Sayfa 3/3 İlkİlk 123
26 sonuçtan 21 ile 26 arası

Konu: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

  1. #21
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    DÜMETÜ'L-CENDEL GAZÂSI




    Hicretin 5. senesi, Rebiülevvel ayı. (Milâdî, 626)
    Birkaç Arap kabilesi Medine'ye on beş gece uzaklıkta bulunan Şam beldelerinden biri olan Dûmetü'l-Cendel'de toplanarak gelen giden yolcuları rahatsız ediyorlar, onlara zulmediyorlardı. Ayrıca İslâm devletinin başşehri Medine üzerine yürümeye de hazırlanıyorlardı.(İbni Sa'd, Tabakât, 2:62)
    Peygamberimiz bu durumu haber aldı. Vakit geçirmeden bin kişilik ordusuyla yola çıktı. Efendimiz, bu tarz gazâlarda dâima düşmanı yerinde ve ânında bastırmak tarzını tercih ederdi. Ordusuyla adı geçen mevkie vardığında ortalıkta kimseler görünmüyordu. Düşman, İslâm ordusunun üzerlerine gelmekte olduğunu duymuş ve kaçmıştı. Yalnız bir kişiye rastladılar, o da dâvet üzerine Müslüman oldu.(İbni Sa'd, Tabakât, 2:62.)
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir kaç geceyi burada düşmanı beklemekle geçirdikten sonra Medine'ye geri döndü.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  2. #22
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    UHUD MUHAREBESİ



    Hicretin 3. senesi, 7 Şevvâl, Milâdî 625.
    Kureyş müşrikleri Bedir'de uğradıkları hezimetin acısını bir türlü unutmak istemiyorlardı, daha doğrusu unutamıyorlardı. İleri gelenlerinden bir çoğunu bu savaşta kaybetmişlerdi. Bir avuç Müslümandan yedikleri ağır darbe ile izzet-i nefisleri kırılmıştı. Civar kabileler nezdindeki prestijleri de haliyle sarsılmıştı.
    Ayrıca, sahilden giden Şâm ticaret yollarının Resûl-i Ekrem tarafından devamlı kontrol altında tutulması da ticarî hayatlarına oldukça ağır darbe vuruyor, onların askeri ve iktisadî mukavemetlerini kırıyordu. Kureyş müşrikleri bu sefer Irak yoluyla Şam'a ticaret kervanlarını göndermeye başlamışlardı, ama burası da Peygamberimiz tarafından kısa zamanda haber alınmış, gönderdiği seriyye ile bu yoldan giden ticaret kervanları kıstırılarak, mallarına el konulmuştu.
    Haliyle bu durumlar, zaten Bedir hezimetinin acısıyla yanıp tutuşan Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı kin ve husûmetlerini artırıyor, intikam alma duygularını harekete getiriyordu. İlk fırsatta bu intikam hislerini tatmin için âdetâ can atıyorlardı. Bedir'den sonra giriştikleri bir iki küçük baskın hareketi onların bu kinlerini dindirme yerine, bozguna uğrayan kendileri olduğu için, daha da kabartmıştı.
    Daha önce, Ebû Süfyan idaresinde Şam'a gönderilmiş olan büyük ticaret kervanı Resûl-i Ekrem'in kumandasındaki Müslüman kuvvetlerin eline düşmekten kıl payı kurtulup Mekke'ye zar zor gelebilmişti. Hemen arkasından Bedir Harbinin patlak vermesi, kervandaki malların taksimini geciktirmişti. Mallar olduğu gibi "Dâru'n-Nedve" de muhafaza edilmekteydi.533
    Bu sırada bilhassa Bedir Savaşında yakınlarını kaybetmiş olanlar ve bunların içinden Cübeyr bin Mut'im, Safvan bin Ümeyye, İkrime bin Ebû Cehil gibi Kureyşin ileri gelenleri sayılabilecek kimseler Ebû Süfyan'a şu teklifte bulundular.
    "Muhammed, büyüklerimizi öldürerek, bizi perişan etti. Onlardan intikam alma zamanı artık gelmiştir. Kervandaki malların sermayesini sahiplerine verelim. Kârıyla da Müslümanlara karşı harp hazırlığı yapalım!"554
    Teklif oy birliği ile kabul edildi. Mallar satılarak altına dönüştürüldü: Toplam 100 bin altın. Hisse sahiplerine sermayeleri olan 50 bin altın verildi. Kârıyla da sürâtle harp hazırlığına başlandı.555
    Bedir'den gözü korkan Mekkeli müşrikler bu sefer büyük bir ordu hazırlamak kararında idiler. Sadece, mahallî gönüllü askerler, hattâ devamlı müttefikleri bulunan Ahabiş* Kabilesi askerleriyle iktifa etmiyorlardı. Arabistan yarımadasındaki diğer kabileleri de yanlarına almak istiyorlardı. Bunun için hususî bir heyeti görevlendirdiler ve o kabileleri kandırmak için de özel bir fon ayırdılar. Bu fonla diğer kabilelerden paralı askerler kiralayacaklardı.
    Kendileri Mekke'de sür'atle harp hazırlıklarını sürdürürken, görevlendirdikleri, içlerinde bir çok ünlü kişilerin, şâirlerin, hatiplerin de bulunduğu propaganda heyeti ise bütün Arabistan Yarımadasını karış karış dolaşıyor, anlaşabileceklerini tahmin ettikleri kabilelere girişecekleri hareketin mahiyetini anlatarak, halkı Peygamberimize karşı ayaklandırmaya var güçleriyle uğraşıyorlardı. Bir şâirin bir tek sözü, bir hatibin bir tek hitabesi için kabilelerin icabında birbirlerine girdiklerini, kanlar akıttıklarını kaydedersek, şâir ve hatiplerin bu harekete katılmaya teşvikten ne derece müessir oldukları kendiliğinden anlaşılmış olur.
    Civar kabilelerden gelenlerin ve parayla kiralanan askerlerin de katılmasıyla şirk ordusu tam 3000 kişiyi buldu. Yedi yüz zırhlı, iki yüz atlı ve üç bin de deve vardı.556
    Askerlere moral vermek, onları harbe teşvik etmek, heyecanlarını devamlı diri tutmak için orduya kadınlar da katıldı. Türkü söyleyecek, def çalacak ve askerlerin moral gücünü takviye edeceklerdi!
    Komutan Ebû Süfyan Sahr bin Harb idi. Kadınlar kolu da Ebû Süfyan'ın karısı ve Bedir'de babasını kaybeden Hind'in kontrolü altında bulunuyordu. Gönlü kin dolu bu kadın, Bedir'de öldürülen yakınlarının intikamını alacaklarına dair kadınlara yemin bile ettirdi.
    Kureyş ordusunun üç sancağı vardı. Birini Süfyan bin Uveyf, birini Talha bin Ebî Talha, üçüncüsünü de Ahâbîş Kabilesinden biri taşıyordu.
    Kureyş hazırlıklarını böylece tamamlamış ve yirmi gün sürecek bir uzun sefere Mekke'den hareketle çıkmış bulunuyordu.
    Medine'ye Peygamber Efendimize bir haber geldi. Haberi getirmek üzere görevlendirilen adam mektubu Resûl-i Ekreme heyecan ve telâş içinde uzattı. Açılan mektupta, Kureyş müşriklerinin hazırlıklarını tamamladıkları ve Medine üzerine yürümek için yola çıktıkları yazılı idi.
    Mektubun altındaki imza, Peygamberimizin amcası Hz. Abbas'a aitti. Resûl-i Ekremin emriyle, hem oradaki Müslümanlara yardımcı olmak hem de olup bitenlerden kendilerini haberdar etmek maksadıyla Mekke'de oturmaya devam ediyordu. Hattâ bir ara Medine'ye gelmek arzusunu izhar edince Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:
    "Sen bulunduğu yerde daha güzel cihad etmektesin. Senin Mekke'de oturman daha hayırlıdır."557
    Peygamber Efendimiz, ilk anda mektubun muhteviyatını gizli tuttu ve birkaç kişiden başkasına bildirmedi. Fakat kötü haber çabuk yayılır hesabı, Kureyş'in Medine üzerine yürüdüğü haberi çarçabuk etrafa yayıldı.Resûl-i Ekrem Efendimiz, önce Kureyş ordusunun durumunu gözetleyip tahkik etmek maksadıyla birkaç Sahabîyi Mekke'ye doğru gönderdi. Mücahidler, yolda Kureyş ordusunu gördüler ve durumunu öğrendikte sonra Medine'ye gelip durumu Peygamber Efendimize haber verdiler.
    Mücahidlerin getirdiği haber, Hz. Abbas'ın mektupta yazdıklarına aynen uyuyordu.
    Kureyş ordusu Uhud'da
    Mekke'den ayrılıp süratle yol alan Kureyş ordusu Şevvâl ayının başlarında bir Çarşamba günü gelip Uhud Dağının yakınında bulunan Ayneyn Tepesi yanında karargâhını kurdu.
    Bu sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz gördüğü bir rüyayı Ashabına anlattı:
    "Ben kendimi sağlam bir zırh içinde gördüm. Kılıcım Zülfikârın ağzında ise, bir gediğin açıldığını gördüm. Boğazlanmış bir sığır, arkasından da bir koç gördüm."
    Ashab-ı Kirâm, "Bunu ne şekilde tâbir ediyorsun, yâ Resûlallah?" diye sordular.
    Hz. Resûlullahın cevabı şu oldu:
    "Sağlam zırh giymek Medine'ye, Medine'de kalmaya işarettir. Kılıcımın ağzında bir gediğin açılmasını görmüş olmam, bir zarara uğrayacağıma işarettir.
    "Boğazlanmış sığır, Ashabımdan bir kısmının şehid edileceğine işarettir."
    Onun arkasından bir koçun getirilmesine gelince, o askeri bir birliğe işarettir ki inşallah Allah onları öldürecektir."558
    Bir başka rivâyete göre Peygamber Efendimizin rüyâsı şöyledir:
    "Rüyâmda kılıcı yere çarptım, ağzı kırıldı. Bu, Uhud günü mü'minlerden bazılarının şehid düşeceklerine işârettir.
    "Kılıcı tekrar yere çarptım. Eski düzgün haline döndü. Bu da, Allah'tan bir fetih geleceğine, müminlerin toplanacağına işârettir."559
    Peygamber Efendimizin bir Cuma gecesi gördüğü bu rüyâ, Ashabla harp hususunda yapacakları istişâreye de tesir edecektir.
    Ashabla İstişâre
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ensar ve Muhacirlerin ileri gelenlerini bir araya topladı ve kendileriyle bu hususta istişârede bulundu.
    Peygamberimizin kanâatı, gördüğü rüyânın da ilhamıyla Medine'yi bizzat içerden müdafaâ etmekti. Buna rağmen Müslümanların da görüşlerine başvurup onların da kanâatlarını öğrenmek istiyordu.
    Ashabın ileri gelenlerinin bir çoğu da Peygamber Efendimizin bu kanaatına iştirak etti. O anâ kadar hiç bir toplantıya çağrılmayan münafıkların reisi Abdullah bin Übey de bu istişâreye çağrılmıştı. O da Medine'de kalma fikrindeydi.
    Ancak Bedir Gazâsında bulunmayan kahraman ve genç Sahabîler, Bedir'de bulunan gâzilerin nâil olduğu ecir ve sevabı, Bedir şehidlerinin ulaştığı yüksek dereceleri Resûl-i Ekrem Efendimizden işitmekle, o harpte bulunmadıklarından dolayı son derece üzülmüşlerdi. Bu sebeple düşmanı Medine dışında karşılama arzusunu taşıyor ve bu arzularında şiddetle ısrar ederek şöyle diyorlardı:
    "Yâ Resûlallah! Vallahi, onların Cahiliyye Devrinde bile Medine'ye, üzerimize yürümelerine meydan ve imkân verilmemiştir. İslâmiyet devrinde onların Medine'ye, üzerimize yürümelerine nasıl müsaade buyurulur?
    "Yâ Resûlallah! Biz, Allah'tan bu günü isterdik. Bizleri dışarı çıkar. Düşmanlarımız ile göğüs göğüse cenk edelim!"560
    Bir kısmı ise şöyle diyordu:
    "Yâ Resûlallah! Eğer onları dışarda karşılamazsak, düşman bu durumu korkaklığımıza ve zaafımıza hamlederek şımarır!"
    Bu arzuyu taşıyanlara cesur ve bahadır bir zat olan Hz. Hamza, Sa'd bin Übâde, Numân bin Mâlik gibi hatırı sayılır Ashabın ileri gelenleri de katıldı. Kahraman Hz. Hamza bu görüşünü şöyle açıkladı:
    "Yâ Resûlallah! Sana kitabı indiren Allah'a yemin ederim ki, bu kılıcımla Medine dışında Kureyş müşrikleriyle çarpışmadıkça yemek yemeyeceğim."
    Hz. Hayseme Bedir Muharebesine katılmak için oğlu Sa'd ile kurâ çekmişti. Kurâ Hz. Sa'd'a çıkmıştı. Bedir Harbine katılan Sa'd ise arzuladığı şehâdet mertebesine ulaşmıştı. Şehid babası Hz. Hayseme şöyle diyordu:
    "Yâ Resûlallah! Kureyşliler, çöl Araplarından ve müttefikleri olan Ahâbîşten asker topladılar. Develerine ve atlarına binip gelip meydanlarımıza indiler. Bizi evlerimizde ve kalelerimizde kuşatacaklar, sonra da dönüp gideceklerdir. Aleyhimizde bir sürü söz söyleyeceklerdir. Bu, onların cesaretlerini arttıracaktır.
    "Görüp de karşılamayacak ve onları yurdumuzun ortasından kovmayacak olursak, çevremizdeki Araplar da bize göz dikeceklerdir!
    "Allah Teâlânın bizi, Kureyş müşriklerine karşı galip getireceği ümit edilir.
    "Eğer ikincisi olursa - ki şehitliktir -Bedir, beni ondan mahrum kıldı. Halbuki, ben onu öyle özlemiştim ki! Benim Bedir Muharebesine çıkmayı arzuladığımı duyan oğlum benimle kurâ çekmişti. Kurâ ona çıktı. Sonunda şehidlik mertebesine o ulaştı.
    "Halbuki, ben şehid olmayı ne kadar arzu ediyorum!
    "Dün gece oğlumu güzel bir surette gördüm: Cennet meyvaları ve ırmakları arasında dolaşıyor ve bana 'Cennette arkadaşlığa katıl! Ben, Rabbimin bana vaadettiği gerçeği buldum!' diyordu.
    "Vallahi, yâ Resûlallah! Sabah gözlerimi açınca, oğluma Cennette arkadaş olmayı candan özlemeye başladım."Yaşım, fazlasıyla ilerledi. Artık Rabbime kavuşmayı özlemekteyim.
    "Yâ Resûlallah! Beni şehidlikle, Cennette oğlum Sa'd'ın arkadaşlığı ile nasiblendirmesi için Allah'a duâ et!"
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Hayseme'nin bu arzusunu yerine getirdi. Kendisi için duâ etti.561
    Ebû Said el Hudrî'nin babası Mâlik bin Sinan ise, "Yâ Resûlallah! İki şeyden biri bizimdir: Ya Allah bizi onlara galip ve muzaffer kılar ki istediğimiz budur.
    "Ya da Allah, bize şehidlik nasip eder! Vallahi, yâ Resûlallah! Bence bu ikisinden hangisi olursa olsun, onda hayır vardır!" dedi.
    Yine kahraman bir Sahabî olan Numan bin Mâlik ise şöyle dedi:
    "Yâ Resûlallah! Ben şehâdet ederim ki, rüyâda boğazlandığını gördüğün sığırın temsil ettiği Ashabından birisi de benim! Bizi Cennetten mahrum etme! Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'a yemin ederim ki, ben Cennete girsem gerektir!"
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Niçin?" buyurdu.
    Hz. Numan, "Çünkü" dedi, "ben, Allah'tan başka ilâh bulunmadığına, senin de Allah'ın Resûlü olduğuna şehâdet eder, Allah'ı ve Resûlünü severim. Düşmanla karşılaştığım gün de yüz çevirip kaçmam!"
    Peygamber Efendimiz, "Doğrusun ve gerçeği söyledin" buyurdu.562
    Karar
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ekseriyetin düşmanı Medine dışında karşılamak arzu ve görüşünde olduğunu anlayınca, şehirden çıkıp muharebeyi açık arazide kabul etmeye karar verdi. Ashabına hitaben de şöyle buyurdu:
    "Sabır ve sebat ederseniz bu defa dahi Cenâb-ı Hak size yardımını ihsan eder. Bize düşen azim ve gayret göstermektir!"
    Günlerden Cuma idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz Cuma namazını kıldırdıktan sonra, Müslümanlara cihadın faziletinden cihada nasıl hazırlanacağından bahsetti ve şöyle buyurdu:
    "Cihadda geri durmak, gecikmek âcizliktir. Sabır ve sebât gösterildiği zaman Allah'ın yardımı gelir. Sabır ve sebât ediniz! Sabır ve sebât ettiğiniz takdirde, Allah'ın yardımı sizinledir."563
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, vakti giren ikindi namazını da cemaâte kıldırdıktan sonra, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'le birlikte Hâne-i Saâdetine girdi. Bu iki Sahabî Efendimizin hazırlanmasına yardımcı olacaklardı.
    Resûl-i Ekrem içerde zırhını giymek, kılıcını kuşanmakla meşgulken, dışarda toplanmış bulunan Müslümanları Sa'd bin Muaz ile Üseyyid bin Hudayr Sahabîleri ikaz ederek şöyle dediler:
    "Medine'den çıkmak istemediği halde, siz çıkmaları için Resûlullaha ısrar edip durdunuz. Halbuki ona emir gökten iner. Siz bu işi ona bırakınız. Onun istediğini yapınız!"
    Bu sözler, Medine dışında düşmanı karşılamak fikrinde olanları bir derece de olsa yumuşattı, hattâ pişmanlık bile duyar oldular. Resûl-i Ekremin zırhını giyinmiş, kılıcını kuşanmış bir halde evinden çıktığını görünce şöyle dediler:
    "Yâ Resûlallah! Senin hoşlanmadığın şeyi biz istemeyiz. Eğer Medine'de kalmak istiyorsan kalalım! Sana aykırı hareket edemeyiz.
    Hz. Resûlullahın cevabı şu oldu:
    "Bir peygambere, zırhını giydikten sonra, düşmanla çarpışmadan ve Allah onunla düşmanları arasında hükmünü vermeden zırhını sırtından çıkarmak yakışmaz."564
    Arkasından da şöyle buyurdu:
    "Sürâtle size emrettiğim şeyleri yapmaya bakınız. Allah'ın 'ismini anarak gidiniz. Sabır ve sebât gösterdiğiniz müddetçe, Allah size yardım edecektir."565
    İslâm Ordusu
    Hazırlanan Müslümanlar 1000 kişi civarında idi.566 Sayıca Kureyş ordusunun üçte biri kadar. İçlerinde sadece yüz zırhlı vardı.567
    Orduda üç sancak bulunuyordu. Mus'ab bin Umeyr Muhacirlerin, Üseyyid bin Hudayr Evslilerin, Hubab bin Münzir ise Hazreçlilerin sancağını taşıyordu.
    İslâm ordusu harekete hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz atına binmiş, yayını omuzuna asmış ve mızrağını eline almıştı. Medine'de yerine Abdullah bin Ümmi Mekrum'u bırakmıştı. Zırhlı iki Sahabî, Sa'd bin Muaz ile Sa'd bin Ubâde önünde, mücahidler ise sağ ve solunda yer alıyorlardı.
    İslâm ordusunun Uhud'a doğru hareket edeceği sıradaydı. Topal bir zat olan Amr bin Cemûh da sefere katılmak için gönlünde şiddetli bir arzu duydu. Her zaman Peygamber Efendimizle birlikte savaşa çıkan dört oğlu vardı. Onları çağırdı ve "Beni de sefere çıkarınız" dedi.
    Oğulları, "Resûlullah, senin sefere çıkmamana müsâade etti. Yüce Allah'da seni mazeretli saymıştır" dediler.
    Gönlü Allah ve Resûlullah muhabbetiyle yanıp tutuşan Amr, oğullarının bu sözlerine aldırış etmedi.
    "Yazıklar olsun size!" dedi. Siz, beni Bedir seferinde Cenneti kazanmaktan alıkoymuştunuz. Uhud seferinde de mi alıkoyacaksınız? Herkes Cennete giderken, ben evde oturup kalamam!"
    Sonra da doğruca Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı.
    "Yâ Resûlallah! Bu oğullarım, şunu bunu bâhane ederek beni sefere çıkmaktan alıkoymak istiyorlar. Vallahi ben, seninle beraber sefere çıkmayı ve Cennette şu aksak halimle dolaşmayı arzu ediyorum!" dedi ve sordu:
    "Yâ Resûlallah! Sen, benim Allah yolunda çarpışmamı ve şehid düşüp şu aksak ayaklarımla Cennette gezip yürümemi uygun görmez misin?"
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Evet, uygun görürüm" dedikten sonra şöyle ilâve etti:
    "Amma Allah, seni mazeretli saymıştır. Sen cihadla mükellef değilsin!"
    Sonra bu Sahabînin oğullarına şöyle dedi:
    "Siz, onu seferden alıkoymaya mecbur değilsiniz. Onu serbest bırakınız. Umulur ki Allah, ona şehidlik nasib eder."568
    Bunun üzerine Amr bir Cemuh derhal silâhlandı ve kıbleye dönerek, "Allah'ım! Bana şehidlik nasib et" diye duâ etti.569
    İslâm ordusu Seniyye Tepesine gelmişti. O sırada Peygamber Efendimiz, dönüp arkasına baktı. Okçulardan mürekkep kalabalık bir askeri birlik gördü.
    "Kimdir bunlar?" diye sordu.
    Mücahidler, "Abdullah bin Übey'in Yahudî müttefiklerinden altı yüz kişilik bir topluluk" cevabını verdiler.
    Resûl-i Ekrem "Onlar Müslüman olmuşlar mı?" diye sordu. "Hayır, yâ Resûlallah" denilince, Efendimiz şu emri verdi:
    "Gidip onlara söyleyiniz, geri dönsünler. Onların yardımına ihtiyacımız yok."570
    Peygamberimizin Orduyu Teftişi
    İslâm ordusu Şeyheyn tepelerine geldiği zaman, Resûl-i Ekrem durup ordusunu bizzat teftişten geçirdi. Bu sırada on beş kadar küçük yaşta çocuğu da geri çevirdi.
    Fakat, içlerinde mücahidler safından ayrılmak istemeyen, müşriklere karşı küçük yaşta da olsa savaşmak isteyenler vardı. Bunlardan biri de Rafi' bin Hadic idi. Ayağındaki mestlerin ucuna basarak Resûl-i Ekreme uzun görünmek istiyordu. Sonradan bir Sahabînin "Yâ Resûlallah Rafi' iyi ok atar" demesi ve ordudan ayrılmasını istememesi üzerine Peygamber Efendimiz, onu da orduya aldı. Arkadaşı Rafi'in orduya alındığını gören bir başka küçük Sahabî Semüre bin Cündüb, babasına, "Babacığım, Resûlullah Rafi'e müsâade etti, beni ise geri çevirdi. Halbuki ben güreşte onu yenebilirim" dedi.
    Baba Mürey bin Sinan, teklifi Resûl-i Ekreme iletti. Peygamber Efendimiz güreşmelerini istedi. Güreşte Semüre'nin Rafi'i yıktığını görünce onunda orduya katılmasına izin verdi.571 Henüz on beş yaşlarında bulunan bu gencecik Sahabîler, işte böylesine büyük bir şevkle mücahidler safında müşriklere karşı savaşmak istiyorlardı.
    Peygamberimizin ordusunu teftişi sona erdiği zaman, güneş de o günkü vazifesini bitirip guruba doğru kaymaya başlamıştı. Az sonra Bilâl-i Habeşî akşam ezanını okudu. Resûl-i Ekrem, mücahidlere namazı kıldırdı. Aynı şekilde yatsı namazı da eda edildi. Peygamber Efendimiz geceyi burada geçirecekti. Muhammed bin Mesleme kumandasındaki elli kişilik bir devriye birliğini de orduyu muhafaza altında bulundurmak ve etrafı kontrol etmekle vazifelendirdi.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahidlere yatsı namazını kıldırdıktan sonra, "Bu gece bizi kim bekleyecek?" diye sordu.
    Mücahidler arasından bir ses geldi:
    "Ben, yâ Resûlallah!"
    Peygamber Efendimiz, "Sen kimsin?" diye sordu.
    Aynı sesin sahibi, "Zekvân bin Abd-i Kays'ım" diye cevap verdi.
    Resûl-i Ekrem, "Sen otur!" diye emretti.
    Aradan az bir zaman geçtikten sonra Peygamber Efendimiz tekrar, "Bu gece bizi kim bekleyecek?" diye sordu.Yine mücahidler arasından bir ses yükseldi: "Ben, yâ Resûlallah!"
    Efendimiz, "Sen kimsin?" diye sordu.
    Sesin sahibi, "Ben, Ebû Seb'im," diye cevap verdi.
    Peygamber Efendimiz ona da, "Sen otur" buyurdu.
    Bir müddet bekledikten sonra Peygamber Efendimiz sorusunu üçüncü sefer tekrarladı: "Bu gece bizi kim bekleyecek?"
    Yine Müslümanlar arasından bir ses yükseldi:
    "Ben beklerim yâ Resûlallah!"
    Efendimiz, "Sen kimsin?" diye sordu.
    "Ben, İbni Kays'ım" diye cevap verdi.
    Peygamber Efendimiz ona da, "Sen otur!" dedi.
    Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Üçünüz de kalkınız" buyurdu.
    Yalnız bir kişi ayağa kalktı. Bu, Zekvân bin Abd-i Kays'ti. Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Diğer arkadaşların nerede?" diye sorunca, Zekvân, "Yâ Resûlallah! Üç seferinde de sorunuza cevap veren ben idim" dedi.
    Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz ona şöyle duâ etti: "Git, sen bize muhafızlık et! Allah da seni muhafaza etsin."
    Zekvân, hemen zırhını giyindi. Kalkanını aldı. Bütün gece Peygamber Efendimizin yanında nöbet tuttu.572
    İslâm Ordusu Uhud'da
    Sabaha yakın Peygamber Efendimiz (a.s.m.), ordusuyla birlikte Şeyheyn'den ayrıldı ve Uhud'a doğru yürüdü. Artık her iki ordu da birbirini fark edebiliyordu.
    Düşman karşıda görünüyordu. Mücahidler cephesinde sabah ezânı göklere dalga dalga yayılıyordu. Saf bağlayan Müslümanlar, Hz. Resûlullahın arkasında silâhlarını çıkarmadan düşmanlarının gözleri önünde namazlarını edâ ettiler.
    Bu arada Peygamber Efendimiz, tedbir babında, zırhının üzerine ikinci bir zırh, takkesinin üzerine ise miğfer giydi.573
    Münafıkların Ordudan Ayrılması
    Artık iki ordu karşı karşıya gelmişti. Her biri harp nizamıyla meşgul oluyordu.
    Bu sırada oraya kadar çekine çekine korku içinde gelmiş bulunan Abdullah bin Übey bin Selûl ortaya atıldı.
    "Muhammed, rey ve görüş sahibi olmayan gençlerin sözünü dinledi. Benim sözümü dinlemedi.
    "Ey ahali! Bir türlü anlayamıyorum; şuracıkta biz ne diye canımızı vereceğiz"574 deyip kavminden ve münâfıklardan üç yüz kadar askerle geri döndü.
    Münâfıkların ayrılmasıyla İslâm ordusu 700 kişiden ibâret kaldı. Kureyş ordusunun dörtte biri kadar.
    Abdullah bin Übey, münâfıklardan bir grupla, İslâm ordusundan ayrılmakla kalmadı. Sâir Müslümanları da tesir altına almaya çalıştı. Onun geri döndüğünü gören Hazreç Kabilesine mensup Selimeoğulları ile Evs Kabilesine mensup Hariseoğulları da geri dönmeye niyetlendiler. Fakat, Allah'ın inâyeti yetişti ve onları bu tereddütlerinden kurtardı.
    Kur'ân-ı Âzimüşşanda bu hususla ilgili olarak şöyle buyurulur:
    "Allah, sizden iki birliğin halini de işitip görüyordu ki, onlar dostları ve yardımcıları Allah olduğu halde, bir an bundan gaflet ederek dağılmaya yüz tutmuşlardı. Halbuki mü'minler ancak Allah'a güvenip Ona tevekkül etmelidir."575
    Münâfıklarla İlgili İnen Âyet
    "İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen, Allah'ın izniyle idi ve gerçek mü'minleri ayırd etmek içindi.
    "Münâfıkları da mü'minlerden ayırıp ortaya çıkarmak içindi. Onlara 'Gelin, Allah yolunda savaşın veya müdâfaada bulunun' denildi. Onlar ise, 'Eğer gerçekten bir savaş olacağını bilsek elbette sizin peşinizden gelirdik' dediler. Onlar o gün küfre îmandan daha yakın idiler. Onlar, kalblerinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler. Allah ise onların gizlediklerini hakkıyla bilir."576
    Muhayrık'ın İslâm Ordusuna Katılışı
    Muhayrık büyük bir Yahudî âlimi idi. Medine'de bol serveti vardı. Resûl-i Ekrem Efendimizi, mukkaddes kitaplardaki sıfatlarıyla tanırdı. Fakat, kavminden çekindiği ve dininin tesirinden kendisini bir türlü kurtaramadığı için bu sıfatları açıklamıyordu. Bu durumu Uhud Harbine çıkışa kadar devam etti.(İbni Hişâm, Sîre, 2:164-165.)
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, mücahidlerle Uhud Gazâsına çıktığı sıradaydı. O âna kadar bildiğini açıklamayan Muhayrık şöyle dedi:
    "Ey Yahudî cemaâti! Vallahi, siz Muhammed'in peygamber olduğunu, ona yardım etmenin, üzerinize düşen bir vazife ve yerine getirmeniz gereken bir hak olduğunu pekâla bilirsiniz!" Yahudîler, "Bugün Cumartesi günüdür! Hiçbir şeyle meşgul olunmaz" diye cevap verdiler.
    Bunun üzerine Muhayrık, kılıcını ve harçlığını yanına aldı. Akrabasından birisine, "Eğer, bugün öldürülürsem, mallarımın hepsi Muhammed'indir. O dilediğini yapmaya serbesttir." diyerek vasiyette bulundu ve gidip İslâm ordusuna katıldı. Şehid düşünceye kadar da müşriklerle çarpıştı.
    Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ona şu iltifatta bulundu:
    "Muhayrık, Yahudî ırkından, hayırlı bir kişidir."(İbni Hişâm, Sîre, 2:165)
    Muhayrık'ın vasiyeti üzerine Peygamber Efendimize kalan mülkleri: Bisab, Sâfiye, Delâl, Hüsnâ, Avaf, Bürka ve Meşrebe adlarını taşıyan yedi bahçe ve bostandı.(İbni Sa'd, Tabakât, 1:502-503.)
    Muhayrık'ın mallarını teslim alan Efendimiz, onların hepsini vakfetti. Medine'deki vakıfları umumiyetle Muhayrık'ın mallarındandı.(İbni Hişâm, Sîre, 2:165)
    İslâm Ordusu Karargâhı
    Günlerden Cumartesi idi. Peygamberimiz atından indi, yürüyerek sayıca az, îmân ve cesarette büyük ordusunun saflarını bizzat kendisi tanzim etti. Sağ ve sol kanadı düzene soktu. İslâm ordusunun arkasında Uhud Dağı vardı. Yüzü ise Medine'ye doğru idi.577
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bu arada oldukça mühim bir yer olan Ayneyn Tepesine elli muharipten teşekkül eden bir okçu müfrezesini vaziyet almak üzere vazifelendirdi. Başlarına Abdullah bin Cübeyr'i tayin etti. Vazifeleri, Uhud ile Ayneny Tepesi arasındaki geçidi muhafaza etmek, düşmanın buradan İslâm ordusunu arkadan vurmasına fırsat vermemekti.578
    Resûl-i Ekrem okçulara şu emri verdi:
    "Düşmanı yendiğimizi görseniz de, size haber vermedikçe, adam göndermedikçe yerlerinizden asla ayrılmayınız."
    Düşmanın bizi mağlup ettiğini görseniz de, yine kesinlikle yerinizi terk edip, yardımlarına koşalım demeyin."579
    Bu emir ve tâlimatını iki sefer tekrarlayan Peygamber Efendimiz, daha sonra okçulara şu emri verdi:
    "Kuşların cesetlerimizi kapıştıklarını görseniz dahi, ben size adam göndermedikçe asla yerinizden ayrılmayınız."590
    Resûl-i Kibriyânın emri ve talimatı böylesine net ve kesindi.
    İki Ordu Karşı Karşıya
    İki ordu da artık harp nizamına girmiş ve karşılıklı bekliyorlardı.
    İslâm ordusunda, Zübeyr bin Avvam zırhlı kuvvetlerin, Hz.Hamza ise zırhsız askerlerin başında vazifeli idi.
    Müşrik ordusunun sağ kol kumandanı Halid bin Velid, sol kol kumandanı ise Ebû Cehil'in oğlu İkrime idi. Süvari birliklerinin başında Safvan bin Ümeyye, okçuların başında ise Abdullah bin Ebi Rabia bulunuyordu.581
    Müşrik ordusu cephesinde gürültü ve şamatanın bini bin paraydı. Gönülleri intikam hırsıyla dolu kadınlar türküler, şarkılar söyleyerek ve defler çalarak müşrikleri coşturmaya çalışıyorlardı.
    İslâm ordusu cephesi ise dualar, tekbirler, âminlerle inliyordu.Allah'tan yardım dileniyor, nusretini ihsan etmesi niyaz ediliyordu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz de hitabesinde onları cihada, Allah yolunda savaşa, bu yolda sabır ve sebata, her şeye rağmen gayretle çalışmaya teşvik ve davet ediyordu. Gönülleri îmânla dolu, gözlerinden cesaret kıvılcımları sıçrayan mücahidler, bir an evvel "hücum" emrini heyecanla bekliyorlardı. Ya vurulup şehid olarak Allah'ın huzuruna çıkmak, ya da müşrik topluluğunu yerle bir etmek için yerlerinde duramıyorlardı.
    Taraflar birbirlerine oldukça yaklaşmışlardı.
    Bu sırada Kureyş ordusunun sancaktarı Talha bin Ebî Talha ortaya atılarak kendinden emin, mağrurane bir edâ ile seslendi:
    "Benimle çarpışmaya er meydanına kim çıkar?"
    Karşısına "Esedullah" ünvanının sahibi Hz. Ali çıktı.
    "Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, seni kılıcımla Cehenneme göndermedikçe veya kılıcınla Cennete girmedikçe seni bırakmayacağım!" diyerek hasmına şiddetli bir kılıç darbesi indirdi. Başını çenesine kadar yarıp ikiye ayırdı. Talha yere yıkılınca Hz. Ali geri döndü. Mücahidler, "Neden onun başını gövdesinden ayırmadın?" diye sordular.
    Hz. Ali, "Yere düşünce edep yeri bana taraf açıldı. Ondan hemen yüzümü çevirdim. İyi biliyorum ki; Allah onu yaşatmayacak öldürecektir" diye cevap verdi.
    Kureyş sancaktarının yere serilmesine Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ve mücahidler son derece sevindiler ve bu sevinçlerini tekbirler getirerek izhâr ettiler.
    Talha yere serilince, Kureyş müşriklerinin sancağını kardeşi Osman bin Ebî Talha aldı. Ona karşı da Hz. Hamza çıktı ve omuzundan kılıçla vurup kolunu kesti.
    Bu sefer sancağı yine Abdüddaroğullarından Ebû Sa'd bin Ebî Talha aldı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ebû Sa'd'a karşı da Hz. Ali'yi çıkardı. Çarpışmadan galip çıkan yine Ali oldu. Ebû Sa'd "Esedullah"ın kılıç darbeleri arasında can verdi.
    Sa'd öldürülünce Kureyş sancağını hemen Müsafi bin Talha bin Ebî Talha eline aldı. Onu da Âsım bin Sâbit Hazretleri okla vurup öldürdü.
    Ondan sonra Kureyş müşriklerinin sancağını Hâris bin Ebî Talha aldı. Âsım bin Sâbit Hazretleri onu da bir okla yere serdi.582
    Hâris'ten sonra sancağı Kilab bin Talha aldı. Onu da Zübeyr bin Avvam (r.a.) bir hamlede yere serdi.
    Bu sefer sancağı Cülâs bin Talha aldı. Onu da Talha bin Ubeydullah Hazretleri öldürdü.
    Abdüddâroğullarından baba, oğul, kardeş ve amca olan tam yedi kişi Kureyş müşriklerinin sancağı altında kahraman mücahidler tarafından böylece yere serildiler.
    Bundan sonra sancağı yine Abdüddâroğullarından Ertat bin Şürahbil aldı. O da Hz. Ali'nin amansız darbeleriyle yere serildi. Sonra sancağı Şurayb bin Kâriz aldı. O da Ashab-ı Kirâmdan biri tarafından öldürüldü.
    Sancaktarlarının bir bir yere serildiğini gören Kureyş müşriklerini bir dehşet ve korku sardı. Öyle ki, sancaklarının yanına bile kimse yanaşmaya cesaret edemiyordu. Sonunda onu Alkame kızı Amre yerden alıp Kureyşlilere teslim etti.583 Abdüddâroğullarından sancağı tutacak kimse bulunmadığından yine onların kölelerinden Suvap sancağı taşıdı. Kuzman, vurup onun sağ elini kesti. Suvap sancağı sol eline aldı. Kuzman sol elini de kesti. Bunun üzerine Suvap sancağı kol ve pazularıyla tutmaya çalıştı. Fakat, daha fazla dayanamayıp arka üstü yere yıkıldı.
    Artık iki tarafın da beklemeye tahammülü kalmamıştı. Çarpışma, bir anda şimşek hızıyla başladı. Kılıç şakırtısı, ok vınlaması, at kişnemesi ve deve böğürmesi ortalığı kapladı. Allah yolunda savaşmaya can atan mücahidler kahramanca savaşmaya başladılar.
    Resûl-i Ekrem'in elinde bir kılıç vardı. Üzerinde: "Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve itibar var! İnsan korkaklıkla kaderinden kurtulamaz!" meâlindeki beyit yazılı idi.
    "Bu kılıcı benden kim alır?" diye sordu.
    Birçok Sahabî birden atıldı. "Ben, ben yâ Resûlallah!" diyerek ellerini uzattılar.
    Bu sefer Peygamberimiz, "Bunu hakkını vermek üzere kim alır?" diye sordu.
    Yine hararetle isteyenler çıktı. Aralarında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Zübeyr bin Avvam da vardı. Resûlullah (a.s.m.) vermek istemedi.
    Bu sırada korkusuz, gözünü daldan budaktan sakınmayan biri ortaya atıldı. Ebû Dücâne'ydi bu! Resûlullaha, "Nedir onun hakkı, yâ Resûlallah!" diye sordu.
    Resûl-i Ekrem, "Hakkı; eğilip bükülünceye kadar düşmana sallamandır!" buyurdu.
    Bunun üzerine Ebû Dücâne, "Yâ Resûlallah! Ben onu, hakkını yerine getirmek üzere alıyorum!" dedi ve Hz. Resûlullahtan kılıcı teslim aldı.
    Ebû Dücane, elinde Resûl-i Ekremin şartlı teslim ettiği kılıcı, başında ise kırmızı sarığı olduğu halde müşriklere doğru çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz Ashabına şu ölçüyü ders verdi:
    "Bu öyle bir yürüyüştür ki, Allah onu, şu yerin [harp halinin] dışında hiçbir zaman sevmez!"584
    Ebû Dücane, şimşek sürâtinde, düşman safları arasına girdi, kılıcını var kuvvetiyle hakkını vermek için sallamaya başladı. Önüne geleni bir-iki darbede yere seriyor, durmadan ilerliyordu. Bir ara dağın eteğinde deflerle müşrikleri savaşa teşvik eden kadınların yanına kadar vardığını fark etti. Orada biri müşriklere hiddetli hiddetli bağırıyor, onları vuruşmaya teşvik ediyordu. Yanına yaklaştı, kılıcını kaldırıp vuracakken, hasmından bir çığlık koptu. Bu Ebû Süfyan'ın karısı Hind'in çığlığı idi. Ebû Dücane, ona vurmadı. Kendisini o sırada gören Hz. Zübeyr bin Avvam, sonradan, neden o kadına kılıç sallamadığını soracak, Ebû Dücane ise şu cevabı verecektir:
    "Resûlullahın kılıcına hürmetimden, o kadının kanına bulaştırmak istemedim!"585
    Diğer taraftan Hz. Hamza, elinde iki kılıç, "Ben Allah'ın arslanıyım" diye diye bir öne bir arkaya dönerek kılıcını sallıyor, müşriklerin üzerine cesaretle saldırıyordu.
    Mücahidlerin hepsi de düşmanla cesurca döğüşüyor ve kıyasıya mücadele veriyorlardı!
    Düşmanın Bozguna Uğraması
    Şirk ordusu, mücahidlerin bu kahramanca döğüş ve çarpışması karşısında fazla dayanamadı. Kendilerini bir korku ve dehşet sardı. Gerisin geriye kaçışmaya başladılar. Müşrik kadınlar defler çalıyor, şarkılar söylüyor ve paniğe kapılıp kaçan askerleri geri çağırıyorlardı. Ancak, cesaretin kaynağı îmândan mahrum kalbe deflerin çalınması, şarkıların söylenmesi ve şiirlerin okunması bile fayda veremiyor, müşrik askerleri gerisin geri herşeylerini, canlarını kurtarmak uğrunda terk ederek kaçıyorlardı.
    Harbin ilk safhası işte böylesine mücahidlerin üstün çarpışmaları ve Allah'ın yardımı ile Müslümanlar lehine neticelendi.
    İslâm ordusu henüz bozulmamıştı. Bu esnâda bir müşrik tarafından Abdullah bin Amr bin Harâm şehid edildi. Uhud'un ilk şehidi bu mücahid oldu.
    Oğlu Hz. Cabir der ki: "Babam Uhud seferine çıkmak için hazırlandığı sırada, geceleyin beni yanına çağırdı ve 'Yavrucuğum! Belli olmaz. Belki de yarın Uhud günü ilk şehid ben olurum! Kızkardeşlerine iyi davranmanı vasiyet ederim. Üzerimde borç var. Borcumu öde' dedi. Gerçekten dediği gibi, ilk şehid kendisi oldu."586
    Harbin Seyrini Değiştiren Hâdise
    Düşman ikiye bölünüp sürâtle harp yerinden uzaklaşırken, mücahidler de geride terk edilen ganimetleri toplamaya başlamışlardı. Ayneyn Tepesinde vazifeli okçular ise, Uhud meydanındaki manzarayı seyrediyorlardı.
    Bu arada okçularda yerlerinden ayrılıp mücahidlere katılma isteği uyandı. Onlar, harp bitmiş kendilerinin görevi ise sona ermiştir düşüncesini taşıyorlardı. Ayrılmak isteyen okçulara, kumandanları Abdullah bin Cübeyr verilen emri hatırlattı:
    "Resûlullahın size söylediklerini, verdiği emri ve talimâtı unutunuz mu?"
    Fakat bu hatırlatmaya rağmen, kumandanlarıyla birlikte kalan bir kaçı müstesna, diğerleri Ayneyn Tepesini terk ederek harp sahasındaki mücahidlerin yanına gittiler. Onlarla birlikte ganimet toplamaya başladılar.
    Birçok okçunun yerlerini terk etmeleriyle İslâm ordusunun arka cephesi müdafaasız kaldı. Harp dâhisi ve Kureyş ordusunun süvari
    kumandanı Halid bin Velid de zaten böyle bir fırsat kolluyordu. Harbin en hararetli zamanında da bu geçitten girmek istemiş, ancak okçular tarafından püskürtülmüştü.
    Halid bin Velid, emrindeki kuvvetlere tepede kalan on kadar okçuyu şehid ettikten sonra, Müslüman saflarının arkasına daldı. Hücum ânî ve beklenmedik bir anda olmuştu. Herşey birden değişiverdi. Mücahidler, düşman bozguna uğrayıp gitti diye gayet rahat idiler. Hattâ bazıları silâhlarını bile bırakmıştı.
    Bu durumu görünce, kaçan Kureyş kuvvetleri de geri döndü. Mücahidler iki ateş arasında kalmışlardı. Beklenmedik bir hücuma maruz kaldıklarından şaşırmışlardı. İki taraftan sarılınca kuvvetlerini haliyle kaybetmişlerdi. Beklenmedik bir anda, beklenmedik bir hücum, beklenmedik bir netice doğuruyordu.
    İslâm Ordusunun Dağılması
    Önden ve arkadan hücuma mâruz kalıp sıkıştırılan mücahidler, bir anda kendilerini toparlayamadılar ve ister istemez dağılmak zorunda kaldılar. Peygamber Efendimizin çevresinde herşeye rağmen on on beş kadar Sahabî kalmıştı. Bu bir avuç mücahid, canını dişine takarak, müşriklerden gelen oklara, mızrak ve kılıç darbelerine göğüslerini geriyor, vücutlarını siper ederek Kâinatın Efendisini korumaya çalışıyorlardı. Bu arada küfür ordusundan atılan taşlardan biri Hz. Resûlullahın sağ alt çenesindeki mübârek dişlerinden birini şehid etti. Bir diğer taş ise alnını ve alt dudağını yardı. Abdullah İbni Kamia adındaki kâfirin kılıç darbesiyle de elmacık kemiği yara aldı. Darbenin şiddeti ile miğfer parçalandı ve iki halkası mübârek yüzüne battı.587
    Sevgili Peygamberimizin mübârek yüzüne miğferin iki halkasının battığını gören Ebû Ubeyde bin Cerrah bir anda kendisini onun önüne atıverdi ve yanından bir an dahi olsun ayrılmayan Hz. Ebû Bekir'e, "Yâ Ebâ Bekir! Allah aşkına olsun, Resûlullah la aramızdan çekil. Bırak da mübârek yüzünden halkaları çıkarayım!" diyerek halkaların her birini dişleriyle çekip çıkardı. Bu arada kendisi de iki dişinden oldu.588
    Öte taraftan Mâlik bin Sinan (r.a.) ise, Fahr-i Âlemin yüzünden akan kanları diliyle temizledi. Bu hareketi üzerine Efendimizin, "Kanım kanına dokunan ve karışan kimseye Cehennem ateşi erişmez" müjdesine muhatap oldu.589
    Bir müşrik tarafından Müslümanların düşürülmesi için kazılmış bir çukur vardı. İslâm ordusunun bozulmaya yüz tuttuğu o dehşetli anda harbin şiddetinden farkına varamayarak Resûl-i Ekrem kazılmış olan çukura yanı üzeri düştü. Çukurun etrafı derhal mücahidler tarafından sarıldı ve düşman askerlerinin yaklaşmasına müsâade edilmedi.
    Çukurdan çıkmaya muvaffak olan Kâinatın Efendisinin yüzü gözü kanlar içinde kalmıştı. Elini kanayan yüzüne sürdü:
    "Kendilerini Rablarına îmâna dâvet ederken, Peygamberlerinin yüzünü kana bulayan bir kavim nasıl felâh bulabilir?" dedi.
    Bu, bir sitemdi, bir serzenişti. Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlünün bu sitemi üzerine şu meâldeki âyetleri indirdi:
    "Kullarımın tedbir ve idâresinden senin elinde birşey yoktur ve sen onların inkârlarından mes'ul değilsin. Allah dilerse onlara tevbe nasip eder, dilerse zâlim oldukları için onlara azap verir.
    "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. O dilediğini doğru yola eriştirip bağışlar, dilediğine de hak ettiği azabı verir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."590
    Çok az sayıda Müslümanın müşriklere karşı direndiği sıradaydı. Peygamber Efendimiz, bir grup müşrikin kendisine doğru gelmekte olduğunu fark etti. Yanından ayrılmayıp kahramanca çarpışan Hz. Ali'ye, "Hücûm et, onlara!" diye emretti.
    Allah'ın arslanı Hz. Ali, cesaretle müşrik birliğin üzerine yürüdü. Onları püskürtüp, içlerinden birini de yere serdi.
    Bu esnada Cebrâil (a.s.), "Yâ Resûlallah! Bu, sizin için yapılan iyilik ve civanmertliktir" diye seslendi.
    Peygamber Efendimiz cevaben, "O, bendendir, ben de ondanım" buyurdu.
    Tam o esnada bir ses işittiler: "Zülfikâr gibi kılıç, Ali gibi yiğit bulunmaz!"591
    Mücahidlerin, Resûl-i Ekrem Efendimizin etrafından dağıldıkları esnâda, Hz. Sa'd bin Ebî Vakkas da bir köşeye çekilmiş kararsız duruyordu. Kendi kendine, "İçimden ne şehidlik arzusunu, ne de kurtulma arzusunu atabiliyorum" diyordu.
    O sırada mücahidin biri ona, "Yâ Sa'd! Resûlullah seni çağırıyor," dedi. Hz. Sa'd, derhal, Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı. Sonrasını Hz. Sa'd şöyle anlatır:
    "Resûlullah beni önüne oturttu. Ok atmaya başladım. Her atışta, 'Allah'ım! Bu senin okundur! Onunla düşmanını vur!' diyordum."Resûlullah da (a.s.m.), 'Allah'ım! Sad'ın duâsını kabul et! Allah'ım! Sa'd'ın atışını doğrult! Devam, devam Sa'd! Babam, annem sana fedâ olsun' buyuruyordu.
    "Her ok atışında Resûlullah (a.s.m.) aynı duayı tekrarlıyordu.Ok çantam boşalınca, Resûlullah (a.s.m.) kendi çantasında bulunan okları da birer birer yayıma yerleştirip attırdı. Okları, yaya yerleştirmekte o, herkesten daha çabuk ve sürâtli idi."
    Hz. Ali der ki:"Resûlullah (a.s.m.), anne ve babasını, Sa'd'dan başka hiç kimse hakkında birleştirerek 'feda olsun' dememiştir.
    "Uhud günü ona: 'At, ey Sa'd! Annem babam sana fedâ olsun! At, ey kısa boylu, kuvvetli delikanlı!' buyurdu.
    "Nebî'nin (a.s.m.) ondan başkasına böyle söylediğini bilmiyorum."592
    Hz. Talha bin Ubeydullah'ın Kahramanlığı
    Harbin en nazik ve dehşetli anı idi. Müslümanlar önden ve arkadan hücuma geçen müşrik kuvvetlerinden kendilerini kurtarmak için tepelere doğru çıkıyorlardı. Hz. Resûlullahın etrafında kala kala on beş kadar mücahid kalmıştı. Bunlar Peygamber Efendimizle (a.s.m.) birlikte sabır ve sebât göstererek müşriklere karşı kahramanca savaşıyorlardı. Bunlardan biri de Hz.Talha bin Ubeydullah idi.
    Müşriklerin Resûlullahın dört tarafını sardıkları sırada, Hz. Talha sağa sola dönerek kılıcıyla onları uzaklaştırmaya çalışıyordu.
    Bir ara, müşriklerin keskin nişancı okçularından Malik bin Zübeyr, Efendimize nişan alıp bir ok attı. Hz. Talha, bu okun Kâinatın Efendisine isabet edeceğini anlayınca, buna mâni olmak için, elini oka hedef tuttu. Son sürâtle gelen ok, parmağını delip, elini çolak yaptı.593
    Peygamber Efendimiz, "Yeryüzünde gezen Cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talha bin Ubeydullah'a baksın" buyurdu.
    Hz. Resûlullahı korumak uğrunda müşriklerden gelen kılıç darbelerine ve oklara vücudunu siper eden Hz. Talha'nın baş ve gövde damarlarından biri kesildi. Gövdesi yaralar içinde kaldı. Fazla kan kaybından bayılıp yere düştü. O sırada Hz. Ebû Bekir Peygamberimizin yanına geldi. Resûl-i Ekrem ona, "Amcanın oğlu ile ilgilen" dedi.
    Hz. Ebû Bekir yüzüne su serpince Hz. Talha kendine geldi. Yaralarının acısı, sızısı umurunda değildi. Şahsını düşünmüyordu. Uğrunda bunca fedakârlığa katlandığı zâtın durumunu merak ediyordu. Başucunda duran Hz. Ebû Bekir'e "Resûlullah ne yapıyor?" diye sordu.
    Hz. Ebû Bekir, "İyidir. Beni sana o gönderdi" diye cevap verince bu kahraman ve fedakâr Sahabî şöyle dedi:
    "Allah'a şükürler olsun! Resûlullah sağ olduktan sonra her musibet bizim için bir hiçtir!"594
    İ'lây-ı Kelimetullah uğrunda gösterdiği bunca kahramanlık ve fedâkarlıktan dolayı Hz. Resûlullah tarafından bu harpte "Talha-tü'l-Hayr (Hayırlı Talha)" olarak adlandırılan Hz. Talha, Uhud'dan döndüğü zaman vücûdunda tam yetmiş beş yarası vardı. Başı dört köşeli yarılmış, uyluk damarı baştan aşağı kesilmişti. Eli ise çolak olmuştu.595
    Hz. Hamzâ'nın Şehâdeti
    Müslümanların tepelere doğru dağıldıkları karışık hengâmede idi.
    Hz. Hamza, var gücüyle müşriklere karşı direniyor ve "Allah'ım! Müslümanların şu hallerinden dolayı sana sığınır, senden af dilerim" diye duâ ediyordu. Müşrikler, onun yanına pek yaklaşamıyorlardı. Onu uzaktan vurup düşürmenin çâresini arıyorlardı.
    Mekke'de, Vahşi adında bir köle vardı. Habeş usûlüne göre kargı atmakta oldukça maharetli ve becerikli idi. Tesbit ettiği hedefe isabet edemediği pek az olurdu.
    Kureyş ordusu Mekke'den ayrılmadan önce idi. Efendisi Cübeyr bin Mut'im kölesi Vahşi'yi yanına çağırmış ve "Orduya katıl. Eğer Muhammed'in amcası Hamza'yı amcam Tuayma bin Adiy yerine öldürürsen hür ve âzadsın" demişti. 596
    Bedir'de babası öldürülen Ebû Süfyan'ın karısı Hind de bunun için Vahşi'ye bir çok mükâfatlar vaad etmişti.
    Bu sebeple Vahşî, harp boyunca Hz. Hamza'yı gözetip duruyordu. Hz. Hamza'nın müşrikleri kasıp kavurduğu, kılıcıyla biçtiği bir sıradaydı. Vahşî, fırsat kollamak için bir kayanın arkasına gizlenmiş bekliyordu.
    Düşmanın üzerine dolu dizgin yürüyen Hz. Hamza'nın bir ara ayakları kaydı ve arka üstü yere yıkıldı. Keskin bir nişancı olan Vahşî, mızrağını fırlattığı gibi bu kahraman Sahabînin böğrüne sapladı ve onu şehid etti. Vahşî bununla da yetinmedi. Ebû Süfyan'ın karısı Hind'in gönlünü yapmak için göğsünü yarıp, ciğerini de alıp ona götürdü. Üzerindeki kıymetli eşyaları başardığı bu büyük işten dolayı Vahşî'ye çıkarıp veren
    Hind, intikam hırsıyla bu aziz şehidin ciğerini çiğnedi.597 Bununla da intikam hırsı dinmeyince, bizzat Hz. Hamza'nın başucuna vardı; burnunun, kulağını kendine bilezik, pazband ve halhal yapmak niyetiyle kesti.598
    Mücahidlerin birçoğu oraya buraya dağılmıştı. Herşeye rağmen Resûlullahın yanından ayrılmayan mücahidler de vardı. Bunlardan biri de İslâm ordusunun sancaktan Hz. Mus'ab bin Umeyr idi.
    İbni Kamia denilen kâfir, bir ara atlı olduğu halde Resûl-i Ekrem Efendimize yaklaştı:
    "Gösteriniz bana Muhammed'i! O, kurtulursa, ben kurtulmayayım" diyerek haykırıyordu.
    Hz. Mus'ab, mücahidlerden birkaç kişi ve Nesîbe Hatun ile İbni Kamia'ya karşı çıktı. Bu kâfir, Hz. Resûlullahı korumaya çalışan Hz. Nesîbe'nin omuzuna bir kılıç darbesi indirdi. Nesîbe Hatun da, cesurca ona bir çok darbeler indirdi. Fakat, bu müşrikin üzerinde iki kat zırh bulunduğundan darbeler pek tesir etmedi.
    İbni Kamia, önüne çıkan Hz. Mus'ab'ın sağ elini bir kılıç darbesiyle kesti. Hz. Mus'ab İslâmın izzet ve şerefini sembolize eden sancağı sol eline aldı. İbni Kamia bir kılıç darbesiyle sol elini de kesti. Bu sefer Hz. Mus'ab sancağı kollarıyla tutup göğsüne bastırdı. O anda tek gayesi, bu zındığın Resûlullaha ulaşmasına mâni olmak ve İslâm sancağını yere düşmekten korumaktı. İbni Kamia bu sefer mızrağıyla vücûdunu deldi. Hz. Mus'ab, artık dayanamayıp yere yıkıldı. Böylece o da şehâdet şerbetini içenler arasına katıldı. Sancak da yere düştü.599
    Hz. Mus'ab, şehid düşünce, Peygamber Efendimiz sancağı Hz. Ali'ye verdi. Hz. Ali, çarpışmaya gidince de, sancağı sonuna kadar Ebürrum taşıdı.
    "Muhammed Öldürüldü" Yaygarası
    Mus'ab bin Umeyr Hazretleri zırhını giydiği zaman Resûl-i Kibriyâ Efendimize pek benzerdi. İbni Kamia da Hz. Mus'ab'ı şehit etmekle Peygamber Efendimizi öldürdüğünü zannetmişti. Derhal müşriklerin yanına vararak: "Muhammed'i öldürdüm" dedi.600
    Bunu duyan müşrikler sevinç çığlıkları attılar. Onlardan birisi de dağ başına çıkarak, "Muhammed öldürüldü" diye yaygarayı bastı.
    Bu dehşetli yaygarayı duyan mücahidlerin birden kolu kanadı kırılıverdi. İslâm ordusunda umumî bir geri çekilme ve panik havası başladı. Her biri başka başka istikametlerden ve harp sahasını terk ediyorlardı. Bu dehşetli hengâmede farkına varmadan, düşman askeri diye din kardeşlerine kılıç sallamaya kalkanlar bile oluyordu. Hatta, bu karışıklık esnasında Huzayl bin Cabir, bir başka Sahabî tarafından yanlışlıkla şehid edildi.
    Müşriklerin kopardığı yaygaraya inanmak istemeyen mücahidler, Hz. Resûlullahı aramaya koyuldular. Bunlardan Hz. Ali, hem önüne gelen düşman askerine kılıç sallıyor, hem de etrafa göz gezdirerek Peygamberimizi arıyordu. Harp sahasında bulunan mücahidlerin o anda en büyük ve tek arzusu artık, Resûl-i Kibriyâ Efendimizi bulmak olmuştu.
    Bu esnada yürekleri ferahlatıcı bir ses yükseldi: "Ey Müslümanlar! Müjde size, işte Resûlullah!"
    Bu sesin sahibi Ka'b bin Mâlikti. Resûl-i Ekrem Efendimizi Şi'b mevkiinde, miğferinin altında pırıl pırıl parlayan mübarek gözlerinden tanımıştı. Müslümanlara seslenirken eliyle de Resûl-i Ekremin bulunduğu yeri gösteriyordu.601
    Peygamber Efendimiz, düşman tarafından nerede olduğunun bilinmesini istemiyordu. Müslümanlara müjdeyi veren Ka'b'â eliyle, "Sus, sus!"602 diye işaret verdi.
    Artık Hz. Resûlullahın yeri tesbit edilmiş ve etrafa yayılan haberin bir şayiadan ibaret olduğu anlaşılmıştı... Mücahidler derhal Resûl-i Ekremin bulunduğu yere doğru koştular ve kendisini emniyet çemberi içine aldılar. O anda mücahidlerin bir tek gayesi vardı: Hz. Resûlullahın vücudunu muhafaza etmek! Bunu başardılar.
    Ümmü Umâre Nesîbe bint-i Ka'b, kocası ve iki oğluyla birlikte İslâm ordusuna katılıp Uhud'a gelmişti. Kocasıyla oğulları müşriklerle çarpışacak, kendisi de yaralanan Müslümanlara yardım edip su yetiştirecekti. Ancak, harbin ikinci safhasında Müslümanlar bozulmaya başlayıp Resûlullahın etrafında çok az sayıda mücahidin kaldığını gören Nesîbe Hatun, derhal Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yanına vardı ve çarpışmaya koyuldu. Kılıçla, okla Resûl-i Zişan Efendimizi müşriklerden korumaya çalıştı. Bu sırada yaralandı. Peygamber Efendimiz sağına soluna baktıkça Nesîbe Hatunun müşriklere karşı koyduğunu görüyordu. Şöyle buyurdu:
    "Ey Ümmü Umâre! Senin katlandığın dayanabildiğin şeye, herkes dayanamaz ve katlanamaz."
    Peygamberimiz, Nesibe Hatunun omuzundan aldığı yarayı görünce oğlu Abdullah'a, "Annenin yarasını sar, annenin!" dedi. Sonra da şöyle buyurdu:
    "Ev halkınızı Allah mübârek kılsın. Senin annenin makamı, filânca ve filâncalarının makamından hayırlıdır. Babanın makamı da filân ve filânların makamından hayırlıdır. Senin makamın da filân ve filânların makamından hayırlıdır! Allah size, ev halkınıza rahmet etsin."
    O esnada îmânın verdiği cesaretle müşriklere karşı cesurca kılıç sallayan Nesîbe Hatun, "Yâ Resûlallah! Allah'a duâ et de, Cennette sana komşu olalım!" dedi.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Allah'ım, bunları, Cennette bana komşu ve arkadaş et" diye duâ etti.
    Bunun üzerine Nesîbe Hatun sevinç içinde, "Bana artık dünyada ne musibet gelirse gelsin gam çekmem. Bu bana yeter,"603 diyerek Allah ve Resûlullaha karşı olan muhabbet ve bağlılığını ortaya koydu.
    Müslümanlar safında mertçe çarpışıp cesaretle düşmanın üzerine hücum eden biri vardı. Hatta, Müslümanlar arasından müşriklere ilk ok yağdıran da o olmuştu.
    Gariptir ki, Kuzman adındaki bu adamın ismi her ne zaman zikredilse, Efendimiz, "O, Cehennemliktir" derdi. Sahabîler bunun sırrını bir türlü çözemiyorlardı.
    Kuzman, harbin en şiddetli anında büyük kahramanlıklar gösterdi. Hattâ İslâm ordusu bozulup dağıldığı sırada kılıcının kınını kırdı, "Ölmek kaçmaktan hayırlıdır. Ey Evs hânedanı, siz de benim gibi, şeref ve şan için çarpışınız" diye seslenerek müşriklerin arasına daldı. Yedisini sekizini öldürdükten sonra, kendisi de muharebe meydanında yaralanıp kan revan içinde kaldı.
    Sahabîler hâlâ Efendimizin, "O, Cehennemliktir" sözünün mânâsını anlamış değillerdi.
    Bunca, kahramanlık ve cesareti Müslümanlar safında gösteren Kuzman nasıl Cehennemlik olabilirdi?
    Ancak Hz. Resûlullah, Kuzman'ın gerçek yüzünü Cenâb-ı Hakkın bildirmesiyle biliyordu.
    Ağır yaralarının sızısıyla kıvranan Kuzman'ı Sahabîler: "Tebrikler ey Kuzman! Cenneti müjdeleriz sana," diyerek tebrik ettiler. Kuzman ise verdiği cevapla gerçek mahiyetini ortaya koydu: "Ne diye beni tebrik ve tebşir ediyorsunuz? Benim maksadım şehâdete ermek değildir. Dinin muhafazası hususu dahi asla hatırımdan geçmemiştir. Ben, kavmimin gayreti için ve Kureyşliler Medine hurmalıklarına zarar vermesin diye çarpıştım."604
    Yaralarının ağrısı şiddetlenip yaşayacağından ümidini kesince de, bir ok alıp kolunun damarını keserek intihar etti.605
    Sahabîler, bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimizin sözünün hakikatını anladılar. Kuzman'ın bunca kahramanlığı ve fedakârlığı Allah yolunda, Allah için değil, kavim ve kabilesinin şan ve şerefi ve Medine'deki hurmalıklarını korumak uğrunda gösterdiğini öğrendiler.
    Kuzman'ın kendi kendisini öldürdüğü haberini alan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Allahü Ekber! Allahü Ekber! Ben, Allah'ın Resûlü olduğuma şüphesiz şehâdet ederim!" dedi. Sonra da şöyle buyurdu:
    "Şüphe yok ki Allah, isterse, bu dini facir bir adamla da teyid eder!"606
    Âmellerin makbuliyet ölçüsü ihlâs ve samimiyettir. Yani, amelin Allah'ın rızası gözetilerek yapılmış olmasıdır.
    İhlas ile söylenmeyen bir sözün yapılmayan bir hareketin, gösterilmeyen bir kahramanlığın Allah katında hiç bir kıymeti ve değeri yoktur. İşte bunun apaçık bir misâli Kuzmân hâdisesidir.
    Çok az sayıda mücahidin, yağmur gibi yağan müşrik oklarına karşı, kendisini korumaya çalışırlarken, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin mübârek dudaklarından ise şu cümleler dökülüyordu:
    "Allah'ım, kavmimi affet. Onlara doğru yolu göster. Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar."607
    Hazin Netice
    Müşrikler, daha fazlasını yapamayacakları kanaatına varınca, derlenip toparlanan mücahidler karşısında tekrar bir hezimetle karşı karşıya gelmemek için, en uygun yolun geri çekilmek olacağını hesapladılar ve mağrur bir edâ ile geri çekildiler.
    Netice, gerçekten hazin, ibretli ve düşündürücü idi.
    Harpte, mücahidlerden yetmiş kişi şehid düşmüştü. Bunlar arasında Hz. Hamza, Hz. Mus'ab bin Umeyr gibi çok güzîde Sahabîler de bulunuyordu. Ebû Dücâne, Nesîbe Hatun gibiler, Resûl-i Kibriyâyı muhafaza etmeye çalışırlarken, vücudları delik deşik olmuştu.
    Harbin bir safhasında mücahidlere gülen parlak muzafferiyet, Hz. Resûlullahın emir ve talimatına riâyet etmeyen okçulardan bir kısmının yerlerini terk etmeleriyle bir anda hazin ve acı bir mağlûbiyete inkılab etmiş; Uhud, Müslümanların kanıyla boyanmıştı. Peygamber Efendimizin, "O bizi sever, biz de onu severiz" buyurduğu Uhud'u bir hüzün bulutu kaplamıştı.
    Peygamber Efendimiz yaralıydı, yorgundu. Kendi başına yürüyecek kuvveti kalmamıştı. Sa'd bin Muaz ve Sa'd bin Ubâde'ye dayanarak, Müslümanların sığındığı Şi'b'deki kayalığa doğru çıktı. Burada dinlenmek, yorgunluğunu gidermek istiyordu. Bir müddet yürüdükten sonra, bu takattan da mahrum kaldı. Üzerindeki iki zırlı ise, oldukça ağırlık yapıyordu. Bu sırada Talha bin Ubeydullah yere çöktü, "Buyur, yâ Resûlallah, ben kuvvetliyim" diyerek Peygamber Efendimizi sırtına aldı ve kayalığa kadar taşıdı.
    Resûl-i Ekrem, kanlar içinde kalan yüzünü gözünü burada suyla yıkadı ve başına su döktürdü.
    Peygamberimizin, Übeyy bin Halef'i Öldürmesi
    Bedir Harbinden önceydi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz harp sahasında dolaşırken, "Burası Ebû Cehil'in, burası Utbe'nin, burası Ümeyye'nin, buralar da filânın ve filânın öldürülecekleri yerlerdir. Übeyy bin Halefi de ben kendi elimle öldüreceğim" buyurmuştu.
    Bedir'de haber verdiği gibi, Ebû Cehil, Utbe ve Ümeyye bin Halef, mücahidler tarafından gösterilen aynı yerlerde öldürülmüşlerdi. Geriye Übeyy bin Halef kalmıştı. Bu adam Kureyşin ileri gelenlerinden biri idi. Peygamberimize, her karşılaşmasında şöyle derdi:
    "Ey Muhammed. Bir atım var. Her gün ona on altı ölçek darı yedirip besliyorum. Birgün gelir, onun sırtında seni öldürürüm."
    Peygamber Efendimizin ise, bu azgın ve şaşkın adama cevabı sadece şu oluyordu: "Belki, İnşallah, ben seni öldürürüm."608
    İşte Übeyy bin Halef, Bedir'de mücahidler tarafından canı Cehenneme yollanan kardeşi Ümeyye'nin intikamını almak ve Peygamber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak üzere yemin ederek, Uhud'a çıkıp gelmişti.
    Hz. Resûlullahın Şi'b'e doğru çıktığı sıradaydı. Übeyy'in gelmekte olduğu görüldü. Mekke'de günde on altı okka darı ile beslediği atının üzerindeydi. İntikam dolu bakışlarla Peygamberimize yaklaşıyordu. Bunu fark eden Sahabîler önüne çıkıp, hesabını görmek istediler. Ancak Hz. Resûlullah, "Bırakın, gelsin" diyerek mücahidlerin karşı çıkmasına mâni oldu. Resûl-i Ekreme oldukça yaklaşan bu azgın müşrikin ağzından, "Ey Muhammed, sen kurtulursan, ben kurtulmayayım" lafları dökülüyordu.
    Bu sözleri duyan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bir anda celâllendi. Elindeki mızrağıyla heybet ve haşyet verici adımlarla hasmının üzerine yürüdü. Übeyy, bir anda şaşkına döndü. Hz. Resûlullahın heybet ve haşyet verici tavrı karşısında duramayıp, geri kaçmaya başladı. Peygamber Efendimiz peşini bırakmıyor ve arkasından, "Nereye kaçıyorsun, ey yalancı" diye sesleniyordu.
    Bu kaçışla Übeyy kendini kurtaramadı. Peygamber Efendimizin fırlattığı mızrak, miğferle zırhı arasındaki kısma saplandı ve Übeyy sığır böğürmesi gibi böğürerek atından yere yuvarlandı.
    Müşrikler, yaralı halde onu alıp götürdüler. Yarasından kan akmıyordu. Ağrısına sızısına zor dayanıyordu. Zaman zaman arkadaşlarına, "Vallahi, Muhammed beni öldürdü" diyordu. Arkadaşları bu sözünü ciddiye almıyorlar ve yarasının önemsiz olduğunu ifade ederek teselli etmeye çalışıyorlardı. Ne var ki, Übeyy, kurtulamayacağını anlamıştı. Arkadaşlarına şöyle dedi:
    "O bana (Mekke'de) 'Seni öldüreceğim' demişti. Vallahi, o benim üzerime tükürse, yine beni öldürür."609
    Übeyy bin Halef, birgün bile yaşamadan, "Susadım, susadım!" çığlıkları arasında ölüp gitti. Resûl-i Kibriyânın, Allah'ın izniyle, istikbalden haber vermiş olduğu bir mûcizesi de böylece tahakkuk etmiş oldu.
    Müslümanların bozulup dağılmaya yüz tuttukları bir sıradaydı. Azılı müşriklerden Abdullah bin Şihab-ı Zührî, Utbe bin Vakkas, Abdullah bin Kamia ve Übeyy bin Halef bir araya gelerek Peygamber Efendimizin hayatına son vermek için sözleşip and içmişlerdi.610
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu dört azılı müşrik hakkında, "Allah'ım, onların hiçbirisi senesine ulaşmasın" diye duâ etti.
    Sa'd bin Ebî Vakkas der ki: "Vallahi, Resûlullahı vuran veya yaralayanlardan hiçbirinin üzerinden bir yıl geçmedi."
    Bunlardan biri olan İbni Şihab'ı, Mekke yolunda ak benekli, dişi bir yılan ısırıp öldürdü. Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yüzünü yaralayan İbni Kamia ise, Uhud'dan Mekke'ye döndükten sonra, davarlarının yanına gitti. Dağın en yüksek tepesinde davarını buldu. Önünü kesip tutmak isteyince, bir koç üzerine yürüyerek onu boynuzlarıyla toslaya toslaya didik didik edip parçaladı.611
    Ebû Süfyan'ın Seslenişi
    Müşrik ordusu, harp sahasından yavaş yavaş çekiliyordu. Kumandan Ebû Süfyan, muharebe meydanında bir tur attıktan sonra kayalıklara çıkmış bulunan mücahidlerin yanına geldi ve "Müslümanlar arasında Muhammed var mı?" diye seslendi. Bu sorusunu üç kere tekrarladığı halde, Peygamber Efendimiz, "Cevap vermeyiniz" buyurdu.
    Bu sefer Ebû Süfyan, "Aranızda Ebû Bekir var mı?" diye sordu. Hz. Resûlullah yine cevap verilmesine müsaade etmedi.
    Kureyş reisi bu sefer, "Aranızda Ömer yok mu?" diye sordu. Peygamber Efendimiz yine cevap verilmesini istemedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan adamlarına dönerek, "Herhalde bunların hepsi öldürülmüş, Sağ olsalardı elbette cevap verirlerdi." diye bağırdı.
    Son konuşması karşısında Hz. Ömer dayanamadı ve ayağa kalkarak yüksek sesle, "Yalan söylüyorsun ey Allah'ın düşmanı, vallahi yalan! Söylediklerinin hepsi sağdırlar ve işte buradadırlar" dedi. Bundan sonra Ebû Süfyan ile Hz. Ömer arasında şu konuşma geçti:
    "Hübel'in şânı yüce olsun!"
    "En büyük en yüce olan Allah'tır!"
    "Bizim Uzzamız var, sizin yok!"
    "Bizim Mevlâmız Allah'tır. Sizin Mevlânız yok!"
    "Bir gün yenildik, bir gün yendik!"
    "Bir gün üzüldük, bir gün güldük! Hanzala'yı Hanzala'ya karşı, filânı filâna karşı öldürdük!"
    "Biz sizinle bir değiliz. Bizim öldürülenlerimiz Cennette, sizinkiler ise Cehennemdedir."
    Bu sefer Ebû Süfyan tekrar asıl maksadına geldi ve Hz. Ömer'e, "Ey Ömer, Allah aşkına doğru söyle! Muhammed'i öldürdük mü?" diye sordu.
    Hz. Ömer, "Hayır, vallahi onu öldürmediniz. O şimdi söylediklerinizi dinliyor!" diye cevap verdi.
    Hz. Ömer'e itimadı olan Ebû Süfyan Peygamberimizin hayatta olduğuna inanmıştı artık. Ayrılıp gidecekleri sırada ise şöyle bağırdı:
    "Gelecek yıl, sizinle Bedir'de buluşup çarpışmaya söz veriyoruz."
    Hz. Ömer, Allah Resûlüne baktı. Kanaatını beyân etmesini bekledi. Kendisinden, "Olur! İnşallah orası bizimle sizin buluşma yeriniz olsun" emri gelince, Hz. Ömer, "Oldu" diye cevap verdi.612
    Peygamberimizin Şehidler Arasında Dolaşması
    Düşman kuvvetler, harp meydanını terk edip Mekke'ye doğru hareket edince, Peygamber Efendimiz mücahidlerle birlikte çıktığı kayalıktan indi. Cesetleriyle yerde yatan, fakat ruhlarıyla yüksek âlemlerde pervaz eden şehidler arasında dolaştı. Gönlü hüzünle doluydu. Kadere teslimiyetin verdiği inşirah olmasaydı manzara seyredilecek gibi değildi. En güzîde Sahabîlerini kaybetmişti. Kureyş müşrikleri şehidler hakkında vahşice muâmelelerde bulunmuşlardı. Çoğunu parça parça ederek tanınmaz bir hale getirmişlerdi. Onların arasında durdu. İçler parçalayıcı manzarayı bir müddet hüzünle seyrettikten sonra, "Ben, Kıyamet gününde, şu şehidlerin Allah yolunda canlarını fedâ ettiklerine şâhidlik edeceğim" buyurdu.
    Daha sonra Ashabına dönerek, "Bunları, kanlarıyla sarıp gömünüz. Allah yolunda çarpışarak yara alanlar, Kıyâmet gününde Mahşere yaraları kanayarak geleceklerdir. Kanlarının rengi kan rengi, ama kokuları mis kokusu gibi olacaktır" diye ferman etti.613
    Şehidler arasında Efendimizin amcası kahraman Sahabî Hz. Hamza da vardı. Karnı yarılmış, ciğeri çıkarılmış, burnu ve kulakları kesilmiş, cesedi parça parça edilmişti. Zor tanınıyordu. Onun mübârek cismini gören Resûl-i Kibriyâ Efendimiz öylesine üzüldü, öylesine elem duydu ki, bir anda gözlerinden yaşlar boşandı. O anâ kadar öylesine mahzun olduğu görülmemişti. "Seyyidü'ş-Şühedâ (şehidlerin efendisi)" olan bu cesaret abidesi Sahabînin cesedi başında durdu. Gözyaşları arasında ona şöyle seslendi:
    "Ey Hamza! Hiçbir zaman, hiç bir kimse senin gibi böyle bir musibete uğramamış ve uğramayacaktır!
    "Benim için bundan daha büyük bir musibet olamaz!
    "Ey Resûlullahın amcası Hamza!
    "Ey Allah'ın ve Resûlünün arslanı Hamza!
    "Ey hayırlar işleyen Hamza!
    "Ey Resûlullaha koruyucu olan Hamza!
    "Allah, sana rahmet etsin!
    "Eğer senden sonra yas tutmak gerekeydi, sevinmeyi bırakıp sana yas tutardım."614
    O esnâda, Medine tarafından tozu dumana kata kata birinin gelmekte olduğu görüldü. Yaklaşan bir kadındı. Hz. Hamza'nın anne-baba bir kardeşi olan Hz. Safiyye idi. Kardeşinin durumunu öğrenmek istiyordu. Önüne gelene Hz. Hamza'nın nerede olduğunu, kendisine nelerin yapıldığını soruyordu. Hz. Resûlullah, yaklaşmakta olduğunu görünce, oğlu Hz. Zübeyr bin Avvam'a, "Annene söyle geri dönsün. Kardeşinin cesedini görmesin" diye emretti.
    Hz. Zübeyr annesini karşıladı: "Anneciğim! Resûlullah, geri dönsün diye emretti" dedi.
    Hz. Safiyye, "Eğer ona yapılanı görmemek için döneceksem, ben zaten kardeşimin cesedinin kesilip biçildiğini öğrenmiştim. O, bu musibete Allah yolunda uğramıştır. Biz Allah yolunda bundan daha beterine de razıyız. Sevâbını Allah'tan bekleyeceğiz. İnşallah sabredip, katlanacağız"615 diye kahramanca cevap verdi.
    Hz. Zübeyr, gelip durumu haber verince Efendimiz Hz. Safiyye'nin kardeşi Hz. Hamza'yı görmesine müsâade buyurdu.
    Hz. Safiyye, Şehidlerin Efendisi kardeşinin yanına vardı. Başucunda oturdu. Sessizce ağlamaya başladı. Yanında duran Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamadı. Bu hazin ve ibretli manzaraya Hz. Fâtıma da gelip gözyaşlarıyla katılınca, ortalığı bir başka duygulu, içli ve acıklı hava kapladı. Allah'ın kaderine gönülden tereddütsüz teslim olmuş Hz. Safiyye, musibete karşı sabrın ifadesi olan, "İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn" âyet-i kerimesini okudu. Aziz kardeşine de Allah'tan rahmet ve mağfiret dileğinde bulundu.616
    O esnâda Hz. Cebrâil geldi. Peygamber Efendimize Hz. Hamza'nın göklerde, "Allah'ın ve Resûlullahın arslanı" diye yazılmış olduğunu haber verdi. Resûl-i Ekrem, bu müjdeyi Hz. Safiyye'ye iletti.617
    Muharebenin şiddetli gününde Abdullah bin Cahş ile Sa'd bin Ebî Vakkas Hazretleri bir kenara çekilip Cenâb-ı Hakka duâ etmişlerdi. Sa'd: "Yâ Rabbi! Bir büyük düşmana rastgelip cenk ederek ona galip ve muzaffer olayım" diye duâ etmişti. Abdullah bin Cahş (r.a.) ise onun duâsına "Amin" dedikten sonra, "Ben de bir büyük düşmanla karşılaşayım. Onunla çarpışayım ve sonunda şehid olayım. Burnum ve kulaklarım kesilsin. Yarın mahşer gününde Cenâb-ı Hak bana, 'Burnun ve kulakların nerede kesildi' diye sorunca, 'Ya Rabbi! Senin ve Resûlünün yolunda kesildi' diye cevap vereyim" diye duâ etmişti.
    Şehidler arasında Abdullah bin Cahş da vardı. Ve aynen duâ ettiği gibi burnu ve kulakları kesilmişti. Bunu gören Sa'd bin Ebî Vakkas hayretini gizleyemedi.
    Şehidler arasında İslâm ordusunun sancaktarı Hz. Mus'ab bin Umeyr de vardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz onun yanına vardı: "Mü'minlerden, Resûlullah ile beraber olacaklarına dair Allah'a verdikleri söze sâdık kalan nice kimseler vardır. Onlardan kimi verdiği sözü tamamen yerine getirerek şehidliğe kavuştu; kimi de böyle bir âkibeti beklemektedir. Onlar, sözlerini hiçbir şekilde değiştirmemişlerdir."618 meâlindeki âyet-i kerimeyi okudu.
    Hz. Mus'ab'a kefen olacak bir şey bulamamışlardı. Üzerinde kaftanı vardı. Sahabîler bu kaftanım baş tarafına örttüklerinde ayak tarafı açılıyor, ayak tarafına çektiklerinde ise baş tarafı açılıyordu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bu durumu görünce, "Baş tarafını kalkanı, ayaklarını ise ızhır otu [bir çeşit kokulu ot] ile örtünüz" diye emretti.
    Allah yolunda, Resûlullah ve İslâm uğrunda her fedakârlığı göstermek, her meşakkati göze almak ve sonunda şehid olmak! Şehid olduktan sonra ise örtülecek kefenden bile mahrum kalıp ottan kefene sarılmak! İbret ve şeref dolu bir sahne!
    Bütün bunlardan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, şehidlerin namazlarını kıldı. O zaman, Uhud şehidlerinin namazlarının kılınmadığı, defnedildikten sekiz sene sonra kılındığı da rivâyet edilmiştir.619
    Daha sonra Peygamber Efendimiz, üzerindeki silâh ve zırhları çıkarıldıktan sonra şehidlerin kanları ve kanlı elbiseleriyle gömülmelerini emretti.
    Sahabîler, "Yâ Resûlallah, önce hangilerini defnedelim?" diye sordular.
    Resûl-i Ekrem, "En çok Kur'ân bileni önce defnediniz" buyurdu.620
    Resûl-i Ekrem, müşriklerin Medine üzerine yürüyüp, kadınlarla çocukları yok etmelerinden endişe duyuyordu. Bunun için düşmanın gerçekten Mekke'ye gidip gitmediğini öğrenmek istiyordu. Hz. Ali'yi huzuruna çağırdı, "Git, müşrikleri takip et! Gör bakalım ne yapıyorlar? Ne yapmak istiyorlar?
    "Eğer, onlar develerine biniyor, atlarını ise yedeklerine alıyorlarsa, Mekke'ye dönmek istiyorlardır. Şayet, atlara biniyor, develeri sürüyorlarsa, niyetleri Medine'ye yürümektir" diyerek kendisini keşfe memur kıldı.
    Müşrikleri takibe çıkan Hz. Ali, develere bindiklerini, atlarını ise yedekte götürdüklerini gördü. Gelip durumu Resûl-i Ekreme haber verdi.
    Peygamberimizin Harb Sonrası Duâsı
    Şehid Sahabîler defnedildikten sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahidlerle birlikte Medine'ye dönmek üzere harekete geçti. Harre mevkiine geldiğinde, ordusunu durdurarak Rabb-ı Rahimine şu içli niyazı yaptı:
    "Allah'ım! Hamd ve senâ ancak Sanadır."Allah'ım! Senin açıp yaydığını dürecek, senin dürdüğünü de açıp yayacak hiçbir kuvvet yoktur.
    "Senin dalâlette bıraktığım, hidâyete erdirecek yok, Senin hidâyete erdirdiğini de saptıracak yoktur.
    "Senin vermediğini kimse veremez ve Senin verdiğini de kimse engelleyemez.
    "Allah'ım! Rahmet ve bereketini, fazl ve keremini bize aç, yay üzerimize.
    "Allah'ım! Ben, yoksul olduğum günde senden ni'met, korkulu olan günde de emniyet dilerim.
    "Allah'ım! İmanı sevdir bize! Kalblerimizi imanla süsle! Küfür, isyan ve tuğyandan nefret ettir bizi! Din ve dünyamıza zararlı olan şeyleri bilenlerden, doğru yola erenlerden eyle bizi.
    "Allah'ım! Bizleri, Müslüman olarak yaşat! Müslüman olarak öldür! Bizi, sâlihler ve iyiler zümresine kat. Ki onlar, ne şeref ve haysiyetlerini kaybedenler ve ne de dinlerinden dönenlerdir.
    "Allah'ım! Senin Peygamberini yalanlayan, Senin yolundan yüz çeviren, Peygamberinle savaşan kâfirlerin cezâlarını ver! Onlara hak ve gerçek olan azabı indir!"621
    Fahr-i Kâinatın bu içli, hazin ve düşündürücü duâsına mücahidler de "Âmin"lerle katılıyorlardı.
    Cenâb-ı Hak, Sevgili Resûlünün bu duâsını kabul buyuracak, İslâm dininin düşmanlarını kısa zamanda mahv u perişan edecektir.
    Medine'ye Dönüş ve Karşılanış
    Ensar kadınları Mekke sokaklarına dökülmüşlerdi. Gelen orduyu seyrediyorlar, Hz. Resûlullahın sağ salim gelip gelmediğini öğrenmek ve görmek istiyorlardı. İslâm ordusu 7 Şevvâl Cumartesi günü akşam üzeri Medine'ye giriyordu. Kadınlar şehid olan erkekleri için ağlıyorlardı. Bunu duyan Resûl-i Ekremin de gözlerinden yaşlar aktı.
    Atı üzerinde bulunan Peygamber Efendimize bir kadın yaklaştı. Bu kadın, Efendimizin atının dizginini elinde tutan Sa'd bin Muâz'ın annesi Ubedy kızı Kebşe idi. Uhud'da oğlu Amr bin Muâz'ı şehid vermişti. İçi acıyla buruk buruktu. Resûl-i Ekreme iyice yaklaştı, onun nuranî simasına başını kaldırıp baktı ve "Babam, anam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! Seni sağ salim gördüm. Sen sağ salim olunca hangi felâkete uğrarsam uğrayayım bana hiç gelir" dedi.
    Bu cümleler gerçek imanın ve Resûl-i Ekrem Efendimize sonsuz sakadâtın ifadesiydi. Şehid düşen oğlunu sormuyor, Hz. Resûlullahın sağ salim dönmesinden dolayı hadsiz sevinç duyuyordu.
    Resûl-i Ekrem de, bu kahraman İslâm kadınına şehid olan oğlundan dolayı taziye diledi ve şu müjdeyi verdi:
    "Ey Sa'd'ın annesi sana ve onun ev halkına müjdeler olsun ki, onlardan şehid düşenlerin hemen hepsi Cennette toplandılar ve birbirlerine arkadaş oldular. Onlar ev halklarına da şefâat edeceklerdir."
    Sonra da Kebşe Hatunun arzusu üzerine ev halkına şu duâda bulundu:
    "Allah'ım! Onların kalblerinde bulunan üzüntüleri yok et! Geri kalanlarını da, geride kalmışların en hayırlısı kıl."
    Kalbi nübüvvet iksiriyle temas halinde olan Sahabînin Allah ve Resûlü için göze alamayacağı fedakârlık, zahmet ve meşakkat yoktu. Öz evladını da kaybetse, bu yolda yine sabırlı, yine mütehammil olurdu. Zira, İslâm davâsının ancak fedakârlıklar, ferağat ve meşakkatlerle yücelebileceğini gayet iyi biliyordu. İslâm uğrunda, Resûlullah uğrunda gösterilecek fedakârlıkların Allah katında en makbul fedakârlık olduğunun derin şuurunda idiler. Onun içindir ki Kâinatın Efendisi onlar hakkında şöyle buyurmuştur:
    "Cenâb-ı Hak, Ashabımı - Nebî ve Resûller hariç - bütün âlemin üzerine üstün ve seçkin kıldı.622
    Uhud'dan dönen Sahabîler mağlubiyetin kalblerinde meydana getirdiği acı ve buruk bir hava içinde evlerine dağılırken, Peygamber Efendimiz de Hâne-i Saâdetine gitti. Kızı Hz. Fâtıma'ya kılıcı Zülfikârı uzatarak, "Yavrucuğum, al bunun kınını yıka. Vallahi o, bugün yapacağı vazifeyi bihakkın yaptı!" buyurdu.623
    Kâinatın Efendisi ümitli idi. Tattığı bu acı mağlubiyetten dolayı asla meyûs değildi. Hak ve hakikatın er geç şer ve batıla galip geleceğini çok iyi biliyordu. Kızı Hz. Fâtıma'ya söylediği şu sözler bu gerçeği aksettiriyordu:
    "Allah, fethi bize nasib edinceye kadar, müşrikler bizi bir daha böyle bir musibete uğratamayacaklardır."624
    Medine'ye gelen Peygamberimiz hâlâ müşrik tehlikesinden emin değildi. Yarı yoldan dönüp şehre ânî baskın yapma tehlikesi her an söz konusu idi. Bu sebeple bütün gece Müslümanlar Hâne-i Saâdetin kapısında nöbet tuttular.
    Uhud mağlubiyeti neticesinde birçok Müslüman kadın dul kalmış, birçok anne ciğerpârelerini kaybetmiş ve birçok çocuk da yetim kalmıştı. Hepsi de acılarını dindirmek, üzüntülerini giderip ruhlarını teselliye kavuşturmak için Peygamber Efendimize koşuyorlardı. O da onların dertlerine derman olmaya çalışıyordu.
    Büceyr isminde melek yüzlü bir çocuk da Efendimize yarasının sarılması için koşanlar arasındaydı. Uhud'da babası Akrabe şehid olmuştu. Hz. Resûlullahın huzuruna babasız kalmanın verdiği ızdıraptan ağlayarak girmiş, onun şefkat ve merhamet duygularını coşturmuştu.
    Resûl-i Ekrem Büceyr'in de derdine derman oldu. "Ey sevimli çocuk! Ne diye ağlayıp duruyorsun? Sus ağlama! Baban ben, annen de Âişe olursa razı olmaz mısın?" dedi.
    Bu teklif karşısında henüz şefkate muhtaç yaşta bulunan Büceyr'in gözlerinin içi güldü. Üzüntü ve kederini unuttu ve babasız kalmanın verdiği eziklik duygusundan kurtularak, "Babam, anam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Razı olurum elbet!"625 diyerek sevincini izhar etti.
    Resûl-i Ekrem şefkatli elleriyle sevimli çocuğun başını okşadı ve "Adın ne?" diye sordu.
    Çocuk, "Büceyr" dedi.
    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, "Hayır! Sen Beşir'sin" buyurarak ismini değiştirdi.
    Peygamberimizin kendisine verdiği yeni ismiyle Beşir sonradan şöyle diyecektir:
    "Başımda Resûlullahın elinin değdiği yerlerdeki saçlarım siyah kaldı. Diğer taraftaki saçlarım ağardı. Dilimde pelteklik vardı, peltekliğim de o andan itibaren geçti gitti!"626
    Uhud Mağlûbiyetinin Bazı Hikmetleri
    Uhud Muharebesinde, Müslümanların mağlup duruma düşmeleri bir kısmının yaralanması, diğer bir kısmının şehid olmasının bir takım hikmetleri vardı:
    1) Allah ve Resûlünün emirlerine en ufak bir muhalefetin Müslümanları büyük bir felâketle karşı karşıya getirebileceği bu musibetlede gayet açık bir surette anlaşılmıştır. Zira, Peygamber Efendimiz, Ayneyn Tepesine yerleştirdiği okçulara, yerlerinden ayrılmamaları için şiddetli emir verip tembihlediği halde, onlar Müslümanlar galip geldiler düşüncesiyle yerlerini terk ederek bu emre muhalefet ettiler. Yerlerini terk etmeleri neticesi ise, Müslümanların elde ettikleri parlak muzafferiyet bir anda acı bir mağlubiyete döndü.
    2)Peygamberlerin de dünya mihnet ve meşakkatinden uzak kalmayacakları dersi verilmiştir. Zira, onlar insanlara her hususta rehber olarak gönderilmişlerdir.Peygamber Efendimiz de, bütün insanlığa mutlak rehber ve imam olarak gönderilmiştir. Tâ ki, insanlar, gerek şahsî ve gerekse içtimaî hayatlarını alâkadar eden düsturları ondan öğrensin. Eğer İlâhi yardıma mazhar olup, her halinde harikulâdelere ve mu'cizelere istinad etseydi, o vakit mutlak îmân ve insanlığın en büyük rehberi olamazdı. Bu hikmete binaendir ki, Peygamber Efendimiz, yalnız davasını tasdik ettirmek için arasıra ihtiyaç duyulduğunda, münkirlerin inkârlarını kırmak için mûcize göstermiştir. Sair zamanlarda o da, diğer insanlar gibi, Cenâb-ı Hakkın kâinata koyduğu Adetullah kanunları çerçevesinde hareket ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, "sipere giriniz" emrederdi. Uhud'da olduğu gibi de yara alır, zahmet çekerdi.
    Ayrıca, şayet Peygamber Efendimiz, her zaman İlâhî yardıma mazhar olup mûcizeler göstermiş olsaydı, o zaman aklı bir nevi imana icbar etmiş duruma girerdi. Bu ise, dünyadaki imtihan sırrına aykırı olurdu. O zaman, ister istemez Ebû Cehil de Ebû Leheb de iman edip Hz. Ebû Bekir-i Sıddık safına geçecekti. Gerçek Müslümanlarla münafıkların birbirinden ayırdedilmesi bu durumda mümkün olmazdı.Bilhassa, muharebeler esnasında, İlâhî yardımların zaman zaman gecikmesi neticesinde, kalben iman etmemiş münâfıklar, sözleri ve davranışlarıyla kendilerini açığa vuruyorlardı. Böylece, onları tanıyabilme imkânı da doğmuş oluyordu.
    3)Müşrikler içinde, o zamanda Sahabîler safında bulunan Sahabîlere mukabil gelecek Hz.Halid bin Velid, Amr bin As gibi birçok zatlar vardı. Denilebilir ki, Hikmet-i İlâhiyye, istikbalde, Sahabîler safında yer alıp büyük hizmetler görecek olan bu zatların şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarlarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, istikbalde elde edecekleri hasenatlarına bir peşin mükâfat olsun diye, bu galibiyeti onlara vermiş. "Demek, mâzideki Sahabîler, müstakbeldeki Sahabîlere karşı mağlup olmuşlar. Tâ o müstakbel Sahabeler, berk-i süyûf [kılıç] korkusuyla değil, belki bârikâ-ı hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin ve şehâmet-i fitriyeleri çok zillet çekmesin!"(Bediüzzaman Said Nursî, Lem'alar, s. 26)
    Hamrâü'l-Esed Seferi
    Uhud'dan Medine'ye dönen Peygamber Efendimizin gönlü bir türlü rahat değildi. Kureyş müşriklerinin geri dönüp Medine'ye saldırmaları ihtimalini göz önünde bulunduruyordu.
    Ayrıca Uhud mağlubiyetinin Müslümanlar aleyhinde gerek içte ve gerekse dışta meydana getirdiği bir menfi hava vardı. Bu havanın da bir an evvel bertaraf edilmesi gerekiyordu. Müslümanların eski güç ve cesaretlerini korudukları etrafa gösterilmeli idi.
    Peygamber Efendimiz Uhud'dan Medine'ye Cumartesi günü dönmüş idi. Pazar günü sabah namazını kıldırdıktan sonra Hz. Bilâl'i huzuruna çağırdı ve şöyle seslenmesini emretti:
    "Resûlullah, düşmanımızı takip etmemizi size emrediyor! Dün, Uhud'da bizimle birlikte çarpışmada bulunmayanlar gelmeyeceklerdir. Sadece, Uhud'a katılanlar geleceklerdir!"627
    Sahabîlerin çoğu Uhud'dan yaralı dönmüşlerdi. Buna rağmen Resûlullahın İ'lâ-yı Kelimetullah uğrunda çarpışmak için yaptığı davete icabet etmede asla tereddüt göstermediler.
    Abdü'l-Eşheloğullarından iki kardeş olan Abdullah ile Rafi' bin Sehl ağır yaralı idiler. Nebiyy-i Ekrem Efendimizin bu dâvetini duyunca bir anda yaralarının ağrı ve sızısını sanki unutuverdiler ve ne yapıp da bu dâvete katılabiliriz diye düşünmeye başladılar. "Binecek bir bineğimiz bile yok! Yoksa Resûlullah ile gazâya çıkma fırsatını kaçıracak mıyız?" diyorlardı.
    Abdullah, Rafi'e, "Haydi gidelim," deyince, Rafi', "Vallahi benim yürümeye takatım yok" diye cevap verdi.
    Abdullah diretti, "Haydi gel! Olmazsa bir hayvan kiralarız!"
    Sonunda yola çıktılar. Rafi' takattan kesilince Abdullah onu sırtlıyordu. Böylece mücahidlere katıldılar.628
    Ağır yaralılardan biri de Useyd bin Hudayr adındaki Sahabî idi. Onların tedavisiyle meşgul olmak istiyordu. Fakat Resûl-i Ekremin emrini duyunca, yaralarının tedavisini bir tarafa bırakarak mücahidlere katıldı.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz yaralı idi. Yüzünde iki halka yarası vardı. Alnı yarılmıştı. Azı dişi kırılmış, dudağı yarılmış, sağ omuzu yaralanmıştı. Bu haliyle sefere çıkıyordu. Mescide girip iki rekât namaz kıldı. Sonra da zırhlı gömleğini giydi ve miğferini başına geçirdi. Gözlerinden başka yeri görünmüyordu. Bu hâliyle ordusunun başına geçti. Sancağı Hz. Ali'ye verdi, yerine Abdullah bin Ümmi Mektum'u vekil bırakarak Medine'den ayrıldı.
    Peygamber Efendimiz önden üç kişilik bir keşif kolu gönderdi. Biri yorulup yolda kaldı. Kureyşliler, diğer iki gözcüyü fark ettiler ve fırsat kollayarak onları yakalayıp şehid ettiler.
    Resûl-i Ekrem, Hamraü'l-Esed mevkiine vardı. Karargâhını orada kurdu. Şehid edilen gözcülerden ikisini de orada bir kabre defnetti. Sonra geceleyin yakmak üzere mücahidlere odun toplamalarını emir buyurdu. Gece olunca bütün ateşler yakıldı. Yakılan beş yüze yakın ateş etrafa bir korku ve dehşet saldı. Müşrik ordusu ortalıkta görünmüyordu. Sadece uyuyup kalan bir kişi yakalandı. Bu adam, Bedir'de Müslümanların eline düşen, fakat bundan sonra Peygamberimiz ve Müslümanlara şiirleriyle eziyet ve hakaret etmeyeceğine dâir söz verince fidyesiz salıverilen şair Ebû Azze idi. Verdiği sözünde durmamış ve tekrar Uhud'a gelerek müşrikleri şiirleriyle Müslümanların aleyhinde tahrik edip durmuştu.
    Ebû Azze yine Peygamber Efendimizden serbest bırakılması için dilekte bulundu. Ancak bu sefer aldığı cevap sert ve keskin oldu:
    "Mü'min bir yılanın deliğinden iki kere sokulmaz. Vallahi, bundan sonra seni serbest bırakarak Mekke'de ellerini yanaklarına sürdürüp 'İki kere Muhammed'i aldattım, onunla gönül eğlendirdim' dedirtmem.
    "Emir üzerine, boynu vuruldu.629
    Resûl-i Ekrem Efendimiz henüz Hamrâü'l-Esed mevkiinden ayrılmamıştı. Bu sırada Tihame bölgesinde oturan Huzaalılardan Ma'bed bin Ebî Ma'bed huzuruna geldi. Huzaalıların Müslümanları kadar, müşrik olanları da Peygamber Efendimize son derece bağlı idiler. Olup bitenlerden hiçbir şeyi ondan gizlemezlerdi.
    Ma'bed henüz Müslümanlığı kabul etmemişti, ama Resûl-i Ekrem Efendimize sadık biri idi.
    "Yâ Muhammed! Uhud musibeti bizim de gücümüze gitti. Allah'ın onlara karşı sana sıhhat ve afiyet vermesini dileriz" diyerek Peygamber Efendimize bir nevi teselli vermeye çalıştı.
    Ma'bed, Peygamber Efendimizle bu konuşmasından sonra yoluna devam etti. Revhâ denilen mevkide müşriklerin toplantı halinde olduklarını gördü. Onlar, Müslümanların üzerine yürümek maksadıyla bu toplantıyı tertiplemişlerdi. Şöyle diyorlardı:
    "Muhammed'in Sahabîlerini, en şerefli ve en cesur adamlarını öldürdük. Fakat onların köklerini tamamıyla kazımadık. Bu durumda Mekke'ye nasıl gideceğiz? Onlardan geri kalanlarının da üzerine yürüyüp işlerini bitirmeliyiz."
    Görüldüğü gibi gelişmeler Peygamber Efendimizin kanaatını doğruluyordu. Müşrikler dönüp Medine üzerine yürümeyi düşünüyorlardı.
    Kureyşin reisi Ebû Süfyan, Ma'bed ile karşılaşınca, "Ey Ma'bed, geldiğin yerden ne haber?" diye sordu.
    Ma'bed, "Muhammed ve Sahabîleri, şimdiye kadar bir benzeri görülmemiş sayıda askerle takibinize çıktılar" cevabını verdi:
    Ebû Süfyan hayretle, "Eyvah! Neler söylüyorsun sen!" dedi.
    Ma'bed gayet sakin bir edâ ile, "Vallahi, sen buradan ayrılmadan, atların alınlarını görürsün" diye konuştu.
    Ebû Süfyan hiddetli hiddetli, "Vallahi, biz de onlara saldırmak için bir araya gelmişiz. Geri kalanlarının da köklerini kazıyacağız" dedi.
    Ma'bed, Ebû Süfyan'ın hiddetine aldırmadan, "Ben sana, böyle tehlikeli bir işe girişmemeni tavsiye ederim. Vallahi, ben o kalabalığı görünce, haklarında bazı beyitler söylemekten kendimi alamadım" dedi.
    Ebû Süfyan'ın hiddeti meraka döndü. "Neler söyledin bakayım?" dedi.
    Ma'bed şiirine başladı:"Çocuklarından ve dehşetli gürültülerinden, az kalsın hayvanım korkusundan yere düşecekti!
    "Sanki yeryüzünde insan ve at seli akıyordu. Yanlarında mızrak ve kalkanları bulunmayan, silahsız bodur ve şanlı arslanlar koşuyorlardı sanki!
    "Ağırlıklarından yeryüzü çökecek sandım!
    "Acele yanlarından uzaklaştım.
    "Onlar, yalnız olmayan ve yardımsız kalmayan reisleriyle yüksekmişler!
    "Onlar, sizinle karşılaşınca, Bethâ Vadisi sakinleriyle beraber sallanacak!
    "Yazık oldu dedim, Ebû Süfyan bin Harb'a!
    "Ben, güneşin altında kavrulan Mekkeliler ve onlardan her düşünen kimse için, neticenin dehşetli olacağını haber veren bir ikazcıyım!
    "Anlatmaya çalıştığım ordu Ahmed'in ordusudur ki, o ordu bayağı insanlardan teşekkül etmemiştir!
    "Tavsiflerim ve ikazlarım da boş lâflardan ibâret değildir."630
    Ma'bed'in şiirini beğenip öven Ebû Süfyan'la arkadaşlarının kalplerine korku düştü. Müslümanlar üzerine yürüme kararından vazgeçip Mekke'nin yolunu tuttular.
    Müslümanlar lehine büyük bir hizmet ifâ etmiş olan Ma'bed ise kabilesinden biri ile durumu Peygamber Efendimize bildirdi.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hamrâü'l-Esed'de üç gece kaldı. Düşmandan herhangi bir hareket görmeyince Medine'ye döndü. Bu sefer, mevkiin adına nisbetle Hamrâü'l-Esed Seferi olarak da anılır.
    Bu sefer münasebetiyle inen âyet-i kerimelerin bir kaçında meâlen şöyle buyuruldu:
    "Yaralandıktan sonra yine Allah'ın ve Resûlünün dâvetine uyanların mükâfâtını Allah elbette zâyi etmez. Onlardan iyilik edip de vazifelerini hakkıyla yerine getiren ve kötülükten sakınanlar için pek büyük bir mükâfât vardır.
    "Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar onlara 'Düşman size karşı büyük bir kuvvet topladı; onlardan korkun' dedikleri zaman onların îmanı ziyadeleşti ve 'Allah bize yeter; O ne güzel vekildir' dediler.631




    553. Tabakât, 2/37
    554. Sîre, 3/64; Tabakât, 2/37
    555. Sîre, 3/64; Tabakât, 2/37
    * Benî Mustalıkla Benî Hevn bin Huzeyme, Mekke'nin alt tarafındaki Hubşâ Dağı eteklerinde toplanıp, düşmanlarına karşı; sonuna kadar birlikte hareket edecekleri hakkında Mekkeli müşriklerle andlaşmış oldukları için, toplantı yerlerine nisbetle bu kabilelere Ahâbîş adı verilmiştir.
    556. Tabakât, 2/37; Taberî, 3/12
    557. Tabakât, 4/31
    558. Sîre, 3/66-67; Tabakât, 2/37-38
    559. Buharî, 3/27; İbni Kesir, Sire, 3/22
    560. Tabakât, 2/45; İbni Kesir, Sîre, 3/24
    561. İbn-i Kayyim, Zadü'l-Maad, 1/353
    562. İbn-i Kesir, Sîre, 3/24
    563. Belâzurî, Ensab, 1/315
    564. Sîre, 3/38; Tabakât, 2/38
    565. Tabakât, 2/38
    566. Sîre, 3/63; Tabakât, 2/39
    567. Sîre, 3/63; Tabakât, 2/39
    568. Üsdül-Gâbe, 2/349; İsâbe, 2/206; Beyhakî, 9/24
    569. İstiâb, 3/1168
    570. Tabakât, 2/48; İnsanü'l-Uyûn, 2/232
    571. Taberî, 3/12-13
    572. Megazî, 169-170
    573. Tabakât, 2/39
    574. Sîre, 3/68; Tabakât, 2/39
    575. Âl-i İmrân Sûresi, 122
    576. Âl-i İmrân Sûresi, 166-167
    577. A.g.e., 3/69; Tabakât, 2/39
    578. Sîre, 3/70
    579. Sîre, 3/70; Tabakât, 2/40
    580. Tabakât, 2/40
    581. Sîre, 3/70-71; Tabakât, 2/40
    582. Tabakât, 2/41
    583. Taberî, 3/17
    584. Sîre, 3/71
    585. A.g.e., 3/73; Taberî, 3/15
    586. İbn-i Kesîr, Sîre, 3/87; Üsdü'l-Gâbe, 3/232
    587. Sîre, 3/84; Tabakât, 3/410
    588. Sîre, 3/84; Tabakât, 3/410
    589. Sîre, 3/85
    590. Âl-i İmrân Sûresi, 128-129
    591. Taberî, 3/17
    592. Tabakât, 3/141; Buharî, 3/22-23; Üsdü'l-Gâbe, 2/290
    593. Tabakât, 3/217
    594. Vakidî, 199
    595. Tabakât, 3/218
    596. Sîre, 3/76
    597. A.g.e., 3/76
    598. İnsanü'l-Uyûn, 2/275
    599. Tabakât, 2/42
    600. Sîre, 3/77
    601. Tabakât, 2/46
    602. Sîre, 3/88
    603. Sîre, 3/84-86; Tabakât, 8/413-415
    604. Sîre, 2/171-172; Taberî, 3/26
    605. Sîre, 2/172; Taberî, 3/26
    606. Taberî, 3/26
    607. Uyunü'l-Eser, 2/24
    608. Sîre, 3/89
    609. A.g.e., 3/89
    610. Tabakât, 4/125
    611. Sîre, 3/89; Belâzurî, 1/324; Uyunü'l-Eser, 2-13
    612. Sîre, 3/99-100; Tabakât, 2/48; Taberî, 3/24
    613. Sîre, 3/103-104; Tabakât, 3/13-14
    614. Sîre, 3/101-102; Tabakât, 3/13-14; İnsanü'l-Uyûn, 2/360
    615. Sîre, 3/103
    616. A.g.e., 3/101-102
    617. A.g.e., 3/103-104; Tabakât, 3/13-14
    618. Ahzab Sûresi, 23
    619. Buharî, 2/26
    620. Ebû Davûd, 2/174; Nesâî, 4/83
    621. Müsned, 3/424
    622. Şifâ, 2/119
    623. Sîre, 3/106
    624. A.g.e., 3/106
    625. İstiâb, 1/176
    626. İsâbe, 1/154
    627. Tabakât, 2/49
    628. Sîre, 3/107
    629. A.g.e., 3/110-111; Tabakât, 3/46
    630. Sîre, 3/108-109
    631. Âl-i İmrân Sûresi, 172-173
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  3. #23
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    BENİ NADİR GAZÂSI



    Hicretin 4. senesi, Rebiülevvel ayı (Milâdî 625).
    Benî Nadir, Harun'un (a.s) neslinden gelen zengin ve güçlü bir büyük Yahudî kabilesi idi. Medine'ye iki saatlik mesafede Mekke yolu üzerinde sağlam kale ve hisarlarda otururlardı. Resûl-i Ekrem Efendimizle, İslâmiyet ve Müslümanların aleyhinde bulunmamak, bu hususta herhangi bir düşmana yardımcı olmamak, Ayrıca ödenecek diyetler konusunda da yardımda bulunmak üzere antlaşmaları vardı.22 Ancak buna rağmen Kureyş müşrikleri ve Medine münafıkları el altından işbirliği yapma gayretlerinden de vazgeçmiş değillerdi. Bilhassa Uhud Harbinden sonra müşrikler ve münafıklarla olan münasebetlerini daha da arttırmışlardı.
    Daha önce bahsettiğimiz gibi, Ashabdan Amr bin Ümeyye Peygamberimizden emân almış Amir Kabilesinden iki kişiyi yanlışlıkla öldürmüştü. Benî Nadir Yahudilerinin altına imza attıkları anlaşmaya ne derece sadık olduklarını anlamak maksadıyla yanına Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Zübeyr bin Avvam, Hz.Talha bin Ubeydullah, Hz. Sa'd bin Muaz ve Hz. Üseyyid bin Hudayr'ı (r.a.) alarak yurtlarına gitti.
    Yahudiler, önce Peygamber Efendimizi müsbet ve güleryüzle karşıladılar. Hatta kendilerine kadar gelmiş olmalarından memnunluk duyduklarını, üzerlerine düşen görevi yerine getireceklerini bile açıkça ifade ettiler.23
    Peygamber Efendimiz, Ashabıyla bir evin duvarı dibine oturdu.Peygamber Efendimizi zahiren gayet iyi karşılayan Yahudiler ise bir köşeye çekilip aralarında konuşmaya başladılar.
    "Siz bu adamı öldürmek için, şu andan daha müsait bir durum bulamazsınız. Hemen şu evin damına çıkarak, onun üzerine bir kaya parçası bırakıp ondan kurtulmalıyız" dediler. Sonra da, "Hemen şimdi bu işi kim yapar?" diye sordular.
    İçlerinden Amr bin Cahhaş adlı şahıs ortaya atıldı, "Ben yaparım" dedi.24
    Bu esnâda ileri gelenlerinden biri olan Sellâm bin Mişkem söz aldı.
    "Ey kavmim! Bu sefer sözümü dinleyiniz. Ondan sonra isterseniz her zaman bana muhalefet ediniz" dedikten sonra, sözlerine şöyle devam etti:
    "Vallahi, siz böyle bir işe teşebbüs edecek olursanız, bu ona vahiy ile haber verilir. Bununla kendimize yazık etmiş oluruz. Hem bu, onunla aramızdaki anlaşmayı da ihlâl sayılır. Geliniz, böyle bir karardan vazgeçiniz. Eğer, böyle birşeye teşebbüs ederseniz, bu Yahudîlerin kökünün kazınması, İslâmiyetin ise yükselip Kıyâmete kadar durması demek olur."25
    Peygamberlere hiyanet etmekle tanınan Yahudîler buna rağmen kararlarından vazgeçmediler. O esnâda vazifeyi üzerine alan Amr bin Cahhaş da Peygamberimizin üstüne taş bırakmak üzere dama çıktı.
    Tam o esnâda tertiplenen suikast ve hiyaneti Cebrâil (a.s.) gelip Peygamber Efendimize haber verdi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bir ihtiyaç gidermek istiyormuş gibi davranarak yerinden kalkıp Medine yolunu tuttu. Hatta Sahabîler, tekrar gelecek zannıyla bir müddet orada oturdular. Gelmediğini görünce onlar da kalkıp oradan ayrıldılar.
    Bir Yahudî olan Kinâne bin Surıyâ, "Muhammed ne için kalkıp gitti, biliyor musunuz?" diye sordu.
    Yahudîler, "Hayır" dediler, "biz bilmiyoruz. Sen biliyorsan anlat."
    Kinâne anlatmaya başladı. "Tevrât'a yemin olsun ki, ben, plânladığınız suikastın, Muhammed'e haber verildiğini biliyorum. Kendinizi boşuna aldatmayınız. Vallahi, o Allah'ın Resûlüdür. Hem de peygamberlerin sonuncusudur. Ona, tasarladığınız suikast haber verildiği için kalkıp gitti.
    "Siz, onun Hârun Peygamberin neslinden gelmesini umuyordunuz. Allah ise dilediğinden seçip gönderdi.
    "Biz, Tevrat dersimizde en son gelecek olan 'O peygamberin doğum yeri Mekke'dir. Hicret yeri, Yesrib'tir' diye hiç değiştirmeden yazmışızdır.
    "Gelecek son peygamberin sıfatı da, buna tamamıyla uymaktadır. Kitabımızdakine bir harf bile aykırı tarafı yoktur.
    "Ondan önce, sizinle çarpışan kimse olmayacaktır. Ben, sizin eşyalarınızı develere yükleyip göç ettiğinizi, çocuklarınızın feryatlarını, evlerinizi, barklarınızı, mal ve mülklerinizi geride bırakarak gittiğinizi görür gibi oluyorum.
    "Geliniz, iki hususta bana itaat ediniz. Üçüncüsünde ise hayır olmadığını biliniz."
    Yahudîler merakla, "Nedir o hususlar?" diye sordular.
    Kinâne, "Müslüman olmanız, Muhammed'in Ashabı arasına katılmanız. Ancak bu suretle, evlâtlarınızı ve mallarınızı emniyet altına almış, selâmete kavuşturmuş olursunuz. Yurdunuzdan yuvanızdan da sürülüp çıkarılmazsınız."
    Bütün bunlara rağmen Yahudîler, "Biz Tevrât'tan ve Musâ'nın ahdinden asla ayrılmayız" diye karşılık verdiler.26
    Benî Nadir Yahudîlerinin plânladıkları bu suikast teşebbüsü, onların İslâma ve Müslümanlara dost olmadıklarını ve Peygamberimizle yaptıkları anlaşmaya da sadakat göstermediklerini açıkça ortaya koyuyuyordu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de kendilerine karşı kesin tavır takındı.
    Muhammed bin Mesleme'yi huzuruna çağırdı ve ona şu emri verdi:
    "Nadiroğulları Yahudîlerine git! Onlara, Resûlullah beni size, 'Yurdumdan çıkıp gidiniz! Burada benimle birlikte oturmayınız! Siz bana, düşünülmeyecek bir suikast plânı kurdunuz. Size on gün süre tanıyorum. Bu müddetten sonra, buralarda sizden kim görülürse, boynunu vururum' emrini bildirmek üzere gönderdi, de!"27
    Muhammed bin Mesleme (r.a.), Nadiroğulları yurduna vardı. Resûlullahın emrini onlara bildirmeden önce şöyle konuştu:
    "Musâ Peygambere Tevrat'ı indirmiş olan Allah aşkına doğru söyleyiniz: Muhammed Peygamber gönderilmeden önce, Tevrat önünüzde iken, size geldiğini ve şu meclisinizde bana Yahudîliği teklif ettiğiniz zaman; 'Vallahi ben, asla Yahudî olmam' dediğimi, sizin de buna karşılık; 'Dinimize girmekten seni alıkoyan şey nedir? Yahudî dininden başka din yoktur. Senin aradığın, istediğin, duyup işittiğin Hanif dininin aynısıdır o. Size gelecek peygamber, hem şeriât sahibidir, hem savaşçıdır. Gözlerinde biraz kırmızılık vardır. Kendisi Yemen tarafından gelecek, deveye binecek, ihrama bürünecek, az etli kemiğe kanaat edecek, kılıcı boynunda asılı bulunacak. Konuştuğu zaman hikmetli konuşacaktır' dememiş miydiniz?"
    Benî Nadir Yahudîleri, "Evet biz bunları sana söylemiştik. Ama geleceğini sana haber verdiğimiz Peygamber bu değildir" diye karşılık verdiler.
    Daha sonra Muhammed bin Mesleme, onlara Peygamber Efendimizin emrini bildirdi.
    Nadiroğulları Yahudileri giriştikleri suikast teşebbüsünün kendilerine pahalıya mal olduğunu anlamışlardı, ama artık iş işten geçmişti. Verilen emir doğrultusunda hareket etmekten başka bir yol da yoktu. Muhammed bin Mesleme'ye, "Göç ederiz" diyerek hazırlığa başladılar.
    Bu sırada baş münafık olan Abdullah bin Übeyy'den kendilerine bir haber geldi. Haberde şöyle deniliyordu: "Sakın mallarınızı ve yurdunuzu bırakıp gitmeyiniz. Kalenizde oturunuz. Gerek kavminden ve gerekse sair Araplardan iki bin kişiyi yardıma göndereceğim. Son nefeslerine kadar saflarınızda çarpışacaklardır. Ayrıca Benî Kurayza Yahudîleri de size yardım edeceklerdir."28
    Benî Nadir Yahudilerinin Küstahça Meydan Okumaları
    Münafıkların reisi Abdullah bin Übeyy'in gizlice gönderdiği bu haber üzerine Nadiroğulları göç fikrinden vazgeçtiler. Peygamber Efendimiz de, "Biz yurdumuzdan çıkıp gitmeyeceğiz. Elinden geleni yap" diye adamlarıyla haber gönderdiler.29
    Bu açıkça ve küstahça bir meydan okuyuştu.
    Peygamber Efendimiz bu haberi alır almaz "Allahü Ekber" diyerek tekbir getirdi. Müslümanlar da Efendimizin tekbirine katıldılar.
    Benî Nadir Yahudîlerini böylesine tehlikeli bir maceraya sürükleyenlerin başında Huyey bin Ahtab geliyordu. Bu adam kavmine teselli babında şöyle diyordu:
    "Pek çok mal yığdıktan sonra kalemize girer, büyük kapı ve sokakları tutarız. Kalemize taş taşırız. Bir yıl yetecek yiyeceğimiz de var. Kalemizdeki suyumuz da kesilecek değil."
    Yahudî ileri gelenlerinden biri de Sellâm bin Mişkem'di. O, bu fikre karşı çıktı.
    "Ey Huyey," dedi, "vallahi, nefsin seni boş ve faydasız şeylerle aldatıp duruyor, gurur ve kuruntuya düşürüyor. Gel bu işten vazgeç. Vallahi, sen dahil hepimiz biliriz ki: Muhammed Allah'ın Peygamberidir. Onun sıfatları da yanınızdaki kitaplarda vardır. Onu kıskandığımızdan ve son peygamberin Harûnoğullarından çıkmasını ümid ettiğimizden dolayı ona tâbi olmuyoruz. Gel, bize verilen emânı kabul edelim. Yurdumuzdan çıkıp gidelim. Muhammed üzerimize gelirse, bizi bir günde şu kalelerimizde kuşatır."
    Mağrur Huyey fikrinden vazgeçmeye niyetli değildi. "Muhammed, bizi muhasara altına alamaz. Bizi yenmeye imkân bulamadan geri döner gider. Abdullah bin Übey, bana bir çok şeyler va'detti" diye Sellâm'a karşılık verdi.
    Sellâm girilen yolun tehlikeli olduğunu biliyordu. İkazını tekrarladı:
    "Abdullah bin Übey'in sözü bir şey ifade etmez. O, seni ancak helâk uçurumuna sürüklemek, bizi Muhammed'le harbe tutuşturmak ister. Bizi harbe tutuşturduktan sonra da evine çekilip oturur."
    Huyey bin Ahtab bütün bu ikazlara kulak tıkadı, sonu pişmanlık olan gururunda direnip durdu.30
    Nadiroğullarının Muhasara Altına Alınması
    Hicretin 4. senesi Rebiülevvel ayı idi. Resûl-i Ekrem EfendimizMedine'de yerine Abdullah ibni Ümmü Mektum'u bırakıp Nadiroğulları yurduna doğru hareket etti. Sancağı Hz. Ali taşıyordu.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz ikindi namazını Nadiroğullarının bağ ve bahçeleri arasında kıldı. Onları muhasara altına aldı. Nadiroğulları kuvvetli kalelerine sığınmışlardı.
    Peygamber Efendimiz onlara emrini bir kez daha tekrarladı:
    "Medine'den çıkıp gidiniz."
    Benî Nadir, bu teklifi kabule yanaşmadı, "Ölüm, bize, senin teklif ettiğin şeyden daha kolaydır. Ölümü göze alır teklifini kabul etmeyiz" diyerek âdetâ meydan okudular.
    Artık onlarla çarpışmaktan başka bir yol kalmamıştı. Fakat, kuvvetli kalelerine sığındıklarından ve bu kalelerden çıkıp çarpışmayı göze alamadıklarından çarpışmanın bir hayli güç geçeceği muhakkaktı. Bu sebeple Resûl-i Kibriyâ Efendimiz çarpışmayı uygun görmedi. Allah'ın izniyle bir harp planı tatbik etti. En yakın Yahudî ev ve kalelerini yıkma ve hurma ağaçlarını yakıp kesme emrini verdi. Bu hareket, düşmanın kaleden dışarı çıkıp çarpışmasını temin gayesiyle yapılıyordu.
    Evlerinin yıkıldığını, hurma ağaçlarının kesilip yakıldığını gören Yahudîler, "Yâ Muhammed! Sen bozgunculuğu, bozup dağıtmayı yasaklar ve yapanları ayıplardın. Şimdi ne diye yaş hurma ağaçlarını kestiriyor ve yaktırıyorsun?"31 diye bağrıştılar.
    Ömür dakikalarını bozgunculukla geçirenler, şimdi ağaç kesmenin bozgunculuk olduğundan bahsediyorlardı. Bu bağrışmaları bir takım Müslümanları da tereddüde sevk etti. Bunun üzerine inen âyet-i kerime meseleyi açıklığa kavuşturdu:
    "Hurma ağaçlarını kesmeniz de, kesmeyip dikili bırakmanız da Allah'ın izniyledir ve o fasıkları perişan etmek içindir."32
    Âyet-i kerimenin nazil olmasıyla, Müslümanların tereddüt ve endişeleri giderilmiş oldu.
    Bu hâdise ve bu âyet-i kerimeye dayanarak, harp icabı her çeşit yaş ağacın yakılıp kesilmesinin mübâh olduğu âlimlerce belirtilmiştir.33
    Muhasara devam ediyordu. Bu esnada başta başmünafık Abdullah bin Übeyy olmak üzere bir çok münafık Benî Nadir Yahudîlerine, "Eğer Müslümanlara karşı direnir ve karşı koyarsanız, biz sizi onlara teslim etmeyiz. Siz çarpışırsanız, biz de sizinle birlikte çarpışırız.
    'Siz, yurdunuzdan çıkarılırsanız, biz de sizinle birlikte çıkıp gideceğiz" diye haber gönderdiler.
    Benî Nadir Yahudîleri münafıkların bu sözlerine kandılar. Bir müddet daha direndiler.
    İşleri güçleri fitne ve fesad olan münafıkların bu hareketleri Kur'an-ı Kerim'de şöyle açıklanmıştır:
    "Kitap ehlinden olan kâfir kardeşlerine dediler ki: 'Yurdunuzdan çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız ve sizin aleyhinizde hiç kimseye asla itaat etmeyiz. Harbe girerseniz mutlaka size yardım ederiz.' Allah şâhittir ki, onlar yalancıların tâ kendisidir.
    "Andolsun ki, yurtlarından çıkarıldıklarında onlarla beraber çıkmazlar. Savaştıklarında da onlara yardım etmezler. Yardım etseler bile arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra da kimseden yardım görmezler."34
    Teslime Mecbur Olup Aman Dilemeleri
    Muhasaranın on beşinci günüydü. Abdullah bin Übeyy ve diğerlerinin kendilerine vaadettikleri yardımlarının gelmediğini gören Benî Nadir Yahudîleri teslim olmayı kabul edip emân dilediler.
    Peygamber Efendimiz kendilerine emân verdi ve hiçbirisinin canına dokunmadı. Silahlarından başka olan mallarından develerine yükleyebildikleri kadar eşya alarak çıkıp gitmelerine müsaade buyurdu.
    Bu müsâade üzerine altı yüz deveye yükleyebildikleri kadar mal ve eşyâ yüklediler. Medine'den ayrılacakları sırada sağlam kalmış olan evlerini Müslümanlar oturmasın diye kendi elleriyle yıktılar. Başlarına gelen bu hadiseden dolayı güyâ üzülmediklerini göstermek için, kadınlar en kıymetli elbiselerini giyinmişler, ziynetlerini takınmışlardı. Defler, düdükler çalarâk Medine'yi terk ettiler. Bir kısmı Şam, bir kısmı Hayber, diğer bir kısmı ise Yemen tarafına gitti. Bunların sürgünü üzerine münafıklar gizlice matem tuttular.
    Benî Nadir Yahudîleri geride bir çok hurmalıklar, ekinler, akarlar, davar, sığır ve at gibi bir çok hayvanlar bıraktılar. Ayrıca arkalarında 50 adet zırh, 50 adet miğfer, 340 kadar da kılıç kaldı.35
    Bütün bu mallar, devlet malı olarak doğrudan doğruya Peygamber Efendimize mahsustu. Çünkü, çarpışmasız, at ve deve koşturmaksızın elde edilmişlerdi. Bu mallara fey', denilmiştir. Fey', Allah'ın, din düşmanlarından-galebe ile değil, belki sürgün, yahut cizye üzerine sulh olmak suretiyle-Peygamber Efendimize tahsis buyurduğu maldır. Peygamber Efendimiz bu malı dilediği yerlere sarfetmekte hürdü.
    Kur'ân-ı Kerim'de bu husus şöyle açıklanır:
    "Allah'ın o Yahudîlerden Resûlüne nasip ettiği mala gelince, siz o malları elde etmek için ne at, ne de deve koşturup savaşmadınız. Lâkin Allah Resûlünü dilediğine üstün kılar. Allah herşeye hakkıyla kâdirdir."36
    Medine'nin yerlileri olan Ensar, Muhacirlerin geçimlerini üzerlerine almışlardı. Onları kendi mallarına ortak etmişlerdi. Bu sebeple Muhacirlerin idareleri onların omuzunda bir yük sayılıyordu.
    Peygamberimiz, bu ganimet mallarını yalnız Muhacirler arasında bölüştürerek Ensar-ı Kiramın bu yükünü hafifletmek istedi. Bunun için onları çağırdı ve, "İsterseniz Benî Nadir Yahudîlerinin mallarından, Allah'ın bana verdiği malları, sizlerle Muhacirler arasında bölüştüreyim. Eskiden olduğu gibi Muhacirler yine evlerinizde otursunlar ve mallarınızdan faydalanmakta devam etsinler.
    "Yok eğer isterseniz, bu malları sadece Muhacir kardeşleriniz arasında bölüştüreyim. Onlar da evlerinizden çıksınlar, mallarınız da size kalsın" diyerek teklifte bulundu.
    Medineli Müslümanlar gönülden, "Yâ Resûlallah! Nadiroğulları mallarını Muhacir kardeşlerimiz arasında taksim ediniz. Onlar şimdiye kadar olduğu gibi yine evlerimizde otursunlar. Bizim mallarımızdan da istediğiniz kadarını alıp onlara veriniz" dediler.37
    O sırada Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı. Ensar kardeşlerine teşekkür ettikten sonra şöyle dedi: "Allah, sizi hayırla mükâfatlandırsın. Vallahi, bizimle sizin benzeriniz yoktur."
    Peygamber Efendimizde, "Allah'ım! Ensarı ve Ensarın evlâtlarını koru, onlara merhamet et" diyerek duâ etti.38
    Medineli Müslümanların bu asil ve civanmert davranışı üzerine, onların medh ve senâsı hakkında şu meâldeki âyet-i kerime nâzil oldu:
    "Daha önce Medine'yi yurt edinmiş ve îmânı kalblerinde yerleştirmiş olanlara gelince: Onlar, kendi yurtlarına hicret eden din kardeşlerini severler, onlara verilen şeyden dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler.* Kim nefsinin ihtirasından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir."39
    Medine-i Münevverenin yerlileri olan Ensar-ı Kiram bu davranışlarıyla hem Resûlullah Efendimizin hoşnutluğunu, hem de Cenâb-ı Hakkın rızasını kazanmış oldular.
    Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz de Nadiroğullarından kalan ganimet mallarını Cenâb-ı Hakkın da âyet-i kerimesinde tavsiye buyurduğu gibi,3 yalnız Muhacirlere taksim etti. Bu surette onları Ensarın yardımına ihtiyaç duymayacak hale getirdi.
    Peygamber Efendimiz, Muhacirlerin haricinde, Ensardan Ebû Dücâne ile Süheyl bin Hüneyf'e de (r.a.) çok fazla fakir olduklarından dolayı bazı şeyler verdi.41
    Zâtürrika Gazası
    Hicretin 4. senesi, Cemâziyelevvel ayı. Milâdî, 625.Benî Nadir Yahudîlerinin Medine'den sürgün edilmelerinden iki ay sonraydı. Enmar ve Salebeoğulları kabilelerinin Müslümanlarla çarpışmak üzere toplanmış oldukları haberi Medine'ye ulaştı.
    Peygamber Efendimiz, derhal hazırlanarak, 400 (veya 700) mücahidle Medine'den yola çıktı. Zatürrikâ mevkiine kadar ilerleyip orada karargâhını kurdu. Müşrikler mücahidlerle çarpışmayı göze alamadıklarından dağ başlarına çekilmişlerdi. Geride sadece bir kadın kalmıştı. O da esir edildi.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bir müddet burada bekledi. Öğle namazı girince de müşriklerin saldırısından duydukları endişe sebebiyle salât-ı havf, yani korku halinde namaz kıldılar. Bu namazın kılınış şekli Nisâ Sûresinin 101-102 âyetlerinde tarif edilmiştir.
    En tehlikeli anlarda bile Resûl-i Kibriyâ Efendimizin cemaatla namazlarını edâ edişi, bizi cemaatla namazın ne derece büyük bir ehemmiyete haiz olduğunu gösterir. Kâinatın îmândan sonra en mühim hakikat olan namaz, muhârebe esnâsında bile ihmal edilmemesi gerekirse, sâir zamanlarda elbette ki, hiç bir şekilde ihmal edilmemelidir.
    Bir mu'cize
    Zâtürrika seferi sırasında idi. Ashabdan Ulbe bin Zeyd, üç adet devekuşu yumurtası bulup getirdi.
    Resûl-i Ekrem, "Ey Cabir! Bunları, al pişir" diye emretti. Hz. Cabir, yumurtaları bir çanak içinde pişirip getirdi.
    Peygamber Efendimizle mücahidler o üç yumurtadan doyuncaya kadar yedikleri halde, yumurtaların çanakta olduğu gibi durduğunu gördüler. (İnsanü'l-Uyûn, 2:289)
    Yine bu gazâ esnasında idi. Sahabînin biri, bir kuş yavrusu bulup getirdi. Anası veya babası, yavruyu kurtarmak için canını feda edercesine onu elinde tutan Sahabinin avuçlarının içine atılıveriyordu. Bu duruma Sahabîler hayretler içinde bakarken, Resûl-i Ekrem ise şu ibret dersini verdi:
    "Siz elinizde tuttuğunuz şu kuş yavrusu için, anne kuşun kendisini avucunuza atmasına mı hayret ediyorsunuz?
    "Vallahi Rabbinizin, size olan merhamet ve şefkati şu kuşun yavrusuna olan şefkat ve merhametinden çok daha fazladır."(İbni Kesîr, Sîre, 3:165.)
    Peygamber Efendimiz, mücahidlerle birlikte Zâtürrika'dan ayrılmış Medine'ye doğru geliyordu. Harre mevkiine gelindiğinde, bir devenin koşarak Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına varıp tahiyye-i ikrâm nevinden çöktüğü ve boynunu öne doğru uzatıp onunla konuştuğu görüldü. Mücahidler hayretler içinde bakınırken, Peygamber Efendimiz, "Bu deve ne söylüyor biliyor musunuz?" dedikten sonra şöyle buyurdu.
    "Bu deve sahibinin zulmünden bana şikâyet ediyor: Kendisini senelerdir çalıştırdığını, şimdi ise boğazlamak istediğini söylüyor." Arkasından Cabir bin Abdullah'a devenin sahibini bulup kendisine getirmesini emretti.
    Hz. Câbir, "Yâ Resûlallah! Devenin sahibini tanımıyorum" deyince aldığı cevap şu oldu: "Deve seni sahibine götürür."Gerçekten de, deve, Peygamberimizden emir almış gibi, Hz. Câbir'in önüne düştü ve onu sahibine götürdü.Hz. Câbir der ki:
    "Ben de deve sahibini alıp Resûlullahın yanına getirdim. Resûlullah onunla deve hakkında konuştu ve 'Devenin söyledikleri doğru mu?' diye sordu.
    "Deve sahibi, 'Evet, yâ Resûlallah' dedi."(İnsanü'l-Uyûn, 2:289.)
    Bu sefere iştirâk edenlerin hepsi piyade olup, çıplak ayakları taştan, dikenden parçalanmış ve tırnakları dökülmüş olduğundan, ayaklarını bez parçalarıyla bağlamış olmaları sebebiyle bu gazâya "Zâtürrikâ" adı verildiği de kaynaklarda belirtilmiştir. Zira, Rika, ruka'nın çoğuludur. Ruka' ise elbise yırtığına vurulan bez parçasıdır ki, yama demektir.
    Ebû Musâ'l-Eş'arî bu hususta şöyle der:"Resûlullah (a.s.m.) ile bir gazâya çıktık. Sadece bir devemiz vardı. Nöbetleşe biniyorduk. Artık ayaklarımız delinmişti. Benim de iki ayağım delinmiş, tırnaklarım dökülmüştü. Bunun için ayaklarımıza bez parçası sarıyorduk. Ayaklarımıza bu suretle bez parçası sardığımız için bu sefere Zâtürrika' gazâsı denildi."(Buhari, 3:35.)
    Resûl-i Ekremin Bereket Mu'cizesi
    Ensardan Hz. Câbir'in babası Abdullah bin Amr bin Haram Uhud'da şehid düşmüştü. Geride altı yetim kız çocuğunu ve bir hayli de borç bırakmıştı. Borç sahipleri de, Yahudîler idi.
    Abdullah bin Amr'ın, içinde çeşitli hurma ağaçları bulunan iki bahçesi vardı. Fakat, bunların da mahsulü borçlarını karşılayacak miktarda değildi. Sadece bir tek Yahudiye borcu, otuz deve yükü hurma idi.
    Hurma mevsimi girince, Yahudîler alacaklarını ısrarla istemeye ve Hz. Câbir'i sıkıştırmaya başladılar.Hz. Câbir, onlara hurma bahçesinin bütün mahsûlünü vermeyi teklif ettiği halde kabul etmediler.
    Bunun üzerine Hz. Câbir, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna vararak, "Yâ Resûlallah! Biliyorsunuz ki, babam, Abdullah Uhud günü şehid düştü. Geride bir çok borç bıraktı.
    "Alacaklılara, hurma bahçesinin bütün mahsûlünü vermeyi teklif ettiğim halde, kabul etmediler" dedi ve bu hususta kendisine şefaatçı ve yardımcı olmasını diledi.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz de, Abdullah bin Amr bin Haram'ın borcuna karşılık hurma bahçesinin bütün mahsûlünü almalarını ve borcunu silmelerini alacaklılara teklif ettiyse de, yanaşmadılar.
    Alacaklılar, Resûl-i Ekrem Efendimizin, "Borcun bir kısmını bu yıl, kalanını da gelecek yıl alınız" teklifini de kabul etmediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz. Câbir'e, "Sen git, ben yarın kuşluk vakti yanına gelirim" dedi.
    Ertesi günü Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'i yanına alarak Hz. Câbir'in hurma bahçesine gitti. Ona, "Git hurmanı topla ve tasnif et! İyi cins olanı bir boy, diğerlerini de bir boy yaptıktan sonra bana haber ver!" buyurdu.
    Hz. Câbir, derhal emri yerine getirdi ve gelip durumu Server-i Kâinat Efendimize arzetti. Hz. Câbir alacaklıları da çağırmıştı. Onlar, Peygamber Efendimizi görünce, isteklerini tekrarlamaya başladılar.
    Resûl-i Kibriyâ Hazretleri, hurma öbeklerinden en büyüğünün çevresini üç kere dolaşıp duâ ettikten sonra, Hz. Câbir'e, "Şu alacaklıları yanıma çağır" dedi.
    Alacaklılar geldi. Borçlarına karşılık kendilerine hurma yığınından ölçülüp ölçülüp verilmeye başlandı. Borç tamamıyla ödendi. Hz. Câbir (r.a.) müşâhedesini şöyle anlatır:
    "Tek, Allah babamın borcunu ödesin de, vallahi ben, kızkardeşlerimin yanına bir hurma tanesi ile dönüp gitmeye bile razı idim. "Halbuki Resûlullah, ondan bütün alacaklılara hurma verdiği halde, bir hurma bile eksilmediğini gördüm."(Buharî, 3:84, 199; Müsned, 3:373; 393; Mektûbat, s. 120-121)
    Borç sahipleri olan Yahudîler de, bu hâdiseden çok taâccüp edip hayrette kaldılar.Bu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin apaçık bir mucîzesiydi!
    Bedrü'l-Mev'id Gazâsı
    Hicretin 4. senesi, Şaban ayı. (Mîlâdî 626.)Daha önce bahsi geçtiği gibi, Ebû Süfyan Uhud'dan dönüp giderken Müslümanlara, "Sizinle gelecek sene Bedir'de buluşalım" demiş, Hz. Ömer de Resûlullahın emriyle, "Olur! İnşaâllah orası bizimle sizin çarpışma yeriniz olsun" cevabını vermişti.
    Uhud Muhaberesinin üzerinden bir sene geçmişti. Resûl-i Ekrem, verdiği sözünü yerine getirmek için harp hazırlıklarına başladı.Öte yandan Kureyş'in reisi Ebû Süfyân da harp hazırlıklarını sürdürüyordu. Fakat, o sene Mekke'de büyük bir kuraklık ve kıtlık hâkimdi. Bu sebeple Ebû Süfyan, halkı teşvik etmesine rağmen, kendisi harbe pek niyetli değildi.
    Bedir'e gitme kararından vazgeçmek arzusunda olan Ebû Süfyan, Peygamberimizin de Müslümanlarla oraya gelmesine mani olmak istiyor, bunu nasıl başarabileceğinin yollarını araştırıyordu.
    O sırada henüz Müslüman olmamış Nuaym bin Mes'ud ile Mekke'de karşılaştı. Nuaym, Mekke'ye umre yapmak maksadı ile gelmişti.
    Ebû Süfyan, "Ey Nuaym!" dedi, "Ben Muhammed'le Ashabına Bedir'de buluşalım, çarpışalım, diye söz vermiştim. Vakit gelip çattı."Halbuki bu yıl, bizde kıtlık ve kuraklık hakimdir. Böyle bir yıl işimize gelmez.
    "Onun için bu yıl Muhammed'le karşılaşmak istemiyoruz. Karşılaşmamız ise, onun cesaretini arttıracaktır" deyip niyet ve endişesini dile getirdikten sonra, Nuaym'e teklifini şöylece yaptı:
    "Sen, hemen Medine'ye dön! Benim, karşı konulmayacak kadar kuvvet topladığımı bildir ve onları Bedir'de bizimle çarpışmaktan vazgeçir. Bu işi becerirsen, sana yetmiş yetişkin deve veririz."(İbni Sa'd, Tabakât 2:59; Taberî, 3:41)
    Nuaym, derhal Medine'ye döndü. Va'dedilen mükâfata konmak için Mekkeli müşrikler lehinde kesin bir propagandaya girişti. Kureyşlilerin karşısına çıkılmayacak kadar güçlü bir ordu hazırlamış olduklarını söyleyip durdu. Münafıkların da bu yolda olanca gayretlerini ortaya koymalarıyla Müslümanlarda müşriklere karşı savaşma konusunda bir gevşeklik meydana geldi. Yahudîlerle münafıklar bu duruma son derece sevindiler. "Muhammed, artık şu Müslüman topluluktan kimseyi bu niyetinden vazgeçiremez" diyerek küstahça sevinçlerini izhâr ettiler.
    Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, durumu derhal Peygamberimize bildirdiler.Resûl-i Ekrem Efendimizin kararı kesindi:"Varlığım, kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki; va'dedilen yere Medine'den hiç kimse gitmek için çıkmazsa bile, ben tek başıma oraya çıkar giderim" dedi.(İbni Sa'd, Tabakât, 2:59.)
    Cesaret dolu bu kararlı sözler, Müslümanların kalbinde şimşekler gibi çaktı. Allah'ın da yardımıyla, yüreklerine düşen korku ve tereddüdü bir çırpıda yok etti.Resûl-i Ekrem, yerine Abdullah bin Revaha'yı vekil bırakarak 1500 mücahidle Medine'den ayrıldı. Sancağı Hz. Ali taşıyordu. Orduda sadece on atlı vardı.(İbni Sa'd, Tabakât, 2:59.)
    Mücahidler, Ayrıca beraberindeki malları da götürüyorlardı. Çünkü gidecekleri yerde, Araplar her sene bir ticaret pazarı, bir panayır kurarlardı. Sefere çıkışları da zaman bakımından panayır mevsimine rastlıyordu. Eğer düşman gelirse onunla çarpışacaklardı. Şayet gelmezse, ticaretlerini yapmış olacaklardı.Peygamber Efendimiz, ordusuyla Bedir'e gelip beklemeye başladı. Fakat, düşman kuvvetleri görünürde yoktu.
    Zira, hazırlıklarını tamamlayıp Mekke'den çıkan Ebû Süfyan kumandasındaki 2000 kişilik müşrik ordusu, ancak Mecinne denilen nâhiyeye kadar gelebilmiş, oradan ileriye tek adım atabilme cesaretini gösterememiş ve Müslümanlarla çarpışmayı, sayıca fazla oldukları halde göze alamadıklarından Mekke'ye geri dönmüşlerdi.
    Hz. Resûlullah, mücahidlerle Bedir'de sekiz gece bekledi. Ticaret pazarına gelen Arap kabileleri, Müslümanların güç ve kuvvetlerini koruduklarını, cesaret ve ümitlerini bir kere daha gördüler; nazarlarında Kureyş'in itibarı da böylece kırıldı.
    Mücahidler, düşmanın gelmediğini görünce, panayırda alış veriş yapıp kat kat kâr ettiler. Sekiz gecelik bekleyişten sonra Peygamber Efendimiz, mücahidlerle birlikte sevinç ve ferah içinde Medine'ye döndü.Bu gazânın diğer bir adı Küçük Bedir'dir.





    22. Sîre, 3:199.
    23. A.g.e., 3:199; Tabakât, 2:57.
    24. Sîre, 3:199; Tabakât, 2:57; İnsanü'l-Uyûn, 2:560.
    25. Tabakât, 2:57.
    26. Megazî, s. 284-285.
    27. Tabakât, 2:57.
    28. Tabakât, 2:57.
    29. A.g.e., 2:57.
    30. Taberî, 3:38.
    31. Sîre, 3:200.
    32. Haşr Sûresi, 5.
    33. Bkz.: Tecrid Tercemesi, 12:167.
    34. Haşr Sûresi, 11-12.
    35. Tabakât, 2:58.
    36. Haşr Sûresi, 6.
    37. Uyunu'l-Eser, 2:50-51.
    38. A.g.e., 2:50-51.
    * Bu haslete 'îsâr' derler. Kişinin kendisi muhtaç iken, diğer kardeşinin ihtiyacını önde görerek, yardımına koşması demektir. Diğer bir ifâde ile, kişinin din kardeşini, kendi nefsine, şerefte, makamda, teveccühte, hatta maddî menfaat gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih etmesidir. İslâm tarihi, îsâr hasletinin şaheser misalleriyle doludur.
    39. Haşr Sûresi, 9.
    40. Haşr Sûresi, 8.
    41. Sîre, 3:201-202.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  4. #24
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    BENİ KAYNUKA GAZÂSI



    Hicretin 2. senesi, Şevvâl ayı (Milâdî 624). Müslümanların Bedir Harbinden parlak bir muzafferiyetle çıkmaları Medine'deki Yahudîlerin endişelerini büsbütün arttırdı. Peygamberimizle aralarında sulh anlaşması bulunmasına rağmen gizliden gizliye bozgunculuk ve kışkırtıcılığa başladıkları göze çarpıyordu. Peygamber Efendimiz herşeye rağmen ehl-i kitap oluşlarından dolayı kendilerine müsamahalı davranıyordu. Ancak onlar hal ve hareketleriyle bu insanî muâmelelere lâyık olmadıklarını açıkça gösteriyorlardı. Şâirleri Peygamberimizi hicvediyor, Müslümanları küçük düşürücü mısralar düzüyorlardı.
    Daha önce bahsi geçtiği gibi, Medine'de üç Yahudî kabilesi vardı: Beni Kurayza, Beni Nadr ve Benî Kaynuka. İçlerinde en çok fitne ve fesat çıkaran ve en cüretkâr olan, Benî Kaynuka idi. Kuyumculukla meşgul olurlardı. Bu bakımdan oldukça da zengin sayılırlardı. Bunların da diğer Yahudî kabileleri gibi Peygamber Efendimizle anlaşmaları vardı: Müslümanlara karşı herhangi bir harekete kalkışmayacaklarına, bir dış taarruz karşısında Müslümanlarla beraber Medine'yi müdafaa edeceklerine ve ne suretle olursa olsun birbirlerinin düşmanlarına yardım etmeyeceklerine dair sözleşmişlerdi.
    Ancak onlar, gözle görülür bir tarzda açık açık kışkırtıcılık, Müslümanlar arasına fitne fesad düşürmeye çalışma, her vesileyle Kureyş müşrikleriyle işbirliği yapma gibi uygunsuz hareketleriyle bizzat bu anlaşmayı bozmuş oluyorlardı.
    Bu arada meydana gelen çirkin bir hâdise ise, bardağı taşıran son damla oldu. Şöyle ki:
    Medineli Ensardan bir zatın hanımı, yüzü örtülü olduğu halde, bir Yahudî kuyumcunun dükkânına ziynet eşyası almak maksadıyla girer. Yahudîler kadının yüzünü açmaya çalışırlar, ancak kadın kapalı oturmakta ısrar eder. Derken, Yahudînin biri, kadına hissettirmeden arkasından elbisesinin eteğini bir diken ile beline iliştirir. Kadın ayağa kalkınca eteği açılıverir. Hazır bulunan Yahudîler eğlenerek kahkaha ile gülerler. Bu hal karşısında kadın feryadı basar. Oradan geçmekte olan bir Müslüman çığlığı duyunca kadının imdadına koşar. Müslümanla Yahudî boğaz boğaza gelirler ve sonunda Müslüman Yahudîyi öldürür. Bunu gören oradaki Yahudîler de Müslümanın üzerine çullanarak onu şehid ederler.523 Böylece Yahudîlerle Müslümanlar arasında kan dökülmüş olur.
    Hâdiseye sebebiyet verenler Yahudîlerdi. Hâliyle, verdikleri sözlere aykırı hareket ederek bizzat kendi elleriyle yapılan anlaşmayı da ihlâl etmiş oluyorlardı.
    Şehid edilen Müslümanın akrabaları, bu hususta yardım talebinde bulununca, Peygamber Efendimiz, Benî Kaynuka Yahudîlerini bir araya topladı. Kendilerini İslâma davet etti. Şımarık hareketlerine son vermeleri gerektiğini, aksi takdirde Bedir'de müşriklerin uğradıkları akibete kendilerinin de uğrayabileceklerini anlattı. Fakat dessas Yahudîler Efendimizin bu konuşmasını alaya alıp küstahça şöyle dediler:
    "Ey Muhammed! Sen muharebe nedir bilmeyen kimselerle çarpışıp galip gelmene aldanıp güvenme! Biz onlar gibi değiliz. Savaşmayı çok iyi biliriz. Eğer bizimle çarpışmayı göze alırsan, o zaman bizim nasıl adamlar olduğumuzu anlarsın."524 Sonra da dağılıp gittiler.
    Benî Kaynuka Yahudîlerinin bu kibir ve gurur dolu sözleri üzerine inen âyet-i kerime, akibetlerini şöyle ilân etti:
    "İnkâr edenlere de ki: Siz dünyada mağlup olacak, âhirette de Cehenneme toplanacaksınız. Ne kötü bir yataktır o!"525
    Aynı hâdiseyle ilgili olarak nazil olan âyet-i kerimede ise, Peygamberimize, ahdini bozan bu Yahudîlerle çarpışmaya izin verildi:
    "Eğer bir kavmin hıyânetinden endişe edersen, antlaşmayı feshettiğini onlara açıkça ve adâlet üzere bildir. Muhakkak ki Allah hâinleri sevmez."526
    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kesin kararını verdi: Benî Kaynuka Yahudîleri üzerine gidilecekti.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz bu kararını verdikten sonra Medine'de yerine Ebû Lübâbe bin Abdi'l-Münzir'i vekil tayin etti ve beyaz sancağını da Hz. Hamza'ya vererek Kaynuka Oğulları üzerine yürüdü.
    Bu Yahudîlerin kuvvetli ve sağlam kaleleri vardı. Peygamberimizin üzerlerine gelmekte olduğunu duyunca oraya çekildiler. Resûl-i Ekrem onları muhasara altına aldı. On beş gün süren muhasara sonunda teslim olmaya mecbur kaldılar. Peygamber Efendimiz, tek tek ellerinin bağlanmasını emir buyurdu. Elleri bağlandı.527
    Abdullah bin Übey'in Peygamberimize münacaâtı
    O sırada Kaynukaoğullarının müttefiki bulunan münafıkların reisi Abdullah bin Übey bin Selûl çıkageldi. Peygamberimizin yanına gelerek, "Yâ Muhammed! Benim müttefiklerime lütuf ve iyilik et" dedi.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu münafığın sözlerini duymamazlıktan geldi. Bunun üzerine Abdullah bin Übey aynı sözlerini tekrarladı:
    "Yâ Muhammed! Benim müttefiklerime lütuf ve iyilik et!"
    Peygamber Efendimiz bu sefer yüzünü çevirdi. Fakat, Abdullah bin Übey, aynı şeyleri tekrarlamaya devam etti.
    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, "Çözün onları. Allah, onlara ve onlarla birlikte olanlara lânet etsin" buyurdu ve Kaynukaoğullarının öldürülmelerinden vazgeçip Medine'den Şam'a sürülmelerini emretti.528
    Avfoğullarından Übâde bin Sâmit de öteden beri Kaynukaoğlulları Yahudîlerinin müttefiki idi. onları bıraktırmak için Peygamber Efendimizin yanına gelmişti. Efendimizle Abdullah bin Übey arasında geçenleri görünce, "Yâ Resûlallah! Ben, Allah'ı, Peygamberini ve mü'minleri dost tutarım. Şu kâfırlerin müttefikliğinden ve dostluğundan uzaklaştım" diyerek Beni Kaynuka Yahudîleriyle olan müttefikliğini ve dostluğunu bıraktığını ilân etti. Bunun üzerine inen âyette şöyle buyuruldu:
    "Ey îmân edenler. Yahudîleri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.* Onlar birbirinin dostudur. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur. Muhakkak ki Allah zâlimler gürûhunu doğru yola iletmez."529
    Resûl-i Ekrem Efendimizin asıl maksadı; Yahudîlerin fitne ve fesadını Medine'den uzak tutmak, meydana getirecekleri tehlikelere mâni olmaktı. Medine'den sürgün edilmeleriyle de bir bakıma bu gaye tahakkuk ediyordu.
    Kaynukaoğullarına Medine'yi terketmeleri için tanınan süre üç gün idi. Üç gün mühlet bitince, Şam'a doğru yola çıktılar. Vadi'l-Kura'ya gelince orada bir ay oturdular.
    Burada oturan Yahudîler, onların yayalarına binek ve kendilerine de yiyecek verdiler. Buradan da ayrılan Benî Kaynuka Yahudîleri Ezruât'a kadar gidip, oraya yerleştiler. Çok geçmeden de nesilleri kesildi.530
    Sevik Gazvesi
    Hicretin 2. senesi, 5. Zilhicce, Pazar günü. Kaynukaoğulları Yahudîlerinden 700 kişinin Medine'den sürgün edilmeleri, şehri büyük bir rahatlığa kavuşturmuştu. Peygamberimizin bu hareketi İslâmın inkişafı bakımından oldukça önem taşıyan bir hâdiseydi. Eğer fesad şebekesi durumunda olan bu Yahudîler İslâmın merkezi Medine'de bırakılmış olsalardı, Müslümanlara bir çok hâince planlar tertipleyecekleri şüphesizdi. Sürgün edilmeleriyle bu fırsat ellerinden alınmış oluyordu.Şehrin dahilinde tam bir sükût ve huzur hâkimdi. Ancak, haricin emniyeti pek iç açıcı değildi. Kûreyş müşrikleri Bedir mağlubiyetinin ağır acısını unutamamışlardı, unutmak da istemiyorlardı. Nitekim, Kureyş ileri gelenlerinden bir çoğunun öldürülmesiyle, Ebû Süfyan kendisini âdeta Kureyş müşriklerinin reisi makamında görmeye başlamış ve Bedir mağlubiyetinin intikamını almak için harekete geçmişti. Peygamberimiz ve Müslümanlardan intikam almadıkça kadınlara yaklaşmayacağına, koku sürünmeyeceğine ve yıkanmayacağına and içmişti.
    Bu andını yerine getirmek için Ebû Süfyan, 200 kişilik bir süvari kuvvetiyle Medine önlerine kadar sokuldu. Aslında bu kadarcık bir kuvvetle Müslümanlara karşı çıkamayacağını kendisi de gayet iyi biliyordu. Sadece yaptığı yemini yerine getirmek, sözünden caymış olmamak için buraya kadar çıkıp gelmişti.Gece vakti, henüz Medine'de ikâmet eden Yahudî kabilesi Benî Nadr reisinin yanına gitti ve ondan Müslümanlar hakkında bir çok gizli malumat aldı.
    Daha sonra Medine'ye üç mil kadar uzaklıkta bulunan Urayz mevkiine kadar sokulan müşrik kuvveti, burada sık bir hurmalığı ve iki evi ateşe vererek, tarlasında işiyle meşgul Ensardan müdafaasız bir işçiyi de şehid ettiler.(İbni Hişâm, Sîre, 3:48; İbni Sa'd, Tabakât, 2:30)
    Bunları yapmakla sözünün yerine geldiğini kabul eden Ebû Süfyan, takip edilip yakalanma korkusundan beraberindekilerle birlikte sürâtle oradan uzaklaşarak Mekke'ye doğru yol aldı.
    Resûl-i Ekrem baskını haber aldı. Ensar ve Muhacirlerden iki yüz kişi ile müşrik mütecavizleri takibe çıktı. Kimseyle karşılaşmadı. Müşriklerin sürâtle kaçıp gittiklerini öğrendi.Müşrikler kaçarken beraberinde yiyecek olarak getirdikleri "sevik" denilen kavrulmuş buğday ununu torbalarıyla birlikte ağırlık yaptığı ve sürâtle uzaklaşmalarına mâni olduğu için yollarda yer yer bırakmışlardı. Mücahidler bu Sevik torbalarını topladılar. Gaza da adını buradan aldı.(İbni Hişâm, Sîre, 3:48; İbni Sa'd, Tabakât, 2:30.)

    523. Sîre, 3/51
    524. A.g.e., 3/50
    525. Âl-i İmrân Sûresi, 12
    526. Enfâl Suresi, 58
    527. Tabakât, 2/29; Taberî, 2/297
    528. Tabakât, 2/29; Taberî, 2/297
    * Gayr-i müslimlerle dostluk ve münasebet kurmakta ölçü nedir? Günümüzde olduğu gibi sadece askerî ve iktisadî sahaya dönük ittifaklar kurmanın Kur'an'daki nehiyle ilgisi var mıdır, gibi akla gelebilen suallere Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat adlı eserinde muknî bir izah getirmiştir. Aynen alıyoruz:"Sual: Yahudî ve Nasara ile muhabbeten Kur'an'da nehy vardır. Bununla beraber nasıl 'Dost olunuz,' dersiniz?" Cevap: Evvelâ: Delil kat'iyyülmetin olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Halbuki te'vil ve ihtimâlin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur'anî âmm değildir, mudaktır. Mudak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa; me'haz iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehy, Yahudî ve Nasara ile Yahudîyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat ve san'atı içindir. Öyle ise herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'adan kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfâtı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin! 2Sâniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azim-i dini vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden bütün muhabbet ve adâveti o noktada toplayıp muhabbet ve adâvet ederlerdi. Onun için gayr-i müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukûlü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esâsı olan asâyişi muhafazadır. İşte bu dostuk, katiyyen neyh-i Kur'âniye dahil değildir."





    (Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât, s. 26-27.)
    529. Mâide Sûresi, 51
    530. Belûzurî, 1/309
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  5. #25
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    BEDİR MUHAREBESİ




    Hicretin 2. senesi, 17 Ramazan, Cuma (Mîlâdî: 13 Mart 624).
    Kureyş'in Ticâret Kervanı
    Hicretin ikinci senesinde Kureyş müşrikleri bir ticâret kervânı hazırlamışlardı. Şam pazarına gönderilen kervâna Mekke'den kadın erkek hemen hemen herkes hisselerine göre ortak idiler. Bin deveden meydana gelen ve sermayesi 50.000 dinar olan bu büyük ticâret kervanının satılan malları karşılığında harbe hazırlık için silâh alınacaktı. Kervânın yola çıkarılmasındaki asıl maksat buydu. Kureyşliler Ayrıca kervânla birlikte Ebû Süfyan başkanlığında 30-40 kişi kadar muhafız da göndermişlerdi.462
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu durumu haber aldı. Ebû Süfyan başkanlığındaki bu büyük ticâret kervanının Mekke'ye dönmesine mâni olmaya karar verdi. Teşkil ettiği 300 kişiyi aşkın (305-315) Sahabî ile yola çıkmaya hazırlandı.
    Sahabîler Bedir seferine katılmayı şiddetle arzu ediyorlardı. Hattâ bu hususta kur'a çekenler bile vardı. Ensardan Sa'd, babası Hayseme'ye, "Eğer bu seferin mükâfatı Cennetten başka birşey olmasaydı, senden geri kalırdım. Ben bu seferde bana şehidlik nasip olmasını umuyorum" diyerek sefere katılma arzusunu izhar etmişti. Babası ise ona, "Sen rahatsız olan hanımının yanında kal da ben gideyim" diye cevap vermişti.
    Ama Sa'd bunu kabul etmemiş ve aralarında Kur'a çekilmesine karar vermişlerdi. Çekilen kur'a Sa'd'a çıkmış ve sefere o iştirak etmişti. Bedir'de şehid düşerek bu yüksek arzusuna da nail olmuştu.463
    Sefere çıkmak için yalnız erkeklerde değil, kadınlarda da büyük bir istek ve arzu vardı. Sefer hazırlıkları yapılırken Ümmü Varaka bint-i Abdullah Resûlullahın huzuruna gelerek şöyle dedi:
    "Yâ Resûlallah! Bana müsâade et de sizinle birlikte ben de çıkayım. Yaralarınızı tedâvi ederim."
    Resûl-i Ekrem Efendimiz bu fedakâr kadına, "Sen evinde otur Kur'ân oku! Muhakkak ki Allah, sana şehidlik nasib eder" buyurdu.Bu hâdiseden sonra Peygamber Efendimiz onu hep "şehîde" diye anardı.
    Nitekim, hafız olan Ümmü Varaka, Hz. Ömer devrinde biri erkek, diğeri kadın iki uşağı tarafından geceleyin üzerine kadife örtü basılarak şehid edildi. Katiller yakalanarak asılmak suretiyle cezalandırıldılar. Medine'de asılarak cezalandırılanların ilki bunlar oldu.464
    Medine'den Hareket
    Peygamber Efendimiz, yerine namaz kıldırmakla Abdullah ibni Ümmi Mektûm'u vazifelendirdi. Ensardan Ebû Lübâbe Hazretlerini ise, şehre nâib (vekil) tâyin etti. Ramazan ayından on iki geceyi geride bıraktıkları oldukça sıcak bir Cumartesi gününde, mücahidlerle Medine'den hareket etti.464
    Resûl-i Ekrem Efendimizin beyaz sancağını Mus'ab bin Umeyr (r.a.) taşıyordu. İki siyah bayraktan Ukab adındaki Hz. Ali'nin, diğeri ise Ensardan Sa'd bin Muaz Hazretlerinin elinde idi.466
    Kervân, Bedir* mevkiinde karşılanacaktı. Çünkü burası Mekke, Medine ve Suriye'ye giden yolların birleştiği stratejik önemi olan bir noktaydı.
    Mücâhidler, yazın en sıcak günlerinin birinde Medine'den yola çıkmışlardı. Üstelik Ramazan ayı olduğu için oruçlu bulunuyorlardı. Kavurucu sıcaklar altında, alev saçan çöl üstünde, oruçlu halde yol almak oldukça güçtü. Bu sebeple Peygamberimiz orucunu açtı. Mücâhidlere de açmalarını emir buyurdu.467
    Henüz Medine'den fazla uzaklaşılmamıştı. Resûl-i Ekrem, küçük yaşta olanları ordudan ayırarak geri çevirdi. Sayılan sekiz olan bu küçük mücâhidler, ordudan geri kalmaktan fazlasıyla üzüldüler. Bunun üzerine Peygamberimiz bir-ikisine tekrar orduya katılma izni verdi. Hz. Sa'd bin Ebî Vakkas der ki:
    "Resûlullahın küçüklerimizi geri çevirmesinden biraz önce, kardeşim Umeyr'in göze görünmemeye çalıştığını gördüm.
    "'Kardeşim sana ne oldu?' diye sordum.
    "'Allah Resûlünün beni küçük görüp geri çevirmesinden korkuyorum. Halbuki, ben sefere çıkmak istiyor, Allah'ın bana şehîdlik nasip etmesini umuyorum,' diye cevap verdi.
    "Kendisi Resûlullaha arzedilince küçük görüp ona, 'Sen geri dön' dedi.
    "Umeyr ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah da müsaade etti. Umeyr'in boyu kısa olduğu için kılıcını bağlayamamış, ben yardım ederek bağlamıştım."468
    Allah yolunda savaşıp şehidlik mertebesine ulaşmak isteyen Umeyr, harp esnasında ınüşriklerin oklarına hedef olup bu yüksek gayesine ulaştı.
    Müslümanlarla beraber iki at, yetmiş deve vardı. Develere nöbetleşe biniliyordu. Peygamber Efendimiz de bu hususta, diğer Müslümanlardan kendisini farklı görmek istemiyordu. Hz. Ali ve Mersed bin Ebû Mersed ile bir deveye nöbetleşe biniyorlardı. Yürüme sırası Efendimize geldiğinde, diğer iki Sahabî, "Yâ Resûlallah! Sen bin, biz senin yerine yürürüz" diyorlardı.
    Ancak Peygamber Efendimiz, bunu kabul etmiyor ve "Siz yürümekte benden daha kuvvetli olmadığınız gibi, sevap ve mükâfat hususunda da ben sizden daha müstağnî ve ihtiyaçsız değilim"469 diye cevap veriyordu.
    Bu hareketiyle Resûl-i Kibriyâ, İslâmın getirdiği adâlet ve müsavat düsturunu, her şeyden önce bizzat şahsında tatbik etmiş oluyordu.
    İslâm ordusu, kavurucu sıcaklar altında yoluna devam ediyordu. Henüz Bedir mevkiine varmadan, Ebû Süfyan başından beri endişe duyduğu hususu haber aldı: "Müslümanlar kervânı ele geçirmek için yola çıkmışlar!"
    Mekke'ye derhal bir haberci gönderirken, kendisi de hiç konaklamadan kervânın istikametini değiştirerek Kızıl Deniz sahilinden Bedir'e uğramadan Mekke'ye doğru yol aldı.
    Kureyş'in Harbe Hazırlanması
    Ebû Süfyan'dan önce Mekke'ye varan haberci Zamzam, acaib "bir kılıkla devesinin üzerinde bağıra bağıra haberi duyurdu:
    "Ey Kureyş topluluğu! Ticâret kervanınıza, Ebû Süfyan'ın yanındaki mallarınıza Muhammed ve Ashabı saldırdılar! Ona ulaşabileceğinizi sanmıyorum. İmdât! İmdât!"
    Haliyle bu haber Kureyş'in infiâline sebep oldu. Zira kervânda hemen hemen her âilenin malı vardı. Kureyşliler derhal toplandılar. Sürat'le hazırlığa başladılar. Alelacele hazırlanan Müşrik ordusunun sayısı 950'yi buldu. Bunların 100'ü atlı 700'ü develi idi.
    Bu rakam, kervânı takibe çıkan Müslümanların sayıca üç katı demekti. Aynı zamanda Kureyş ordusu silâh bakımından da Müslümanlardan çok daha üstündü. Bu arada müşrik ordusuna katılmak istemeyenler de çıktı. Fakat, Ebû Cehil ve diğer ileri gelenlerin baskısı karşısında onlar da iştirâk etmek zorunda kaldılar. Buna rağmen Ebû Leheb hasta olduğunu bahâne etti ve yerine bedelle birini göndererek Mekke'de kaldı.
    Hazırlanan müşrik ordusu, muganniyelerin söylediği şarkıların, kadınların çaldığı deflerin coşkun havası içinde Mekke'den Bedir'e doğru hareket etti.
    Yolda kervânını Bedir'den arızasız geçiren Ebû Süfyan'dan kendilerine şu haber geldi:
    "Siz kervânınızı, kervan üzerindeki adamlarınızı ve mallarınızı muhafaza etmek için yola çıkmıştınız. Allah onları kurtarıp selâmete erdirdi. Artık dönünüz!"
    Ancak, Ebû Cehil dönmek niyetinde değildi. Başkalarının da geri dönmesine rıza göstermeyerek şöyle konuştu:
    "Vallahi Bedir'e varmadıkça dönmeyiz. Orada üç gün kalırız. Develer boğazlayıp, yemekler yeriz. Şaraplar içeriz! Câriyelere şarkılar söyleterek eğleniriz! Başımıza toplanacak Araplar bizi dinler ve seyrederler. Bundan sonra hep bizden korkar dururlar. Haydi ilerleyiniz!"470
    Müşrik ordusu Bedir'e doğru ilerlemeye başlarken, haberci de Ebû Süfyan'ın yanına dönüp durumu kendisine anlattı. Ebû Süfyan bu haberden memnun olmadı ve "Yazık oldu kavmime! Bu Amr bin Hişâm'ın, Ebû Cehil'in işidir! Dönmek istemedi. O, bunu halka baş olmak sevdasıyla yaptı. Azgınlık, eksiklik ve uğursuzluk getirir" dedi.
    Endişesini ise son cümlesiyle şöyle dile getirdi:
    "Eğer, Muhammed'in Ashâbı, onlara rastlarsa, işleri tamamdır!"471
    Ebû Cehil'in bütün şirretliği ve kışkırtıcılığına rağmen, ordudan ayrılanlar oldu. Ahnes bin Şerik müttefiki bulunan Zühreoğullarını ikna ederek beraberce Mekke'ye döndüler. Daha sonra bunları Hz. Ömer'in kabilesi Adiyy bin Ka'boğulları takib etti.
    Müşrik ordusuna Hâşimoğulları da katılmıştı. Kureyşten bazıları kendilerine, "Vallahi, ey Haşimoğulları! İyi biliyoruz ki sizler, her ne kadar bizimle sefere çıkmışsanız da, kalbiniz Muhammed'ledir" deyince, Ebû Tâlib'in oğlu Tâlib de bir kısım kimselerle birlikte geri döndü.
    Peygamber Efendimiz, mücâhidlerle Safra yakınındaki Zefiran mevkiine vardığında, Kureyşin büyük bir ordu ile gelmekte olduğunu haber aldı. Böyle bir hareketle karşılaşacaklarını tahmin etmediklerinden bir anda ne yapmaları gerektiği hususunda karar veremediler. Zira, niyetleri harb etmek değildi. Bunun için bir hazırlıkları da yoktu. Üstelik alınan isrihbarâta göre, müşrik ordusu hem sayıca çok, hem silâhça onlardan üstün idi.
    Mücâhirlerle İstişâre
    Resûl-i Ekrem, Ashâbını topladı. Kervanın takib edilmesinin mi, yoksa müşrik ordusuna karşı çıkmanın mı daha uygun olacağı hususunda onlarla istişarede bulundu. Bir kısım mücahid, kervanın takib edilmesinin uygun olacağını ifade etti. Peygamber Efendimiz, bundan hoşlanmadı. O sırada, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer söz alıp müşriklerin üzerine yürümenin, onlarla harbe girmenin daha muvafık olacağı hususunda konuşunca, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bundan memnun oldu. Daha sonra Ensardan Mikdat bin Esved Hazretleri şöyle dedi:
    "Yâ Resûlallah! Rabbim sana neyi emrettiyse onu yap! Vallahi biz İsrailoğullarının Hz. Musâ'ya dediği gibi, 'Git Rabbinle beraber düşmanlara karşı çık! Biz buradan kımıldamayız' tarzında bir söz söyleyecek değiliz. Biz sana tâbiyiz."472
    Feragat ve cesaret timsali bu Sahabînin sözlerinden memnun olan Resûl-i Ekrem kendilerine hayır duâda bulundu.
    Bu konuşmalardan sonra, kararın ne mahiyette verileceği artık anlaşılmıştı. Fakat Ensarın da bu hususta görüşünü almak gerekiyordu. Çünkü, onlar Medine dahilinde Peygamberimizi ve Müslümanları koruyacaklarına dair söz vermişlerdi. Şimdi ise şehrin dışında bulunuyorlardı.
    Resûl-i Ekrem onların bu konudaki görüşlerini sordu. Ensar namına Sa'd bin Muaz Hazretleri söz aldı ve şöyle konuştu:
    "Yâ Resûlallah! Biz sana îmân ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de hak olduğuna şehâdet ettik. Bu hususta dinlemek ve itâat etmek üzere sana kesin sözler de verdik.
    "Yâ Resûlallah! Nasıl bilirsen, öyle yap. Biz seninle beraberiz. Seni Hak dinle gönderen Allah'a yemin olsun ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan, biz de seninle birlikte dalarız. Bizden bir kişi dahi geri kalmaz. Biz düşmana karşı varmaktan çekinmeyiz. Muharebe ânında geri dönmeyiz. Allah'ın bereketi ile yürüt bizi."473
    Karar artık kesinlik kazanmıştı: Bir avuç mücâhid herşeye rağmen, kendilerinden gerek sayıca ve gerekse silahça kat kat fazla olan müşrik ordusuna karşı koyacaklardı. Onların sayıca çokluğu, silahça üstünlüğü kahraman Sahabîlerin gözünü korkutmadı. Kur'ân'ın ifadesiyle "Ölümün ağzına girmeyi"474 seve seve göze alıyorlardı. Onlar, Allah'ın yardımına güveniyorlardı. Allah için mücadele vereceklerinin idrâkinde olarak, din sahibinin yardımını esirgemeyeceğine gönülden inanıyorlardı.
    Mücâhidlerin sayısı az, amma îmân ve cesaretleri sıradağlar gibiydi. İstinad noktaları Kâinatın Sahibi idi. Reisleri Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed idi (a.s.m.). Böyle bir ordu elbette her şeyi göze alarak müşrik ordusuna karşı koymaktan çekinmeyecek ve korkmayacaktı!
    Sa'd bin Muaz'ın (r.a.) konuşmasından fevkalâde memnun olan Resûl-i Ekrem Efendimiz, sevinç içinde, ümit dolu bir sadâ ile mücâhidlere şu müjdeyi verdi:
    "Yürüyün ve Allah'ın lütfu ile şâd olun. İşte Kureyşin tek tek düşüp uzayacağı yerleri şimdiden görür gibiyim."475
    Bu konuşma mücâhidler üzerinde derin bir tesir icra etti ve heyecanlarını kat kat arttırdı. Bedir'e doğru şevkle yol almaya başladılar.
    İslâm ordusu, Cuma gecesi yatsı vakti Bedir yakınına geldi.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Şu küçük tepe yakınındaki kuyu başında bir takım bilgiler elde edeceğimizi umarım" buyurduktan sonra, Hz. Ali, Zübeyr bin Avvam, Sa'd bin Ebî Vakkas gibi bazı Sahabeleri oraya gönderdi.
    O sırada müşriklerin sucuları, su taşıyan develeriyle birlikte kuyunun başında bulunuyorlardı. Mücâhidler onlardan bazılarını ele geçirdiler.
    Huzura getirildiklerinde Efendimiz kendilerine, "Bana, Kureyş hakkında mâlumat veriniz" dedi.
    Onlar, "Vallahi, şu gördüğün kum tepesinin en yüksek, en uzak tarafındadırlar" dediler.Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "O topluluk ne kadar vardır?" diye sordu.
    "Pek çok" diye cevap verdiler. Efendimiz tekrar, "Onların sayıları ne olabilir?" dedi.
    "Bilmiyoruz" cevabını verdiler.
    Bu sefer Peygamber Efendimiz, "Onlar her gün kaç deve kesiyorlar" diye sordu.
    "Bir gün 9, bir gün 10" dediler.
    Bunun üzerine Resûlullah, "Onlar, 950 ile 1000 kişi arasındadır" buyurdu.
    Sonra, "İçlerinde Kureyş eşrafından kimler var?" diye sordu.
    Müşrik sucuları Kureyş ileri gelenlerinden bir çoğunun ismini sıralayınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz Ashâbına dönerek şöyle buyurdu:
    "İşte Mekke, ciğerpârelerini size fedâ etti!"
    Sonra yine adamlara, "Gelirken, Kureyşten geri dönenler oldu mu?" diye sordu.
    "Evet" dediler, "Beni Zühreler Ahnes bir Şerik'le geri döndüler.
    O zaman Peygamber Efendimiz, "O, doğru yolda değilken, Âhiret, Allah ve Kitabı bilmezken Zühreoğullarına doğru yolu göstermiştir" buyurdu.476
    Bedir'e vardığı gece Peygamber Efendimiz, "İnşallah, yarın sabah filânın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İnşallah, yarın sabah filânın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İşte şurasıdır! Şurasıdır" buyurdu ve elini o yerlere koyarak müşrik Kureyş reislerinden her birinin nerede katledileceğini birer birer gösterdi.
    Hz. Ömer der ki:
    "Onlardan hiç birisi de, Nebiyy-i Ekremin elini koyduğu yerlerin ne ilerisinde, ne de gerisinde vurulup düşmediler."477
    İslâm Ordusunun Bedir'e Önce Gelişi
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücâhidlerle, müşriklerden önce Bedir'e vardı ve Bedir kuyusuna en yakın bir yere indi. Karargâhın nerede kurulmasının daha uygun olacağını Ashabıyla görüştü.
    O zaman, otuz üç yaşlarında bulunan Hubab bin Münzir ayağa kalktı ve, "Yâ Resûlallah! Biz, harbci kimseleriz. Ben, bütün suları kapatıp, bir tek su menbâı üzerine karargâh kurmayı uygun görürüm," diye konuştu.
    Sonra da, "Yâ Resûlallah! Burası, sana Allah'ın emrettiği, bizim için ileri gidilmesi veya geri çekilmesi câiz olmayan bir yer midir? Yoksa, şahsi bir görüş neticesi, bir harp tedbiri olarak mı seçildi?" diye sordu.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Hayır! Şahsî bir görüş neticesi, bir harp tedbiri icabı olarak seçildi" buyurdu.
    Bunun üzerine Hubab şöyle dedi:
    "Yâ Resûlallah! Burada karargâh kurmak pek muvafık değildir. Siz, halkı hemen buradan kaldırınız! Kureyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Ben orayı bilirim. Orada suyu bol ve tatlı bir kuyu vardır. Onun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım. Sonra bir havuz yapıp onu su ile dolduralım. Sonra da müşriklerle çarpışalım. Biz, susadıkça havuzumuzdan içeriz. Onlar su bulup içemezler. Zor duruma düşerler."
    Peygamber Efendimiz (a.s.m.) "Ey Hubâb, doğru olan görüş senin işâret ettiğindir" buyurarak hemen ayağa kalktı, bunu gören mücâhidler de derhal ayağa kalktılar. Kureyş müşriklerinin konacakları yerin yakınındaki suyun altına kadar gittiler.
    Sonra Peygamber Efendimizin emriyle kuyular kapatıldı. Bir havuz yapılıp içerisi kuyu suyu ile dolduruldu ve içine de bir kab konuldu.478
    Bu arada, Sa'd bin Muaz Hazretlerinin teklifi ile Resûl-i Ekrem Efendimiz için hurma dallarından bir gölgelik, yâni çadır yapıldı. Peygamber Efendimiz, gölgeliğin altına Hz. Ebû Bekir'le birlikte girdi.
    Sa'd bin Muaz Hazretleri de kılıcını takınıp Ashab-ı Kiramdan bir kaç zâtla birlikte gölgeliğin kapısı önünde nöbet beklemeye başladı.479
    Ordunun Harp Nizamına Sokulması
    Peygamber Efendimiz, Bedir'e gelir gelmez ordusunu harp nizamına soktu. Ordu saf ve hatlarını dikkatle kontrol etti. Sonra da her mevzideki grup için bir kumandan tâyin etti. Müslüman kuvvetler; Muhacirler, Evsliler ve Hazreçliler olmak üzere üç kısıma ayrılmışlardı. Her biri açtıkları kendi sancakları altında toplanmışlardı. Muhacirlerin sancağını Mus'ab bin Umeyr, Evslilerinkini Sa'd bin Muaz, Hazreçlilerinkini ise Hubab bin Münzir Hazretleri tutuyordu.480
    Peygamber Efendimiz, bütün bunlardan sonra ordusuna şu talimatı verdi:
    "Hatlarınızı bırakıp ayrılmayınız! Bir yere kımıldamadan yerlerinizde sebât ediniz. Ben emir vermedikçe savaşa başlamayınız. Oklarınızı, düşman size yaklaşmadan kullanıp israf etmeyiniz. Düşman kalkanını açtığı zaman okunuzu atınız. Düşman iyice sokulunca elinizle taş atınız. Daha da yaklaşırsa mızrak ve kargılarınızı kullanınız. Kılıç en sonunda, düşmanla göğüs göğüse gelindiği vakit kullanılacaktır."481
    Mücâhidlerin her biri, bulunduğu yere taş yığınakları yapmıştı. Müdafaâ harbinde bulunacak Müslümanlar için bu, çok işe yarayacaktı. Düşman bundan mahrumdu. Çünkü, taarruz taktiğini uyguluyordu. Dolayısıyla hücum esnasında çok çok bir kaç taş taşıyıp atabilirlerdi...
    Harpten bir önceki geceydi. Peygamber Efendimiz, kendisi için yapılan gölgelikte idi. Bütün gecesini Kadir-i Zülcelâle ibadetle geçirmişti.
    Arkasından Rabb-i Rahîmine ellerine açarak kâinatı ağlatacak kadar hazin, arz ve semaya göz yaşı döktürecek kadar tesirli şu duâsını yaptı:
    "Allah'ım! Bana yaptığın va'dini yerine getir!
    "Allah'ım! Bu bir avuç Müslüman mücâhid helâk olursa, artık sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz."482
    Resûl-i Kibriya Efendimiz vakit namazlarında da aynı duâyı tekrarlıyordu. Bu duâyı duyan mücâhidler ise heyecanlarından yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi.
    İki Ordu Karşı Karşıya
    Resûl-i Ekrem, ordusuna ait hazırlıkları tamamlamıştı. O sırada, müşrik ordusu da Bedir mevkiine çıkıp geldi.
    Manzara oldukça düşündürücü ve ibretliydi. Birbirleriyle amansızca çarpışacak olanların çoğu arkaba idi. Kardeş kardeşle, baba oğulla, dayı yeğenle kıyasıya vuruşacaktı.
    Peygamber Efendimiz de, gölgelikten çıkarak, ordusunu son bir defa dikkatle teftişten geçirdi. Her şey istediği gibi düzgün ve intizamlı idi. Ne var ki, düşman sayıca ve silâhça üstündü. Zâhire bakılırsa, müsavî bir mücadele verilemeyeceği kanâatı uyandırıyordu. Ama mücâhidler, asla ümitlerini yitirmiyor, harbin her şeye rağmen lehlerinde neticeleneceğine gönülden inanıyorlardı.
    Harp âdeti üzere, önce her iki taraftan teke tek çarpışacaklar ortaya çıkacaktı. Fakat, müşrikleri heyecana getirmek için ortaya atılan Âmir bin Hadremî harp usulûne muhalefet ederek mücâhidlere doğru bir ok attı. Ok, muhacir Müslümanlardan Mihca' Hazretlerine isabet etti ve orada İslâm ordusu ilk şehidini verdi. Resûl-i Ekrem, "Mihca', şehidlerin efendisidir" buyurarak İslâmın bu ilk şehidini tebcil etti.
    Mihca' Hazretlerinin şehadeti havayı birdenbire elektriklendirdi. Bu sırada müşrik ordusundan Rabiaoğulları Utbe ile Şeybe ve Utbe'nin oğlu Velid ortaya atılarak er dilediler.
    Benî Neccar'dan Afra isminde bahtiyar İslâm kadınının yedi oğlu vardı ve yedisi de Bedir'de bulunuyordu. Onlardan ikisi Muâz ve Avf ile Resûlullahın şâiri Abdullah bin Ravâha Hazretleri onlara karşı çıktılar.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Müslümanlarla müşrikler arasındaki bu ilk çarpışmada, Ensarın müşriklerle karşılaşmasını arzu etmiyordu...
    Müşrikler, "Siz kimlersiniz?" diye sordular.
    Onlar, "Ensardan filân ve filânız" diye cevap verdiler.
    Müşrikler; "Bizim sizinle işimiz yok. Biz, Abdülmuttaliboğullarından, amcalarımızın oğulları ile çarpışacağız" dediler.
    Sonra da Peygamber Efendimize hitaben, "Yâ Muhammed! Sen, bizim karşımıza, kavmimizden dengimiz olanı çıkar!" diye konuştular.
    Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ensar gençlerine saflarına dönmelerini emir buyurdu ve kendilerine duâ etti. Sonra da, "Kalk yâ Ubeyde! Kalk yâ Hamza! Kalk yâ Ali" diye emretti.483
    Resûl-i Kibriyâ Efendimizden emir alan adı geçen üç kahraman Sahabî derhal kalkıp meydana çıktılar. Miğferli oldukları için Utbe onları tanıyamadı.
    "Kendinizi tanıtınız da, dengimiz olup olmadığımızı bilelim! Dengimiz iseniz sizinle çarpışalım," diye seslendi.
    Üç kahraman Sahabî de isim ve şöhretlerini söyleyince müşrikler, "Evet, sizler bizim şerefli denklerimizsiniz, buyurun" deyip kılıçlarını sıyırdılar.
    Ubeyde bin Hâris, Utbe bin Rebiâ ile, Hz. Hamza dengi Şeybe bin Rabiâ ile ve Hz. Ali ise Velid bin Utbe ile çarpışacaktı.484
    Böyle Kureyş ileri gelenlerinden bahadırlıklarıyla meşhur olan altı büyüğün mübârezeleri o vaktin hükmüne göre seyre değer hâdiselerinden sayılırdı. Buna binâen; iki taraf, cenge hazır, kiminin ok yayı elinde ve kiminin eli kılıcının kabzasında olduğu halde, bu bahadırların vuruşmasına göz dikip temâşâya durdular...
    Teke tek vuruşma şimşek sür'atiyle başladı.
    Hz. Hamza ile Hz. Ali birer hamlede hasımlarını yere serip öldürdüler. Sonra da Hz. Ubeyde'nin yardımına koştular. Utbe'nin de işini bitirerek, Ubeyde Hazretlerini alıp Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna getirdiler.Ayağından yaralı, kanlar içinde olan Hz. Ubeyde, Peygamber Efendimizin huzuruna geldiğinde, "Yâ Resûlallah, ben şehid miyim?" diye sordu.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Evet, şehidsin" buyurdu ve yerinin Cennetü'l-Firdevs olduğunu söyledi.
    Bu müjdeyi alan Ubeyde Hazretleri ayağının kesilmesini hiçe saydı ve memnun olup din-i İslâm uğrunda çektiği ezâ ve cefalardan dolayı asla üzülmediğine dâir güzel beyitler söyledi. Yarası fazlasıyla ağır olduğundan Bedir'den dönülürken yolda vefat etti. Oraya defnedildi.485
    Adamlarının birbir yere serildiğini gören müşrikleri büyük bir dehşet sardı. Birdenbire ne yapacaklarını şaşırır hale geldiler. Ebû Cehil ise, onları teselli etmeye ve toparlamaya çalışıyordu.
    Allah yolunda çarpışmayı en büyük şeref telâkki eden Müslüman mücâhidler ise, âdeta heyecanlarından yerlerinde duramâz hale gelmişlerdi. Bir an evvel muharebeye başlamak, müşriklere hadlerini bildirmek istiyorlardı.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz âdeta mücessem îmân halini almış bu bir avuç mücâhidin haline bakarak, Cenâb-ı Hakka şöyle içli niyâzda bulundu:
    "Allah'ım! Onlar yaya ve yalın ayaklılar, Sen onlara binecek ver!
    "Allah'ım! Onlar açtırlar, Sen onları doyur!
    "Allah'ım! Onlar fakirdirler, Sen onları fazl ve kereminle zengin eyle!"486
    Sonra da dilinden düşürmediği duâsını tekrarladı:
    "Allah'ım! Bana yaptığın va'dini yerine getir!
    "Allah'ım! Bu bir avuç mücâhidi helâk edersen, artık sana yeryüzünde ibâdet edecek kimse kalmaz!"
    Hz. Ebû Bekir ile Oğlu
    Manzara oldukça ibretli idi. Mus'ab bin Umeyr, Müslümanlar safında Muhacirlerin sancaktarı iken, kardeşi Ebû Aziz İbn-i Umeyr ise müşrik ordusunun birinci bayraktarı idi.
    Daha garibi de vardı. Hz. Ebû Bekir oğlu Abdullah ile Müslümanlar safında bulunurken, diğer oğlu Abdurrahman ise Kureyş müşrikleri arasında idi. Cesâreti ve keskin ok atıcılığı ile meşhur olan Abdurrahman bir ara ortaya atılıp er dileyince, Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı. Hz. Resûlullahtan oğluyla çarpışmak için müsaade istedi. Fakat, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Ey Ebû Bekir! Bilmez misin ki sen, benim görür gözüm ve işitir kulağım yerindesin" buyurarak izin vermedi ve yanından ayırmadı.
    Hz. Resûlullahtan oğluyla kılıç kılıca döğüşmek için izin alamayan Ebû Bekir-i Sıddık (r.a.) hiddetli hiddetli oğluna, "Ey Abdurrahman! Bana olan münasebetin nerede kaldı" diye seslendi.
    Abdurrahman ise, "Aramızda silahtan, uzun, yüğrük attan ve kılıçtan başka birşey kalmadı."487 diye cevap verdi.
    Harp Başladı
    Tarih; 17 Ramazan, Cuma günü, sabah saatleri. Artık iki ordu, olanca güç ve kuvvetleriyle birbirine saldırıya geçmişti.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, mücâhidleri Allah yolunda cihada teşvik eden konuşmalar yapıyor, şehid düşenlerin makamlarının Cennet olacağını müjdeliyordu. "Zafer bizimdir," diyerek de her zaman mücâhidlerin gayret ve ümitlerini hep aynı canlılıkta tutmaya ihtimam gösteriyordu. Zaman zaman da ordunun önüne geçip bilfiil cesaretini göstererek, mücâhidlerin de cesaretini arttırıyordu.
    Hz. Ali der ki:
    "Bedir günü harp şiddetlendiği zaman, Resûlullaha sığınmıştık. O gün, halkın en cesaretlisi, en kahramanı o idi. Müşriklerin saflarına ondan daha yakın kimse yoktu!"488
    Hazreç kabilesinden Hâris bin Sürakâ adındaki genç, ordunun gerisinde su havuzunun başında bulunuyor ve vuruşmayı temaşa ediyordu. Düşman tarafından atılan bir ok, ön saftaki mücâhidlerin üzerinden geçerek ona isabet etti ve orada şehid oldu. İşte Ensardan ilk şehid düşen bu zâttır.
    Harp safında bulunan mücâhidleri aşıp giden bir okun, geride Hâris'e isabet edip onu şehid etmesi hepsi için bir ibret dersi oldu. Harb bütün şiddetiyle devam ediyordu. Resûl-i Ekrem ise durmadan mücâhidleri harpte sebat etmeye çağırıyor ve şöyle diyordu:
    "Muhammed'in varlığı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki; Allah'ın rızasını umarak sabr ve sebât göstererek çarpışanları ve arkasına dönmeden ilerlerken öldürülenleri Allah, muhakkak Cennetine koyacaktır!"
    Ensardan Umeyr bin Humâm Hazretleri, elinde hurmasını yerken Resûlullahın bu müjdesini işitti ve "Ne iyi! Ne iyi! Cennete girmek için şu heriflerin elinde ölmekten başka bir şey lâzım değilmiş" diye konuşarak elindeki hurmaları yere attı. Hemen kılıcını sıyırarak, şehâdetin fazilerine ve âhiret hayatının ehemmiyetine dâir, beyitler söyleyip düşmanın üzerine hücum etti. Gidiş o gidiş oldu. Bir daha geri dönmeyen Umeyr, bir çok müşriki öldürdükten sonra, kendisi de arzuladığı şehâdet mertebesine ulaştı.
    Bir Mu'cize
    Çarpışma bütün şiddetiyle devam ederken, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, yerden bir avuç ince kum alıp küffar ordusunun üzerine attı ve şöyle duâ etti:
    "Yüzleri kara olsun! Allah'ım! Kalblerine korku sal! Ayaklarına titreme ver."489
    "Yüzleri kara olsun" sözü bir kelâm iken, onlardan her birinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç kum dahi her bir müşrikin gözüne gitti. Hücumu terk edip gözleriyle meşgul olmaya başladılar.
    Kur'ân-ı Azimüşşan bu mu'cizeyi şu âyetiyle ilân eder:
    "Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zamanda sen atmadın, ancak Allah attı..."490
    Evet, Resûl-i Kibriyânın avucunda küçücük taşlar zikir ve tesbih ettiği gibi, aynı avucuna alıp attığı kum ve küçücük taşlar da düşmana el bombası hükmüne geçiyor ve onları dehşete düşürüyordu.
    Peygamber Efendimiz, bir taraftan mücâhidler arasında dolaşıp cihada olan aşk ve şevklerini arttırıcı konuşmalar yapıyor, bir taraftan da Kıbleye yönelerek Yüce Mevlâsına yalvarıyordu:
    "Allah'ım! Bana va'dettiğin yardımı lütfet."
    Bu münacaâtı esnasında bir ara öylesine kendinden geçti ki, ridâsı mübârek omuzlarından kayıp düştüğü halde farkına varmadı. Yanından ayrılmayan Hz. Ebû Bekir, ridâsını yerden alıp mübârek omuzlarına koydu ve "Yâ Resûlallah! Rabbine ettiğin niyaz yetişir. Şüphesiz O, sana olan va'dini yerine getirecektir"491 dedi.
    Bir müddet sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu: "Müjde ey Ebû Bekir! Sana Allah'ın yardımı geldi. İşte şu Cebrâil'dir. Kum tepeleri üzerinde atının dizginini tutmuş, silâhlanmış, emir bekliyor!"
    Kur'ân-ı Azimüşşan bu vak'ayı da şöyle hatırlatır:
    "Muhakkak ki, siz Bedir'de zayıf durumda iken Allah size yardım etmişti de muzaffer olmuştunuz. Öyleyse Allah'tan korkun ki, Onun yardımına şükretmiş olasınız."
    O zaman sen mü'minlere, 'Rabbinizin gökten indirdiği üç bin melekle yardıma gelmesi size yetmez mi?' diyordun."492
    Rivâyet edilmiştir ki; o esnâda, benzeri görülmedik gayet şiddetli bir rüzgâr çıktı. Göz gözü görmez oldu. Sonra geçip gitti. Arkasından ikinci bir rüzgâr çıktı. O da geçip gitti. Daha sonra üçüncü bir rüzgâr daha çıktı ve o da geçip gitti.
    Bu, Cebrâil (a.s.) emrindeki 3000 meleğin gelip Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yanında, sağında ve solunda yer alışının tezahürü idi.
    Melekler; başlarına beyaz sarıklar sarmışlar, sarıkların uçlarını ise arkalarına salıvermişlerdi. Yalnız Cebrâil'in (a.s.) sarığı sarı idi. Meleklerin hepsi alaca renkte atlara binmişlerdi.
    Parolaları "Yâ Mansur! Emit" olan mücahidler düşmanla kahramanca çarpışıyor, hücum ve hamleleriyle düşman saflarını yarıyorlardı.
    Hususan Hz. Hamza ile Hz. Ali (r.a.) son derece kahramanca ve cesurca müşriklere hücum ediyorlar ve düşmanın hangi koluna hücum etseler yarıp geçiyorlardı. Hz. Hâmza, iki elinde iki kılıç önüne geleni bir hamlede yere seriyordu. Bu iki kahraman Sahabî müşrik ileri gelenlerinden bir çok kimseyi kılıçlarıyla öldürdüler.
    Ebû Cehil'in Öldürülmesi
    Müslümanların büyük düşmanı olan Ebû Cehil'i öldürmek bir iftihar vesilesi olacağından, mücahidlerden her biri onu bulup öldürmek istiyordu. Hattâ, Ebû Cehil zannıyla Hz. Hamza müşriklerin reislerinden Mahzumoğullarından Halid bin Velid'in biraderi olan Ebû Kays İbn-i Velid'i ve Hz. Ali yine Beni Mahzumdan Abdullah İbn-i Münzir'i öldürmüşlerdi.
    Ebû Cehil, yetmiş yaşında pek gözlü, korkunç yüzlü, inatçı ve mütemerrid bir İslâm düşmanı idi. "Anam beni bugün için doğurmuş" diyerek cesaretini izhar ediyor ve askerini harbe sürüyordu.
    Mahzumoğulları, müşriklerden bir çok kimsenin öldürüldüğünü görünce, Ebû Cehil'in etrafını deve sürüsü gibi sarmışlardı. Ne pahasına olursa olsun onu koruyacaklardı.
    Harp bütün şiddetiyle devam ediyordu. Hz. Abdurrahman bin Avf, harp safında sağına soluna bakınca Ensâr gençlerinden iki delikanlıyı gördü.
    Onlardan biri kendisine yaklaşarak, "Ey Amca! Sen Ebû Cehil'i tanır mısın?" diye sordu.
    Abdurrahman bin Avf, "Evet tanırım. Ne yapacaksın onu?" deyince genç şöyle dedi:"Allah'a söz verdim. Ebû Cehil'i gördüğüm gibi üzerine yürüyüp, ya onu öldüreceğim, yahut bu uğurda şehid olacağım!"
    Abdurrahman bin Avf Hazretleri gencin bu azim ve kahramanlığını hayretle takdir ederken, diğer genç de yanına yaklaşıp aynı şeyleri söyledi.
    Abdurrahman bin Avf, önceleri kendi kendine "Harp safında iki çocuk arasında kaldım" derken, onların bu cesurca sözlerine hayret etti.
    Bu iki genç, Afra Hatunun harbe iştirâk etmiş yedi oğlundan ikisi olan Muaz ve Muavviz idiler.
    O sırada Abdurrahman bin Avf'ın (r.a.) gözü müşrikler arasında dolaşıp duran ve Mahzumoğulları yiğitleri tarafından korunan Ebû Cehil'e ilişti. Soran gençlere, "İşte aradığınız Ebû Cehil" dedi.
    İki kahraman fedâi derhal kılıçlarını sıyırıp Ebû Cehil'in bulunduğu tarafa doğru yürüdüler.
    Bu iki genç gibi bir çok mücahid de Ebû Cehil'i öldürme fırsatını kolluyordu. Gençlerin Ebû Cehil'e yetişmesinden önce, onu başından beri gözetleyip duran, Ensardan Muaz bin Amr bin Cemuh, o esnada bir fırsatını bulup Ebû Cehil'in ayağına bir kılıç darbesi indirdi. Ebû Cehil'in oğlu İkrime de kılıcı ile onun elini, kolunu yaraladı. Bu kahraman Sahabî der ki:
    "Elim derisinde sallandı kaldı. Çarpışmanın şiddeti bana onu unutturdu. O gün kesilen elimi arkama atıp hep çarpışıp durdum. Bana fazla zahmet verince de, ayağımla üzerine bastım, sallanan kolumu koparıp attım."493
    Muaz bin Amr bin Cemuh'un yaralanmasından sonra iki genç kardeş olan Muaz ile Muavviz de Ebû Cehil'in yanına vardılar. Üzerine hücum ederek, kılıç darbeleriyle yere serdiler. Öldü zannıyla bırakıp gittiler.
    "Ebû Cehil Bu Ümmetin Firavun'udur"
    O esnâda Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Acaba Ebû Cehil, ne yaptı? Ne oldu? Kim gidip bir bakar" buyurarak ölüler arasında onun araştırılmasını emretti.
    Mücahidler aradılar. Fakat bulamadılar.
    Peygamber Efendimiz, "Arayınız! Benim onun hakkında sözüm var. Eğer siz onun ölüsünü teşhis edemezseniz, dizindeki yara izine bakınız" buyurduktan sonra sözlerine şöyle devam etti:
    "Bir gün onunla Abdullah bin Cud'â'nın ziyafetinde bulunuyorduk. Ben, ondan cüssece biraz büyükçe idim. Sıkılınca, onu ittim. İki dizi üzerine düştü. Dizinden birisi yaralandı ve bu yaralanmanın izi, dizinden kaybolmadı!"494
    Bunun üzerine Abdullah ibni Mes'ud Hazretleri Ebû Cehil'i aramaya gitti. Onu son nefesinde, can çekişirken gördü. Kendisine, "Ebû Cehil sen misin?" dedi. Sonra da boynuna ayağıyla bastı ve "Ey Allah'ın düşmanı, nihâyet Allah seni, hor ve hakir etti, gördün mü?" dedi.
    Can çekiştiği halde Ebû Cehil şöyle dedi:
    "Ey koyun çobanı! Pek sarp yere çıkmışsın. Bir büyük kişinin, kavim ve kabilesi tarafından öldürülmesi hemen şimdi olan bir şey değildir! Sen bugün bana zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu haber ver."
    İbni Mes'ud Hazretleri, "Nusret ve galebe, Allah ve Resûlü tarafındadır" diyerek son nefesinde onu ye'se düşürdü. Böyle her cihetten me'yus olan Ebû Cehil bir kere daha küfrünü kustu:
    "Muhammed'e söyle ki, şimdiye kadar onun düşmanı idim. Şimdi düşmanlığım bir kat daha arttı!"
    Bunun üzerine İbni Mes'ud Hazretleri, hemen başını kesti.
    Böylece Ebû Cehil, son nefeste bile îmâna gelmedi, küfür ve dalalette ısrar edip Cehennemi boyladı.
    İbni Mes'ud (r.a.), kesik başı alıp huzur-u Nebevîye getirdi.
    "İşte Allah'ın düşmanı Ebû Cehil'in başı" dedi.
    Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Kuluna yardım eden, dinini üstün kılan Allah'a hamdolsun!" dedikten sonra, "Bu ümmetin firavunu işte budur" buyurdu.496
    Ebû Cehil'in öldürülmesinden sonra, müşrik ordusunda Müslümanlara karşı koyacak pek kimse kalmadı. Bu arada, azılı müşrik Ümeyye bin Halef de Mekke'de merhametsizce işkenceye uğrattığı Bilâl-i Habeşî (r.a.) tarafından yere serilince, Kureyş ordusu fenâ halde bozuldu. Müşrik askerleri gerisin geri kaçmaya başladılar. Kaçanlar o anda kurtuldular. Ele geçirilenler ise esir alındılar.
    Netice
    Bir kaç saat bütün şiddetiyle devam eden kıyasıya mücadele neticesinde Peygamber Efendimizin kumandanlığını yaptığı İslâm ordusu, parlak bir muzafferiyet elde etmişti. Mücahidler 14 şehid vermişlerdi. Müşriklerden öldürdüklerinin sayısı ise 70 kadardı. Bir o kadarını da esir almışlardı. Öldürülenlerden 24 kişi müşriklerin ileri gelenlerindendi. Mücahidler, Peygamberimizin emri gereği, müşrik ileri gelenlerinin cesetlerini toptan bir çukura gömdüler.
    Resûl-i Ekrem, şehid olan mücahidlerin cenaze namazını da Bedir'de kıldı.
    Bu parlak zaferle şüphe ve tereddüt bulutları parçalandı. Müslümanların cesaretlerine bir kat daha cesaret katılmış oldu. Peygamber Efendimiz derhal iki haberci çıkararak bu şanlı zaferin bir an evvel Medine'ye duyurulmasını istedi. Habercilerden biri şehrin üst tarafında diğeri ise alt tarafında bu muhteşem müjdeyi Müslümanlara ulaştırdı.
    Büyük bir hezimete uğrayan Kureyş ordusu, geride bir çok mal ve 70 esir bırakmıştı. Ganimet malları; 150 deve, 10 at, külliyetli miktarda kırmızı kadife, harp âlet ve edevâtı, sahtiyan, ev ve giyim eşyasından ibaretti.
    Esirler arasında, Resûl-i Ekrem Efendimizin amcası Abbas, amcası oğullarından Ukayl bin Ebî Talib ve Nevfel bin Abdülmuttalib ile kerimeleri Hz. Zeyneb'in kocası Ebü'l-Âs ibni Rebi' de vardı. Yine Musab bin Umeyr'in kardeşi ve müşrik ordusunun baş bayraktarı olan Ebû Aziz ibni Umeyr de esirler arasında idi.
    Esirlerin kaçmaması için ellerinin bağlanmasına Hz. Ömer me'mur edildi.
    Abbas, hepsinin büyüğü olduğu için pek sıkı bağlanmıştı. Bu sebeple de gece inlemeye başladı. Bu iniltiyi duyan Efendimizin gözüne bir türlü uyku girmiyordu.
    "Yâ Resûlallah! Ne diye uyumuyorsunuz? diye sorduklarında,
    "Abbas'ın inlemesi yüzünden" diye cevap verdi.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimizin rahatsız ve müteesir olmasını istemeyen Ashab-ı Güzinden bazıları gidip Abbas'ın bağını çözdüler.
    İniltinin kesildiğini gören Efendimiz, "Abbas'ın iniltisini ne diye işitmiyorum?" diye sordu.
    Sahabîler, "Onun bağını çözdük" dediler.
    Bunun üzerine Efendimiz, "Bütün esirlerin bağını çözünüz" buyurduktan sonra uyudu.
    Ganimetlerin Dağıtılması
    Muharebenin bitmesinden üç gün sonra Bedir'den ayrılan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Medine'ye doğru gelirken Safrâ Boğazını geçtikten sonra, Seyer denilen kum tepesindeki bir ağacın altına indi. Orada ganimet mallarını eşit bir şekilde Müslümanlar arasında taksim etti.
    Peygamber Efendimiz, ganimet malları arasından Ebû Cehil'in devesini Safiy (kumandanlık hakkı) olarak aldı.
    Süvarilere ikişer hisse, piyadelere birer hisse verdi. İzinli olup veya vazifeli bulunup Medine'de kalan sekiz kişi ile Bedir'de şehid düşenlere de hisse ayrıldı.
    Münebbih bin Haccâc'ın kılıcı Zülfikar da Peygamber Efendimizin hissesine düştü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Zülfikarı bilâhere Hz. Ali'ye hediye etmiştir.497
    Esirler hakkında ne türlü muâmele yapılacağına dâir henüz ilâhî vahiy gelmemişti. Bu sebeple onlar hakkında re'y ile karar vermek gerekiyordu.
    Re'y ile, yâni görüş beyân etmek Sûretiyle karara bağlanacak meselelerde ise Âshabıyla meşveret etmesi Resûl-i Ekrem Efendimizin mübârek âdetlerindendi. Meşveret meclisinde herkes fikrini serbest ve açıkça beyân ederdi.
    Esirler hakkında ne yapmak gerektiğine dair Peygamber Efendimiz Sahabelerle istişârede bulundu.
    Hz. Ebû Bekir, "Yâ Resûlallah!" dedi. "Bunlar bizim akrabalarımızdırlar. Benim reyim, onlardan kurtuluş fidyesi alarak affedip serbest bırakmandır. Onlardan alacağınız kurtuluş fidyeleri kâfirlere karşı bizim için bir kuvvet olur. Allah'ın onları hidâyete erdirip, bize yardımcı yapmaları da umulur."
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ömer'e, "Ey Hattab'ın oğlu! Senin fikrin nedir?" diye sordu.
    Hz. Ömer, "Yâ Resûlallah! Onlar, seni yalanladılar. Seni, memleketinden çıkardılar. Hepsinin boynunu vurdur" cevabını vererek görüşünü açıkladı.
    Peygamber Efendimizin şefkat ve merhameti bu şekil bir muâmeleye rıza göstermediğinden sualini tekrarladı. Ancak, Hz. Ömer aynı fikrinde ısrar etti:
    "Onlar müşriklerin reislerindendir. Hepsinin boynunu vurmalı" dedi.
    Peygamber Efendimiz, hiçbirine cevap vermeden sustu. Sonra da kalkıp çadırına girdi. Bir müddet orada durdu.
    Sahabîlerin bir kısmı Hz. Ebû Bekir'in görüşüne, diğer bir kısmı ise Hz. Ömer'in fikrine iştirâk ediyordu.
    Bir müddet sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz çadırından çıktı ve Hz. Ebû Bekir'e hitaben, "Ey Ebû Bekir," dedi, "senin hâlin, Hz. İbrâhim'in hâline benzer. O, Allah'a, 'Kim, bana uyarsa, işte o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, şüphe yok ki, Sen istediğin kimseyi mağfiret edersin. Zirâ, Sen Gafûr ve Rahîmsin' demişti."Ey Ebû Bekir senin hâlin, Hz. İsâ'nın haline de benzer. Hz. İsâ, Allah'a, 'Eğer, onları gazaba uğratırsan, onlar senin kullarındır. Eğer onları affedersen, şüphe yok ki, kudretiyle her şeye üstün gelen, hikmetiyle her yaptığını yerli yerinde yapan Sensin' demişti."
    Sonra Hz. Ömer'e dönerek, "Ey Ömer," dedi, "senin hâlin de, Hz. Nûh'un haline benzer. O, Allah'a; 'Ey Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma' demişti.
    "Senin hâlin ey Ömer, Hz. Musâ'nın hâline de benzer. O, Allah'a, 'Sen, onların mallarını mahvet! Rabbimiz yüreklerini şiddetle sık ki, onlar inletici azabı görünceye kadar îmân etmeyecekledir' demişti."
    Bu konuşmalardan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Ebû Bekir'in görüşünü kabul etti. Esirlerden dörder bin dirhem bedel alınarak salıverilmelerini emretti. Bu arada durumlarına göre, bedel olarak 3000, 2000 ve 1000 dirhem kendilerinden alınması kararlaştırılanlar da oldu. En mühimi de şu idi: Kurtuluş fidyesi vermeye gücü yetmeyip de okuma yazma bilen esirler, Ensardan onar çocuğa yazı öğretmek şartıyla serbest bırakılacakları Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, tarafından kararlaştırıldı.498 Zeyd bin Sabit Hazretleri, bu suretle okuma yazma öğrenen çocuklar arasında idi.
    Bu sayede Medine'de de okuma yazma bilenlerin sayısı çoğaldı.
    İnen Âyetler
    Esirler hakkında bu kararın alınması üzerine şu âyet-i kerimeler nazil oldu:
    "Hiçbir peygambere, yeryüzünde iyice kuvvetlenmedikçe esir alıp fidye karşılığında onları serbest bırakarak düşmanın kuvvetlenmesine sebep olmak uygun düşmez. Siz dünyanın geçici menfaatini istiyorsunuz; Allah ise size âhiret sevabını nasip etmek ister. Allah'ın kudreti herşeye galiptir ve Onun her işi hikmet iledir.
    "Eğer Allah sizi bağışlayacağını Levh-i Mahfuzda yazmış olmasaydı, aldığınız fidye yüzünden size büyük bir azap dokunurdu.
    "Artık ganimet olarak aldıklarınızı helâl ve temiz olarak yiyin. Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."499
    Hz. Ömer, konu ile ilgili bir hatırayı şöyle anlatır:"Sabahleyin Resûlullahın huzuruna geldiğim zaman, onu ve Hz. Ebû Bekir'i oturmuş ağlıyor gördüm.
    'Yâ Resûlallah, sen ve arkadaşın niçin ağlıyorsunuz? Sizi ağlatan şeyi bana söyler misiniz? Eğer ağlanacak bir durum varsa ben de ağlayayım. Ağlanacak bir durum yoksa, ikinizin ağlamasına yine katılırım' dedim.
    "Resûlullah, 'Senin arkadaşlarının esirlerden aldıkları kurtuluş fidyelerinden dolayı vay benim başıma gelene! Uğrayacağınız azabın şu yakınınızdaki ağaçtan daha yakın olduğu bana gösterildi' buyurdu"500
    Peygamberimiz mücahidlerle, esirlerden bir gün önce Medine'ye geldi.
    Bir gün sonra Medine'ye gelen esirleri Ashabı arasında dağıttı ve şöyle buyurdu:
    "Siz esirler hakkında birbirinize iyilik ve hayır tavsiye ediniz." Esirler arasında bulunan Musab bin Umeyr'in (r.a.) kardeşi Ebû Aziz der ki:
    "Esirler, Bedir'den Medine'ye getirildikleri zaman, ben de Ensardan bir âilenin yanına düşmüştüm. Resûlullah, biz esirler hakkında Müslümanlara tavsiyelerde bulunmuştu. Bu sebeple de onlar, sabah ve akşam yemeklerinde ekmeği bana verirler, hurmayı kendileri yerlerdi. Onlardan birinin eline bir ekmek parçası geçse, onu bana verirdi. Ben de utandığımdan o ekmek parçasını veren kimseye iâde ederdim. Fakat, o yine ekmeğe dokunmadan tekrar bana verirdi."501
    Esirler arasında bulunan Peygamberimizin amcası Abbas oldukça zengin bir zattı.
    Resûl-i Ekrem, "Ey Abbas! Kendin, kardeşinin oğlu Âkil bin Ebî Talib ile Nevfel bin Hâris için kurtuluş fidyeni öde! Çünkü sen, servet sahibisin" dedi.
    Hz. Abbas, müşriklerle Bedir'e çıkıp gelirken beraberinde asker için sarfetmek üzere 800 dirhem altın alıp getirmişti. Harp esnasında bu da elinden alınmış ve ganimet malları arasına katılmıştı.
    Bunun için Peygamber Efendimize, "Bari harp esnasında elimden alınan o altınları kurtuluş fidyesi say" diye teklif etti.
    Peygamberimiz, "Hayır, o bizim aleyhimizde sarfetmek için taşıdığın ve Allah'ın sonunda bize nasib ettiği bir maldır. Onu sana geri veremeyiz" buyurdu.
    Hz. Abbas, "Benim ondan başka param yok! Yâ Muhammed, beni avuç açırıp da dilendirecek misin?" dedi.
    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, "Ey Abbas, ya o altınlar nerede kaldı?" diye sordu.
    Abbas, "Hangi altınlar?" dedi.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ferman etti:
    "Hani sen, Mekke'den çıkacağın gün, hanımın Ümmü Fadl'a teslim ettiğin altınlar! onları teslim ederken, yanınızda ikinizden başka da kimse yoktu. Sen Ümmü Fadl'a 'Bu seferde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Şayet herhangi bir felâkete uğrayıp da dönemezsem, şu kadarı senin içindir! Şu kadarı Fadl içindir! Şu kadarı Abdullah içindir! Şu kadarı Ubeydullah içindir! Şu kadarı da Kusem içindir' demiştin. İşte o altınlar!"
    Abbas, hayretle, "Bunu sana kim haber verdi?" diye sordu.
    Peygamber Efendimiz, "Allah haber verdi" buyurdu.
    Bunun üzerine Abbas, şehâdet getirerek kemâl-i îmânı kazanıp Müslüman oldu. Kurtuluş fidyesini ödedikten sonra da Mekke'ye döndü.
    Hz. Abbas, Mekke'ye dönünce Müslümanlığını izhar etmeyip hep gizli tuttu. Mekke'de bulunduğu zaman zarfında müşriklerin tutum ve davranışlarını Peygamber Efendimize yazar ve Mekke'deki Müslümanlara yardım ederdi.502
    Bedir esirleri arasında Peygamber Efendimizin damadı Hz. Zeyneb'in kocası Ebû Âs bin Rebi' de vardı.
    Hz. Zeyneb (r.a.) kocası Ebû Âs'ın kurtuluş fidyesi olmak üzere boynundaki gerdanlığı çıkarıp Medine'ye gönderdi. Bu gerdanlığı Hz. Zeyneb'e evlendiği sırada annesi Hz. Hatice hediye etmişti.
    Resûl-i Kibriyânın bu güzide kerimesinin gerdanlığını kurtuluş fidyesi olarak göndermesi Ashab-ı Kirama fazlasıyla tesir etti.
    Peygamber Efendimiz de onu görünce son derece rikkate geldi ve "Eğer münasip görürseniz, Zeyneb'in esirini salıveriniz, bedelini de geri çeviriniz" buyurdu.
    Bunun üzerine Sahabîler Ebû'l-Âs'ı serbest bırakıp gerdanlığı da geri çevirerek Resûl-i Kibriya Efendimizin mübârek kalbini memnun ettiler.503
    Bedir Zaferi, gerek Medine içinde ve gerekse dışında müsbet-menfi akisler uyandırdı. Her şeyden önce Medine içindeki Yahudî ve putperestlerin gözleri yıldı. Hattâ Yahudilerden bazıları, "Evsafını kitaplarımızda okuduğumuz zât budur. Artık ona karşı durulmaz. Galip olacak hep odur" diyerek îmâna geldiler... Bir kısmı ise, korkularından îmân etmiş gibi göründüler. Ama fitne ve fesad çıkarmaktan yine de vazgeçmediler.
    Habeş Necaşisi de Peygamberimizin bu muzafferiyetini haber alanlar arasındaydı. O da ülkesinde bulunan muhacir Müslümanlara, "Allah, Resûlüne Bedir'de yardım etmiştir. Bundan dolayı hamdederim" diyerek memnuniyet ve sevincini izhar etti.
    Medine'de Müslümanlar arasında bayram havası yaşanırken, Mekke'de müşrikler ise tam bir matem havasına bürünmüşlerdi...Bedir galibiyeti ile, civardaki kabilelere de göz dağı verilmiş oldu.
    Ebû Leheb'in Ölümü
    Ebû Leheb, Bedir'e katılmamış ve yerine Âsî bin Hişâm'ı göndererek Mekke'de kalmıştı.
    Kureyş ordusu, İslâm ordusu karşısında büyük bir hezimete uğrayıp Mekke'ye dönünce, Ebû Leheb, Ebû Süfyan bin Hâris'i yanına çağırarak, "Ey kardeşimin oğlu, halkın işi nasıl oldu, bana anlat" dedi.
    Ebû Süfyan bin Hâris, "Vallahi" dedi, "biz o cemaâtle karşılaşınca, bozguna uğradık. Onlar da kimimizi öldürdüler, kimimizi de esir ettiler. Fakat, ben halkı kınamam ve ayıplamam. Zira kır atlara binmiş, ak benizli bir alay süvarî ile karşılaştık ki, onlara karşı koymak mümkün değildi!"
    O sırada Hz. Abbas'ın zevcesi Ümmü Fadl ile kölesi Ebû Rafi' de orada bulunuyorlardı. Ebû Refi', "Vallahi, o gördüğün süvâriler, melekler idi" deyince Ebû Leheb hiddetlenip yüzüne şiddetli bir tokat indirdi. Sonra da üzerine çöküp dövmeye başladı.
    Ümmü Fadl, gayrete geldi, "Biçâre köleyi, efendisi burada yok diye dövüyorsun" diyerek bir çadır direği ile Ebû Leheb'in başını yardı.
    Ebû Leheb, zelil ve perişan bir halde kalkıp gitti.
    Hemen sonra da Bedir mağlubiyetinin gam ve kederinden ağır hasta oldu. Bir hafta sonra da Resûlullah ve Müslümanlara yaptığı şiddetli düşmanlığın hesabını vermek üzere ölüp gitti.
    Oğulları ölüsünü, iki veya üç gün beklettiler. Evinde cesedi kokmaya başladı. Hastalığının bulaşmasından korktukları için kimse yanına yaklaşmak istemiyordu.
    Kureyşlilerden biri bir gün oğullarına, yazıklar olsun size, babanız evinde koktuğu halde, onun yanına uğramaktan utanıyor musunuz?" diye sordu.
    Onlar, "Biz, onun hastalığından korkuyoruz" deyince adam, "Haydi gelin ben size yardım edeyim" dedi birlikte gittiler. Fakat yanına yaklaşılacak gibi değildi.
    Onu ne yıkadılar ve ne de el sürdüler. Uzaktan üzerine su serptiler. Sonra sürükleyerek götürüp Mekke'nin yukarı taraflarında bir yere gömdüler. Üzerini taşla kapattılar.504




    462. Sîre, 2/257; Tabakât, 2/11
    463. Tabakât, 3/482
    464. Tabakât, 8/457; Müsned, 6/405
    465. Tabakât, 2/12; Sîre, 2/263
    466. Sîre, 2/264
    *Bedir, Medine'den yüz yirmi fersah, (takriben 145 km) uzaklıkta Medine'nin Güney-Batı yönüne düşen bir ovanın adıdır. Etrafı yüksek dağlarla çevrilidir. Câhiliye Devrinde burası bir panayır yeri olarak kullanılıyordu. Akar suyu ve muz, üzüm gibi meyveleri bol olan bir yerdi
    467. Tabakât, 3/149-150
    468. Tabakât, 2/21
    469. A.g.e., 2/21
    470. Sîre, 2/270
    471. Megâzi, s.30
    472. Sîre, 2/266
    473. A.g.e., 2/267; Tabakât, 2/14
    474. Enfâl Sûresi, 5-6
    475. Sîre, 2/267
    476. A.g.e., 2/268; Megâzi, s.37-38
    477. Müslim, 5/170
    478. Sîre, 2/272; Tabakât, 3/567-568
    479. Tabakât, 2/15
    480. A.g.e., 2/14
    481. A.g.e., 2/15; Sîre, 2/272, İsâbe, 2/235
    482. Taberî, 2/269
    483. Sîre, 2/277; Tabakât, 2/17
    484. Tabakât, 2/17
    485. İstiâb, 3/1021
    486. Tabakât, 2/20
    487. Sîre, 2/291
    488. Tabakât, 2/23
    489. Sîre, 2/280
    490. Enfâl Sûresi, 17
    491. Tabakât, 3/601-602; Müslim, 5/156-157
    492. Âl-i İmrân Sûresi, 123-124
    493. Sîre, 2/287-288; Taberî, 2/284
    494. Sîre, 2/288; Taberî, 2/284
    495. Zehebî, 1/346
    496. Tabakât, 4/13; Taberî, 2/288
    497. Tabakât, 1/286
    498. Tabakât, 2/22; Müsned, 1/246
    499. Enfâl Sûresi, 67-69
    500. Müslim, 5/157
    501. Sîre, 2/300
    502. Tabakât, 413-15; Mektûbat, s.112
    503. Sîre, 2/308
    504. Tabakât, 4/74; Taberî, 2/288

    A
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  6. #26
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    SERİYYE VE GAZÂLAR


    Buvat Gazâsı
    Hicretin 2. senesi, Rebiülevvel ayı. Bu tarihte Peygamber Efendimiz, beraberinde 200 Muhacirle Medine'den yola çıktı. Maksadı, içlerinde azılı müşrik Ümeyye bin Halef in de bulunduğu 100 kişilik bir muhafız grubun kontrolu altında hareket eden 2500 develik büyük Kureyş kervanının üzerine yürüyerek onlara göz dağı vermekti.Buvat Dağına kadar giden Resûl-i Ekrem kimseyle karşılaşmadı ve Medine'ye geri döndü.(İbni Sa'd, Tabakât, 2:8-9)
    Safevan Gazâsı
    Hicretin 2. senesi, Rebiülevvel ayı. Mekkeli müşriklerin adamlarından Kürz bin Cabir el-Fihrî arkadaşlarıyla Medine otlaklarına kadar sokularak akın etmiş; Medinelilere ve Müslümanlara ait bir çok hayvanı alıp götürmüştü.Bu baskın üzerine Peygamber Efendimiz Medine'de yerine Zeyd bin Hârise'yi vekil tayin ederek mezkur yağmacıyı takibe çıktı. Bedir nâhiyesinin Safevân Vadisine kadar ilerledi. Ancak Kürz takib edildiğini haber almış olduğundan, daha önce sapa bir yoldan kaçmıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz Medine'ye geri döndü.Bu gazâya "Bedr-i Ulâ," yani İlk Bedir Gazâsı da denilir.(İbni Hişâm, Sîre, 2:251; İbni Sa'd, Tabakât, 2:9)
    Uşeyre Gazâsı
    Hicretin 2. senesi, Rebiülevvel ayı.Resûl-i Ekrem Efendimiz, Safevan Gazâsından üç ay sonra, Muhacir Müslümanlardan 150-200 kişiden müteşekkil bir askerî birlik ile Medine'den yola çıktı. Beraberinde 30 deve bulunuyordu ve mücahidler bu develere nöbetleşe biniyorlardı. Maksat, yine Kureyş'in Şâm'a göndermiş olduğu ticaret kervanını takib etmekti. Ancak, Medine'den dokuz konak mesafede bulunan Müdliçoğullarına ait Uşeyre Ovasına gelindiğinde, Kureyş kervanının buradan iki-üç gün önce geçtiği öğrenildi.Medine etrafını her bakımdan emniyet altına almak hususu üzerinde dikkatle duran Peygamberimiz burada daha önce anlaşma yaptığı Damreoğullarının müttefiki olan Benî Müdliç'le aynı mahiyette bir dostluk ve ittifak anlaşması imzaladı. Sonra da Medine'ye geri döndü.(İbni Hişâm, Sîre, 2:251; İbni Sa'd, Tabakât 2:9)
    Abdullah bin Cahş Seriyyesi
    Hicretin 2. senesi, Recep ayı. Peygamber Efendimiz bu tarihte Abdullah bin Cahş'ı huzuruna çağırdı ve Müslümanlardan 8 kişilik bir birlik kumandasında Nahle Vadisine gideceğini emir buyurdu. Birliğe katılanlara hitaben de, "Sizin üzerinize birini tayin edeceğim ki, o en hayırlınız değildir. Fakat, açlığa, susuzluğa en çok dayanan, katlananınızdır"450 dedi.
    Resûl-i Ekrem kumandan tayin ettiği Abdullah bin Cahş'a bir de mektup verdi. Bu mektubu iki gün yol aldıktan sonra açıp okumasını ve ona göre hareket etmesini emir buyurdu.
    İki günlük yolculuktan sonra Abdullah bin Cahş, emir gereğince mektubu açıp okudu. Mektupta şunların yazılı olduğunu gördü:
    "Bu mektubumu gözden geçirdiğin zaman Mekke ile Tâif arasındaki Nahle Vadisine kadar yürüyüp, oraya inersin. Oradaki Kureyş'i gözetler, alabildiğin haberleri gelip bize bildirirsin."451
    Şu halde, bu seriyyeden maksat, Kureyş'in hareketini gözetlemek, ne gibi hazırlıklar içinde bulunduklarını tesbit etmekti.
    Kahraman Sahabî Abdullah bin Cahş, Hz. Resûlullahın mektubuna, "Semi'nâ ve ata'nâ (dinledik ve itâat ettik)" dedikten sonra, mücahidlere de, "Hanginiz şehid olmayı ister ve makamı özlerse benimle gelsin. Kim de ondan hoşlanmazsa geri dönsün. Ben ise Resûlullahın emrini yerine getireceğim"452 diye hitap etti. Fedakâr mücahidler, tereddütsüz, kumandanlarının emrine amâde olduklarını bildirdiler.
    Mücahidler nöbetleşe bindikleri develerle Nahle Vadisine vardılar. Orada konakladılar. Bu arada yükleri kuru üzüm ve yiyecek maddeleri olan Kureyş'in bir kervanı göründü. Gelip onlara yakın bir yerde konakladı.
    Mücahidler bunlara karşı nasıl davranmaları gerektiği hususunda konuştular. Hücum etmeyeceklerine dâir önce bir karara varamadılar. Çünkü, içinde kan dökmek haram olan Receb ayının girip girmediğinde tereddüt ediyorlardı. Sonunda henüz Recep ayının girmesine bir gün var olduğu kanaatına varınca, ittifakla kervanı ele geçireceklerine dair karar aldılar. Tam o esnada Vâkıd bin Abdullah'ın attığı bir okla kervanın reisi Amr bin Hadremî öldü. Mücahidler, diğerlerin üzerine yürüdüler. İki kişiyi esir alıp kervanı da ele geçirdiler.
    Kurtulanlar Kureyşlileri hadiseden haberdar etmek için Mekke'ye doğru kaçmaya başladılar. Mücahidler ise iki esir ve kervanla birlikte Medine'ye döndüler.
    Seriyyenin başkanı Abdullah bin Cahş Hazretleri durumu anlatınca Fahr-i Kâinat Efendimiz hiddetle, "Ben size haram olan ayda çarpışmayı emretmemiştim" dedi ve ganimetten herhangi bir şey almaktan kaçındı.
    Seriyyeye iştirak etmiş bulunan mücahidler Resûl-i Ekremin bu hareketi karşısında neye uğradıklarını şaşırdılar. Diğer Sahabîler de onların bu hareketlerini tasvip etmeyince bütün bütün ruhlarını büyük bir sıkıntı sardı.
    Resûl-i Kibriyâya durumu izah ettiler:
    "Yâ Resûlallah" dediler. "Biz, onu Receb'in ilk gecesinde ve Cemâziyelâhir ayının son gecesinde öldürdük! Receb ayı girince kılıçlarımızı kınına soktuk!
    "Buna rağmen Resûlullah kendisi için ayrılan ganimeti almadı. Çünkü, ortada bir şüphe söz konusu idi.
    Nitekim, Mekkeli müşrikler de bu hareketi dillerine doladılar ve dedikodu yapmaya başladılar:
    "Muhammed ve Ashabı haram ayı helâl saydı. Onda kan döktüler. Mal aldılar. Adam esir ettiler.
    "Bu dedikodular Medine'den duyuldu. Diğer taraftan Medine'de bulunan Yahudiler de ileri geri konuştular. Bir taraftan seriyyeye iştirâk etmiş bulunan mücahidler bu hareketlerinden dolayı üzüntü duyuyorlardı. Diğer taraftan Mekkeli müşrikler ve Medineli Yahudiler ileri geri konuşuyorlardı. Peygamber Efendimiz ise kendisine ayrılan ganimeti kabul etmiyordu.
    Bir müddet sonra Efendimize vahiy geldi ve meseleyi halletti. İlgili âyette şöyle buyuruldu:
    "Sana haram ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük günahtır. Fakat insanları Allah yolundan çevirmek, Onu inkâr etmek, Mescid-i Harâmı ziyaretten men etmek, oranın ahâlisini Mescid-i Haramdan çıkarmak, Allah katında daha da büyük günahtır. Fitne ise katilden daha büyük bir cinayettir. Onların elinden gelse, dininizden döndürülünceye kadar sizinle savaşmaktan geri durmazlar..."453
    Seriyyeye iştirâk etmiş olan mücahidler bu âyet üzerine sıkıntı ve mânevi ızdıraptan kurtuldular. Peygamber Efendimiz de kendisi için ayrılmış bulunan ganimet hissesini kabul etti. Müşrikler ise esirleri için kurtuluş bedeli gönderdiler. Esirlerden sadece Osman bin Abdullah Mekke'ye gitti. Diğer esir Hakem bin Keysan ise Müslüman olup Medine'de kaldı.454
    Hakem Bin Keysan Nasıl Müslüman Oldu?
    Mücahidler tarafından esir alınınca, kumandan Abdullah bin Cahş onun boynunu vurmak istemişti. Fakat, diğer Sahabîler, "Hayır, Resûlullaha götürelim" diyerek buna mâni olmuşlardı. Böylece Hakem boynunun vurulmasından kurtulmuştu.
    Medine'ye döndüklerinde onu Peygamber Efendimize götürdüler. Resûl-i Ekrem, Hakem'i Müslüman olmaya dâvet etti. Ancak o menfi tavır takındı. Hatta ileri geri konuşmaya başladı. Bu konuşmalarından hiddete gelen Hz. Ömer, "Bunun Müslüman olacağı yok, yâ Resûlallah! Müsâade et, boynunu vuralım" diye konuştu.
    Resûl-i Ekrem bu teklifi kabul etmedi ve Hakem'i tekrar İslâma dâvet etti. Sonunda Hakem, "İslâm nedir?" diye sordu.
    Resûl-i Ekrem, "İslâm, şeriki olmayan bir Allah'a îmân ve ibâdet, Muhammed'in de Onun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet etmendir" buyurunca Hakem, "Müslüman oldum" diyerek, Kelime-i Şehâdet getirdi.
    Resûl-ü Ekrem de Sahabîlere dönerek, "Eğer sizin onun hakkındaki görüşünüze uyup onu öldürseydim, Cehenneme girmiş gitmişti" 455 diyerek hepimize ölçü olacak dersini verdi.
    Hz. Resûlullahın İslâma dâvetteki temennisi, sabrı ve sebâtı işte bir insanı böylesine Cehennemden kurtarıp, Sahabî gibi şerefli bir makama yükseltiyordu.





    450. Sîre, 2/248-249; Tabakât, 2/9-10
    451. Sîre, 2/252; Tabakât, 2/10
    452. Sîre, 2/252; Tabakât, 2/10
    453. Bakara Sûresi, 217
    454. Sîre, 2/252
    455. Tabakât, 4/137-138
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

Sayfa 3/3 İlkİlk 123

Benzer Konular

  1. Siyer-i Nebi (s.a.v) Medine Devri.
    By MaHiR 01 in forum Hz. Muhammed (S.A.V.)
    Cevaplar: 67
    Son Mesaj: 05.10.10, 17:04
  2. Siyer-i Nebi (s.a.v)
    By MaHiR 01 in forum Hz. Muhammed (S.A.V.)
    Cevaplar: 53
    Son Mesaj: 05.10.10, 06:00
  3. Islâm davasının tarihi; siyer-i nebi
    By Reyhani in forum Efendimizin Hayatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 07.04.10, 20:05
  4. SavaŞ
    By Zümrüt in forum Kur'an Fihristi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 05.06.09, 14:58

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •