Sayfa 2/3 İlkİlk 123 SonSon
26 sonuçtan 11 ile 20 arası

Konu: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

  1. #11
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    HAYBER'İN FETHİ




    Hicretin 7. senesi Muharrem ayı sonları. (Milâdî 628.)
    Hayber, volkanik bir arazi üzerine kurulmuş, kuvvetli ve sağlam yedi kaleye sahip bir şehirdi. Şam yolu üzerinde bulunan bu şehir, Medine'nin kuzey batısına düşüyor ve ona uzaklığı ise yüz mili buluyordu (169 km).
    Resûl-i Ekrem Efendimizle olan anlaşmalarını bozmaları sebebiyle Medine'den sürgün edilen Yahudilerin çoğu buraya yerleşmiş ve âdeta burayı Yahudiliğin bir nevi merkezi haline getirmişlerdi.
    Daha evvel bahsettiğimiz gibi, Mekke müşriklerini ayaklandırıp, bütün Arap kabilelerini toplayarak Medine üzerine yürütüp Hendek Harbinin patlak vermesine sebep olmuşlardı. Hendek Savaşından sonra da rahat durmamışlar, Peygamberimiz ve İslâmiyet aleyhinde çeşidi iftira ve propagandalarına devam etmişlerdi.
    Bunun yanında Mekkeli müşriklerle yeni bir anlaşma da yapmışlardı. Bu anlaşmaya göre; Peygamberimiz şayet Mekke üzerine yürürse Hayberliler de Medine'ye baskın yapacaklar, eğer Hayber üzerine yürürse, Kureyş müşrikleri Medine'ye baskında bulunacaklardı. Ne var ki, bu planlan Hudeybiye Anlaşmasıyla neticesiz kalmıştı.
    Yine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekkeli müşriklerle Hudeybiye sulh anlaşmasını imzalamak suretiyle, Medine'yi onlardan gelebilecek tehlikelere karşı emniyet altına almıştı. Ancak, Kuzey tarafı - ki Hayber Yahudilerinin bulunduğu taraftı - henüz emniyetten mahrumdu. Halbuki, bu emniyetin temini İslâmî gelişmenin sürat kazanması bakımından gerekli görünüyordu.
    Aynı şekilde, Arabın en büyük ticareti Şam'la idi. Yahudiler ise, bu yol üzerinde bulunuyorlar ve burada bir güç, bir kuvvet olma istidadını gösteriyorlardı. Bu ise, İslâmî gelişme için bir tehlikeden başka bir şey değildi.
    İşte bütün bu sebepler Hayber meselesinin bir an evvel hallini gerektiriyordu.
    Medine'den hareket
    Hayber Gazâsına çıkmaya karar veren Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ashabına hazırlanmalarını emretti.
    Bu arada korkularından Hudeybiye seferine katılmaktan çekinmiş bulunan birçok kimsenin, Hicaz'ın bu en bereketli ve verimli şehri olan Hayber'de elde edilecek ganimeti düşünerek ve ona tamah ederek orduya iştirak etmek istedikleri görülüyordu. "Hayber'e biz de sizinle gidelim" diyorlardı.
    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şu tâlimatı verdi:
    "Allah yolunda, İ'la-yı Kelimetullah uğrunda bihakkın cihad edecek olanlar hazırlansın! Bunların dışında hiç kimse bizimle birlikte gidemeyecektir. Onlara ganimetten de bir şey verilmeyecektir."328 Bunu, Medine'nin içinde bütün halka da ilân etti.
    Hz. Resûlullahın bu emri bize, Allah yolunda cihadın sırf Hakkın rızası gözetilerek, maddî hiç bir karşılık beklemeksizin, hattâ böyle bir şeye niyet dahi edilmeksizin yapılması gerektiğini gayet açık bir şekilde ders vermektedir.
    Zaten, İslâm'da harbin ulvî ve nuranî gayesi de: İ'la-yı kelimetullahtır.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimizin (a.s.m.) emri üzerine Müslümanlar derhal toplandılar. Sayıları 200'ü atlı olmak üzere 1600 kişiyi buldu.329 Bunlar sadece o anda Peygamber Efendimizle (a.s.m.) birlikte Medine'den hareket edecek olanlardı. Daha sonra, Peygamber Efendimiz Hayber'de bulunduğu sırada içlerinde meşhur Ebû Hureyre'nin de bulunduğu Devs Kabilesinden 400 Müslümanla Habeşistan'dan gelen Muhacir Müslümanlar da orada İslâm ordusuna katılacaklardır.
    Ayrıca Medine'den hareket eden İslâm ordusunda Resûl-i Ekrem'in zevcesi Hz. Ümmü Seleme ile birlikte yirmi kadar Müslüman kadın da vardı. Harp esnasında yaralanan mücahidleri tedavi etmek, onlara yemek pişirmek ve ihtiyaçlarını karşılamakla meşgul olacaklardı.330
    Peygamber Efendimiz, Medine'de yerine Gıfarlı Siba' bin Urfutat'ı vekil bırakarak, ordusuyla Muharrem ayı sonlarına doğru Hayber yönüne hareket etti.
    Nübüvvetin mânevî boyasıyla boyanmış mücahidler pürşevk ve coşkunluk içinde yollarına devam ediyorlardı. Şâir Âmir bin Ekva' o andaki heyecan ve sadakatını şu şiiriyle dile getiriyordu:
    "Allah'ım! Sen hidâyet etmeseydin, biz doğru yolu bulamazdık.
    "Zekât veremezdik.
    "Namaz kılamazdık.
    "Üzerimize yürüyen bir kavim olunca, bizi dinimizden döndürmek için fitne çıkarmaya çalışınca.
    "Sen, kalblerimize sekînet indir!
    "Çarpıştığımızda da ayaklarımıza sebât ver!"331
    Peygamber Efendimiz, şiiri okuyanın kim olduğunu sordu. Âmir bin Ekva' olduğunu öğrenince de, "Allah ona rahmet etsin" buyurdu.332
    Mücahidler bir an durakladılar. Zira, bu duâ Âmir'in şehâdet mertebesine erişeceğinin işaretini taşıyordu.
    "O, ne sağırdır, ne gâib"
    Mücahidler tekbirlerle yol alıyorlardı. Yer gök sanki tekbir sadalarıyla titriyordu. Bir ara hep bir ağızdan çok yüksek bir sesle, "Allahü Ekber! Allahü Ekber! Lâ ilâhe İllallahu V'allahu Ekber!" diyerek tekbir getirdiler.
    Sahabîlerin bu hareketi üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:
    "Canınıza acıyınız, sesinizi yükseltmeyiniz! Zira siz ne sağır çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz. Her şeyi bilen ve işiten ve her şeye her şeyden daha yakın olan Allah'a dua ediyorsunuz"333 diye buyurdu.
    Evet, duâ ettiğimiz Allah ne sağırdır, ne de gâib. Bize ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle şah damarımızdan daha yakındır: "And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin ona vesvese verdiğini de biliriz. Çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız."334
    Kalbimizin en gizli hatırasını bilen yalnız O'dur. Bildiği için de, arzu ve isteklerimize cevap veriyor, ihtiyaçlarımızı yerine getiriyor.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz sefer esnasında her konakladığı yerde Yüce Rabbine şöyle yalvarıyordu:
    "Allah'ım! İstikbal endişesinden, geçmişin tasasından, güçsüzlükten, gevşeklikten, pintilikten, korkaklıktan, bel büken borçtan, zâlim ve haksız kimselerin musallat olmasından sana sığınırım!"335
    Peygamber Efendimiz, ordusu ile Reci' denilen yere vardı ve orada konakladılar. Burası Hayber'le Gatafanlıların yurdu arasında bir yerdi. Buraya gelip konmalarının bir sebebi vardı. Şöyle ki: Hayber Yahudileri Gatafanlılardan yardım istemişler, onlar da bunu kabul edip gerektiğinde gelip kalelerinde İslâm ordusuna karşı müştereken savaşabileceklerini bildirmişlerdi. Resûl-i Ekrem, bu durumu haber almıştı. Bu yardıma mâni olmak için de, Gatafanlılara, "Şayet Yahudilere yardım etmezlerse, fethedilecek Hayber'in bir yıllık hurma mahsulünün kendilerine verileceği" teklifinde bulunmuştu. Ancak, onlar kabul etmemişlerdi.
    İşte Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla buraya gelip konmakla, Gatafanlılardan Yahudilere gelebilecek herhangi bir yardımın önünü kesmiş oluyordu. Nitekim, bu durum karşısında Gatafanlılar, Hayber Yahudilerine hiç bir yardımda bulunamayıp yurtlarında oturmak zorunda kaldılar.
    İslâm Ordusu Hayber Önlerinde
    Peygamber Efendimiz daha sonra ordusuyla Reci'den Hayber'e doğru ilerledi. Bir gece vakti Hayber önlerine vardı. Gece baskında bulunmak âdeti olmadığından sabahı bekledi.
    Peygamberimizin Duâsı
    Resûl-i Ekrem Efendimiz Hayber önlerine varınca şöyle duâ etti:
    "Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi olan Allah!
    "Ey yerlerin ve üstündekilerin Rabbi olan Allah!
    "Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allah!
    "Ey rüzgârların ve savurduklarının Rabbı olan Allah!
    "Biz, Senden şu şehrin hayrını ve iyiliğini, halkının hayrını ve iyiliğini, bu şehirde bulunan her şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz.
    "Onun şerrinden, halkının şerrinden, içinde bulunan her şeyin şerrinden Sana sığınırız!"336
    Herhangi bir şehre girildiğinde Efendimiz hep böyle duâ ederdi.
    Sabah olunca, Hayberliler, ellerinde ziraat âletleriyle tarlalarına gitmek üzere kalelerinden çıkınca karşılarında İslâm ordusunu buldular. Birden şaşırıp kaldılar ve "İşte Muhammed ve ordusu!" diye bağrıştılar.
    Sonra da telâş ve heyecan içinde gerisin geri kaçıp kalelerine sığındılar.337
    Beklenmedik bir durumla karşı karşıya kalmışlardı. Peygamberimizin tâ Medine'den kalkıp gelerek kendileriyle harbe tutuşacağına bir çoğu ihtimal bile vermemişti. Çünkü kaleleri kuvvetli idi, adamları da çoktu. Harp âletleri de oldukça fazla idi. Öyle ise Hz. Resûlullah Bütün bunları göze alarak gelemezdi. Kanaatları buydu. Ne var ki, gerçek, düşündükleri gibi çıkmamış ve bu sebeple de şaşırıp kalmışlardı.
    Onların bu şaşkınlığını ve gerisin geri pürtelâş kaçıp kalelerine sığındığını gören Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), bu durumu hayra yorarak şöyle buyurdu:
    "Allahü Ekber! Allahü Ekber! Haribet Hayber! (Hayber harap oldu). Biz düşman bir kavmin yurduna baskın yapıp girdik mi, korkutulmuş olan o kavmin hali ne kötü olur!"338
    Hayber'in fethine işâret eden bu sözlerini üç kere tekrarladı.339
    Haber Yahudileri aralarında görüştüler, konuştular ve sonunda kalelerinde kalıp müdafaa harbi yapmaya karar verdiler.
    Savaşacak olan Yahudilerin hepsi en kuvvetli kale olan Natat kalesinde toplandılar. Eşyalarını, âile ve çocuklarını da başka kalelere yerleştirdiler.
    Çarpışma, Yahudilerin toplandıkları Natat Kalesinden mücahidlerin üzerine ok atılmasıyla başladı. İslâm ordusu da Natat önünde karargâhını kurmuştu.
    İlk gün böyle geçti. Bu arada kalelerden atılan oklarla elli kadar mücahid yaralandı.
    İkinci günü Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle İslâm ordusu karargâhını Reci' mevkiine nakletti. Böylece yakınlarındaki evlerden gelebilecek tehlikelerden mücahidler korunduğu gibi, konmuş oldukları ilk yerdeki bataklıktan da uzak kalmış oluyorlardı.
    Peygamber Efendimiz ve mücahidler her sabah silahlanarak Natat Kalesinin üst taraflarına geliyor, akşama kadar Yahudilerle çarpışıyor, akşamleyin ise tekrar Reci'e dönüyorlardı.
    Bu arada Peygamber Efendimiz bir baş ağrısına yakalandı. İki gün mücahidlerin yanına çıkamadı. Ordunun başına önce Hz. Ebû Bekir'i görevlendirip Yahudilerle çarpışmaya gönderdi. Şiddetli çarpışmalar olmasına rağmen fetih gerçekleşmedi. İkinci sefere ak sancağını Hz. Ömer'e verdi ve mücahidlerle birlikte çarpışmaya gönderdi. Yine şiddetli çarpışmalar cereyan etti, ama fetih ona da nasib olmadı.340
    Yedi gün böylece devam etti.
    Bu arada, İslâm ordusu Mahmud bin Mesleme'yi şehid verdi. Sıcaklıktan ve şiddetli çarpışmadan gelen yorgunlukla bitkin bir halde Natat Kalesi dibinde gölgelenirken, yukarıdan Yahudiler tarafından atılan bir taşla başından ağır yara aldı ve üç gün sonra da şehâdet mertebesine erdi.341
    Yine bu esnâda Amir bin Ekva' ile Hayberlilerin meşhur kahramanlarından olan Merhab karşı karşıya geldiler. Birbirlerine kılıç sallamaya başladılar. Âmir, Merhab'ın bacağına şiddetli bir darbe indirdiği zaman, kılıcının ağzı, kendisine yönelip bacağının orta damarını kesiverdi. Yaralı halde İslâm ordugâhına getirildi. Orada, yaranın tesiriyle şehid olarak vefât etti.342 Zaten Peygamber Efendimiz de henüz Hayber'e varmadan onun şehâdet mertebesine ereceğine işâret buyurmuşlardı.343
    Devs Kabilesi reisi şâir Tufeyl bin Amr, Hicretten önce, Mekke'de Peygamber Efendimizle görüşüp Müslüman olmuştu. O zamandan beri de halkını İslâmiyete dâvet edip durmuştu.
    Tufeyl bin Amr, bu sefer kabilesinden dört yüz kadar Müslümanla Hicretin 7. senesinde Medine'ye geldi. Peygamber Efendimizin Hayber'e gittiğini haber alınca da, Hayber'e gelip İslâm ordusuna katıldılar. Yahudilere karşı savaştılar.344
    Gelen dört yüz kişinin arasında meşhur Ebû Hüreyre de (r.a.), bulunuyordu.345 Orada Hz. Resûlullah'la buluşup görüşen Hz. Ebû Hüreyre Ehl-i Suffaya dahil oldu ve ondan sonra Efendimizin yanından ayrılmadı. Cenab-ı Hak kendisine kuvvetli bir hafıza da ihsan ettiğinden, bir çok Hadisi Şerif rivâyet etmiştir.
    Muhasara devam ediyordu. Peygamber Efendimiz, birgün şu müjdeyi verdi:
    "Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, Allah ve Resûlü onu sever, o da Allah ve Resûlünü sever. Allah, onun eliyle fethi gerçekleştirecektir."346
    Mücahidleri bir merak sardı. Acaba bu büyük şerefe nâil olacak zât kimdi? Her mücahidin gönlünde uyanan samimi arzu ve duygu, Hz. Fahr-i Âlemin elinden mübârek ve şerefli sancağı alabilmekti. Geceyi bu ümit ve arzuyla geçirdiler. Sabah olunca merak ve heyecanları daha da arttı. Bu heyecan ve samimi arzusunu Hz. Ömer, "Kumandanlığı o günkü kadar arzu ettiğim zaman olmamıştır"347 diyerek dile getirmiştir.
    Her bir mücahid aynı arzu, aynı heyecan, aynı ulvî duygular içinde merakla bekleşirken, sabah namazından sonra Nebiy-yi Ekrem Efendimiz sancağın getirilmesini emretti. Sancak derhal getirildi. Artık bütün dikkatli bakışlar Efendimizin mübârek elinde bulunan sancağın üzerinde, kulaklar ise mübârek ağızlarından çıkacak ve fâtihi belirleyecek söze pür dikkat kesilmişti. Bu merak ve heyecan dolu manzara karşısında Hz. Resûlullah, "Ali nerede?" diye sordu.
    Gariptir ki Hz. Ali o sırada gözlerinden rahatsızdı, "Yâ Resûlallah, onun gözleri ağrıyor" dediler. Resûl-i Ekrem buna rağmen, "Olsun! Çağırın gelsin!" buyurdu.
    Haberi alan Hz. Ali, derhal huzura çıkıp geldi. Ağrıyan gözleri mübârek duasıyla şifâ buldu.348
    Efendimiz Ayrıca onun için, "Allah'ım! soğuğun sıkıntısını bundan gider!" diyerek de duâ etti.
    Hz. Ali der ki:
    "O günden sonra ne sıcaktan, ne de soğuktan asla rahatsız olmadım"349
    Gerçekten de Hz. Ali yazın en sıcak günlerde kalın aba giydiği halde bundan rahatsızlık duymazdı. Kışın ise en soğuk günlerde en ince elbise giyer ve asla üşümezdi.350
    Hz. Resûlullahın ak sancağı artık Hz. Ali'nin elindeydi. Merak dolu bakışlar, birden imrenmeye dönüşmüştü. Demek Allah ve Resûlünün sevdiği ve onun da onları sevdiği zât buydu. Demek Hayber, bu şerefli zâtın eliyle fetholunacaktı. Her bir Sahabî aynı duygular içinde İslâmın bu bahadırına gıpta ile bakıyorlardı.
    Sancağını Hz. Ali'ye teslim eden Resûl-i Ekrem kendisine zırhlı bir gömlek giydirdi ve Zülfikâr'ı da beline kendi eliyle bağladı. Sonra da şu emri verdi:
    "Allah, sana fetih nasip edinceye kadar çarpış. Sakın arkana dönme."351
    Kahraman Hz. Ali, mübarek sancak elde heyecanla ilerliyordu. Bir müddet gittikten sonra, "Yâ Resûlallah, ben onlarla neyi gerçekleştirmek için çarpışacağım?" diye sordu. Kâinatın Efendisinden şu cevap geldi:
    "Allah'tan başka ilah ve ibadet edilecek bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resûlü olduğuna şehadette bulununcaya kadar onlarla çarpış. Onlar bunu yaptıkları takdirde, can ve mallarını kurtarmış olurlar. Kalblerindekilerin hesabı ise Yüce Allah'a aittir."352
    Bu cevabı alan Hz. Ali, kararlılık ve sevinç dolu bir sesle, "Yâ Resûlallah, onlar Müslüman oluncaya kadar kendileriyle savaşacağım" dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu:
    "Onların kalelerinin yanına varıncaya kadar vakar içinde ilerle. Sonra onları İslâma dâvet et. Müslüman oldukları takdirde mükellefiyetlerini bildir.
    "Vallahi, senin vasıtanla, Allah'ın onlardan bir tek kişiyi hidayete erdirmesi, senin için bir çok kızıl develere sahip olup onları Allah yolunda sadaka vermenden daha da hayırlıdır."353 Peygamberimiz bu sözleriyle aynı zamanda İslâmî fetihlerin maksadının ne olduğunu da ortaya koyuyordu.
    Hz. Ali, Merhab'la Karşı Karşıya
    Hz. Ali, elinde Hz. Resûlullahın beyaz sancağı ile mücahidlerin önünde ilerleyip sancağı Natat Kalesinin dibine dikti. onları İslâmın esaslarını anlatıp Müslüman olmaya dâvet etti. Fakat Yahudiler Müslüman olmayı kabul etmediler. Çarpışmak için kalelerinden çıktılar. Yapılan çarpışmada bir çok yiğitleri, mücahitler tarafından yere serildi.
    Bu arada Hayber Yahudilerinin en cesuru kabul edilen Merhab, kardeşinin de öldürülenler arasında olduğunu duyunca, askerleriyle birlikte kaleden çıktı. Üzerinde iki kat zırh gömlek vardı. İki kılıç kuşanmış, başına da iki sarık sarmıştı. Bu heybetli görünüşüyle, "Ben, kükreyip geldikleri zaman çoğu kere aslanları bile kılıçla, mızrakla yere seren adamımdır" diye haykırıp övünüyordu.
    Cesaret kahramanı Hz. Ali, duyduklarına aldırış etmeden şu mukabelede bulundu:
    "Ben de, annemin bana Haydar (arslan) adını taktığı adamım. Cesarette, ormanlardaki en heybetli arslanlar gibiyimdir. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim."354
    Yapılan teke tek vuruşmada, Yahudilerin en kuvvetli adamı olan Merhab, "Esedullah" (Allah'ın arslanı) ünvanının sahibi olan Hz. Ali karşısında dayanamayıp, kafası Zülfikârla ikiye bölünerek yere düştü.355
    Manzarayı gören Hz. Resûlallah mücahidleri müjdeledi: "Sevininiz! Hayber'in fethi artık kolaylaştı."356
    Bundan sonra mücahidler, cesaretle düşmanın üzerine yürüdüler. Bu arada bir çoklarını yere serdiler. Sadece Hz. Ali, o gün sekiz Yahudiyi öldürdü. Hattâ bir ara kalkanı elinden düştü. Hemen yanındaki kalenin kapısını yerinden sökerek kendisine kalkan yaptı. Fetih gerçekleşinceye kadar da kale kapısını elinden düşürmedi. Fetih müyesser olduktan sonra Hz. Ali kapıyı yere bıraktı. Sekiz kişi hep beraber sarıldıkları halde onu kaldırmaya muvaffak olamadılar.357
    Adamlarının teker teker yere serildiklerini gören diğer Yahudiler gerisin geri kaçışmaya başladılar. Artık, düşman bozulmuştu. Ve Resûl-i Kibriyâ Efendimizin beyan buyurdukları gibi Allah, fethi Hz. Ali eliyle Müslümanlara ihsan etmişti. Kaçışan düşman askerleri arkasından Hz. Ali ile birlikte mücahidler Natat Kalesine daldılar. Fakat orada çocuklardan başka kimse göremediler. Onlara dokunmadılar. Akibetin kötü olacağını gören Yahudiler Natat'ı terk etmek mecburiyetinde kalmışlardı.
    Mücahidler, Nâim Kalesine doğru yürüdüler. Burada da düşmanla şiddetli çarpışmalar cereyan etti. Düşman bir çok adamını da bu kale önünde yapılan çarpışmada kaybetti ve kale teslim alındı.
    Nâim Kalesinin düşüşünü, Sa'd bin Muaz Kalesinin teslimi takib etti.
    Peygamberimiz, Hayber kalelerinden bir kaçını muhasara altına almıştı.
    Bu sırada önüne davarlarını katmış birinin İslâm ordusuna doğru geldiği görüldü. Bu adam, Hayber Yahudilerinden Âmir'in Yesâr adını taşıyan Habeşli kölesi idi. Davarlarını güder dururdu. Hayber kalelerinin kuşatıldığı sırada, Yahudilerin silahlarına sarılmak istediklerini görünce, "Ne yapmak istiyorsunuz?" diye sormuştu.
    Yahudiler, "Şu kendini 'Resûl' diye ilân eden adamı öldürmek istiyoruz" cevabını vermişlerdi. "Resûl" kelimesini duyan Habeşli Yesâr, bir an duraklamış, bu kelimenin âdeta şefkatli bir el gibi kalbini kapladığını hisseder olmuştu.
    Yesâr sadece, Yahudilerin beyanlarıyla iktifa etmek istemiyor, meseleyi kaynağından öğrenmek istiyordu.
    İşte bunun için davarlarını önüne katarak, Hz. Resûlullahın huzuruna çıkageldi:
    "Sen neler söylüyor ve nelere dâvet ediyorsun?" diye sordu. Resûl-i Ekrem, "İslâmiyete dâvet ediyorum. Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de O'nun Resûlü olduğuma şehâdete, Allah'tan başkasına ibâdet etmemeye çağırıyorum" buyurdu.
    Yesâr, bu sefer, "Peki, ben, dediğin gibi iman eder ve şehadette bulunursam bana ne var?"
    Resûl-i Ekrem, "Eğer bu iman ve bu şehadet üzere olursan Cennet var!"358 dedi.
    Bunun üzerine Yesâr, hemen orada Müslüman oldu.
    Resûl-i Ekrem, ona bu iman ve şehadet üzere ölürse Cennete gireceğini söylemişti. Amma Yesâr müteredditti. Yaşadığı muhitte insanlar makam ve mevkilerine, zenginlik ve fakirliklerine, güzellik ve çirkinliklerine göre muamele görüyorlardı. Güzel olmayana, hele köleye kimse itibar etmezdi.
    Bu sebeple, "Yâ Resûlallah!" dedi. "Ben Habeşî (siyah tenli) çirkin yüzlü ve fakir bir adamım, bir köleyim! Bu halimle Yahudilerle çarpışır ve ölürsem yine Cennete girer miyim?"
    Resûl-i Ekremden Yesâr'ı sevince boğan bir cevap geldi:
    "Evet, Cennete girersin!"359
    Yesâr bu sefer, "Yâ Resûlallah" dedi, "şu davarlar bana emânettir. Şimdi ben onları ne yapayım?" diye sordu.
    Peygamberimiz, "Onları karargâhtan çıkar. Onlara doğru ufak taşlar at ve bağır! Onlar, sahiplerinin yanına dönecektir" diyerek Yesâr'a yol gösterdi.
    Yesâr hemen kalktı. Yerden bir avuç kum alıp davarlara doğru savurdu:
    "Haydi, artık sahibinize dönünüz."Davarlar, sanki biri tarafından güdülüyormuş gibi, topluca gidip sahiplerinin yanına vardılar.360
    İslâmiyetle şereflenen Yesâr, artık o andan itibaren Allah yolunda çarpışan bir mücahid olmuştu. Mücahidler safında düşman arasına cesurca dalıyordu. Çok geçmeden kalelerinden atılan taşlarla şehid oldu. Böylece, bir vakit namaz kılma fırsatını bulamadan Cennete uçan Müslüman ünvanını aldı.361
    Üzeri örtülü idi. Yerde uzatılmıştı. Cenazeye bakan Hz. Resûlullahın bir ara yüzünü çevirdiğini farkeden Sahabîler merakla, "Yâ Resûlallah! Ondan yüzünüzü niçin çevirdiniz?" diye sordular.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz sebebini şöyle izah etti:
    "Şehid, vurulup yere düştüğü zaman Cennet hurilerinden iki zevcesi gelip yüzünden tozları silerler ve 'Allah, seni toza toprağa bulayanın da yüzünü toza toprağa bulasın! Seni öldüreni, öldürsün!' derler.
    "Allah, bu kuluna ikram edip, onu hayra sevk etti. Allah'a hiç secde etmediği halde, Cennet hurilerinden ikisini, onun başucunda gördüm!"362
    İşte, ihlaslı az amel ve işte ebedî saadet, sonsuz mükafat ve ecir!
    Bu hadise bize, hal, hareket ve sözlerimizde en mühim unsurun ihlas ve samimiyet olduğu dersini veriyor.
    Ayrıca bu hadisede görüyoruz ki, Peygamber Efendimiz, iman ve İslâma dâvette insanlar arasında asla içtimaî mevkii ne olursa olsun fark gözetmiyordu. Evet, Yesâr kara kuru ve çirkin yüzlü bir köle idi. Üstelik içtimaî seviyenin o zaman insanları nazarında en düşük tabakası sayılabilecek bir mevkide idi. Bütün bunlara rağmen Efendimiz, onu hakir görmüyor, küçümsemiyor; 'Müslüman olsa ne olur, olmasa ne olur' gibisinden herhangi bir küçümseme eseri göstermiyordu. Aksine gayet ciddi bir şekilde ona İslâmiyeti anlatıyor, böylece de ebedî saadeti elde etmesine vesile oluyordu.
    İslâm ve imana hizmette bulunanların da aynı ölçü ve düşünceyle hareket etmeleri gerekir.
    Netice
    On günü bulan bir muhasara esnasında kalelerinin birer ikişer düştüğünü gören Yahudiler, çaresiz kalıp sulh istediler. Peygamber Efendimiz bu isteklerini kabul etti. Kendilerinden gelen heyetle Resûl-i Ekrem arasında şu maddeler tesbit edildi:
    1) Kalede çarpışmaya katılmış bulunan Yahudilerin kanları dökülmeyecek.
    2) Hayber'den çocuklarıyla birlikte çıkıp gitmelerine müsaade edilecek.
    3) Beraberlerinde bir hayvan yükünden başka bir şey götürmeyecekler.
    4) Bunun dışında, gerek menkul ve gerekse gayrı menkul bütün mallar, yay, miğfer, at, cübbe, zırh, gömlek gibi silahlar ve üzerlerindeki elbiselerinden başka bütün elbise ve kumaşlar Hz. Resûlullaha bırakılacak.
    5) Hz. Resûlullaha bırakılması gereken herhangi bir şey ne surette olursa olsun gizlenmeyecek, gizleyenler ise, Allah ve Resûlünün emân ve himâye taahhüdünün haricinde kalacaklar.363
    Bu şartlar çerçevesinde anlaşmaya varılıp sulh yapıldıktan sonra, Yahudiler Hayber'den çıkmak üzere hazırlandılar. Bu sırada Peygamber Efendimize şöyle bir teklif getirdiler:
    "Biz mal mülk sahipleriyiz. Mülk bakımı ve işletmesini senden daha iyi bilir ve başarırız, bırak bizi Hayber topraklarında kalalım! "364
    Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) ve Sahabîler burada duracak durumda değillerdi. Bakıp gözetmeye de müsâit bulunmuyorlardı. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (a.s.m.), tekliflerini müsbet karşıladı ve Hayber mahsullarının yarı yarıya bölüştürülmesi şartı ile onların tekrar yurtlarında kalmasına müsaade etti. Ancak bu anlaşma, istendiği zaman Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından ortadan kaldırılabilecekti.365 Böylece Yahudiler, İslâm devleti ile ziraî bir işletmede ortaklık akdetmiş gibi, işledikleri araziden yarı nisbetinde bir hisse vereceklerdi.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, her sene mahsul zamanı Abdullah bin Ravâha Hazretlerini Hayber'e gönderirdi. Hz. Abdullah, mahsulatı yarı yarıya ayırır, sonra da onları istediğini almada serbest bırakırdı. Bu âdilane muamele karşısında Yahudiler, "Yer ve gök bu adalet sayesinde ayakta duruyor!"366 demekten kendilerini alamazlardı.
    Şehid ve ölü sayısı
    Harp sonunda 1600 kişilik İslâm ordusunun yirminin üzerinde şehid vermiş olduğu görüldü. Buna karşılık, müdafaada bulunan ve harbi kendi kalelerinde kabul etmek gibi bir avantaja sahip olan 20.000 kişilik Yahudi ordusunda ölü sayısı ise 93'ü buluyordu.367
    Bu parlak muzafferiyet neticesinde Hayber de İslâm devleti hudutları dahiline alınmış oldu.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, henüz Hayber'den ayrılmamıştı. Câfer bin Ebî Talib başkanlığındaki Habeşistan muhacirleri çıkıp geldiler.368 Resûl-i Ekrem Efendimiz bundan son derece memnun oldu ve bu sevincini şöyle izhar etti:
    "Bilmem bu iki şeyden hangisi ile sevineyim? Fethi Hayber'e mi, yoksa Câfer'in gelişine mi?" buyurdu.369
    Medine'ye gelindikten sonra, Hayber fethine katılan mücahid muhacirlerden bazıları, Habeşistan muhacirlerine, "Biz hicrette sizi geçmişizdir" dedikleri duyulmuştu.
    Hattâ bir gün, Hz. Câfer bin Ebî Talib'in Habeşistan'a hicret etmiş bulunan hanımı Hz. Esmâ, Hz. Hafsa'nın ziyâretine gitmişti. Orada Hz. Ömer'le karşılaşmıştı. Hz. Ömer onun Esmâ binti Umeys olduğunu öğrenince, "Bizler, hicrette sizleri geçmişizdir. Bu sebeple de, Resûlullah Aleyhisselâma sizden daha yakınız" demişti.
    Hz. Esmâ buna kızmış ve "Hayır! Gerçek senin bildiğin gibi değildir! Vallahi, sizler Resûlullahın yanında bulunuyordunuz da, o sizin aç olanlarınızı doyuruyor, cahillerinizi de vâaz ve nasihat ederek yetiştiriyordu.
    "Bizler ise, dinimiz yolunda uğradığımız düşmanlıklar yüzünden Habeş ülkelerine gitmek zorunda kalmıştık. Bunu da ancak, Allah ve Resûlünün rızasını kazanmak yolunda göze almıştık" dedikten sonra şunu ilave etmişti:
    "Vallahi, ben senin bu dediklerini Resûlullaha söyleyeceğim ve bunun doğru olup olmadığını soracağım!"
    O sırada Resûl-i Kibriyâ Efendimiz geldi.
    Esmâ binti Umeys, Hz. Ömer'in kendisine söylediklerini nakletti.
    Resûl-i Ekrem, "Buna karşılık sen ona ne söyledin?" diye sordu.
    Hz. Esmâ, "Ben de ona şöyle şöyle cevap verdim" dedi.
    Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Hz. Esmâ'ya, "Bu hususta, bana sizlerden daha yakın kimse yoktur" buyurduktan sonra ilave etti:
    "Ömer ve arkadaşlarına bir hicret sevabı vardır. Siz gemi halkına ise, iki hicret sevabı vardır!"370
    Bunu duyan Habeşistan'dan gelen Müslüman muhacirler de son derece sevindiler. Bu da Müslümanların hicrete ne derece ehemmiyet verdiklerini açıkça göstermektedir.
    Ganimetler
    Hayber'de elde edilen ganimetler, bu gazâya katılmış olsun olmasın, Hudeybiye Sulh Anlaşması sırasında Peygamber Efendimizin yanında bulunan bütün Sahabîlere taksim edildi.371 Cenâb-ı Hak, Hudeybiye seferine iştirak edenlere, fethedileceğini ve kendilerine bol ganimet ihsan edeceğini önceden haber verip müjdelemişti.372
    Resûl-i Ekrem Efendimiz Ayrıca, Hayber'de gelip İslâm ordusuna katılan Devs Kabilesine mensup dört yüz Müslüman ile, Câfer bin Ebî Tâlib'in (r.a.), başkanlığında Habeşistan'dan dönen ve Hayber'de Müslümanlara kavuşan Habeşistan muhacirlerine de bu ganimetten hisse ayırdı.373
    Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle ganimet malları ilk önce beş parçaya ayrıldı. Beşte bir parça Peygamber Efendimize teslim edildi. Geri kalan dört parça ise Efendimizin emriyle satışa çıkarıldı.
    Peygamber Efendimiz, ganimet mallarından satılanların paralarını Müslümanlar arasında taksim etti.374
    Hayber'in gayrı menkul malları, yeni arazi ve varidatı ise Şıkk, Natat ve Ketîbe mülkleri olarak bölüştürüldü. Şıkk ve Natat ve Ketibe mülkleri, Müslümanların beşte biri hisselerine karşılık tutuldu. Ketibe mülkleri ise Beytülmale ait olmak üzere Peygamber Efendimize bırakıldı.375
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ketibe'nin mülk ve mahsûllerini ihtiyaç derecelerine göre, akrabaları, hanımları, Müslüman erkek ve kadınlar arasında bölüştürüldü.376
    Ganimetler arasında, Tevrât'tan müteâddit nüshalar da vardı. Yahudiler bunların iâdesini taleb ettiler. Peygamber Efendimizin emriyle Müslümanlar, Tevrat nüshalarını derhal geri verdiler. Böylece, diğer dinlere karşı olan geniş müsamahalarını bu hareketleriyle göstermiş oldular. Bu hadise aynı zamanda Müslümanların, Allah tarafından daha önceki peygambere gönderilmiş Mukaddes Kitaplara hürmet gösterdiklerinin bir ifâdesiydi.
    Yahudilerin, Peygamberimizi Zehirlemeye Kalkışmaları
    Peygamber Efendimizin Bütün iyi niyet ve güzel muamelesine rağmen, Yahudilerin İslâma karşı gönüllerinde besledikleri kin ve düşmanlık ateşi bir türlü sönmüyordu. Her iyi muameleye karşı, kötü bir hareketle, hâince bir tertiple cevap vermeyi âdeta kendilerine huy edinmişlerdi.
    Hayber fethedilmiş, Peygamberimiz Ashabıyla birlikte istirahata çekilmişti. Savaşla, Resûl-i Ekremi mağlup edemeyen Yahudiler, bu sefer hâince bir tertibin içine girdiler. Onu zehirlemeye karar verdiler. Bu vazifeyi, meşhur Yahudi Sellam bin Mişkem'in karısı Zeynep üzerine aldı. Plân gereği Zeynep, bir dişi keçi kızarttı ve her tarafını tesirli bir zehirle zehirledi. Ayrıca Peygamber Efendimizin, davarın kol ve kürek etini daha çok sevdiğini de sorup öğrendiği için, keçinin oralarına daha da çok zehir serpti.
    Dessas Yahudi kadını kızartılmış, kebap edilmiş zehirli keçiyi alıp getirdi ve "Ey Ebû'l-Kasım! Bunu sana hediye ediyorum" diyerek Peygamber Efendimizin önüne koydu.
    Kadın uzaklaşırken, Peygamber Efendimiz ve orada hazır bulunan Sahabîler de ortaya konulan etten yemeye hazırlandılar. Resûl-i Ekrem, etin sevdiği kürek kısmından bir lokma aldı; fakat yutmadan Sahabîlere, "Ellerinizi çekiniz! Şu kürek, etin zehirlenmiş olduğunu bana haber veriyor"377 buyurdu.
    Herkes elini çekti. Sadece Bişr bin Bera Hazretleri ağzına aldığı lokmayı yutmuştu. Et öylesine zehirli idi ki Hz. Bişr, oturduğu yerde birden morardı ve ânında şehid oldu.378
    Peygamberleri öldürmekle iştihar bulan, zehirleme marifetini her milletten çok daha iyi beceren Yahudilerin bu teşebbüsü de sonuçsuz kalınca, Peygamber Efendimiz, bu tertibe âlet olan Zeyneb'i huzuruna çağırdı. Zeynep suçunu itiraf etti. Peygamber Efendimizin, "Bunu neden yaptın?" sorusuna şu cevabı verdi:
    "Eğer gerçekten bir peygambersen, sana haber verilecek; dolayısıyla zarar görmeyecektin. Eğer peygamber değil de bir hükümdarsan, kendimizi ve insanları senden kurtarmak için yaptım!"379
    Bazı rivâyetlerde, hiç kimseden şahsî intikam alma duygusu taşımayan Peygamberimiz, kadını öldürmeyip af etmiştir.380 Bazı rivâyetlerde ise onu öldürttüğünden bahsedilir. Tahkik ehli demiş ki: Hz. Resûlullah öldürtmemiş, fakat şehid olan Bişr'in varislerine vermiş, onlar kısas olarak öldürmüşlerdir.381
    Hayber'de Yasaklanan Şeyler
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hayber günü Müslümanlara dört şeyi Yasakladı:
    1) Esir alınan kadınlara dokunmayı.
    2) Ehlî merkeplerin etlerini yemeyi.
    3) Yırtıcı, azı dişli hayvanların etini yemeyi.
    4) Ganimet mallarının bölüştürülmeden satılmasını veya satın alınmasını.382
    Fedek Yahudileriyle Anlaşma Yapılması
    Peygamber Efendimiz Hayber'in fethinden sonra Muhayyısa bin Mesûd'u İslâmiyete dâvet etmek üzere Medine'den iki konak mesafede bulunan Fedek köyünde oturan Yahudilere gönderdi. Fedek Yahudileri bir kaç kere sâir Yahudilerle birleşerek Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmış, ancak buna muvaffak olamamışlardı.
    Fedek Yahudileri, Resûlullahın elçisi Muhayyısa'nın sulh teklifini önce kabul etmediler. Sonra Peygamber Efendimizin üzerlerine yürüyüp, Hayber Yahudilerinin uğradıkları âkibete uğrayacaklarından korkup bu görüşlerinden vazgeçtiler ve sulh teklif ettiler. Peygamberimiz onların bu teklifini kabul etti.
    Yapılan anlaşmaya göre, kanları bağışlandı. Arazilerinin yarısı kendilerine bırakıldı. Diğer yarısı ise Peygamber Efendimize (a.s.m.) mahsus kılındı. Sâir Müslümanlar arasında bölüştürülmedi. Zira, Haşr Sûresinin altıncı âyeti ile, hiç bir askeri hareket yapılmadan, barış yoluyla fethedilen yerler Peygamber Efendimize tahsis buyurulmuştur. Fedek'te aynı durum vuku bulduğu için alınan arazinin yarısı Peygamberimize kaldı.383 Resûl-i Ekrem Efendimiz, bunun gelirini, kendi zâtı, Haşimoğullarının küçükleri ile onların yetimlerini evlendirmek için sarfederdi.384
    Vâdi'l-Kurâ'nın Alınması
    Daha sonra Peygamber Efendimiz ordusuyla Hayber' den ayrılıp Vâdi'l Kurâ'ya hareket etti. Burası Hayber ile Teyma arasındaki köylerin bulunduğu bir yerdi. İslâmdan evvel, Yahudiler buraya yerleşerek imâr etmişlerdi.
    Vâdi'l Kurâ Yahudileri de, Benî Kurayza Yahudilerinin Hendek Savaşında yaptıkları hainlikten dolayı cezalandırıldıktan sonra, civar Yahudileri de yanlarına alarak Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak bu fırsatı elde edememişlerdi.
    Resûl-i Ekrem (a.s.m.) buradaki Yahudileri önce İslâma dâvet etti. Müslüman oldukları takdirde kanlarının bağışlanacağını, mallarının da kendilerine bırakılacağını, kalblerinde gizlediklerinin hesabının ise Allah'a ait bir iş olduğunu bildirdi.385 Vâdi'l Kurâ ahalisi bu teklifi kabul etmeyip çarpışmaya hazırlandı.
    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.), onları muhasara altına aldı. Muhasaranın ilk günü cereyan eden çarpışmada Yahudilerden on kadar adam öldürüldü.386
    Resûl-i Ekrem, ikinci kere onları İslâma dâvet etti. Yine kabule yanaşmadılar ve mücahidlere karşı koydular. Fakat mücahidlerin hücumuna karşı fazla dayanamadılar, henüz güneş bir mızrak boyu yükselmişti ki, teslim olmak mecburiyetinde kaldılar.387
    Burada, bol miktarda ganimet elde edildi. Resûl-i Ekrem usulüne göre ganimeti beş kısma ayırdı. Dört payını mücahidler arasında bölüştürdü. Bir payını da Beytülmale ayırdı.
    Arazisi ise, Hayber'de olduğu gibi orada bulunan ahaliye, mahsulatının yarı yarıya bölüştürülmesi şartı ile bırakıldı.388
    Teyma Yahudilerinin Cizye Vermeyi Kabul Etmesi
    Medine ile Şam yolu üzerinde Hayber ile Tebük arasında bulunan Teyma mevkiinde de Yahudiler oturuyorlardı. Peygamber Efendimizin Hayber ve Vâdi'1 Kurâ'da yaptıklarını duymuşlardı. Bu sebeple İslâm ordusu buraya gelir gelmez, cizye vermeyi kabul ettiler. Dolayısıyla yurtlarından ayrılmamış, toprakları da ellerinden gitmemiş oldu.389
    Hayber Fethinin Önemi
    Hayberin fethi ile hemen hemen Arabistan'daki bütün Yahudiler İslâm devletine tâbi duruma gelmiş sayılıyordu. Daha evvel de, Hudeybiye Sulhu ile müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlike önlenmiş bulunduğundan, bu fetih ile İslâmiyet büyük bir serbestiyet imkânına kavuşuyordu.
    Hudeybiye Anlaşmasıyla, müşriklerin, Yahudilerin yardımına koşmaları veya onlarla işbirliğine girişmeleri önlenirken, bu fetih ile de Yahudilerin Kureyş müşrikleriyle herhangi bir işbirliğine teşebbüsleri bertaraf edilmiş oluyordu. Ancak, ne müşriklerden Yahudilere, ne de Yahudilerden müşriklere bir ümit ışığı kalmıştı. Böylelikle Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı her zaman kullanmayı düşündükleri bir kollarını kaybetmiş sayılıyorlardı.
    Bu fetih etrafta da büyük akisler uyandırdı. Çünkü, Hayber'in çok kuvvetli kalelere sahip bulunduğu, buradaki Yahudilerin harp sanatını çok iyi bildikleri, harp malzemesi bakımından da üstün bir seviyede bulundukları, cesur adamlarının, yiğitlerinin oldukça fazla olduğu herkesçe biliniyordu.
    Bütün bunlara rağmen, İslâm ordusu karşısında mağlup düşmeleri, hepsini korkutuyor, Müslümanların yenilmez bir güç halini aldıklarını bir kere daha anlıyorlardı. Nitekim Hayber fethinden sonra, civar kabileler teker teker kendi arzularıyla gelip İslâm hâkimiyetini kabul ederek boyun eğdiklerini bildirmişlerdir.
    Bu bakımdan Hayber'in fethi, İslâm tarihinde önemli bir yer işgal eder.





    328. Tabakât, 2:106.
    329. Sîre, 3:364.
    330. Müsned, 5:271.
    331. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:344-345; Değişik ifâdelerle bkz.: Buharî, 3:48; Müslim, 3:1427-1429.
    332. Sîre, 3:343; Müslim, 3:1428.
    333. Buhari, 3:50.
    334. Kaf Sûresi, 16.
    335. Nesei, 8:265.
    336. Sîre, 3:343; Zâdü'l-Mead, 2:148.
    337. Sîre, 2:343; Müsned, 3:111.
    338. Sîre, 3:344; Tabakât, 2:109; Müsned, 3:111.
    339. Müsned, 3:111.
    340. Sîre, 3:349; Müsned, 5:353.
    341. Tabakât, 4:303.
    342. A.g.e., 4:303.
    343. Müslim, 3:1428.
    344. Tabakât, 4:327.
    345. A.g.e., 4:328.
    346. Sîre, 3:349; Tabakât, 2:111; Buhari, 3:51; Müsned, 3:353.
    347. Müslim, 4:1872.
    348. Sîre, 3:340; Buharî, 3:51.
    349. Müsned, 1:99.
    350. Ravdü'l-Ünf, 6:560.
    351. Sîre, 3:349; Tabakât, 2:110; Ibn-i Kesîr, Sîre, 3:352.
    352. Tabakât, 2:110; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:352.
    353. Buharî, 3:51; Zâdü'l-Mead, 2:149; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:351.
    354. Sîre, 3:347; Tabakât, 2:112; Taberî, 3:94; İbn-i Kesîr, Sîre, 3:357.
    355. Tabakât, 2:112; Müsned, 4:52.
    356. Megazî, 2:657.
    357. Sîre, 3:349-350; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:359.
    358. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:361.
    359. A.g.e., 3:362.
    360. Sîre, 3:359.
    361. A.g.e., 3:359.
    362. Sîre, 3:359.
    363. Tabakât, 2:110; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:376-377; İnsanü'l-Uyûn, 2:744.
    364. Sîre, 3:352-371.
    365. A.g.e., 3:352.
    366. Sîre, 3:369.
    367. Tabakât, 2:107.
    368. Müslim, 4:1946.
    369. Tabakât, 4:35.
    370. Buharî, 3:53-54; Müslim, 4:1947.
    371. Sîre, 3:364.
    372. Fetih Sûresi, 8-19.
    373. Tabakât, 2:108; Müslim, 4:1946.
    374. Tabakât, 2:107.
    375. Sîre, 3:363.
    376. A.g.e., 3:365-367.
    377. Sîre, 3:352; Sünen, 4:175.
    378. İnsanü'l-Uyûn, 2:767.
    379. Sîre, 3:352; Taberî, 3:95; İbn-I Kesîr, Sîre, 3:397.
    380. Kastalanî, Mevahibû'l-Ledünniye, 1:181.
    381. Tabakât, 2:107; İnsanü'l-Uyûn, 2:769.
    382. Sîre, 3:345.
    383. Sîre, 3:368.
    384. Muhammed el-Huderî, Nuru'l-Yakîn, s. 195.
    385. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:413.
    386. A.g.e., 3:413.
    387. A.g.e., 3:413.
    388. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:413.
    389. A.g.e., 3:413; İnsanü'l-Uyûn, 2:775.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  2. #12
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    HUDEYBİYE ANTLAŞMASI




    Hudeybiye* Antlaşması
    Hicretin 6. senesi, Zilkâde ayı. (Milâdî 628)Rıdvan bîatı, Kureyşlileri fazlasıyla korkutmuştu. Peygamberimizin üzerlerine yürüyeceği endişesine kapılarak, alelacele sulh teklifinde bulunmak gayesiyle bir heyet gönderdiler. Heyette şu isimler vardı: Süheyl bin Amr (başkan), Huveytip bin Abdü'l-Uzzâ ve Mikrez bin Hafs.
    Kureyş müşrikleri üç kişilik bu heyete şu direktifi vermişlerdi:
    "Gidin, Muhammed'le sulh anlaşmasında bulunun. Fakat buradan dönüp gitmek şartıyla. Eğer bu şartı kabul etmezse anlaşmaya yanaşmayın."222
    Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Süheyl'in gelişini, isminin "kolaylık" mânâsını ifade etmesinden dolayı hayra yorarak, Sahabîlerine, "Artık, işiniz bir derece kolaylaştı! Kureyşliler, sulh yapmak istedikleri zaman hep bu adamı gönderirler"223 buyurdu.
    Sulh Heyeti Peygamberimizin Huzurunda
    Kureyş elçisi Süheyl bin Amr, Resûlullahın huzuruna vardı. Önünde iki dizinin üzerinde diz çöktü. Peygamber Efendimiz ise bağdaş kurmuştu. Müslümanlar da çevresinde oturmuşlardı.
    Süheyl bin Amr uzun uzadıya konuştu. Sonra Peygamber Efendimize sulh teklifinde bulundu. Peygamber Efendimiz sulh tekliflerini kabul etti. Bundan sonra sulh şartlarının müzakeresi yapıldı. Onlarda da anlaşmaya varıldı. Sıra anlaşma şartlarının yazılmasına gelmişti. Hz. Ali musalâhanın şartlarını yazmak üzere kâtip tayin edildi.
    Peygamberimiz, Hz. Ali'ye, "Yaz!" dedi. "Bismillahirrahmanirrahim. "
    Süheyl bin Amr, buna itiraz etti. "Biz, Bismillahirrahrrıanirrahim'i bilmiyoruz. Sen böyle yazma!" dedi.
    Resûl-i Ekrem, "Öyle ise nasıl yazalım?" diye sordu.
    Süheyl, "Bismike Allahümme, yaz" dedi.
    Kureyşliler, eskiden beri "Bismillahirrahmanirrahim" yerine "Bismike Allahümme'yi" kullanırlardı.**
    Peygamber Efendimiz, "Bismike Allahümme de güzeldir" buyurduktan sonra Hz. Ali'ye, "Haydi yaz: Bismike Allahümme" diye emretti.
    Hz. Ali de aynı şekilde yazdı.224
    Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Ali'ye şöyle yazmasını emretti:
    "Bu, Muhammed Resûlullahın, Süheyl bin Amr'la üzerinde anlaşmaya varıp sulh oldukları, icabının taraflarca yerine getirilmesi kararlaştırılıp imzaladığı maddelerdir."
    Kureyş heyeti başkanı Süheyl yine itiraz etti, "Vallahi, biz senin gerçekten Allah'ın Resûlü olduğunu kabul edip tanımış olsaydık. Beytullahı ziyaretine mani olmaz ve seninle çarpışmaya kalkmazdık" dedi.
    Peygamber Efendimiz, "Peki nasıl yazalım?" buyurdu.
    Süheyl, "Muhammed bin Abdullah diye kendi ismini ve babanın ismini yaz" dedi.
    Peygamber Efendimiz, "Bu da güzeldir" buyurduktan sonra, Hz. Ali'ye, "Yâ Ali, sil onu. Sil de Muhammed bin Abdullah yaz" diye emretti.225
    Hz. Ali, "Hayır! Vallahi, ben Resûlullah sıfatını hiçbir zaman silemem" diye yemin etti.226
    Bu arada Müslümanlar da, Hz. Fahr-i Âleme karşı besledikleri muhabbet ve hürmetlerinin eseri olarak, "Biz, Resûlullah Muhammed'den başkasını yazdırmayız. Ne diye dinimiz uğrunda bu eksikliği, bu hakareti kabul ediyoruz?" diye yüksek sesle konuşmaya başladılar.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Müslümanlara seslerini kısmalarını ve susmalarını mübârek elleriyle işâret buyurdu. Birden sustular. Bundan sonra Peygamber Efendimiz Hz. Ali'ye, "Bana o sıfatın geçtiği yeri göster" dedi.
    Hz. Ali, "Resûlullah" kelimesinin geçtiği yeri gösterdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de onu eliyle sildi. Yerine ise "İbni Abdullah (Abdullah'ın oğlu)" kelimelerini yazdırdı.227
    Peygamber Efendimizin, sulha ciddi taraftar olduğunu, sulha giden yoldaki manileri ortadan kaldırmaya ne kadar gayret gösterdiğini bu bir iki numûneden de anlamak mümkündür.
    Musalaha Maddeleri
    Müşrik heyetinin yukarıdaki itirazları, Müslümanların bu itirazları kabul etmeyişleri ve Peygamber Efendimizin her iki tarafı yatıştırması sonunda sıra musalaha maddelerinin yazılmasına gelmişti.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz ile, müşrik elçiler arasında geçen konuşmalardan sonra karara bağlanan maddelerden mühimleri şunlardır:
    1.Müslümanlarla müşrikler huzur ve emniyet içinde yaşamalarını devam ettirmek için birbirleriyle 10 yıl harp etmeyeceklerdir.
    2.Peygamberimiz ve Sahabîler bu yıl Mekke'ye girmeyip, geri dönecekler, ancak gelecek yıl yanlarına yalnız yolcu silahı olan kılıç bulundurmak şartıyla gelip Kâbe'yi tavaf edecekler ve ancak Mekke'de üç gün kalacaklardır. Müşrikler ise, o sırada şehri boşaltacaklardır.
    3.Medine'deki Müslümanlardan Mekke'ye iltica edenler Müslümanlara iâde edilmeyecek, fakat Mekke'den Medine'ye velev Müslüman dahi olsalar iltica edenler, istendiği takdirde geri verileceklerdir.
    4.Arap kabilelerinden isteyen Peygamberimizle, isteyen de Kureyş'le birleşmekte serbest olacaklardır.228
    Ashab-ı Kiram'ın Hiddet Ve İtirazı
    Resûl-i Ekrem Efendimiz her ne surette olursa olsun Kureyş müşriklerini bir musalaha yazısı ile bağlamak ve bu surette İslâmın siyasî kudret ve mevcudiyetini hem onlara hem de bütün Arabistan halkına göstermek ve tanıtmak istiyordu.2 Bu sebeple, Kureyş heyet başkanı Süheyl'in zahiren Müslümanların aleyhinde görülen teklif ve maddelerini de kabul ediyordu. Bu inceliği bir anda kavrayamayan Ashab-ı Güzin başından beri hem hiddetleniyor, hem de zaman zaman itiraz ediyordu.
    Hattâ, Kureyş heyet başkanı Süheyl, Peygamberimize, "Sizden biri bize gelirse reddetmeyelim. Amma bizden size bir adam gelirse Müslüman olsa bile geri vereceksin" diye teklifte bulunduğu zaman, Müslümanlar birden hiddete gelerek, "Sübhanallah! Müslümanların yanına gelmiş bir Müslüman, müşriklere tekrar nasıl geri çevrilir?" diye itiraz etmişlerdi. Sonra da Peygamber Efendimize, "Yâ Resûlallah! Bu şartı da kabul edecek misin?" diye hayretle sormuşlardı.
    Her şeye rağmen bir sulh akdedip, Kureyş müşriklerine İslâm devletini resmen tanıtmak arzusunda olan Peygamber Efendimiz Müslümanların bu itiraz ve suallerine şöyle cevap vermişti:
    "Evet, bizden onlara gidecek olanları Allah bizden uzak etsin! Onlardan bize gelip, geri çevireceğimiz kimseleri de muhakkak Allah biliyor! Onlar için elbette bir genişlik, bir çıkar yol yaratacaktır."230
    Ebû Cendel Hadisesi
    Antlaşma maddelerinin yazılması bitmişti. Fakat taraflarca henüz imzalanmamıştı.
    Tam o sırada, zincire vurulmuş birinin kendini Müslümanların arasına attığı görüldü. Gariptir ki bu, Kureyş murahhas heyeti başkanı Süheyl bin Amr'ın oğlu Ebû Cendel idi. İslâm şerefiyle şereflenmesine, müşrikler, ayaklarını zincire vurmakla karşılık vermiş ve onu hapsetmişlerdi. Ebû Cendel hapsedildiği yerden bir fırsatını bularak kaçmış ve Mekke'nin alt tarafından kimsenin göremeyeceği yollardan binbir zorlukla Hz. Resûlullahın huzuruna çıkagelmişti. O sırada babası Süheyl henüz Müslümanların karargâhında bulunuyordu.
    Ebû Cendel, bizzat babasın kendisine revâ gördüğü dayanılmaz işkence ve eziyetlerden kurtulmak için kendisini Hz. Fahr-i Âlemin ayakları dibine atmış, ona iltica etmişti. "Beni kurtar" diyordu.
    Ne var ki, az evvel yapılan anlaşma buna imkân vermiyordu. Nitekim, oğlunun geldiğini gören Süheyl, onu Peygamberimizden geri istedi:
    "İşte! Sulh şartları gereğince bana geri vereceğin kişilerden ilki budur" dedi.
    Peygamber Efendimiz, "Biz, sulh anlaşmasını henüz imzalamış değiliz" buyurdu.
    Süheyl diretti:
    "Vallahi" dedi, "ben de sizinle hiç bir madde üzerinde sulh olmam!"
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Haydi, bu seferlik bunu bana bağışla ve yazıyı imza et" buyurdu.
    Süheyl'in bunu kabule asla niyeti yoktu, "Ben, bunu asla anlaşma dışında tutamam ve sana bırakamam" dedi.
    Peygamber Efendimiz tekrar, "Hayır! Bunu benim hatırım için yapacaksın" buyurdu. Buna rağmen Süheyl inadından vazgeçmedi:
    "Ben bunu asla yapamam."231
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, iki müşkil durumla karşı karşıya kalmıştı. Ebû Cendel'i geri vermek demek, onu bile bile eziyet ve işkence çemberi içine atmak demekti. Vermediği takdirde, Kureyş heyeti anlaşmayı feshedecekti. Halbuki o birçok sebeplerden dolayı bunu istemiyordu. Ama herşeyden önce söz vermiş, anlaşma yapmıştı.
    Elinde başka çaresi kalmayan Peygamber Efendimiz, teessür içinde Ebû Cendel'i babasına teslim etmek zorunda kaldı.
    Ebû Cendel'in feryadı Müslümanların gönlünü dağlıyordu: "Yâ Resûlallah! Ey Müslümanlar! Siz, beni bana eziyet etsinler, işkencelere uğratsınlar diye mi, bunlara teslim ediyorsunuz? Siz benim eziyet çekmeme rıza mı gösteriyorsunuz?"232
    Fakat, ne çare Ebû Cendel artık babasının merhametsiz pençesinde bulunuyordu. Acıklı feryadı, imdad dilemesi, Müslümanların gözlerini yaşlarla doldurdu. Ama, Hz. Resûlullah teslim etti diye seslerini çıkaramıyorlar, yapılan zulmü sinelerine çekiyorlardı. Hz. Resûlullah, teslim etmemiş olsaydı, Ebû Cendel'in bu feryad ve figânını imkânı yok cevapsız bırakmazlardı. Canları pahasına da olsa onu insafsız ellerden kurtarırlardı.
    Peygamber Efendimiz, babası tarafından alınan Ebû Cendel'e şöyle buyurdu:
    "Biraz daha sabret! Biraz daha maruz kaldıklarına göğüs ger! Bunların ecrini mükâfatını Allah'tan dile! Muhakkak Allah, senin ve yanında bulunan kimsesiz Müslümanlar için bir ferahlık, bir çıkar yol yaratır. Onlara vermiş olduğumuz söze vefasızlık edemeyiz"233 buyurdu.
    Hz. Ömer'in Peygamberimize Sorusu
    Ebû Cendel, Kureyş müşrikleri tarafından geri alınırken, Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı ve "Yâ Resûlallah! Onu Kureyşlilere ne için geri veriyoruz? Dinimiz uğrunda bu hakareti ne diye kabul ediyoruz?" dedi.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:"Biz bu iş hakkında onlarla anlaşma yapmış bulunuyoruz! Dinimizde ahde vefasızlık yoktur?"234
    Efendimizden bu cevabı alan Hz. Ömer, bu sefer Ebû Cendel'in yanına sokuldu ve kılıcını ona doğru yaklaştırarak şu teklifi yaptı:
    ''Ey Ebû Cendel! Şüphesiz, müşriklerin kanı köpeklerin kanı gibi değersizdir. İnsan Allah yolunda babasını da öldürebilir. Öldür gitsin şu babanı."
    Ebû Cendel, "Sen, neden öldürmüyorsun?" diye sordu.
    Hz. Ömer, "Resûlullah (a.s.m.), onu ve başkalarını öldürmeyi bana yasakladı" cevabını verince Ebû Cendel, "Ben Resûlullaha itaatte senden geride kalmak istemem"235 dedi.
    Müslümanların Sadakât İmtihanı
    Sahabîler, çok arzuladıkları halde, Kâbe-i Muazzamayı ziyaret ve tavaftan alıkonmuşlardı. Bunun yanında Hz. Resûlullah anlaşma ile, görünüşte aleyhlerinde olan bir takım ağır hükümleri de kabul etmiş ve altına imza atmıştı. Sebep ve hikmetlerine gereği gibi nüfuz edemediklerinden dolayı bu durum, son derece Sahabîlerin güçlerine gitti. Manen rahatsızlık duydukları, hal ve davranışlarından belli oluyordu.
    Kendi âleminde, böylesine ağır şartlara evet dememin bir türlü izahını bulamayan Hz. Ömer, huzura varmadan edemedi. Peygamberimize, "Sen Allah'ın hak peygamberi değil misin?" diye sordu.
    Resûl-i Ekrem, "Evet, ben Allah'ın peygamberiyim" buyurdu. Sonra da aralarında şöyle bir konuşma oldu:
    "Biz Müslümanlar hak, düşmanlarımız olan müşrikler ise bâtıl üzere bulunmuyorlar mı?"
    "Evet, öyledir."
    "Bu halde dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?"
    "Ey Hattab'ın oğlu, ben Allah'ın kulu ve Resûlüyüm. Allah'ın emirlerine aykırı harekette bulunamam. Bu muâhede maddelerini kabul etmekle de Allah'a isyan etmiş değilim. O, beni hiçbir zaman zarara uğratmayacaktır."
    "Sen bize Allah'ın nusret buyuracağını, gidip Kâbe'yi hep beraber tavaf edeceğimizi va'd etmiş değil miydin?"
    "Evet, vaad etmiştim. Ancak, bu yıl gidip tavaf edeceğimizi söylemiş miydim?"
    "Hayır."
    "O halde tekrar ediyorum: Sen muhakkak Mekke'ye gidecek ve Kâbe'yi tavaf edeceksin."236
    Hz. Ömer'in, Hz. Ebû Bekir'le Konuşması
    Hz. Ömer, buna rağmen iç âleminde kabarmış duygularını teskin edemiyordu.
    Bu sefer Hz. Ebû Bekir'in yanına gitti. Onunla da aralarında şu konuşma oldu:
    "Ey Ebû Bekir, bu zât, Allah'ın hak peygamberi değil midir?"
    "Evet, o Allah'ın hak peygamberidir."
    "Peki biz Müslümanlar hak üzere, düşmanlarımız ise bâtıl üzere değiller mi?"
    "Evet, bizler hak üzereyiz, düşmanlarımız ise batıl üzeredirler!"
    "O halde, dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?"
    "Ey Ömer, o, Allah'ın Resûlüdür. Bu muâhedeyi yapmakta Rabbine asî olmuş değildir. Allah onun yardımcısıdır. Sen, onun emrine itaat et!"
    "O, bize Medine'de; 'Beyt-i Şerife varacağız, tavaf edeceğiz' demedi mi?"
    "Evet, ama, sana, 'Beytullaha bu yıl gidecek ve tavaf edeceksin' diye mi haber verdi?"
    "Hayır."
    "Sen, muhakkak, yakın bir zamanda Beytullaha gidecek ve onu tavaf edeceksin" dedi.237
    Hz. Ömer'in İtiraf Ve Nedâmeti
    Hz. Ömer, o günkü halet-i ruhiyesini ve sonradan duyduğu nedâmeti şöyle anlatır:
    "Ben, hiç bir zaman o günkü gibi bir musibete uğramadım. Peygambere hiçbir zaman başvurmadığım bir biçimde başvurmuştum. Eğer o gün, kendi görüşümde bir topluluk bulsaydım, bu musalaha ve muâhede yüzünden hemen bunların içinden ayrılır, onların yanına varırdım.
    "Nihayet, Allahü Teâla, işin sonunu hayır ve rahmet kıldı. Resûlullah ise, işin böyle olacağını çok iyi biliyormuş.
    "O gün, Resûlullaha (a.s.m.) karşı sarfetmiş olduğum sözlerimden duyduğum korkudan dolayı neticenin hayır olmasını ümit ederek oruçlar tutmaktan, sadakalar vermekten, namazlar kılmaktan ve köleler azâd etmekten geri durmadım."238
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, muâhede ve musalaha işini bitirdikten sonra, Sahabîlere, "Artık kalkınız, kurbanlıklarımızı kesip sonra başlarınızı tıraş ediniz" diye seslendi.239
    Ne var ki, Hz. Resûlullaha sonsuz hürmet ve muhabbetlerine rağmen Sahabîlerin hiçbirinde bu emir karşısında bir hareket görülmedi. Peygamber Efendimiz, emrini ikinci bir kez tekrarlamak zorunda kaldı:
    "Kalkınız, kurbanlıklarınızı kesip, sonra başlarınızı tıraş ediniz."
    Fakat, Sahabîler aynı şekilde sanki bu emri duymamış gibi davranıyor, kurban kesme ve tıraş olma işine başlamıyorlardı. Resûl-i Ekrem emrini üçüncü kere tekrarladı:
    "Kalkınız, kurbanlıklarınızı kesip, sonra başlarınızı tıraş ediniz"240 buyurdu.
    Yine Sahabîlerden bu konuda bir hareket görülmedi. Emrini üç kere tekrarlamasına rağmen, Ashabdan kimsenin kalkmadığını gören Hz.Fahr-i Âlem, dönüp hanımı Hz. Ümmü Seleme'nin yanına gitti.
    "Ey Ümmü Seleme! Nedir şu halkın tutumu? Onlara; kurbanlıklarınızı kesiniz, başlarınızı tıraş ediniz diye tekrar tekrar söylüyorum. Fakat hiç biri emrime icabet etmiyor" diyerek Sahabîlerin bu durumundan şikâyet etti.241
    Müstesna zekâ ve fazilet sahibi olan Hz. Ümmü Seleme şöyle dedi:
    "Yâ Nebiyyallah! Bu işi yapmak istiyor musunuz? O halde şimdi dışarı çıkınız, sonra kurbanlık develerini kesinceye ve berberini çağırıp o seni tıraş edinceye kadar Ashabdan hiçbirisine bir kelime bile söylemeyin. Çünkü, sen kurbanını kesecek ve tıraş olacak olursan, halk da öyle yapar."242
    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.), dışarı çıktı. Hiç kimseyle görüşmeden ve hiç kimseye birşey söylemeden, ihramını sağ koltuğu altından çıkarıp sol omuzuna attı. Kurbanlık develerini kesti. Ve berberi Huzaâlı Hıraş bin Ümeyye'yi çağırıp tıraş oldu.243
    Bunu gören Sahabîler de derhal kurbanlık develerini kesmeye ve başlarını tıraş ettirmeye başladılar. Hz. Ümmü Seleme der ki: "Kurbanlıklara öylesine koştular, öylesine yığıldılar ki, neredeyse birbirlerine ezeceklerdi."244
    Sahabîlerin, Resûlullaha muhalefet etmek için tekrarlanan emrini yerine getirmeyip bekledikleri elbette söylenemez. Belki onlar, çok ağır buldukları muâhede ve musalaha hükümlerinin vahiy ile ortadan kaldırılacağını düşünüyor ve bu vahiy ile Peygamber Efendimizin (a.s.m.), verdiği emirden vazgeçeceğini umuyorlardı. En azından, umre amellerini tamamlayabilmek için Mekke'ye girmelerinin temin edilebileceğini ümit ediyorlardı. Bunun gerçekleşmesi için de bekliyorlardı. Nitekim, bu hususta herhangi bir vahyin inmediğini ve Hz. Resûlullahın da kurbanlık develerini kesip, mübârek başlarını tıraş ettirdiğini görünce, onların da Resûl-i Kibriyâya (a.s.m.), muhalefet etmiş duruma düşmemek için süratle kurbanlık develerini kesmeye ve başlarını tıraş ettirmeye başladıkları görülüyordu.
    Bu hadiseden, Ayrıca Hz. Ümmü Seleme'nin de müstesna bir zekâ ve fazilete sahip olduğunu anlıyoruz. Hattâ, "Ümmü Seleme'nin Hudeybiye'de gösterdiği dirâyet ve fetâneti İslâm tarihinde hiç bir kadın göstermemiştir"245 denilmiştir.
    Peygamberimizin Duâ Etmesi
    Sahabîlerden bir kısmı başını kazıttırıyor, kimisi de kısaltıyordu. Bunu gören Efendimiz, "Allah başlarını kazıttıranlara rahmet etsin"246 diye duâ etti.
    Saçlarını kısalttıran Sahabîler bu duâ karşısında bir an tereddüt geçirdiler. Aynı duâyı kendilerine de yapmalarını Efendimizden rica ettiler.
    Peygamberimiz yine, "Allah başlarını kazıttıranlara rahmet etsin" diye duâ etti.
    Sahabîler üçüncü kere, "Yâ Resûlallah! Kırptıran, kısalttıranlara da duâ et" deyince, Resûl-i Ekrem, "Allah saçlarını kırptıran, kısalttıranlara da rahmet etsin"247 diyerek onları da duâsının içine dahil etti.
    Sahabîler, "Yâ Resûlallah! Neden saçlarını kırptıran, kısalttıranları hariç tutup, saçlarını kazıttıranlara rahmet diledin?" diye sordular.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, cevaben şöyle buyurdu:"Çünkü, saçlarını kazıttıranlar, emre tam uyup diğerleri gibi şüpheye düşmediler."248
    Sahabîler tıraş olduktan sonra, Allah tarafından estirilen bir rüzgâr, saçlarını Harem-i Şerife doğru uçurup götürdü. Onlar bunu umrelerinin kabulüne bir işâret sayarak birbirlerine müjdelediler.
    Hudeybiye'den Ayrılış
    Server-i Kâinat Efendimiz, Ashabıyla birlikte yirmi gün kadar kaldıktan sonra Medine'ye dönmek üzere Hudeybiye'den ayrıldı.
    Ashab-ı Kiram, Kâbe-i Muazzama'yı ziyâret edemeyip döndüklerinden dolayı çok üzgün idiler.
    Bu sırada Resûl-i Kibriyâ Efendimize, Mekke ile Medine arasında bulunan Kürâü'l-Gamîm mevkiinde Müslümanların yakında büyük fetihlere kavuşacaklarını müjdeleyen Fetih Sûresi nâzil oldu:
    "Biz sana apaçık bir fetih yolu açtık."249
    Cenâb-ı Hak, indirdiği aynı Sûrede, Ayrıca Server-i Kâinat Efendimizle Müslümanların kısa zaman sonra gidip Kâbe'yi tavaf edeceklerini de haber veriyor ve Resûlünün gördüğü rüyâyı tasdik ediyordu:
    "And olsun ki Allah, Resûlünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etti. İnşaallah hepiniz emniyet içinde ve saçlarınızı tıraş etmiş veya kısaltmış olarak Mescid-i Harâma gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir; onun için, Mekke'nin fethinden önce size yakın bir fetih daha ihsân etti."250
    Hz. Ömer, Medine'ye dönüşte, yol esnasındaki halet-i ruhiyesini ve Fetih Sûresinin nazil oluşunu şöyle anlatmıştır:
    "Hudeybiye'den dönerken, Resûlullahın (a.s.m.) yanında gidiyordum. Ona bir şey sordum. Bana cevap vermedi. Tekrar sordum. Yine cevap vermedi. Üçüncü kere sordum. Yine cevap vermedi.
    "Kendi kendime: 'Ey Hattab'ın oğlu! Annen seni kaybetsin de, yok olasın! Bak. Resûlullaha üç kerre sordun durdun da Resûlullah sorularına hiç bir cevap vermedi. Sen aleyhinde Kur'an'dan âyet inmesini hakettin!' dedim.
    "Aleyhimde âyet inmesinden korkarak devemi sürüp halkın tâ önüne geçtim. sanki her şey beni tutup sıkıyordu. Aradan çok geçmeden bir münadinin, 'Ey Ömer bin Hattab!' diyerek bana seslendiğini duydum. Kendi kendime, 'Ben, zaten aleyhimde âyet inmiş olmasından korkmuştum!' dedim.
    "Kalbime öylesine bir korku çökmüştü ki, onu ancak Allah bilir.
    "Hemen döndüm. Resûlullahın huzuruna vardım. Selâm verdim. Selâmıma karşılık verdi. Oldukça sevinçli idi:
    "'Ey Hattabın oğlu! Bana bu gece bir Sûre indi ki o, bana üstünde güneş doğan herşeyden daha sevgilidir' buyurduktan sonra, onu okudu:
    "Biz, gerçekten, sana apaçık bir fetih ve zafer kapısı açtık..."251
    Resûl-i Kibriyâ Efendimize Fetih Sûresinin nazil olması sırasında sâir Müslümanlar da oldukça korkuya kapılmışlardı. İnen vahyin davranışlarıyla ilgili olduğunu sanarak endişe etmişlerdi.
    Mücemmi' bin Câriye, o ânı şöyle anlatır:
    "Halk, korka korka develerinin yanına dağılmışlardı. Herkes birbirine soruyordu; 'Halka ne oluyor?' diye.
    "'Resûlullaha vahiy gelmiş' dediler.
    "Biz de, halkla birlikte korka korka Resûlullahın yanına doğru vardık. Resûlullah ayakta duruyordu. Halk etrafında toplanınca onlara "İnna fetehna leke fethan mübînâ..." diye Fetih Sûresinin âyetlerini okudu.
    "O sırada, Sahabîlerden birisi, 'Yâ Resûlallah! Bu muâhede bir fetih midir?' diye sordu.
    Resûlullah Aleyhisselâm, 'Evet, hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki bu muâhede, muhakkak bir fetihtir!' buyurdu."252
    "Hudeybiye Büyük Bir Fetih'tir"
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medine'ye doğru Ashabıyla gelirken bir Sahabînin, "Beytullahı tavaftan alıkonulmuşuz, kurbanlıklarımızın Haremde kurban edilmelerine de mani olunmuştur. Müslüman olarak da bize gelip sığınanları Resûlullah onlara geri çevirmiştir. Bu nasıl ve ne biçim fetihdir?" dediği kendisine haber verildi.
    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, "Bu, ne kötü bir sözdür" buyurduktan sonra, Hudeybiye'nin büyük bir fetih olduğunu şöylece izah etti:
    "Evet! Hudeybiye Sulhü en büyük fetihdir. Müşrikler, sizin kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuş, gidip gelirken de emniyet içinde bulunmanızı istemişlerdir.
    "Onlar şimdiye kadar hoşlanmadıkları İslâmiyeti de böylece sizlerden görecek, öğreneceklerdir. Allah, sizi, onlara galip getirecek, gittiğiniz yerden sağ salim ve kazançlı olarak geri döndürecektir! Bu ise, fetihlerin en büyüğüdür."253
    Hz. Resûlullahın böylesine kesin konuşmasından sonra Sahabîlerin de gönlüne bir ferahlık geldi. Sulhün bir fetih olduğunu şöyle itiraf ettiler:
    "Vallahi, yâ Resûlallah, bizler, bunu senin düşündüğün gibi düşünmemiştik! Muhakkak ki sen, Allah'ın emirlerini bizden daha iyi bilirsin."254
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Ashabıyla birlikte bir ay süren seferde sonra Zilhicce ayı başında Medine'ye geldi.255
    Hudeybiye Antlaşmasına Kısa Bir Bakış
    Kendilerini Kâbe'yi ziyâret ve tavafa hazırlamış olan hakikat ve doğruluğa müştak Sahabîler, maddelerin dış görünüşüne bakıp, Hudeybiye muâhede ve musalasının aleyhlerinde olduğu kanaatına varmışlardı. Fakat zamanla sulhun müsbet neticeleri görülmeye başlanınca, Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.), kararında ne kadar haklı olduğunu ve endişelerine de mahal bulunmadığını anladılar.
    Her şeyden evvel, İslâmın amânsız düşmanı olan Kureyş müşrikleri bu sulh ile İslâm devletini resmen tanımış oluyorlardı.
    Ayrıca bu sulh, diğer fetihlere de bir başlangıç olmuş, fetih kapılarının açılması için bir anahtar teşkil etmiştir. Nitekim bu sulhu, daha doğrusu bu mânevi fethi, kısa bir zaman sonra Hayber'in fethi ve ondan sonra da Mekke Fethinin takip ettiğini görüyoruz.
    Yine bu sulh sayesinde, Müslümanlar için mânevî tebliğlerini harp ve darptan uzak, emniyet ve huzur içinde yerine getirebilecek bir zemin ve imkân doğmuştur. Müslümanlarla müşrikler arasında birbirlerinin vücudunu ortadan kaldırmak için cereyan eden harpler sebebiyle kimse kimseyle temas edip görüşme imkânı bulamıyordu. Bu sulh devresiyle İslâmın ve Müslümanların işine yarayacak bu geniş imkân meydana geldi.
    Her ne kadar maddî kılıç bir müddet kınına sokulu durduysa da, Kur'anı Hakîmin parlak mânevî kılıcı ortaya çıktı, kalb ve akılları fethe başladı. Anlaşma sayesinde Müslümanlarla, müşrikler birbirleriyle serbestçe görüşme imkânı buldular. Müslümanların yaşayışlarıyla gösterdikleri İslâmın güzellikleri onları kendilerine cezbetti. Kur'an'ın sönmez nurları kavim ve kabilelerin inad ve taassublarını kırıp, mânevî hükmünü icrâ etti. Meselâ, bir harp dâhisi olan Halid bin Velid ve bir siyâset dâhisi bulunan Amr bin Âs gibi, maddî kılıçla mağlubiyeti kabul etmek istemeyen zâtlar, bu sulh sayesinde Kur'an'ın mânevî kılıcının cazibesinden kendilerini kurtaramayıp, Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak teslimiyetlerini arz etmiş, Müslüman olmuşlardır.
    Aynı şekilde sulhün tanıdığı imkân dolayısıyla Mekke'den Medine'ye, Medine'den Mekke'ye ziyâretler, ticarî münasebetler başladı. Kureyş müşrikleri Müslümanları yakından tanıma fırsatını buldular. Onların doğruluklarına, dürüstlüklerine şahid oldular. Müslümanların nasıl bir hürriyet havası içinde yaşadıklarını yakından takib ettiler. Bu arada Müslümanların telkin ve tavsiyesiyle birçok müşrik îmân dairesine girdi. Kimisi de îmân ve İslâma karşı besledikleri düşmanlıklarını yumuşatarak, imâna karşı meyil gösterdi.
    Hudeybiye Sulhundan Mekke'nin fethine kadar geçen iki sene zarfında Müslüman olanların sayısı, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamber olarak gönderilişinden sulh gününe kadar geçen yaklaşık yirmi seneye yakın zaman içinde Müslüman olanlardan çok daha fazla olmuştur. Umre maksadıyla yola çıkan Sahabîlerin sayısı bin dört yüz iken, iki sene sonra Mekke'nin fethine gidildiğinde bu sayı on bini buluyordu. Bu da, Hudeybiye Sulhunun ne kadar yerinde yapılmış bir anlaşma olduğunu açıkça göstermektedir.
    Kur'an'ın Hudeybiye Sulhunü "Feth-i Mübîn", yani apaçık bir fetih olarak tavsif etmesi de, dikkat çekicidir. Halbuki Müslümanlar, daha evvel de küçümsenmeyecek zaferler elde etmişlerdi. Fakat Kur'an'ın bunları değil de, Hudeybiye Sulhunu "Feth-i Mübîn" olarak nitelendirmesi, İslâmiyet için asıl hakiki zaferin mânevî sahada olduğu gerçeğine işaret içindi. Nitekim İmamı Zührî, buna işaretle, "İslâmda Hudeybiye Musalahasından önce, ondan daha büyük bir fetih olmamıştır"256 demiştir.
    İbni Mes'ud'un (r.a.) rivâyeti de aynı meâldedir:
    "Siz Fetih olarak Mekkenin fethini kabul ediyorsunuz. Halbuki biz, asıl fetih olarak Hudeybiye Sulhünü sayıyoruz."257
    Hudeybiye Sulhü aynı zamanda, siyasî büyük bir zaferdi. Çünkü, Hayber Yahudilerini, kuvvetli dostları olan Kureyş müşriklerinden tecrid ediyordu. Hayber Yahudileri için artık Kureyş müşrikleri yok demekti. Dolayısıyla buranın fethi de, bu sayede daha da kolaylaşıyordu. Nitekim, Resûl-i Ekrem, Medine'ye döndükten birkaç hafta sonra Hayber'in fethine muvaffak olmuştur.
    Bütün bu neticeler görüldükten sonra Hudeybiye Sulhu için Kur'an'ın, "Biz sana gerçekten açık bir zafer verdik" haber ve hükmünün ne kadar mu'cizâne ve veciz olduğu açıkça anlaşılıyordu. Bu vesileyle şu âyet-i kerimeyi de hatırlatalım:
    "Hoşunuza gitmese de, size zor da gelse, cihad üzerinize farz kılındı. Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır. Bazan da sevdiğiniz birşey sizin için şer olur. Allah herşeyi bilir, siz bilmezsiniz."258

    * İslâm ve Asr-ı Saadet tarihinin bir dönüm noktası olan bu musalahanın adını, Lügat, hadis ve fıkıh âlimleri şeddeli olarak Hudebbiyye ve şeddesiz Hudeybiye şeklinde iki türlü okumuşlardır.
    Hudeybiye, küçük bir köyün adıdır. Köyün bu ismi alması da orada Şecere Mescidi yanında bulunan bir kuyudan dolayıdır.
    Hudeybiye köyü ile Medine arasında dokuz konak, Mekke arasında da bir günlük mesafe vardır (Tecrid Tercemesi, 4:240).
    222. Sîre, 3:331; Müsned, 4:325.
    223. Sîre, 3:331.
    ** Rivayete göre, 'Bismike Allahümme' kelâmını ilk söyleyen Tâif halkının reislerinden Arabın meşhur şâiri Ümeyye bin Ebî Salt idi. Sonra bu tâbir Arapların da hoşuna gitmiş ve kitaplarının evveline yazmaya başlamışlardır.





    224. Sîre, 3:332; Müsned, 4:325.
    225. Müslim, 3:1410; Müsned, 1:342.
    226. Müslim, 3:1410; Müsned, 4:291.
    227. Müslim, 3:1411.
    228. Sîre, 3:332; Tabakât, 2:97; Müsned, 4:325; Taberî, 3:79.
    229. Tecrid-i Sarih, Tere: Kâmil Miras, 8:164.
    230. Müslim, 3:1411; Müsned, 3:268.
    231. Sîre, 3:332; Müsned, 4:325.
    232. Sîre, 3:333; Taberî, 3:79.
    233. Sîre, 3:333.
    234. Ensab, 1:221.
    235. Megazi, 2:609.
    236. Sîre, 3:331; Müsned, 4:330; Müslim, 3:1412.
    237. Sîre, 3:331; Müsned, 4:330; Müslim, 3:1412.
    238. Ravdü'l-Ünf, 6:490; Uyunü'l-Eser, 2:119.
    239. Müsned, 4:326; Buharî, 3:182.
    240. Müsned, 4:326; Buharî, 3:182.
    241. Megazî, 2:613.
    242. Müsned, 4:326; Buharî, 3:182.
    243. Sîre, 3:333.
    244. Vakidî, 2:613.
    245. Tecrid-i Sarih, Terc: Kâmil Miras, 8:171.
    246. Sîre, 3:334.
    247. A.g.e., 3:334.
    248. A.g.e., 3:334; Taberî, 3:81.
    249. Fetih Sûresi, 1.
    250. Fetih Sûresi, 27.
    251. Müsned, 1:31; Tirmizî, 5:385.
    252. Tabakât, 2:105.
    253. İnsanü'l-Uyûn, 2:715.
    254. A.g.e., 2:715.
    255. Sîre, 3:337; Tabakât, 1:258.
    256. Sîre, 3:336; Taberî, 3:81.
    257. İbn-i Kesîf, Tefsir, 4:182.
    258. Bakara Sûresi, 216.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  3. #13
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    UMRE SEFERİ




    Hicretin 6. senesi, Zilkâde ayı (Milâdî 13 Mart 628)
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir gece rüyâsında hiç bir korku ve endişe duymadan, Ashabıyla birlikte gidip Kâbe-i Muazzama'yı tavaf ettiklerini, kiminin başını kazıttığını, kiminin de saçını kısaldığını görmüştü.199
    Peygamber Efendimiz, bu rüyâsını anlatınca Ashab-ı Kiram, görülmedik bir sevinç ve heyecan izhar etmişlerdi. Zira, Muhacir Müslümanların Mekke'den Medine'ye hicretlerinin üzerinden altı yıl geçmişti. Bu altı yıl zarfında büyüklü küçüklü bir çok hadise cereyan etmişti, ama vatanlarının hasreti yine de gözlerinde tütüyordu. Doğup büyüdükleri vatanlarına bir gün tekrar kavuşacaklarını her an hayallerinde yaşıyorlardı. Hasret duydukları belde alelâde bir yer de değildi. Her gün beş vakit namazlarında yöneldikleri Kâbe-i Muazzamanın bulunduğu mübarek bir belde idi.
    Resûl-i Ekrem Efendimizin, "Siz muhakkak Mescid-i Haram'a gireceksiniz" müjdesi bu bakımdan Müslümanlar arasında büyük bir sevinçle karşılanmıştı. Hattâ, hemen o yıl gidip Kâbe-i Muazzamayı tavaf edeceklerini zannettiler ve bunu umdular.
    Peygamberimizin (a.s.m.), bu rüyâsını Kur'an-ı Kerim de bize haber verir.200
    Medine'den Hareket
    Peygamber Efendimiz, yerine Medine'de Abdullah bin Ümmi Mektum'u bıraktı. Yemen işi giydiği iki elbisesi ile Pazartesi günü yola çıktı. Kendisiyle birlikte hazırlanan Müslümanların sayısı 1400 idi Kafilede 4 de kadın vardı. Bunlardan biri Efendimizin muhterem hanımları Ümmü Seleme (r.a.) idi. Müslümanlardan sadece 200'ü atlı idi. Yanlarında yolcu silahı olan kılıçtan başka bir silah da bulunmuyordu. Onlar da kınlarında idi. Umre kafilesiyle birlikte Ayrıca kurbanlık 70 de deve vardı.201
    Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) Ashabıyla Zü'l-Huleyfe mevkiine gelmişti.
    Bu sırada Hz. Ömer huzura çıkıp, "Yâ Resûlallah! Seninle harp halinde bulunan bir kavmin üzerine silahsız ve atsız mı gireceksin? Gerektiğinde, onlarla çarpışmak için yanınıza silahlarımızı almayalım mı?" diyerek endişesini dile getirdi.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Ben, umreye niyetlenmiştim. Silah taşımak istemem" diyerek, mübârek niyetlerinin muharebe olmayıp, mücerred umre, yani Kâbe-i Muazzamayı ziyaretten ibaret olduğunu ifade buyurdu.
    Aynı endişeyi bu sefer Ensarın ileri gelenlerinden Sa'd bin Ubade Hazretleri izhar etti.
    "Yâ Resûlallah" dedi, "keşke yanımızda silah taşısaydık. Onların şüpheli bir hareketini gördüğümüz takdirde üzerlerine yürürdük."
    Peygamber Efendimizin bu Sahabîye de cevabı aynı oldu:
    "Ben, silah taşımam. Ben, sadece umreye niyetlenerek yola çıktım.202
    Zü'l-Huleyfe, Medinelilerin mîkatı, yani ihrama girme yeridir.Peygamber Efendimiz de burada öğle namazını kıldıktan sonra ihrâma girdi. Yetmiş kadar olan kurbanlık develere de işaret vurdurdu. Müslümanların bir kısmı da burada ihrama girdi.
    Peygamber Efendimiz, öğle namazını kıldıktan sonra, kıbleye döndü ve, "Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk! İnnel hamde ven'nimete leke ve'l-mülke lâ şerike leke" diyerek telbiye getirdi.
    Bu ulvî sadâ, her tarafı nuranî bir havaya büründürdü. Sahabîlerin heyecanları zirvedeydi.
    Henüz Zü'l-Huleyfe'den ayrılmamışlarken, Resûl-i Ekrem Efendimiz müşriklerin durumunu öğrenmek ve kendi geliş gayesini de bildirmek üzere Büsr bin Süfyan'ı Mekke'ye gözcü olarak gönderdi. Büsr daha önce, Medine'ye Peygamber Efendimizi ziyârete gelmişti. Efendimizin arzusu üzerine kendisiyle birlikte Mekke'ye dönüyordu.
    Kureyş Müşriklerinin Kararı
    Müşrikler, Peygamber Efendimizin kalabalık bir Sahabî topluluğu ile gelmekte olduğunu öğrenmiş ve kat'î karar almışlardı: "Muhammed ve beraberindekiler Mekke içine sokulmayacâktır." Bunun için, Halid bin Velid emrinde 200 kişilik bir süvari birliğini sür'âtle Kürâü'l-Gamim denilen mevkie göndermişlerdi. Diğer taraftan da Ahabiş kabilelerine ziyafetler vererek, herhangi bir çarpışma ihtimaline karşılık, onları yanlarına almak için bir gayretin içine girmişlerdi.
    Müşriklerin bu kat'î karar ve gayretlerini, tecessüs için gönderilen Büsr bin Süfyan gelip Usfan mevkiinde Resûl-i Ekrem Efendimize haber verdi.
    Fahr-i Kâinat Efendimiz, bu haberi alınca şöyle buyurdu:
    "Yazıklar olsun! Kureyş helâk oldu. Zaten harp, onları yiyip bitirmiştir.
    "Ne olurdu, benimle diğer Arap kabileleri arasına girmeselerdi. Beni onlarla başbaşa bıraksalardı. Onlar beni mağlûp edecek olurlarsa, zaten kendilerinin de istediği budur. Eğer Allah beni onlara galip getirecek olursa ve kendileri de isterlerse toptan İslâmiyete girerlerdi.
    "Eğer, böyle yapmazlarsa çarpışmayı göze almışlardır demektir. Heyhâyt! Kureyş müşrikleri kuvvetlerinin çok olduğunu mu zannediyor?
    "Vallahi, Allah'ın tebliği için beni göndermiş olduğu dini hâkim ve üstün kılıncaya kadar, şu başım şu gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla savaşmaktan asla çekinmeyeceğim!"203
    Kureyş müşriklerinin karşı koymak için hazırlanmaları, Peygamber Efendimizi fazlasıyla müteessir etti. Birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bile Haram Aylarda iki kardeş gibi yanyana gelip Kâbe'yi tavaf edebiliyorlardı. Müşrikler buna mani olmuyorlardı. Sadece Peygamberimiz ve Müslümanların Kâbe'yi ziyaret etmek gibi masum, ulvî, kudsî ve haklı arzusu karşısında, böylesine menfi bir tavır takınıyorlardı.
    Peygamberimizin Yol Güzergâhını Değiştirmesi
    Resûl-i Ekrem Efendimizin mübârek niyetleri sadece Kâbe-i Muazzamayı ziyaret etmekti. Bunun için herhangi bir çatışmanın çıkmasını istemiyordu. Bu sebepledir ki, Halid bin Velid kumandasında bir Kureyş süvari birliğinin Gamim mevkiine gelmiş olduğunu duyunca, Ashabına, "Halid bin Velid bir takım süvari ile birlikte gözcü olarak Gamim mevkiinde bulunuyor! Bu bakımdan siz, yolun sağ tarafını tutup gidiniz" buyurdu ve yol güzergâhını değiştirerek, Müslümanları bir başka yoldan götürdü. Halid bin Velid, İslâm ordusunu uzaktan görünce, derhal dönüp Kureyşlilere durumu haber verdi.
    Bu şartlar çerçevesinde Resûl-i Ekrem bir durum değerlendirmesi yapmak istedi. Sahabîleri toplayarak görüşlerini sordu. Onlar fikirlerini şöyle ifâde ettiler:
    "Allah ve Resûlü daha iyi bilir. Biz, ancak umre niyetiyle buraya gelmiş bulunuyoruz. Kimseyle çarpışmaya gelmedik. Ama bu niyetimizin gerçekleşmesine mani olmak isteyen çıkarsa, elbette onlarla çarpışırız."
    Sahabîlerin bu kararlılığından Peygamber Efendimiz son derece memnun oldu. "Haydi öyle ise, Allah'ın ismi ile yürüyünüz," buyurdu. Sadece Kâbe'yi ziyaret etmek gibi masum ve kudsî bir maksatla yola çıkmış Müslümanlar tekbir ve telbiyelerle Mekke'ye, Kâbe-i Muazzamaya doğru adım adım yol alıyorlardı.
    Fâhr-i Âlem Efendimiz (a.s.m.), Kasvâ adındaki devesinin üzerindeydi. Kasvâ, Mekke haremi sınırına girince çökmek istedi. Sahabîler buna mani olmaya çalıştılar. Fakat sonunda Kasvâ galip geldi ve bir adım ileri atmadan Allah'ın hikmetiyle yere çöktü. Kaldırmaya uğraştılar. Fakat bir türlü muvaffak olamadılar.
    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
    "Onun böyle bir çökme âdeti yoktur. Fakat, bir zamanlar, filin Mekke'ye girmesine mani olan, şimdi de Kasvâ'ya mani oluyor.
    "Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki Kureyş, Allah'ın Harem dahilinde yapılmasını haram kıldığı şeylere hürmeti kastederek benden ne kadar çok istekte bulunursa bulunsun, ben onu muhakkak onlara vereceğim."204
    Gerçekten Kasvâ çökmemiş olsaydı. Müslümanlar doğruca Kureyş müşriklerinin üzerine varacaklardı. Bu hal ise bir çarpışmayı kaçınılmaz duruma getirebilirdi.
    Halbuki, Müslümanlar beraberinde sadece kılıç getirmişlerdi. Sair harp silahlarından tamamıyla mahrum bulunuyorlardı. Sayıları da azdı. Buna karşılık Kureyşliler daha tedbirli ve etraftaki kabileleri de yanlarına aldıklarından sayıca daha fazla idiler.
    Bütün bunlara rağmen, elbette Müslümanlar çarpışmaktan geri durmayacaklardı. Tek bir kalb halinde çarpan bu bir avuç Müslüman, azlığı ve teçhizatsızlığına rağmen cesareti ve kahramanlığıyla ve Allah'ın da yardımıyla muzaffer de olabilirlerdi. Fakat bu durum, Harem-i Şerife karşı bir hürmetsizlik mânâsını taşıyacaktı. Peygamberimiz ve Müslümanlar ise, böyle bir şeyi asla arzu etmezlerdi.
    Ayrıca Mekke'de imanlarını gizlemekte devam eden, Müslümanların tanımadıkları kadın erkek bir çok kimse vardı. Çarpışma meydana geldiği takdirde bunlar da arada telef olabilirlerdi.
    Kaldı ki, henüz iman etmemiş olan Kureyş ileri gelenlerinden bir çok zat, yakın bir gelecekte imana gelip de İslâm dinine büyük hizmet etmeleri ve nice hayırlı evlâd yetiştirmeleri mukadderdi.
    İşte, Kasvâ'nın âdeti olmadığı halde, Allah tarafından bir ilhamla çöküvermesi bu gibi hikmet ve inceliklere bir işaretti.
    Sahabîlerin bütün gayretlerine rağmen yürümek için yerinden kımıldamayan Kasvâ, Peygamber Efendimizin şevkiyle kalkıp yürüyüverdi. Fakat, Kureyşlilere doğru gitmeyip, başka tarafa saparak Hudeybiye denilen mevkiin nihâyetindeki suyu çekilmiş bir kuyunun başına indi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Müslümanların da gelip oraya konmasını emir buyurdu.205
    On Musluklu Çeşme Gibi
    Hudeybiye'de Müslümanların yerleştiği saha susuz bir yerdi. Bu yüzden o gün susuz kalmışlardı.
    Bir ara Peygamber Efendimizin abdest ibriğinden abdest almak istediğini görünce koşuştular. Resûl-i Ekrem, "Ne oluyor, size?" diye sordu.
    "Mahvolduk yâ Resûlallah!" dediler. "Yanımızda senin ibriğindeki sudan başka ne içecek, ne de abdest alacak su var."
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, elini ibriğin üzerine koydu, "Alınız, Bismillah" buyurdu.
    O anda çeşmelerden su akarcasına, mübârek parmaklarının arasından sular fışkırmaya başladı. Müslümanlar, o sudan doya doya içtiler, abdest aldılar ve su kırbalarını ağzına kadar doldurdular.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bu mucizesini anlatan Câbir bin Abdullah Hazretlerine sonradan, "Kaç kişi idiniz?" diye sorulunca şu cevabı vermişti:
    "Eğer, yüzbin kişi olsaydık, yine kâfi gelecekti. Fakat biz, bin beş yüz kadar idik."206
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ashabıyla Hudeybiye'de bulunurken Huzaa Kabilesi reisi Büdeyl ibni Verkâ, kabilesinden birkaç kişi ile çıkıp huzura geldi. Tihâme kabilelerinden olan Huzaalılar, Cahiliye Devrinde bir husustan dolayı Peygamberimizin mensub olduğu Benî Haşim ile ittifak etmişlerdi. İslâmiyetin zuhurundan sonra da bu anlaşmaya sadakat göstererek, Peygamber Efendimize taraftarlık göstermekten geri durmuyorlardı. Müslüman olsun, müşrik olsun hepsi Kureyş'in hal ve hareketlerine dair Mekke'de olup bitenleri Peygamber Efendimize gizlice haber verirlerdi.
    Peygamberimizin huzuruna çıkan Büdeyl, "Kureyşliler seninle çarpışmaya and içmişlerdir. Beytullahı ziyâret etmene asla müsâade etmeyeceklerdir" dedi.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz geliş maksadını tekrarladı. Şöyle buyurdu:
    "Biz, buraya herhangi bir kimse ile çarpışmak için gelmedik. Maksadımız, umre yapmak, Beytullah'ı tavaf ve ziyâret etmektir.
    "Harpler, Kureyş'i fazlasıyla yıpratmış, güçsüz hale getirmiş ve bir çok zararlara uğratmıştır. Şayet arzu ederlerse, yine kendilerine bir mütâreke müddeti tayin edeyim. Bu müddet zarfında, benden taraf emniyet içinde bulunsunlar.
    "Kendileri, benimle sâir halklar arasına girmesinler. Beni onlarla başbaşa bıraksınlar. Eğer ben, o topluluklara galip gelir ve onlar İslâm dinine girerlerse ve eğer, Kureyş müşrikleri de, o toplulukların girdikleri dine girmeyi isterlerse girebilirler.
    "Şayet ben, zannettikleri gibi, diğer topluluklara galip gelemezsem, o zaman kendileri de rahata kavuşmuş ve kuvvet kazanmış olurlar.
    "Eğer, Kureyş müşrikleri bunları kabul etmez ve benimle çarpışmaya kalkışırsa, varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, şu tebliğ ettiğim din uğrunda başım gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla çarpışacağım! O zaman Allah'da, bana yardım edeceği hakkındaki vâdini muhakkak yerine getirecektir."207
    Büdeyl, "Ben, senin söylediklerini Kureyşlilere ulaştırırım" diyerek Peygamberimizin yanından ayrıldı.
    Büdeyl, adamlarıyla Mekke'ye dönüp durumu Kureyşlilere bildirmek istediyse de onlar önce, "Bizim, ondan gelecek bir habere ihtiyacımız yoktur! Onun bilmesini istediğimiz tek şey vardır: Bizden tek kişi sağ kalıncaya kadar o Mekke'ye giremeyecektir!" dediler.
    Sonra büyükleri olan Urve bin Mes'ud araya girdi, "Siz ne diye Büdeyl ve arkadaşlarını dinlemek istemiyorsunuz? Dinleyiniz! Söyleyeceği şey hoşunuza giderse kabul edersiniz, hoşunuza gitmezse reddedersiniz!" dedi.
    Bunun üzerine Büdeyl'i dinlediler. Büdeyl, Peygamber Efendimizin geliş maksadını ve yaptığı mütâreke teklifini anlattı.208
    Kureyş Elçisi Peygamberimizin Huzurunda
    Kureyşin ileri gelenlerinden biri olan Urve bin Mes'ud Büdeyl'in sözlerini yerinde buldu ve onlara şu teklifte bulundu:
    "Doğrusu, Büdeyl size doğruluk ve sulh yolunu göstermek üzere gelmiştir. Siz, onun tekliflerini kabul ediniz. Benim de gidip onunla konuşmama, görüşmeme izin veriniz" dedi.
    Kureyş müşrikleri bu sözlerden hoşlanmadılar, "Muhammed'e git! Fakat, kendi görüşünü gelip bize haber verme" diyerek Urve'yi azarladılar.
    Buna rağmen Urve, çıkıp Peygamberimizin yanına geldi. Müşriklerin hazırlıklarını, Hudeybiye suyu başında beklediklerini ve hiçbir kimseyi Mekke'ye sokmamaya kararlı olduklarını tekrarladı.
    Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
    "Ey Urve! Allah için söyle. Şu kurbanlık develerin kurban edilmelerine, şu Beytullahı ziyâret ve tavafa engel olunur mu?
    "Biz çarpışmak için gelmedik. Niyet ettiğimiz umremizi ifâ etmek ve kurbanlık develerimizi kurban etmek arzusundayız.
    "Sen, benim âile halkım olan kavmime şunu haber ver: Harp onları yiyip bitirmiştir. Kendileri, aramızda mütâreke ve savaşmaya ara vermek için bir müddet tayin etsinler. Bir de benimle Beytullah arasından çekilsinler. Bıraksınlar umremizi yapalım, kurbanlarımızı keselim.
    "Aksi takdirde, yemin ederim ki, Allahü Taâla şu İslâm dinini yeryüzünde yayacağı hakkındaki va'dini yerine getirinceye ve benim de başım gövdemden ayrılıncaya kadar, onlarla, çarpışmaktan asla vazgeçmeyeceğim."209
    Urve bin Mes'ud, bir taraftan Peygamberimizle konuşuyor, diğer taraftan Sahabîlerin Resûl-i Ekreme karşı davranış ve hareket tarzlarını göz ucuyla süzüyordu. Ashabın Peygamberimize karşı son derece hürmetkâr ve kendisine teslimiyet içinde hareket edişlerine hayran kalmıştı.
    Kureyş müşriklerinin yanına dönünce, Efendimizin maksadını bildirdikten sonra, hayranlık duyduğu müşâhedelerini anlatmaktan da kendisini alamadı.
    "Ey kavmim!" dedi. "Ben birçok hükümdarın huzuruna elçi olarak çıkmış bir kimseyim. Vallahi, ben bunlardan hiçbir hükümdarın adamlarının onları, Ashabının Muhammed'e hürmet ettikleri, sayıp sevdikleri gibi görmedim.
    "Ashabından herhangi biri ondan izin almadan konuşmuyordu. Muhammed onlara bir şey emrettiği zaman yerine getirmek için âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı.
    "Sahabîleri onun yanında konuşurlarken seslerini alçaltıyorlardı, kendisine olan hürmetlerinden dolayı yüzüne dikkatle bakamıyorlar, gözlerini yere indiriyorlardı.
    "Ben öyle anladım ki, bu kavim hiç bir zaman onu yalnız bırakmayacak, onun bir tek kılını bile kimseye teslim etmeyecek, hiç bir kimseyi onun tenine dokundurmayacaktır. Gerisini siz düşünün.210
    Sonra da, "O, size bir sulh teklifinde bulunmuştur. Gelin bu teklifi kabul edelim" dedi.
    Urve'nin bu teklifi Kureyş ileri gelenleri tarafından hoş karşılanmadı. Hattâ kendisini böyle konuştuğundan dolayı azarladılar. Bu azardan rahatsız olan Urve, kendilerini terk edip Tâif yolunu tuttu.
    Peygamberimizin Elçisi
    Artık her iki taraf karargâh kurdukları yerde müzakereler yapıyor, birbirlerine gönderdikleri karşılıklı elçilerle tekliflerde bulunuyorlardı. Peygamber Efendimiz, geliş maksadını Kureyşlilere bildirmek üzere Huzaâlı Hiraş bin Ümeyye'yi elçi olarak gönderdi. Böylece Hıraş, Resûl-i Ekremin Kureyş müşriklerine gönderdiği ilk elçi oluyordu.211
    Hıraş bin Ümeyye, gidip Hz. Resûlullahın geliş maksadını anlattıysa da, müşrikler anlamak istemediler. Kendisine kaba davrandılar, devesini boğazladılar, hattâ kendisini öldürmeye bile kalkıştılar. Ancak araya Ahabişliler girince bu hareketlerinden vazgeçtiler. Hıraş bin Ümeyye canını zor kurtararak Peygamberimizin yanına döndü ve başından geçenleri haber verdi.
    Elçisini öldürmeye kalkıştıkları halde Resûl-i Ekrem Efendimiz üzerlerine yürümedi, teenni ile hareket etti. Onlardan yeni teklifler bekledi. Çünkü, onun maksadı kan akıtmak değildi.
    Peygamber Efendimizin bütün bu söylenenlere rağmen geri dönmediğini gören Kureyşliler, bu sefer Ahabişlerin reisi Huleys bin Alkame'yi elçi olarak gönderdiler. Efendimiz uzaktan Huleys'i tanıdı. Ashabına, "Bu gelen kurbanlıklara inanç ve saygısı olan bir kavimdendir. Kurbanlık develerin hepsini ona karşı salıveriniz de görsün"212 buyurdu.
    Müslümanlar kurbanlık develerini Huleys'e karşı sürüverdiler ve "Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk..." diyerek telbiye getirdiler.
    Bu ulvî ve ma'sum manzara karşısında Huleys'in gözleri dolu dolu oldu:
    "Sübhanallah! Bu muazzam cemaatın, Beytullahı tavaf ve ziyaretten menedilmesi ne kadar çirkin bir harekettir.
    "Kâbe'nin Rabbine andolsun ki, Kureyşliler bu yanlış tutum ve davranışları ile helâk olacaklardır! Halbuki bunlar, umre yapmaktan başka bir maksatla gelmemişlerdir" diye bağırmaktan kendini alamadı.
    Peygamber Efendimiz, Huleys'in bu sözlerini uzaktan işitti ve, "Evet, öyledir ey Benî Kinane'den olan kardeş" buyurdu.
    Huleys'in bu masum ve kudsî manzara karşısında söylenecek başka bir şeyi yoktu. Resûl-i Ekrem Efendimize olan hürmetinden dolayı, yanına gelip konuşmak bile istemedi. Doğruca Kureyşlilerin yanına döndü.
    Huleys'in ruh ve kalbini o ulvî manzara öylesine sarmış kucaklamış ve yumuşatmıştı ki, müşriklere açıkça şöyle demekten çekinmedi:
    "Ben onu Kâbe'yi tavaftan menetmemizin doğru olmayacağı fikrindeyim."213
    Ne var ki, Kureyş ileri gelenleri kendilerinden başka doğru düşünen kimsenin bulunmadığı fikrinde idiler. Huleys'in bu sözleri karşısında şaşırdılar, hattâ hiddete geldiler. "Sen nihâyet bir Arapsın. Cahilliğin ortada! Sus, bu işlere aklın ermez" diyerek hakarette bulundular.
    Bu sözler Huleys'i fenâ halde kızdırdı. Resûl-i Ekrem Efendimizi müdafaa sadedinde çekinmeden şöyle dedi: "Yemin ederim ki, ya Muhammed'in yapmak istediğine mani olunmayacak veya ben bütün Ahâbişi tek kişi bile bırakmadan alıp gideceğim."214
    Fakat, bu tehdit bile Kureyş müşriklerini inatlarından vazgeçiremedi. Binbir yalan ve dolanla tekrar Huleys'i kandırdılar ve ittifaklarının bozulmasına mani oldular.
    İkinci Elçi: Hz. Osman
    Elçiler vasıtasıyla görüşmeler devam ediyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz ise, bir an evvel kat'i neticeyi elde etmek istiyordu. Geliş maksadını tekrar Kureyşlilere güzelce anlatmak için bu sefer Hz. Ömer'i göndermek istedi. Hz. Ömer mazeretini bildirdi. Şöyle dedi:
    "Yâ Resûlallah! Kureyş reisleri, benim onlara ne derece şiddetli düşman olduğumu bilirler. Korkarım, bana suikastte bulunurlar. Mekke'de kabilemden hiç kimsem yoktur ki, beni himâyesine alsın. Buna rağmen, muhakkak benim gitmemi istiyorsanız, giderim."
    Peygamber Efendimiz hiçbir şey söylemeden sustu. Bunun üzerine Hz. Ömer, "Bu iş için, Osman bin Affan gitse daha münasip olur. Zira onun Mekke'de aşiret ve akrabası çoktur" teklifinde bulundu.
    Gerçekten de Mekke'nin eşrafından olan Benî Ümeyye hep Hz. Osman'ın amcazadeleri idiler.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz Hz. Ömer'in bu teklifini kabul etti. Hz. Osman'ı yanına çağırdı. Ona şu talimatı verdi:
    "Kureyşlilere git! Biz buraya hiç kimse ile çarpışmak için gelmedik. Sadece şu Beytullahı ziyaret için gelmiş bulunuyoruz. Yanımızdaki kurbanlık develeri kesip döneceğiz, diye söyle. Sonra da onları İslâmiyete dâvet et."
    Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Ayrıca Mekke'de Müslümanlıklarını gizleyen Müslümanlarla da görüşüp onlara teselli vermesini ve Mekke'nin yakında fetholunup imanlarını gizlemeye ihtiyaç kalmayacağını da onlara haber vermesini Hz. Osman'a emretti.
    Hz. Osman, Kureyş müşriklerinin yanına vardı. Peygamber Efendimizin (a.s.m.), geliş maksadını tek tek anlattı. onları İslâma dâvet etti. Fakat bu görüşmeden de bir netice alınamadı. Müşriklerin Hz. Osman'a da cevapları menfi oldu:
    "Git! Seni gönderene söyle. O hiçbir zaman Mekke'ye girip, Kâbe'yi tavaf edemeyecektir."
    Hz. Osman'la birlikte Ayrıca on kadar muhacir Resûl-i Ekremin müsaadesiyle akrabalarını ziyaret maksadıyla gitmişlerdi. Hz. Osman'la birlikte onlar da görüştükleri Müslüman akrabalarına Mekke'nin yakında fethedileceği müjdesini vererek, onları sevindirdiler.
    Bu arada Kureyş ileri gelenleri Hz. Osman'a,'"Kâbe'yi tavaf etmek istersen, et" dediler.
    Hz. Osman, "Hayır," dedi, "Resûlullah (a.s.m.) tavaf etmedikçe, ben de etmem."
    Kureyşliler bundan rahatsız oldular. Hattâ hiddete gelerek Hz. Osman'ı bir müddet yanlarında tutup göz hapsine aldılar.
    Fakat bu durum, Peygamber Efendimize Hz. Osman ve beraberindeki muhacir Müslümanların müşrikler tarafından öldürüldükleri tarzında ulaştı.215





    199. Sîre, 3:336.
    200. Fetih Sûresi, 27.
    201. Sîre, 3:322; Tabakât, 2:95; İnsanü'l-Uyûn, 2:690.
    202. Taberî, 3:72; İnsanü'l-Uyûn, 2.689.
    203. Sîre, 3:321.
    204. Sîre, 3:324; Tabakât, 2:96.
    205. Sîre, 3:324.
    206. Tabakât, 2:98.
    207. Taberî, 3:74.
    208. A.g.e., 3:74.
    209. Müsned, 4:324; Sünen, 3:85.
    210. Sîre, 3:328; Müsned, 4:324.
    211. Sîre, 3:328; Tabakât, 2:96.
    212. Sîre, 3:324; Müsned, 4:324.
    213. Müsned, 4:324; Taberî, 3:75.
    214. Sîre, 3:326; Taberî, 3:75-76.
    215. Sîre, 3:329.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  4. #14
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    İS SEFERİ



    Hicretin 6. senesinin Cemaziyelevvel ayı. Kureyş müşriklerine âit bir ticaret kervanının Şam'dan Mekke'ye doğru gitmekte olduğu Medine'de işitildi.Peygamber Efendimiz, Kureyş müşriklerini iktisaden güç durumda bırakmak maksadıyla, Hz. Zeyd bin Hârise kumandasında yüz yetmiş kişilik bir süvari birliğini bu kervanı ele geçirmek üzere yola çıkardı.
    Mücâhidler, Îs denilen mevkide Kureyş kervanına rastgeldiler. Kervandaki mallara el koydular. Adamları da esir aldılar. Resûl-i Ekrem Efendimizin kerimesi Hz. Zeyneb'in kocası olan Ebû'l-Âs bin Rebî' de bu esirler arasındaydı.
    Mücahidler, malları ve esirleri Medine'ye getirdiler. Peygamber Efendimiz, malları mücahidler arasında taksim etti.
    Ebû'l-Âs, Hz. Zeyneb'e, "Babandan, benim için emân al" diye haber göndererek himâyesini istedi.(İbni Sa'd, Tabakât, 2:87.2)
    Hz. Zeyneb de onu himâyesi altına aldığını Müslümanlara bildirdi. Peygamber Efendimiz de kızına, "Senin himâyene aldığın kimseyi, biz de himâyemize aldık" buyurdu.(İbni Sa'd, Tabakât, 8:33; Uyûnü'l-Eser, 2:106)
    Hz. Zeyneb, Resûl-i Ekrem Efendimizden, Ebû'1-Âs'ın ganimet alınan mallarının da geri verilmesini rica etti.Resûl-i Ekrem Efendimiz de bunu mücahidlerden istedi. Mücahidler de, aldıkları malların tamamını getirip ona geri verdiler. Ebû'l-Âs, geri aldığı mallarla Mekke'ye döndü. Sahiplerine haklarını teslim etti.
    Sonra, "Ey Kureyşliler! Kimsenin bende malı veya hakkı kaldı mı?" diye sordu."Hayır" dediler, "yanında hiç bir malımız ve hakkımız kalmadı!"Başta Resûlullah olmak üzere, zevcesi Hz. Zeynep ve Müslümanlardan gördüğü alicenap muâmele karşısında Ebû'l-Âs'ın mânâ âlemi değişmişti.
    Bunu Kureyş müşriklerine de şöylece açıkladı:
    "Vallahi, yanınıza gelmeden önce, Müslüman olmamı engelleyen tek şey; 'Mallarımızı götürmek için Müslüman oldu' diye yapacağınız dedikodulardan duyduğum endişeydi.
    "Fakat, şimdi mallarınızı teslim etmiş bulunuyorum. Şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed, Allah'ın kulu ve Resûlüdür!"(İbni Sa'd, Tabakât, 8:33; İnsanü'l-Uyûn, 3:177)
    Daha sonra Ebû'l-Âs Medine'ye İslâmiyetle şereflenmiş halde döndü. Peygamber Efendimiz de yine Hz. Zeyneb'i ona verdi.




    (İbni Sa'd, Tabakât, 8:33; Üsdü'l-Gâbe, 5:237; İnsanü'l-Uyûn, 3:177)
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  5. #15
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    GÂBE-ZU KARED GAZÂSI



    Hicretin 6. senesinin Rebiülahir ayı. Ebû Zerr (r.a.), Medine-i Münevvereye üç saat mesafesi olan Gâbe Mer'asında oğlu ile birlikte Peygamber Efendimizin yirmi kadar devesini güderken, Uyeyne bin Hısne'l-Fezarî, kırk atlı ile gelip Ebû Zerr'in oğlunu şehid etmiş, develeri de alıp götürmüştü.
    Durum Peygamberimize haber verildi. Derhal baskıncıların arkasından Hz. Sa'd bin Zeyd komutasında bir süvari birliği gönderdi. Hz. Sa'd'a, "Ben, sana halk ile birlikte gelip kavuşuncaya kadar baskıncı, müşrikleri takip et" diye emretti.
    Süvari birliği yola çıktıktan sonra, Peygamber Efendimiz de Medine'de yerine Abdullah bin Ümmi Mektum'u vekil tayin ederek beş yüz kişilik bir kuvvetle Gatafan'a doğru yola çıktı. Medine'ye iki günlük mesafesi olan Zû Kared mevkiinde düşmana yetişildi. Bir kaçı öldürüldü. Develerin bir kısmı da geri alındı.(İbni Sa'd, Tabakât, 2:81-84; Müslim, 3:1438-1439)
    Resûl-i Ekrem Efendimiz etrafı araştırmak maksadıyla burada bir gün bir gece kadar bekledi. Sonra Medine'ye geri döndü.




    (İbni Sa'd, Tabakât, 2:84; Taberî, 3:62.)
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  6. #16
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    BENİ LİHYAN SEFERİ



    Hicretin 6. senesinin Rebülevvel ayı başları. Benî Lihyanlar, Hicretin dördüncü yılında Bi'ri Maûna mevkiinde kırka (veya yetmiş) yakın Müslüman mürşid ve muallimi hunharca şehid etmişlerdi. Reci' mevkiine irşad için gönderilmiş bulunan İslâm birliğini kuşatıp bir çoklarını şehid edenler de yine bu kabiledendi.(İbni Hişam, Sîre, 3:178-193; İbni Sa'd, Tabakât 2:55-56; Müsned, 2:94.)
    Peygamber Efendimiz, bu hâin kabileye haddini bildirmek için yerine Medine'de Abdullah bin Ümmi Mektum'u vekil bırakarak 200 kişilik bir kuvvetle yola çıktı. Efendimiz, Benî Lihyanları gafil avlamak istiyordu. Bu sebeple, Şam'a doğru gitmek istiyormuş gibi davrandı.
    Daha sonra yolunu değiştirerek, Benî Lihyanların konak yerlerinden olan Guran Vadisine kadar gitti.
    Âsım bin Sabit ve diğer Müslüman muallim ve mürşidler burada şehid edilmişlerdi. Efendimiz, orada onları rahmetle andı, kendileri için duâ etti.(İbni Sa'd, Tabakât, 2:79)
    Lihyanoğulları, Peygamber Efendimizin gelişini duymuşlar ve korkup dağ başlarına sığınmışlardı. Kimse yakalanamadı. Peygamber Efendimiz oradan Usfan denilen mevkie vardı. Burası Mekke'ye yakındı. Efendimizin maksadı, gelişini Mekkelilere bildirmekti. Nitekim, Mekkeliler bunu duymuşlar ve korkuya kapılmışlardı.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, on dört gece sonra tekrar Medine'ye döndü.





    (İbni Hişam, Sîre, 3:293; İbni Sa'd, Tabakât, 2:79.)
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  7. #17
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    KURATA SEFERİ




    Hicretin 6. senesi, Muharrem ayı. Bu tarihte, Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Ashabdan Muhammed bin Mesleme Hazretlerinin kumandasında otuz kişilik bir süvari birliğini Necid diyarında bulunan Bekir bin Kilâboğulları üzerine gönderdi.
    Mücahidler, bu kabileye ait Şerebbe mevkiine vardıklarında Benî Muharipten bir toplulukla karşılaştılar. Aralarında bir çatışma vuku buldu. Muhariboğullarından bazıları öldürüldü. Sağ kalanlar ise kaçtılar. Mücahidler, onların geride kalan çoluk çocuklarına ise dokunmadılar.
    Daha sonra mücahidler Benî Bekirlerin bulunduğu yere kadar ilerlediler. Âniden baskında bulunarak on kadar adamlarını öldürdüler. Bir kısım davar ve develerini de ganimet olarak aldılar. Muhariplerle Benî Bekirlerden alınan ganimet mallar, yüz elli deve ile üç bin davarı buluyordu.Birlik kumandanı Muhammed bin Mesleme (r.a.) bunların beşte birini Peygamber Efendimiz için ayırdı. Geri kalanını ise mücahidlere bölüştürdü.
    Mücahidler Medine'ye dönerken yolda Benî Hanife Kabilesinden Sümâme bin Üsal'i yakaladılar. Sümâme Mekke'ye umre yapmaya gidiyordu.Müslüman süvari birliği, Muharrem ayının son gecesinde Medine'ye döndü.(İbni Sa'd, Tabakât, 2:78.)
    Mücahidler tarafından esir alınan Sümâme bin Üsâl, Yemâme halkının ileri gelenlerindendi. Bir ara, Peygamber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırma teşebbüsüne geçmiş ise de, amcası onu bu cinayeti işlemekten alıkoymuştu. Resûl-i Ekrem Efendimiz de, bunun üzerine Sümâme'nin kanının dökülmesini mübâh saymıştı.(İbni Sa'd, Tabakât, 5:550)
    Sümâme'yi Peygamberimizin huzuruna getiren mücahidler onu tanımıyorlardı. Resûl-i Ekrem onlara şöyle buyurdu:
    "Kimi yakalamış olduğunuzu biliyor musunuz? Yakaladığınız bu adam, Benî Hanife Kabilesi efendisi Sümâme bin Üsal'dir. Ona iyi davranınız."
    Sahabîler, onu Mescid-i Şerifte barındırdılar.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz Mescid'e gidip Sümâme'nin yanına vardı. "Ey Sümâme, gönlünde ne var? İçinden ne geçiriyorsun?" diye sordu.
    Sümâme mahcup bir edâ içinde şu cevabı verdi:
    "Yâ Muhammed! Gönlümde hayır var! Şayet, beni öldürecek olursan, eli kanlı bir katilin hayatına son vermiş olursun. Eğer, bana iyilik eder, beni affedersen, iyiliğe karşı teşekkür eden, iyilik bilen bir kimseye iyilikte bulunmuş olursun. Eğer, hürriyetime kavuşmam için benden mal istersen, dilediğin kadar iste al."
    Peygamber Efendimiz, başka bir şey demeden yanından ayrıldı. Daha sonra iki gün üstüste Peygamber Efendimiz Sümâme'ye aynı suali sordu. Sümâme aynı cevabı verince Ashabına,
    "Sümâme'yi serbest bırakınız" diye emrederek onu kurtuluş fidyesi almaksızın serbest bıraktı.
    Hiç beklemediği bu alicenap davranış karşısında Sümâme'nin gönül âlemi birden nurlandı. Hemen orada kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.(İbni Hişam, Sîre, 4:287-288; Müslim, 3:1386.)
    Müslüman olan Sümâme Peygamberimizin müsâadesiyle niyetlenmiş olduğu umresini yapmak üzere Mekke'ye gitti. "Telbiye" getirerek şehre girince, Kureyş müşrikleri Müslüman olduğunu anladılar. Yakalayıp boynunu vurmak istediler. O sırada içlerinden birisi, "Bırakınız onu! Siz, yiyecek maddesi bakımından Yemâme'ye her zaman muhtaçsınız." deyince onu serbest bıraktılar.
    Buna rağmen Sümâme onlara meydan okudu. "Vallahi," dedi, "Resûlullah müsâade etmezse size Yemame'den bir buğday tanesi bile gelmeyecektir."Gerçekten de, umresini yapıp Yemâme'ye dönen Sümâme, Yemâme halkını Kureyşlilere herhangi bir şey yükleyip göndermekten men etti.(İbni Hişam, Sîre, 4:288; İbni Sa'd, Tabakât, 5:550.)
    Yemâme halkı, Sümâme'nin emri üzerine Mekke'ye yiyecek birşey göndermeyince Kureyş müşrikleri son derece zor bir duruma girdiler. Kıtlık yüzünden olmadık şeyler yemeye başladılar.Sonunda, Resûl-i Kibriyâ Efendimize bir mektup yazmak zorunda kaldılar:
    "Sen, hem akraba haklarını gözetmeyi emretmektesin, hem de bizimle akrabalık bağlarını koparıp babaları kılıçtan geçirmekte, çocukları da açlıktan öldürmektesin.
    "Sümâme, bizim yiyeceklerimizi kesti. Son derece daraldık. Ne olur Sümâme'ye bu hususta bir mektup gönderiver."(İstiâb, 1:215.)
    Şefkat timsali Peygamber Efendimiz, onların yaptıkları bütün düşmanlık ve kötülükleri bir tarafa bırakarak, Yemâme'den Mekkelilere yiyecek satışına mani olmaması için Sümâme bin Üsal'e bir yazı gönderdi.Sümâme, Hz. Resûlullahın bu emri üzerine Mekkelilere zahire satışını serbest bıraktı.(İbni Hişam, Sîre 4:288; İstiâb, 1:215.)
    Görülüyor ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.), insan hayatına vermiş olduğu değerden dolayı, en şiddetli düşmanlarına karşı bile yiyecek içecek noktasında son derece şefkatli ve merhametli davranmıştır. Kureyş müşrikleri gibi en azgın düşmanlarının bile, açlık ve susuzlukla karşı karşıya kalıp yok olmalarına şefkat ve merhamet timsali olan mübârek gönülleri rıza gösterememiştir. Bu, onun, hayata hürmeti telkin eden en güzel davranışlarından sadece birisidir. Mübârek hayatına bu nazarla baktığımızda buna benzer bir çok hadiseye rastlarız.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  8. #18
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    BENİ KURAYZA GAZÂSI




    Hicretin 5. senesi. (Milâdî 627) Benî Kurayza Yahudilerinin Peygamber Efendimizle olan anlaşmalarına göre, Hendek Muharebesinde düşman tarafından sarılan Medine'yi Müslümanlarla elele vererek müdafaa etmeleri gerekiyordu.174 Fakat, bunu yapmadılar. Üstelik anlaşma hükümlerini hiçe sayarak, harbin en nâzik safhasında müşriklerle işbirliğine giriştiler.
    Peygamber Efendimizin tahkik ve sulh için gönderdiği heyete hakarette bulundular ve, "Resûlullah da kim oluyormuş? Muhammed'le aramızda ne ahid vardır, ne de akid" dediler. Hattâ daha da ileri giderek Peygamber Efendimiz için küstahça sözler bile sarfettiler.175
    Bununla da yetinmediler. Medine üzerine baskınlar düzenleyerek, Müslüman âile ve çocukları kılıçtan geçirme teşebbüsüne bile kalkıştılar. Bu hareketleriyle Müslümanları, harp endişesinden daha büyük bir telâş ve endişeye düşürdüler. Bu, Peygamber Efendimizin kendilerine lütufkâr davranmasına karşı açık bir nankörlük ve hıyânetti.
    Hendek Muharebesinde 10 bini bulan düşman ordusu büyük bir hezimete uğrayarak geri çekilmişti. Harpte müşrikler yanında yer alan Kurayzaoğulları da hayal kırıklığı içinde Medine'ye iki saatlik mesafede bulunan sağlam kalelerine çekilmişlerdi.
    Giriştikleri hâince hareketin farkında idiler. Bu sebeple, Resûl-i Ekremin her an üzerlerine yürümesinden endişe duyup korkuyorlardı.
    Cebrâil'in (a.s.) Getirdiği Emir
    Nitekim, Müslümanlar Medine'ye henüz yeni dönmüşlerdi ki, Cebrâil (a.s.) Resûl-i Ekreme şu emri getirdi:
    "Yâ Muhammed! Yüce Allah, sana, Benî Kurayza üzerine yürümeni emrediyor!"176
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, silahını yeni çıkarmış, temizliğini henüz bitirmişti. Derhal Hz. Bilal'i çağırtarak, bütün Müslümanlara şunu nidâ etmesini emretti:
    "İşiten ve Allah'ın emrine itaat edenler, ikindi namazını Benî Kurayza yurdunda kılsın!"177
    Bu dâveti duyan Müslümanlar da bir anda toplandılar.
    Peygamberimiz sancağı Hz. Ali'ye teslim ederek ordudan önce onu yola çıkardı. Abdullah bin Ümmi Mektûm'u ise Medine'de yerine imam bıraktı.178
    İslâm ordusu 3000 kişiden ibaretti. İçlerinde 36 süvari vardı. Ordu, Resûlullah'la olan anlaşmasını en nazik bir zamanda bozan, vatana hıyânet eden, düşmanla işbirliğine girişen Benî Kurayza Yahudilerine hak ettikleri cezayı vermek üzere yola çıkıyordu.
    Ordudan önce yola çıkarılmış olan Hz. Ali, Kurayzaoğulları kalelerine yaklaşarak, sancağı kalenin dibine dikti. Bu esnada Yahudilerden bazı nâhoş sözler duydu. Kurayzaoğulları, Peygamber Efendimiz hakkında ağır laflar ediyor, ileri geri küstahça konuşuyorlardı.
    Bu davranışlarıyla giriştikleri hâinlikten pişmanlık duymadıklarını açık açık belli ediyorlardı.
    Hz. Ali, sancağı bir başka Sahabîye teslim ederek geri döndü.Yolda Peygamber Efendimizi karşıladı. Onun bu sözleri işitip de üzülmesini istemiyordu.
    "Yâ Resûlallah," dedi, "şu şirret adamların yakınına kadar varmasan, olmaz mı?"
    Resûl-i Ekrem, "Neden?" diye sordu.
    Hz. Ali, Yahudilerden işittiği nahoş sözleri tekrarlamaktan utanıp sustu.
    Peygamber Efendimiz: "Herhalde, sen, onlardan beni üzecek birtakım sözler işitmişsindir" deyince Hz. Ali, "Evet, yâ Resûlallah" karşılığını verdi.
    O zaman Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
    "Musa Peygamber, bundan daha ağırıyla karşılaşmış, daha çok üzülmüştü.
    "Git! O Allah düşmanları, beni görecek olurlarsa, söylemiş oldukları çirkin sözlerden hiçbirini söyleyemeyeceklerdir!"179
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahidlerle Benî Kurayza Yahudilerinin kalelerinin dibine kadar vardı. Oradan Yahudi ileri gelenlerinin isimlerini birer birer zikrederek onlara şöyle seslendi:
    "Ey Allah'ın gazabına uğrayarak maymuna çevrilmiş olanların kardeşleri! Allah sizi hor, hakîr kıldı mı ve belâsını, cezasını üzerinize indirdi mi? Demek siz bana kötü söz söylediniz öyle mi?"
    Yahudi ileri gelenleri süt dökmüş kediye dönmüşlerdi:
    "Yâ Ebâ'l-Kasım! Sen, sözünü bilmezlerden değilsin! Musâ'ya indirilmiş olan Tevrat'a yemin ederiz ki, biz sana hiçbir kötü laf sarfetmedik" diyerek söylediklerini inkâr ettiler.180
    Benî Kurayzalıların Muhasaraya Alınması
    Benî Kurayza Yahudileri, cürüm üzerine cürüm işlediler. Peygamber Efendimiz ve mücahidleri iyi bir şekilde karşılamak yerine, onlar hakkında ileri geri konuştular, söylenmeyecek laflar ettiler. Bu, onların teslim olmayıp mukavemet edeceklerinin ifadesi idi.
    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, önce mücahidlere onları oka tutmalarını emretti. Mücahidler onlara ok yağdırmaya başladılar. Kurayzaoğulları da kalelerinden Müslümanların üzerine en şiddetli bir şekilde ok yağdırıyorlardı. Böylece, Kurayzaoğulları muhasara altına alınmış oluyorlardı.
    Görünüşte Hz. Resûlullah ve Müslümanların yanında bulunan, hakikatta ise daima İslâm düşmanlarıyla gizliden gizliye işbirliği yapan münafıklar, muhasara esnasında Kurayzaoğullarına gizlice şu haberi gönderdiler:
    "Sizler teslim olmayınız! Medine'den çıkıp gidin deseler de, çıkıp gitmeyiniz!
    "Onların istediklerini kabul etmeyip çarpışmayı sürdürürseniz, biz size hem canımız hem silahlarımızla yardıma söz veriyoruz."
    Haliyle gizlice gelen bu haber Kurayzaoğullarına bir cesaret verdi. Karşı koymaya devam ettiler.
    Peygamber Efendimiz (a.s.m.), herşeye rağmen muhasarayı kaldırmıyordu. Müslümanları da cihâda ve sıkıntılara katlanmaya teşvik edici konuşmalar yapıyordu.
    Benî Kurayzalılar, muhasaranın uzadığını görünce, sıkılmaya başladılar. Münafıklardan da herhangi bir yardım gelmeyince bütün bütün maneviyatları sarsıldı. Büyük bir korkuya kapıldılar. Bunun üzerine görüşme isteğinde bulundular. Resûl-i Ekrem Efendimiz istediklerini kabul etti.
    Peygamber Efendimizle görüşmek ve konuşmak üzere içlerinden Nabbaş bin Kays'ı gönderdiler. Nabbaş, "Yâ Muhammed!" dedi, "Benî Nadir Yahudilerinin teslim olmalarındaki gibi kanımızı dökme, mal ve silahlar senin olsun! Kadınlarımız ve çocuklarımızı alıp memleketinden çıkıp gidelim. Her cins silah hariç olmak üzere, her âile için bir devenin taşıyabileceği gerekli eşyayı götürmemize müsâade et!"
    Peygamber Efendimiz, "Hayır, bu teklifi kabul edemem" buyurdu.
    Nabbaş ikinci olarak şu teklifi yaptı:
    "Öyle ise kanımızı bize bağışla. Sadece kadınlarımızı ve çocuklarımızı alıp gidelim. malları olduğu gibi bırakalım!"
    Peygamber Efendimiz, "Hayır," dedi, "kayıtsız, şartsız, benim hükmüme itaat edip teslim olmaktan başka hiçbir çareniz yoktur!"
    Nabbaş, me'yus ve perişan bir halde, kavminin yanına döndü. Olup bitenleri olduğu gibi anlattı.
    Ka'b bin Esed'in Teklifleri
    Ka'b bin Esed, onların reislerinden biri idi. Bütün bu olup bitenlerden sonra durumu açık seçik anlamıştı.
    "Ey Yahudi topluluğu!" dedi. "Görüyorsunuz ki, bir felâketle karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz.
    "Size, üç ayrı teklifim olacak. Onlardan istediğinizi kabul edebilirsiniz.
    "Benî Kurayzalılar merakla, "Nedir o tekliflerin?" diye sordular. Ka'b tekliflerini sıralamaya başladı:
    "Birinci teklifim: Şu adama tâbi olalım ve onun peygamberliğini kabul edelim!
    "Vallahi, onun Allah tarafından gönderilmiş, kitabınızda sıfatlarını yazılı bulduğunuz peygamber olduğu sizce de malûm olmuştur.
    "Ona iman edecek olursanız, kanlarınız, mallarınız, çoluk çocuğunuz kurtulmuş olur!
    "Ona tâbi olmayışımızın tek sebebi, Araplara karşı duyduğumuz kıskançlık ve onun İsrailoğullarından gelen bir peygamber olmayışıdır! Halbuki bu, Allah'ın bileceği bir iştir.
    "İbni Hıraş'ın yanınıza geldiği zaman size söylediği şeyleri hatırlamıyor musunuz? O, 'Ben, Şam gibi her türlü yiyeceği, içeceği bol olan bir yeri terk edip su kırbası, hurma ve arpadan başka birşeyi bulunmayan bir yere geldim' demişti.
    'Bununla başka neyi kastetmek istiyorsun?' diye sorulunca da o; 'Mekke'den bir peygamber çıkacaktır. O zaman sağ olursam ona tâbi olur ve ona yardım ederim. Eğer, benden sonra gelirse, ona karşı hîle ve aldatma yoluna başvurmaktan sakınınız! Ona tâbi olup dostları ve yardımcıları olunuz' dememiş miydi?"
    Benî Kurayza Yahudileri, "Hayır," dediler, "biz, bizden başkasına tâbi olmayız. Biz kitap sahibi bir cemâatız!"
    Kâ'b, bu teklife kimsenin yanaşmadığını görünce, ikinci teklifini yaptı:"O halde size ikinci teklifim şudur: Geliniz, çocuklarımızı ve kadınlarımızı öldürelim. Tâ ki aramızda herhangi bir ağırlık kalmış olmasın. Sonra da kılıçlarımızı sıyırıp Muhammed'le Ashabının üzerine yürüyelim. Allah, onunla aramızda kesin hükmünü verinceye kadar çarpışmaya devam edelim. Ölürsek, zaten arkamızda bıraktığımız bir nesil yok! Şayet, galip gelirsek yeniden evlenir, evlâtlar yetiştiririz."
    Kurayzaoğulları bu teklifi de uygun görmediler.
    O zaman Kâ'b, üçüncü teklifini arz etti:
    "Size üçüncü teklifim şudur: Bu gece Sebt (Cumartesi) gecesidir. Bu gece, Muhammed ve Ashabı, bizim kendilerine karşı herhangi bir harekette bulunmayacağımızdan emin ve gafil bulunabilirler.
    O halde hemen kalelerimizden aşağı inelim. Onları ansızın vurabiliriz."
    Kurayzaoğulları bu teklife de şu cevabı verdiler:
    "Biz, Sebt günü çalışma yasağını nasıl bozabiliriz. Bizden önce, Sebt (Cumartesi) gününe hürmetsizlikten dolayı maymun ve domuzlara çevrilen belli kimselerden başka, hiç kimsenin ihdas etmediği birşeyi biz nasıl ihdas edebiliriz?"
    Kâ'b'ın bütün bunlardan sonra son sözleri şunlar oldu:
    "İçinizden hiçbir kimse, doğduğundan şu âna kadar, bir gece bile tedbirli ve doğru görüşlü olarak gününü geçirmemiştir."181
    Bunların Müslüman olmasına sebep, yıllar önce kendilerini ziyaret eden İbni Heyyiban'ın konuşmasıydı.
    Aralarında bundan sonra bir kargaşalık başladı. Birbirlerine ileri geri lâflar sarfettiler. Bir taraftarı da kadınlar ve çocuklar ağlaşıp duruyorlardı. Yahudiler yaptıklarından son derece pişman oldular.
    Bu sırada iki kardeş olan Sa'lebe ile Esid bin Sâ'ye ortaya çıkıp, Kurayzaoğullarına şu nasihatta bulundular:
    "Ey Kurayzaoğulları! Vallahi, siz gayet iyi biliyorsunuz ki Muhammed Allah'ın Resûlüdür.
    "Onun vasıflarını bize hem kendi âlimlerimiz, hem de Benî Nadir âlimleri söylemişlerdir. Onlardan biri, hepimizin çok sevdiği İbni Heyyiban'dı. O öleceği sırada, bu Peygamberin sıfatlarını bize haber vermişti" dediler.
    Benî Kurayza Yahudileri, "Hayır! Bu, o gelecek peygamber değildir" diyerek hakkı bile bile inkâr ettiler.
    Fakat, Sa'yeoğulları söylediklerinden vazgeçmediler. Bu inançlarını pervasızca tekrarladılar:
    "Vallahi," dediler, "bu gelecek olan o peygamberin sıfatındandır! Allah'tan korkunuz da, ona iman ediniz!"182
    Kurayzaoğulları kıskançlıklarının esiri olmuşlardı. Peygamber Efendimizin nübüvvetini tasdik etmeye niyetli görünmüyorlardı.
    Bunun üzerine iki delikanlı olan Sa'lebe ve Esid'le amcalarının oğlu Esed bin Ubeyd kaleden inip, Müslüman oldular.183
    İbni Heyyiban Şamlı bir Yahudi idi. Âlimdi. İslâmın gelişinden iki yıl önce Benî Nadir Yahudilerine gelip misafir olmuştu.
    Aralarında bir müddet yaşadıktan sonra ölüm döşeğine düşmüştü. Vefât edeceğini anlayınca, "Ey Yahudi cemâatı! Ben, buraya ne için geldim, bilir misiniz?" diye sormuştu.
    Yahudiler, "Sen, daha iyi bilirsin" demişlerdi.
    Bunun üzerine İbni Heyyiban geliş maksadını şöyle anlatmıştı:"Ben, bu memlekete, sadece gelme zamanı çok yaklaşmış bulunan ve buraya hicret edecek olan o peygamberi görmeye geldim! Umarım ki, o çok yakında gelecek ve ben de ona tâbi olacağım.
    "Ey Yahudi cemâatı! Ona tâbi olmakta herkesten önce davranmalısınız."184
    Ölüm döşeğinde Peygamber Efendimizin geleceğini müjdeleyen İbni Heyyiban, umduğuna erme imkânı bulamadan orada hayata gözlerini yummuştu.185
    Benî Kurayza Yahudileri, yirmi beş gece süren muhasaradan sonra, başka çare kalmadığını anlayarak teslim olmayı kabul ettiler. Haklarında hüküm vermek üzere de Peygamber Efendimizden bir hakem tayin edilmesini istediler.
    Peygamberimiz, "Ashabımdan istediğinizi hakem olarak seçiniz" buyurdu.
    Kurayzaoğulları, "Biz, Sa'd bin Muaz'ın vereceği hükme göre teslim oluruz" dediler.
    Peygamber Efendimiz, "Pekâla! Sa'd bin Muaz'ın hükmüne göre teslim olunuz" buyurdu.186
    Hendek Muharebesinde yaralanan Hz. Sa'd bin Muaz o sırada tedavisine bakılması için, Mescid-i Nebevîde kurulan bir çadırda bulunuyordu. Evsli Müslümanlar, onu alıp Hz. Resûlullahın huzuruna getirdiler.
    Efendimiz şöyle buyurdu:
    "Ey Sa'd! Bunlar, senin hükmüne göre teslim olmayı kabul ettiler. Haydi, onlar hakkındaki hükmünü bana açıkla."
    Hz. Sa'd, "Yâ Resûlallah!" dedi. "Ben, iyi biliyorum ki; Allah sana, onlara yapacağın muâmele hakkında bir emir vermiştir. Sen, Allah'ın sana emrettiğini yap!"
    Peygamber Efendimiz, "Evet, öyledir! Fakat, sen de onlar hakkındaki hükmünü bana açıkla" dedi.
    Hz. Sa'd, "Yâ Resûlallah! Onlar hakkında, Allah'ın hükmüne uygun hüküm veremem diye korkuyorum" diye cevap verdi.
    Peygamberimiz ısrar etti, "Sen, onlar hakkında hükmünü ver! "187 buyurdu.
    Benî Kurayza Yahudileri, eskiden beri Evslilerin müttefikleri idiler. Bu sebeple, Hz. Sa'd onlardan söz almak istedi: "Kurayzaoğulları hakkında vereceğim hükmü kabul edeceğinize dair bana Allah'ın ahd ve misakıyla söz veriyor musunuz?" diye sordu.
    Evsliler, "Evet, söz veriyoruz" dediler.
    Hz. Sa'd, onlara hakem olması hasebiyle, Peygamber Efendimizden de bu hususu sorması gerekiyordu. O sırada Peygamber Efendimiz, bazı Sahabîlerle bir tarafta oturuyordu. Hz. Sa'd, Efendimize olan derin hürmetinden dolayı, bizzat ismini zikredip sormaktan hâyâ duydu. Yüzünü başka tarafa çevirerek, "Şurada bulunan zât da bu yolda vereceğim hükmü kabul buyuracağına dair bana, Allah'ın ahd ve misakıyla sizin gibi söz veriyor mu?" diye sordu.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Evet" diye cevap verdi.
    Bundan sonra Hz. Sa'd'ın emri üzerine Kurayzaoğulları kalelerinden indiler. Silahlarını bırakıp teslim oldular.
    Hz. Sa'd bin Muaz bütün bunlardan sonra hükmünü şöyle açıkladı:
    "Ben, onlar hakkında buluğ çağına eren erkeklerin boyunlarının vurulmasına; malların Müslümanlar arasında taksim edilmesine, çocuklarla kadınların ise esir alınmasına hükmettim."
    Peygamber Efendimiz, Hz. Sa'd'ı bu hükmünden dolayı tebrik ve takdir ederek, "Sen, onlar hakkında, Allah Teâlâ'nın yedi kat gökler üzerinde verdiği hükmüne uygun hüküm verdin" buyurdu.188
    Hakikaten de, Hz. Sa'd bin Muaz'ın Kurayzaoğulları Yahudileri hakkında verdiği hüküm, Hz. Musâ'nın şeriâtındaki hükme uygundu. Tevrat'ta bu hüküm şöyle açıklanmıştır:
    "Bir şehre harb için yaklaştığında, onu sulha dâvet edesin. Ve eğer sana sulh cevabını verip, sana kapılarını açarsa, içinde bulunan kavmim hepsi sana haraç verip, hizmet etsinler.
    "Lâkin, eğer senin ile musalaha etmeyip harp eder ise, onu muhasara edesin.
    "Ve, Allah'ın, onu senin eline teslim ettikte erkeklerin hepsini kılıçtan geçiresin.
    "Amma, kadınlar ile çocukları ve hayvanları ve bütün ganimeti, yani o şehirde bulunanların hepsini yağma edip Allah'ın sana verdiği düşmanlarının ganimetlerini yiyesin."189
    Benî Kurayza Yahudileri, Tevrat'ın bu hükmüne uygun olarak kendilerine verilen cezaya bilmecburiye rıza gösterdiler.
    Peygamber Efendimizin emriyle, büluğ çağına ermiş erkeklerin elleri bağlandı. Bütün eşyaları bir araya toplandı. Eli bağlı erkekler, mallar ve davarlar Medine'ye getirildi. Ganimetler bir eve kondu. Davarlar ise, etrafa yayılmaya bırakıldı. Daha sonra ganimetlerin beşte biri Beytü'l-Mâl'e yani devlet hazinesine tahsis olundu. Kalanı mücahidler arasında pay edildi.
    Verilen hüküm gereği erkeklerin boyunları vuruldu. Muhasara sırasında kaleden aşağıya taş bırakarak bir Sahabînin şehid olmasına sebep olan Nübâte adındaki bir kadına da kısas uygulandı.
    Bu arada birkaç kişi de affa uğradı. Bunlar, daha önce Müslümanlara bazı iyiliklerde bulunmuşlardı. İyilik gören Sahabîler, onların affını isteyince, Resûl-i Ekrem de onları affetti.
    Böylece, Medine'nin etrafı, muzır unsurlardan temizlenmiş oluyordu. Hz. Resûlullah ve Müslümanlar, bu hâdiseden sonra uzun müddet huzur ve sükûn içinde yaşadılar ve harpsiz bir devir geçirdiler.





    174. Sîre, 2:147-148.
    175. A.g.e., 3:233; Tabakât, 2:74; Müslim, 3:1389.
    176. Sîre, 3:244.
    177. A.g.e., 3:244-245; Tabakât, 2:74.
    178. Tabakât, 2:74.
    179. Sîre, 3:245; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:228; Tabakât, 2:77.
    180. Sîre, 3:245.
    181. Sîre, 3:246-247.
    182. Sîre, 3:228; İsâbe, 1:33.
    183. Sîre, 3:227-228.
    184. A.g.e., 3:228.
    185. A.g.e., 3:228.
    186. A.g.e., 3:351; Tabakât, 3:422.
    187. Tabakât, 3:424-425.
    188. Sîre, 3:251; Tabakât, 3:426; Taberî, 3:56.
    189. Tevrat: Tesniye, Bab 20X 10-15.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  9. #19
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    HENDEK SAVAŞI




    Hicretin 5. senesi, 29 Şevval. Milâdî 24 Ocak 627.
    Uhud Harbinden iki yıl sonra vuku bulan Hendek Muhârebesi, İslâmî gelişmenin önündeki engellerin büyük ölçüde bertaraf olmasında büyük rol oynamış mühim muhârebelerden biridir.
    Düşman saldırısını kolayca önlemek maksadıyla, Resûl-i Ekremin Medine etrafında hendekler kazdırması sebebiyle, Hendek Savaşı adını alan bu muhârebenin bir diğer adı da "Ahzab"dır. Bu adı, Kureyş müşrikleri ile birlikte, Yahudiler, Gatafanlar ve daha bir çok Arap kabilesi ve topluluklarının Medine üzerine yürümek için bir araya gelmiş olmalarından dolayı almıştır.
    Hatırlanacağı gibi, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Yahudî kabilelerinden biri olan Benî Nadir'i Medine'den sürmüştü. Onlar da Kuzeye giderek Hayber, Şam ve Vadi'l-Kura gibi mühim yerlere yerleşmişlerdi.
    Bunlar Medine'den kovulmuş olmanın acısını, gittikleri yerlerde Peygamberimiz ve İslâmiyet aleyhinde menfı propaganda ve tahriklerde bulunmak, civar halkını Müslümanlar aleyhine kışkırtmak suretiyle dindirmeye çalışıyorlardı.
    Benî Nadir Yahudilerinin kışkırtmaları, teşvikleri ve öncülük etmeleriyle meydana gelmesine sebep oldukları hâdiselerden biri de işte bu Hendek Muharebesidir.
    Medine üzerine topluca yürüyüp, Hz. Resûlullah ve Müslümanların vücûdunu ortadan kaldırmak fikrini bu Yahudîler ortaya attılar. Zaten, Kureyş müşrikleri de böyle bir şeyi her zaman düşünüyor ve böyle bir teşebbüse her zaman hazır bulunuyorlardı. Zira, onlar Uhud Savaşından galip çıkmalarına rağmen, İslâmî gelişmeyi durduramadıklarının, Müslümanların gittikçe çoğalmasına engel olamadıklarının ve Resûl-i Ekrem Efendimizin nüfuz sahasını genişlemesine mani olamadıklarının çok iyi farkında idi. Ticâret yollarının hemen hemen bütünü kapanmış durumdaydı.131 İktisâdî yönden kendilerini yok olmakla karşı karşıya getirecek bu duruma seyirci kalmak istemiyorlardı. Rahat hareket edebilmeleri için de, Medine'deki İslâm Devletinin nüfuzunu kırmak arzu ve emelini taşıyorlardı.
    Medine üzerine birlikte yürüyüp, Hz. Resûlullahın bayraktarlığını yaptığı iman ve İslâm hareketini yerinde boğma teklifi, daha evvel belirttiğimiz gibi Benî Nadir Yahudîlerinin liderleri durumunda olanlardan geldi.132
    Müşriklerin lideri Ebû Süfyan, "Siz bu işte samimi misiniz?" diye sordu.
    Dessas Yahudîler, "Evet," dediler, "biz Muhammed'le çarpışma hususunda sizinle anlaşalım diye geldik."
    Ebû Süfyan bundan gayet memnun oldu ve bu memnuniyetini şöyle ifade etti:
    "Öyle ise hoş geldiniz, safâ geldiniz! Muhammed'e düşmanlıkta bize yardımcı olanlar, yanımızda en sevgili, en makbul kimselerdir!"
    Sonra da samimiyetlerini ölçme babında şu teklifte bulundu:
    "Ama" dedi, "siz bizim ilâhlarımıza tapmadıkça, size pek güvenemeyeceğiz!"
    Menhus gayeleri uğrunda her türlü aşağılığı işleyen Yahudî heyeti, derhal putlar önünde secdeye vardılar.
    Böylece Medine üzerine yürüyüp, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) bayraktarlığını yaptığı imân ve İslâm hareketini yerinde boğma kararında birleşip anlaştılar.
    Yahudîlerin, bile bile hakkı gizlemeleri
    Mekke'ye gelen heyet, Yahudî âlimlerinden müteşekkildi. Müşrikler, hazır ayağa gelmişken onlardan bir hususu da öğrenmek istiyorlardı. Kendi aralarında, "Gelenler bilgi sahipleri ve ehli kitaptırlar. Biz mi, yoksa Muhammed mi daha doğru yoldadır, bunu kendilerine bir soralım" dediler.
    Bunun üzerine Ebû Süfyân, onlara, "Ey Yahudî cemâatı" dedi, "sizler, kendilerine ilk semavî kitap inmiş, ilim ehli kimselersiniz.
    "Muhammed'le anlaşamadığımız meseleyi açıklığa kavuşturunuz. Bizim yolumuz mu, onun dini mi daha hayırlıdır?"
    Aleyhlerinde olan hakkı gizlemeyi meslek edinen Yahudîler, "Allah için söylenecekse, siz hakka ondan daha yakınsınız" demekte tereddüt göstermediler.
    Bu sözler, haliyle müşrikleri fazlasıyla sevindirdi. Derhal bu kararların tahakkuku için hazırlanmaya başladılar.Yahudîlerin müşriklere söyledikleri, gerçek dışı beyanlardı. Hakkı bile bile gizliyorlardı. Bunun üzerine inen âyet-i kerimelerde meâlen şöyle buyuruldu:
    "Görmedin mi kendilerine Tevrat'tan ilim verilen o kimseleri ki, Allah'tan başka ibâdet olunan bâtıl ilâhlara ve tâğuta îmân ederler ve kâfirler için 'Bunların yolu mü'minlerin yolundan daha doğrudur' derler.
    "Onlar Allah'ın lânetlediği kimselerdir. Allah'ın lânet ettiği kimseye ise artık hiçbir yardımcı bulamazsın.
    "Sonra onlardan bir kısmı îmân etti, bir kısmı da yüz çevirdi. O yüz çevirenlere, alevli bir azap olarak Cehennem yeter."133
    Diğer Kabilelere Yapılan Dâvet
    Benî Nadir Yahudîleri, Mekkeli müşriklerden, beraber hareket etmek üzere söz aldıktan sonra Gatafanlarla da, Hayber'in bir yıllık hurma mahsûlünü kendilerine vermek şartıyla anlaştılar.134 Ayrıca civarda bulunan diğer Arap kabilelerine de propagandacılarını gönderdiler. Onları da Medine üzerine yürümek için ayaklandırdılar.
    Bu arada, harpte başrol oynayacak olan Mekkeli müşrikler de Arap kabilelerinden bazılarını harbe iştirâk ettirmek için kiraladılar. Böylece, Yahudîlerin propaganda, tahrik ve teşvikleriyle Mekkeli müşriklerden civardaki Arap kabilelerinden, Gatafanlar ve Ahabîş kabilelerinden büyük bir ordu teşkil edildi.
    Her zaman olduğu gibi hedef ve gaye tekti: Medine üzerine yürüyüp, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) vücudunu ortadan kaldırmak ve Müslümanları yok etmek!
    Adı geçen kabileler, bu menfur gaye ve hedef etrafında, Hz. Resûlullah ve İslâmiyete düşmanlık derecelerine göre toplanmışlardı.
    Kureyş müşriklerinin sayısı Ahabîş ve onlara katılan kabilelerle birlikte 4.000 idi. Yahudîlerin teşvik ve kışkırtmalarıyla bir araya gelenlerin sayısı ise 6.000'di. Böylece düşman ordusunun sayısı 10.000'i buluyordu. Müşrik ordusuna Ebû Süfyan bin Harb komuta etmekte idi. Orduda, 300 at, 100 deve vardı.2 Bunlar dışında diğer kabilelerden meydana gelen 6.000 kalabalığın at ve deve sayısı kesin bilinmemektedir. Bütün küfür birlikleri birleşince, komuta yine Ebû Süfyan'da kaldı.136
    Huzaâ kabilesi eskiden beri Resûl-i Ekrem Efendimizle dost geçinen bir kabile idi. Bu dostluğun başlangıcını Abdülmuttalib ile olan anlaşma ve ittifakları teşkil ediyordu.
    İşte, Kureyş müşriklerinin ciddi bir hazırlık içinde bulundukları hakkındaki raporu, bu kabileden bir süvari, normal olarak on iki günde alınan yolu, fevkâlade bir sür'atle tam dört günde katederek Medine'ye Peygamber Efendimize ulaştırdı.
    Haberi alan Peygamber Efendimiz, vakit geçirmeden derhal Ashab-ı Kiramı toplayarak kendileriyle istişâre etti.
    Resûl-i Ekrem, "Medine dışında düşmanla çarpışalım mı? Yoksa Medine'de kalarak müdafaa savaşı mı yapalım?" diye sordu.
    Görüşmeye sunulan bu teklifle ilgili muhtelif fikirler serdedildi.
    Bu arada Selmanı Farisî, "Yâ Resûlallah! Biz Fars toprağında düşman süvarilerinin baskınlarından korktuğumuz zamanlarda, etrafımızı hendeklerle çevirip savunurduk" diye konuştu.
    Teklif hem Hz. Resûlullah, hem Sahabîler tarafından makul karşılandı ve ittifakla şu karar alındı: Medine'de kalınacak ve şehrin etrafında hendekler kazılmak suretiyle düşman saldırısına karşı konulacak. Böylece muhasarada kalmak, açık arazide vuruşmaya tercih edildi.
    Peygamber Efendimizin böyle bir taktiği tercih etmesinin altında, harpte az insanın öldürülmesi, az kan akıtılması gibi mühim bir gaye de yatıyordu. Aslında bu, Resûl-i Ekrem Efendimizin bütün harplerde gözden uzak tutmadığı bir prensibi idi.
    Hendek Kazı İşine Başlanması
    İttifîkla şehrin dahilden müdafaasına karar verilince, hendek kazı işine Resûl-i Ekrem Efendimizin emir ve tavsiyeleri üzerine derhal başlandı. Peygamber Efendimiz, nerelerin, kimler tarafından kazılacağını bizzat tayin ve tesbit etti. Şehrin güneyinde oldukça sık bahçeler vardı. Düşmanın buradan geçebilme ihtimali çok zayıftı. Geçmeyi göze alsa dahi, yayılarak değil de, birer kol halinde geçmeye mecbur olacağından durdurulması ve bozguna uğratılması için küçük bir askeri müfreze bile kâfi gelirdi. Doğu istikametinde ise, Peygamber Efendimizle anlaşma halinde bulunan Benî Kurayza ve diğer Yahudîler ikâmet ediyorlardı. Bu sebeple hendek kazı işi, tamamen açık arazi olan şehrin kuzey tarafında yapılıyordu. Yapılan tesbitler bunu gerektiriyordu.
    Bütün Müslümanlar, hattâ az çok eli iş tutabilecek çocuklar bile canla başla hendek kazıyorlardı. Kazı işine bizzat Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) katılıyor, bir an evvel tamamlanması için Müslümanların şevk ve gayretlerini her zaman canlı tutuyordu. Gönüllü Müslümanlar, bütün gün çalışıyorlar, geceyi geçirmek için evlerine dönüyorlardı. Buna karşılık Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bir tepecik üzerinde kurdurduğu çadırında* gece gündüz kalıyordu. Hem çalışmalara bizzat katılıyor, hem de çalışanlara nezaret ediyor ve mürakabesini sürdürüyordu. Kâinatın Efendisi toza toprağa, sıcağa, açlığa aldırmadan yaptığı çalışmalarında zaman zaman Müslümanların, "Yâ Resûlallah, bizim çalışmamız kâfi gelir. Sen, ne olur çalışma da istirahat buyur" tekliflerine muhatab oluyordu. Ancak Efendimiz, "Ben de çalışarak, bu sevaba ortak olmak istiyorum" cevabını vererek gayret ve sevaba nâiliyet arzusunu dile getiriyordu.
    Zaman zaman da kazı ve zenbille toprak taşıma esnasında, Abdullah bin Revaha'nın, "Allah'ım sen bize doğru yolu göstermemiş olsaydın, biz ne sadaka verebilir, ne de namaz kılabilirdik. Üzerimize yürüyen kâfirler, bizim çekindiğimiz fitne ve fesadı yapmak istedikleri ve bizimle karşılaştıkları zaman, sen kalblerimize sabır ve sekinet indir, ayaklarımıza sebât ver!"137 meâlindeki kıt'aları terennüm ediyordu. Haliyle, bu gönüllü mücahidlerin gayretlerini artırıyordu.
    Müslümanlar bütün gün durmadan dinlenmeden kazı işine devam ediyorlardı. Resûl-i Ekrem onların bu hallerine şefkat ve merhametle bakıyor ve, "Allah'ım! Ahiret hayatından başka taleb edilecek baki bir hayat yoktur. Sen, Ensar ve Muhacirlere mağfiret eyle!" diye duâ ediyordu.
    Çalışan Müslümanlar da Hz. Resûlullahın bu samimi duasına, şu içli mukabelede bulunuyorlardı:
    "Hayatta olduğumuz müddetçe, Allah yolunda cihad etmek üzere Muhammed'e (a.s.m.) bîat etmiş kişileriz."138
    Kazı işi devam ediyordu. Bir ara, Sahabîler sert bir kayaya rastladılar. Onu parçalamaya uğraşırken balyoz, kazma kürek gibi bir sürü âletleri kırıldı. Yine de onu parçalamaya muvaffak olamadılar. Durumu, o sırada kıldan dokunmuş çadırının içinde dinlenmekte olan Resûlullah Efendimize haber verdiler:
    "Yâ Resûlallah! Karşımıza kazı esnasında ak bir kaya çıktı. Onu bir türlü parçalayamadık! Bu husustaki emriniz nedir?"
    Peygamber Efendimiz, Selman-ı Farisî'nin balyozunu aldı. "Bismillah" diyerek kayaya bir darbe indirdi. Kayanın üçte birini yerinden kopardı ve "Allahü Ekber, bana Şam'ın anahtarları verildi! Vallahi, ben şu anda Şam'ın kırmızı köşklerini görüyorum" buyurdu.
    Sonra, yine "Bismillah" deyip kayaya balyoz ile ikinci darbeyi indirdi. Kayanın üçte biri daha parçalandı. Yine, "Allahü Ekber, bana Fars'ın anahtarları verildi! Vallahi, şu anda ben, Kisra'nın Medâin şehrini ve onun beyaz köşklerini görüyorum" buyurdu.
    Ondan sonra üçüncü defa yine, "Bismillah" deyip balyoz ile vurdu. Kayanın geri kalan kısmını da yerinden kopardı.
    Yine, "Allahü Ekber, bana Yemen'in anahtarları verildi! Vallahi, şu anda ben, San'a'nın kapılarını görüyorum" buyurdu.139
    Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, haber verdiği bütün bu fetihler Hz. Ömer ile Hz. Osman zamanında bir bir gerçekleşti. Bunları gören Ebû Hüreyre (r.a.) Müslümanlara şöyle dedi:
    "Bu fetihler sizin için bir başlangıçtır. Vallahi, Allah, fethedeceğiniz veya Kıyâmete kadar fetholunacak şehirlerin hepsinin anahtarlarını önceden Muhammed'e (a.s.m.) vermiştir."140
    Orduya Verilen Ziyâfet
    Hendek kazı işini bir an evvel bitirmek için durmadan dinlenmeden çalışan Müslümanlar, doğru dürüst yiyecek bir şeyler de bulamıyorlardı. Zira, o yıl Arabistan'da şiddetli bir kıtlık ve kuraklık hüküm sürüyordu. Medine de bu kıtlık çemberinin içindeydi.
    Kazı işi devam ediyordu. Bir gün Hz. Câbir bin Abdullah evine vararak, hanımına, "Resûlullahı (a.s.m.) son derece acıkmış gördüm. Başkası olsaydı bu açlığa dayanamazdı. Evde yiyecek bir şey var mı?" diye sordu.
    Hanımı, "Vallahi, yanımda şu oğlaktan ve şu bir sa' * arpadan başka bir şey yok" dedi.
    Hz. Câbir oğlağı kesti, hanımı ise arpayı el değirmeninde öğütüp un yaptı. Eti çömleğe koydular, hamuru da mayaladılar. Et çömleğini tandıra koyup pişmeye bıraktılar.
    Hz. Câbir evinden ayrılacağı sırada hanımı, "Sakın, beni Resûlullah ve yanındakilere karşı utandırma" diyerek de yemeklerin azlığını nazara vermek istedi.
    Hz. Câbir, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yanına gitti, "Yâ Resûlallah," dedi, "azıcık yemeğim var. Yanına bir veya iki kişi al da yemeğe gidelim."
    Resûl-i Ekrem, "Yemeğin ne kadardır?" diye sordu.
    Hz. Câbir, "Bir sa' arpadan yapılmış ekmek ve kesilmiş bir oğlak" dedi.
    Bunun üzerine Efendimiz, "Hem çok, hem de güzel bir yemek" buyurdu ve ilâve etti:
    "Hanımına söyle; ben gelinceye kadar, tandırdan et çömleği ile ekmeği çıkarmasın."
    Daha sonra da, "Ey hendek halkı! Kalkınız, Câbir'in ziyafetine gideceğiz" diye seslendi. Muhacir ve Ensardan orada bulunanların hepsi kalktı.
    Hz. Câbir şaşkın şaşkın evine döndü. Hanımına, "Allah senin iyiliğini versin! Resûlullah (a.s.m.), yanındakilerin hepsiyle yemeğe geliyor. İnna lillahi ve İnna ileyhi Raciûn. Şimdi ne yapacağız?" dedi.
    Hanımı, "Resûlullah (a.s.m.), yemeğimizin ne kadar olduğunu sana sormadı mı?" diye sordu.
    Hz. Câbir, "Evet, sormuştu. Ben de söylemiştim" diye cevap verdi.Bunun üzerine hanımı, "Mahçup olacak sensin, ben değil" diye konuştu ve sordu:"Onları sen mi dâvet ettin, yoksa Resûlullah mı?"
    Hz. Câbir, "Resûlullah (a.s.m.) dâvet etti" diye cevap verince, Hanımı, "O, senden daha iyi bilir" dedi.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, kalabalık Ashabıyla Hz. Câbir'in evine geldi. Onlara, "Birbirinizi sıkıştırmadan içeri giriniz" diyerek emretti. Sahabîler onar onar içeriye girdiler.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ete ve ekmeğe bereket duâsı yaptı. Sonra Hz. Câbir'in hanımına, "Bir ekmekçi kadın çağır da seninle birlikte ekmek yapsın. Çömleğinizden de kepçe kepçe al! Sakın, çömleği tandırdan dışarı çıkarma!" dedi.
    Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, bundan sonra, mübârek elleriyle, tandırdan ekmeği çıkarıp parçaladı ve üzerine et koyarak Ashabına sunmaya başladı. Dâvetliler yiyip doyuncaya kadar ziyâfet böylece devam etti.
    Hepsi yediği halde et ve ekmekten hiçbir şey eksilmemişti. Resûl-i Ekrem, Hz. Câbir'in hanımına, "Bu kalanı da hem kendin yersin, hem de hediye edersin. Çünkü, bütün halk açlık çekiyor" buyurdu.
    Misafirlere karşı kesinlikle mahcup olacağını düşünen Hz. Câbir'in, bütün bu olanlarla ilgili şehâdeti ise şöyle idi:
    "Allah'a yemin ederim ki, gelenler bin kişi idi. Hepsi de doyup kalktılar. Buna rağmen çömleğimiz hâlâ olduğu gibi kaynamakta, hamurumuzdan da olduğu gibi ekmek yapılmakta idi. Ondan biz de yedik, konu komşuya da hediye ettik."141
    Hendek Kazı İşinin Tamamlanması
    Hendek kazı işinde Sahabîlerin gösterdikleri üstün gayret, gerçekten sadakatlarının, Allah ve Resûlüne olan bağlılıklarının en açık bir delili idi. Çalışma sırasında ihtiyaçlarını görme durumunda kaldıklarında bile Peygamber Efendimizden izin almadan işlerinin başından katiyyen ayrılmıyorlardı. Bu durum elbette Sahabîye yakışır bir fedakârlık ve feragat örneği idi. Nitekim, Cenâb-ı Hak da gönderdiği âyetlerde onların gerçek mü'minler olduklarına ve eşsiz sadakatlarına şehadet ediyordu:
    "Mü'minler Allah'a ve Resûlüne iman eden kimselerdir; Müslümanları ilgilendiren mühim bir iş için onunla beraber toplandıkları zaman, Peygamberden izin almaksızın oradan ayrılmazlar. Senden izin isteyenler, Allah'a ve Resûlüne imân etmiş olanlardır. Birtakım işleri için senden izin isteyenlerden dilediğine izin ver ve onlar için Allah'tan af dile. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."142
    Resûl-i Ekrem ve Müslümanların ciddiyetle sarıldıkları bu işi, münafıklar ise hafife alıyorlardı. Oldukça gevşek davranıyorlar, canları istediği zaman da Resûl-i Ekremden izin alma ihtiyacı bile duymadan çekip gidiyorlardı. Zaman zaman da canlarını dişlerine takarak çalışan îman, sadakat, feragat ve gayret timsali Sahabîlerle istihza ediyorlardı. Morallerini, huzurlarını bozmak için de gülüşüyorlardı.
    Cenâb-ı Hak, indirdiği âyet-i kerimelerde, onların uygun olmayan bu hareketlerinden bahsederek şöyle buyurdu:
    "Peygamberi, birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın. Sizden, birbirinizi siper ederek Resûlullahın huzurundan sıvışanları, şüphesiz Allah bilir. Onun sünnetine muhalefet edenler, başlarına bir belâ gelmesinden yahut pek acı bir azâbın kendilerine erişmesinden sakınsınlar."143
    Yorucu bir çalışma neticesinde, hendek kazı işi altı gün sürdü. Hendek beş arşın* derinliğindeydi. Genişliği ise, en namlı süvarilerin dahi kolay kolay atlayıp geçemeyeceği kadardı. Sadece bir tek yeri aceleye geldiğinden dar kalmıştı. Oradan atlılar geçebilirdi. Bu sebeple Peygamber Efendimiz orası hakkındaki endişesini şöyle açıkladı:
    "Müşriklerin buradan başka bir yerden geçip gelebileceklerinden korkmuyorum!"
    Resûl-i Ekrem, çarpışma boyunca bu dar kısmı nöbet tutturup bekletecektir.
    Ayrıca Peygamber Efendimiz (a.s.m.) hendeğin münasip kısımlarına giriş çıkış yerleri yaptırdı. Düşman gelip hendeğin önüne karargâhını kurunca, buralara nöbetçiler dikecek ve başına da Zübeyr bin Avvam Hazretlerini tayin edecektir.
    İslâm ordusu 3000 kişiden ibaretti. Bu, sayı bakımından düşman ordusunun üçte biri demekti. Sadece 36 atı vardı. Orduda biri Muhacirlerin, diğeri Ensarın olmak üzere iki sancak bulunuyordu. Muhacirlerinkini Zeyd bin Hârise, Ensarınkini ise, Sa'd bin Übâde Hazretleri taşıyordu.144
    Resûl-i Kibriyâ, karargâhını Sel' Dağı eteklerinde kurdu. Ordunun sırtı bu dağa geliyordu. Harbe katılmayan kadın ve çocuklar ise kale ve hisarlara yerleştirildi. Yiyecek maddeleri, kıymetli ve ehemmiyetli eşyalar da yine bu hisarlarda muhafaza altına alındı.
    Peygamber Efendimiz için Sel' Dağı eteğinde deriden bir çadır kuruldu. Bu çadır bugünkü Fetih Mescidinin bulunduğu yerde idi.
    Hendek, henüz yeni bitmişti ki, ovayı düşman çadırlarının kapladığı görüldü.
    Düşman, karargâhlarını Medine'nin kuzeyinde Uhud Savaşının cereyan ettiği sahada kurdu.
    Hendekle karşılaşmaları, şaşkınlıklarına sebep oldu. O âna kadar böyle bir harp plân ve taktiği görmüş değillerdi. Haliyle bu durum, daha başından itibaren morallerini sarstı.
    Halbuki onlar, Medine'yi tamamen ele geçirecekleri hayal ve ümidiyle çıkıp gelmişlerdi. Eli boş dönmeyi düşünmek bile istemiyorlardı.
    Mücahidler, on bin askerlik düşmanı görmekle asla korkmadılar ve tereddüt etmediler. Kur'an-ı Azîmüşşan onların bu halini şöyle tasvir eder:
    "Mü'minler düşman ordularını gördüklerinde, 'Allah'ın ve Resûlünün bize vaad ettiği nusret ve zafer budur. Allah da, Resûlü de doğru söylemiştir' dediler. Bu, onların ancak îmânını ve Allah'a teslimiyetini arttırmıştır."145
    Benî Kurayza'nın Anlaşmayı Bozması
    Resûl-i Ekrem Efendimiz deriden çadırında bulunuyordu. Yanında Hz. Ebû Bekir de vardı. Müslümanlar hendek kenarında düşmanı gözetlemek ve nöbet tutmakta idiler. Bu sırada Hz. Ömer, Resûlullahın huzuruna çıktı:
    "Yâ Resûlallah," dedi, "aldığım habere göre, Benî Kurayza Yahudileri anlaşmayı bozmuşlar ve düşmana yardım kararı almışlar."
    Beklenmeyen bu haber Peygamber Efendimizi oldukça müteessir etti. Halbuki, bu kabilenin reisi Ka'b ibni Esed ile anlaşması vardı. Bunun için o taraftan çok emin idi.
    Üzülen Efendimizin dudaklarından şu cümleler döküldü:
    "Hasbünallahü ve ni'melvekîl (Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir."146
    Benî Kurayza, büyük bir Yahudi kabilesi idi ve Medine-i Münevvere dışında kuvvetli kalelerde oturuyorlardı. Resûl-i Kibriyâ Efendimizle anlaşmaları vardı. Buna göre; Medine için haricî bir tehlike söz konusu olduğu zaman Müslümanlarla birlikte şehri müdafaa edeceklerdi. Ayrıca Peygamber Efendimizden habersiz de hiçbir askeri harekâtta bulunmayacak, Kureyşli müşrikleri ve onlara yardım edenleri korumayacaklardı.147
    Bu haber üzerine Peygamber Efendimiz, Zübeyr bin Avvam'ı durumu tahkik için Benî Kurayza Yahudilerinin yurduna gönderdi. Hz. Zübeyr, Kurayzaoğullarının kalelerini onardıklarını, harp tâlim ve manevraları yaptığını bizzat gördü. Gelip durumu Efendimize haber verdi. Resûlullah, bu fedakârlığı üzerine, hakkında şöyle buyurdu:
    "Her Peygamberin bir havarisi vardır. Benim havarim de Zübeyr'dir."148
    Hz. Ömer'in verdiği haber doğruydu. Benî Nadir Yahudilerinin reisi Huyeyy bin Ahtab gelip Kurayzaoğulları reisi Ka'b bin Esed'i kandırmıştı. O da anlaşmayı bozmuştu.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, durumu tekrar inceden inceye tahkik etmek ve onlara nasihatta bulunmak üzere Evs Kabilesinin lideri Sa'd bin Muaz, Hazreç Kabilesinin lideri Sa'd bin Übâde, Abdullah bin Revâha ve Havvat bin Cübeyr'i Benî Kurayza Yahudilerine şu talimatı vererek gönderdi:
    "Gidiniz, bakınız; şu kavimden bize erişen haberin doğruluğunu bir kere de siz tahkik ediniz. Eğer doğru ise, onu bana halkın anlayamadığı biçimde kapalı bir dil kullanarak bildiriniz. Ben onu anlarım. Açıkça söyleyip de halkın kalbine korku ve zaaf düşürmeyiniz. Şayet, onlar aramızdaki anlaşmaya sadık bulunuyorlarsa, bunu halka açıkça ilân edebilirsiniz."149
    Bu güzide Sahabîler Benî Kurayza Yahudilerinin yurtlarına gittiler. Anlaşmayı bozmanın çirkinliğinden bahsederek onlara nasihatta bulundular. Fakat, onlar kulak asmadılar ve anlaşmayı bozduklarını açıkça ilân ettiler. Hattâ Peygamber Efendimiz hakkında ileri geri konuşacak kadar küstahlıkta bile bulundular.
    Müslüman elçiler bu durumdan son derece rahatsız oldular. Kurayzaoğullarının öteden beri müttefiki olan Hz. Sa'd bin Muaz, "Sizinle cenk etmedikçe Allah canımı almasın" diye hiddetli hiddetli konuştu.
    Daha sonra Müslüman elçiler geri dönüp, durumu Resûl-i Kibriya Efendimize kapalı bir dille arz ettiler. Peygamber Efendimiz onlara, "Haberinizi gizli tutunuz. Ancak bilene açıklayınız. Çünkü harp, tedbirden ve aldatmaktan ibarettir" diye konuştu.150
    Artık Medine çepe çevre düşman tarafından sarılmış demekti. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerimde, bu hususa şöyle işâret buyurur:
    "O vakit düşman orduları size hem yukarıdan, hem de aşağıdan saldırmışlardı. Öyle ki, onların dehşetinden gözler yılmış, yürekler ağzına gelmişti."151
    Bu esnada Kurayzaoğulları Huyeyy bin Ahtab'ı Kureyşlilere göndererek, Medine'ye geceleyin baskında bulunmak üzere müşriklerden 100, Gatafanlardan da 100 kişi istediler.
    Onlar, bu kuvvetle birleşerek Medine kale ve hisarlarındaki kadın ve çocuklar üzerine baskın yapacaklardı.
    Bu haber Müslümanları büyük bir telâşa düşürdü. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, derhal geceleri Medine şehrini muhafaza etmek için Zeyd bir Hârise Hazretlerini 300 askerle, Seleme bin Eslem'i de 200 askerle Medine'ye gönderdi. Bu kuvvetler, gece sokaklarda devriye gezip tekbir getireceklerdi.
    Bu esnada Benî Kurayza Yahudileri bir iki baskın teşebbüsünde bulundularsa da, muvaffak olamayıp geri çekilmek zorunda kaldılar.
    Benî Kurayza'nın ikinci baskın denemesi esnasındaydı. On kadar Yahudi, Peygamber Efendimizin halası Hz. Safiyye'nin de içinde bulunduğu Hassan bin Sabit'in köşkünü ok yağmuruna tuttular. Hatta içeri girmeye kadar kalkıştılar. İçlerinden birisi köşkün kapısına kadar varıp içeri girmek istedi. Köşkte Hz. Safiyye ile birlikte birçok kadın ve çocuk da vardı.
    Hz. Safiyye, bir Yahudinin köşkün etrafında dolaşıp durduğunu görünce, kadın olduğu bilinmesin diye başına sıkıca bir tülbent bağladı. Eline bir sırık alıp köşkten aşağı indi. Köşkün kapısını usulca açtı. Adamın arkasından yavaşça varıp, sırıkla başına bir darbe indirdi. Orada işini bitirdi. Sonra da başını kesip Yahudilere doğru fırlattı.
    Bunun üzerine diğer Yahudiler korkuya kapıldılar.
    "Bize, Müslümanların, ailelerini, yanlarında adam bulundurmaksızın, kimsesiz ve yalnız bıraktıkları haber verilmişti. Halbuki öyle değilmiş" diyerek dağıldılar.
    Beş yüz civarında mücahidi Medine'ye gönderip şehri koruma altına alan Resûl-i Kibriyâ Efendimizin kendisi de geceleri, düşmanın oradan geçebileceği düşüncesiyle hendeğin en dar yerini bizzat bekliyordu.
    Hz. Âişe der ki: "Resûlullah (a.s.m.) hendekteki gediği beklemek için gidip geldiği sırada soğuktan tir tir titriyordu. Yanıma gelip biraz ısındıktan sonra, 'Ben, düşmanın oradan başka bir yerden geçip gelebileceğinden korkmuyorum. Keşke bu gece, Müslümanlardan biri, benim yerime orayı beklese' buyurdu.
    "O anda bir silah ve demir âleti şakırtısı işittim. Resûlullah (a.s.m.) 'Kim o?' diye seslendi.
    "'Sa'd bin Ebî Vakkas' diye cevap geldi.
    "Resûlullah, 'Bu gediği sana havâle ediyorum. Orayı sen bekle' buyurdu. Kendisi de uyudu."
    Münafıkların Hendekten Dağılmaları
    Münafıklar, "Evlât ve iyalimizi yalnız bırakıp da burada sefîletle beklemek akıl kârı değildir" diyerek Müslümanlara şüphe ve vesvese vermeye çalışıyorlardı.
    Bir kısmı ise bizzat Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna çıkarak, "Evlerimiz Medine'nin dışındadır. Duvarları da alçak olup düşman ve hırsızlara açıktır"152 diyerek hendekten ayrılma müsaadesi istiyorlardı. Peygamber Efendimiz bunların bir kısmına müsaade etti.
    Aslında münafıkların maksadı böyle kritik bir anda ordudan ayrılarak Müslümanların maneviyatını bozmaktı. Bu, onların her zaman başvura geldikleri bir taktikti. Nitekim, Sa'd bin Muaz Hazretleri bir kısım münafığın Hz. Resûlullahtan (a.s.m.) müsaade istediğini görünce şöyle demekten kendini alamamıştı:
    "Yâ Resûlallah! Bunlara izin verme. Vallahi, biz ne zaman bir musîbete uğrasak, sıkıntıya girsek, onlar hep böyle yaparlar."
    Sonra da müsaade isteyen bu münafık grubun yanına giderek onları şöyle azarladı:
    "Biz sizden her zaman böyle hareketler mi göreceğiz? Ne zaman bir musîbete uğrasak, bir sıkıntıyla karşı karşıya gelsek siz hep böyle yapar durursunuz."153
    Cenâb-ı Hak da, indirdiği vahiyle onların, bu müsaade istemede samimi olmadıklarını şöyle açıklıyordu:
    "Onlardan bir topluluk da, 'Ey Yesrib ahâlisi, burada tutunamazsınız; evlerinize dönün' diyordu. İçlerinden bir başka topluluk ise, 'Evlerimiz korunmasız' diyerek Peygamberden izin istiyordu; halbuki evleri korunmasız değildi. Onların firar etmekten başka bir niyeti yoktu."154
    Harbin Başlaması
    Düşman, hendek arkasında çarpışmanın bir hayli zor olacağını biliyordu. Buna rağmen bütün hazırlıklarını tamamlayarak, var kuvvetiyle hücuma geçti. Fakat hendek, işlerini tahmin ettiklerinin de üstünde güçleştiriyordu. Hendeği bir türlü geçmek imkân ve fırsatını elde edemiyorlardı. Haliyle bu da ümitsizliğe düşmelerine sebep oluyordu.
    Sonunda çarpışma uzaktan uzağa ok atışlarıyla devam etti. Fakat bu da, işin uzamasından başka birşeye yaramıyordu.
    Düşman ordusu, hücumlarından bir netice elde edemediğini görünce Müslümanları muhasara altına almaya karar verdi. Zaten başka yapacak bir şeyleri de yoktu.
    Bir ara düşman süvarilerinden bir kaçı atlarını sürüp hendeğin bahsedilen dar yerinden Müslümanlar tarafına geçmeye muvaffak oldular ve kendileriyle dövüşecek er dilediler.
    İçlerinden en meşhuru Amr bin Abdi Vedd idi. Birçok hâdiseler görüp geçirmiş, yalnız başına birçok topluluğu dağıtmış, cesur ve silahşörlükte mahir bir süvari idi. Arap kabileleri onu bir bölük süvariye denk sayarlardı. Onunla dövüşmek için fevkalâde cesaretli ve yürekli olmak gerekirdi. Bu sebeple kimse ona karşı çıkmak istemezdi.
    Amr döğüşecek er dileyince, Hz. Ali, "Yâ Resûlallah, ona karşı ben çıkayım, müsaade eder misiniz?" dedi.
    Peygamber Efendimiz, "Sen otur, yâ Ali, gelen Amr'dır" buyurdu.
    Amr, tekrar Müslümanlara meydan okudu:
    "İçinizde muharebe meydanına çıkacak er yok mudur? Hani, sizin ölülerinize tayin ettiğiniz Cennet, nerede?"
    Hz. Ali tekrar karşısına çıkmak istedi. Resûl-i Ekrem Efendimizin yine, "Yâ Ali, o Amr'dır" buyurarak izin vermedi.
    Karşısına kimsenin çıkmadığını gören Amr, bütün bütün şımardı ve iğrenç küfürler savurarak, "Er meydanına çıkacak kimse yok mu?" diye üst perdeden bağırdı.
    Hz. Ali tekrar cesaretle yerinden fırladı, "Onunla ben döğüşürüm, yâ Resûlallah!" dedi.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz yine, "Yâ Ali, o Amr'dır" buyurdu. Hz. Ali, "Amr da olsa çıkar döğüşürüm yâ Resûlallah" dedi.
    Bunun üzerine Fahr-i Alem Efendimiz, "Allah'ın Arslanı"na müsaade etti. Bizzat kendi eliyle zırhını ona giydirdi ve Zülfikâr adlı kılıcını beline bağladı. Sarığını da başına sardıktan sonra şöyle duâ etti:
    "Yâ Rab! Amcam oğlu Ubeyde Bedir'de ve amcam Hamza Uhud'da şehid oldular. Yanımda bir amcazâdem Ali kaldı. Sen, onu muhafaza eyle. Ona yardımım ihsan eyle. Beni de yalnız bırakma."155
    Hz. Ali yaya olarak imanından gelen heybede Amr'a doğru yürüdü. İki taraf da bu büyük döğüşü seyre hazır bulunuyorlardı.
    Zırha bürünen Hz. Ali'nin gözlerinden başka hiçbir tarafı görünmüyordu. Amr, "Sen kimsin?" diye sordu.
    Hz. Ali, "Ben Ali'yim" diye cevap verdi.
    Amr bu bıyıkları yeni terlemiş olan genci karşısında bulunca bir merhamet ve hafife alma tavrı takındı.
    "Amcalarından, senden başka daha yaşlı kimse yok mudur? Ben, senin kanını dökmek istemiyorum! Çünkü, baban benim dostumdu" diye konuştu.
    Hz. Ali'nin ise cevabı şu oldu:
    "Vallahi, ben, senin kanını dökmek isterim."
    Amr, bu cevaba kahkaha ile gülerek, "Bu ağızla bir kimsenin karşıma çıkacağı hatırıma bile gelmezdi" dedi.
    Hz. Ali'nin sözleri Amr'ı çileden çıkarmaya yetmişti. Kılıcını sıyırıp atıyla onun üzerine yürüdü.
    Hz. Ali, "Ben, seninle nasıl çarpışabileyim? Ben yayayım, sen atlı? Atından in de benim gibi yaya ol" diye teklifte bulundu.
    Amr derhal atından indi ve hayvanı salıverdi. Öfke dolu bakışlarla Hz. Ali'nin karşısına dikildi.
    Hz. Ali, "Ey Amr!" dedi. "Ben, senin Kureyşten bir kimse ile karşılaştığında, onun iki isteğinden birisini kabul edip yerine getireceğin hakkında Allah'a vaadde bulunduğunu işittim. doğru mudur?"
    Amr, "Evet" dedi.
    O zaman Hz. Ali, "Öyle ise, ben seni Allah'a ve Resûlüne imana dâvet ediyor ve İslâmiyeti kabule çağırıyorum!"
    Amr, "Bu, bana lâzım değil; geç bunları!" dedi.
    Bu sefer Hz. Ali, "Öyle ise," dedi, "bizimle çarpışmaktan vazgeç; yurduna dön ve buradan git."
    Amr, "Ben adayacağımı adamış ve intikam almadıkça başıma yağ ve koku sürmeyi yasaklamışımdır" diye karşılık verdi.
    O zaman Hz. Ali, "O halde vuruşmaya hazır ol!" diye kükredi.
    Amr, yine kahkaha ile güldü ve "Doğrusu ben, Araplar içinde benden korkmadan, benimle çarpışmak isteyecek böylesine bir kahraman bulunabileceğini tahmin etmemiştim" diye hayretini izhar etti.
    Sonra da ekledi:
    "Sen, henüz genç bir yiğitsin. Üstelik baban da benim dostumdu. Benimle çarpışmaktan vazgeçip dön, geri git. Seni öldürmek istemiyorum."
    Cesaret kahramanı Hz. Ali, "Ama ben, seni öldürmek istiyorum" karşılığını verdi. Hz. Ali'nin son cümlesi, Amr'ı son derece hiddetlendirmişti. Bir vuruşta Hz. Ali'nin kalkanını parçaladı. Kalkanı delen kılıç, Hz. Ali'nin alnını sıyırdı.
    Hz. Ali şimşek gibi bir hızla yana sıçradı, bu sefer sıra ondaydı.
    Amr'ın boyun köküne Zülfikârla şiddetli bir darbe indirdi. Amr'ın başı bir tarafa, gövdesi bir tarafa düştü.
    Bir anda feryad ve çığlıklar koptu. Ortalık birbirine karıştı. Hz. Ali ise, Cenâb-ı Hakkın bu muvaffakiyeti kendisine ihsan etmesinden dolayı "Allahü Ekber" diyerek tekbir getirdi. Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar da tekbir getirince bir anda her taraf tekbirlerle çınladı.
    "Kılıç Değil, El Keser!"
    O esnada, Kureyş süvari ve şâirlerinden olan Hüreyre bin Ebî Vehb, Hz. Ali ile çarpışmaya yeltendi. Fakat bir kılıç darbesi yiyince çareyi kaçmakta buldu. Bu sefer Hz. Zübeyr bin Avvam, onu takib etti. Kılıçla vurup atının eğerini kesti.
    Daha sonra Hz. Zübeyr, Nevfel bin Abdullah'ın peşine düştü. Şiddetli bir darbe ile onu yukarıdan aşağıya doğru ikiye biçti.
    Sonraları Hz. Zübeyr'e, "Senin kılıcın gibi kılıç görmedik" denilince şu cevabı verdi:
    "Onu yapan kılıç değildir, bilektir!"
    Kureyş'in diğer süvarileri dehşete kapılarak dolu dizgin kaçmaya başladılar. Hattâ Ebû Cehil'in oğlu İkrime, can havliyle kaçıp giderken mızrağını düşürmüş, onu geri dönüp almaya bile cesaret edememişti.
    Bir bölüğe bedel olarak görülen Amr bin Abdi Vedd'in mübareze meydanında düşüp kalması, Müslümanları son derece sevindirirken, müşrikleri fazlasıyla korkutup dehşete düşürdü.
    Hattâ Kureyş ordusu kumandanı Ebû Süfyan, "Bugün bizim için bir hayırlı iş yok" diyerek ye's içinde hendeğin başından çekilip karargâha gitti.
    Bir gün sonra, müşriklerin tamamı, Kurayzaoğulları Yahudileriyle birlikte her taraftan Müslümanları çepe çevre sardılar ve akşama kadar durmadan onları ok yağmuruna tuttular.
    Kıtlık yüzünden pek zayıf ve güçsüz düşmüş olan Müslümanlar, düşman sürüsünün böyle bir kara bulut gibi her taraftan sıkıştırması üzerine, bütün bütün mecalsiz kaldılar. Akşam olup düşman çekilince bir miktar nefes aldılar. Fakat, "Düşman, yarın yine böyle her taraftan şiddetli hücuma girişirse, hâlimiz ne olur?" diyerek herkeste bir endişe ve telâş vardı.
    Münafıklar Yine Sahnede
    Münafıklar zümresi, Müslümanların maruz kaldıkları bu sıkıntı ve kıtlığı fırsat bilerek, onların mâneviyatlarını bozucu telkinlerde bulunmaya başladılar:
    "Muhammed size Kayser ve Kisranın hazinelerini va'dediyor! Halbuki, şu anda hendek içinde hapsolmuşuz. Korkudan abdest bozmaya bile gidemiyoruz!
    "Va'dettiği nerede, biz nerede? Allah ve Resûlü, bize aldatıştan başka birşey va'detmiyor.
    "Kur'ânı Kerim bu hususa da işâret eder.156
    Ne var ki, münafıkların bu hâince ve dessasça telkinlerinden hiçbiri gerçek mü'minleri Hz. Resûlullahın yanından ayıramıyordu. Çünkü, onlar, Yüce Allah'ın kendilerine yardım edeceği hususundaki va'dine bütün samimiyetleriyle inanmışlardı. Allah'ın takdirine teslimiyetleri sonsuzdu. Allah ve Resûlü uğrunda her türlü musîbet ve sıkıntıya seve seve katlanıyorlardı.
    Münafıklar ise, tam tersine, Medine'yi çepe çevre saran düşman ordusunun, Kâinatın Efendisi Peygamberimizle Ashabı Kirâmın vücudlarını ortadan kaldıracağını sanıyorlardı; hattâ bunu istiyorlardı.
    Böylece bu ağır imtihanda gerçek mü'minlerle münafıklar birbirlerinden ayrılıyorlardı.
    Kur'an-ı Azimüşşanın konu ile ilgili şu âyeti ne kadar ibret vericidir:
    "Yoksa, sizden evvelkilerin başlarına gelenler sizin de başınıza gelmeden Cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle sıkıntılar ve musîbetler erişti, öyle sarsıntılara uğradılar ki, onlara gönderilen peygamber ve yanındaki mü'minler 'Allah'ın yardımı ne zaman?' diyecek hale geldiler. Haberiniz olsun, Allah'ın yardımı yakındır."157
    Düşmanda Yılgınlık
    Muhasara uzadıkça uzuyordu. Müşriklerin baskın ve hücumları her defasında Müslümanlar tarafından püskürtülüyordu. Muhasaranın uzaması, her iki tarafı da büyük sıkıntı, açlık ve soğukla karşı karşıya bırakmıştı. Mahsul, harbin başlamasından bir ay kadar önce tarlalardan toplanmış olduğu için, düşman ordusunun at ve develerinin yiyecekleri de tükenmiş, hayvanlar açlıkla karşı karşıya kalmışlardı.
    Bütün bunlar, düşman safında gevşekliğe, ümitsizliğe ve yılgınlığa sebep oldu.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, muhasaranın uzayıp gittiğini, soğuk, kıtlık ve açlığın her gün biraz daha arttığını ve Müslümanları bütün bütün sarstığını görünce, Gatafanlıların kumandanı Uyeyne bin Hısn ile Hâris bin Avf'a şu haberi gönderdi:
    "Müslümanları muhasaradan vazgeçip, yurdunuza dönüp giderseniz, Medine'nin yıllık meyve mahsulünün üçte birini veririm."
    Onlar ise, "Bize, Medine'nin yıllık hurma mahsulünün yarısı verilmelidir" dediler.
    Fakat, Peygamberimiz (a.s.m.) buna yanaşmadı. Bunun üzerine üçte bire razı oldular ve bir heyet halinde Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıkıp geldiler.
    Peygamber Efendimiz bu arada önce Ensarın reislerinden Sa'd bin Muaz ile Sa'd bin Ubade'nin görüşlerini öğrenmek istedi. Onlar önce, "Yâ Resûlallah! Bu sizin arzu ettiğiniz birşey midir? Yoksa, Allah'ın size emrettiği ve bizim de muhakkak yerine getirmemiz gereken birşey midir?" diye sordular.
    Nebiy-yi Ekrem Efendimiz şu cevabı verdi:
    "Eğer, Allah tarafından emir alsaydım, sizinle istişâre etmez, gereğini hemen yerine getirirdim. Bu, kabul edip etmemekte serbest bulunduğunuz bir görüşten ibarettir."
    Bunun üzerine Sa'd bin Muaz Hazretleri, "Yâ Resûlallah!" dedi. "Biz ve şu kavim, bir zamanlar Allah'a ortak koşar, putlara tapar, Allah'a ibadet etmez ve Onu tanımazken bile, bunlar misafirlik veya satın almak gibi durumlar dışında Medine'den tek bir hurma yemeyi ummamışlardır. Şimdi Allah, bizi İslâmla şereflendirdiği, onunla doğru yolu buldurduğu, seninle ve onunla bize kuvvet bahşettiği bir sırada mı mallarımızı bunlara haraç olarak vereceğiz?
    "Vallahi, bizim için böyle bir anlaşmaya hiç ihtiyaç yoktur. Allah, onlarla aramızdaki hükmünü verinceye kadar onlara sunacağımız tek şey kılıçtır!"158
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu konuşmadan memnun oldu. Gatafan heyetine de, "Kalkıp gidiniz! artık aramızı ancak kılıç halleder" dedi.
    Bunun üzerine Gatafan heyeti Resûlullahın huzurundan ayrıldı. Yolda, Hâris bin Avf, Uyeyne bin Hısn'a şunları söyledi:
    "Biz Kureyşlilere yardım maksadıyla Muhammed'e saldırmakla bir şey elde edemeyeceğiz. Vallahi, ben Muhammed'in işinin açık ve üstün bir iş olduğunu görüyor ve tahmin ediyorum. Vallahi, Hayber Yahudilerinin bilginleri, Harem halkından Muhammed'in sıfatında bir peygamberin kitaplarında yazılı bulduklarını söyler dururlardı."
    Kuşatma esnasında mücahidler büyük sıkıntı ve meşakkadere maruz kalıyorlardı. Harpten önce durmadan dinlenmeden hendeği kazmışlardı. O biter bitmez de harbe girmişlerdi. Bu bakımdan oldukça bitkin ve yorgun idiler. Ayrıca açlık sıkıntısı da çekiyorlardı. Hava da oldukça soğuktu.
    Huzeyfe (r.a.), muharebenin sadece bir gecesini şöyle anlatır:
    "Biz bir tarafta saf bağlamış oturuyorduk. Ebû Süfyan ve ordusu üst tarafımızda, Kurayza Yahudileri de alt tarafımızda idiler."
    "Bunların Medine'deki çoluk çocuğumuza baskın yapmalarından korkuyorduk. Hiç böylesine karanlık, böylesine fırtınalı bir gece geçirmemiştik. Rüzgâr sanki ıslık çalıyor, karanlıkta hiçbirimiz uzattığı parmağını bile göremiyordu. Münafıklar, 'Evlerimiz emniyette değildir' diyerek Resûlullahtan izin istediler. Halbuki, evleri tehlikede değildi. İzin isteyenlerin hepsine izin verildi. İzin alanlar beklemeden sıvışıp gidiyorlardı. Biz üç yüz küsur civarında idik. Tek tek Allah Resûlünün yanında nöbet tuttuk. Sıra bana gelmişti. Üzerimde ne düşmana karşı koyacak bir kalkanım, ne de soğuktan korunmak için bir elbisem vardı. Sadece zevcemin verdiği, dizlerimi geçmeyen yün örtü vardı..."159
    Muhasaranın Şiddetli Hücumu Ve Kazaya Kalan Namazlar
    Muhasaranın devamı sırasında bir ara düşman birlikleri Resulullahın çadırını şiddetli ok yağmuruna tutmuşlardı. Peygamber Efendimiz, üzerinde zırh, başında miğfer çadırının önünde duruyordu.
    Hz. Câbir der ki:
    "Müşrikler, o gün, bizimle durmadan çarpıştılar. Askerlerini takım takım ayırdılar. Halid bin Velid kumandasındaki büyük ve ağır bir fırkalarını Resûlullahın (a.s.m.) bulunduğu yere yönelttiler. O gün, gecenin geç saatlerine kadar çarpıştılar. Ne Resûlullah ve ne de Müslümanlar yerlerinden ayrılma imkânı ve fırsatını bulamadılar."160
    Çarpışma öylesine şiddede devam ediyordu ki, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, o günün öğle, ikindi ve akşam namazlarını bile vaktinde kılma imkân ve fırsatını bulamadı. Zâtına eziyet ve hakaret edenlere bile bedduâ etmeyen Kâinatın Efendisi, namazlarını kazaya bıraktırdıklarından dolayı, onlara şöyle bedduâ etti:
    "Onlar nasıl, güneş batıncaya kadar uğraştırıp, bizi, namazımızdan alıkoydularsa, Allah da onların evlerine, karınlarına ve kabirlerine ateş doldursun."
    Daha sonra, o günün öğle, ikindi ve akşam namazlarını Ashabıyla birlikte kaza etti.161
    Her iki taraf da, açlık, yorgunluk, soğuk ve netice alamamaktan gelen sıkıntılarla bunalmıştı.
    Bu sırada henüz yeni Müslüman olmuş, fakat Müslüman olduğundan ne müşriklerin ve ne de kavmi olan Gatafanlıların haberi bulunmayan Nuaym bin Mes'ud, Peygamber Efendimizin huzuruna geldi. İslâma kavuşmuş olmanın şükrünü, Müslümanlara bir hizmette bulunmakla ifâ etmek istiyordu. Şu teklifte bulundu:
    "Yâ Resûlallah! Ben Müslüman oldum. Kavmim olan Gatafanlıların bundan haberleri yok. Emret, istediğini yapayım." Peygamber Efendimiz, "Sen tek bir kişisin. Cesaretinle ne yapabilirsin ki? Maamafih yalnız başına da bir iş görebilirsin: Elinden gelirse bizi muhasara altına almış bulunan kavimlerin arasına gir de, onları birbirinden ayırmaya çalış. Çünkü harp, hilelerden ibârettir"162 buyurdu.
    Hz. Nuaym kendisinden istenen hizmeti kavramıştı. "Evet, yâ Resûlallah! Bu işi yapabilirim. Fakat, gerektiğinde gerçeğe aykırı birşeyler söylememe izin vermelisin" dedi.
    Peygamber Efendimiz, "İstediğini söyle, sana helâldir"163 buyurarak ona ruhsat verdi.
    Hz. Nuaym, derhal yola koyuldu. Önce, Kurayzaoğullarının yanına vardı. Şüphelerini dâvet edici en ufak bir harekette bulunmadan şöyle bir konuşma yaptı:
    "Şu adamın [Hz. Peygamberin] işi şüphesiz bir belâdır. Kaynuka ve Nadiroğullarına yaptığını da gördünüz.
    "Kureyşliler ve Gatafanlılar Muhammed ve Ashabıyla savaşmak için buraya gelmiş bulunuyorlar. Siz de onlara yardımcı oldunuz. Halbuki, onların yurtları, malları, mülkleri, çoluk çocukları sizinki gibi burada değildir. Onlar, fırsat ve imkân bulurlarsa, Müslümanları mağlûp eder, ganimetleri toparlar. Mağlûp olurlarsa buradan savuşur giderler. Sizi, bu adamla başbaşa bırakırlar. Sizde ise, ona karşı koyacak güç ve kuvvet yoktur.
    "Siz Kureyşlilerden bazılarını rehin almadıkça, asla onların yanında Muhammed'e karşı savaşmayın. Rehineler yanınızda bulunursa, kolay kolay sizi terk edip gidemezler."164
    Benî Kurayza Yahudileri, bu tavsiyeyi uygun buldular. Üstelik kendilerini ikaz ettiği için Hz. Nuaym'a teşekkür bile ettiler.
    Yanlarından ayrılırken Hz. Nuaym, "Sakın anlattıklarımı kimseye söylemeyin. Gizli tutun!" demeyi de ihmal etmedi. Onlar da gizli tutacaklarına dair söz verdiler.
    Benî Kurayza'nın yanından ayrılan Hz. Nuaym Kureyş müşriklerinin yanına gitti. "Sizi ne kadar çok sevdiğimi bilirsiniz. Muhammed'den ayrı olduğum da malûmunuz. Öğrendiğim birşeyi size söylemek zorundayım. Ama sır olarak saklayacağınıza yemin edin!" dedi.
    "Yemin ederiz" dediler.
    Hz. Nuaym, "Haberiniz olsun ki," dedi, "Kurayzaoğulları, Muhammed'le ittifaklarını bozduklarına pişman olmuşlardır. Aralarının tekrar düzelmesi için ileri gelenlerinizden birçok kimseyi sizden rehin isteyeceklermiş ve Muhammed'le tekrar barışmak için onların boyunlarını vuracaklarmış. Bununla birlikte Nadiroğullarının da tekrar yurtlarına dönmelerine müsaade alacaklarmış!
    "Şayet, Kurayzaoğulları, ileri gelen adamlarınızı rehin almak için size bir haber gönderirlerse, sakın ha eşrafınızdan bir tek kimseyi dahi göndermeyiniz."165
    Hz. Nuaym, bundan sonra kendi kabilesi olan Gatafanlıların yanına vardı ve şöyle dedi:
    "Ey Gatafan topluluğu! Sizler benim kabilemsiniz. Bana en sevgili olan kimselersiniz. Yahudilerin sizlerle oldukları anlaşmayı bozduklarını ve Muhammed'le anlaşmak üzere olduklarını öğrendim. Benî Nadir'i Medine'ye kabul etme karşılığında, Benî Kurayzalılar onunla sulh edeceklermiş."166
    Hz. Nuaym, böylece, kendi kabilesini de söylediklerine inandırmayı başardı.
    Hz. Nuaym'ın taktiği müsbet neticesini vermeye başladı.
    Plân gereği, Benî Kurayza Yahudileri, müşriklerin ileri gelenlerinden rehin olmak üzere yetmiş kişi istediler. Onlar ise, bunu yine Hz. Nuaym'ın tâlimi üzere reddettiler. Haliyle bu durum aralarını açtı. Her iki taraf da, "Demek Nuaym'ın söyledikleri doğruymuş" diyerek aralarındaki münasebetleri kestiler.
    Benî Kurayzalılar, aynı şekilde Gatafanlılardan da rehine istediler. Onlar da reddedince, plân başarı ile neticelenmiş oldu.
    Son Çarpışma Ve Allah'ın Nusreti
    Müşrik ordusu son defa, var gücü ve bütanı şiddetiyle hendeğin her tarafından hücuma geçti. Çarpışmalar çok şiddetli oluyordu. Karşılıklı ok ve taş atışları ile taraflar birbirlerini yıldırmak ve püskürtmek istiyorlardı.
    Harbin bütün şiddetiyle devam ettiği bu nazik anda Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ridasını üzerinden yere atıp, ellerini Kadir-i Mutlak'a açarak şöyle duâ ediyordu.
    "Ey Kitabı [Kur'an'ı] indiren, hesabı en çabuk gören, kavim ve kabileleri bozgunlara uğratan Allah'ım! Onlara karşı bizlere yardım et! Allah'ım Sen bu bir avuç Müslümanın helâkını dilersen, artık Sana ibadet edecek kim kalır?"167
    O gün çarpışma bütün şiddetiyle devam etti. Artık hava kararmış, taraflar karargâhlarına çekilmişlerdi. Gecenin karanlığında Hz. Cebrâil (a.s.), gelerek Peygamber Efendimize düşman ordusunun bir rüzgâr ile perişan edileceğini müjdeledi. Müjdeyi alan Resûl-i Ekrem iki dizi üzerine çöktü, ellerini kaldırarak nusretini ulaştıran Cenâb-ı Hakka şükrünü şöyle takdim etti:
    "Bana ve Ashabıma merhametinden dolayı, Sana hadsiz şükür ve hamd olsun Allah'ım."
    Müşrikler perişan oluyor
    Cumartesi gecesi idi.
    Geceyle birlikte, müşrik ordusunun bulunduğu sahada dondurucu bir rüzgâr gürlemeye başladı. Bu, en soğuk kış gecelerinde esen dondurucu bir rüzgârdı. Müşriklerin gözleri toz ve toprakla doldu. Kap kaçaklar uçuşuyor, çadırlar sökülüyor, atlar, develer birbirine karışıyor, gözler birbirini göremiyordu.168
    Düşmanı artık müthiş bir korku ve panik havası sarmıştı. Şaşırmışlardı. Bozgun evvelâ Kureyş müşrikleri cephesinde başladı. Askerlerden önce, komutan Ebû Süfyan devesine atladı ve "Hemen göç ediniz, işte ben gidiyorum!" diyerek Mekke'ye doğru yola koyuldu. Kureyş ileri gelenleri kendisini kınamasalardı, belki de tek başına dolu dizgin orduyu terk edip gidecekti. Kavminin ileri gelenlerinin ayıplamasına uğrayan Ebû Süfyan, tek başına gitmekten vazgeçti ve geri döndü. Ne var ki, artık orduda bozgun havası başlamıştı ve durdurulacak gibi değildi. Askeri toparlamak için gösterilen gayretler neticesiz kaldı. Sür'atle toparlanıp Mekke yolunu tutmaktan başka yapabilecekleri hiçbir şey kalmamıştı. Öyle de yaptılar.
    Sadece takip edilmekten korktuklarından, henüz o sırada müşrikler safında Müslümanlara karşı savaşan Amr bin As ve Halid bin Velid, 200 kişilik bir süvari birliği ile geride kaldılar.169
    Kureyş müşrikleri gerisin geri kaçınca, kendileriyle ittifak etmiş bulunan diğer kabileler de ordugâhtan ayrılıp yurtlarına döndüler.
    Peygamber Efendimiz ve Müslümanlara yapılan bu İlâhî yardımdan Kur'ânı Kerimde şöyle bahsedilir:
    "Ey îmân edenler! Hatırlayın, Allah'ın size olan nimetini ki, düşman orduları size saldırdığında, Biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. O zaman Allah sizin yaptıklarınızı görüyordu."170
    Düşmanın büyük bir hezimete uğrayıp çekilmekte olduğunu gören Fahr-i Âlem Efendimiz, tebessümler arasında, yardımını gönderen Cenâb-ı Hakka hamd ve şükrettikten sonra şöyle dedi:
    "Allah'tan başka ilâh yoktur! Yalnız O vardır. Allah ordusunu aziz kıldı. Kuluna da yardım etti. Tek başına da Arap kabilelerine galebe etti!"171
    Müşrik ordusunun hiç bir müsbet netice alamadan eli boş döndüklerini, Kur'an-ı Kerim bize şöyle haber verir:
    "O kâfirler umduklarından hiçbirisine erişemeden Allah onları öfkeleriyle birlikte geri gönderdi. Mü'minlere de savaşı kendilerinden uzaklaştırmak için Allah'ın yardımı kâfi geldi. Allah dilediğini yapmaya kâdirdir; Onun kudreti herşeye galiptir."172
    Zafer Müslümanların
    Bir ay kadar süren çetin bir çarpışma ve muhasara, böylece, Allah'ın yardımıyla sona ermişti. Düşmanlar perişan edilirken, Müslümanlara da rahat bir nefes alma imkânı doğmuştu. Küffâr ordusunun bu dönüşü artık bütün dönüşlerin başlangıcı sayılacaktı. Bundan böyle Müslümanlar üzerine yürüme cesaretini kendilerinde bulamayacaklardı. Zira, Bedir, Uhud ve Hendek gibi üç büyük savaşta mü'minlerin ne derece kuvvetli olduklarını ve onları bundan böyle mağlup etmenin kolay olmayacağını anlamış oluyorlardı.
    Gerisin geri dönen müşrik ordusunda hakim hava ümitsizlik, keder ve üzüntü iken, mü'minler arasında tam bir bayram havası yaşanıyordu. Herkes memnun ve mesrurdu. Bunca yorucu çalışma, sebât ve cesaretle çarpışmanın neticesini böylesine güzel bir surette elde etmekle, gönül huzuru içinde Rablerine hamd ve şükür ediyorlardı.
    Hz. Resûlullahın şu müjdesi ile sevinçlerini kat kat arttırıyordu:
    "Bundan sonra biz gidip onlarla çarpışacağız. Artık onlar, gelip bizimle çarpışamayacaklar."173
    Resûl-i Ekremle birlikte mücahidler bayram havası içinde, Hendek'ten şehre döndüler.
    Bu muharebede mücahidler yedi şehid vermişlerdi.
    Kâfirlerden ise dört ölü vardı. Şehid olan Sahabîlerin hepsi de Ensardandı.





    131. Sîre, 3:225.
    132. Sîre, 3:225.
    133. Nisa Sûresi, 51-52, 55.
    134. Sîre, 3:226.
    135. Tabakât, 2:66.
    136. Tabakât, 2:66.
    * İbn-i Sa'd ve Taberî'nin rivayetine göre kıldan kurulan bu çadır, bir Türk çadırı idi. (Tabakât, 4:83; Taberî, Tarih, 3:45.) 157. Tabakât, 2:70-71; Müsned 4:282.
    137. Tabakât, 2:70.
    138. Müsned, 4:303.
    139. Tarih, 3:46.
    140. Sîre, 3:229; Buharî, 5:46-47; Müslim, 3:1611; İbn-i Kesîr, Sîre, 3:188.
    * Bir sa', dört avuç miktarıdır.
    141. Nûr Sûresi, 62.
    142. Nûr Sûresi, 63.
    143. Tabakât, 2:67.
    * 3.40 m derinliğindedir.
    144. Tabakât, 2:67.
    145. Ahzab Sûresi, 22.
    146. Tabakât, 2:67.
    147. Sîre, 2:147-150.
    148. Tabakât, 3:106; Müsned, 3:314.
    149. Sîre, 3:232.
    150. A.g.e., 3:232.
    151. Ahzab Sûresi, 10.
    152. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:200.
    153. Vâkidî, Megazî, 2:463.
    154. Ahzab Sûresi, 13.
    15Ş. Tabakât, 2:68; Uyunü'l-Eser, 2:61; İnsanü'l-Uyûn, 2:642.
    156. Ahzab Sûresi, 13.
    157. Bakara Sûresi, 214.
    158. Sîre, 3:234.
    159. A.g.e., 3:220.
    160. Megazî, 2:473.
    161. Tabakât, 2:68; Tirmizî, 1:337.
    162. Sîre, 3:240; Tabakât, 4:278.
    163. Tabakât, 4:278.
    164. Sîre, 3:240-241; Tabakât, 4:278.
    165. Sîre, 3:241; Tabakât, 4:278.
    166. Sîre, 3:241.
    167. Tabakât, 2:74; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:214.
    168. Tabakât, 2:71.
    169. Tabakât, 2:69.
    170. Ahzab Sûresi, 9.
    171. Buharî, 3:33.
    172. Ahzab Sûresi, 25.
    173. Müsned, 4:262.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  10. #20
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    BENİ MUSTALIK GAZÂSI




    Huzaâ kabilesinden Benî Müstâlik oymağının reisi Hâris bin Ebî Dırar, kabilesiyle birlikte etrafta sözünü geçirdiği bir kaç Arap kabilesini daha bir araya toplayarak Medine'ye, Müslümanların üzerine yürümeye hazırlanıyordu.76
    Böyle bir hazırlığın olduğu haberi Medine'ye ulaştı. Peygamber Efendimiz, önce haberin doğruluk derecesini öğrenmek istiyordu. Bu maksatla, Ashabtan Büreyde bin Husaybe'l-Eslemî'yi vazifelendirdi. Hz. Büreyde, Benî Müstalık yurduna gidecek ve durumu öğrenecekti.
    Hz. Büreyde, Medine'den ayrılmadan önce, Peygamberimize, onları şüphelendirmemek ve kendini muhafaza etmek gayesiyle hakikata muhalif beyanda bulunup bulunamayacağını sordu. Resûl-i Ekrem gerektiğinde böyle hareket edilebileceği müsâadesini verdi.
    Hz. Büreyde, Müstalıkoğullarının yurduna vardı. Onlardan biriymiş gibi davrandı ve şöyle dedi:
    "Ben, sizdenim. Şu adam [Peygamberimiz] için derlenip toplandığınızı işittim. Ben de kavmimden bana itâat edenlerle size katılmak istiyorum. Onların [Müslümanların] kökünü kazıyıncaya kadar işbirliği yapalım!
    "Benî Müstalıkların reisi Hâris bin Ebî Dırar, "Biz de, bu iş için hazırlanıyoruz. Bize katılmakta acele et!" dedi.
    Hz. Büreyde, "Şimdi hayvanıma atlar ve kavmimden büyük bir toplulukla yanınıza gelirim" diyerek oradan ayrıldı.77
    Hz. Büreyde, derhal Medine'ye gelip durumu Resûl-i Kibriyâ Efendimize bildirdi.
    İslâm Ordusunun Hareketi
    Şaban ayının ikinci Pazartesi günü idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, yedi yüz kişi ile, yerine Hz. Zeyd bin Hârise'yi vekil tayin ederek Medine'den hareket etti. İslâm ordusunda 30 kadar at vardı. Ayrıca Ezvâc-ı Tâhirattan Hz. Âişe ile Hz. Ümmü Seleme Vâlidemiz de birlikte idiler.78
    Gariptir ki, münafıklar, hiç bir gazâya bu gazâ kadar ilgi göstermemişlerdi. Bir çoğu İslâm ordusuna katılmıştı.2 Maksatları; ganimetten istifade etmek ve fırsat kollayarak Müslümanlar arasına fitne fesad düşürmekti.
    İslâm ordusu Müreysi Suyu başına doğru ilerlerken, düşman casuslarından biri ele geçirildi. Yapılan dâvet üzerine Müslüman olmayınca katledildi.80
    Bunu duyan Müstalıkoğulları fazlasıyla korktular. Hattâ etraftan topladıkları bir çok kimse kendilerini terk ederek dağıldı.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla Müreysi Kuyusu başına kadar geldi. Hemen orada kendileri için deriden bir çadır kuruldu. Sonra ordusunu harp nizamına koydu. Muhacirlerin sancağını Hz. Ebû Bekir'e, Ensarınkini ise Sa'd bin Ubâde'ye verdi. Hz. Ömer'e, "Lâ ilâhe illallah, deyiniz de canlarınızı, mallarınızı koruyunuz" diye seslenmesini emretti. Müstalıkoğulları teklifi kabul etmediler. Üstelik mücahidlere ok atarak çarpışmayı bizzat başlatmış oldular.81
    Bunun üzerine mücahidler de onlara ok atmaya başladılar. Sonra Peygamber Efendimiz, ordusuna birden hücuma kalkma emri verdi. Hücum neticesinde Benî Müstalıklardan on kişi öldürüldü. Geri kalanları ise esir alındı.82
    İslâm ordusundan ise, sadece bir mücahid yanlışlıkla düşmandan biri sanılarak bir Müslüman tarafından şehid edildi.83
    Benî Müstalıklardan esir alınanlar 200 kadardı. Bir çok deve, sığır ve davar da ganimet alındı. Ganimet malları bir araya toplandı. Usûlüne göre taksim edildi. Esirler ise mücahidler arasında bölüştürüldü.
    Müreysi Kuyusu mevkiinde çarpışma vuku bulduğu için bu gazâ, Müreysi Gazâsı adıyla da zikredilir.84
    Münafıkların Bir Tertibi
    Müreysi zaferi kazanıldıktan sonra, Peygamber Efendimiz, mücahidlerle burada bir kaç gün istirahat edip beklemeyi uygun bulmuşlardı. Önceden de bahsettiğimiz gibi, bu gazâya çok sayıda münafık katılmıştı.85 Hattâ bazı kaynaklara göre, o zamana kadar münafıkların, hiç bir gazâya bu derece ilgi gösterdikleri görülmemişti. Bu ilgileri ve fazla iştirakleri elbette sebepsiz değildi. Bir taraftan ganimete konmak, diğer taraftan gün geçtikçe saflarını sıklaştıran, çoğalan ve kuvvet kazanan Müslümanları, en küçük fırsatları dahi değerlendirerek birbirine düşürmek, aralarına fitne, fesad tohumu saçmak.
    İşte bu bekleme esnasında, Hazreç Kabilesinden Benî Amr bin Avf'ın müttefiki olan Sinan bin Veber el-Cünenî ile Hz. Ömer'in Benî Gıfar'dan ücretle tuttuğu seyisi Cahcah arasında kuyu başında bir kavga çıktı. Cahcah, yumruk ve tokatlarla Sinan'ın yüzünü kanlar içinde bıraktı. Sinan ise feryadı basıp, "Yetişin Muhacirler, neredesiniz?" diye seslendi.86
    Feryadları duyan Ensarla Muhacirler derhal toplandılar. Kılıçlarını sıyırdılar. Az kalsın büyük bir fitne kopacak, Müslümanlar birbirlerine gireceklerdi. Muhacirlerle Ensarın bazı ileri gelenleri, araya girip, yatıştırıcı konuşmalar yaptılar.
    O sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz, topluluğun bulunduğu yere geldi ve "Cahiliyye insanlarının dâvâsı mı güdülüyor? Nedir bu çığlıklar, bu feryadlar? Derdiniz nedir?" diye sordu.
    Ashab, bir Muhacirin Ensardan birini tokatladığını söyleyince, "Bırakınız şu Cahiliyye âdet ve dâvâsını. Çünkü o, bir murdarlık, bir kötülüktür. Cahiliyye dâvâsını güden, kendini Cehenneme atmış olur"87 buyurdu.
    Bunun üzerine Sinan, Cahcah üzerindeki hak ve dâvâsından vazgeçti. Bu esnada münafıkların reisi Abdullah bir Übeyy bin Selûl'un ortaya atıldığı görüldü. Zira, bu hâdise onun için ele geçmez bir fırsattı. Bunu bahâne ederek Müslümanların arasını bozabilirdi. Nitekim, "Ey Ensar! Bu Muhacirler, sayenizde kuvvet ve şöhrete nâil olmuşken, şimdi bize böylesine hakaretle muâmele ediyorlar" diye bağırdı.
    Sonra şeytanî bir tavırla kavmine dönerek şöyle dedi:
    "Bunları şehrinize getirip bir yer verdiniz, mal ve erzakınıza ortak yaptınız. Uğradığınız bu hakaretlere tek sebep yine sizsiniz.
    "Vallahi, biz Medine'ye dönecek olursak en izzetli ve kuvvetli olan [kendisi ve etbâı] en zelil ve en zâif olanı [hâşâ Peygamberimiz ve Muhacirler] oradan sürüp çıkarılacaktır."88
    Arkasından da bir sürü herzeler savurdu.
    Orada bulunan genç Sahabî Hz. Zeyd bin Erkam, Abdullah bin Übeyy'in bu sözüne karşı çıktı, "Vallahi, kavminin içinde zelil ve menfur olan ancak sensin. Muhammed (a.s.m.) ise, Allah tarafından aziz kılınmıştır" dedi. Peygamberimize derhal durumu bildireceğini söyledi.
    Başmünafık, bu sözler karşısında vaziyet değiştirerek, "Ey kardeşimin oğlu! Sus! Vallahi ben şaka yapmıştım"89 diyerek münafıklığını ortaya koydu.
    Hz. Zeyd bin Erkam susmadı. Abdullah bin Übeyy'den işittiklerini olduğu gibi gelip Peygamber Efendimize haber verdi. Efendimizin rengi birden değişti. Yanında Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Sa'd bin Ebî Vakkas, Muhammed bin Mesleme gibi Muhacir ve Ensardan zatlar bulunuyordu. Her şeye rağmen meseleyi tahkik etmeyi uygun buldu.
    Hz. Zeyd'e, "Sakın, İbni Übeyy'e karşı kin ve düşmanlığından dolayı bunu söylemiş olmayasın?" buyurdu.
    Hz. Zeyd (r.a.), "Hayır! Vallahi, bunları ondan işittim!" dedi.
    Resûl-i Ekrem, tekrar, "Yanlış duymuş olamaz mısın?" diye sordu.
    Hz. Zeyd, aynı şekilde bu sözleri münafıkların reisinden kelimesi kelimesine işittiğine dair ikinci defa Allah adına yemin etti.
    Abdullah bin Übeyy'in bu sözleri sarfettiği orduda da duyuldu. Ensardan bazıları, "Kendi kavminin efendisi hakkında haksız isnadda bulundun" diyerek Hz. Zeyd bin Erkam'ı kınadılar. Zeyd onlara cevaben şöyle dedi:
    "Vallahi, ben bu sözleri ondan işittim! Eğer bu sözleri babamdan dahi işitmiş olsaydım yine Resûlullaha gidip söylemekten asla geri durmazdım. Allah Teâla'nın, Peygamberine bu hususta vahiy indirip, kimin yalancı olduğunu bildireceğini ve Resûlullahın sözlerimi doğrulayacağını umarım" dedi.
    Sonra da, "Allah'ım! Resûlüne, sözlerimi doğrulayacak vahyini indir"90 diye duâ etti.
    O sırada Hz. Ömer, "Yâ Resûlallah! Müsâade buyur da şu münafığın boynunu vurayım! Eğer onu Muhacirlerden birinin öldürmesini uygun görmüyorsanız, Sa'd bin Muaz veya Muhammed bin Mesleme'ye emredin, onu öldürsünler!"91 dedi.
    Resûl-i Ekrem, bu tekliften memnun kalmadığı gibi, cevabı da düşündürücü oldu:
    "Eğer, ben onun öldürülmesine müsâade edersem, Medine eşrafından bir çoğunun gönlüne korku ve endişe düşer. Ayrıca işin iç yüzünü bilmeyen halk, 'Muhammed Ashabını öldürüyor' diye konuşmaya başladıkları zaman durum ne olur, biliyor musun?"92
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, günün en sıcak saati olmasına rağmen mücahidlerle derhal Medine'ye doğru yola çıkmalarını emretti. Halbuki, o güne kadar, böyle günün en sıcak saatinde yola çıktıkları görülmüş değildi.93
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, Abdullah bin Übeyy'i yanına çağırdı, "Bana ulaşmış olan sözleri sen mi söyledin?" diye sordu.
    Başmünafık söylediklerini inkâr etti:
    "Hayır! Sana kitabı indirmiş olan Allah'a yemin ederim ki, ben o sözlerin hiçbirini söylemedim. Zeyd, muhakkak bir yalancıdır" dedi.
    Peygamber Efendimizin, günün sıcak saatinde ordusunu harekete geçirmesi, Müslümanlar arasında hayretle karşılandı. Ensarın ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr, "Yâ Resûlallah! Bu saatte yola çıkmak uygun değildir. Sen, böyle zamanda yola hiç çıkmazdın" dedi.
    Resûl-i Ekrem, "Adamınızın söylediğini duymadın mı?" buyurdu.
    Üseyd bin Hudayr, "Hangi adam, yâ Resûlallah?" diye sordu.
    Peygamber Efendimiz, "Abdullah bin Übeyy" dedi.
    Üseyd bin Hudayr, "Ne söylemiş?" diye sordu.
    Peygamber Efendimiz, "Medine'ye dönünce, en aziz ve kuvvetli olan, en zelil ve zaif olanı oradan muhakkak sürüp çıkaracaktır, demiş" dedi.
    Üseyd bin Hudayr, "Yâ Resûlallah! İstersen, sen onu Medine'den sürüp çıkarırsın!
    "Vallahi, zelil ve zâif olan odur. Aziz ve kuvvetli olan da sensin!
    "Yâ Resûlallah! Sen, yine de ona rıfk ve şefkat ile muâmele buyur!
    "Vallahi, Allah, seni bize getirdiği zaman, kavmi ona hükümdarlık tacı hazırlıyordu.
    "O, elinden saltanatı senin çekip aldığını sanmaktadır" diye konuştu.94
    Peygamber Efendimiz mücahidlerin Abdullah bin Übeyy'in söylediği sözlerle meşgul olmasını istemiyordu. Bunun için hareket emri verdiği günün sabahına kadar yola devam ettiler. Mücahidler son derece yorulmuşlardı. Güneşin sıcaklığı etrafı basınca konakladılar. Yorgunluk ve uykusuzluktan mecalleri kalmamıştı. Derhal uykuya daldılar.
    Böylece Resûlullah Efendimiz, dedikodunun ordu arasında da büyümesine fırsat vermemiş oluyordu.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla Bek'â mevkiinden hareket edeceği sırada şiddetli bir fırtına esti. Mücahidler korkup ürktüler. Gatafanların reisi Uyeyne bin Hısn'ın Medine'ye baskın yapmış olmasından endişe duydular. Zira, onunla yapılan anlaşma müddeti son bulmuştu.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Size Uyeyne bin Hısn'dan bir zarar gelmez" dedi. Sonra da, "Korkmayınız! Bu fırtına, bir büyük kâfirin ölümü dolayısıyla esmektedir!" buyurdu.
    Gerçek, Resûl-i Ekrem Efendimizin haber verdiği gibiydi. Medine'ye vardıklarında münafıklara arka çıkan Yahudî büyüklerinden Rifaâ bin Zeyd bin Tabut'un aynı gün ölmüş olduğunu öğrendiler.95 Bu adam, Peygamberimiz ve İslâmın azılı düşmanlarından biri idi.
    Hz. Abdullah'ın Teklifi
    Kaderin cilvesi bu; baba Übeyy, nifakın reisliğini yaparken, oğul Abdullah, İslâmı fevkalâde bir ciddiyet ve ittikâ içinde yaşayan halis bir Müslümandı. Babasının sözlerini duyunca, Resûl-i Ekremin huzuruna çıktı, "Yâ Resûlallah," dedi, "babamla aranızda geçen hadiseyi işittim. Onu öldürmek istediğinizi haber aldım. Eğer bu işi muhakkak yapacaksanız, bana emir buyurunuz, şu anda gidip başını huzurunuza getireyim. Bütün Hazreçliler bilirler ki, babama pek ziyade muhabbetim vardır. Onun öldürülmesini başkasına havale ederseniz, ihtimal ki, o adama karşı nefsimde bir düşmanlık meydana gelir ve bir kafire karşı bir mü'mini öldürerek Cehenneme müstahak olurum!"
    Sahabîdeki îmân işte böylesine kuvvetli idi. Resûlullah ve Müslümanlara hakaret eden babasının başını kesecek kadar!
    Resûl-i Ekrem; verdiği cevapla bu kahraman Sahabîyi şöyle teselli etti:
    "Ey Abdullah! Babanı öldürmeyi istemedim. Hiç kimseyi de onu öldürmekle vazifelendirmedim. Aramızda yaşadıkça ona iyi davranınız!"96
    İslâm ordusu Medine'ye yaklaşmıştı. Akik denilen vadide Hz. Abdullah atından indi. Babası Abdullah bin Übeyy'in önünü kesti. Devesini ıhdırıp çöktürdü ve, "İzzet ve kuvvetin, Allah ve Resûlüne ait olduğunu söylemedikçe, seni asla bırakmayacağım" dedi.
    Başmünafık birden şaşkına döndü. Bu sözleri hiddeti hiddetli söyleyen, oğlu Abdullah idi. Bunu nasıl yapabilirdi? Îmân etmiş gibi görünen münafık, elbette gerçek bir îmânın insana neler yaptırabileceğini bilemezdi.
    Oğluna, "Demek, sen, bu kadar insanlar arasında beni Medine'ye sokmayacaksın, öyle mi?" dedi.
    Hz. Abdullah, "Evet," dedi, "bugün insanlar arasında, en aziz kimdir, en zelil kimdir, sana öğretmeden seni asla bırakmayacağım. Hattâ izzet ve şerefin Allah ve Resûlüne ait olduğunu burada itiraf ve ikrar etmezsen, boynunu vururum."
    Başmünafık, Hz. Abdullah'ın sözlerinde kararlı olduğunu anlayınca mecburen, "Ben, şehadet ederim ki, izzet ve kuvvet, Allah'a, Resûlüne ve mü'minlere âittir" dedi.
    Hâdiseyi duyan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Abdullah'a, "Allah, seni, Resûlünden ve mü'minlerden dolayı hayırla mükâfatlandırsın" diyerek duâ etti ve babasını serbest bırakmasını da kendisine emretti.97
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, yirmi sekiz gün sonra Ramazan hilâli doğduğu zaman ordusuyla Medine'ye geri döndü.98
    Münâfıklar Hakkında Müstakil Sûre İnmesi
    Bütün bu olup bitenlerden sonra, başmünafık Abdullah bin Übeyy bin Selûl ile diğer münafıklar hakkında müstakil bir Sûre nazil oldu. Sûrede meâlen münafıkların vasıflarından şöyle bahsediliyordu:
    "Münâfıklar sana geldiklerinde 'Şehâdet ederiz ki şüphesiz sen Allah'ın Resûlüsün' dediler. Allah bilir ki sen elbette Onun Resûlüsün. Münâfıkların yalancı olduklarına da Allah şâhittir.
    "Onlar yeminlerini bir kalkan olarak kullanıp halkı Allah'ın yolundan saptırdılar. Bu yaptıkları ne kötü bir şeydir!
    "Çünkü onlar önce îmân etmiş, sonra da kâfir olmuşlar, bu yüzden kalbleri mühürlenmiştir. Artık hakkı anlayamazlar.
    "Onları gördüğünde cüsseleri hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Onlar elbise giydirilmiş odun gibidir. Her gürültüyü aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmanın tâ kendisidir; onlardan sakın. Allah onları kahretsin; nasıl da haktan yüzleri çevriliyor!"99
    Sûrenin daha sonraki âyetlerinde ise, Abdullah bin Übeyy'in sarfettiği sözlerden bahsediliyor ve meâlen şöyle deniliyordu:
    "Onlar, 'Allah Resûlünün yanındakilere birşey vermeyin ki dağılıp gitsinler' diyen kimselerdir. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır; lâkin münâfıklar bunu anlayamazlar.
    "'Eğer Medine'ye dönersek, üstün ve şerefli olanlar, hor ve hâkir olanları oradan çıkaracaktır.' diyorlar. Halbuki şeref ve üstünlük Allah'a, Resûlüne ve mü'minlere âittir; lâkin münâfıklar bunu bilmezler."100
    Bu âyetler nâzil olup, münâfıkların yalancıların tâ kendileri oldukları haber verilince, Resûl-i Ekrem Efendimiz Hz. Zeyd bin Erkam'ı huzuruna çağırdı. Kulağından tuttu ve, "İşte, Allah yolunda kulağıyla vazifesini yerine getirmiş olan genç budur!" buyurdu.
    Sonra da, "Ey Zeyd! Allah, seni tasdik etti" dedi.101





    76. Tabakât, 2:63.
    77. İnsanü'l-Uyûn, 2:584.
    78. Tabakât, 2:63.
    79. A.g.e., 2:63.
    80. Megazî, 1:406.
    81. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:298.
    82. Tabakât, 2:64.
    83. Sîre, 3:302; Tabakât, 2:64.
    84. Sîre, 3:302.
    85. Tabakât, 2:63.
    86. Sîre, 3:303.
    87. Buharî, 4:160.
    88. Sîre, 3:303.
    89. İnsanü'l-Uyûn, 2:597.
    90. Vakidî, 2:417.
    91. Taberî, 28:114.
    92. Sîre, 3:303.
    93. A.g.e., 3:303.
    94. Sîre, 3:304.
    95. Sîre, 3:304.
    96. A.g.e., 3:305.
    97. Tabakât, 2:65.
    98. Tabakât, 2:65.
    99. Münafıkın Sûresi, 1-4.
    100. Münafıkın Sûresi, 7-8.
    101. Sîre, 3:305.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

Sayfa 2/3 İlkİlk 123 SonSon

Benzer Konular

  1. Siyer-i Nebi (s.a.v) Medine Devri.
    By MaHiR 01 in forum Hz. Muhammed (S.A.V.)
    Cevaplar: 67
    Son Mesaj: 05.10.10, 17:04
  2. Siyer-i Nebi (s.a.v)
    By MaHiR 01 in forum Hz. Muhammed (S.A.V.)
    Cevaplar: 53
    Son Mesaj: 05.10.10, 06:00
  3. Islâm davasının tarihi; siyer-i nebi
    By Reyhani in forum Efendimizin Hayatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 07.04.10, 20:05
  4. SavaŞ
    By Zümrüt in forum Kur'an Fihristi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 05.06.09, 14:58

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •