Bencillik anaforundan biz şuuruna…

Yalnızlık Allah’a mahsustur. Hiç bir insan tek başına yapamaz. Çünkü çok çeşitli olan ihtiyaçlarını, tek başına kendisinin karşılaması mümkün değildir. Babamız Âdem aleyhisselam bile Cennet’te yalnız olamadı da Rabbinden bir arkadaş istedi.

Neden? Çünkü insan, medeni tabiatlı olarak yaratılmıştır. Yani, diğer hemcinsleriyle bir arada ve beraber yaşamak üzeredir fıtratı… Yaratılışından getirdiği bu özelliği, insan nefsi çoğu zaman hazmedemez; yaralar, zedeler ve zora sokar. Zira kişi, hem başkasına ihtiyaç duyar hem de başkasının varlığına tahammül edemez.

İmtihan için insana verilen nefsin özelliği de “Rabbena, hep bana!” demesidir. Varsa yoksa kendisi… Sadece kendisini sevenden, başkalarına hep kötülük gelir. Bu yüzden, sırf kendi derdinde olanların bencillikleri, çok çeşitli sömürü sistemleri doğurmuştur.
Hep, “Ben! Ben!” diyen, başkasını gözü görmeyen insan, kendisini manevi bir hapishanenin mahkûmu haline getirmiş, “Biz” duygusunu yerle bir etmiştir.

Kendi “Ben”i etrafında dönüp duran benciller, toplumda ihtiyaç duyulan birlikteliklerin mikrobu olmuşlardır. İslamiyet’in en mühim özelliklerinden biri de, insanı, bencilliğin anaforundan kurtararak, “Biz” şuuruna getirmesidir.
Bu, “Biz” şuurunun dünyada daha mükemmel bir örneği yoktur. Allah’ın kulu, Resulünün ümmeti olmak itibariyle, bütün müminler eşitlenmiş ve kardeş oldukları ilan edilmiştir.

Rabbimiz, Kur’anı Kerim’de apaçık buyurur: “Bütün müminler, ancak ve sadece kardeştir. Kardeşlerinizin arasını ıslah ediniz, düzeltiniz.” (Hucurat, 10)

‘Asrı Saadet’ denilen mutluluk çağı, bu kardeşleşmiş müminlerin gönül bereketiydi. Kardeşleştiler, ayrımı-gayrımı aradan kaldırdılar ve ebediyen bir ve beraber oldular. Böylece, dünyanın en sağlam cemiyetini oluşturdular. Önce kendi içlerinde, gerçek kulluğun sırrına erdiler; Kur’an’a ve ‘yaşayan Kur’an’ olan Efendimize tavizsiz ve pazarlıksız bir biçimde teslim oldular. Bu teslimiyetten öyle sağlam bir toplum ortaya çıktı ki onu hiçbir güç, hiçbir fitne ve entrika yıkamadı.

Müslüman cemaat adamıdır


Müslüman, daima birlik ve beraberlik içinde güç buldu; ayrılıkla, fitne ve fesatla sarsıldı ve derin zararlara uğradı. Bu tarihi gerçek gösteriyor ki müslüman, cemaat adamıdır. Müslüman, birlik ve beraberlik taraftarıdır. Müslüman, fitnenin katilden (adam öldürmek) daha şiddetli bir günah olduğuna inanır. Bu sebeple de birliğe, beraberliğe zarar verecek her türlü sözden ve hareketten, yılandan, akrepten kaçar gibi kaçar ve çekinir.

Müslümanın cemiyeti, cemaatlerden oluşur. Cemaatler, İslamiyet’in insan fıtratına verdiği önemi ve değeri gösterir. Her insan ayrı bir âlemdir. Hepsi insandır ama hiç biri diğerinin aynı değildir. Fıtratı birbirine daha çok uyanlar, bir araya gelip cemaatleşir, birlikte imana, İslam’a hizmet ederler. Cemaatler arasında metod ve yorum farkı olabilir ama asılda, özde, inançta fark olmaz.
Cemaat, bir liman gibi mensuplarını kucaklar, mensupları için bir sığınak ve korunak olur. Ancak, ayrı limanlarda bulunan müslümanlar arasında, ayrılık olmaz, olmamalı…

Tam tersine, gerektiğinde, her türlü birliği, beraberliği kurar, ortak düşmana karşı tavır alırlar. Zira onların asıl ve üst kimliği, Allah’ın kulu, Resulü’nün ümmeti olmaktır. Görüş ayrılıkları temelde değil, teferruattadır. İçtihat farkları, kavga konusu olmaz. İsabet eden iki sevap, etmeyen de bir sevap kazanır. En isabetli olan görüşü bilen de ancak Allah celle celaluhudur. Dolayısıyla müslüman, görüş, düşünce ve metot farkı yüzünden kavga etmez.

Bu farklar, İslam’ın fikir hürriyetine verdiği değeri ispatlar. Bu farklarla İslam toplumu tek renk, tek biçim, tek şekil olmaktan kurtulur; her insan kendine en uygun ayrıntıyı bulur ve mutluluğu dolu dolu yaşar. Teferruattaki farklar, müslümanı farklı kılmaz, ayırmaz, ötekileştirmez.

Mesela, bazen bir bakarsınız bir Şeyh Efendi, hem Nakşî hem Kadiri icazeti verir. Bir bakarsınız, medresedeki müderris, tekkede mürittir, mürşittir. Bu gerçeklerin ışığında İslam tarihine bakalım, görürüz ki kavgaların en büyük sebebi, dini değil, siyasidir.


Müslüman bir tek cemaattir

Cemaatler siyasi taassuptan uzak durmalı, daha çok birleştirici, beraberleştirici bir denge unsuru olmalıdır. Böyle olduğu içindir ki bizim mezheplerimiz, tarikatlarımız, cemaatlarımız arasında, Avrupa’dakine benzer savaşlar olmamıştır. Bu topluluklar, birbirlerini inkâr etmemiş, tam aksine daima mümin, müslüman saymıştır.

İslam mezhepleri arasında aşılamaz duvarlar yoktur. Zira aslı, özü, temel inançları hep aynıdır. Birinden diğerine geçilebilir. Tarikatlar da birbirinin rakibi değildir. Hatta bir tarikata girmek için başvuran, mürit adayına, hemen “Hoş geldin aramıza!” denilmez.

Böyle bir manevi eğitim dergâhına gelenin, gerçekten nasibi o kapıdamı diye bakılır. İstişare ve istihare bile yapılır. Ortaya çıkan neticeye göre, ya kabul edilir ya da “Nasibiniz bizde değil” denilir. Hatta bazen adres bile gösterilir; “Siz filancalara gidiniz” denilir. Çünkü o mübarek insanların görüşüne göre, “Müslümanların bütünü, bir tek cemaattir.”

Bugün de temel ihtiyaçlarımızın temelinde, “Bütün Müslümanların bir tek cemaat olduğu bilinci” vardır. Bu bilince ulaşmak için “Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun, istifadelerine taraftar olmak” gerekiyor. Bu tavır, ihlâsın da en belirgin göstergelerinden biridir.

İhlâslı bir mümin şöyle düşünür: “Adam, Allah desin de kiminle, nerede, nasıl derse desin; illa benim cemaatime, kitaplarıma, hocama tabi olması gerekmez. Neticede, hidayet Allah’tandır. Buna kim vesile olursa olsun, Allah onlardan razı olsun.”

Efendimiz aleyhissalatu vesselam, bütün müslümanları bir tek vücudun organlarına benzetir. Hangisine bir ağrı ve acı gelse onu tüm gövde hisseder. Acıda ve sevinçte birdir müslüman… Çünkü onları var eden, Allah’ın varlığı ve bir eden de Allah’ın birliğidir. Dolayısıyla, bu varlık ve birlik, hiçbir şeyle bozulmaz, çözülmez, dağılmaz.

Müslümanlar arasındaki bu birlik, müslüman olmayanları en çok etkileyen güzelliklerden biridir. Aynı zamanda, ehli imanın en büyük gücü… İlahi yardımı en çok cezbeden sır da bu birliktedir.

Bu birlik nasıl bir hidayete davetiye ise ayrılıklardan meydana gelen gayrilikler de İslam’dan uzaklaşmaya vesiledir. Böyle bir uzaklaşmaya vesile olmak, ne büyük bir vebaldir!

Müslümanın elbisesi omzundan eskir

Müslüman’ın mabedi, camiidir. Camii, derleyen, toplayan demektir. Hem öyle derler toplar ki orada hiç kimse için özel ve numaralı yer yoktur. En fakirle, en zengin yan yana, omuz omuza gelir. Camide sadece gövdeler değil, gönüller de bir araya gelir ve böylece müslüman orada gerçekten cemaat olur.

Cemaat camide saflaşır, öyle omuz omuza gelir ki elbiseleri hep omzundan eskir. Sımsıkıdır saflaştıran, kardeşleştiren saflar; bu yüzden aralarına Şeytan asla giremez.

Aynı iman çizgisinde, gövdeleriyle birlikte gönüllerini de yan yana getiren iki kişinin değeri, iki değildir; 11’dir. Eğer sayı değerlerini artırmış da Sahabe gibi her biri 9’a yükselmişse, o zaman iki kişi, 99 kişinin güç ve kuvvetine ermiştir. Üç, beş, yüz, ya da bin kişinin değerini ve gücünü hangi bilgisayar hesaplayabilecektir?

Bu hakikati bilen mümin, asla tek başına kalmayı istemez, asla yalnızlığı seçmez, asla kendi başına kalıp insanlardan müstağni kalmaz, kalamaz.


Alman Müslümanların müthiş cevabı

Müslümanın şiarı, arkadaşlıktır, dostluktur, kardeşliktir. Bu muhabbetli iletişimlerden cemaatler doğar. Manevi birlikler, vakıflar, dernekler ya da sivil toplum kuruluşları, küçük cemaatlerdir. Bunların sayısı, boyutları önemli değildir. Önemli olan, niyetleri, maksatları, faaliyetleri ve hizmetleridir. Ve birbirlerine bakışları…

Bunların birbirlerine kardeşçe, dostça bakmaları gerekir. Metot farklarını hoş görmeleri ve birbirini din kardeşi olarak kucaklamaları gerekir. Nasıl askerdeki karacılar, havacılar ve denizciler birbirine rakip değil, tam tersine destektirler… Aynen bu misaldeki gibi çeşitli cemaatler de birbirini çürütmeye ve etkisiz hale getirmeye değil; birbirini desteklemeye ve güçlendirmeye çalışmalıdırlar. En azından birbirini kardeş bilip dualaşmalıdırlar. Dua bağı da yoksa müslümanı ne bağlar ki, birbirine…
Almanya’da çalıştığım sırada, bir grup müslüman Almanla da tanışmıştım. Hepsi de kültürlü, genç bir ekipti. Bizi de arada bir ziyaret ediyorlardı. Bir arkadaşımız, bir gün, onları kendi cemaatine davet etti.

- Gelin, bize katılın, dedi. O Alman gençlerin cevabı çok ibretliydi:
- Biz sizleri çok seviyoruz. Anadolu müslümanları çok iyi, mükrim, dost… Fakat birbirlerini hiç sevmiyorlar. Hangisine gitsek, hemen diğer müslüman cemaatler hakkında kötü şeyler konuşuyorlar. Bu sebeple biz, aramızda karar verdik:
- Biz sizleri, bütün cemaatlerinizi çok seviyoruz. Bu yüzden, hem hepinizdeniz hem de hiç birinizdeniz. Bizi lütfen böyle kabul ediniz.

Mehmed Akif Dedem de şöyle sorar: “Müslümanlar tek tek iyi insanlar… Amma bu iyi insanlar, niçin bir araya gelip de bir heyet-i içtimaiye (sosyal birliktelik) kurup iyiliği çoğaltmıyorlar?”

Akif Dede, bu soruyu büyük bir iç yangınıyla, tam yüz sene önce söylemiş. İnşaallah, şimdilerde durum değişiyor.
İşte cemaatler, tarikatlar, vakıflar, dernekler, bu heyet-i içtimaiyenin örnekleridir. Birlikte kuvvet, ayrılıkta azap vardır. ”Hep kötüler mi bir araya gelip kötülüğü çoğaltacak?” diyen müslümanlar bir araya geliyor, birlikten doğan gücü hayır yolunda ortaya koyuyorlar.

Hayır yolunda cemaatleşmiş olan müslümanların en çok dikkat etmesi gereken düstur şudur: İyilik için bir araya gelmiş olanlar, birbirine ya da kendilerine benzeyenlere taş atıp kötüleri sevindirmemelidir. Eğer böyle yaparlar, birbirini çürütüp de etkisiz hale getirirlerse bu büyük bir vebaldir.

Ne mutlu, iyilik için bir araya gelmiş olanlara ve bütün müslümanları kardeş bilenlere!

VEHBİ VAKKASOĞLU