6 sonuçtan 1 ile 6 arası

Konu: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 32. Söz

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart SÖZLER / Risale-i Nur'dan 32. Söz

    Otuz İkinci Söz



    Şu Söz Üç Mevkıftır


    Yirmi İkinci Sözün Sekizinci Lem’asını izah eden bir zeyildir.


    Mevcudat-ı âlem vahdâniyete şehadet ettikleri elli beş lisandan ki Katre risalesinde onlara işaret edilmiş birinci lisanına bir tefsirdir ve لَوْ كَانَ فِيهِمَاۤ اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا âyetinin pek çok hakaikinden, temsil libası giydirilmiş bir hakikattir.





    Birinci Mevkıf


    بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
    1

    لَوْ كَانَ فِيهِمَاۤ اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا
    2

    لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ
    3

    BİR RAMAZAN gecesinde, şu kelâm-ı tevhidînin on bir cümlesinin herbirinde, birer tevhid mertebesi ve birer müjde bulunduğunu ve o mertebelerden yalnız Lâ şerîke lehu’daki mânâyı, basit avâmın fehmine gelecek bir muhavere-i temsiliye ve bir münazara-i faraziye tarzında ve lisan-ı hâli lisan-ı kàl suretinde söylemiştim. Bana hizmet eden kıymettar kardeşlerimin ve mescid arkadaşlarımın arzuları ve istemeleri üzerine o muhavereyi yazıyorum. Şöyle ki:
    Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi umum envâ-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farz ediyoruz ki, o şahs-ı farazî, mevcudat-ı âlemden birşeye rab olmak istiyor ve hakikî mâlik olmak dâvâ etmektedir.

    İşte, o müddeî, evvelâ mevcudatın en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona rab ve hakikî mâlik olmakta olduğunu, zerreye tabiat lisanıyla, felsefe diliyle söyler. O zerre dahi, hakikat lisanıyla ve hikmet-i Rabbânî diliyle der ki:

    “Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrı ayrı her masnua girip işliyorum. Eğer bütün o vezâifi bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa

    “Hem benim gibi had ve hesaba gelmeyen zerrat içinde beraber gezip iş görüyoruz. (HAŞİYE 1) Eğer bütün emsalim o zerreleri de istihdam edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa “Hem kemâl-i intizamla cüz olduğum mevcutlara, meselâ kandaki küreyvât-ı hamrâya hakikî mâlik ve mutasarrıf olabilirsen, bana rab olmak dâvâ et, beni Cenâb-ı Haktan başkasına isnad et. Yoksa sus!

    “Hem bana rab olmadığın gibi, müdahale dahi edemezsin. Çünkü, vezâifimizde ve harekâtımızda o kadar mükemmel bir intizam var ki, nihayetsiz bir hikmet ve muhit bir ilim sahibi olmayan, bize parmak karıştıramaz. Eğer karışsa, karıştıracak. Halbuki, senin gibi câmid, âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz.”

    O müddeî, maddiyyunların dedikleri gibi dedi ki: “Öyle ise sen kendi kendine mâlik ol. Neden başkasının hesabına çalışmasını söylüyorsun?”

    Zerre ona cevaben der: “Eğer güneş gibi bir dimağım ve ziyası gibi ihatalı bir ilmim ve harareti gibi şümullü bir kudretim ve ziyasındaki yedi renk gibi muhit duygularım ve gezdiğim her yere ve işlediğim her mevcuda müteveccih birer yüzüm ve bakar birer gözüm ve geçer birer sözüm bulunsaydı, belki senin gibi ahmaklık edip kendi kendime mâlik olduğumu dâvâ ederdim. Haydi, def ol git, sen benden iş bulamazsın!”

    İşte, şeriklerin vekili zerreden meyus olunca, küreyvât-ı hamrâdan iş bulacağım diye, kandaki bir küreyvât-ı hamrâya rast gelir. Ona esbab namına ve tabiat ve felsefe lisanıyla der ki: “Ben sana rab ve mâlikim.”

    O küreyvât-ı hamrâ, yani yuvarlak, kırmızı mevcut, ona hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlâhiye diliyle der:

    “Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizamatımız bir olan kan ordusundaki bütün emsalime mâlik olabilirsen, hem gezdiğimiz ve kemâl-i hikmetle istihdam olunduğumuz bütün hüceyrât-ı bedene mâlik olacak bir dakik hikmet ve azîm kudret sende varsa, göster. Ve gösterebilirsen, belki senin dâvânda bir mânâ bulunabilir. Halbuki, senin gibi sersem ve senin elindeki sağır tabiat ve kör kuvvetle, değil mâlik olmak, belki zerre miktar karışamazsın.
    4 Çünkü bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki, ancak herşeyi görür ve işitir ve bilir ve yapar bir zât bize hükmedebilir. 5 Öyle ise sus! Vazifem o kadar mühim ve intizam o kadar mükemmeldir ki, seninle, senin böyle karma karışık sözlerine cevap vermeye vaktim yok” der, onu tard eder.

    Sonra, onu kandıramadığı için, o müddeî gider, bedendeki hüceyre tabir ettikleri menzilciğe rast gelir. Felsefe ve tabiat lisanıyla der: “Zerreye ve küreyvât-ı hamrâya söz anlattıramadım. Belki sen sözümü anlarsın. Çünkü sen gayet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın. Öyle ise ben seni yapabilirim. Sen benim masnuum ve hakikî mülküm ol” der.

    O hüceyre, ona cevaben, hikmet ve hakikat lisanıyla der ki:

    “Ben çendan küçücük bir şeyim. Fakat pek büyük vazifelerim, pek ince münasebetlerim ve bedenin bütün hüceyrâtına ve heyet-i mecmuasına bağlı alâkalarım var. Ezcümle, evride ve şerâyin damarlarına ve hassâse ve muharrike âsaplarına ve cazibe, dafia, müvellide, musavvire gibi kuvvelere karşı derin ve mükemmel vazifelerim var. Eğer bütün bedeni, bütün damar ve âsab ve kuvveleri teşkil ve tanzim ve istihdam edecek bir kudret ve ilim sende varsa ve benim emsalim ve san’atça ve keyfiyetçe birbirimizin kardeşi olan bütün hüceyrât-ı bedeniyeye tasarruf edecek nafiz bir kudret, şamil bir hikmet sende varsa, göster; sonra ‘Ben seni yapabilirim’ diye dâvâ et. Yoksa haydi git! Küreyvât-ı hamrâ bana erzak getiriyorlar. Küreyvât-ı beyzâ da bana hücum eden hastalıklara mukabele ediyorlar. İşim var, beni meşgul etme.

    “Hem senin gibi âciz, câmid, sağır, kör bir şey bize hiçbir cihetle karışamaz. Çünkü bizde o derece ince ve nazik ve mükemmel bir intizam (HAŞİYE 2) var ki, eğer bize hükmeden bir Hakîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak olmazsa intizamımız bozulur, nizamımız karışır.”
    6

    Sonra o müddeî onda da meyus oldu. Bir insanın bedenine rast gelir. Yine kör tabiat ve serseri felsefe lisanıyla, tabiiyyunun dedikleri gibi der ki: “Sen benimsin. Seni yapan benim. Veya sende hissem var.”

    Cevaben, o beden-i insan, hakikat ve hikmet diliyle ve intizamının lisan-ı hâliyle der ki:

    “Eğer bütün emsalim ve yüzümüzdeki sikke-i kudret ve turra-i fıtrat bir olan bütün insanların bedenlerine hakikî mutasarrıf olacak bir kudret ve ilim sende varsa

    “hem sudan ve havadan tut, tâ nebâtat ve hayvânâta kadar benim erzakımın mahzenlerine mâlik olacak bir servetin ve bir hâkimiyetin varsa

    “hem ben kılıf olduğum gayet geniş ve yüksek olan ruh, kalb, akıl gibi letâif-i mâneviyeyi benim gibi dar, süflî bir zarfta yerleştirerek, kemâl-i hikmetle istihdam edip ibadet ettirecek, sende nihayetsiz bir kudret, hadsiz bir hikmet varsa, göster. Sonra ‘Ben seni yaptım’ de. Yoksa sus!

    “Hem bendeki intizam-ı ekmelin şehadetiyle ve yüzümdeki sikke-i vahdetin delâletiyle, benim Sâniim herşeye kadîr, herşeye alîm, herşeyi görür ve herşeyi işitir bir Zâttır. Senin gibi sersem âcizin parmağı Onun san’atına karışamaz, zerre miktar müdahale edemez.”
    7

    O şeriklerin vekili, bedende dahi parmak karıştıracak yer bulamaz. Gider, insanın nev’ine rast gelir. Kalbinden der ki: “Belki bu dağınık, karma karışık olan cemaat içinde, şeytan onların ef’âl-i ihtiyariye ve içtimaiyelerine karıştığı gibi, belki ben de ahvâl-i vücudiye ve fıtriyelerine karışabileceğim ve parmak karıştıracak bir yer bulacağım. Ve onda bir yer bulup, beni tard eden bedene ve beden hüceyresine hükmümü icra ederim.”

    Onun için, beşerin nev’ine, yine sağır tabiat ve sersem felsefe lisanıyla der ki: “Siz çok karışık birşey görünüyorsunuz. Ben size rab ve mâlikim. Veyahut hissedarım” der.

    O vakit nev-i insan, hak ve hakikat lisanıyla, hikmet ve intizamın diliyle der ki:
    “Eğer bütün küre-i arza giydirilen ve nev’imiz gibi bütün hayvânat ve nebâtâtın yüz binler envâından rengârenk atkı ve iplerden kemâl-i hikmetle dokunan ve dikilen gömleği ve yeryüzüne serilen ve yüz binler zîhayat envâından nesc olunan ve gayet nakışlı bir surette icad edilen haliçeyi yapacak ve her vakit kemâl-i hikmetle tecdid edip tazelendirecek bir kudret ve hikmet sende varsa

    “hem, eğer biz meyve olduğumuz küre-i arza ve çekirdek olduğumuz âlemde tasarruf edecek ve hayatımıza lâzım maddeleri mîzan-ı hikmetle aktâr-ı âlemden bize gönderecek bir muhit kudret ve şamil bir hikmet sende varsa

    “ve yüzümüzdeki sikke-i kudret bir olan bütün gitmiş ve gelecek emsalimizi icad edecek bir iktidar sende varsa, belki bana rububiyet dâvâ edebilirsin. Yoksa, haydi sus! Benim nev’imdeki karma karışıklığa bakıp parmak karıştırabilirim deme. Çünkü intizam mükemmeldir. O karma karışık zannettiğin vaziyetler, kudretin kader kitabına göre kemâl-i intizamla bir istinsahtır. Çünkü, bizden çok aşağı olan ve bizim taht-ı nezaretimizde bulunan hayvânat ve nebâtâtın kemâl-i intizamları gösteriyor ki, bizdeki karışıklıklar bir nevi kitabettir.
    8

    “Hiç mümkün müdür ki, bir haliçenin her tarafına yayılan bir atkı ipini san’atkârâne yerleştiren, haliçenin ustasından başkası olsun? Hem bir meyvenin mucidi, ağacının mucidinden başkası olsun? Hem çekirdeği icad eden, çekirdekli cismin sâniinden başkası olsun?

    “Hem gözün kördür. Yüzümdeki mu’cizât-ı kudreti, mahiyetimizdeki havârık ı fıtratı görmüyorsun. Eğer görsen anlarsın ki, benim Sâniim öyle bir Zâttır ki, hiçbir şey Ondan gizlenemez,
    9 hiçbir şey Ona nazlanıp ağır gelemez. 10 Yıldızlar, zerreler kadar Ona kolay gelir. 11 Bir baharı bir çiçek kadar suhuletle icad eder. 12 Koca kâinatın fihristesini, kemâl-i intizamla benim mahiyetimde derc eden bir Zâttır. 13 Böyle bir Zâtın san’atına senin gibi câmid, âciz ve kör, sağır parmak karıştırabilir mi? Öyle ise sus, def ol git” der, onu tard eder.

    Sonra o müddeî gider, zeminin yüzüne serilen geniş haliçeye ve zemine giydirilen gayet müzeyyen ve münakkâş gömleğe, esbab namına ve tabiat lisanıyla ve felsefe diliyle der ki: “Sende tasarruf edebilirim ve sana mâlikim. Veya sende hissem var” diye dâvâ eder.

    O vakit, o gömlek, (HAŞİYE 3) o haliçe, hak ve hakikat namına, lisan-ı hikmetle o müddeîye der ki:

    “Eğer seneler, karnlar adedince yere giydirilip, sonra intizamla çıkarılıp geçmiş zamanın ipine asılan ve yeniden giydirilecek ve kemâl-i intizamla kader dairesinde programları ve biçimleri çizilen ve tayin olunan ve gelecek zamanın şeridine takılan ve intizamlı ve hikmetli, ayrı ayrı nakışları bulunan bütün gömlekleri, haliçeleri dokuyacak, icad edecek kudret ve san’at sende varsa

    “hem hilkat-i arzdan tâ harab-ı arza kadar, belki ezelden ebede kadar ulaşacak, hikmetli, kudretli iki mânevî elin varsa ve bütün atkılarımdaki bütün fertleri icad edecek, kemâl-i intizam ve hikmetle tamir ve tecdid edecek sende bir iktidar ve hikmet varsa

    “hem bizim modelimiz ve bizi giyen ve bizi kendine peçe ve çarşaf yapan küre-i arzı elinde tutup mucid olabilirsen, bana rububiyet dâvâ et. Yoksa, haydi dışarıya! Bu yerde yer bulamazsın.

    “Hem bizde öyle bir sikke-i vahdet ve öyle bir turra-i ehadiyet vardır ki, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olmayan ve bütün eşyayı bütün şuûnâtıyla birden görmeyen ve nihayetsiz işleri beraber yapamayan ve her yerde hazır ve nazır bulunmayan ve mekândan münezzeh olmayan ve nihayetsiz hikmet ve ilim ve kudrete mâlik olmayan, bize sahip olamaz ve müdahale edemez.”
    14

    Sonra o müddeî gider, “Belki küre-i arzı kandırıp orada bir yer bulurum” der. Gider, küre-i arza, (HAŞİYE 4) yine esbab namına ve tabiat lisanıyla der ki: “Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun. Öyle ise sen benim olabilirsin.”

    O vakit, küre-i arz, hak namına ve hakikat diliyle, gök gürültüsü gibi bir sadâ ile ona der ki:

    “Halt etme! Ben nasıl serseri, sahipsiz olabilirim? Benim elbisemi ve elbisemin içindeki en küçük bir noktayı, bir ipi intizamsız bulmuş musun ve hikmetsiz ve san’atsız görmüş müsün ki bana sahipsiz, serseri dersin? Eğer hareket-i seneviyemle takriben yirmi beş bin senelik (HAŞİYE 5) bir mesafede bir senede gezdiğim ve kemâl-i mizan ve hikmetle vazife-i hizmetimi gördüğüm daire-i azîmeye hakikî mâlik olabilirsen; ve kardeşlerim ve benim gibi vazifedar olan on seyyareye ve gezdikleri bütün dairelere ve bizim imamımız ve biz onunla bağlı ve cazibe-i rahmetle ona takılı olduğumuz güneşi icad edip yerleştirecek ve sapan taşı gibi beni ve seyyârât yıldızları ona bağlayacak ve kemâl-i intizam ve hikmetle döndürüp istihdam edecek bir nihayetsiz hikmet ve nihayetsiz kudret sende varsa, bana rububiyet dâvâ et. Yoksa, haydi cehennem ol, git! Benim işim var; vazifeme gidiyorum.

    “Hem bizlerdeki haşmetli intizamat ve dehşetli harekât ve hikmetli teshirat gösteriyor ki, bizim ustamız öyle bir Zâttır ki, bütün mevcudat, zerrelerden yıldızlara ve güneşlere kadar emirber nefer hükmünde Ona mutî ve musahhardırlar. Bir ağacı meyveleriyle tanzim ve tezyin ettiği gibi kolayca, güneşi seyyârâtla tanzim eder bir Hakîm-i Zülcelâl ve Hâkim-i Mutlaktır.”
    15

    Sonra o müddeî, yerde yer bulamadığı için gider, güneşe kalbinden der ki: “Bu çok büyük birşeydir. Belki içinde bir delik bulup bir yol açarım, yeri de musahhar ederim.” Güneşe şirk namına ve şeytanlaşmış felsefe lisanıyla, mecusîlerin dedikleri gibi der ki: “Sen bir sultansın. Kendi kendine mâliksin, istediğin gibi tasarruf edersin.”

    Güneş ise, hak namına ve hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlâhiye diliyle ona der:

    “Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Ben musahhar bir memurum. Seyyidimin misafirhanesinde bir mumdarım. Bir sineğe, belki bir sineğin kanadına dahi hakikî mâlik olamam. Çünkü sineğin vücudunda öyle mânevî cevherler ve göz, kulak gibi antika san’atlar var ki, benim dükkânımda yok, daire-i iktidarımın haricindedir”
    16 der, müddeîyi tekdir eder.

    Sonra o müddeî döner, firavunlaşmış felsefe lisanıyla der ki: “Madem kendine mâlik ve sahip değilsin, bir hizmetkârsın. Esbab namına benimsin” der.

    O vakit güneş, hak ve hakikat namına ve ubûdiyet lisanıyla der ki: “Ben öyle birinin olabilirim ki, bütün emsalim olan ulvî yıldızları icad eden ve semâvâtında kemâl-i hikmetle yerleştiren ve kemâl-i haşmetle döndüren ve kemâl-i ziynetle süslendiren bir Zât olabilir.”
    17

    Sonra o müddeî, kalbinden der ki: “Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karma karışık görünüyorlar. Belki onların içinde, müvekkillerim namına birşey kazanırım” der, onların içine girer. Onlara esbab namına, şerikleri hesabına ve tuğyan etmiş felsefe lisanıyla, nücumperest olan sâbiiyyunların dedikleri gibi der ki: “Sizler pek çok dağınık olduğunuzdan, ayrı ayrı hâkimlerin taht-ı hükmünde bulunuyorsunuz.”

    O vakit yıldızlar namına bir yıldız der ki:

    “Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki, bizim yüzümüzdeki sikke i vahdeti ve turra-i ehadiyeti görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizamat ı âliyemizi ve kavânin-i ubûdiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannediyorsun.

    “Bizler öyle bir Zâtın san’atıyız ve hizmetkârlarıyız ki, bizim denizimiz olan semâvâtı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesiregâhımız olan nihayetsiz feza-yı âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehaddir. Bizler, donanma elektrik lâmbaları gibi, Onun kemâl-i rububiyetini gösteren nuranî şahitleriz ve saltanat-ı rububiyetini ilân eden ışıklı burhanlarız. Herbir taifemiz, Onun daire-i saltanatında, ulvî, süflî, dünyevî, berzahî, uhrevî menzillerde haşmet-i saltanatını gösteren ve ziya veren nuranî hizmetkârlarız.
    18

    “Evet, herbirimiz kudret-i Vâhid-i Ehadin birer mu’cizesi; ve şecere-i hilkatin birer muntazam meyvesi; ve vahdâniyetin birer münevver burhanı; ve melâikelerin birer menzili, birer tayyaresi, birer mescidi; ve avâlim-i ulviyenin birer lâmbası, birer güneşi; ve saltanat-ı rububiyetin birer şahidi; ve feza-yı âlemin birer ziyneti, birer kasrı, birer çiçeği; ve semâ denizinin birer nuranî balığı; ve gökyüzünün birer güzel gözü (HAŞİYE 6) olduğumuz gibi, heyet-i mecmuamızda sükûnet içinde bir sükût ve hikmet içinde bir hareket ve haşmet içinde bir ziynet ve intizam içinde bir hüsn-ü hilkat ve mevzuniyet içinde bir kemâl-i san’at bulunduğundan, Sâni-i Zülcelâlimizi, nihayetsiz dillerle vahdetini, ehadiyetini, samediyetini ve evsâf-ı cemâl ve celâl ve kemâlini bütün kâinata ilân ettiğimiz halde, bizim gibi nihayet derecede sâfi, temiz, mutî, musahhar hizmetkârları karma karışıklık ve intizamsızlık ve vazifesizlik, hattâ sahipsizlikle ittiham ettiğinden tokada müstehaksın” der. O müddeînin yüzüne recm-i şeytan gibi bir yıldız, öyle bir tokat vurur ki, yıldızlardan tâ Cehennemin dibine onu atar. 19 Ve beraberinde olan tabiatı (HAŞİYE 7) evham derelerine ve tesadüfü adem kuyusuna ve şerikleri imtinâ ve muhaliyet zulümatına ve din aleyhindeki felsefeyi esfel-i sâfilînin dibine atar. Bütün yıldızlarla beraber o yıldız 20لَوْ كَانَ فِيهِمَاۤ اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا ferman-ı kudsîsini okurlar. Ve “Sinek kanadından tut, tâ semâvât kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki parmak karıştırsın” diye ilân ederler.



    سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
    21


    اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سِرَاجِ وَحْدَتِكَ فِى كَثْرَةِ مَخْلُوقَاتِكَ وَدَلاَّلِ وَحْدَانِيَّتِكَ فِى مَشْهَرِ كَاۤئِنَاتِكَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
    22


    * * *




    (HAŞİYE 1) Evet, müteharrik herbir şey, zerrattan seyyârâta kadar, kendilerinde olan sikke-i samediyet ile vahdeti gösterdikleri gibi, harekâtlarıyla dahi, gezdikleri bütün yerleri vahdet namına zaptederler, kendi Mâlikinin mülküne idhal ederler. Hareket etmeyen masnuat ise, nebâtattan nücum-u sevâbite kadar, birer mühr-ü vahdâniyet hükmündedirler ki, bulunduğu mekânı, kendi Sâniinin mektubu olduğunu gösterirler. Demek herbir nebat, herbir meyve birer mühr-ü vahdâniyet, birer sikke-i vahdettirler ki, mekânlarını ve vatanlarını, vahdet namına, Sânilerinin mektubu olduğunu gösterirler. Elhasıl, herbir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet namına zapteder. Demek bütün yıldızları elinde tutmayan, birtek zerreye rab olamaz.

    (HAŞİYE 2)
    Sâni-i Hakîm, beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halk etmiştir. Damarların bir kısmı telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da, çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelânına medardırlar. Kan ise, içinde iki kısım küreyvât halk edilmiş. Bir kısmı “küreyvât-ı hamrâ“ tabir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlâhî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor (tüccar ve erzak memurları gibi). Diğer kısmı küreyvât-ı beyzâdırlar ki, ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit müdafaaya girseler, Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile sür’atli bir vaziyet-i acibe alırlar. Kanın heyet-i mecmuası ise, iki vazife-i umumiyesi var: Biri bedendeki hüceyrâtın tahribatını tamir etmek, diğeri hüceyrâtın enkazlarını toplayıp bedeni temizlemektir. Evride ve şerâyin namında iki kısım damarlar var ki, biri sâfi kanı getirir, dağıtır, sâfi kanın mecrâlarıdır. Diğer kısmı, enkazı toplayan bulanık kanın mecrâsıdır ki, şu ikinci ise, kanı “ree“ denilen, nefesin geldiği yere getirirler. Sâni-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir: biri azot, biri müvellidülhumuza. Müvellidülhumuza ise, nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizaç eder. Buharî hâmız-ı karbon denilen, semli havaî bir maddeye inkılâb ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder. Çünkü, Sâni-i Hakîm, fenn-i kimyada aşk-ı kimyevî tabir edilen bir münasebet-i şedideyi, müvellidülhumuza ile karbona vermiş ki, o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlâhî ile o iki unsur imtizaç ederler. Fennen sabittir ki, imtizaçtan hararet hasıl olur. Çünkü imtizaç bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti budur ki: O iki unsurun, herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İmtizaç vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi bunun zerresiyle imtizaç eder, birtek hareketle hareket eder, bir hareket muallâk kalır. Çünkü imtizaçtan evvel iki hareket idi. Şimdi iki zerre bir oldu; her iki zerre, bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni-i Hakîmin bir kanunuyla hararete inkılâb eder. Zaten “Hareket harareti tevlid eder” bir kanun-u mukarreredir. İşte bu sırra binaen, beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi sâfi olur. İşte nefes dahile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş’âl ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, mu’cizât-ı kudret-i İlâhiye olan kelime meyvelerini veriyor. Fesübhâne men tehayyere fî sun’ihi’l-ukul!

    (HAŞİYE 3) Fakat şu haliçe hem hayattardır, hem intizamlı bir ihtizazdadır. Her vakit nakışları kemâl-i hikmet ve intizamla tebeddül eder-tâ ki, Nessâcının muhtelif cilve-i esmâsını ayrı ayrı göstersin.

    (HAŞİYE 4) Elhasıl: Zerre, o müddeîyi küreyvât-ı hamrâya havale eder. Küreyvât-ı hamrâ onu hüceyreye, hüceyre dahi beden-i insana, beden-i insan ise nev-i insana, nev-i insan onu zîhayat envâından dokunan arzın gömleğine, arzın gömleği dahi küre-i arza, küre-i arz onu güneşe, güneş ise bütün yıldızlara havale eder. Herbiri der: “Git, benden yukarıdakini zaptedebilirsen, sonra gel, benim zaptıma çalış. Eğer onu mağlûp etmezsen beni ele geçiremezsin.” Demek, bütün yıldızlara sözünü geçiremeyen, birtek zerreye rububiyetini dinletemez.

    (HAŞİYE 5)
    Bir dairenin takriben nısf-ı kutru yüz seksen milyon kilometre olsa, o daire kendisi takriben yirmi beş bin senelik mesafe olur.

    (HAŞİYE 6) Cenâb-ı Hakkın acaib-i masnuatına bakıp, temâşâ edip ve ettiren işaretleriz. Yani, semâvât hadsiz gözlerle zemindeki acaib-i san’at-ı İlâhiyeyi temâşâ eder gibi görünüyor. Semânın melâikeleri gibi, yıldızlar dahi, mahşer-i acaip ve garaip olan arza bakıyorlar ve zîşuurları dikkatle baktırıyorlar, demektir.

    (HAŞİYE 7) Fakat sukuttan sonra tabiat tevbe etti. Hakikî vazifesi tesir ve fiil olmadığını, belki kabul ve infial olduğunu anladı. Ve kendisi kader-i İlâhînin bir nevi defteri-fakat tebeddül ve tagayyüre kabil bir defteri-ve kudret-i Rabbâniyenin bir nevi programı ve Kadîr-i Zülcelâlin bir nevi fıtrî şeriati ve bir nevi mecmua-i kavânîni olduğunu bildi. Kemâl-i acz ve inkıyadla vazife-i ubûdiyetini takındı ve “fıtrat-ı İlâhiye“ ve “san’at-ı Rabbâniye“ ismini aldı.

    1 : “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.”
    2 : “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harap olup giderdi.” Enbiyâ Sûresi, 21:22.
    3 : “Allah’tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O birdir ve hiçbir şeriki yoktur. Mülk umumen Onundur; hamd bütünüyle Ona aittir. Hayatı veren de, ölümü veren de Odur. O, kendisine ölüm ârız olmayan Hayy-ı Ezelîdir. Bütün hayır Onun elindedir. Onun kudreti herşeye yeter. Herkesin ve herşeyin dönüşü de Onadır.” Buharî, Ezân 155, Teheccüd 21, Umre 12, Cihad 133, Bed’ü’l-Halk 11, Mağâzî 29, Daavât 18, 52, Rikâk 11, I’tisâm 3; Müslim, Zikir 28, 30, 74, 75, 76, Vitir 24, Cihad 158, Edeb 101; Tirmizî, Mevâkıt 108, Hac 104, Daavât 35, 36; Nesâî, Sehiv 83-86, Menâsik 163, 170, Îmân 12; İbni Mâce, Ticârât 40, Menâsik 84, Edeb 58, Dua 10, 14, 16; Ebû Dâvud, Menâsik 56; Dârîmî, Salât 88, 90, Menâsik 34, İsti’zân 53, 57; Muvatta’, Hac 127, 243, Kur’ân 20, 22.
    4 : bk. Ra’d Sûresi, 13:16; Ahkaf Sûresi, 46:4-5.
    5 : bk. Lokman Sûresi, 31:28; Şûrâ Sûresi, 42:11.
    6 : bk. Kehf Sûresi, 17:37; Meryem Sûresi, 19:67; Mü’minûn Sûresi, 23:12-14; Secde Sûresi, 32:7; Fâtır Sûresi, 35:11; Yâsîn Sûresi, 36:77.
    7 : bk. Hicr Sûresi,15:26; Nahl Sûresi, 16:4; Kehf Sûresi, 18:37; Meryem Sûresi, 19:67; Mü’minûn Sûresi, 23:12-14; Lokman Sûresi, 31:28; Secde Sûresi, 32:7; Fâtır Sûresi, 35:11.
    8 : bk. Bakara Sûresi, 2:164; Âl-i İmran Sûresi, 3:190; Ra’d Sûresi, 13:16; Tâhâ Sûresi, 20:50; Rûm Sûresi, 30:22; Câsiye Sûresi, 45:4.
    9 : bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:5, 29; İbrahim Sûresi, 14:38; Ahzâb Sûresi, 33:54; Mü’min Sûresi, 40:16; A’lâ Sûresi; 87:7.
    10 : bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:83; Ra’d Sûresi, 13:15; Fussilet Sûresi, 41:11.
    11 : bk. En’âm Sûresi, 6:97; A’râf Sûresi, 7:54; Nahl Sûresi, 16:12; Tâhâ Sûresi, 22:88.
    12 : bk. Mü’min Sûresi, 40:57; Şûrâ Sûresi, 42:29; Kaf Sûresi, 50:15; Nâziât Sûresi, 79:27.
    13 : bk. Enbiyâ Sûresi, 21:30.
    14 : bk. Bakara Sûresi, 2:115, 148, 164, 258; Yûnus Sûresi, 10:5; Nahl Sûresi, 16:65; Furkan Sûresi, 25:2, 49: Ankebût Sûresi, 29:63, Rûm Sûresi, 30:50; Fâtır Sûresi, 35:9; Yâsîn Sûresi, 36:33.
    15 : bk. Bakara Sûresi, 2:22, 164; Ra’d Sûresi, 13:2; İbrahim Sûresi, 14:32-33; Nahl Sûresi, 16:12; Ankebût Sûresi, 29:44, 61; Lokman Sûresi, 31:25, 29; Secde Sûresi, 32:4; Fâtır Sûresi, 35:13, 40.
    16 : bk. Yûnus Sûresi, 10:5; Nahl Sûresi, 16:12; Hac Sûresi, 22:18, 73; Yâsin Sûresi, 36:38.
    17 : bk. Yâsin Sûresi, 36:38-40; Sâffât Sûresi, 37:6; Fussilet Sûresi, 41:12; Mülk Sûresi, 67:5.
    18 : bk. Bakara Sûresi, 2:117; Nahl Sûresi, 16:49; Nûr Sûresi, 24:41; Rûm Sûresi, 30:26.
    19 : bk. Mülk Sûresi, 67:5.
    20: “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harap olur giderdi.” Enbiyâ Sûresi, 21:22.
    21 : “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin.” Bakara Sûresi, 2:32.
    22 : Allahım! Mahlûkatının kesret daireleri içinde sirâc-ı vahdetin ve kâinatının meşherinde dellâl-ı vahdâniyetin olan Efendimiz Muhammed’e ve bütün âl ve ashabına salât ve selâm olsun.


    Seni çok Özledim Annem

  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 32. Söz

    فَانْظُرْ اِلٰى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْىِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا
    1

    âyetinin ezelî bağından bir çiçeğine işaret eden Arabî fıkralardır.


    قَصِيدَةٌ مَنْظُومَةٌ مُحَرَّرَةٌحَتّٰى كَاَنَّ الشَّجَرَةَ الْمُزَهَّرَةَاَوْ فَتَحَتْ بِكَثْرَةٍ عُيُونَهَا الْمُبَصَّرَةَوَتُنْشِدُ لِلْفَاطِرِ الْمَدَاۤئِحَ الْمُبَهَّرَةَاَوْ زَيَّنَتْ لِعِيدِهَا اَعْضَاۤئَهَا الْمُخَضَّرَةَلِتَنْظُرَ لِلصَّانِع ِالْعَجَاۤئِبَ الْمُنَشَّرَةَوَتُشْهِرَ فِى الْمَحْضَرِ مُرَصَّعَاتِ الْجَوْهَرِلِيَشْهَدَ سُلْطَانُهَا اٰثَارَهُ الْمُنَوَّرَةَبِكَنْزِهَا الْمُدَخَّرِ مِنْ جُودِ رَبِّ الثَّمَرِوَتُعْلِنَ لِلْبَشَرِ حِكْمَةَ خَلْقِ الشَّجَرِ مَاۤ اَزْيَنَ بُرْهَانَهُ، مَاۤ اَبْيَنَ تِبْيَانَهُسُبْحَانَهُ مَاۤ اَحْسَنَ اِحْسَانَهُ
    2


    خَيَالْ بِينَدْ اَزِينْ اَشْجَارْ مَلاَئِكْ رَا جَسَدْ اۤمَدْ سَمَاوِى بَا هَزَارَانْ نَىْ.. اَزِينْ نَيْهَا شُنِيدَتْ هُوشْ سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ.. وَرَقْهَارَا زَبَانْ دَارَنْدَ هَمَه هُو هُو ذِكْر اۤرَنْد بَدَرْ مَعْناَىِ حَىُّ حَىُّ.. چُو لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُو بَرَابَرْ مِيزَنَنْد هَرْ شَىْ.. دَمَا دَمْ جُويَدَنْد يَا حَقْ سَرَاسَرْ گُويَدَنْد يَا حَىْ بَرَابَرْ مِيزَنَنْداَللهْ
    3


    وَنَزَّلْنَا مِنَ السَّمَاۤءِ مَاۤءً مُبَارَكًا
    4



    Arabî fıkranın tercümesi:

    Yani, güya çiçek açmış herbir ağaç, güzel yazılmış manzum bir kasidedir ki, o kaside Fâtır-ı Zülcelâlin medâyih-i bâhiresini inşad edip, şairane lisan-ı hâl ile söylüyor.

    Veyahut o çiçek açmış herbir ağaç, binler bakar ve baktırır gözlerini açmış, tâ Sâni-i Zülcelâlin neşir ve teşhir olunan acaib-i san’atını bir iki gözle değil, belki binler gözlerle baksın, tâ ehl-i dikkati öyle baktırsın.

    Veyahut o çiçek açan herbir ağaç, umumî bayram olan baharın içindeki hususî bayramında ve resmigeçit-misal bir anda yeşillenmiş âzâlarını en süslü müzeyyenatla süslemiş. Tâ ki, onun Sultan-ı Zülcelâli, ona ihsan ettiği hedâyâyı ve letâifi ve âsâr-ı nuraniyesini müşahede etsin. Hem meşher-i san’at-ı İlâhiye olan zeminin yüzünde ve bahar mevsiminde, murassaât-ı rahmetini enzâr-ı halka teşhir etsin. Ve şecerin hikmet-i hilkatini beşere ilân etsin. İncecik dallarında ne kadar mühim hazineler bulunduğunu ve ihsanat-ı Rahmâniyenin meyvelerinde ne derece mühim defineler var olduğunu göstermekle kemâl-i kudret-i İlâhiyeyi göstersin.





    * * *






    Birinci Mevkıfın küçük bir zeyli

    Festemi’ âyet: 5 اَفَلَمْ يَنْظُرُوۤا اِلَى السَّمَاۤءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا

    ilâ âhir-i âyet...

    ثُمَّ انْظُرْ اِلٰى وَجْهِ السَّمَاۤءِ كَيْفَ تَرٰى سُكُوتًا فِى سُكُونَةٍ، حَرَكَةً فِى حِكْمَةٍ، تَلَئْلُئاً فِى حَشْمَةٍ، تَبَسُّمًا فِى زِينَةٍ، مَعَ اِنْتَظَامِ الْخِلْقَةِ، مَعَ اِتِّزَانِ الصَّنْعَةِ، تَشَعْشُعُ سِرَاجِهَا، تَهَلْهُلُ مِصْبَاحِهَا، تَلَئْلُؤُ نُجُومِهَا، تُعْلِنُ ِلاَهْلِ النُّهٰى، سَلْطَنَةً بِلاَۤ اِنْتِهَاۤءٍ
    6
    اَفَلَمْ يَنْظُرُوۤا اِلَى السَّمَاۤءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَاilâ âhir-i âyet...

    Bu âyetin bir nevi tercümesi olan

    ثُمَّ انْظُرْ اِلٰى وَجْهِ السَّمَاۤءِ كَيْفَ تَرٰى سُكُوتًا فِى سُكُونَةٍ
    tercümesidir.

    Yani, âyet-i kerime, nazar-ı dikkati, semânın ziynetli ve güzel yüzüne çeviriyor. Tâ, dikkat-i nazar ile, semânın yüzünde fevkalâde sükûnet içinde bir sükûtu görüp, bir Kadîr-i Mutlakın emir ve teshiriyle o vaziyeti aldığını anlasın. Yoksa, eğer başıboş olsaydılar, birbiri içinde o dehşetli hadsiz ecram, o gayet büyük küreler ve gayet sür’atli hareketleriyle öyle bir velveleyi çıkarmak lâzımdı ki, kâinatın kulağını sağır edecekti. Hem öyle bir zelzele-i hercümerc içinde karışıklık olacaktı ki, kâinatı dağıtacaktı. Yirmi camus birbiri içinde hareket etse ne kadar velveleli bir hercümerce sebebiyet verdiği malûm. Halbuki, küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür’atli hareket edenler, yıldızlar içerisinde var olduğunu kozmoğrafya söylüyor. İşte, sükûnet içindeki sükût-u ecramdan, Sâni-i Zülcelâlin ve Kadîr-i Zülkemâlin derece-i kudret ve teshirini ve nücumun Ona derece-i inkıyad ve itaatini anla.

    حَرَكَةً فِى حِكْمَةٍ Hem, semânın yüzünde, hikmet içinde bir hareketi görmeyi âyet emrediyor. Evet, gayet acip ve azîm o harekât, gayet dakik ve geniş hikmet içindedir. Nasıl ki bir fabrikanın çarklarını ve dolaplarını bir hikmet içinde çeviren bir san’atkâr, fabrikanın azamet ve intizamı derecesinde derece-i san’at ve maharetini gösterir. Öyle de, koca güneşe, seyyârâtla beraber fabrika vaziyetini veren ve o müthiş azîm küreleri sapan taşları misillü ve fabrika çarkları gibi etrafında döndüren bir Kadîr-i Zülcelâlin derece-i kudret ve hikmeti, o nisbette nazara tezahür eder.

    تَلَئْلُئاً فِى حَشْمَةٍ تَبَسُّمًا فِى زِينَةٍ Yani, hem, semâvât yüzünde öyle bir haşmet içinde bir parlamak ve bir ziynet içinde bir tebessüm var ki, Sâni-i Zülcelâlin ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir san’atı olduğunu gösterir. Donanma günlerinde kesretli elektrik lâmbaları sultanın derece-i haşmetini ve terakkiyât-ı medeniyede derece-i kemâlini gösterdiği gibi, koca semâvât, o haşmetli, ziynetli yıldızlarıyla Sâni-i Zülcelâlin kemâl-i saltanatını ve cemâl-i san’atını öylece nazar-ı dikkate gösteriyorlar.

    مَعَ اِنْتِظَامِ الْخِلْقَةِ مَعَ اِتِّزَانِ الصَّنْعَةِ Hem diyor ki: Semânın yüzündeki mahlûkatın intizamını, dakik mizanlar içinde masnuatın mevzuniyetini gör ve anla ki, onların Sânii ne kadar Kadîr ve ne kadar Hakîm olduğunu bil.

    Evet, muhtelif ve küçük cirimleri veyahut hayvanları döndüren ve bir vazife için çeviren ve bir mizan-ı mahsusla herbirini muayyen bir yolda sevk eden bir zâtın derece-i iktidar ve hikmetini ve hareket eden cirmlerin ona derece-i itaat ve musahhariyetlerini gösterdikleri gibi, koca semâvât o dehşetli azametiyle, hadsiz yıldızlarıyla ve o yıldızlar da dehşetli büyüklükleriyle ve gayet şiddetli hareketleriyle beraber, zerre miktar ve bir saniyecik kadar hudutlarından tecavüz etmemeleri, bir âşire-i dakika kadar vazifelerinden geri kalmamaları, Sâni-i Zülcelâllerinin ne kadar dakik bir mizan-ı mahsusla rububiyetini icra ettiğini nazar-ı dikkate gösterirler.

    Hem de şu âyet gibi, Sûre-i Amme’de ve sâir âyetlerde beyan olunan teshir-i şems ve kamer ve nücumla işaret ettiği gibi,


    تَشَعْشُعُ سِرَاجِهَا، تَهَلْهُلُ مِصْبَاحِهَا، تَلَئْلُؤُ نُجُومِهَا، تُعْلِنُ ِلاَهْلِ النُّهٰى، سَلْطَنَةً بِلاَ اِنْتِهَاۤءٍ

    Yani, semanın müzeyyen tavanına, güneş gibi ışık verici, ısındırıcı bir lâmbayı takmak; gece-gündüz hatlarıyla, kış-yaz sahifelerinde mektubât-ı Samedâniyeyi yazmasına bir nur hokkası hükmüne getirmek; ve yüksek minare ve kulelerdeki büyük saatlerin parlayan akrepleri misillü, kubbe-i semâda kameri zamanın saat-i kübrâsına bir akrep yapmak, mütefavit çok hilâller suretinde her geceye güya ayrı bir hilâl bırakıp, sonra dönüp kendine toplamak, menzillerinde kemâl i mizanla, dakik hesapla hareket ettirmek; ve kubbe-i semâda parlayan, tebessüm eden yıldızlarla göğün güzel yüzünü yaldızlamak, elbette nihayetsiz bir saltanat-ı rububiyetin şeâiridir. Zîşuura, Onu iş’âr eden muhteşem bir Ulûhiyetin işârâtıdır; ehl-i fikri imana ve tevhide davet eder.

    Bak kitab-ı kâinatın safha-i renginine,

    Hâme-i zerrîn-i kudret, gör, ne tasvir eylemiş.

    Kalmamış bir nokta-i muzlim çeşm-i dil erbâbına,

    Sanki âyâtın Hüdâ nur ile tahrir eylemiş.

    Bak, ne mu’ciz-i hikmet, iz’an-rübâ-yı kâinat,

    Bak, ne âli bir temâşâdır feza-yı kâinat.

    Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine,

    Nâme-i nurîn-i hikmet bak ne takrir eylemiş.

    Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:

    Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i sultanına,

    Birer burhan-ı nurefşânız vücub-u Sânie; hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz.

    Şu zeminin yüzünü yaldızlayan nazenin mu’cizâtı çün melek seyranına,

    Bu semânın arza bakan, Cennete dikkat eden, binler müdakkik gözleriz biz.

    Tûbâ-yı hilkatten semâvât şıkkına, hep kehkeşan ağsânına,

    Bir Cemîl-i Zülcelâlin dest-i hikmetiyle takılmış binler güzel meyveleriz biz.

    Şu semâvât ehline birer mescid-i seyyar, birer hane-i devvar, birer ulvî âşiyâne,

    Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i Cebbar, birer tayyareyiz biz.

    Bir Kadîr-i Zülkemâlin, bir Hakîm-i Zülcelâlin birer mu’cize-i kudret, birer harika-i san’at-ı Hâlıkane,

    Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.

    Böyle yüz bin dille yüz bin burhan gösteririz, işittiririz insan olan insana.

    Kör olası dinsiz gözü görmez oldu yüzümüzü. Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen âyetleriz biz.

    Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize musahharız, müsebbihiz abîdâne

    Zikrederiz, kehkeşanın halka-i kübrâsına mensup birer meczuplarız biz.








    1 : “Bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor!” Rum Sûresi, 30:50.
    2 : Arapça olarak yazılan bu metnin açıklaması aşağıda, “Arabî fıkranın tercümesi” bölümünde verilmiştir.
    3 : Hayal görüyor ki, bu ağaçlar meleklere cesed olmuş, onlardan binlerce ney sesi geliyor. Onların neylerinden fikir, Hay olan Cenâb-ı Hakkın medihlerini işitiyor. Onların yaprakları birer dil olmuş, her zaman yâ Hay, yâ Hay mânâsında “hû” , “hû” zikrini çekiyorlar. Ki her şey beraber, “Lâilâhe illâllah” diyor; her zaman yâ Hak, hakkı hayat istiyorlar; baştanbaşa ya Hay diyorlar; hep beraber “Allah” diye zikrediyorlar.
    4 : “Gökten bereketli bir su indirdik.” Kaf Sûresi, 50:9.
    5 : “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl bina edip süsledik.” Kaf Sûresi, 50:6.
    6 : Sonra göğün yüzüne bak, nasıl sükûnet içerisinde bir sessizlik, hikmet içerisinde bir hareket, haşmet içerisinde bir parıldama, zînet içerisinde bir tebessüm göreceksin. Bunlar intizam-ı hilkat, ittizân-ı san’at ile beraber olmaktadır. Kandilinin parlaması, lâmbasının ışık vermesi, yıldızlarının parıldamaları akıl sahiplerine sonsuz bir saltanatın varlığını ilân eder.


    Seni çok Özledim Annem

  3. #3
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 32. Söz

    İkinci Mevkıf

    بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
    قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ - اَللهُ الصَّمَدُ


    Şu Mevkıfın Üç Maksadı var.

    BİRİNCİ MAKSAT

    Bir yıldızın tokatıyla yere sukut eden ehl-i şirk ve dalâletin vekili, zerrelerden yıldızlara kadar hiçbir yerde zerre miktar şirke yer bulamadığından, o tarzdaki dâvâdan vazgeçip, fakat şeytan gibi, vahdete dair teşkikât yapmak için üç mühim sual ile, ehadiyete ve vahdete dair, ehl-i tevhide vesvese yapmak istedi.

    BİRİNCİ SUAL: Zındıka lisanıyla diyor ki: “Ey ehl-i tevhid! Ben, kendi müvekkillerim namına birşey bulamadım, mevcudatta bir hisse çıkaramadım, mesleğimi ispat edemedim. Fakat siz ne ile nihayetsiz bir kudret sahibi bir Vâhid-i Ehadi ispat ediyorsunuz? Neden Onun kudretiyle beraber başka eller karışmasını kabil görmüyorsunuz?”

    Elcevap: Yirmi İkinci Sözde kat’î ispat edilmiş ki, bütün mevcudat, bütün zerrat, bütün yıldızlar, herbiri Vâcibü’l-Vücudun ve Kadîr-i Mutlakın vücub-u vücuduna birer burhan-ı neyyirdir. Bütün kâinattaki silsilelerin herbiri Onun vahdâniyetine birer delil-i kat’îdir. Kur’ân-ı Hakîm, hadsiz burhanlarında ispat ettiği gibi, umumun nazarına en zâhir burhanları daha ziyade zikreder. Ezcümle,


    Seni çok Özledim Annem

  4. #4
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 32. Söz

    sh: » (S: 663)
    Hem meselâ adâlet perver, ihkak-i hakki sever ve ondan zevk alir bir hâkim, mazlumlarin haklarini vermekten ve mazlumlarin tesekkürlerinden, zalimleri tecziye etmekle mazlumlarin intikamlarini almaktan nasil memnun olur, bir zevk alir. Iste Hakîm-i Mutlak ve Âdil-i Bilhak ve Kahhar-i Zülcelâl, degil yalniz cin ve inste, belki bütün mevcûdâtta ihkak-i haktan, yâni herseye hakk-i vücudu ve hakk-i hayati vermekten ve vücud ve hayatini mütecavizlerden muhafaza etmekten ve dehsetli mevcûdlari tecavüzlerden tevkif ve durdurmaktan, hususan mahserde ve dâr-i âhirette cin ve insin muhakemesinden baska bütün zîhayata karsi tecelli-i kübrâ-yi adl ve hikmetten gelen maânî-i mukaddeseyi kiyas edebilirsin.
    Iste su üç misâl gibi, binbir Esmâ-i Ilahiyenin herbirinde pek çok tabakat-i hüsün ve cemâl ve fazl ve Kemâl bulundugu gibi, pek çok merâtib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriyâ vardir. Iste bundandir ki: "Vedud" ismine mazhar olan muhakkikîn-i evliya; "Bütün kâinatin mayesi, muhabbettir. Bütün mevcûdâtin harekâti, muhabbetledir. Bütün mevcûdâttaki incizab ve cezbe ve cazibe kanunlari, muhabbettendir." demisler. Onlardan birisi demis:
    فَلَكْ مَسْتْ مَلَكْ مَسْتْ نُجُومْ مَسْتْ سَموَاتْ مَسْتْ شَمْسْ مَسْتْ قَمَرْ مَسْتْ زَمِينْ مَسْتْ عَنَاصِرْ مَسْتْ نَبَاتْ مَسْتْ شَجَرْ مَسْتْ بَشَرْ مَسْتْ سَرَاسَرْ ذِى حَيَاتْ مَسْتْ هَمَه زَرَّاتِ مَوْجُودَاتْ بَرَابَرْ مَسْتْ دَرْمَسْتَسْتْ
    Yâni: Muhabbet-i Ilahiyenin tecellisinde ve o sarab-i muhabbetten herkes istidadina göre mesttir. Mâlûmdur ki: Her kalb, kendine ihsan edeni sever ve hakikî Kemâle muhabbet eder ve ulvî cemâle meftun olur. Kendiyle beraber sevdigi ve sefkat ettigi zâtlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever. Acaba, -sâbikan Beyân ettigimiz gibi- herbir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatiyla mes'ud eden ve binler Kemâlâtin menbai olan ve binler tabakat-i cemâlin medâri olan binbir Esmâsinin müsemmasi olan Cemil-i Zülcelâl, Mahbub-u ZülKemâl, ne derece ask ve muhabbete lâyik oldugu ve bütün kâinat,
    sh: » (S: 664)
    onun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasinin sâyeste bulundugu anlasilmaz mi?
    Iste su sirdandir ki; "Vedud" ismine mazhar bir kisim evliya, "Cennet'i istemiyoruz. Bir lem'a-i muhabbet-i Ilahiye, ebeden bize kâfidir" demisler.
    Hem ondandir ki; hadîste geldigi gibi: "Cennet'te bir dakika rü'yet-i cemâl-i Ilahî, bütün Cennet lezaizine faiktir."
    Iste su nihayetsiz Kemâlât-i muhabbet, vâhidiyet ve ehadiyet dairesinde Zât-i Zülcelâl'in kendi Esmâ ve mahlukatiyla hasil olur. Demek o daire haricinde tevehhüm olunan Kemâlât, Kemâlât degildir.
    BESINCI REMIZ: Bes noktadir:
    Birinci Nokta: Ehl-i dalaletin vekili der ki: "Ehadîsinizde dünya tel'in edilmis, "cîfe" ismiyle yâdedilmis. Hem bütün ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat, dünyayi tahkir ediyorlar. "Fenadir, pistir" diyorlar. Halbuki sen, bütün Kemâlât-i Ilahiyeye medâr ve hüccet, onu gösteriyorsun ve âsikane ondan bahsediyorsun?
    ELCEVAB: Dünyanin üç yüzü var:
    Birinci yüzü: Cenâb-i Hakk'in Esmâsina bakar. Onlarin nukusunu gösterir. Mânâ-yi harfiyle, onlara âyinedârlik eder. Dünyanin su yüzü, hadsiz mektûbât-i Samedâniyedir. Bu yüzü gâyet güzeldir. Nefrete degil, aska lâyiktir.
    Ikinci yüzü: Âhirete bakar. Âhiretin tarlasidir, Cennet'in mezraasidir, rahmetin mezheresidir. Su yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire degil, muhabbete lâyiktir.
    Üçüncü yüzü: Insanin hevesâtina bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanin mel'abe-i hevesâti olan yüzdür. Su yüz çirkindir. Çünki fânidir, zâildir, elemlidir, aldatir. Iste hadîste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettigi nefret, bu yüzdedir.
    Kur'an-i Hakîm'in kâinattan ve mevcûdâttan ehemmiyetkârane, istihsankârane bahsi ise; evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sâir ehlullahin mergub dünyalari, evvelki iki yüzdedir.
    sh: » (S: 665)
    Simdi, dünyayi tahkir edenler dört siniftir:
    Birincisi: Ehl-i mârifettir ki, Cenâb-i Hakk'in mârifetine ve muhabbet ve ibâdetine sed çektigi için tahkir eder.
    Ikincisi: Ehl-i âhirettir ki; ya dünyanin zarurî isleri onlari amel-i uhrevîden men'ettigi için veyahut suhud derecesinde îmân ile Cennet'in Kemâlât ve mehâsinine nisbeten dünyayi çirkin görür. Evet Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm'a güzel bir adam nisbet edilse, yine çirkin göründügü gibi; dünyanin ne kadar kiymetdar mehâsini varsa, Cennet'in mehâsinine nisbet edilse, hiç hükmündedir.
    Üçüncüsü: Dünyayi tahkir eder. Çünki eline geçmez. Su tahkir, dünyanin nefretinden gelmiyor; muhabbetinden ileri geliyor.
    Dördüncüsü: Dünyayi tahkir eder. Zira dünya, eline geçiyor. Fakat durmuyor, gidiyor. O da kiziyor. Teselli bulmak için tahkir eder. "Pistir" der. Su tahkir ise; o da, dünyanin muhabbetinden ileri geliyor. Halbuki makbul tahkir odur ki, hubb-u âhiretten ve mârifetullahin muhabbetinden ileri gelir.
    Demek makbul tahkir, evvelki iki kisimdir. Cenâb-i Hak, bizi onlardan yapsin. Âmîn bi-hürmeti Seyyid-il Mürselîn.
    * * *

    sh: » (S: 666)
    ÜÇÜNCÜ MEVKIF

    بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
    وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    Su üçüncü mevkif iki noktadir. O da iki mebhastir.
    BIRINCI MEBHAS
    وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ sirrinca: Herseyden Cenâb-i Hakk'a karsi pencereler hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcûdâtin hakaiki, bütün kâinatin hakikati; Esmâ-i Ilahiyeye istinad eder. Herbir seyin hakikati, bir isme veyahut çok Esmâya istinad eder. Esyadaki sifatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayaniyor. Hattâ hakikî fenn-i hikmet, "Hakîm" ismine ve hakikatli fenn-i tip "Sâfi" ismine ve fenn-i hendese "Mukaddir" ismine ve hâkezâ herbir fen, bir isme dayandigi ve onda nihayet buldugu gibi, bütün fünun ve Kemâlât-i beseriye ve tabakat-i kümmelîn-i insâniyenin hakikatlari, Esmâ-i Ilahiyeye istinad eder. Hattâ muhakkikîn-i evliyanin bir kismi demisler: "Hakikî hakaik-i esya, Esmâ-i Ilahiyedir. Mahiyet-i esya ise, o hakaikin gölgeleridir." Hattâ birtek zîhayat seyde, yalniz zâhir olarak yirmi kadar Esmâ-i Ilahiyenin cilve-i naksi görünebilir. Su ince ve dakik ve pek büyük ve genis hakikati, bir temsil ile fehme takribe çalisacagiz. Iki üç ayri ayri elek ile elemek Sûretinde tahlil edecegiz. Ne kadar uzun Beyân etsek yine kisadir. Usanmamak gerek. Söyle:
    Nasilki gâyet mâhir bir tasvirci ve heykeltras bir zât, gâyet güzel bir çiçekle ve insan cins-i lâtifinden gâyet güzel bir hasna'nin
    sh: » (S: 667)
    Sûret ve heykelini yapmak istese; evvelâ, o iki seyin umumî sekillerini Bâzi hatlarla tâyin eder. Su tayini, bir tanzim iledir, bir takdir ile yapiyor. Hendeseye istinaden hudud tâyin ediyor. Su tanzim ve takdir, bir hikmet ve ilim ile yapildigini gösteriyor ki, tanzim ve tahdid fiilleri, ilim ve hikmet pergeliyle dönüyor. Öyle ise, tanzim ve tahdid arkasinda, ilim ve hikmet mânâlari hükmediyor. Öyle ise, ilim ve hikmet pergeli, kendini gösterecek. Iste kendini gösterdi ki, o hududlar içinde, göz, kulak, burun, yaprak ve incecik püskülcükler gibi seylerin tasvirine basladi. Simdi görüyoruz ki: Içindeki pergelin harekâtiyla tâyin edilen a'zalar, san'atkârane ve inâyetkârane düsüyor. Öyle ise o ilim ve hikmet pergelini çeviren, arkada sun' ve inâyet mânâlari var, hükmediyorlar ve kendilerini gösterecekler. Iste ondandir ki; bir hüsün ve zînete kabiliyet gösteriyor. Öyle ise; sun' ve inâyeti çalistiran, irade-i tahsin ve kasd-i tezyindir. Öyle ise onlar hükmediyorlar ki; tezyine, tenvire basladi. Bir tebessüm vaziyetini gösterdi ve hayatdarlik heyetini verdi. Elbette su tahsin ve tenvir mânâsini çalistiran, lütuf ve kerem mânâsidir. Evet o iki mânâ, onda o derece hükmeder ki; âdeta o çiçek bir lütf-u mücessem, o heykel bir kerem-i mütecessiddir. Simdi bu mânâ-yi kerem ve lütfu çalistiran ve tahrik eden, "teveddüd ve taarrüf" mânâlaridir. Yâni: Kendini, hüneri ile tanittirmak ve halka kendini sevdirmek mânâlari arkada hükmediyor. Bu tanittirmak ve sevdirmek, elbette meyl-i merhamet ve irade-i nimetten geliyor. Mâdem rahmet ve irade-i nimet, arkada hükmediyor. Öyle ise o heykeli, nimetin enva'iyla dolduracak, tezyin edecek, o çiçegin Sûretini de bir hediyeye takacak. Iste o heykelin ellerini, kucagini ve ceplerini kiymetdar nimetler ile doldurdu ve o çiçek Sûretini de bir mücevherata takti. Demek bu rahmet ve irade-i nimeti çalistiran, terahhum ve tahannündür. Yâni "acimak ve sefkat etmek" mânâsi, rahmet ve nimeti tahrik ediyor. Ve o müstagni ve hiç kimseye ihtiyaci olmayan zâtta olan terahhum ve tahannün mânâsini tahrik eden ve izhara sevkeden, elbette o zâttaki mânevî cemâl ve Kemâldir ki, tezahür etmek isterler. Ve o cemâlin en sirin cüz'ü olan muhabbet ve en tatli kismi olan rahmet ise, san'at âyinesiyle görünmek ve müstaklarin gözleriyle kendilerini görmek isterler. Yâni cemâl ve Kemâl, (çünki bizzât sevilirler) her seyden ziyade kendi kendini severler. Hem hüsündür, hem asktirlar. Hüsün ve askin ittihadi bu noktadandir. Cemâl mâdem kendini sever, kendini âyinelerde görmek ister. Iste
    sh: » (S: 668)
    heykele konulan ve Sûrete takilan sevimli nimetler, güzel meyveler, o cemâl-i mânevînin -kendi kabiliyetlerine göre- birer lem'asini tasiyorlar. O lem'alari hem cemâl sahibine, hem baskasina gösteriyorlar.
    Aynen öyle de: Sâni'-i Hakîm, cenneti ve dünyayi, semâvati ve zemini, nebâtat ve hayvanati, cin ve insi, melek ve ruhaniyati, küllî ve cüz'î bütün esyayi; cilve-i Esmâsiyla eskalini tahdid ediyor, tanzim ediyor, birer miktar-i muayyene veriyor. Onun ile bunlara "Mukaddir, Munazzim, Mûsavvir" isimlerini okutturuyor. Öyle bir tarzda sekl-i umumîsinin hududunu tâyin eder ki, "Alîm, Hakîm" ismini gösterir. Sonra ilim ve hikmet cedveliyle, o hudud içinde, o seyin tasvirine baslar. Öyle bir tarzda ki, sun' ve inâyet mânâlarini ve "Sâni' ve Kerim" isimlerini gösteriyor. Sonra san'atin yed-i beyzasiyla, inâyetin firçasiyla o Sûretin, -eger birtek insan ve birtek çiçek ise- göz, kulak, yaprak, püskül gibi a'zalarina bir hüsün, bir zînet renkleri veriyor. Eger zemin ise; maadin, nebâtat ve hayvanatina bir hüsün ve zînet renkleri veriyor. Eger Cennet ise; baglarina, kasirlarina, hurilerine bir hüsün ve zînet renkleri veriyor ve hâkezâ... Baskalarini kiyas et.
    Hem öyle bir tarzda tezyin ve tenvir eder ki: Lütuf ve Kerem mânâlari, onda o derece hükmediyor ki; âdeta o mevcûd-u müzeyyen, o masnu-u münevver; bir lütf-u mücessem, bir kerem-i mütecessid hükmüne geçer. "Lâtif ve Kerim" ismini zikreder. Sonra o lütuf ve keremi su cilveye sevkeden, elbette teveddüd ve taarrüftür, yâni kendini zîhayata sevdirmek ve zîsuura bildirmek se'nleridir ki, "Lâtif, Kerim" isimlerinin arkalarinda "Vedud ve Maruf" isimlerini okutuyor ve masnuun lisan-i halinden isitiliyor. Sonra o müzeyyen mevcûdu, o güzel mahluku, leziz meyveler, sevimli neticelerle süslendirip, zînetten nimete, lütuftan rahmete çevirir. "Mün'im ve Rahîm" ismini okutturur ve zâhirî perdeler arkasinda, o iki ismin cilvesini gösterir. Sonra bu Rahîm ve Kerim'i, (Müstagni-i Ale-l itlak olan Zât'ta) bu cilveye sevkeden, elbette bir terahhum, tahannün se'nleridir ki; ism-i "Hannan ve Rahman"i okutturuyor ve gösteriyor. Su terahhum, tahannün mânâlarini cilveye sevkeden, elbette bir cemâl ve Kemâl-i zâtîdir ki, tezahür etmek ister. "Cemil" ismini ve Cemil isminde münderiç olan "Vedud ve Rahîm" isimlerini okutturuyor. Çünki cemâl, bizzât sevilir. Zîcemâl ve cemâl, kendi kendini sever. Hem hüsündür, hem muhab-
    sh: » (S: 669)
    bettir. Kemâl dahi, bizzât mahbubdur, sebebsiz olarak sevilir. Hem muhibdir, hem mahbubdur. Mâdem nihayetsiz derece-i Kemâlde bir cemâl ve nihayetsiz derece-i cemâlde bir Kemâl; nihayet derecede sevilir, muhabbete ve aska lâyiktir. Elbette âyinelerde ve âyinelerin kabiliyetlerine göre lemaâtini ve cilvelerini görmek ve göstermekle tezahür etmek ister. Demek Sâni'-i Zülcelâl'in ve Hakîm-i Zülcemâl'in ve Kadîr-i ZülKemâl'in zâtindaki cemâl-i zâtî ve Kemâlât-i zâtiyesi, terahhum ve tahannün ister ve "Rahman ve Hannan" isimlerini tecelliye sevkeder. Terahhum ve tahannün ise, rahmet ve nimeti göstermekle "Rahîm ve Mün'im" isimlerini cilveye sevkeder. Rahmet ve nimet ise; teveddüd, taarrüf se'nlerini iktiza edip "Vedud ve Maruf" isimlerini tecelliye sevkeder. Masnuun bir perdesinde onlari gösterir, teveddüd ve taarrüf ise; lütuf ve kerem mânâlarini tahrik eder. "Lâtif ve Kerim" isimlerini masnuun Bâzi perdelerinde okutturuyor. Lütuf ve kerem se'nleri ise, tezyin ve tenvir fiillerini tahrik eder. "Müzeyyin ve Münevvir" isimlerini masnuun hüsün ve nuraniyeti lisaniyla okutturur. Ve o tezyin ve tahsin se'nleri ise, sun' ve inâyet mânâlarini iktiza eder. Ve "Sâni' ve Muhsin" isimlerini, o masnuun güzel sîmasiyla okutturur. Ve o sun' ve inâyet ise, bir ilim ve hikmeti iktiza eder. Ve Ism-i "Alîm ve Hakîm"i, o masnuun intizâmli, hikmetli a'zasiyla okutturur. O ilim ve hikmet ise tanzim, tasvir, teskil fiillerini iktiza ediyor. "Mûsavvir ve Mukaddir" isimlerini masnuun heyetiyle, sekliyle okutturur, gösterir.
    Iste Sâni'-i Zülcelâl, bütün masnuatini öyle bir tarzda yapmis ki; ekserisi, hususan zîhayat kismi, çok Esmâ-i Ilahiyeyi okutturur. Güya herbir masnuuna ayri ayri, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmis, yirmi perdeye sarmis. Her gömlekte, her perdede ayri ayri Esmâsini yazmis. Meselâ: Temsilde gösterildigi gibi, tek güzel bir çiçekle, insanin kism-i sânisinden bir ferd-i hasnanin yalniz zâhirî hilkatlerinde, çok sahifeler vardir. Baska büyük ve küllî masnuati, o iki cüz'î misâle kiyas et.
    Birinci sahife: Umumî sekil ve mikdarini gösteren heyettir ki: "Ya Mûsavvir, ya Mukaddir, ya Munazzim" isimlerini yâdeder.
    Ikinci sahife: Sûretlerinde ayri ayri a'zalarin inkisafiyla hasil olan çiçek ve insanin basit heyetidir ki; o sahifede "Alîm, Hakîm" isimleri gibi çok isimler yaziliyor.
    sh: » (S: 670)
    Üçüncü sahife: O iki mahlukun ayri ayri a'zalarina, ayri ayri hüsün ve zînet vermekle, o sahifede "Sâni' ve Bâri'" isimleri gibi çok isimler yaziliyor.
    Dördüncü sahife: Öyle bir zînet ve hüsün, o iki masnua veriliyor ki; güya lütuf ve kerem tecessüm etmis, onlar olmus. O sahife "Ya Lâtif, Ya Kerim" gibi çok isimleri yâdeder, okur.
    Besinci sahife: O çiçege leziz meyveler, o hasnaya sevimli evlâdlar, güzel ahlâklar takmakla; o sahife "Ya Vedud, ya Rahîm, ya Mün'im" gibi isimleri okutturuyor.
    Altinci sahife: O in'am ve ihsan sahifesinde, "Ya Rahman, ya Hannan" gibi isimler okunuyor.
    Yedinci sahife: O nimetlerde, o neticelerde, öyle lemaât-i hüsün ve cemâl görünüyor ki, hakikî bir sevk ve sefkatle yogrulmus hâlis bir sükür ve safi bir muhabbete lâyik olur. O sahifede "Ya Cemil-i ZülKemâl, ya Kâmil-i Zülcemâl" isimleri yazili okunuyor.
    Iste yalniz bir güzel çiçek ve hasna bir insan ve yalniz maddî ve zâhir Sûretinde bu kadar Esmâyi gösterirse; acaba umum çiçekler ve bütün zîhayat ve büyük ve küllî mevcûdât, ne derece ulvî ve küllî Esmâyi okutuyor, kiyas edebilirsin.
    Hem insan ruh, kalb, akil cihetiyle ve hayat ve letâif sahifeleriyle "Hayy, Kayyum ve Muhyî" gibi ne kadar Esmâ-i kudsiye-i nuraniyeyi okur ve okutturur, kiyas edebilirsin.
    Iste, Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rûy-i zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Semâ da bir çiçektir; yildizlar, o çiçegin yaldizli nakislaridir. Günes de bir çiçektir; ziyasindaki yedi rengi, o çiçegin nakisli boyalaridir. Âlem, güzel ve büyük bir insandir; nasilki insan, küçük bir âlemdir. Huriler nev'i ve ruhânîler Cemâati ve melek cinsi ve cin taifesi ve insan nev'i, birer güzel sahis hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmistir. Hem herbiri külliyetiyle; hem herbir ferdi, tek basiyla Sâni'-i Zülcemâlinin Esmâsini gösterdikleri gibi; onun cemâline, Kemâline, rahmetine ve muhabbetine birer ayri ayri âyinelerdir. Ve nihayetsiz cemâl ve Kemâline ve rahmet ve muhabbetine birer sahid-i sadiktir. Ve o cemâl ve Kemâlin ve rahmet ve muhabbetin birer âyâtidir, birer emaratidir. Iste su nihayetsiz enva'-i Kemâlât, daire-i vâhidi
    sh: » (S: 671)
    yette ve ehadiyette hasildir. Demek o daire haricinde tevehhüm olunan Kemâlât, Kemâlât degildir.
    Iste hakaik-i esyanin Esmâ-i Ilahiyeye dayandigini ve istinad ettigini, belki hakikî hakaik, o Esmânin cilveleri oldugunu ve herseyin çok cihetlerle, çok dillerle Sâniini zikr ve tesbih ettigini anla. وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin bir mânâsini bil ve سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفَى بِشِدَّةِ ظُهُورِهِ de. Ve âyetlerin âhirlerinde olan وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ { وَ هُوَ الْغَفُورُ الرّحِيمُ { وَ هُوَ الْعَلِيمُ الْقَدِيرُ gibi zikir ve tekrarlarindaki bir sirri fehmet.
    Eger bir çiçekte Esmâyi okuyamiyorsan ve vâzih göremiyorsan; Cennet'e bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temasa et. Rahmetin su büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazilan Esmâyi vâzihan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakislarini anlar, görürsün.


    Seni çok Özledim Annem

  5. #5
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 32. Söz

    sh: » (S: 672)
    IKINCI NOKTANIN IKINCI MEBHASI
    Ehl-i dalaletin vekili, tutunacak ve dalaletini ona bina edecek hiçbir sey bulamadigi ve mülzem kaldigi zaman söyle diyor ki:
    "Ben, saadet-i dünyayi ve lezzet-i hayati ve terakkiyat-i medeniyeti ve Kemâl-i san'ati; kendimce, âhireti düsünmemekte ve Allah'i tanimamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördügüm için, insanin ekserisini bu yola seytanin himmetiyle sevkettim ve ediyorum.
    Elcevab: Biz dahi Kur'an namina diyoruz ki: Ey bîçare insan! Aklini basina al! Ehl-i dalaletin vekilini dinleme! Eger onu dinlersen hasaretin o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akil ve kalb ürperir. Senin önünde iki yol var:
    Birisi: Ehl-i dalaletin vekilinin gösterdigi sekavetli yoldur.
    Digeri: Kur'an-i Hakîm'in târif ettigi saadetli yoldur. Iste o iki yolun pekçok müvazenelerini, çok Sözlerde, hususan Küçük Sözlerde gördün ve anladin. Simdi makam münasebetiyle binde bir müvazenelerini yine gör, anla. Söyle ki:
    Sirk ve dalaletin ve fisk ve sefahetin yolu, insani nihayet derecede sukut ettiriyor. Hadsiz elemler içinde nihayetsiz agir bir yükü zaîf ve âciz beline yükletir. Çünki insan, Cenâb-i Hakk'i tanimazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit insan, gâyet derecede âciz ve zaîf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup, bütün sevdigi ve alâka peyda ettigi bütün esyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabini bir firak-i elîm içinde birakip, kabrin zulümatina yalniz olarak gider. Hem müddet-i hayatinda gâyet cüz'î bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kisacik bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ile ve emeller ile faydasiz çarpisir ve hadsiz arzularin ve makasidin tahsiline, semeresiz bosu bosuna çalisir. Hem kendi vücudu-
    sh: » (S: 673)
    nu yüklenemedigi halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasina yüklenir. Daha cehenneme gitmeden cehennem azabini çeker.
    Evet su elîm elemi ve dehsetli mânevî azabi hissetmemek için, ehl-i dalâlet ibtal-i his nev'inden gaflet sarhoslugu ile muvakkaten hissetmez. Fakat hissedecegi zaman yâni kabre yakin oldugu vakit birden hisseder. Çünki Cenâb-i Hakk'a hakikî abd olmazsa, kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki o cüz'î ihtiyar, o küçük iktidari ile su firtinali dünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatina muzir mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler taife düsmanlari, hayatina karsi tehacüm vaziyetinde görür. Elîm bir korku dehseti içinde her vakit kendine müdhis görünen kabir kapisina bakiyor. Hem bu vaziyette iken insâniyet itibariyle nev'-i insanî ile ve dünya ile alâkadar oldugu halde, dünyayi ve insani Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerim bir zâtin tasarrufunda tasavvur etmedigi ve onlari tesadüf ve tabiata havale ettigi için, dünyanin ehvali ve insanin ahvâli onu daima iz'ac eder. Kendi elemiyle beraber insanlarin elemini de çeker. Dünyanin zelzelesi, taunu, tufani, kaht u galasi, fena ve zevali, ona gâyet müz'iç ve karanlikli birer musibet Sûretinde onu tazib eder.
    Hem su haldeki insan, merhamet ve sefkate lâyik degildir. Çünki kendi kendine bu dehsetli vaziyeti veriyor. Sekizinci Söz'de kuyuya girmis iki kardesin müvazene-i halinde denildigi gibi; nasil bir adam, güzel bir bahçede, güzel bir ziyafette, güzel ahbablar içinde, nezahetli, tatli, namuslu, hos, mesru bir lezzet ve eglenceye kanaat etmeyip, gayr-i mesru ve mülevves bir lezzet için çirkin ve necis bir sarabi içse, sarhos olup kendini kis ortasinda, pis bir yerde ve hattâ canavarlar içinde tahayyül etse, titreyip bagirip çagirsa nasil merhamete lâyik degil. Çünki ehl-i namus ve mübarek arkadaslarini canavar tasavvur eder, onlara karsi hakaret eder. Hem ziyafetteki leziz taamlari ve temiz kaplari mülevves, pis taslar tasavvur eder, kirmaga baslar. Hem mecliste muhterem kitablari ve mânidar mektublari mânâsiz ve âdi nakislar tasavvur eder, yirtarak ayak altina atar ve hâkezâ... Böyle bir sahis, nasil merhamete müstehak degil, belki tokata müstehaktir. Öyle de: Sû'-i ihtiyarindan nes'et eden küfür sarhoslugu ile ve dalâlet divaneligiyle Sâni'-i Hakîm'in su misafirhane-i dünyasini, tesadüf ve tabiat oyuncagi oldugunu tevehhüm edip ve cilve-i Esmâ-i Ilahiyeyi tazelendiren masnuatin, zamanin geçmesiyle vazifelerinin
    sh: » (S: 674)
    bittiginden âlem-i gayba geçmelerini, adem ile îdam tasavvur ederek ve tesbihat sadalarini, zeval ve firak-i ebedî vaveylâsi olduklarini tahayyül ettiginden ve mektûbât-i Samedâniye olan su mevcûdât sahifelerini, mânâsiz, karmakarisik tasavvur ettiginden ve âlem-i rahmete yol açan kabir kapisini zulümat-i adem agzi tasavvur ettiginden ve eceli, hakikî ahbablara visal daveti oldugu halde, bütün ahbablardan firak nöbeti tasavvur ettiginden; hem kendini dehsetli bir azab-i elîmde birakiyor, hem mevcûdâti, hem Cenâb-i Hakk'in Esmâsini, hem mektûbâtini inkâr ve tezyif ve tahkir ettiginden, merhamete ve sefkate lâyik olmadigi gibi, siddetli bir azaba da müstehaktir. Hiçbir cihette merhamete lâyik degildir.
    Iste ey bedbaht ehl-i dalâlet ve sefahet! Su dehsetli sukuta karsi ve ezici me'yusiyete mukabil; hangi tekemmülünüz, hangi fünununuz, hangi Kemâliniz, hangi medeniyetiniz, hangi terakkiyatiniz karsi gelebilir? Ruh-u beserin esedd-i ihtiyaç ile muhtaç oldugu hakikî teselliyi nerede bulabilirsiniz? Hem güvendiginiz ve bel bagladiginiz ve âsâr-i Ilahiyeyi ve ihsanat-i Rabbâniyeyi onlara isnad ettiginiz hangi tabiatiniz, hangi esbabiniz, hangi serikiniz, hangi kesfiyatiniz, hangi milletiniz, hangi bâtil Mâbudunuz, sizi sizce îdam-i ebedî olan mevtin zulümatindan kurtarip, kabir hududundan, berzah hududundan, mahser hududundan, sirat köprüsünden hâkimâne geçirebilir, saadet-i ebediyeye mazhar edebilir? Halbuki kabir kapisini kapamadiginiz için, siz kat'î olarak bu yolun yolcususunuz. Böyle bir yolcu, öyle birisine dayanir ki, bütün bu daire-i azîme ve bu genis hududlar, onun taht-i emrinde ve tasarrufundadir.
    Hem dahi, ey bedbaht ehl-i dalâlet ve gaflet! "Gayr-i mesru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir." kaidesi sirrinca, siz, fitratinizdaki Cenâb-i Hakk'in zât ve sifât ve Esmâsina sarfedilecek muhabbet ve mârifet istidadini ve sükür ve ibâdat cihazatini, nefsinize ve dünyaya gayr-i mesru bir Sûrette sarfettiginizden, bil-istihkak cezasini çekiyorsunuz. Çünki Cenâb-i Hakk'a ait muhabbeti, nefsinize verdiniz. Mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belasini çekiyorsunuz. Çünki hakikî bir rahati o mahbubunuza vermiyorsunuz. Hem onu, hakikî mahbub olan Kadîr-i Mutlak'a tevekkül ile teslim etmiyorsunuz, daima elem çekiyorsunuz. Hem Cenâb-i Hakk'in Esmâ ve sifâtina ait muhabbeti, dünyaya verdiniz ve âsâr-i san'atini, âlemin esbabina taksim ettiniz; belasini çeki
    sh: » (S: 675)
    yorsunuz. Çünki o hadsiz mahbublarinizin bir kismi size Allahaismarladik demeyip, size arkasini çevirip, birakip gidiyor. Bir kismi sizi hiç tanimiyor, tanisa da sizi sevmiyor. Sevse de size bir fayda vermiyor. Daima hadsiz firaklardan ve ümidsiz dönmemek üzere zevallerden azab çekiyorsunuz.
    Iste ehl-i dalaletin saadet-i hayatiye ve tekemmülât-i insâniye ve mehâsin-i medeniyet ve lezzet-i hürriyet dedikleri seylerin iç yüzleri ve mahiyetleri budur. Sefahet ve sarhosluk bir perdedir, muvakkaten hissettirmez. "Tuh onlarin aklina!" de...
    Amma Kur'anin cadde-i nuraniyesi ise: Bütün ehl-i dalaletin çektigi yaralari, hakaik-i îmâniye ile tedâvi eder. Bütün evvelki yoldaki zulümati dagitir. Bütün dalâlet ve helâket kapilarini kapatir. Söyle ki:
    Insanin za'f ve aczini ve fakr ve ihtiyacini, bir Kadîr-i Rahîm'e tevekkül ile tedâvi eder. Hayat ve vücudun yükünü, Onun kudretine, rahmetine teslim edip; kendine yüklemeyip belki kendisi o hayatina ve nefsine biner hükmünde bir rahat makam bulur. Kendisinin "nâtik bir hayvan" degil, belki hakikî bir insan ve makbul bir misafir-i Rahman oldugunu bildirir. Dünyayi, bir misafirhane-i Rahman oldugunu göstermekle ve dünyadaki mevcûdât ise, Esmâ-i Ilahiyenin âyineleri olduklarini ve masnuati ise, her vakit tazelenen mektûbât-i Samedâniye olduklarini bildirmekle, insanin fena-yi dünyadan ve zeval-i esyadan ve hubb-u fâniyattan gelen yaralarini güzelce tedâvi eder ve evhamin zulümatindan kurtarir. Hem mevt ve eceli, âlem-i berzaha giden ve âlem-i bekada olan ahbablara visal ve mülâkat mukaddemesi olarak gösterir. Ehl-i dalaletin nazarinda bütün ahbabindan bir firak-i ebedî telakki ettigi ölüm yaralarini böylece tedâvi eder. Ve o firak, ayn-i lika oldugunu isbat eder. Hem kabrin âlem-i rahmete ve dâr-i saadete ve bagistan-i cinana ve nuristan-i Rahman'a açilan bir kapi oldugunu isbat etmekle, beserin en müdhis korkusunu izale edip, en elîm ve kasavetli ve sikintili olan berzah seyahatini, en leziz ve ünsiyetli ve ferahli bir seyahat oldugunu gösterir. Kabir ile ejderha agzini kapatir, güzel bir bahçeye kapi açar. Yâni kabir ejderha agzi olmadigini, belki bagistan-i rahmete açilan bir kapi oldugunu gösterir.
    Hem mü'mine der: "Ihtiyarin cüz'î ise; kendi mâlikinin irade-i külliyesine isini birak. Iktidarin küçük ise, Kadîr-i Mutlak'in kud
    sh: » (S: 676)
    retine itimad et. Hayatin az ise, hayat-i bâkiyeyi düsün. Ömrün kisa ise; ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise; Kur'anin günesi altina gir, îmânin nuruyla bak ki: Yildiz böcegi olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'an, birer yildiz misillü sana isik verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevab ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzularin, makasidin varsa, onlari düsünüp muztarib olma. Onlar bu dünyaya sigismaz. Onlarin yerleri baska diyardir ve onlari veren de baskadir."
    Hem der: "Ey insan! Sen kendine mâlik degilsin. Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-i Zülcelâl'in memlûküsün. Öyle ise sen, kendi hayatini kendine yükleyip zahmet çekme; çünki hayati veren odur, idare eden de odur. Hem dünya sahibsiz degil ki, sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvalini düsünüp merak etme; çünki onun sahibi Hakîm'dir, Alîm'dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karisma, karistirma. Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcûdât, basi bos degilller; belki vazifedâr memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîm'in nazarindadirlar. Onlarin âlâm ve mesakkatlarini düsünüp, ruhuna elem çektirme. Ve onlarin Hâlik-i Rahîm'inin rahmetinden daha ileri sefkatini sürme. Hem sana düsmanlik vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün esyanin dizginleri, o Rahîm-i Hakîm'in elindedirler. O Hakîm'dir, abes is yapmaz. Rahîm'dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptigi her isinde bir nevi lütuf var."
    Hem der: "Su âlem çendan fânidir, fakat ebedî bir âlemin levazimatini yetistiriyor. Çendan zâildir, geçicidir; fakat bâki meyveler veriyor, bâki bir zâtin bâki Esmâsinin cilvelerini gösteriyor. Ve çendan lezzetleri az, elemleri çoktur; fakat Rahman-i Rahîm'in iltifatati, zevalsiz hakikî lezzetlerdir. Elemler ise sevab cihetiyle mânevî lezzet yetistiriyor. Mâdem mesru daire; ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safalarina, keyiflerine kâfidir. Gayr-i mesru daireye girme. Çünki o dairedeki bir lezzetin bâzan bin elemi var. Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifatat-i Rahmâniyeyi kaybetmege sebebdir."
    Hem dalaletin yolunda sâbikan Beyân edildigi gibi esfel-i sâfilîne insani öyle bir sukut ettiriyor ki; hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çare bulamadiklari ve o derin zulümat kuyusundan hiçbir terakkiyat-i beseriye, hiçbir Kemâlât-i fenniye insani çikaramadigi halde, Kur'an-i Hakîm îmân ve amel-i sâlih ile o esfel-i sâfilîne sukuttan insani a'lâ-yi illiyyîne çikarir ve delâil-i kat'-
    sh: » (S: 677)
    iye ile çikarmasini isbat ediyor ve o derin kuyuyu terakkiyat-i mâneviyenin basamaklariyla ve tekemmülât-i ruhiyenin cihazatiyla dolduruyor.
    Hem beserin uzun ve firtinali ve dagdagali olan ebed tarafindaki yolculugunu gâyet derecede teshil eder ve kolaylastirir. Bin, belki ellibin senelik mesâfeyi bir günde kestirecek vesaiti gösterir.
    Hem Sultan-i Ezel ve Ebed olan Zât-i Zülcelâl'i tanittirmakla, insani ona bir memur abd ve bir vazifedâr misafir vaziyetini verir. Hem dünya misafirhanesinde, hem berzahî ve uhrevî menzillerde Kemâl-i rahatla seyahatini temin eder. Nasilki bir padisahin müstakim bir memuru, onun daire-i memleketinde, hem her vilayetin hududlarindan sühuletle ve tayyare, gemi, simendifer gibi sür'atli vasita-i seyahatle gezer, geçer. Öyle de: Sultan-i Ezelî'ye îmân ile intisab eden ve amel-i sâlih ile itaat eden bir insan, su misafirhane-i dünya menzillerinden ve âlem-i berzah ve âlem-i mahser dairelerinden ve hâkezâ kabirden sonraki bütün âlemlerin genis hududlarindan berk ve burak sür'atinde geçer. Tâ saadet-i ebediyeyi bulur. Ve su hakikati kat'î isbat eder ve asfiya ve evliyaya gösterir.
    Hem de Kur'anin hakikati der ki: "Ey mü'min! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, çirkin ve noksan ve serûr ve sana muzir olan nefs-i emmârene verme. Onu mahbub ve onun hevasini kendine Mâbud ittihaz etme. Belki sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete lâyik, hem nihayetsiz sana ihsan edebilen, hem istikbalde seni nihayetsiz mes'ud eden, hem bütün alâkadar oldugun ve onlarin saadetleriyle mes'ud oldugun bütün zâtlari, ihsanatiyla mes'ud eden, hem nihayetsiz Kemâlâti bulunan ve nihayetsiz derecede kudsî, ulvî, münezzeh, kusursuz, noksansiz, zevalsiz cemâl sahibi olan ve bütün Esmâsi, nihayet derecede güzel olan ve her isminde pek çok envar-i hüsün ve cemâl bulunan ve cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle, onun cemâl-i rahmetini ve rahmet-i cemâlini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün ve cemâl ve mehâsin ve Kemâlât, onun cemâline ve Kemâline isaret eden ve delâlet eden ve emâre olan bir zâti, mahbub ve Mâbud ittihaz et..."
    Hem der: "Ey insan! Onun Esmâ ve sifâtina ait istidad-i muhabbetini, sâir bekasiz mevcûdâta verme; faidesiz mahlukata da
    sh: » (S: 678)
    gitma. Çünki âsâr ve mahlukat fânidirler. Fakat o âsârda ve o masnuatta nakislari, cilveleri görünen Esmâ-i hüsnâ bâkidirler, daimîdirler. Ve Esmâ ve sifâtin herbirisinde binler merâtib-i ihsan ve cemâl ve binler tabakat-i Kemâl ve muhabbet var. Sen yalniz Rahman ismine bak ki: Cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye bir lem'asi ve dünyadaki bütün rizk ve nimet, bir katresidir."
    Iste su müvazene, ehl-i dalaletle ehl-i îmânin hayat ve vazife cihetindeki mahiyetlerine isaret eden
    لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ اِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
    hem netice ve akibetlerine isaret eden فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَاءُ وَ اْلاَرْضُ olan âyete dikkat et. Ne kadar ulvî, mu'cizane, Beyân ettigimiz müvazeneyi ifade ederler. Birinci âyet, Onbirinci Söz'de tafsilen o âyetin i’câzkârane ve îcazkârane ifade ettigi hakikati, o Sözde Beyân edildiginden, onu oraya havale ederiz. Ikinci âyet ise, yalniz bir küçük isaretle gösterecegiz ki, ne kadar ulvî bir hakikati ifade ediyor. Söyle ki:
    Su âyet, mefhum-u muvafik ile söyle ferman ediyor: "Ehl-i dalaletin ölmesiyle, semâvat ve zemin, onlarin üstünde aglamiyorlar." Ve mefhum-u muhalif ile delâlet ediyor ki: "Ehl-i îmânin dünyadan gitmesiyle, semâvat ve zemin, onlarin üstünde agliyor." Yâni: Ehl-i dalalet, mâdem semâvat ve arzin vazifelerini inkâr ediyor. Mânâlarini bilmiyor. Onlarin kiymetlerini iskat ediyor. Sâni'lerini tanimiyor. Onlara karsi bir hakaret, bir adavet ettiginden elbette semâvat ve zemin, onlara aglamak degil, belki onlara nefrin eder, onlarin gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalif ile der: "Semâvat ve arz, ehl-i îmânin ölmesiyle aglarlar." Zira ehl-i îmân ise (çünki) semâvat ve arzin vazifelerini bilir. Hakikî hakikatlarini tasdik ediyor. Ve onlarin ifade ettikleri mânâlari îmân ile anliyor. "Ne kadar güzel yapilmislar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar." diyor. Ve onlara lâyik kiymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenâb-i
    sh: » (S: 679)
    Hak hesabina onlara ve onlar âyine olduklari Esmâya muhabbet ediyor. Iste bu sir içindir ki, semâvat ve zemin, aglar gibi ehl-i îmânin zevaline mahzun oluyorlar.
    MÜHIM BIR SUAL: Diyorsunuz ki: "Muhabbet, ihtiyârî degil. Hem ihtiyac-i fitrîye binaen, leziz taamlari ve meyveleri severim. Peder ve valide ve evlâdlarimi severim. Refika-i hayatimi severim. Dost ve ahbablarimi severim. Enbiya ve evliyayi severim. Hayatimi, gençligimi severim. Bahari ve güzel seyleri ve dünyayi severim. Nasil bunlari sevmeyecegim? Nasil bütün bu muhabbetleri, Cenâb-i Hakk'in zât ve sifât ve Esmâsina verebilirim? Bu ne demektir?
    Elcevab: "Dört Nükte"yi dinle.
    BIRINCI NÜKTE: Muhabbet, çendan ihtiyârî degil. Fakat ihtiyar ile, muhabbetin yüzü, bir mahbubdan diger bir mahbuba dönebilir. Meselâ: Bir mahbubun çirkinligini göstermekle veyahut asil lâyik-i muhabbet olan diger bir mahbuba perde veya âyine oldugunu göstermekle, muhabbetin yüzü, mecâzî mahbubdan hakikî mahbuba çevrilebilir.
    IKINCI NÜKTE: Ta'dad ettigin sevdiklerini, sevme demiyoruz. Belki onlari Cenâb-i Hakk'in hesabina ve onun muhabbeti namina sev, deriz. Meselâ: Leziz taamlari, güzel meyveleri, Cenâb-i Hakk'in ihsani ve o Rahman-i Rahîm'in in'ami cihetinde sevmek, "Rahman" ve "Mün'im" isimlerini sevmektir, hem mânevî bir sükürdür. Su muhabbet, yalniz nefis hesabina olmadigini ve Rahman namina oldugunu gösteren; mesru dairesinde kanaatkârane kazanmak ve mütefekkirane, mütesekkirane yemektir.
    Hem peder ve valideyi sefkat ile teçhiz eden ve seni onlarin merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabina onlara hürmet ve muhabbet, Cenâb-i Hakk'in muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, sefkat lillah için olduguna alâmeti sudur ki: Onlar ihtiyar olduklari ve sana hiçbir faideleri kalmadigi ve seni zahmet ve mesakkate attiklari zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve sefkat etmektir. اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَا اَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُلْ لَهُمَا اُفٍّ âyeti bes mertebe hürmet ve sefkate evlâdi davet etmesi; Kur'anin
    sh: » (S: 680)
    nazarinda valideynin hukuklari ne kadar ehemmiyetli ve ukuklari ne derece çirkin oldugunu gösterir. Mâdem peder; kimseyi degil, yalniz veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasini ister. Ona mukabil veled dahi, pedere karsi hak dâva edemez. Demek valideyn ve veled ortasinda fitraten sebeb-i münakasa yok. Zira münakasa, ya gibta ve hasedden gelir. Pederde ogluna karsi o yok. Veya münakasa, haksizliktan gelir. Veledin hakki yoktur ki, pederine karsi hak dâva etsin. Pederini haksiz görse de, ona isyan edemez. Demek pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozmasi bir canavardir.
    Ve evlâdlarini, o Zât-i Rahîm-i Kerim'in hediyeleri oldugu için Kemâl-i sefkat ve merhamet ile onlari sevmek ve muhafaza etmek, yine Hakk'a aittir. Ve o muhabbet ise, Cenâb-i Hakk'in hesabina oldugunu gösteren alâmet ise: Vefatlarinda sabir ile sükürdür, me'yusane feryad etmemektir. "Hâlikimin benim nezaretime verdigi sevimli bir mahluku idi, bir memlûkü idi, simdi hikmeti iktiza etti, benden aldi, daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlûkte bir zâhirî hissem varsa, hakikî bin hisse onun Hâlikina aittir. «El-hükmü Lillah» deyip teslim olmaktir.
    Hem dost ve ahbab ise: Eger onlar îmân ve amel-i sâlih sebebiyle Cenâb-i Hakk'in dostlari iseler, "El-hubbu Fillah" sirrinca o muhabbet dahi, Hakk'a aittir.
    Hem refika-i hayatini, rahmet-i Ilahiyenin munis, lâtif bir hediyesi oldugu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-ü Sûretine muhabbetini baglama. Belki kadinin en cazibedâr, en tatli güzelligi, kadinliga mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kiymetdar ve en sirin cemâli ise; ulvî, ciddî, samimî, nuranî sefkatidir. Su cemâl-i sefkat ve hüsn-ü sîret, âhir hayata kadar devam eder, ziyadelesir. Ve o zaîfe, lâtife mahlukun hukuk-u hürmeti, o muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa hüsn-ü Sûretin zevaliyle, en muhtaç oldugu bir zamanda bîçare hakkini kaybeder.
    Hem enbiya ve evliyayi sevmek, Cenâb-i Hakk'in makbul ibâdi olmak cihetiyle, Cenâb-i Hakk'in namina ve hesabinadir ve o nokta-i nazardan ona aittir.
    Hem hayati, Cenâb-i Hakk'in insana ve sana verdigi en kiymetdar ve hayat-i bâkiyeyi kazandiracak bir sermaye ve bir define ve bâki Kemâlâtin cihazatini câmi' bir hazine cihetiyle onu sev-
    sh: » (S: 681)
    mek, muhafaza etmek, Cenâb-i Hakk'in hizmetinde istihdam etmek, yine o muhabbet bir cihette Mâbud'a aittir.
    Hem gençligin letâfetini, güzelligini, Cenâb-i Hakk'in lâtif, sirin, güzel bir ni'meti nokta-i nazarindan istihsan etmek, sevmek, hüsn-ü istîmal etmek, sâkirane bir nevi muhabbet-i mesruadir.
    Hem bahari: Cenâb-i Hakk'in nuranî esmâlarinin en lâtif, güzel nakislarinin sahifesi, ve Sâni-i Hakîm'in antika san'atinin en müzeyyen ve sa'saali bir mesher-i san'ati oldugu cihetiyle mütefekkirane sevmek, Cenâb-i Hakk'in esmâsini sevmektir.
    Hem dünyayi: âhiretin mezraasi ve Esma-i Ilâhiyyenin âyinesi ve Cenâb-i Hakk'in mektûbâti ve muvakkat bir misafirhanesi cihetinde sevmek, -nefs-i emmâre karismamak sartiyla- Cenâb-i Hakk'a ait olur.
    Elhasil: Dünyayi ve ondaki mahlûkati mâna-yi harfiyle sev. Mâna-yi ismiyle sevme. «Ne kadar güzel yapilmis» de. «Ne kadar güzeldir» deme. Ve kalbin bâtinina, baska muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünki: Bâtin-i kalb, âyine-i Sameddir ve Ona mahsustur.
    اَللّهُمَّ ارْزُقْنَا حُبَّكَ وَ حُبَّ مَا يُقَرِّبُنَا اِلَيْكَ de.
    Iste bütün tâdad ettigimiz muhabbetler, eger bu sûretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevalsiz bir visaldir. Hem muhabbet-i Ilâhiyyeyi ziyadelestirir. Hem mesrû bir muhabbettir. Hem ayn-i lezzet bir sükürdür. Hem ayn-i muhabbet bir fikirdir.
    Meselâ: Nasilk, bir padisah-i âli, (Hasiye) sana bir elmayi ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri, elma, elma oldugu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Su muhabbet padisaha ait degil. Belki, huzurunda o elmayi agzina atip yiyen adam, padisahi degil, elmayi sever ve nefsine muhabbet eder. Bâzan olur ki: padisah o nefisperverane olan muhabbeti begenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz'îdir. Hem zeval bulur; elmayi yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalir. Ikinci muhabbet ise: Elma içindeki elma ile göste-
    ___________________________
    (Hasiye): Bir zaman iki asiret reisi, bir padisahin huzuruna girmisler, yazilan ayni vaziyette bulunmuslar.
    sh: » (S: 682)
    terilen iltifatat-i sâhânedir. Güya o elma, iltifat-i sâhânenin nümunesi ve mücessemidir, diye basina koyan adam, padisahi sevdigini izhar eder. Hem iltifatin gilâfi olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir. Iste su lezzet ayn-i sükrandir. Su muhabbet, padisaha karsi hürmetli bir muhabbettir.
    Aynen onun gibi bütün ni'metlere ve meyvelere, zâtlari için muhabbet edilse, yalniz maddî lezzetleriyle gafilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eger Cenâb-i Hakk'in iltifatat-i rahmeti ve ihsanatinin meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatatin derece-i lütuflarini takdir etmek suretinde kemâl-i istiha ile lezzet alsa; hem mânevî bir sükür, hem elemsiz bir lezzettir...
    ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Cenâb-i Hakk'in esmâsina karsi olan muhabbetin tabakati var: Sâbikan Beyân ettigimiz gibi; bâzan âsâra muhabbet suretiyle esmâyi sever. Bâzan esmâyi, kemalât-i Ilâhiyyenin unvanlari oldugu cihetle sever. Bâzan insan, câmiiyyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasinda esmâya muhtaç ve müstak olur. Ve o ihtiyaçla sever. Meselâ: Sen bütün sefkat ettigin akraba ve fukarâ ve zaif ve muhtaç mahlûkata karsi, âcizâne istimdad ihtiyacini hissettigin halde biri çiksa, istedigin gibi onlara iyilik etse, o zâtin in'am edici ünvani ve kerîm ismi ne kadar senin hosuna gider, ne kadar o zâti, o unvan ile seversin. Öyle de: Yalniz Cenâb-i Hakk'in Rahman ve Rahîm isimlerini düsün ki: Sen sevdigin ve sefkat ettigin bütün mü'min ve âbâ ve ecdâdini ve akraba ve ahbabini dünyada ni'metlerin envâiyla ve Cennet'te envâ-i lezâiz ile ve saadet-i ebediyyede onlari sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mes'ud ettigi cihette o «Rahman» ismi ve «Rahîm» unvani, ne kadar sevilmege lâyiktirlar ve ne derece o iki isme rûh-u beser muhtaç oldugunu kiyas edebilirsin. Ve ne derece: «'Elhamdülillâhi alâ Rahmâniyyetihî ve alâ Rahîmiyyetihî»ِ yerindedir anlarsin.
    Hem alâkadar oldugun ve perisaniyetlerinden müteessir oldugun; senin bir nevi hânen ve içindeki mevcûdât, senin o hânenin ünsiyetli levazimati ve sevimli müzeyyenati hükmünde olan dünyayi ve içindeki mahlûkati kemâl-i hikmet ile tanzim ve tedbir ve terbiye eden zâtin «Hakîm» ismine ve «Mürebbî» unvanina senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar müstak oldugunu dikkat etsen anlarsin. Hem bütün alâkadar oldugun ve zevalleriyle müteellim oldugun insanlari, mevtleri hengâminda adem zulümatindan kurta-
    sh: » (S: 683)
    rip su dünyadan daha güzel bir yerde yerlestiren bir zâtin «Vâris, Bâis» isimlerine, «Bâki, Kerim, Muhyî ve Muhsin» unvanlarina ne kadar ruhun muhtaç oldugunu dikkat etsen anlarsin.
    Iste insanin mahiyeti, ulviyye; fitrati, câmia oldugundan; binler enva-i hâcât ile binbir Esmâ-i Ilâhiyyeye, herbir ismin çok mertebelerine fitraten muhtaçtir. Muzaaf ihtiyaç, istiyaktir. Muzaaf istiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi asktir. Ruhun tekemmülâtina göre merâtib-i muhabbet, merâtib-i esmâya göre inkisaf eder. Bütün esmâya muhabbet dahi -Çünki o esmâ Zât-i Zülcelâl'in ûnvanlari ve cilveleri oldugundan- muhabbet-i zâtiyyeye döner. Simdi yalniz nümune olarak binbir esmâdan yalniz «Adl» ve «Hakem» ve «Hak» ve «Rahîm» isimlerinin binbir mertebelerinden bir mertebeyi Beyân edecegiz. Söyle ki:
    Hikmet ve adl içindeki «Rahmânirrahîm» ve «Hak» ismini âzamî bir dairede görmek istersen, su temsile bak: Nasilki; bir orduda dörtyüz muhtelif taifeler bulundugunu farz ediyoruz ki, herbir taife begendigi elbiseleri ayri, hosuna gittigi erzâki ayri, rahatla istîmal edecegi silâhlari ayri ve mizacina deva olacak ilâçlari ayri olduklari halde, bütün o dörtyüz tâife, ayri ayri, takim, bölük tefrik edilmeyerek, belki birbirine karisik oldugu halde onlari kemâl-i sefkat ve merhametinden ve hârikulâde iktidarindan ve mu'cizâne ilim ve ihâtasindan ve fevkalâde adâlet ve hikmetinden, misilsiz birtek padisah onlarin hiçbirini sasirmayarak, hiçbirini unutmayarak, bütün ayri ayri onlara lâyik elbise, erzak, ilâç ve silâhlarini muinsiz olarak bizzât kendisi verse, o zât acaba ne kadar muktedir, müsfik, âdil, kerîm bir padisah oldugunu anlarsin. Çünki: Bir taburda on milletten efrad bulunsa, onlari ayri ayri giydirmek ve teçhiz etmek, çok müskil oldugundan, bilmecburiye ne cinsten olursa olsun, bir tarzda teçhiz edilir.
    Iste öyle de: Cenâb-i Hakk'in adl ve hikmet içindeki Ism-i «Hak ve Rahmânirrahîm»in cilvesini görmek istersen bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadirlari kurulmus, muhtesem dörtyüzbin milletten mürekkeb nebâtat ve hayvanat ordusuna bak ki; bütün o milletler, o taifeler, birbiri içinde olduklari halde, herbirinin libasi ayri, erzaki ayri, silâhi ayri, tarz-i hayati ayri, tâlimati ayri, terhisati ayri olduklari halde ve o hâcâtlarini tedârik edecek iktidarlari ve o metâlibi isteyecek dilleri olmadigi halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizâm ile «Hak» ve «Rahman», «Rezzak»
    sh: » (S: 684)
    ve «Rahîm», «Kerim» unvanlarini seyret, gör. Nasil hiçbirini sasirmiyarak, unutmiyarak, iltibas etmeyerek terbiye ve tedbir ve idare eder.
    Iste, böyle hayret verici muhit bir intizâm ve mîzan ile yapilan bir ise, baskalarinin parmaklari karisabilir mi? Vâhid-i Ehad, Hakîm-i Mutlak, Kadîr-i Külli Sey'den baska, bu san'ata, bu tedbire, bu Rubûbiyyete, bu tedvîre hangi sey elini uzatabilir? Hangi sebeb müdahale edebilir?
    DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Diyorsun: Benim taamlara, nefsime, refikama, valideynime, evlâdima, ahbabima, evliyaya, enbiyaya, güzel seylere, bahara, dünyaya müteallik ayri ayri muhtelif muhabbetlerimin (Kur'anin emrettigi tarzda olsa) neticeleri, faideleri nedir?
    Elcevab: Bütün neticeleri beyan etmek için büyük bir kitab yazmak lâzimgelir. Simdilik yalniz icmâlen bir iki neticeye isaret edilecek. Evvelâ, dünyadaki muaccel neticeleri beyan edilecek. Sonra âhirette tezahür eden neticeleri zikredilecek. Söyle ki:
    Sâbikan beyan edildigi gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzinda ve nefis hesabina olan muhabbetlerin; dünyada belâlari, elemleri, mesakkatleri çoktur. Safalari, lezzetleri, rahatlari azdir. Meselâ: Sefkat, acz yüzünden elemli bir musîbet olur. Muhabbet, firak yüzünden belali bir hirkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir serbet olur. Âhirette ise; Cenâb-i Hakk'in hesabina olmadiklari için, ya faidesizdir veya azapdir. (Eger harama girmis ise.)
    Sual: Enbiya ve Evliyaya muhabbet, nasil faidesiz kalir?
    Elcevab: Ehl-i Teslis'in Isâ Aleyhisselâm'a ve Râfizîlerin Hazret-i Ali Radiyallahü Anh'a muhabbetleri faidesiz kaldigi gibi. Eger o muhabbetler, Kur'anin irsad ettigi tarzda ve Cenâb-i Hakk'in hesabina ve muhabbet-i Rahman namina olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var. Amma dünyada ise: Leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir ni'met ve ayn-i sükür bir lezzettir.
    Nefsine muhabbet ise: Ona acimak, terbiye etmek, zararli hevesâttan men'etmektir. O vakit nefis sana binmez, seni hevâsina esir etmez. Belki sen nefsine binersin. Onu hevâya degil, hüdâya sevkedersin.
    sh: » (S: 685)
    Refika-i hayatina muhabbetin, mâdem hüsn-ü sîret ve mâden-i sefkat ve hediyye-i rahmet olduguna bina edilmis. O refikaya samimî muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddî hürmet ve muhabbet eder. Ikiniz ihtiyar oldukça o hal ziyadelesir, mes'ûdane hayatini geçirirsin. Yoksa hüsn-ü Sûrete muhabbet nefsanî olsa, o muhabbet çabuk bozulur, hüsn-ü muasereti de bozar.
    Peder ve valideye karsi muhabbetin, Cenâb-i Hak hesabina oldugu için hem bir ibâdet, hem de onlar ihtiyarlandikça hürmet ve muhabbeti ziyadelestirirsin. En âli bir his ile, en merdane bir himmet ile onlarin tûl-ü ömrünü ciddî arzu edip bekalarina duâ etmek, tâ «onlarin yüzünden daha ziyade sevab kazanayim» diye samimî hürmetle onlarin elini öpmek, ulvî bir lezzet-i ruhânî almaktir. Yoksa; nefsanî, dünya itibariyle olsa, onlar ihtiyar olduklari ve sana bâr olacak bir vaziyete girdikleri zaman en süflî ve en alçak bir his ile vücudlarini istiskal etmek, sebeb-i hayatin olan o muhterem zatlarin mevtlerini arzu etmek gibi vahsi, kederli, ruhânî bir elemdir.
    Evlâdina muhabbet ise: Cenâb-i Hakk'in senin nezaretine ve terbiyene emanet ettigi sevimli, ünsiyetli o mahluklara muhabbet ise; saadetli bir muhabbet, bir ni'mettir. Ne musibetleriyle fazla elem çekersin, ne de ölümleriyle me'yusâne feryad edersin. Sâbikan geçtigi gibi «Onlarin Hâliklari hem Hakîm, hem Rahîm oldugundan, onlar hakkinda o mevt bir saadettir» dersin. Senin hakkinda da, onlari sana veren Zâtin rahmetini düsünürsün. Firak eleminden kurtulursun.
    Ahbablara muhabbetin ise: Mâdem «Lillah» içindir. O ahbablarin firaklari, hattâ ölümleri, sohbetinize ve uhuvvetinize mâni olmadigi için, o mânevî muhabbet ve ruhanî irtibattan istifade edersin. Ve mülâkat lezzeti daimî olur. «Lillah» için olmazsa, bir günlük mülâkat lezzeti, yüz günlük firak elemini netice verir. (Hasiye)
    Enbiya ve Evliyâya muhabbetin ise: Ehl-i gaflete karanlikli bir vahsetgâh görünen âlem-i berzah, o nurânîlerin vücudlariyla tenevvür etmis menzilgâhlari Sûretinde sana göründügü için o âleme gitmege tevahhus, tedehhüs degil; belki bilakis temayül ve istiyak hissini verir; hayat-i dünyeviyyenin lezzetini kaçirmaz. Yoksa, onlarin muhabbeti, ehl-i medeniyyetin mesahir-i insâniyyeye mu-
    _______________________
    (Hasiye): «Lillah» için bir saniye mülâkat, bir senedir. Dünya için olsa; bir sene, bir saniyedir.
    sh: » (S: 686)
    habbeti nev'inden olsa, o kâmil insanlarin fena ve zevallerini ve mâzi denilen mezâr-i ekberinde çürümelerini düsünmekle, elemli hayatina bir keder daha ilâve eder. Yâni, «Öyle kâmilleri çürüten bir mezara, ben de gidecegim» diye düsünür; mezaristana endiseli bir nazarla bakar. «Ah!» çeker. Evvelki nazarda ise: Cisim libasini mâzide birakip, kendileri istikbal salonu olan berzah âleminde Kemâl-i rahatla ikametlerini düsünür, mezaristana ünsiyetkârane bakar.
    Hem güzel seylere muhabbetin, mâdem Sâni'leri hesabinadir. «Ne güzel yapilmislar» tarzindadir. O muhabbetin bir leziz tefekkür oldugu halde, hüsün-perest, cemâl-perest zevkinin nazarini daha yüksek, daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemâl mertebelerinin definelerine yol açar, baktirir. Çünki: O güzel âsârdan ef'al-i Ilâhiyyenin güzelligine intikal ettirir. Ondan esmânin güzelligine, ondan sifâtin güzelligine, ondan Zât-i Zülcelâl'in cemâl-i bîmisâline karsi kalbe yol açar. Iste bu muhabbet bu Sûrette olsa, hem lezzetlidir, hem ibâdettir ve hem tefekkürdür.
    Gençlige muhabbetin ise: Mâdem Cenâb-i Hakk'in güzel bir ni'meti cihetinde sevmissin. Elbette onu ibâdette sarfedersin, sefahette bogdurup öldürmezsin... Öyle ise o gençlikte kazandigin ibâdetler, o fâni gençligin bâki meyveleridir. Sen ihtiyarlandikça, gençligin iyilikleri olan bâki meyvelerini elde ettigin halde, gençligin zararlarindan, taskinliklarindan kurtulursun. Hem ihtiyarlikta daha ziyade ibâdete muvaffakiyet ve merhamet-i Ilâhiyyeye daha ziyade liyakat kazandigini düsünürsün. Ehl-i gaflet gibi bes-on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede «Eyvah gençligim gitti» diye teessüf edip, gençlige aglamayacaksin.
    Nasilki, öylelerin birisi demis: لَيْتَ الشَّبَابَةَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرُهُ بِمَا فَعَلَ الْمَشِيبُ Yâni: «Keske gençligim bir gün dönse idi; ihtiyarlik benim basima neler getirdigini sekva ederek haber verecektim.»
    Bahar gibi zînetli mesherlere muhabbet ise: Mâdem san'at-i Ilâhiyyeyi seyran itibariyledir. O baharin gitmesiyle, temâsâ lezzeti zail olmaz. Çünki bahar yaldizli bir mektub gibi, verdigi manalari her vakit temâsâ edebilirsin. Senin hayâlin ve zaman, ikisi de sinema seridleri gibi sana o temâsâ lezzetini idame ettirmekle beraber o baharin mânalarini, güzelliklerini sana tazelendirirler.
    sh: » (S: 687)
    O vakit muhabbetin esefli, elemli, muvakkat olmaz. Lezzetli, safali olur.
    Dünyaya muhabbetin ise: Mâdem Cenâb-i Hakk'in naminadir. O vakit dünyanin dehsetli mevcûdâti, sana ünsiyetli bir arkadas hükmüne geçer. Mezraa-i âhiret cihetiyle sevdigin için, her sey'inde, âhirete faide verecek bir sermaye, bir meyve alabilirsin. Ne musibetleri sana dehset verir, ne zeval ve fenasi sana sikinti verir. Kemâl-i rahatla o misafirhanede müddet-i ikametini geçirirsin. Yoksa, ehl-i gaflet gibi seversen, yüz defa sana söylemisiz ki: Sikintili, ezici, bogucu, fenaya mahkûm, neticesiz bir muhabbet içinde bogulur, gidersin.
    Iste bâzi mahbublarin, Kur'anin irsad ettigi Sûrette oldugu vakit, herbirisinden yüzde ancak bir letâfetini gösterdik. Kur'anin gösterdigi yolda olmazsa, yüzden bir mazarratina isaret ettik. Simdi su mahbublarin dâr-i bekada, âlem-i âhirette, Kur'an-i Hakîm'in âyât-i beyyinatiyla isaret ettigi neticeleri isitmek ve anlamak istersen, iste o çesit mesrû muhabbetlerin dâr-i âhiretteki neticelerini «Bir Mukaddeme» ve «Dokuz Isaret»le yüzden bir faidesini icmâlen gösterecegiz:
    MUKADDEME: Cenâb-i Hak celîl ulûhiyyetiyle, cemîl rahmetiyle, kebîr rubûbiyyetiyle, kerîm re'fetiyle, azîm kudretiyle, lâtif hikmetiyle, su küçük insanin vücudunu bu kadar havas ve hissiyat ile, bu derece cevarih ve cihazat ile ve muhtelif âzâ ve âlât ile ve mütenevvi letâif ve mâneviyat ile, echiz ve tezyin etmistir ki; tâ, mütenevvi ve pekçok âlât ile, hadsiz envâ-i nimetini, aksâm-i ihsanatini, tabakat-i rahmetini, o insana ihsas etsin, bildirsin, tattirsin, tanittirsin. Hem, tâ binbir esmâsinin hadsiz envâ-i tecelliyatlarini, insana o âlât ile, bildirsin, tarttirsin, sevdirsin. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazatin herbirisinin ayri ayri hizmeti, ubûdiyyeti oldugu gibi, ayri ayri lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfati vardir. Meselâ: Göz, Sûretlerdeki güzelliklerini ve âlem-i mubsiratta, güzel mu'cizât-i kudretin envâini temasa eder. Vazifesi, nazar-i ibretle Sâniine sükrandir. Nazara mahsus lezzet ve elem mâlûmdur, târife hâcet yok. Meselâ: Kulak, sadalarin envâ'larini, lâtif nagmelerini ve mesmûat âleminde Cenâb-i Hakk'in letâif-i rahmetini hisseder. Ayri bir ubûdiyyet, ayri bir lezzet, ayri da bir mükâfati var. Meselâ kuvve-i sâmme, kokular taifesindeki letâif-i rahmeti hisseder. Kendine mahsus bir vazife-i sükrâniyyesi, bir
    sh: » (S: 688)
    lezzeti vardir. Elbette mükâfati dahi vardir. Meselâ; dildeki kuvve-i zâika, bütün mat'umâtin ezvâkini anlamakla gâyet mütenevvi bir sükr-ü mânevî ile vazife görür ve hâkezâ... Bütün cihazat-i insâniyyenin ve kalb ve akil ve ruh gibi büyük ve mühim letâifin böyle ayri ayri vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardir.
    Iste Cenâb-i Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettigi bu cihazatin elbette her birerlerine lâyik ücretlerini verecektir. O müteaddid envâ-i muhabbetin sâbikan Beyân edilen dünyadaki muaccel neticelerini, herkes vicdan ile hisseder ve bir hads-i sadik ile isbat edilir. Âhiretteki neticeleri ise: Kat'iyen vücudlari ve tahakkuklari, icmâlen Onuncu Söz'ün oniki hakikat-i katia-i sâtiasiyla ve Yirmidokuzuncu Söz'ün Alti Esâs-i bâhiresiyle isbat edildigi gibi, tafsîlen اَصْدَقُ الْكَلاَمِ وَاَبْلَغُ النِّظَامِ كَلاَمُ اللّهِ الْمَلِكِ الْعَزِيزِ الْعَلاَّمِ olan Kur'an-i Hakîm'in âyât-i beyyinâtiyla tasrih ve telvih ve remiz ve isârâtiyla kat'iyen sabittir. Daha uzun bürhânlari getirmege lüzum yok. Zaten baska Sözlerde ve Cennete dair Yirmisekizinci Söz'ün arabî olan ikinci makaminda ve Yirmidokuzuncu Söz'de çok bürhânlar geçmistir.
    BIRINCI ISARET: Leziz taamlara, hos meyvelere sâkirane muhabbet-i mesruânin uhrevî neticesi, Kur'anin nassiyla, Cennet'e lâyik bir tarzda leziz taamlari, güzel meyveleridir. Ve o taamlara ve o meyvelere müstehiyane bir muhabbettir. Hattâ dünyada yedigin meyve üstünde söyledigin «Elhamdülillâh» kelimesi, cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada «Elhamdülillâh» yersin. Ve ni'mette ve taam içinde in'âm-i Ilâhîyi ve iltifat-i Rahmânî'yi gördügünden o lezzetli sükr-ü mânevî, Cennette gâyet leziz bir taam sûretinde sana verilecegi, hadîsin nassiyla, Kur'anin isarâtiyla ve hikmet ve rahmetin iktizasiyla sabittir.
    IKINCI ISARET: Dünyada mesrû bir Sûrette nefsine muhabbet, yâni mehâsinine bina edilen muhabbet degil, belki noksaniyetlerini görüp, tekmil etmege bina edilen sefkat ile onu terbiye etmek ve onu hayra sevketmek neticesi, o nefse lâyik mahbublari,
    sh: » (S: 689)
    Cennette veriyor. Nefis, mâdem dünyada hevâ ve hevesini Cenâb-i Hak yolunda hüsn-ü istîmal etmis. Cihazatini, duygularini hüsn-ü Sûretle istihdam etmis. Kerîm-i Mutlak, ona dünyadaki mesrû ve ubûdiyetkârane muhabbetin neticesi olarak Cenne'te, Cennetin yetmis ayri ayri envâ-i zînet ve letâfetinin nümuneleri olan yetmis muhtelif hulleyi giydirip, nefisteki bütün hâsseleri memnun edecek, oksayacak yetmis envâ-i hüsün ile vücudunu süslendirip; herbiri, ruhlu küçük birer cennet hükmünde olan hûrîleri, o dâr-i bekada verecegi, pekçok âyât ile tasrih ve isbat edilmistir.
    Hem dünyada gençlige muhabbet, yâni ibâdette gençlik kuvvetini sarfetmenin neticesi: Dâr-i saadette ebedî bir gençliktir.


    Seni çok Özledim Annem

  6. #6
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 32. Söz

    ÜÇÜNCÜ ISARET: Refika-i hayatina mesrû dairesinde, yâni, lâtif sefkatine, güzel hasletine, hüsn-ü sîretine binaen samimî muhabbet ile, refika-i hayatini da nâsizelikten, sâir günahlardan muhafaza etmenin netice-i uhreviyesi ise: Rahîm-i Mutlak, o refika-i hayati, hurîlerden daha güzel bir Sûrette ve daha zînetli bir tarzda, daha cazibedâr bir sekilde, ona dâr-i saadette ebedî bir refika-i hayati ve dünyadaki eski maceralari birbirine mütelezzizane nakletmek ve eski hatirati birbirine tahattur ettirecek enîs, lâtif, ebedî bir arkadas, bir muhib ve mahbub olarak verilecegini vâdetmistir. Elbette vâdettigi seyi kat'î verecektir.
    DÖRDÜNCÜ ISARET: Valideyn ve evlâda muhabbet-i mesrûanin neticesi: (Nass-i Kur'an ile) Cenâb-i Erhamürrâhimîn, onlarin makamlari ayri ayri da olsa yine o mes'ûd âileye sâfi olarak lezzet-i sohbeti, cennete lâyik bir hüsn-ü muaseret Sûretinde, dâr-i bekada ebedî mülâkat ile ihsan eder. Ve onbes yasina girmeden, yâni hadd-i bülûga vasil olmadan vefat eden çocuklar, وِلْدَانٌ مُخَلّدُونَ ile tâbir edilen cennet çocuklari seklinde ve cennete lâyik bir tarzda gâyet süslü, sevimli bir Sûrette, onlari cennette dahi peder ve validelerinin kucaklarina verir. Veledperverlik hislerini memnun eder. Ebedî o zevki ve o lezzeti onlara verir. Zira çocuklar sinn-i teklife girmediklerinden; ebedî, sevimli, sirin çocuk olarak kalacaklar. Dünyadaki her lezzetli seyin en âlâsi cennette bulunur. Yalniz çok sirin olan veledperverlik, yâni çocuklarini sevip oksamak zevki -cennet tenasül yeri olmadigin-
    sh: » (S: 690)
    dan- cennette yoktur zannedilirdi. Iste bu Sûrette o dahi vardir. Hem en zevkli ve en sirin bir tarzda vardir. Iste kabl-el bülug evlâdi vefat edenlere müjde...
    BESINCI ISARET: Dünyada «El-hubbu fillâh» hükmünce sâlih ahbablara muhabbetin neticesi: cennette عَلَى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ ile tâbir edilen: karsi karsiya kurulmus cennet iskemlelerinde oturup hos, sirin, güzel, tatli bir Sûrette, dünya maceralarini ve kadîm olan hâtiratlarini birbirine nakledip eglendirmeleri Sûretinde; firaksiz, sâfi bir muhabbet ve sohbet Sûretinde ahbablariyle görüstürecegi, Kur'anin nassiyla sabittir.
    ALTINCI ISARET: Enbiya ve evliyaya Kur'anin târif ettigi tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanin sefaatlarindan berzahta, hasirde istifade etmekle beraber; gâyet ulvî ve onlara lâyik makam ve füyûzattan o muhabbet vasitasiyla istifaza etmektir.
    Evet اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ sirrinca, âdi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettigi âlî makam bir zâtin tebaiyetiyle girebilir.
    YEDINCI ISARET: Güzel seylere ve bahara mesrû muhabbetin, yâni «ne kadar güzel yapilmis» nazar ile, o âsârin arkasindaki ef'âlin güzelligini ve intizâmini ve intizâm-i ef'al arkasindaki güzel Esmânin cilvelerini ve o güzel Esmânin arkasinda sifâtin tecelliyatini ve hâkezâ... sevmekligin neticesi ise: Dâr-i bekada o güzel gördügü masnûattan bin def'a daha güzel bir tarzda Esmânin cilvesini ve Esmâ içindeki cemâl ve sifâtini, cennette görmektir. Hattâ Imam-i Rabbânî (Radiyallahü Anhü) demis ki: «Letâif-i Cennet, cilve-i esmânin temessülâtidir.» Teemmel!..
    SEKIZINCI ISARET: Dünyada, dünyanin âhiret mezraasi ve Esmâ-i Ilahiye âyinesi olan iki güzel yüzüne karsi mütefekkirane muhabbetin uhrevî neticesi: Dünya kadar, fakat fâni dünya gibi fâni degil, bâki bir cennet verilecektir. Hem dünyada yalniz zaîf gölgeleri gösterilen Esmâ, o cennetin âyinelerinde en sasaali bir Sûrette gösterilecektir. Hem dünyayi, mezraa-i âhiret yüzünde sevmenin neticesi: Dünyayi, fidanlik, yâni: Ancak fidanlari bir derece
    sh: » (S: 691)
    yetistiren küçük bir mezraasi hükmünde olacak öyle bir cenneti verecek ki: Dünyada havas ve hissiyat-i insâniye, küçük fidanlar oldugu halde, cennette en mükemmel bir sûrette inkisaf ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istîdadlari, envâ-i lezâiz ve kemâlât ile sünbüllenecek sûrette ona verilecegi, rahmetin ve hikmetin muktezasi oldugu gibi, hadîsin nususuyla ve Kur'anin isârâtiyle sabittir. Hem mâdem dünyanin; her hatânin basi olan mezmum muhabbeti degil, belki Esmâya ve âhirete bakan iki yüzünü, Esmâ ve âhiret için sevmis ve ibâdet-i fikriyye ile o yüzleri mâmur etmis, güya bütün dünyasiyla ibâdet etmis. Elbette dünya kadar bir mükâfat almasi, mukteza-yi rahmet ve hikmettir. Hem mâdem âhiretin muhabbetiyle onun mezraasini sevmis ve Cenâb-i Hakk'in muhabbetiyle âyine-i Esmâsini sevmis. Elbette dünya gibi bir mahbub ister. O da, dünya kadar bir Cennet'tir.
    Sual: O kadar büyük ve hâlî bir Cennet neye yarar?
    Elcevab: Nasilki eger mümkin olsa idi, hayal sür'atiyle zeminin aktarini ve yildizlarin ekserini gezsen, «Bütün âlem benimdir» diyebilirsin. Melâike ve insan ve hayvanlarin istirâkleri, senin o hükmünü bozmaz. Öyle de: O cennet dahi dolu olsa, «O cennet benimdir» diyebilirsin. Hadîste «Bâzi ehl-i cennete verilen besyüz senelik bir cennet» sirri, Yirmisekizinci Söz'de ve Ihlas Lem'asinda Beyân edilmistir.
    DOKUZUNCU ISARET: Iman ve muhabbetullahin neticesi: Ehl-i kesif ve tahkîkin ittifakiyla; dünyanin bin sene hayat-i mes'ûdânesi, bir saatine degmeyen cennet hayati.. ve cennet hayatinin dahi bin senesi, bir saat müsahedesine degmeyen bir kudsî, münezzeh cemâl ve kemâl sahibi olan Zât-i Zülcelâl'in müsahedesi, rü'yetidir ki: (Hasiye) hadîs-i kat'î ile ve Kur'anin nassiyle sabittir. Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm gibi muhtesem bir kemâl ile meshur bir zâtin rü'yetine istiyakli bir merak, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm gibi bir cemâl ile mümtaz bir zâtin suhuduna merakli bir istiyak; herkes vicdanen hisseder. Acaba dünyanin bütün mehâsin ve Kemâlâtindan binler derece yüksek olan cennetin bütün me-
    ________________________
    (Hasiye): Hadîsin nassiyla «O suhud, bütün lezâiz-i cennet'in o derece fevkindedir ki, onlari unutturur. Ve suhuddan sonra ehl-i suhudun hüsn-ü cemâli o derece fazlalasir ki; döndükleri vakit, saraylarindaki aileleri çok dikkat ile zor ile onlari taniyabilirler» hadîste vârid olmustur.
    sh: » (S: 692)
    hasin ve kemalâti, bir cilve-i cemâli ve kemâli olan bir zâtin rü'yeti, ne kadar mergûb, merak-âver ve suhudu ne derece matlub ve istiyak-âver oldugunu kiyas edebilirsen et...

    اَللَّهُمَّ ارْزُقْنَا فِى الدُّنْيَا حُبَّكَ وَ حُبَّ مَا يُقَرِّبُنَآ اِلَيْكَ وَ اْلاِسْتِقَامَةَ كَمَآ اَمَرْتَ وَ فِى اْلاَخِرَةِ رَحْمَتَكَ وَ رُؤْيَتَكَ
    سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
    اَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ عَلَى اَلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ

    TENBIH
    Su sözün âhirinde uzun tafsilâti uzun görme; ehemmiyetine nisbeten kisadir, daha uzun ister.
    Bütün Sözlerde konusan ben degilim. Belki,«ISÂRÂT-I KUR'ANIYYE» namina hakikattir. Hakikat ise hak söyler, dogru konusur. Eger yanlis bir sey gördünüz, muhakkak biliniz ki: Haberim olmadan fikrim karismis, karistirmis, yanlis etmis.
    * * *

    sh: » (S: 693)
    MÜNÂCÂT
    Yâ Rab! Nasil büyük bir sarayin kapisini çalan bir adam, açilmadigi vakit, o sarayin kapisini, diger makbûl bir zâtin sarayca me'nus sadasiyla çalar; tâ ona açilsin... Öyle de: Bîçare ben dahi, senin dergâh-i rahmetini, mahbub abdin olan Üveys-el Karanî'nin nidasiyla ve münâcâtiyla söyle çaliyorum. O dergâhini ona açtigin gibi, rahmetinle bana da aç. Ekûllü Kemâ Kâle:
    اَقُولُ كَمَا قَالَ :
    اِلهِى اَنْتَ رَبِّى وَ اَنَا الْعَبْدُ وَ اَنْتَ الْخَالِقُ وَ انَا الْمَخْلُوقُ
    وَ اَنْتَ الرَّزَّاقُ وَ اَنَا الْمَرْزُوقُ وَ اَنْتَ الْمَالِكُ وَ اَنَا الْمَمْلُوكُ
    وَ اَنْتَ الْعَزِيزُ وَ اَنَا الذَّلِيلُ وَ اَنْتَ الْغَنِىُّ وَ اَنَا الْفَقِيرُ
    وَ اَنْتَ الْحَىُّ وَ اَنَا الْمَيِّتُ وَ اَنْتَ الْبَاقِى وَ اَنَا الْفَانِىوَ اَنْتَ الْكَرِيمُ وَ اَنَا اللَّئِيمُ وَ اَنْتَ الْمُحْسِنُ وَ اَنَا الْمُسِئُ
    وَ اَنْتَ الْغَفُورُ وَ اَنَا الْمُذْنِبُ وَ اَنْتَ الْعَظِيمُ وَ اَنَا الْحَقِيرُوَ اَنْتَ الْقَوِىُّ وَ اَنَا الضَّعِيفُ وَ اَنْتَ الْمُعْطِى وَ اَنَا السَّائِلُ
    وَ اَنْتَ اْلاَمِينُ وَ اَنَا الْخَا ئِفُ وَ اَنْتَ الْجَوَّادُ وَ اَنَا الْمِسْكِينُ
    وَ اَنْتَ الْمُجِيبُ وَ اَنَا الدَّاعِى وَ اَنْتَ الشَّافِى وَ اَنَا الْمَرِيضُ
    فَاغْفِرْلِى ذُنُوبِى وَ تَجَاوَزْ عَنِّى وَ اشْفِ اَمْرَاضِى يَا اَللَّهُ يَا كَافِى
    يَا رَبُّ يَا وَافِى يَا رَحِيمُ يَا شَافِى يَا كَرِيمُ يَا مُعَافِى
    فَاعْفُ عَنِّى مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ وَ عَافِنِى مِنْ كُلِّ دَآءٍ وَارْضَ عَنِّى اَبَدًا بِرَحْمَتِكَ يَآ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
    وَ اَخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ


    Seni çok Özledim Annem

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •