kâinattan zemini ve zeminden nev-i insanı intihab edip gayet büyük bir makam, bir ehemmiyet vermiş. Öyle de nev-i insandan dahi makasıd-ı rubûbiyyetine tevafuk eden ve kendilerini îman ve teslim ile ona sevdiren hakiki insanlar olan enbiya ve evliya ve asfiyayı intihab edip kendine dost ve muhatap ederek onları mu'cizeler ve tevfikler ile ikram ve düşmanlarını semâvî tokatlar ile tâ'zib ediyor. Ve bu kıymetli, sevimli dostlarından dahi, onların imamı ve mefhari olan, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ı intihab ederek, ehemmiyetli Küre-i Arzın yarısını ve ehemmiyetli nev-i insanın beşten birisini uzun asırlarda onun nuru ile tenvir ediyor. Âdeta bu kâinat onun için yaratılmış gibi; bütün gayeleri onun ile ve onun dini ile ve Kur'an'ı ile tezahür ediyor. Ve o pek çok kıymettar ve milyonlar sene yaşayacak kadar hadsiz hizmetlerinin ücretlerini hadsiz bir zamanda almaya müstehak ve lâyık iken, gayet meşakkatler ve mücahedeler içinde altmışüç sene gibi kısacık bir ömür ve-

(Sh:Asâ.196)
rilmiş. Acaba hiçbir cihetle hiçbir imkanı, hiçbir ihtimali, hiçbir kabiliyeti var mı ki: O zât, bütün emsali ve dostaları ile beraber dirilmesin? Ve şimdi de ruhen diri ve hayy olmasın? İdam-ı ebedi ile mahvolsunlar? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ ve kellâ... Evet, bütün kâinat ve hakikat-ı âlem, dirilmesini dâva eder ve hayatını Sahib-i Kâinattan talep ediyor...

Ve mâdem, Yedinci Şua olan "Ayet'el Kübrâ" da her biri bir dağ kuvvetinde otuzüç adet icma-ı azim ispat etmişler ki: Bu kâinat birer elden çıkmış ve bir tek Zâtın mülküdür. Ve kemâlât-ı ilâhiyyenin medar-ı olan vahdetini ve ehadiyyetini bedahetle göstermişler. Ve vahdet ve ehadiyyet ile bütün kâinat o Zât-ı Vâhidin emirber neferleri ve musahhar me'murları hükmüne geçiyor. Ve âhiretin gelmesiyle; kemâlâtı, sukuttan; ve adalet-i mutlakası, müstehziyane gadr-ı mutlaktan; ve hikmet-i âmmesi, sefâhetkârâne abesiyyetten; ve rahmet-i vasiası, lâyihane tâ'zibten; ve izzet-i kudreti, zelîlane acizden kurtulurlar. Takaddüs ederler. Elbette ve elbette ve herhalde îman-ı billâh'ın yüzer nüktesinden bu altı mâdamlerdeki hakikatların muktezasıyle: Kıyamet kopacak; haşir ve neşir olacak; dâr-ı mücâzat ve mükâfat açılacak...Tâ ki arzın mezkûr ehemmiyeti ve merkeziyeti ve insanın ehemmiyeti ve kıymeti tahakkuk edebilsin, Ve arz ve insanın Hâlikı ve Rabbi olan Mutasarrıf-ı Hâkim'in mezkur adaleti, hikmeti, rahmeti, saltanatı, takarrür edebilsin ve o Baki Rabbin mezkûr hakikî dostları ve müştakları idam-ı ebediden kurtulsun. Ve o dostların en büyüğü ve en kıymettarı, bütün kâinatı memnun ve minnettar eden kudsî hizmetlerinin mükâfatını görsün. Ve Sultan-ı Sermedi'nin kemalatı naks ve kusurdan ve kudreti, aczden ve hikmeti, sefahetten ve adaleti, zulümden tenezzüh ve tekaddüs ve teberri etsin.

E l h â s ı l: Mâdem Allah var Elbette âhiret vardır.

Hem nasılki: Mezkûr üç erkân-ı îmaniye onları isbat eden bütün delilleriyle haşre şehadet ve delalet ederler. Öyle de:
وَ بِمَلَئِكَةِ وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللَّهِ تَعَالَى

olan iki rükn-ü îmani dahi Haşri istilzam edip kuvvetli bir surette âlem-i bekaya şehadet ve delâlet ederler. Şöyle ki: Melaikenin vücudunu ve vazife-i ubûdiyetlerini isbat eden bütün deliller ve hadsiz müşahedeler, mükalemeler; dolayısiyle âlem-i ervahın ve âlem-i gaybın ve âlem-i bekanın ve âlem-i âhiretin ve ileride cin ve ins ile şenlendirilecek olan dâr-ı saâdetin, Cennet ve Cehennem'in vücutlarına delâlet ederler. Çünki, melekler bu alemleri izn-i ilâhi ile görebilirler ve girerler. Ve Hazret-i Cebrail gibi, insanlar ile görüşen umum melaike-i mukarrebîn, mezkur âlemlerin vücutlarını ve onlar, onlarda gezdiklerini müttefikan haber veriyorlar. Görmediğimiz Amerika kıt'asının vücudunu, ondan gelenlerin ihbarı ile bedihî bildiğimiz gibi yüz tevatür kuv-

(Sh:Asâ.197)
vetinde bulunan melaike ihbaratı ile âlem-i bekanın ve dar-ı âhiretin ve Cennet ve Cehennem'in vücutlarına o katiyette îman etmek gerektir. Ve öyle de îman ederiz.

Hem Yirmialtıncı Söz olan "Risale-i Kader" de îman-ı bilkader rüknünü isbat eden bütün deliller; dolayısıyle Haşre ve neşr-i suhufa ve mizan-ı ekberdeki müvazene-i â'male delalet ederler. Çünki: Herşeyin mukadderatını gözümüz önünde nizam ve mîzan levhlarında kaydetmek ve her zîhayatın sergüzeşt-i hayâtiyelerini kuvve-i hâfızalarında ve çekirdeklerinde ve sair elvah-ı misâlieyede yazmak ve her zîruhun, hususan insanların defter-i a'mâllerini elvah-ı mahfûzada tesbit etmek ve geçirmek; elbette öyle muhit bir kader ve hâkimane bir takdir ve müdakkikane bir kayıt ve hafîzane bir kitabet; ancak Mahkeme-i Kübra'da umumî bir muhakeme neticesinde, daimi bir mükâfat ve mücâzat için olabilir. Yoksa o ihatalı ve inceden ince olan kayıt ve muhafaza bütün bütün mânasız, faidesiz kalır. Hikmete ve hakikate münafi olur. Hem, Haşir gelmezse; kader kalemiyle yazılan bu kitab-ı kâinatın bütün muhakkak mânaları bozulur ki, hiçbir cihet-i imkanı olmaz. Ve o ihtimal, bu kâinatın vücudunu inkâr gibi bir muhal, belki bir hezeyan olur...

E l h â s ı l : Îmanın beş rüknü, bütün delilleriyle Haşir ve Neşrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-ı âhiretin vücuduna ve açılmasına delâlet edip isterler ve şehadet edip talep ederler. İşte bu hakikat-ı Haşriyenin, azametine tam muvafık böyle azametli ve sarsılmaz direkleri ve bürhanları bulunduğu içindir ki: Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın hemen hemen üçden birisini Haşir ve Âhiret teşkil ediyor. Ve onu, bütün hakaikına temel taşı ve üssü'l-esas yapıyor. Ve herşeyi onun üstüne bina ediyor...


(Mukaddeme nihayet buldu)


Baştaki âyetin mu'cizane işaret ettikleri dokuz tabaka berâhin-i Haşriyeye dair "Dokuz makam"dan "Birinci Makam":

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمِنِ الرَّحِيم


فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُسْبِحُونَ *وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمَوَاتِ وَاْ.


لاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهَرُونَ * يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذَلِكَ تُخْرَجُونَ

olan fıkradaki ferman-ı Haşre dair buradaki gösterdiği bürhan-ı bâhiri ve hüccet-i katıası beyan ve izah edilecek. İnşâallahür-Rahman...

* * *