Sayfa 1/3 123 SonSon
26 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    BİBLİYOGRAFYA



    * Ahmed ibni Hanbel (v. 241/885). Müsned, 1:6, Beyrut 1398 (1978)
    * Ahmet Cevdet Paşa (1822-1895). Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa C I, İstanbul: Bedir Yayınevi, 1966.
    * Bağdadi, Muhammed Fehmi, Tarih-i Edebiyat-ı Arabiye, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1335 (1917).
    * Belazuri, Ebu'l-Abbas Ahmed İbn-i Yahya (v. 279. Ensabü'l-Eşraf. C I. Mısır: Darü'l-Maarif Matbaası, 1959.
    * Buharî, Ebü Abdullah Muhammed İbn-i İsmail (v. 256/869). el-Camiü's-Sahih. C. 1-4, Beyrut, Matbaa-i Âmire, 1329.
    * Canan, Doç. Dr. İbrahim. Tebliğ, Terbiye ve Siyasi Taktik Açılarından Hicret. İst., Yeni Asya Yayınevi, 1981.
    * Darimi, Ebü Muhammed Abdullah ibni Abdurrahman (v. 255/868) Sünen. C. 1-2, Beyrut, Tarihsiz.
    * Halebi, Ali ibni Bürhanü'd-Din (975/1044 H.) İnsanü'l-Uyûn, C. 1-3, Beyrut: 1400 (1980).
    * Hamidullah, Prof. Dr. Muhammed. İslam Peygamberi. C. 1-2, İstanbul: İrfan Yayınevi, 1972.
    * İbni Abdi'l-Berr, Ebû Ömer Yusuf (v. 463/1070). el-İstiab. C. 1-4, Mısır: Mustafa Muhammed Matbaası, 1358 (1939).
    * İbni Esir, İzzeddin Ebu'l-Hasen Ali İbni Ebi'l-Kerem Muhammed bin Muhammed bin Abdü'l-Kerim, (v. 630) N Üsdü'l-G^be fi Ma'rife-ti's-Sahabe. C. 1-5, el-Mektebetü'l-İslâmiyye, Tarihsiz.
    * İbni Hacer, Şihâbü'd-Din Ebül Fadl, Ahmed İbni Ali el-Askalâni (v. 852/1448). el-İsâbe fî Temyiz's-Sahabe. C. 1-4. Bağdat, Ofset baskı, Tarihsiz.
    * İbni Hişâm, Cemâlüddin Ebû Muhammed Abdülmelik (v. 218/838). Es- Siyretü'n-Nebeviyye. C. 1-4, Beyrut: İhyâu't Türasi'i-Arabî, 1391 (1971).
    * İbni Kayyım (v. 751). Zâdü'l-Meâd. C. 1-4. Mısır: 1390.
    * İbni Kesir, Ebu'l-Fidâ İsmail, (701-774). Siyretü'n-Nebeviyye, C. 1-4. Beyrut: Dârü'l-Ma'rife, 1396 (1976).
    * İbni Kesir, Ebu'l-Fidâ İsmail, Tefsirü'l-Kur'ani'l-Azim. C. 1-4. Beyrut: 1388 (1969).
    * İbni Mâce, Ebû Abdullah Muhammed İbni Yezid el-Kazvinî (v. 275/888). Sünen, C. 1-2, Beyrut: 1395 (1978).
    * İbni Seyidi'n-Nas, (v. 734). Uyûnü'l-Eser fî Funûni'l-Magazî ve'ş Şemail ve's-Siyer. C. 1-2, Beyrut: Tarihsiz.
    * Kaadı İyaz, İbni Musa el-Haysubî el-Endülüsî, (v. 544). eş-Şifâ bî Ta'rifi Hukuki'l-Mustafa. C. 1-2, Dımaşk: Tarihsiz.
    * Kastalanî, Ahmed İbni Hatib (v. 924). el-Mevahibü'l-Ledünniyye, Terc: Şâir Abdülbaki, C. 1-2, İstanbul: Cemal Efendi Matbaası, 1316.
    * Köksal, M. Âsım. Hz. Muhammed (a.s.m.) ve İslâmiyet, C. 1-11, Şâmil Yayınevi, İstanbul: 1981.
    * Lutfullah Ahmed. Hayat-ı Muhammed (a.s.m.). (Osmanlıca), C. 1-2, İstanbul: Maarif Kütüphanesi Yayınları, 1331.
    * Bünyamin Ateş. Peygamberler Tarihi. İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1987.
    * Münavî, Şemşüddin Muhammed Zeynüddin Abdurrâuf (v. 1031 /1621). Feyzu'l-Kadîr, Beyrut: 1972.
    * Müslim, Ebû'l-Hüseyn Müslim ibnu'l-Haccâc el-Kuşeyrî (v. 261/ 874). el-Camiü's-Sahih. C. 1-8, Beyrut, Tarihsiz. C.1-5, 1375.
    * Nedvî, Ebü'l-Hassen Ali el-Hasenî. es-Siyretü'n-Nebeviyye, Cidde: 1397 (1977).
    * Nesâi, Ebû Abdurrahman Ahmed İbni Ali İbni Şayb (v. 303/915). Sünen, C.1-8, Beyrut: 1348 (1930).
    * Nesefî, Abû'l-Berekât Abdullah bin Ahmed bin Mahmud (v. 710). Medarikü't-Tenzil ve Hakâikü't-Te'vil. C. 1-4, Beyrut: Tarihsiz.
    * Nursi, Bediüzzaman Said (1876-1960). İşârâtü'l-İ'caz (Türkçe Tercemesi), Mütercim; Abdülmecid Nursi. İstanbul: Sözler Yayınevi, 1980.
    * Nursi, Bediüzzaman Said. Lem'alar. İstanbul: Sinan Matbaası, 1959.
    * Nursi, Bediüzzaman Said. Mektubât, Nurtan Ofset, İstanbul: 1979.
    * Nursi, Bediüzzaman Said. Münâzarat, İstanbul: Sözler Yayınevi, 1977.
    * Nursi, Bediüzzaman Said. Mesnevî-i Nuriye, Terc: Abdülmecid Nursî, İstanbul: Aslar Matbaacılık 1977.
    * Nursi, Bediüzzaman Said. Sözler, İstanbul:1980.
    * Nursi, Bediüzzaman Said. Şuuât-ı Ma'rifet-i Nebî (Osmanlıca), İstanbul: Evkaf-ı İslâmiye Matbaası, 1339
    * Öz, Tahsin. Hırka-i Saâdet Dairesi ve Emânât-ı Mukaddese. İstanbul: İsmail Akgün Matbaası, 1953.
    * Sübkî, Abdüllatif. El-Vahyü ilâ'r-Resul Muhammed. Kahire: 1389 (1969).
    * Süheyli (508581). Ravdü'l-Ünf. C. 12, Mısır: 1332.
    * Şirvanî, Prof, Harûn Han. İslâmda Siyasî Düşünce ve İdâre, Terc.: Kemal Kuşçu, İstanbul: Ahmed Said Matbaası, 1965.
    * Taberî, Muhammed İbni Cerir (v. 311/923). Tarih. C. 16, Beyrut, Tarihsiz.
    * Tirmizi, Ebû İsâ Muhammed İbni Abdullah (v. 279/892). Sünen. C. 1-3, Mısır: 1352 (1934).
    * Vakidî, (v. 207). Megazî. C. 1-3. Dâru'l-Maarif Matbaası: 1965.
    * Yazır, Muhammed Hamdi. Hak Dini Kur'an Dili. C. 1-8, İstanbul: Matbaa-i Ebûzziyâ, 1935.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    ÜSÂME ORDUSU



    Hicretin 11. senesi, Sefer ayının yirmi altısı, Pazartesi günü idi.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hastalanmasından bir gün önceydi. Buna rağmen o, yine İslâmın istikbal ve inkişâfını ilgilendiren tedbirler almak, gerekli teşebbüslerde bulunmakla meşguldü.
    Bizans, İslâm Devleti için her zaman bir büyük tehlike hüviyetini koruyordu. O zamana kadar da gerekli dersi tam manasıyla almış değildi.
    Bu sebeple Peygamber Efendimiz o tarafa büyük ehemmiyet veriyordu.
    Pazartesi günü, Ashab-ı Kirama sefer için hazırlanmalarını emretti. Hedef belli idi: Bizanslılarla, yâni Rumlarla muharebe. Emri duyan Müslümanlar evlerine dağılıp süratle hazırlığa başladılar.
    Ertesi gün, yani Salı günü Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Üsâme bin Zeyd Hazretlerini huzuruna çağırttı. Ona şu emri verdi:
    "Seni hazırlanan ordunun başına komutan tayin ediyorum. Sürâtle harekete geç, babanı şehid edenler üzerine yürü. Allah, sana zafer ihsan ederse, orada fazla durma, geri dön!"870
    Peygamberimizin Hastalanması
    Bu emri verişinden bir gün sonra âniden hastalandı. Fakat, cihad için yola çıkacak ordunun hazırlığından vazgeçmedi. Bir gün sonra, Perşembe günü, hasta olduğu halde bizzat kendi eliyle sancağı Hz. Üsâme'ye verdi:
    "Ey Üsâme! Allah yolunda, Allah'ın ismiyle muharebeye çık! Allah'ı inkâr edenlerle çarpış!" buyurdu. Mücahidlere hitaben de şöyle dedi:
    "Ahde vefasızlık etmeyiniz! Küçük çocukları ve kadınları öldürmeyiniz!
    "Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz! Zira, ne olacağını bilemezsiniz. Belki, onlar yüzünden belâ ve musibete uğrayabilirsiniz.
    "Fakat, 'Allah'ım! İmdadımıza yetiş! Düşmanımızın hakkından gel! Bizi onların zararından koru!' diye dua ediniz. Şunu da unutmayınız ki, Cennet kılıçların parıltısı altındadır."871
    Hz. Üsâme sancağı Büreyde bin Husayb'a teslim ettikten sonra, aldığı emir gereğince karargâhını Cürüf'te kurdu. Hazırlığını bitiren Müslüman oraya koşuyordu.
    Hz. Üsâme, ordusunu hazırlamakla meşguldü. Müslümanlar da harbe katılmak üzere hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyorlardı. İslâm ordusunda Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Sa'd bin Ebî Vakkas, Ebû Ubeyde bin Cerrah gibi Ashab-ı Kiramın ileri gelenlerinden bir çok kimse vardı. Bunların üzerine henüz yirmi yaşına basmamış Hz. Üsâme kumandan tayin edilmişti.
    Bu durum, hoşa gitmeyen bazı sözlerin söylenmesine sebep oldu: "Henüz yirmisine ayak basmamış' bir delikanlı kumandan tayin ediliyor. Ashabın ileri gelenlerinden bir çok kimse emri altına veriliyor. Bu nasıl olur?"
    Ayyaş bin Ebî Rebîa ise, "İlk Muhacirlerin başına bu genç nasıl kumandan tayin ediliyor?"872 diyordu.
    Sanki bir anda Hz. Üsâme'nin Resûl-i Kibriyâ Efendimiz tarafından tayin edildiği unutuluvermiş gibi bir sürü söz ve dedikodu çıkmıştı.
    Duruma Hz. Ömer (r.a.) muttali oldu. Bu tarz sözleri sarf edenlere gereken cevabı verdikten sonra, meseleyi gidip Hz. Resûlullaha (a.s.m.) intikal ettirdi.
    Peygamberimiz yakalandığı hastalığın şiddetinden yatağında yatmaktaydı. Haberi alır almaz, kızgınlığının ifadesi yüzünde belli oldu. Sargılı başı ile yatağından kalktı. Ashabın yardımıyla mescide giderek minbere çıktı. Allah'a hamd ve senâda bulunduktan sonra, "Ey insanlar!" dedi. "Üsâme'yi kumandan tayin ettiğim için bazılarınızın ileri geri konuştuğunu duydum. Benim Üsâme'yi kumandan tayin etmeme itiraz ediyor gibisiniz! Daha önce Üsâme'nin babasını kumandan tayin ettiğim zaman da aynı şeyi yapmıştınız. Vallahi, nasıl babası kumandanlığa lâyık olduğunu göstermişse, Üsâme de babasından sonra kumandanlığa lâyık bir kimsedir.
    "Babası nasıl en sevdiğim biri idiyse, Üsâme de en sevdiğim kimselerden biridir. O da, babası da her türlü hayrı işleyebilecek yaratılışa sahip kimselerdir. Onlardan hayırlı işler bekleyiniz. Muhakkak ki Üsâme sizin hayırlı olanlarınızdandır ve bu işe ehliyetli birisidir."873
    Bu hitabesinden sonra minberden inip Hâne-i Saadetine girdi. İslâm ordusuna katılacak Müslümanlar birer ikişer gelip kendisiyle vedâlaştılar. Efendimiz onlara, "Üsâme'yi gönderme işini ihmal etmeyiniz"874 diyordu.
    Hattâ bir ara dadısı ve Hz. Üsâme'nin annesi Hz. Ümmü Eymen Hâne-i Saadete gelip, "Yâ Resûlallah! Üsâme'yi bir süre karargâhında bıraksan olmaz mı?" deyince, Efendimiz aynı sözleri tekrarladı:
    "Üsâme'yi gönderme işini ihmal etmeyiniz. Onu gönderiniz!"
    Bu kesin emir üzerine Müslümanlar karargâha gittiler.




    870. Sîre, 4:291; Tabakât, 2:190.
    871. Megazî, 3:1117-1118; Tabakât, 2:190.
    872. Tabakât, 2:190.
    873. A.g.e., 2:190; Müsned, 2:220; Müslim, 4:1884-1885.
    874. Tabakât, 2:190.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  3. #3
    ***
    DIŞARDA
    Points: 42.870, Level: 100
    Points: 42.870, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 4,9%
    Overall activity: 4,9%
    Achievements
    Zümrüt - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Jan 2009
    Yer
    ıstanbul rize
    Mesajlar
    7.510
    Points
    42.870
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    24

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    paylaşımların için allah c.c razı olsun ellerin dert görmesin abii

    Mecnun Misali Leylâ’nın Zülfüne Hemen Gönül Bağlama.
    Çünkü seni AŞK Çöllerinde Gezdirip Duran Leylâ Değil Mevlâ’dır Hep…

  4. #4
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    TEBÜK GAZÂSI



    Hicretin 9. senesi, Receb ayı. ( Milâdî 630.)
    Hicretin dokuzuncu senesi, İslâmın Arabistan Yarımadasında Bütün haşmetiyle yayıldığı senedir. Bir taraftan dalga dalga insanlar Medine'ye gelerek Resûl-i Ekreme İslâmiyet üzerine bîat ediyor, diğer taraftan Müslüman olmuş kabilelerin dinî ve idarî işlerini tanzim etmek gayesiyle etrafa memurlar ve valiler gönderiliyordu. Hülâsa, Asr-ı Saadette İslâm, Hicretin 9. senesinde en şaşaâlı ve ihtişamlı devrini yaşıyordu.
    Ancak, parlayan bu güneşin haşmetini çekemeyen devletler de vardı. Onlardan biri, o zamanın en güçlü devletleri arasında yer alan Bizans'tı. Başında Kayser Heraklius vardı. Çevredeki Hıristiyan Araplardan da gördüğü tahrik neticesinde Din-i Mübîn-i İslâmı ve müntesiplerini ortadan kaldırmak maksadıyla büyük bir ordu hazırlıyordu. Bu maksatla Cüzâm, Lahm, Âmile, Gassan, v.s. gibi kabileler de Heraklius'un bu ordusuna katılacaklardı.708 Bir insan seli halinde Medine üzerine akacak ve güya Müslümanları imha edeceklerdi.
    Durumu Resûlullah Efendimiz derhal haber aldı ve ânında hazırlığa başladı.
    Peygamber Efendimiz (a.s.m.), herhangi bir gazâya çıkarken, maksadını açıklamazdı. Bir başka yere gidecekmiş gibi davranır ve konuşurdu.
    Bu sefer öyle yapmadı. Halkın ona göre hazırlanması için, gidilecek yerin uzaklığını, zamanın kıtlık ve yokluk zamanı olduğunu, düşmanın da çokluğunu açıkça mücahidlere bildirdi.709
    Medine içinde harp hazırlıkları başlarken Peygamber Efendimiz etraftaki Müslüman kabilelere de haber gönderdi ve harp için mücahid istedi.710
    Sahabîlerin Yardımları
    Her tarafa kıtlık ve kuraklık hâkimdi. Harbe iştirak edecek mücahidlerden bir çoğunun silah satın alacak, harp hazırlığı için sarf edecek paraları yoktu.
    Resûl-i Ekrem, Müslüman zenginleri harp hazırlığı ve teçhizatı ile yardıma çağırdı.
    Hali vakti yerinde olan Müslümanlar, bu dâvete derhal iştirak ettiler.
    Hz. Ömer, Nebiy-yi Ekrem Efendimizin dâvetine koşanların başındaydı. Kendi kendine, "Bugün Ebû Bekir'i geçeceğim" diyordu. Malının yarısını alıp Peygamber Efendimize getirdi.
    Resûl-i Ekrem, "Ey Ömer! Ev halkına ne bıraktın?" diye sordu. Hz. Ömer, "Size getirdiğimin bir mislini bıraktım" dedi.711
    Hz. Ebû Bekir, bütün serveti olan dört bin dirhem* gümüşü alıp huzur-u Risâlete getirdi. Hz. Ömer, onun ne getirmiş olduğunu merakla öğrenmek istiyordu. Peygamber Efendimiz, "Ey Ebû Bekir! Ev halkına ne bıraktın?" diye sordu.
    Sıddık-ı Ekber sevinçle, "Onlara, Allah ve Resûlünü bıraktım"712 cevabını verdi.
    Bu fedakârlık karşısında Hz. Ömer'in gözleri yaşardı ve "Anam babam sana fedâ olsun, ey Ebû Bekir" dedi, "hayır yolundaki her yarışta beni muhakkak geçiyorsun. Artık, hiç bir şeyde seni geçemeyeceğimi iyice anladım."713
    "Zinnûreyn" lâkabının sahibi Hz. Osman, o sırada Şam'a göndermek üzere bir ticaret kervanı hazırlatmıştı. Yardım dâveti üzerine, kervanı Şam'a göndermekten vazgeçti ve üç yüz deveyi üzerindeki mallarla birlikte Hz. Resûlullaha teslim etti. Ayrıca elli at ve bin altın nakit hibe etti.
    Hz. Osman bin Affan'ın bu fedakârlığı karşısında Server-i Kâinat Efendimiz (a.s.m.), "Allah'ım, ben Osman'dan razıyım, sen de ondan razı ol!"714 diye duâ etti.
    Hz. Resûlullahın yardım dâvetine Abdurrahman bin Avf (r.a.), dört bin dirhemle koştu:
    "Yâ Resûlallah," dedi, "bu dört bin dirhemi size takdim ediyorum, bir o kadarını da ev halkım için bıraktım."
    Resûl-i Ekrem, "Getirdiğin de, ev halkına bıraktığın da bereketli olsun"715 buyurdu.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bu duâsı sebebiyledir ki, Abdurrahman bin Avf Hazretleri vefat ettiği zaman dört hanımından sadece her birisinin miras hissesine on sekiz bin miskal altın düştüğünü görmüşlerdi.716
    Daha bir çok Müslüman, ellerinden gelen yardımı yapmaktan geri durmadılar. Kimi hurma getiriyor, kimi devesini getirip ordunun hizmetine veriyordu. Hiç biri, getireceği şeyin küçüklüğüne, azlığına, ehemmiyetsizliğine bakıp yardıma koşmaktan geri kalmıyordu.
    Bir Sa' Hurma İle Yardıma Koşan Zât
    Ebû Akil, elinde bir sa'* hurma ile Resûlullahın huzuruna geldi:
    "Yâ Resûlallah," dedi, "iki sa' hurma karşılığında Bütün gece sırtımda su çektim. Bu iki sa'dan birini ev halkım için bıraktım. Diğerini de Rabbimin rızasını kazanmak için size getirdim."
    Bundan son derece mütehassis olan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Allah, senin getirdiğini de, ev halkına bıraktığını da bereketli kılsın" diye duâ etti ve getirilen hurmaların sadakalar kısmına dökülmesini emretti.717
    Bir başka fakir Müslüman olan Ulbe bin Zeyd, Allah Resûlünün bu dâvetine can u gönülden bir şeylerle katılmak istiyordu. Ama götürecek hemen hemen hiç bir şeyi yoktu. Allah'a yalvardı:
    "Ey Allah'ım! Sen, cihada çıkmayı emrettin. Halbuki beni, Resûlünle birlikte cihada çıkabilecek bir bineğe sahip kılmadın."
    Sonra, kendilerinden yararlandığı bazı şeylerle Hz. Resûlullahın huzuruna geldi. "Yâ Resûlallah! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Kendisinden faydalandığım şu şeyleri tasadduk ediyorum" dedi ve ilâve etti:
    "Bundan dolayı, beni üzen veya bana kötü söyleyen, ya da benimle, 'Bu da tasadduk edilir mi?' deyip eğlenecek kimseye hakkımı helâl ediyorum!"718
    Peygamber Efendimiz, "Allah sadakanı kabul buyursun" dedi. Ertesi gün, Peygamber Efendimiz Ashabına, "Şu gece tasaddukta bulunmuş kişi nerededir?" diye sordu.
    Kimsede bir hareket görülmedi.
    Bu sefer Peygamber Efendimiz (a.s.m.), "Gece sadakayı veren nerede ise ayağa kalksın" buyurdu.
    Hz. Ulbe ayağa kalktı.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Ben, senin sadakanı kabul ettim. Seni müjdelerim. Muhammed'in varlığı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sen sadakası kabul olunanların divanına yazıldın"719 buyurdu.
    Hz. Ulbe, duâsının kabulünden dolayı son derece memnun oldu.
    Müslüman Kadınların Fedakârlığı
    Müslüman kadınların bu yolda gösterdikleri fedakârlıklar da takdire şayandı. Boyunlarında, el ve kulaklarında ne kadar zinet eşyası varsa, Allah yolunda cihada çıkacak olan ordunun hazırlığı için getirip onları Hz. Resûlullaha seve seve teslim etmekte asla tereddüt göstermiyorlardı.
    Eslem Kabilesine mensup Hz. Ümmü Sinan der ki:
    "Âişe'nin (r.a.) evinde Resûlullahın (a.s.m.) önüne serilmiş bir örtü gördüm. Üzerinde fil dişinden bilezikler, pazubendler, yüzükler, halhallar, küpeler, develerin ayaklarını bağlayacak kayışlarla, kadınlar tarafından gönderilen ve Müslümanların savaşa hazırlanmalarına yarayan bir takım şeyler buluyordu."720
    İşte Bütün bu yardımlarla kıtlık, yoksulluk ve fakirlik yüzünden harbe iştirak edecek durumdan mahrum bulunan bir çok Müslümana da silah tedarik edildi, sefer hazırlığı yapıldı, harp teçhizatı sağlandı.
    Harbe iştirak etmek isteyenler öylesine çoktu ki, zengin Ashabın yardımları bile onların teçhizi için kâfi gelmiyordu. Durumları müsait olmayanlar Resûlullaha sefere gönüllü olarak katılmak istediklerini belirtiyorlar, ancak kimine binecek deve, kimine silah, kimine ise yol azığı tedarik edilemediğinden kabul edilmiyorlardı.
    Red cevabı alanlar arasında "Bekkâûn" yani "Ağlayanlar" diye meşhûr yedi zât vardı ki, şunlardı: Salim bin Umeyr, Amr bin Humam, Ulbe bin Zeyd, Irbad bin Sâriyye, Ebû Leylâ Abdurrahman bin Kâ'b, Abdullah bin Mugaffel ve Heremî bin Abdullah.721
    Bu yedi zât, harp hazırlıkları sırasında Peygamberimizin huzuruna çıkarak, "Yâ Resûlallah! Sefere çıkmak isteriz. Ancak, binecek devemiz, yolda yiyecek azığımız yok!" diyerek durumlarını arz ettiler.
    Resûl-i Ekrem, "Size verecek binek kalmadı" buyurunca, üzüntülerinden ağlayarak huzur-ı risâletten ayrıldılar.722
    Cenâb-ı Hak, bu fedakâr Sahabîler hakkında şöyle buyurdu:
    "Şu kimseler üzerine de cihâda katılamadıkları için bir günah yoktur ki, sana her gelişlerinde, 'Sizi bindirecek bir şey bulamadım' derdin, onlar da cihad için harcayacak birşey bulamamanın üzüntüsüyle gözleri yaşla dolu olarak dönerlerdi."723
    Harbe iştirak edemeyecekleri endişesiyle üzüntülerinden göz yaşı dökerek Peygamberimizin huzurundan ayrılan bu Sahabîler, bu âyetin inmesiyle zengin Sahabîler tarafından birer ikişer teçhiz edildiler. Böylece, harbe iştirak etmek imkânı kendilerine tanınmış oldu. Rivâyete göre bunların üçünü Hz. Osman bin Affan, ikisini Peygamberimizin amcası Hz. Abbas, ikisini de Yamin bin Umeyr harp için techiz etmişlerdir.724
    Münafıklar Sahnede
    Sıcaklık, kıtlık ve kuraklık her tarafı kasıp kavuruyordu. Bahçelerde meyvelerin tam olgunlaştığı bir zamandı. İnsanların, güneşin kavurucu sıcaklığından birazcık olsun uzak kalmak için bağ ve bahçelerindeki ağaçların gölgelerine oturmak için en şiddetli arzuyu duydukları bir mevsimdi. Ve böyle bir zamanda İslâm ordusu dünyanın en büyük devletlerinden biri olan Bizans'a karşı harbe çıkacaktı. Gönüllerinde Allah muhabbeti yerine dünya, mal, mülk sevgisi bulunan kimseler, buna nasıl iştirak edebilirlerdi, bu sıkıntılara nasıl katlanabilirlerdi?
    Nitekim, dünyaya âdeta kopmaz bağlarla bağlı bulunan ve dünya hayatını âhiret hayatına tercih eden münafıkların yine ortalığı karıştırmaya başladığı görülüyordu. Reisleri Abdullah bin Übeyy, Müslümanlar arasına fitne sokmak, onlarda harbe karşı bir gevşeklik, bir çekingenlik meydana getirmek gayesiyle şöyle konuşuyordu:
    "Muhammed Roma Devletini oyuncak mı zannediyor? Onun ve Ashabının esir düşeceklerini şimdiden görür gibiyim."725
    Diğer münâfıklar da, "Bu sıcakta harbe mi çıkılır?" diyorlardı.726
    Cenâb-ı Hak, münâfıkların bu sözleri üzerine şu Âyeti Kerime'yi inzâl buyurdu:
    "Resûlullaha karşı gelerek seferden geri kalanlar, evlerinde oturdukları için keyiflendiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek ise onların hoşlarına gitmedi de, 'Bu sıcakta cihâda çıkmayın' dediler. Sen, 'Cehennem ateşi daha sıcaktır' de, Keşke anlayabilselerdi!"727
    Bazı münâfıklar ise kadınlara olan düşkünlüğünü, harbe iştirak etmemek için bahane ediyordu.
    Bunun üzerine de şu âyet-i celile nâzil oldu:
    "Onlardan, 'İzin ver de beni fitneye düşürme' diyenler vardır. Heyhat, onlar fitnenin tâ içine düşmüşledir. Cehennem ise, kâfirleri her taraftan kuşatmıştır."728
    Daha bir çok münâfık böylesine sudan bahanelerle Peygamber Efendimizden izin istediler. Bunun üzerine, seksenden fazla münâfığa izin verildi.
    Onlar, Peygamber Efendimize beyân ettikleri özürlerinde yalancı idiler. Allah ve Resûlüne gönülden inanmış kimseler değillerdi.
    Cenâb-ı Hak (c.c.) şu âyetiyle de onların bu durumunu Resûlüne haber veriyordu:
    "Cihâddan geri kalmak için izin isteyenler, ancak Allah'a ve âhiret gününe inanmayan ve kalbleri şüpheye tutulmuş kimselerdir ki, şüpheleri içinde bocalayıp dururlar."729
    Bir sonraki âyette de Allah-ü Teâlâ yerlerinde oturup kalanlara bakıp ümitsizliğe kapılmamaları için Müslümanları teselli ediyordu:
    "Eğer sizinle beraber cihâda çıksalardı, sizin için fesattan başka birşey arttırmazlar, fitne çıkarmak için aranızda koşuştururlardı. İçinizde ise onları can kulağıyla dinleyecekler vardır."730
    Münâfıklar gürûhunun sudan bahanelerle harbe iştirak etmeyişleri, Allah ve Resûlüne gönülden bağlı olan mücahidleri cihâda çıkmak hususunda asla tereddüde düşürmedi.
    İslâm Ordusu Hazır
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, her türlü sıkıntı ve imkânsızlıklara rağmen Seniyyetü'l-Veda' ordugâhında ordusunu hazırladı. Ordu, otuz bin kişi idi. Bunun on binini süvariler teşkil ediyordu.731
    Bundan sonra Peygamber Efendimiz Medine'de yerine Muhammed bin Mesleme'yi (r.a.) vekil bıraktı.732
    Hz. Ali de İslâm ordusuyla Seniyyetü'l-Veda'a kadar gelmişti. Kâinatın Efendisi Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) onu huzuruna çağırdı ve "Medine'de muhakkak ya ben, ya da sen kalacaksın"733 buyurdular. Sonra da onu her iki ev halkının işleriyle meşgul olmak üzere Medine'de bırakacağını söyledi. Hz. Ali ağladı, "Yâ Resûlallah!" dedi. "Gittiğin her tarafta ben senin yanında bulunmak isterdim. Tek arzum buydu. Beni çocuk ve kadınlar arasında vekil mi bırakıyorsun?"734
    Peygamber Efendimiz (a.s.m.) cevaben, "Bana göre sen, Musâ'ya göre Harûn* gibi olmaya razı olmaz mısın? Şu kadar farkla ki, benden sonra Peygamber gelmeyecektir"735 buyurunca, Hz. Ali hiç beklemeden son sürat Medine'ye geri döndü.
    Peygamber Efendimiz, orduya hareket emrini vermeden önce, en büyük sancağı Hz. Ebû Bekir'e teslim etti.* En büyük bayrağı ise Zübeyr bin Avvam'a (r.a.) verdi.
    Hazreçlilerin sancağını Ebû Dücâne (r.a.), Benî Malik bin Neccarların bayrağını ise Zeyd bin Sâbit'e verdi.
    İslâm Ordusunun Medine'den Hareketi
    Receb ayının bir Perşembe günü idi.
    Güneşin batışına yakındı. Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle İslâm ordusu Medine'den Tebük'e doğru harekete geçti. Gönüllü olarak Allah yolunda cihâda çıkan mücahidlerde, bunca sıkıntı ve ağır şartlara rağmen en ufak bir tereddüt ve gevşeme yoktu. Geçici sıcaklığa ve sıkıntılara karşılık âhiret âleminde sonsuz nîmetlere kavuşacaklarını, Allah'ın cemâliyle müşerref olacaklarını biliyorlardı. Güneşin kavurucu sıcaklığı, imanlı gönüllerindeki serinliğe tesir etmiyordu. Maddî sıkıntı ve imkânsızlıklar İ'lâyı Kelimetullah uğrunda savaşmaya olan aşk ve şevklerini kıramıyordu. Bu ulvî ve kudsî duygularla yollarına devam ediyorlardı.
    Hz. Ali'nin Arkadan İslâm Ordusuna Yetişmesi
    Peygamberimiz tarafından Hz. Ali'nin Medine'de bırakılması üzerine de münâfıklar, aralarında ileri geri konuşmaya başladılar. Maksatları, bunu vesile ederek İslâm camiasında bir huzursuzluk meydana getirmekti. Şöyle diyorlardı:
    "Herhalde, onu yanında götürmek istemediğinden Medine'de bıraktı!"736
    Hz. Ali bu sözleri duyar da durur mu? Derhal silahlanıp İslâm ordusunun arkasına düştü. Cürf denilen mevkide Resûl-i Kibriyâ Efendimizle buluştu. Peygamber Efendimiz, "Yâ Ali! Neden dolayı çıkıp geldin?" diye sordu.
    Hz. Ali, "Yâ Resûlallah! Münâfıklar, senin bana kıymet vermediğini söylüyorlar. Bende görüp hoşlanmadığım bir şeyden dolayı beni yanında götürmediğinden söz ediyorlar."
    Peygamber Efendimiz işin mahiyetini anlamıştı. Güldü: "Onlar, yalan söylemişlerdir. Ben, seni arkamda bıraktıklarıma vekil tayin ettim. Derhal geri dön. Gerek benim ev halkım ve gerek senin ev halkın içinde vekilim ol!" buyurdu. Sonra ilâve etti:
    "Yâ Ali! Bana göre sen, Musâ'ya göre Hârun gibi olmağa razı değil misin? Şu farkla ki, benden sonra peygamber olmayacaktır!"738
    Hz. Ali, Peygamber Efendimizin sözlerini tasdik edip derhal Medine'ye döndü.739
    Medine'de bir çok münâfık kalmıştı. Bunların, herhangi bir karışıklığa ve bozgunculuğa tevessül edebileceklerini de göz önünde bulundurarak Peygamber Efendimizin Hz. Ali'yi Medine'de bıraktığı da söylenebilir.
    Meşhur Üç Kişi
    Bir kısım münâfığın sefere katılmayışı yanında, ne yazık ki, samimî Müslümanlardan Kâ'b bin Mâlik, Hilâl bin Ümeyye ve Mürâre bin Rebi' de sırf ihmalkârlıkları yüzünden Medine'de kaldılar.740
    Bu meşhur üç kişi hakkında vaki olacak muameleyi Peygamber Efendimizin Medine'ye dönüşünden sonra anlatacağız.
    Fahr-i Kâinat kumandasındaki İslâm ordusu güneşin sıcaklığına, çölün kavuruculuğuna aldırmadan yoluna devam ediyordu. Bir ara mücahidler, "Yâ Resûlallah! Ebû Zerr, devesi yürümediğinden geride kalmış" dediler.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Eğer, onda bir hayır varsa, Yüce Allah, onu bize kavuşturur"741 buyurdu.
    Ebû Zerr (r.a.), devesi zâif olduğu için geride kalmıştı. Devesinin yürüyemeyeceğini anlayınca da eşyasını sırtına almış, şiddetli sıcaklar altında yaya olarak ordunun arkasına düşmüştü.
    Ordu; bir konak yerinde istirahata çekilmişken, uzaktan birinin gelmekte olduğu görüldü. Yaklaşan Ebû Zerr'di. Mücahidler, Peygamber Efendimize haber verdiler. Resûlullah şöyle buyurdular:
    "Allah, Ebû Zerr'e merhamet etsin. O, yalnız yaşar, yalnız başına ölür ve yalnız başına haşrolur!"742
    Bu ferman-ı Nebevîden seneler sonra Hz. Osman'ın hilâfeti sırasındaydı.
    Şam'da ikâmet etmekte olan Ebû Zerr bir gün, "Altını ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda harcamayanları ise, acı bir azapla müjdele"743 meâlindeki âyet-i kerimeyi okudu.
    Hz. Muâviye, "Bu, biz Müslümanlar hakkında değil, ehli kitap hakkındadır" deyince, Hz. Ebû Zerr, "Hayır, bu hem bizim, hem de ehli kitap hakkındadır" cevabını verdi.
    Bu sebeple aralarında tartışma ve münakaşa çıktı. Hz. Muâviye, bunun üzerine, "Ebû Zerr, Şam halkını rahatsız ediyor" diye yazıp, onu Hz. Osman'a şikâyet etti.
    Hz. Osman da onu Şam'dan Medine'ye çağırdı.
    Medine'ye gelen Hz. Ebû Zerr'e İslâm Halifesi, "Yanımda kal. Bütün ihtiyaçlarını ben karşılayayım" diye teklifte bulundu. Fakat o, "Dünyanızdaki şeylerin bana gereği yok" diyerek bu teklifi kabul etmedi.
    Bu sefer Hz. Osman, "İstersen, yakın bir yere çekil, orada kal" diye teklif etti.
    Ebû Zerr, bunu kabul etti ve "Rebeze'ye gitmeme izin ver" diye dilekte bulundu.
    Hz. Osman'ın izin vermesi üzerine de Medine'ye üç konak uzaklıkta bulunan Rebeze'ye gitti.
    Bir müddet sonra rahatsızlandı. Yanında sadece zevcesi ile hizmetçisi vardı. Onlara, "Ölünce beni yıkayınız, kefenleyiniz. Sonra da cenazemi yolun ortasına koyunuz. Yanınıza uğrayacak ilk binitli yolculara, 'Bu Resûlullahın (a.s.m.) Sahabîsi Ebû Zerr'dir. Gömülmesi için bize yardım ediniz' deyiniz" diye vasiyet etti.
    Hanımı ağlamaya başlayınca, "Niye ağlıyorsun?" diye sordu. Hanımı, "Sen, ölüp gidersen ben ne yaparım? Elimde avucumda hiç bir şey bulunmadığı gibi, seni saracak bir kefen bile yok" dedi.
    Bunun üzerine Ebû Zerr, "Ağlamayı bırak" dedikten sonra şöyle konuştu:
    "Bir gün bir kaç kişiyle birlikte Resûlullahın huzurunda idik. Şöyle buyurdular:'İçinizden birisi kır bir yerde vefât edecek. Cenazesinde mü'minlerden, küçük bir cemaat hazır bulunacaktır.'
    "O mecliste benimle birlikte bulunanların hepsi, cemaatlar içinde vefât ettiler. Sağ kalan bir tek ben varım. Şimdi de ben, kır bir yerde ölüyorum. Yolu gözetle! Söylediklerimin doğru çıkacağını göreceksin."744
    Bu sözlerinden bir müddet sonra, Hicretin 32. senesinde yanında sadece hanımı ve hizmetçisi bulunduğu halde vefât ederek, Hz. Resûlullahın yirmi sene önce verdiği haberi tasdik etti.
    Vefât edince, zevcesi ile hizmetçisi onun vasiyetini yerine getirdiler. Yıkayıp kefenledikten sonra cenazesini yolun ortasına koydular.
    Tam o sırada umre yapmak üzere Iraklılardan küçük bir kafile çıka geldi. İçlerinde meşhur Sahabî Abdullah bin Mes'ud da vardı. Ebû Zerr'in hizmetçisi ayağa kalktı, "Bu, Resûlullahın Sahabîsi Ebû Zerr'dir. Gömülmesi için bize yardım ediniz" deyince, Hz. Abdullah bin Mes'ud kendisini tutamayarak hüngür hüngür ağlamaya başladı ve Resûl-i Kibriyânın seneler önceki fermânını tekrarladı:
    "Ebu Zerr, yalnız başına yaşar, yalnız başına ölür ve yalnız başına haşrolur."
    Sonra da hep beraber bu büyük Sahabînin cenazesini defnettiler.745
    İslâm ordusu Hıcr'da
    İslâm ordusu Hıcr mevkiine vardı. Burası sekizinci konak yerleri idi.
    Medine'den yedi merhale mesafede bulunan Şam yolu üzerindeki Hıcr, Hz. Salih'in (a.s.) kavmi olan Semud'un gece yarısından sonra Cenâb-ı Hak tarafından estirilen bir toz bulutu ile helâk olduğu yerdi.746
    Buraya varınca Peygamber Efendimiz, "Şu azaba uğratılmış olanların evlerine, onların uğradıkları azaba uğrayacağınızdan korkarak ve ağlayarak giriniz"746 buyurdu.
    Mücahidler, Hıcr'ın kuyusundan su aldılar. Onunla hamurlarını yoğurdular. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz şu emri verdi:
    "O kuyunun suyundan su içmeyiniz. Ondan namaz için abdest de almayınız! Onunla yoğurduğunuz hamuru da, develere yem yapınız! Ondan hiç bir şey yemeyiniz."748
    Peygamberimizin Yağmur Duâsı
    Hıcr mevkiinde sabahlayan İslâm ordusunda büyük bir susuzluk başgösterdi. Mücahidlerin su kablarında su kalmamıştı. Hz. Ömer o ânı şöyle anlatır:
    "O kadar susamıştık ki, susuzluktan boynumuzun kopacağını zannettik. Herhangi birimiz gidiyor, yüklerimizin arasında su arıyor, ancak orada su bulamadığımız gibi düşüp kalıyorduk. Hattâ içimizden biri devesini kesmiş, hörgücündeki suyu içmişti."749
    Münâfıkların Dedikoduları
    Müslümanlar arasında bulunan münâfıklardan bazıları bunu fırsat bilerek dedikoduya başladılar:
    "Eğer Muhammed, gerçekten bir peygamber olsaydı, Musa Peygamberin kavmine, Allah'tan yağmur dileyip, yağmur yağdırdığı gibi, o da Allah'tan yağmur diler, yağmur yağdırırdı.
    "Peygamber Efendimiz bu ileri geri konuşmaları duyunca, "Demek onlar, böyle söylüyorlar öyle mi? Allah'ın, size yağmur yağdıracağını umarım"750 buyurdu.
    Hz. Ömer, sözlerine devamla der ki:
    "Bütün bu güçlük ve sıkıntılar karşısında Ebû Bekir dayanamayarak Resûlullaha şu ricada bulundu:
    "'Yâ Resûlallah! Allah, duânızı kabul eder. Ne olur bizim için hayır duâda bulunsanız.'
    "Resûlullah (a.s.m.), 'Bunu istiyor musunuz?' buyurdu."
    Ebû Bekir, 'Evet yâ Resûlallah!' dedi."Bunun üzerine Resûlullah (a.s.m.), ellerini açarak duâ etti. Daha duâsını bitirmeden, hava birden bire karardı. Önce yağmur çiselemeye başladı. Sonra da sağnak halinde boşaldı. Bütün mücahidler kaplarını doldurdular. "Konakladığımız yerden ayrılınca, bir de ne görelim, yağmur sadece ordunun bulunduğu bölge içinde yağmış. O bölgenin dışına bir tek damla bile düşmemiş."
    İşte Kâinatın Efendisi böylesine bir duâ, bir niyaz ve istek ile Allah'ın ikram ve ihsanına mazhar oluyordu.
    Hz. Resûlullah, hayatında bu tarz bir çok mu'cizelere, ikram ve ihsanlara mazhar olmuştur. Bu da onun peygamberliğinin delillerinden biridir. Bu ikram ve ihsanları gözleriyle gören Müslümanların ise imanları daha da kuvvetleniyor, daha fazla mertebe katediyordu.
    Kasvâ'nın Kaybolması
    Sefer sırasında bir ara Resûl-i Ekrem Efendimizin devesi Kasvâ kayboldu.751 Ashab-ı Kiram bir süre aradılarsa da onu bulmaya muvaffak olamadılar.
    Münâfıklar bunu da fırsat bilerek Hz. Resûlullahı rahatsız edici söz söylemekten geri durmadılar. Onlardan biri olan Zeyd bin Lusayt, "Şaşılacak şey! Muhammed, peygamber olduğunu söyler, gökten haber verir, fakat devesinin nerede olduğunu bilmez"752 diye söylendi.
    Münâfıkın âdice sarf ettiği bu söz, Kâinatın Efendisine ulaştırılınca, "Vallahi, ben ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilirim. Ondan başkasını asla bilemem!" buyurdu ve ilâve etti:
    "Şimdi de Allah bana bildirdi ki, Kasvâ filan ve filan dağların arkasındaki vadidedir. Yuları bir ağaca takılmış olarak duruyor. Hemen gidiniz onu bana getiriniz."753
    Sahabîler, Hz. Resûlullahın tarif ettiği yere gittiklerinde, deveyi aynen yuları bir ağaca dolanmış halde buldular ve alıp getirdiler.754
    Resûl-i Ekrem, ancak Cenâb-ı Hakkın kendisine bildirmesiyle gaybı bilir, insanlar için gayb hükmünde olan hadiseleri haber verirdi. Bu, onun mazhar olduğu mucizelerinin bir nev'idir.
    Resûlullahın, Allah'ın bildirmesiyle haber verdiği istikbale âit bütün haberler Ashabın şehâdetiyle teker teker zuhur etmiştir.755
    İslâm Ordusu Tebük'te
    Nihâyet, kavurucu sıcaklar altında ve sıcaktan âdeta kaynayan kumlar üzerinde yapılan yorucu bir yolculuktan sonra İslâm ordusu on dokuzuncu konak yeri olan Tebük'e vardı.
    Fakat, ortada ne Bizans ordusu, ne de bir başkası vardı. Doğu Roma İmparatoru giriştiği hazırlıktan, cesaretsizliği sebebiyle son anda vazgeçmişti.
    Ebû Hayseme, samimi bir Müslümandı. Sadece ihmalkârlığı yüzünden İslâm ordusuna katılmayıp, Medine'de kalmıştı.
    İslâm ordusunun Medine'den ayrılışından günlerce sonra, bir gün işinden evine dönmüştü. Hanımlarının çardağı süpürmüş, temizlemiş ve soğuk şerbetleri hazırlamış olduğunu görmüştü. Bu manzara birden âlemini değiştirdi. Çardakların kapısı önünde dikildi. Hanımlarına ve kendisi için hazırlanan şeylere bakarak şöyle dedi:
    "Sübhanallah! Resûlullah (a.s.m.), yakıcı güneşin, rüzgâr ve sıcağın altında silahını boynunda taşısın da, Ebû Hayseme serin gölgede, yemeği hazırlanmış, iki güzel kadının yanında, mal ve mülkünün içinde oturup dursun. İnsaf mı bu?" Sonra da hanımlarına dönerek, "Vallahi, Resûlullah Aleyhisselâma gidip kavuşmadıkça hiçbirinizin çardağına girmeyeceğim! Derhal yol azığımı hazırlayınız" dedi.756
    Yol azığı hazırlanan Ebû Hayseme derhal Medine'den Tebük'e doğru yola çıktı. İslâm ordusu Tebük'te konakladığı esnada mücahidler uzaktan bir adının geldiğini fark ettiler. "İşte, bakınız bir süvari geliyor!" dediler.
    Peygamber Efendimiz, "Ebû Hayseme mi ola? Onun olmasını isterdim" buyurdu.
    Biraz sonra yaklaşınca, Sahabîler onu hemen tanıdılar. "Yâ Resûlallah! Vallahi, gelen Ebû Hayseme'dir," dediler.
    Ebû Hayseme, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna varıp selâm verdi. Resûl-i Ekrem, "Ebû Hayseme! Sen, helâke yaklaşmıştın!"757 buyurdu.
    Peygamberimizin Tebük'teki Hitabesi
    İslâm ordusunun Tebük'te beklediği sıradaydı.Peygamber Efendimiz, bir ara ayağa kalktı. Arkasını bir hurma ağacına dayayarak şu hitabede bulundu:
    "Size insanların en hayırlısı ve en şerlisini haber vereyim mi? İnsanların hayırlısı, atının veya devesinin sırtında, ya da iki ayağı üzerinde, son nefesine kadar Allah yolunda çalışan kimsedir!
    "İnsanların en şerlisi de, Allah'ın Kitabını okuyup, ondan hiç faydalanmayan azgın kimsedir. İyi biliniz ki, sözlerin en doğrusu Allah'ın Kitabıdır. Yapışılacak en sağlam kulp takvadır.
    "Dinlerin hayırlısı, İslâmiyettir.
    "Sünnetlerin hayırlısı, Muhammed'in sünnetleridir.
    "Sözlerin şereflisi, zikrullahtır.
    "Kıssaların güzeli, Kur'an'da olan kıssalardır.
    "Amellerin hayırlısı, Allah'ın yapılmasını mecbur kıldığı farzlardır.
    "Amellerin kötüsü, bid'atlar, sonradan ihdâs edilmiş (hoş olmayan) şeylerdir.
    "En güzel yol, en güzel yaşayış, Peygamberin yolu ve yaşayışıdır.
    "Ölümlerin şereflisi, şehidlerin ölümüdür.
    "Körlüğün körü, doğru yolu bulduktan sonra dalâlete sapmaktır.
    "Doğru yolun hayırlısı, kendisine uyulandır.
    "Körlüğün kötüsü, kalb körlüğüdür.
    "Veren el alan elden hayırlıdır.
    "Az olup yetişen şey, çok olup Allah'a taattan alıkoyandan hayırlıdır.
    "Özür dilemenin en fenası, ölüm gelip çattığı zamankidir.
    "Pişmanlığın kötüsü, Kıyâmet günündekidir.
    "Yanlışları en çok olan, dili en çok yalan söyleyendir.
    "Zenginliğin hayırlısı, gönül zenginlidir.
    "Hikmetin başı, Allah korkusudur.
    "Şarap, içki, günahların her çeşidini bir araya toplayandır.
    "Gençlik, delilikten bir bölümdür.
    "Kazançların kötüsü, faiz kazancıdır.
    "Yemelerin kötüsü, yetim malı yemektir.
    "Mes'ud kişi, başkasının halinden ders ve ibret alandır.
    "Amellerde esas olan, neticeleridir.
    "Düşüncelerin kötüsü, yalan yanlış düşüncelerdir.
    "Mü'mine sövmek, günah işlemektir ve dinî emirlere hürmetsizliktir.
    "Mü'mini öldürmek küfürdür.
    "Mü'min etinin yemek [dedikodu ve gıybetini yapmak] Allah'ın emirlerine karşı koymaktır.
    "Yalan yere, Allah adıyla yemin eden kişi, yalanlanır.
    "Af dileyen kişi Allah tarafından affolunur.
    "Kim öfkesini yenerse, Allah onu mükâfatlandırır.
    "Uğradığı zarara katlanan kişiye, Allah karşılığını verir.
    "Allah, zorluklara sabredip katlanan kimsenin sevabını kat kat arttırır.
    "Allahım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!
    "Allahım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!
    "Allahım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle! Kendim ve sizin için Allah'tan mağfiret dilerim!"758
    Peygamberimizin Tâunla İlgili Emri
    Peygamber Efendimiz Tebük'te iken, Şam taraflarında bir yerde tâun (veba) hastalığının ortaya çıkmış olduğunu duydu. Bunun üzerine Ashabına hitaben şöyle buyurdu:
    "Bulunduğunuz herhangi bir yerde tâun zuhur ettiği zaman oradan çıkmayınız, kaçmayınız!
    "Tâun zuhur eden yere de sakın yaklaşmayınız."759
    Tıp ilminde veba veya yumurcak olarak isimlendirilen tâun bulaşıcı hastalıklardan biridir. Hattâ, Avrupa'da bir ara korkunç olması sebebiyle "kara ölüm" diye de adlandırılmıştı. İşte Peygamber Efendimiz yukarıdaki sözleriyle bu hastalığa karşı insanlığın tedbirli davranması gerektiğine tâ bin dört yüz küsur sene önceden dikkati çekmiştir.
    Yukarıdaki sözleriyle Resûl-i Ekrem Efendimiz aynı zamanda, tıpta mühim bir yer işgal eden "karantina" usûlüne de tâ o zamandan işâret buyurmuştur.
    Peygamberimizin Ashabı Kiramın Görüşünü Alması
    Tebük'te konaklayan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Şam üzerine yürünüp yürünmemesi hususunda Ashab-ı Kiramın görüşünü sordu.
    Hz. Ömer söz alıp, "Yâ Resûlallah! Eğer gitmekle Allah tarafından emrolundunsa git!" dedi.
    Peygamber Efendimiz, "Eğer, bu hususta Allah'tan herhangi bir emir almış olsaydım, o zaman sizin görüşlerinizi öğrenmek istemezdim" buyurdu.
    O zaman Hz. Ömer fikrini şöyle beyan etti:
    "Yâ Resûlallah! Rumlar, sayıca oldukça kalabalıktırlar. Oralarda Müslümanlardan tek kişi bile yoktur. Onların yakınlarına yeterince gelmiş bulunuyorsunuz. Bu derece yaklaşmanız onları korkutmuştur. Uygun görürseniz, bu yıl buradan geri dönünüz, Yahut, Allah Taâlâ, size bu husustaki emrini bildirir."760
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ömer'in bu görüşünü uygun buldu ve Tebük'ten ileri gitmedi.
    Sadece Peygamberimize Verilen Beş Şey
    İslâm ordusu, Tebük'te beklemeye devam ediyordu. Peygamber Efendimiz, bir gece teheccüd namazını kıldıktan sonra, çevresinde kendisini bekleyen Sahabîlere dönerek şöyle konuştu:
    "Daha önce hiç bir peygambere verilmeyen beş şey bana verildi:"
    1) Benden önceki peygamberlerin her biri yalnız kendi kavimlerine gönderilirken, ben bütün insanlara gönderildim."
    2) Yeryüzü bana mescid (namazgâh) ve temizlik vasıtası kılındı. Bunun için nerede olursam olayım, namaz vakti girince, (su bulunmazsa) teyemmüm eder, namazımı orada kılarım.
    "Ümmetimden herhangi biri, namaz vakti girince, bulunduğu yerde namazını kılsın. Benden önceki peygamberlerden hiçbirisine bu ihsan edilmemişti. Onların ümmetleri, namazlarını ancak kilise ve havralarında kılabilirlerdi."
    3) Ganimetler bana helâl kılındı. Halbuki, benden önceki peygamberlerin hiçbirine helâl kılınmamıştı."
    4) Bana şefâat makamı verildi."
    5) Ben, bir aylık mesafedeki düşmanlarımın bile kalplerine korku salmakla yardım olundum."761
    Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Halid bin Velid'i Dûmetü'l-Cendel'e Göndermesi
    Tebük'ten ileri gitmeme kararı veren Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu esnada Hz. Halid bin Velid'i yanına dört yüz süvari vererek Dûmetü'l-Cendel'de bulunan Kindelerin Kralı Hıristiyan Ükeydir bin Abdülmelik'e göndermek istedi. Hz. Halid şöyle dedi:
    "Yâ Resûlallah! Her tarafını iyice bilmediğim geniş memlekette, bu kadar az sayıda insanla gidip onu bulmam nasıl mümkün olur."
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, şu fermanı verdi:
    "Sen, muhakkak onu, yabanî sığır avlarken bulacak ve yakalayacaksın! Yakalayınca, onu öldürme, bana getir!"762
    Bunun üzerine Hz. Halid, beraberindeki mücahidlerle Tebük'ten Şam'ın Medine'ye en yakın beldelerinden olan Dûmetü'l-Cendel'e doğru hareket etti. Oraya vardığında Resûl-i Kibriyâ Efendimizin haber verdiği gibi, Ükeydir'i yabanî sığır avlarken görüp yakaladı.763 Daha sonra onu ve kardeşini alıp Efendimizin huzuruna getirdi. Peygamber Efendimiz onları Müslüman olmaya dâvet etti. Buna yanaşmadılar. Fakat, cizye vermeyi kabul ettiler. Bunun üzerine kanları bağışlandı. Onlar da Tebük'ten ayrılıp memleketlerine döndüler.764
    Eyle Hükümdarının Peygamberimize Gelmesi
    Peygamber Efendimiz, henüz Tebük'ten ayrılmadığı sırada, Eyle* Hükümdarı Yuhanne bin Ru'be çıkıp huzura geldi. Sulh yapmak istediğini belirtti. Her sene muayyen miktarda cizye vermek üzere Peygamber Efendimiz onunla anlaşma yaptı.765
    Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Ayrıca Yuhanne ve Eyle halkı için şu yazıyı yazdırdı:
    "Bismillahirrahmanirrahim. Bu, Allah ve Allah'ın Resûlü Muhammed tarafından Yuhanne ve Eyle halkından denizdeki gemilerde bulunanları ve karadaki gezenleri için emân yazısıdır:
    "Gerek bunlar ve gerek Şam, Yemen ve deniz halkından Eylelilerle birlikte bulunanlar, Allah'ın ve Muhammed Peygamberin himâyesindedirler.
    "Onlardan bir kötülük işleyeni yanındaki malı koruyamayacaktır.
    "Gerek su almak isteyen, gerek denizde veya karada dilediği yola gitmek isteyene mani olmak helâl olmayacaktır.
    "Bunu, Resûlullahın izniyle Cuheym bin Salt ve Şürahbil bin Hasene yazdı."766
    İslâm ordusunun Tebük'te ikâmeti sırasında Şam ülkelerinden Yahudi olan Cerba ve Ezruh halkı da Peygamber Efendimize gelerek, cizye vermek suretiyle emân dilediler. Peygamber Efendimiz tekliflerini kabul etti. Bir anlaşma metni yazılarak kendilerine emân verildiği kayıt altına alındı.767
    Bir Parça Azık, Bütün Bir Orduya Yetiyor
    Tebük'ten ayrılmak üzere hazırlıklar yapılıyordu. Bu esnada Sahabîlerden bazıları, mücahidlerin azıklarının tükenmiş olduğunu ve büyük sıkıntıya düştüklerini gelip şikâyet suretinde Peygamberimize arz ettiler. Sonra da, "Yâ Resûlallah! Müsaade buyursanız da, su taşıdığımız develerimizi boğazlasak, onların etini yesek olmaz mı?" dediler.
    Peygamber Efendimiz, "Olur, öyle yapınız" buyurarak müsaade etti.
    Onlar da bunun üzerine gidip develerini kesme hazırlığına koyuldular. Bu esnada Hz. Ömer yanlarına geldi. Develerini kesmekten vazgeçmelerini söyledikten sonra, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna vardı.
    "Yâ Resûlallah! Halkın bindikleri develerini kesmeye izin mi verdiniz?" diye sordu.
    Peygamber Efendimiz, "Uğradıkları açlıktan bana şikâyet ettiler. Ben de buna müsaade ettim" buyurdu.
    Hz. Ömer, "Yâ Resûlallah" dedi, "mücahidler böyle yaparlarsa, binilecek deve kalmaz! Sen, onların arta kalan azıklarını getirt, bir araya topla, onlar üzerinde bereket duâsı yap! Yüce Allah, herhalde senin duânı kabul eder ve o yiyeceklere bereket ihsan buyurur."
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Olur" buyurdu.
    Bunun üzerine mücahidler ellerinde kalan azıklarını getirdiler. Peygamber Efendimizin serdirdiği deri bir yaygı üzerine bıraktılar. Kimisi bir avuç hurma, kimisi bir avuç un, kimisi bir avuç darı, v.s. getirmişti.
    Yaygının üzerinde toplanan azık çok az birşeydi. Üç sa' (3,120 gram) var veya yoktu!
    Peygamber Efendimiz, kalkıp abdest aldı. Arkasından iki rekât namaz kıldı. Sonra da yiyeceklerin bereketlenmesi için Cenâb-ı Hakka niyazda bulundu. Peşinden de Sahabîlere hitaben, "Kaplarınıza alınız" buyurdu.
    Herkes getirdiği kabını doldurdu. Hiç bir kab boş kalmadı. Doyuncaya kadar da, yaygının üzerindeki azıktan yediler.
    Sonunda gördüler ki, yaygının üzerinde toplanan azık kadar hâlâ duruyor.768
    Tebük'ten Ayrılış
    Peygamber Efendimiz yirmi gün kaldıktan sonra Ashabıyla Tebük'ten Medine'ye doğru harekete geçti.769
    Resûl-i Ekrem Efendimizin devesinin yuları Ammar bir Yasir'in elindeydi. Arkadan ise deveyi Huzeyfe bin Yemân sürüyordu.
    Bu arada bir grup münâfığın gece karanlığında kendisine suikastte bulunacağı Resûl-i Kibriyâ Efendimize (a.s.m.) Cenâb-ı Hak tarafından haber verildi. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (a.s.m.) devamlı etrafını gözetliyor, her an dikkatli bulunuyordu.
    Bir ara karanlıkta bir grubun kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Bunlar, suikastı plânlayan münâfıklardı. Yoldaki dar boğazda Peygamber Efendimizi pusuya düşürmeyi planlamışlardı.
    Peygamberimiz, hemen Hz. Huzeyfe'ye onları dağıtma emri verdi. Hz. Huzeyfe üzerlerine yürüyerek "Ey Allah'ın düşmanları" diye bağırdı. Birden korkuya kapılarak ordunun içine karıştılar.770
    Resûl-i Ekrem Efendimize münafıkların, bu tarz bir suikasta teşebbüs ettiklerini öğrenen Hz. Üseyyid bin Hudayr fenâ halde hiddete geldi. Ordudaki münâfıkların boyunlarını vurmak için izin istediyse de Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu:
    "Halkın 'müşriklerle arasındaki savaş sona erince, Muhammed, Ashabını öldürmeye başladı' diye yaygara yapmalarını hoş görmem."
    Üseyyid bin Hudayr, "Yâ Resûlallah! Bunlar, senin Ashabın değiller ki?" dedi.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), "Mademki, dilleriyle, kelime-i şehâdet getirerek Müslüman olduklarını izhar etmişlerdir, şu halde onlara dokunamayız"771 buyurdu.
    Mescid-i Dırar
    Peygamber Efendimiz, Tebük seferine hazırlandığı sıradaydı. Kubâlı bir grup münâfık huzura çıkarak, "Yâ Resûlallah! Yağmurlu ve soğuk gecelerde hasta ve uzak yere gidemeyeceklerin namaz kılmaları için bir Mescid yapmış bulunuyoruz" dedikten sonra ilâve etmişlerdi:
    "Senin gelip mescidimizde bize namaz kıldırmanı arzu ediyoruz."772
    Dillerinden dökülen bu cümleler, zahire bakılırsa, masum bir niyetin ifadesi olarak görünüyordu. Ne var ki, içlerinde gizledikleri menhus niyet başkaydı. Maksatları; Müslüman cemaatı bölmek, İslâmın ilk mescidi olan Kubâ Mescidinden, inşa ettikleri mescide adam çekip kendi nifak saçan emellerine onları âlet etmeye çalışmaktı. Bu hususta, bizzat Peygamber Efendimizin "fasık" diye adlandırdığı Ebû Amir Rahip Abdi Amr2 da kendilerine yardım edeceğine söz vermiş ve şöyle demişti: "Siz, bir mescid yapınız ve içine mümkün olduğu kadar silah depo ediniz. Ben de Rum Hükümdarı Kaysere gideceğim. Rumlardan asker getirtip Muhammed ve Ashabını Medine'den çıkaracağım."773
    Ne var ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz içlerinde gizledikleri bu menhus niyet ve çirkin maksatlarını bilmiyordu. Bu sebeple onlara, "Şu sırada Tebük seferine çıkmak üzereyim. Seferden dönersek ve Allah da dilerse gelir mescidinizde size namaz kıldırırız"774 buyurmuştu.
    Hz. Resûlullahı çağırmalarındaki asıl maksat, inşâ ettikleri mescidin bir nevi kudsiyet ve meşrûiyetini tescildi. Bu gerçekleşirse halkı oraya çekip meş'um gayelerine âlet etmeleri daha da kolaylaşacaktı.
    Hakikatı halde böyle bir mescide ihtiyaç var mıydı? Hayır.
    Ama, münâfıklık tohumlarının intişârı için böyle bir yuvaya, böyle bir toplantı yerine kendilerince gerek duymuşlardı.
    Nihâyet Tebük Seferi neticelenmiş Peygamber Efendimiz Ashabıyla Medine'ye dönüyordu. Medine yakınında bu münâfıklar Peygamberimizin yoluna çıkarak kendilerine verilmiş olan sözü yerine getirmesini istediler.775
    Fakat, Cenâb-ı Hak, onların bu art niyetlerinin tahakkuk etmesine fırsat vermedi. İşin iç yüzünü orada Resûlüne inzal buyurduğu şu âyetlerle bildirdi:
    "O kimseler ki, Müslümanlara zarar vermek, küfre yardımda bulunmak, mü'minlerin arasına ayrılık sokmak ve bundan önce Allah ve Resûlüne karşı savaşa yeltenmiş kimsenin gelişini beklemek için bir mescid edindiler. 'Bizim iyilikten başka bir kastımız yok' diye yemin ederler. Yalan söylediklerine ise Allah şâhittir.
    "O mescidde namaz kılma. Senin namaz kılmana lâyık olan mescid, ilk günden beri takvâ üzerine kurulu bulunan mesciddir. Orada maddî ve mânevî pisliklerden temizlenmeyi seven kimseler vardır. Allah da çokça temizlenenleri sever.
    "Binâsını Allah korkusu ve rızâsı üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa çökmeye yüz tutmuş bir yar kenarına kurup da onunla birlikte Cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah zâlimler topluluğuna yol göstermez.
    "Onların binâ ettikleri mescid, kalblerinde bir şüphe olarak devam eder ve kalbleri parçalanıp ölmedikçe o şüpheden kurtulamazlar. Allah herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yapar."776
    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Mâlik bin Duhşum ile Âsım bin Adiyy'i çağırıp şu emri verdi:
    "Şu, halkı zâlim olan mescide gidiniz. Onu yıkınız, yakınız."777
    Peygamber Efendimizin bu emri derhal yerine getirildi.Kur'an'da "Mescidi Dırar (Zarar Mescidi)" olarak vasıflandırılan mâlum binâ yakılıp yıkıldı.778
    Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine'ye yaklaştığı sırada Ashab-ı Kirama hitaben, "Medine'de öyle kimseler vardır ki, sizin gittiğiniz ve geçtiğiniz her yerde ve vadide onlar da sizinle birlikte bulunmuş gibidir" buyurdu.
    Ashab-ı Kiram, "Yâ Resûlallah! Onlar Medine'de iken nasıl bizimle birlikte olabilirler" diyerek hayretlerini izhar ettiler.
    Peygamber Efendimiz meseleyi şöyle izah etti:
    "Onlar, ancak mâzeretleri sebebiyle Medine'de kalmışlardır. Allah-u Taâla Kitabında, 'Mü'minlerin hepsinin birden harbe çıkması gerekmez. Her topluluktan bir kısım geride kalıp da, dinlerini iyice öğrenmeleri ve kavimleri geri döndüğünde onları ikaz etmeleri daha doğru olmaz mı? Umulur ki, böylece Allah'ın yasaklarından sakınmış olurlar' (Tevbe Sûresi, 122) buyurmuyor mu?
    "Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki; onların duâları, düşmanımıza silahlarımızdan daha tesirlidir."779
    Medine'ye doğru yaklaşırken, bir ara Resûl-i Ekrem Efendimiz Uhud Dağına baktı ve "İşte Uhud Dağı! O bizi sever, biz de onu severiz" buyurdu.780
    Peygamber Efendimizin gelmekte olduğunu duyan Medine'deki büyük küçük bütün Müslümanlar yola çıkıp onu Seniyyetü'l-Veda' denilen tepede karşıladılar. Kadınlar, küçük çocuklar Hz. Resûlullahı tekrar görmenin sevincini yaşıyorlardı. Bu sevinçlerini, "Seniyyetü'l-Veda'dan dolunay doğdu üstümüze. Yalvaran bulundukça, Allah'a hamdetmek düşer bize" diyerek izhar ediyorlardı.781
    Nihâyet, Resûl-i Ekrem Efendimiz ordusuyla yorucu bir yolculuktan sonra Ramazan ayında Medine'ye geldi.782
    İslâm ordusu, Tebük'te kimseyle karşılaşmamıştı. Ancak, böylesine uzun bir yolu en zor şartlar altında kat'edip düşmanı karşılamaya gitmesi bile büyük bir muvaffakiyetti. Bu sefere çıkış aynı zamanda o günün en büyük devletlerinden biri olan Bizans İmparatorluğuna açıktan açığa bir meydan okuyuştu. Bu meydan okuyuşa cevap verme cesaretinin gösterilememesi ise ayrı bir ehemmiyetli mânâyı taşıyordu. Bu, artık İslâm kuvvet ve kudretinin karşısına çıkacak bir gücün bulunmadığının bir ifadesiydi.
    Selâmı Alınmayan Sahabîler
    Hz. Kâ'b bin Mâlik, Hz. Mürâre bin Rebi' ve Hz. Hilâl bin Ümeyye, üçü de samimi, sağlam birer Müslümandı. Fakat üçü de, meşru bir özürleri olmaksızın, sırf ihmâlkârlıklarının eseri olarak Tebük Seferine çıkan orduya katılmayıp Medine'de kalmışlardı.
    Kâ'b bin Mâlik, Ensarın Hazreç Kabilesinden olan şâirdi. Akabe Bîatında bulunan üç şâirden biriydi. Harplerde kahramanlık duygularını harekete geçiren hamasî şiirler söylerdi.783 Tebük Seferine kadar Bedir hariç diğer bütün savaşlara katılmıştı. Hatta Uhud günü, her tarafın birbirine karıştığı o dehşetli anda Resûl-i Kibriyâ Efendimizi miğferi altında parlayan mübârek gözlerinden o tanıyıp Ashaba haber vermiş, onların toparlanması için seslenmişti. O günkü çarpışmada on bir yara da almıştı.784
    Mürâre bin Rebi' ile Hilâl bin Ümeyye de Ashabı Bedir'den, örnek ahlâk ve fazilet sahibi iki Sahabî idi.785
    Bu üç kişiden biri olan Kâ'b bin Mâlik (r.a.) seferden geri kalışım şöyle anlatır:
    "Resûlullah (a.s.m.), bu savaşı (Tebük Savaşını) meyvelerin olgunlaştığı ve ağaç gölgelerinin altında serinleme arzusunun şiddetlendiği bir zamanda yaptı. Resûlullahla beraber bütün Müslümanlar harbe hazırlandılar.
    "Ben de onlarla birlikte sefere hazırlanmak için sabahleyin evden çıkıp dolaşırdım. Fakat hiç bir iş görmeden akşam üzeri döner geri gelirdim.
    "Kendi kendime; 'Hazırlanmağa imkânım, kudretim ve henüz zamanım da var' derdim. Bu ihmalcilik bende durmayıp devam etmişti. Nihâyet herkes gerçekten hazırlandı. Ve bir sabah Resûlullah (a.s.m.) ile Müslümanlar sefere çıktılar. Halbuki ben, o âna kadar, savaş teçhizatımdan hiç birini hazırlamamıştım. Yine kendi kendime; 'Bir iki gün sonra hazırlanır, onlara yetişirim' diyordum.
    "Ordu, Medine'den ayrılıp gittikten sonra hazırlanmak için sabah erkenden kalktım. Fakat yine eskisi gibi bir türlü hazırlık yapamadım. Bu durumum Müslümanlar gidinceye ve savaş bitinceye kadar böyle devam etti. Binip gitmeyi, onlara yetişmeyi düşündüm, keşke bunu olsun yapsaydım. Fakat bir türlü muvaffak olamadım."786
    Geri kalan diğer iki Sahabînin de durumları bundan farksızdı. Hiç biri kötü niyetle geri kalmış değildi. Ancak, ihmalkâr davranmışlar ve ordudan geri kalınışlardı. Bu durum da onların acı bir imtihan ve sıkıntı geçirmelerine sebep oluyordu.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, henüz Mescidi Saâdetlerinde iken bu üç Sahabî af dilemeye geldiler. Ne için geri kaldıklarını açık açık anlattılar.
    Hz. Kâ'b bin Mâlik af dilemeye gittikleri o ânı şöyle anlatır:
    "Resûlullah (a.s.m.) sabahleyin geldi. Herhangi bir seferden döndüklerinde önce mescide gider, orada iki rekât namaz kılar, ondan sonra da Müslümanlarla otururdu.
    "Yine aynı şekilde iki rekât namaz kılıp Müslümanlarla oturduğunda, harbe iştirak etmemiş olarılar ona gelerek yemin ettiler ve özür beyânında bulundular. Bunlar seksen kadardı. Resûlullah (a.s.m.), onların sözlerine ve zahire bakarak beyân ettikleri özürlerini yerinde görüp, onlar için Allah'tan af diledi ve işin iç yüzünü ve hakikatını Allah-u Teâlaya havale etti.
    "O sırada ben de huzura geldim. Resûlullah Aleyhisselâma selâm verince acı bir tebessümle gülümsedi. Sonra bana, 'Gel bakalım' diye buyurdu.
    "Yürüdüm, önüne oturdum. Bana, 'Seni harpten alıkoyan sebep neydi? Sen Akabe'de bîat etmiş değil miydin?' buyurdu.
    "'Evet, vallahi, yâ Resûlallah! Size her hal ü kârda yardım etmeye söz verdim. Yâ Resûlallah! Allah'a yemin ederim ki, sizden başka şu dünyada insanlardan herhangi birisinin karşısında otursaydım, alelâde bir özür ileri sürerek onun gazabından kendimi kurtarmayı başarırdım.
    Çünkü, ben Allah'ın inayeti ile kuvvetli bir hitabete sahibim. Bugün sana yalan söylesem şu anda beni mâzur görürsün. Fakat birgün Allah sana işin hakikatini bildirirse yine bana kızarsın. Eğer huzurunuzda doğruyu söylersem, yine kızacaksınız. Ama ben bu hususta Allah'ın affını diliyorum. Hayır, hiç bir mazeretim yoktu. Şunu da belirteyim ki, hiçbir zaman sefere çıkıldığı andaki kadar kuvvetli ve varlıklı da olmamıştım."787
    Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) Kâ'b Hazretlerinin bu konuşmasından sonra, "İşte bu doğruyu söyledi. Kalk git; Allah senin hakkında bir hüküm verinceye kadar bekle"788 buyurdu.
    Diğer iki Sahabî de Kâb Hazretleri gibi konuştular. Peygamber Efendimiz (a.s.m.), onlara da gidip Allah'ın haklarında indireceği hükme kadar beklemelerini söyledi.789
    Görüşme Yasağı
    Resûl-i Ekrem, Allah'ın kendisine vahiy ile bildireceği hükme kadar, diğer Müslümanların bu üç kişi ile görüşüp konuşmalarını da yasakladı.790
    Bu yasak üzerine, artık herkes onlardan kaçıyordu. Görüşmek istedikleri kimseler, hattâ akrabaları bile kendileriyle görüşmek, konuşmak istemiyorlardı. Hattâ selâmlarını bile almıyorlardı. Artık yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye, ruhlarını sıkmaya, kalblerini sıkıştırmaya başlamıştı.
    Kâ'b bin Mâlik, bu hazin ve sıkıntılı halini ise şöyle tasvir eder:
    "Resûlullah (a.s.m.), harbe iştirak etmeyen ben ve diğer iki zatla Müslümanların konuşmalarını yasakladı. İnsanlar bizden kaçıyordu. Bize karşı tutumları başkalaştı. Bu yüzden dünya beni sıkmaya başladı. Dünya, artık tanıdığım o dünya değildi sanki. Bu durumumuz tam elli gün devam etti.
    "İki arkadaşım kaderlerine rıza göstererek evlerinde oturup günlerini ağlayarak geçiriyorlardı. Ben ise onlardan daha genç ve güçlü idim. Dışarı çıkıyor, Müslümanlarla beraber namaz kılıyor, sokaklarda çarşılarda dolaşıyordum. Fakat, bir tek kişi bile benimle konuşmuyordu. Namazdan sonra Sahabîleriyle sohbete başlayan Resûlullaha (a.s.m.) selâm veriyordum ve kendi kendime; 'Acaba selâm almak için dudakları kımıldadı mı, kımıldamadı mı?' diye soruyordum.
    "Sonra Resûlullahın (a.s.m.) yakınında namaz kılıyor, yan gözle kendisini kolluyordum. Ben namaza durduğum zaman Resûlullah bana bakıyor. Onun tarafına döndüğüm zaman da benden yüz çeviriyordu."791
    İşte bu üç Sahabî böylesine acı ve ibretli bir imtihana tabi tutulmuşlardı.
    Hatta oldukça ibret vericidir ki: Hiç kimsenin kendisiyle görüşmek istemediğini gören Kâb' Hazretleri bir gün amcası oğlu Ebû Katâde'nin yanına varır. Selâm verir. Ebû Katâde onun selâmını almaz. Hz. Resûlullahın selâmını almadığı kimsenin selâmını Ebû Katâde nasıl alabilirdi? İsterse en yakın akrabası, isterse öz kardeşi olsun! Ashabı Kirâmın, Hz. Resûlullaha olan muhabbet ve sadakatlerinin bariz bir misâlidir bu.
    Hz. Kâ'b bin Mâlik, selâmını almayan Ebû Katâde'ye, "Allah için olsun söyle, Allah'ı ve Resûlünü ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun değil mi?" diye sorar.
    Ebû Katâde, tek kelime bile cevap vermez. İkinci kez sorar. Ebû Katâde yine tek kelime konuşmaz. Üçüncü sefer sorunca sadece, "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" diye cevap verir.
    Çok sevdiği amcası oğlu Ebû Katâde'den bu cevabı alan Kâ'b, tabii ki göz yaşlarını tutamaz ve gözleri yaşlı olarak oradan uzaklaşır.792
    Henüz Kâ'b ve arkadaşları Allah'ın Resûlü ve Müslümanların kendilerine karşı takbik ettikleri her türlü boykottan kurtulmuş değillerdi. Bu sırada Gassan Hükümdarı Hıristiyan Cebele bin Eyhem'den kendisine bir mektup geldi. Mektupta kendisine hitaben şöyle deniliyordu:
    "Haber aldığıma göre sahibin (Peygamberimiz) sana cefâ ve ezâ ediyormuş. Allah seni hakaret görecek ve hakkın zayi olacak bir mevkide (tahkir ve tezlil için) yaratmamıştır. Orada durma, bize gel! Sana şanına lâyık bir sûrette hürmet ve ihsanda bulunuruz."793
    Hz. Kâ'b mektubu okuyunca kendi kendine, "Bu da bir başka imtihandır" dedi ve mektubu ânında yırtıp yakarak794 Hz. Resûlullaha olan sadakâtını bir kere daha ortaya koydu.
    Bir Yasak Daha
    Kâ'b (r.a.) ve iki Sahabînin tutuldukları imtihan, çilelerinin kırkıncı günü bittikten sonra daha da şiddetlendi. Resûl-i Ekrem Efendimiz onlara şu haberi gönderdi:
    "Bundan böyle hanımlarına da asla yaklaşmayacaklardır!"795
    Bu emri alan Hz. Kâ'b, hanımına, "Bu hususta Allah'ın hükmü gelinceye kadar git babanın evinde, kal!" diye emretti.796
    Gerçekten Kâ'b bin Mâlik ile diğer iki Sahabî Mürâre bin Rebi' ve Hilâl bin Ümeyye çok çetin imtihanlara tâbi tutuluyorlardı ve bu imtihanlarla Allah'a ve Resûlüne karşı olan sadakâtlarının derecesi ölçülüyordu. Görüldüğü gibi onlar da kendilerine yakışan sadakâtı göstermekte asla tereddüt göstermiyorlardı.
    Sahabî Kadındaki Feraset
    Üç kişiden biri olan Hilâl bin Ümeyye hizmetini kendisi göremeyecek kadar yaşlıydı. Bu muâmeleye mâruz kalışından dolayı durmadan ağlıyordu. Yemiyor, içmiyordu. İçtiği bir yudum su veya birazcık süttü.
    Kendisine bu emir tebliğ edilince hanımı çıkıp Hz. Resûlullahın huzuruna geldi:
    "Yâ Resûlallah" dedi, "Hilâl bin Ümeyye, kendi işini göremeyecek kadar yaşlanmış bir ihtiyardır. Hizmet edecek kimsesi de yoktur. Acaba, sadece ona hizmette bulunmama müsaade eder misiniz?"
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Kendine yaklaştırmamak şartıyla, hizmet edebilirsin"797 buyurdu.
    Kadın, "Yâ Resûlallah," dedi, "vallahi, onun ne bana, ne de hiç bir şeye doğru kımıldayacak hali var. Vallahi, bu muameleye mâruz kalışından beri de durmadan ağlıyor. Gözlerini kaybedeceğinden korkuyorum."798
    Beklenen Hüküm
    Nihayet, bu üç Sahabînin çektikleri çilenin ellinci günü tamamlanmıştı. Cenâb-ı Hak, Resûlüne onlar hakkındaki hükmünü göndererek tevbelerinin kabul edildiğini şöyle müjdeledi:
    "Haklarında hüküm bırakılmış olan üç kişiye de Allah tevbe nasip etti. Öyle ki, yeryüzü, o kadar genişliğiyle beraber onlara dar gelmiş, kalbleri sıkıştıkça sıkışmış ve Allah'ın azâbından kurtulmak için Ondan başka sığınacak bir yer olmadığını anlamışlardı. Sonra Allah onlara pişman olup dönmeleri için tevbe nasip etti. Muhakkak ki Allah, tevbeleri çokça kabul edici ve kullarına merhamet edicidir."799
    Cenâb-ı Hakkın, kendilerini affetmiş olduğunu bildirmesiyle bu üç zatın elli gün süren acı ve ızdıraplı imtihanı bitmiş oluyordu.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, sabah namazını kıldıktan sonra, Cenâb-ı Hakkın malûm üç kişinin tevbelerini kabul buyurduğunu Ashab-ı Kirama bildirdi.
    Bunun üzerine, Zübeyr bin Avvam (r.a.) atına atlayarak son sürât Kâ'b bin Mâlik'i, Said bin Zeyd ise Hilâl bin Ümeyye'yi müjdelemeye gitti.O sırada Kâ'b bin Mâlik evinde oturuyordu. Düşünceliydi. Dünya Bütün genişliğine rağmen ona dar geliyor ve ruhunu âdeta tutmuş sıkıyordu. Tam bu esnada Hz. Zübeyr yetişip müjdeyi verince, birden secdeye kapandı. Artık üzerindeki bütün sıkıntılar gitmişti. O küçücük evi sanki bir dünya gibi genişlemişti. Ruhundaki sıkıntı, yerini ferah ve sürura terk etmişti. Sevincinden üzerindeki elbisesini çıkarıp Hz. Zübeyr'e giydirdi.800
    Tevbesinin kabul olunduğunu duyan Hilâl bin Ümeyye de derhal secdeye kapandı. Uzun bir süre başını secdeden kaldırmadı. Müjdeyi veren Sahabî der ki: "Sevincinden can verdiğini sandım."
    Mürâre bin Rebi'yi de bir başka Sahabî müjdeledi.
    Kâ'b bin Mâlik, bizzat gidip tevbesinin kabul olunduğunu bir kere de Peygamber Efendimizden öğrenmek istiyordu. Bunun için Mescid-i Nebevînin yolunu tuttu. Her gören kendisine, "Allah, tevbeni kabul etti, müjdeler olsun sana, ey Kâ'b!" diyordu.
    Kâ'b, mescide vardı. Selâm verip Hz. Resûlullahın huzurunda diz çöktü. Resûl-i Ekrem Efendimizin de yüzü sevinçten gülüyordu. Kâ'b'ın selâmını tatlı bir tebessümle birlikte aldı. Sonra da, "Müjde, ey Kâ'b! Bugün, annenden doğduğun günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısı, en mesûdudur" diye buyurdu.
    Kâ'b bin Mâlik, "Yâ Resûlallah! Bu müjde senden mi, yoksa Allah'tan mı?" diye sordu.
    Peygamber Efendimiz, "Benden değil, doğrudan doğruya Allah katından"801 diye buyurdu.
    Mânevî sıkıntıdan kurtulan Kâ'b, son derece memnun ve mesrurdu, "Yâ Resûlallah! Tevbem kabul olunduğu için Allah ve Resûlü yolunda sadaka olarak malımı dağıtmak istiyorum" dedi.
    Peygamber Efendimiz bu teklife, "Malımın bir kısmını kendine alıkoy. Böylesi senin için daha hayırlıdır"802 cevabını verdi.




    708. Tabakât, 2:165.
    709. Sîre, 4:159; Tabakât, 2:165.
    710. Tabakât, 2:165.
    711. Tirmizî, 5:615.
    * Bir dirhem, üç gramdır.
    712. Tirmizî, 5:615.
    713. A.g.e., 5:615; Üsdü'l-Gâbe, 3:327
    714. Sîre, 4:161.
    715. Taberî, 10:197.
    716. Üsdü'l-Gâbe, 3:315-316.
    * Sa': 1040 dirhemlik bir hububat ölçeğidir. Bir dirhem 3 gram olduğuna göre, bir Sa' 3.120 gram demektir.
    717. Taberî, 10:194-195.
    718. İsâbe, 2:500.
    719. İbn-i Kesir, Sîre, 4:9.
    720. Megazî, 3:991-992.
    721. Sîre, 4:161; Tabakât, 2:165.
    722. Sîre, 4:161; Tabakât, 2:165.
    723. Tevbe Sûresi, 92.
    724. Sîre, 4:161-162.
    725. Megazî, 3:1041.
    726. Sîre, 4:160.
    727. Tevbe Sûresi, 81.
    728. Tevbe Sûresi, 49.
    729. Tevbe Sûresi, 45.
    730. Tevbe Sûresi, 47.
    731. Sîre, 4:162; Tabakât, 2:166.
    732. Sîre, 4:162; Tabakât, 2:165.
    733. Tabakât, 3:25.
    734. A.g.e., 3:24; Buharî, 3:86.
    * Harun, Musâ, Tur Dağına çıktıkları zaman geride kavminin idaresine bakmak üzere kardeşi Hz. Harun'u bırakmıştı. (Geniş bilgi için bkz.: B. Ateş, Peygamberler Tarihi, s. 367-438.)
    735. Tabakât, 3:24; Buharî, 3:86.
    * Resûl-ü Ekrem Efendimizin, bu son gazalarında en büyük sancağı Hz. Ebû Bekir'e vermesinin, vefatlarından sonra onun ilk halife olacağına latif bir işaret olduğu zikredilmiştir.
    736. Sîre, 4:163.
    737. A.g.e., 4:16; Tabakât, 3:24-25.
    738. Sîre, 4:163; Tabakât, 24.
    739. Sîre, 4:163; Tabakât, 25.
    740. Sîre, 4:162; Taberî, 3:143.
    741. Sîre, 4:167; Taberî, 3:145.
    742. Sîre, 4:167; isâbe, 4:64.
    743. Tevbe Sûresi, 34.
    744. Tabakât, 4:233-234.
    745. Sîre, 4:168; Tabakât, 4:235.
    746. Sîre, 4:165.
    747. A.g.e., 4:165; Buharî, 3:90; Müslim, 4:2286.
    748. Şîre, 4:164-165; Taberî, 3:144.
    749. İbn-i Kesir, Sîre, 4:16.
    750. Zâdü'l-Mead, 1:156.
    751. Sîre, 4:165-166; Taberî, 3:144; ibn-i Kesir, Sîre, 4:16.
    752. Sîre, 4:166.
    753. A.g.e., 4:166.
    754. Sîre, 4:167; İbn-i Kesîr, Sîre, 4:16-17.
    755. Şifâ, 1:650-651.
    756. Sîre, 4:163; Taberî, 3:144.
    757. Sîre, 4:164; Taberî, 3:144.
    758. Müsned, 3:37; İbn-i Kesîr, Sîre, 4:23-25.
    759. Müsned, 3:416; Müslim, 4:1737-1738.
    760. İnsanü'l-Uyûn, 3:119.
    761. Müsned, 3:304, 5:248; Buharî, 1:70; Müslim, 1:370; Sünen, 1:210-211.
    762. Sîre, 4:169-170; Taberî, 3:146.
    763. Sîre, 4:169-170; Taberî, 3:146.
    764. Sîre, 4:169-170; Taberî, 3:147.
    * Eyle, ilk Yahudi şehirlerindendir. Hz. İbrahim'in (a.s.) torunu Eyle'den dolayı bu isimle anılmıştır. Hicaz'ın sonu ve Şam'ın başlangıcıdır.
    765. Uyunü'l-Eser, 2:221.
    766. Tabakât, 1:289.
    767. Sîre, 4:169; Tabakât, 1:289-290.
    768. Müsned, 3:11; Müslim, 1:57; ibn-i Kesîr, Sîre, 4:17.
    769. Sîre, 4:170; Tabakât, 2:168; Taberî, 3:147.
    770. İbn-i Kesîr, Sîre, 4:36.
    771. Megazî, 3:1043-1044.
    772. Sîre, 4:174; Taberî, 3:147.
    * Ebû Amir, başmünafık Abdullah bin Übeyy bin Selûl'ün yakın akrabası idi. Cahiliyye Devrinde ruhbanlığa özenirdi. Peygamber Efendimize (a.s.m.) peygamberlik verilince bunu kıskanmaya başladı. Peygamber Efendimiz hicretle Medine'ye gelince, o, etrafına topladığı bir kaç adamla Medine'ye gitti. Bedir Savaşında Müslümanlara karşı savaştı. Bizzat Peygamber Efendimiz ona 'fasık' adını taktı. Mekke'nin fethinden sonra Şam'a gitti.
    773. Zâdü'l-Mead, 3-12.
    774. Sîre, 4:174; Taberî, 3:147.
    775. Sîre, 4:174; Taberî, 3:147.
    776. Tevbe Sûresi, 107-110.
    777. Sîre, 4:174; Taberî, 3:147.
    778. Sîre, 4:174; Taberî, 3:147.
    779. Tabakât, 2:168; Megazî, 3:1056-1057; Müsned, 3:341; Sünen, 3:12.
    780. Müsned, 5:425; Müslim, 2:1011.
    781. Zadü'l-Mead, 3:12; İnsanü'l-Uyûn, 3:123.
    782. Tabakât, 2:167.
    783. Üsdü'l-Gâbe, 4:248; İsâbe, 3:302.
    784. Üsdü'l-Gâbe, 4:247.
    785. A.g.e., 4:343.
    786. Sîre, 4:176; Buharî, 3:87.
    787. Sîre, 4:177; Buharî, 3:87-88.
    788. Sîre, 4:178; Buharî, 3:88.
    789. Sîre, 4:178; Buharî, 3:87.
    790. Sîre, 4:178; Buharî, 3:87.
    791. Sîre, 4:178; Buharî, 3:88.
    792. Sîre, 4:178; Müsned, 3:458; Buharî, 3:88.
    793. Sîre, 4:178; Müsned, 3:458; Buharî, 3:88.
    794. Sîre, 4:179; Buharî, 3:88.
    795. Sîre, 4:179; Buharî, 3:88.
    796. Sîre, 4:179; Buharî, 3:88.
    797. Sîre, 4:179; Buharî, 3:88.
    798. Sîre, 4:179; Buharî, 3:88.
    799. Tevbe Sûresi, 118.
    800. Sîre, 4:180; Buharî, 3:89.
    801. Sîre, 4:180; Buharî, 3:89.
    802. Sîre, 4:180; Müsned, 3:459; Buharî, 3:89.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  5. #5
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    Alıntı DJ-zümrüt Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
    paylaşımların için allah c.c razı olsun ellerin dert görmesin abii

    AMİN ECMAİN Kardeşim. okuyan gözlerine, güzel yüreğine sağlık.
    cezakallahu hayran...
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  6. #6
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    TÂİF KUŞATMASI



    Huneyn Harbinde, Müslümanlar karşısında hezimete uğrayan Sakifliler, yurtları olan Tâif'e gidip sığınmışlardı. Şehrin kapılarını üzerlerine kapayarak, savaşmaya hazırlanmışlardı.
    Burası şirkin son sığınaklarından biriydi. Bir daha iman ve İslâma karşı koyacak cesareti kendisinde bulamayacak bir şekilde başı ezilmeliydi. Havazin ve Sakiflileri Müslümanlara karşı ayaklandıran Mâlik bin Avf da gelip buraya sığınmıştı. Onun da yakalanıp hakettiği cezaya uğratılması gerekiyordu.
    Bu sebeple Peygamber Efendimiz, mücahidlerle birlikte Tâif'e doğru yol almaya başladı. Burasını çok iyi biliyordu. Seneler önce, burada hayatının en acı ve acıklı günlerini yaşamıştı. Tâiflileri İslâma dâvet etmeye gelmişken onlar kendisini taşa tutmuşlar, kan revan içinde bırakmışlardı.
    İslâm ordusu kısa zamanda Tâif önlerine vardı. Fakat Sakifliler kuvvetli kalelerine kapanmışlar ve bütün ihtimalleri göz önünde bulundurarak bol miktarda yiyecek stoku da yapmışlardı.
    Bu surları yarıp şehre dalmak elbette mümkün değildi. Bu sebeple Resûl-i Ekrem, şehri muhasara altına aldı. Ordugâh surlara çok yakın kurulmuş olduğundan, mücahidler düşmanın yağmur gibi oklarına maruz kaldılar. Bu arada bir kaç mücahid de atılan oklarla şehid oldu.618
    Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, ordugâhı surlardan uzaklaştırdı ve bugünkü Tâif Mescidinin yanına nakletti.619
    Bu arada yanında bulunan hanımlarından Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Zeynep için iki çadır kuruldu. Resûl-i Ekrem, namazlarını bu iki çadır arasında kılar ve orada otururdu. Sakifliler Müslüman olduktan sonra burada bir mescid yapacaklar ve adına da "Sâriye Mescidi" diyeceklerdir.620
    Muhasara esnasında çarpışma, karşılıklı şiddetli ok atışlarıyla devam etti.
    Mancınık Kurularak, Tâiflilerin Taşa Tutulması
    Muhasaranın uzadığını ve Sakiflilerin teslim olmaya niyetli görünmediklerini anlayan Peygamber Efendimiz, bu sefer mancınık kurulup düşmanın taşa tutulması hususunda mücahidlerle istişârede bulundu. Selmân-ı Farisi Hazretleri, "Ben de bunu uygun görüyorum. Çünkü biz Fars ülkesinde düşman kalelerine mancınıklar dikerdik, onlar da bize karşı mancınıklar dikerlerdi. Böylece birbirimizi yenmemiz mümkün olurdu. Mancınık kurulmadığı zamanlarda uzun müddet beklemek zorunda kalırdık" diyerek fikrini beyân etti.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu teklifi güzel karşıladı ve mancınık yapılmasını emretti. Emri derhal yerine getirildi. Daha önce orduda bulunanlarla birlikte mancınıkların sayısı üç oldu. İslâm ordusunda Ayrıca iki debbâbe (sığır derisinden yapılmış kuvvetli araba) vardı.
    Mücahidler bu debbâbelerin altına girerek şehir kalesine yaklaşmayı ve duvarını kazıp delmeyi denedilerse de, bunda başarılı olamadılar. Zira, düşman askerleri tarafından atılan oklar, kızgın demir parçaları ve şişler bu derileri delip ilerlemelerine mani oluyordu. Hattâ bu arada İslâm ordusu şehid de verdi.
    Muhasara uzuyor ve arzu edilen netice elde edilemiyordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz bir başka tedbire başvurdu:Düşmanı, iktisadi baskı altına almak için, şehrin dışındaki Tâiflilerin ileri gelenlerine âit kaliteli ve nâdir üzümler yetiştiren bağ ve bahçelerin tahrip edilip, kesileceğini duyurdu ve kesilmesini mücahidlere emretti. Tek geçim kaynakları olan bağ ve bahçelerinin kesildiğini gören Sakifliler, telaşa kapıldılar ve Peygamberimize, "Ey Muhammed! Mallarımızı neden kesiyorsun? Bizi yenersen, ya onları alırsın. Yahud da dediğin gibi Allah'ın rızasını ve akrabalık* hakkını gözeterek bize bırakırsın" diye seslendiler.621
    Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Ben, bağınızı, Allah rızasını ve akrabalık hakkını gözeterek yerinde bırakıyorum" dedi ve üzüm asmalarının kesilmesini menetti.622
    Bu arada kahraman Sahabî Hz. Hâlid bin Velid ortaya atılarak düşmandan çarpışacak er diledi. Fakat, düşmanda bu yolda hiç bir hareket görülmedi. İçlerinden biri, Hz. Hâlid'in er dilemesine şu cevabı verdi:
    "Bizden hiç kimse seninle çarpışmak üzere kaleden aşağı inmeyecektir. Biz kalemizde, oturmaya devam edeceğiz. Çünkü, yıllarca bize yetecek yiyecek stokumuz var. Eğer bu yiyecekler tükenir ve sen de o zamana kadar beklemeyi göze alırsan, o takdirde hepimiz kılıcımızı sıyırır, senin karşına çıkarız. Son nefesimize kadar seninle çarpışırız."623
    Yeni Bir Taktik
    Kuşatma uzadıkça uzuyordu. Sakiflilerinse kaleden çıkıp göğüs göğüse çarpışmaya niyetleri yoktu. Teslim olmayı da düşünmüyorlardı.
    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.) başka bir tedbire başvurdu:
    "Kaleden inip yanımıza gelen ve Müslüman olan köle hürdür" diye ilân ettirdi.624
    Bu ilân üzerine yirmiye yakın köle kaleden indi ve İslâm ordusuna katılıp Müslüman oldu. Peygamber Efendimizde onları azad etti. Sonra da hepsini hali vakti yerinde olan Müslümanlara teslim ederek, onlara Kur'an okutmalarını ve sünnetleri öğretmelerini emretti.
    Sakifliler Müslüman olduklarında, bu kölelerin kendilerine geri verilmesini isteyecekler, Peygamberimiz ise, "Onlar, Allah'ın azâd etmiş olduğu kimselerdir. Sizlere geri veremem!" buyurarak isteklerini reddedecektir.625
    Bir ara Uyeyne bin Hısn huzura çıkarak, "Yâ Resûlallah! İzin ver de gidip onlarla konuşayım. Onları İslâmiyete dâvet edeyim, olur ki Allah onlara hidâyet ihsan eder" dedi.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz izin verince, Uyeyne çıkıp Tâiflilerin yanına gitti. Peygamber Efendimize söylediklerinin tam aksine onlara, "Vallahi, Muhammed hiç bir zaman sizin gibisiyle karşılaşmadı. Kaleleriniz korunmaya müsaittir. Direnmenize devam ediniz" dedi.
    Bundan sonra dönüp geldi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Ey Uyeyne, onlara neler söyledin?" diye sordu.
    Uyeyne hiç bozuntuya vermeden, "Onları Müslüman olmaya dâvet ettim. Muhammed, sizi teslim almadıkça, geri çekilmeyecektir. Kendiniz için ondan eman alınız dedim" diye konuştu.
    Uyeyne sözlerini bitirince Peygamber Efendimiz hiddetle, "Yalan söylüyorsun! Sen onlara, şöyle şöyle söyledin" dedi ve onun söylemiş olduğu sözleri teker teker nakletti.
    Kızarıp bozaran Uyeyne af diledi:
    "Doğru söylüyorsun, yâ Resûlallah Söylediklerimden dolayı Allah'tan affımı dilerim. Pişmanım. Allah'a tevbe ediyorum." 626
    O sırada Hz. Ömerü'l-Faruk, "Yâ Resûlallah! Müsaade buyur da, götürüp şunun boynunu vurayım" dedi.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Hayır! Ashabımı öldürüyorum diye insanlar, hakkımda söz ederler"627 buyurdu.
    Resûl-i Ekrem'in Rüyâsı
    Bu arada Peygamber Efendimiz bir rüyâ gördü. Rüyâsında kendilerine bir kap tereyağı ikram ediliyor, bir horoz ise gagasıyla kabı devirip içindeki yağı döküyordu.
    Efendimiz rüyâsını anlatınca, Hz. Ebû Bekir, "Yâ Resûlallah! Sanırım bugünlerde Tâifliler hakkında umduğun şeye eremeyeceksin" dedi.
    Peygamber Efendimiz de aynı kanaatte idi. "Buna, ben de imkân görmüyorum" buyurdu.628
    Muhasaranın Kaldırılması
    Resûl-i Ekrem, Tâif'i fethetmenin o anda kendisine nasib olmayacağını artık anlamıştı. Bundan sonraki bekleme, vakit kaybetmekten başka bir işe yaramayacaktı.
    Bu arada Ashabına şimdilik kendilerine Tâif'i fethetme izni verilmediğini duyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer gelerek, "Göç etmeye hazırlanmaları, halka duyurulacak mıdır?" diye sordu.
    Peygamber Efendimiz, "Evet" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer, Müslümanlara Tâif'i terk etme hazırlıklarına geçmelerini ilân etti.
    Hz. Ömer, o arada bir de, "Yâ Resûlallah! Sakifler aleyhinde duâ etsen olmaz mı?" diye sordu.
    Peygamber Efendimiz, "Allah, onlar aleyhinde dua etmeye de izin vermedi" buyurdu.
    Sonra da, "Siz hemen göç etmeye bakınız" diye emretti.629
    Fakat, mücahidlerin bir kısmı, netice almadan buradan ayrılmak istemiyordu. Hattâ, "Tâif'i fethetmeden nereye gideceğiz?" dedikleri de duyuluyordu.
    Bu mücahidler gidip, Hz. Ebû Bekir'e başvurdular. Hz. Sıddık onlara, "Bu işi, Allah ve Resûlü daha iyi bilir. Emir, Resûlullaha gökten gelir" diyerek cevap verdi.
    Bunun üzerine Hz. Ömerü'l-Faruk'un yanına vardılar, onunla konuştular.
    Hz. Ömer ise onlara şu cevabı verdi:
    "Biz, Hudeybiye hâdisesini gördük. Hudeybiye'de içime, Allah'tan başkasına malûm olmayan bir şüphe girmişti. O gün, Resûlullaha (a.s.m), hiç söylemediğim sözlere başvurdum. Az kalsın ev halkım ve malım mahvolup gidecekti.
    "Resûlûllahın (a.s.m.), Allah tarafından yaptığı işte bizim için hayır vardır. Halk için, Hudeybiye Sulhundan daha hayırlı bir fetih olmamıştır. Resûlullahın (a.s.m.) Peygamber olarak gönderildiği günden, Hudeybiye'de sulh şartlarının yazıldığı güne kadar, Müslüman olanlardan daha çok kimse, kılıç kullanmadan Müslüman oldular.
    "Resûlullahın yaptığı işte bir hayır vardır. Ben, o Hudeybiye işinden sonra, hiç bir zaman, hiç bir iş hakkında ona dönüp itiraz edemem. bu iş Allah'ın işidir. O, dilediğini Peygamberine vahyeder."630
    Peygamber Efendimiz, umumî kanaatın, Tâif'te bir müddet daha kalmak olduğunu fark edince, mücahidlere, "Öyle ise, yarın sabah çarpışmaya hazır olunuz" diye buyurdu.
    Sabah olunca, çarpışmaya girdiler. Ancak, bu çarpışma yara almalarından başka bir işe yaramadı. Bundan öteye bir netice elde edemeyeceklerine artık kendileri de kanaat getirdiler. Peygamber Efendimiz tekrar "İnşallah yarın döneceğiz" deyince sevindiler. Hemen göç hazırlıklarına başladılar. Peygamberimiz onların bu haline tebessüm buyurdu.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz ordusuyla otuz gün kadar süren bir kuşatmadan sonra Tâif'ten ayrıldı.
    Sakifliler mücahidleri fazlasıyla uğraştırmış, yormuş, yaralamış ve 14 kadar Müslümanı da şehid etmişlerdi. Bu sebeple ayrıldıkları sırada, Peygamber Efendimizden Sakifliler aleyhinde duâ etmesini istediler.
    Fakat âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (a.s.m.), ellerini açarak, "Allah'ım! Sakiflilere doğru yolu göster! onları bize getir!" diye duâ etti.631
    Kâinatın Efendisi, öylesine engin bir merhamet duygusuna, öylesine bitmez tükenmez bir şefkat deryasına sahipti ki, en azılı düşmanlarının bile mahvolmasına gönlü razı olmuyor, bilâkis onların da İslâm ve iman nuru ile mânen hayat bulmasını istiyor ve bunu Yüce Rabbinden niyaz ediyordu.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, kuşatmayı kaldırdıktan sonra mücahidlerle birlikte Huneyn ve Evtas'ta alınan ganimetlerin muhafaza edildiği Ci'râne mevkiine dönmek üzere Tâif'ten ayrıldı.
    Sürâka bin Cu'şum'un Müslüman Olması
    Resûl-i Ekrem Efendimiz Ashabıyla Tâif'ten Ci'râne'ye doğru yol alıyordu. Bu sırada Efendimize doğru birinin yaklaşmakta olduğu fark edildi. Müslümanlar onu tanımadıklarından buna mani oldular. Hattâ art niyetli biri olabilir düşüncesiyle, "Sen nereye gidiyor, ne yapmak istiyorsun?" diyerek üzerine yürümek bile istediler.
    Müslümanların kendisini Peygamber Efendimize yaklaştırmayacağını anlayınca, hicret esnasında Hz. Ebû Bekir'in kendisi için yazmış olduğu yazıyı iki parmağının arasına alarak kaldırdı, "Yâ Resûlallah! Bu, benim için yazdığın yazıdır. Ben, Sürâka bin Cu'şum'um!" dedi.
    Peygamber Efendimiz onu tanıdı, "Bugün, verilen sözü yerine getirme ve iyilik yapma günüdür!" buyurduktan sonra Müslümanlara, "Onu bana yaklaştırınız" diye emretti.
    Efendimizin huzuruna varan Sürâka şehâdet getirerek Müslüman oldu.
    Sürâka der ki:"Resûlullaha, 'Yâ Resûlallah! Kendi develerim için doldurduğum havuzlarımın başını yitirilmiş develer sararlar. Havuzumdan onları sulasam, bana ecir ve sevap var mıdır?' diye sordum. Resûlullah (a.s.m.), 'Evet, her ciğeri olanı sulamakta insana sevap vardır' buyurdu."
    Bundan başka bir şey sormadım. Sonra kavmimin yanına vardım. Mallarımın zekâtını ayırıp Resûlullaha gönderdim."632
    Ganimet Ve Esirler
    Yoluna devam eden Efendimiz Ci'râne mevkiine geldi. Mücahidlerin bu çarpışmalarda elde ettikleri ganimet ve esir sayısı oldukça fazlaydı. Esir alınan kadın ve çocuk sayısı altı bini buluyordu.633
    Alınan ganimet malları ise, "Yirmi dört bin deve, kırk bin davar ve dört bin ukiyye* gümüş idi.634
    Resûl-i Ekrem, Havazinlilerin gelip Müslüman olabilecekleri ihtimalini gözönünde bulundurarak, esirlerin taksimine hemen başlamadı. Bu arada, Sahabînin birini Mekke'ye göndererek, esirler için elbiseler getirtip hepsini giydirdi.635
    On geceden fazla beklediği halde, Havazinlilerin gelmediğini görünce, Müslümanlar arasında bölüştürüldü.
    Havazin Heyetinin Gelişi
    Esirlerin mücahidler arasında taksim edilmesi işi henüz yeni bitmişti ki, Havazinlilerden bir heyet çıkageldi ve Peygamberimize, Müslüman olduklarını, yurtlarındaki halkın da İslâmiyeti kabul ettiklerini haber verdi.636
    Havazinliler, Resûl-i Ekrem Efendimizin süt annesi Halime'nin mensup olduğu kabile idi. Yani Allah Resûlüne dadılıkta bulunmuş bir kabile idi. Bunu ileri sürerek kendilerine lütufkâr davranılmasını, mal ve esirlerin geri verilmesini istediler.
    Resûl-i Ekrem onlara, "Ben, tevbe edip gelirsiniz diye, ganimet ve esirleri bölüştürmeyi uzun bir müddet tehir ettim. Fakat siz artık çok geç kalmış sayılırsınız. Esirleri, mücahidler arasında taksim etmiş bulunuyorum. Onları size tekrar iâde etmem oldukça zor bir iştir" dedi.
    Bu konuşmasından sonra da onları iki şey arasında serbest bıraktı:
    "İsterlerse mallarını, isterlerse kadın ve çocuklarını tercih edeceklerdi.
    Havazinliler, kadın ve çocuklarını tercih ettiler.
    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, "Hisseme ve Abdülmuttaliboğulları hissesine düşenleri size geri veriyorum" buyurdu. Sonra da şu tavsiyede bulundu:
    "Öğle namazını kıldırdığım zaman ayağa kalkarak, 'Biz kadınlarımız ve çocuklarımız hususunda Allah Resûlünün Müslümanlar nezdinde, Müslümanların da Allah Resûlü nezdinde şefâatını diliyoruz' diye konuşursunuz. Ben de hissemi bağışladığımı tekrarlar, Müslümanların da bağışlanmasını isterim."
    Peygamber Efendimiz, öğle namazını kıldırınca, Havazinliler yapılan tavsiye üzerine ayağa kalkarak; Hz. Resûlullah ve Müslümanlardan esirlerinin bağışlanmasını taleb ettiler.
    Resûl-i Ekrem, halkın huzurunda yüksek sesle hissesine ve Abdülmuttaliboğulları hissesine düşen esirleri bağışladığını tekrarladı. Bunu duyan Muhacir ve Ensarın hepsi de kendilerine düşen esirleri bağışladılar.637
    Böylece, Resûl-i Kibriyânın mübârek dillerinden dökülen bir iki cümle ile, bir anda altı bin civarındaki esir kadın ve çocuk serbest bırakıldı.
    Bu hadise, hem Nebiy-yi Muhterem Efendimizin engin şefkat ve merhametini göstermek, hem de Müslümanların ona mutlak bağlılıklarını aksettirmek bakımından dikkat çekicidir.
    Mâlik bin Avf'ın Müslüman Olması
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Havazinlilere kadın ve çocuklarını geri verdikten sonra, "Mâlik bin Avf ne yapıyor?" diye sordu.
    Havazin temsilcileri, "Kaçıp Tâif Kalesine sığındı. Şimdi, Sakiflilerin yanında bulunuyor" dediler.
    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
    "Ona haber veriniz ki, eğer Müslüman olur, yanıma gelirse, kendisine ev halkını ve malını geri verir, Ayrıca da yüz deve ihsan ederim."638
    Heyet, haberi kendisine götürünce Mâlik, çıkıp Hz. Resûlullahın huzuruna gelerek Müslüman oldu. Resûl-i Ekrem vaad ettiği şekilde kendisine ev halkını, malını teslim etti, hem de yüz deve ihsanda bulundu.Resûl-i Kibriyâ Efendimiz yüz deve ihsanından başka, düne kadar en şiddetli düşman olan Mâlik bin Avf'ı, kabilesinden Müslüman olanlar üzerine vâli tayin ederek taltif etti.639
    İnsanları güzel davranışları, tatlı sözleri ve bol bol ihsan ve iltifatlarıyla gönülden fetheden Peygamber Efendimizin bu ihsanı karşısında Mâlik bin Avf da gönlünün fethedildiğini şöyle ifade etti.
    "İnsanlar arasında Muhammed'in bir benzerini şimdiye kadar ne görmüşüm ve ne de işitmişim. Kendisinden ihsan edilmesi istenildi mi, fazlasıyla verir. İstediğin takdirde, yarın meydana gelecek olan hadiselerden de sana haber verir."640
    Bir ay kadar önce Müslümanlara karşı büyük bir ordu hazırlamış olan Mâlik bin Avf, o andan itibaren İslâmın emir ve hizmetindeydi.
    Esirlerin sahiplerine iâdesinden sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz ganimetlerin taksimine başlayacaktı. O sırada bedevîlerden bir kısmı, "Yâ Resûlallah, deveden, davardan ganimetlerimizi bölüştür" diyerek, Efendimizi rahatsız ettikleri ve ridâsından çekiştirdikleri görüldü. Bedevîler o derece ileri gittiler ki, Efendimiz bir ağaca dayanmak zorunda kaldı. Bu hareket karşısında Kâinatın Efendisi şöyle buyurdu:
    "Siz, Allah'ın size nasip ettiği ganimeti aranızda bölüştürmeyeceğimi mi zannediyorsunuz? Vallahi, ganimet malları Tihâmenin ağaçları sayısınca bile olsaydı, hiç bir cimrilikte ve korkaklıkta bulunmadan onları aranızda bölüştürürdüm." Sonra da eline bir deve tüyü alıp, herkesin görebileceği şekilde parmakları arasında tutarak kaldırdı ve şöyle buyurdu:
    "Ey insanlar! Vallahi sizin ganimetinizden beşte bir dışında, bana şu tüy kadar bile geçmiş birşey yoktur. Beşte bir pay da gerektiğinde yine sizlere harcanıyor."641
    Bundan sonra ganimet mallarını saydırdı ve herkesin hissesine düşen miktarı dağıttırdı.
    Müellefe-i Kulûba Yapılan İhsan
    Ci'râne'de bulunan İslâm ordusunda Mekke'nin fethi günü Müslüman olmuşlardan iki bin kadar yeni iman etmiş kimseler yanında, henüz İslâmla şereflenmemiş Mekke ileri gelenlerinden de bir çok kimseler vardı. Yeni iman etmişlerin imanlarının sabitleştirilmesi, imandan mahrum bulunanların ise İslâma gönüllerinin ısındırılması için Peygamberimiz bir usûle başvurdu.
    Bilindiği gibi ganimetin beşte biri Peygamberimizin tasarrufundaydı. Beytülmâl namına alınan beşte birden istediği ve lüzûm gördüğü yere sarfederdi.
    İşte yukarıda zikrettiğimiz sebep ve gayeye binâen yeni Müslüman olmuşları memnun etmek ve Müslümanlığa henüz pek ısınmamış Kureyş ileri gelenlerinin gönlünü İslâma ısındırmak için beşte bir ganimetten onlara fazlaca verdi.
    Kureyş reisi Ebû Süfyan'a, oğlu Yezid ve Muâviye'ye yüzer deve ve kırkar ukiyye gümüş ihsanda bulundu. Böylece Ebû Süfyan ve oğulları toplam üç yüz deve ve yüz yirmi ukiyye gümüş almış oluyorlardı. Böylesine büyük bir kerem ve ihsana mazhar olan Ebû Süfyan, Efendimizin cömertlik ve ihsan severliğini şöyle dile getirdi: "Anam, babam sana fedâ olsun! Sen ne kadar cömert ve iyilik seversin. Seninle sulh yaptığımız zamanlarda sen ne güzel bir sulhçu idin. Allah seni hayırla mükâfatlandırsın."642
    Bunun yanında Resûl-i Ekrem, Kureyş ileri gelenlerinden bir kısmına iki yüz, bir kısmına yüzer, diğer bir kısmına da ellişer deve ihsan etti.643
    Safvan bin Üyneyye'nin Müslüman Olması
    Safvan bin Umeyye, Peygamberimiz ve Müslümanlara şiddetli düşmanlık ve muhalefette bulunanlardan biri idi. Hattâ, Mekke'nin fethi günü, görüldüğü yerde öldürülmesi emredilenler arasındaydı. Fakat, o da gönlü şefkat deryasını andıran Peygamberimize iltica edince, affa uğramıştı. Müslüman olması için de iki ay mühlet istemiş. Peygamber Efendimiz ise ona dört ay mühlet vermişti.
    O da İslâm ordusuna katılmıştı.
    Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) Ci'râne'de ganimetleri kontrol ettiği bir sıradaydı. Gözü bir anda henüz Müslüman olmamış Safvan'a takıldı. O, deve koyunlarla dolu vâdiye gözünü dikmiş dikkatlice bakıyordu.
    Bu dikkatli bakışı, Nebiy-yi Muhterem Efendimizin gözünden kaçmadı ve gönlünde yatanı sezmesine kâfi geldi:
    "Ebû Vehb! Vadi pek mi hoşuna gitti?" diye seslendi. Safvan, "Evet" dedi.
    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, "O halde o vadi içindekilerle beraber senin olsun!" buyurdu.
    Safvan, birden şaşırdı, kulaklarına âdeta inanamıyordu. Hayatında kendisinden istenen hiç bir şey için "Hayır" demeyen Kâinatın Efendisinin bu ihsanı, cömertliği ve keremi karşısında hayret içinde bir müddet bekledikten sonra, kalbinin fethedildiğini şöyle ifade etti:
    "Peygamber kalbinden başka hiç bir kimsenin kalbi, bu kadar temiz, iyi ve cömert olamaz!"644
    Safvan, artık kendini, İslâm nurunun, nübüvvet güneşinin cazibesini kaptırmıştı. Orada şehâdet getirerek Müslüman oldu.
    Böylece senelerin İslâm düşmanı Safvan bin Ümeyye, Müslüman olması için aldığı dört ay mühletin henüz birinci ayı bitmişken kendini Müslümanlar safında buluyordu.
    Müslümanlığını salih amellerle güzelleştiren Safvan, bu ihsanın âleminde yaptığı tesiri sonradan şöyle dile getirecektir:
    "Allah Resûlü, bana bu ihsanda bulununcaya kadar, insanlar arasında kendisine en çok kin beslediğim bir kimse idi. Ama bu ihsandan sonra, insanların bana en sevgilisi olmuştu."645
    Bu hadise, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, insanları tanıma ve ona göre muamelede bulunma sanatında ne derece mâhir olduğunu açıkça gösteren bir misaldir. İnsanları kazanmada, bazen bir iltifatı, bazen bir tatlı sözü, bazen bir tebessümü, gülümsemesi, bazen güzel bir hareketi ve bazen de bir ihsanı yetiyordu. Onun bu ciheti 1.İttiâb, 3:720; Üsdü'l-Gâbe, 3:24. 2.İbni Sa'd, Tabakât 5:449.
    bile başlı başına bir tetkik konusu teşkil eder. Bu tetkik yapıldığı zaman görülecektir ki, Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.), dost kazanma sırrını, insanların gönlünü fethetmenin kanun ve kaidelerini tâ bin dört yüz küsur sene önce eşsiz bir şekilde sözleri, hareketleri ve davranışlarıyla ortaya koymuştur. Bir bakış, bir işâret, bir söz, bir tebessüm, bir hareket ile insanları kendine musahhar edebilmek, insanoğlunun örnek alması gereken bir peygamber hasletidir.
    Peygamberimizin, Müslümanlığa henüz pek ısınmamış ve yeni Müslüman olmuş kimselerin ruh dünyasına tesir etmek üzere başvurduğu bir tatbikatın gerçek sebep ve hikmetini bilmeyen bazı Müslümanlar, rahatsızlık duydular. Onlar, bu hareketle Müslüman olmamış veya yeni Müslüman olmuşların kendilerine tercih edildiği, âdeta onlardan üstün tutulduğu düşüncesine kapılmışlardı. Ne var ki, Resûl-i Ekrem asla böyle bir düşünceyle hareket etmemişti. Nitekim, tasarrufunda hür olduğu beşte bir hisseden Müellefe-i Kulûba bol ihsanda bulunduğu sırada, huzurlarına Ashabdan Sa'd bin Ebî Vakkas çıkmış ve "Yâ Resûlallah," demişti, "Cuayl bin Sürâka dururken, siz tutup Uyeyney bin Hısn ve benzerlerine yüzer deve verdiniz."
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, şikâyetin mâhiyetini çok iyi anlamıştı. Evet, Ashabdan Cuayl, gerçekten maddî cihetten oldukça fakirdi. Ama iman cihetinden zengindi. İtirazın bu cihetten geldiğini bildiğinden, Resûl-i Ekrem, Sa'd Hazretlerine şu cevabı vermişti:
    "Vallahi, Uyeyne ve Akra' gibilerle yeryüzü dolsa, Cuayl yine onların hepsinden hayırlı ve daha faziletli olur. Ancak ben, onları İslâma, imana ısındırmak için bu tarz hareket ediyorum."
    Cuayl'ı, tereddütsüz bağlı bulunduğu Müslümanlığına ve âhirette kendisi için hazırlanmış bulunan mükâfatlarına havale ediyorum"646
    Peygamber Efendimizi asıl üzen, Medineli Müslümanların bazılarından duyduğu sözlerdi. O Ensar ki, Kâinatın Efendisi kendilerine olan bağlılık ve sevgisini, "Benim hayatım sizin hayatınızladır. Ölümüm de sizin ölümünüzledir" diyerek dile getirmişti.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, daha düne kadar İslâma ve Müslümanlara bütün şiddetiyle düşman olan, din uğrunda en küçük bir fedakârlıkta bulunmayan, bu yolda hiç bir zahmet ve meşakkat çekmemiş olan kimselere bolca ihsanda bulunuyordu. Ashabı düşündüren buydu. Nebiy-yi Muhterem Efendimizin bu davranışının gerçek hikmetini anlayamadıklarından dolayı da üzülüyorlar ve bu üzüntülerini tavırlarıyla belli ediyorlardı. Hattâ bazıları hoşa gitmeyecek sözler de sarf ediyordu.647
    Ensardan bazı kimselerin duyduğu bu üzüntü ve kırgınlığı Resûl-i Ekrem Efendimize, Sa'd bin Ubâde Hazretleri ulaştırdı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Ensarı bir araya toplayarak onlara, "Ey Ensar topluluğu! Söylememeniz gereken bazı nâhoş sözleri söylediğinizi işittim. Sizler şöyle şöyle demişsiniz" diye hitap etti.
    Bu hitap karşısında Ensardan bazıları özür beyan ettiler:
    "Yâ Resûlallah," dediler, "bunları biz değil, birtakım gençlerimiz söylemişlerdir."
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, buna rağmen sözlerine şöyle devam etti:
    "Ey Ensar! Sizler yollarınızı şaşırmış kimseler iken ben yanınıza gelmedim mi? Allah benim vasıtamla sizlere hidâyet ihsan etmedi mi? Sizler fakir ve yoksul iken, Allah vasıtamla sizi zengin kılmadı mı? Sizler birbirinize düşmanlar idiniz. Allah benim vasıtamla kalblerinizi ısındırıp birleştirmedi mi?"
    Ensar cemaatı, "Evet, yâ Resûlallah," dediler, "sen bizi karanlıklar içinde buldun. Senin sayende aydınlığa, nura kavuştuk. Sen, bizi bir ateş çukurunun başında buldun. Senin sayende ondan kurtulduk. Sen bizi dalâlet ve şaşkınlık içinde buldun. Senin sayende doğru yola kavuştuk.
    "Bizler, Allah'ı Rab, İslâmiyeti din, Muhammed'i de (a.s.m.) peygamber olarak kabul etmiş bulunuyoruz. Allah ve Resûlünün üzerimizdeki minnet ve nimetleri her şeyden üstündür. Allah ve Resûlüne minnettarız. Yâ Resûlallah, sen dilediğini yap!"648
    Buna rağmen, Nebiy-yi Ekrem Efendimiz sözlerine son vermedi. Gönüllerinde en küçük bir endişenin, en ufak bir kırgınlığın kalmasını istemiyordu. Sözlerine şöyle devam etti:
    "Ey Ensar cemaati! Siz isteseydiniz şöyle diyebilirdiniz ve muhakkak doğruyu söylemiş olurdunuz:
    "Sen bize yalanlanmış olduğun halde geldin. Biz, seni doğruladık. Sen, bize terk edilmiş olarak gelmiştin. Biz, senden hiç bir yardımı esirgemedik. Sen, yurdundan kovulmuştun. Biz seni aramızda barındırdık. Sen, bize yoksul olarak gelmiştin. Biz, sana kendi nefsimiz gibi baktık. Evet, böyle deseydiniz, muhakkak ben de sizi bu hususta tasdik ederdim."
    Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz asıl söylemek istediğini şu veciz ve müessir cümlelerle ifade etti:
    "Ey Ensar cemaati! Bazı insanlar elde ettikleri dünyalıklar, develer, koyunlar ile çıkıp giderlerken, sizler Allah Resûlü ile beraber yurdunuza dönmeye razı değil misiniz?"
    Medineli Müslümanlar bu soruya hep bir ağızdan haykırarak, "Evet, yâ Resûlallah! Biz, buna razıyız" cevabını verdiler.
    Bu cevap üzerine Peygamber Efendimiz, mânâ âlemlerini bir anda değiştiren hitabesini şöyle bağladı:
    "Muhammed'in varlığı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer hicret fazileti olmasaydı, Ensardan bir ferd olmayı arzu ederdim.
    "Allah'ım! Ensarın oğullarına, onların da oğullarının oğullarına acı ve merhamet et!"469
    Fahr-i Kâinat Efendimizin bu samimi, bu muhabbet ve sevgi dolu sözleri karşısında, Medineli Müslümanlar kendilerini tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağladılar. Öyle ki, gözlerinden akan yaşlar sakallarını ıslattı.
    Artık kesin kararlarını vermişlerdi. "Biz, ganimet payı olarak Resûlullaha razıyız! Başka hiç bir şey verilmezse bile" dediler.
    Bu eşsiz bir ganimet hissesiydi.
    Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlüne işte böylesine müstesna bir ikna kabiliyeti ihsan etmişti. Bir taraftan en şiddetli düşmanlarını ruhlara tesir eden sözleriyle İslâmın sinesine celb ederken, diğer taraf tan dostların kendisine karşı duydukları kırgınlıkları da bir çırpıda bir tek hitabesiyle giderebiliyordu.
    Ci'râne'den Mekke'ye
    Zilkâde ayının bitmesine on iki gün kalmıştı.
    Peygamberimiz, Ci'râne'de bulunduğu zaman zarfında içinde namazlarını edâ ettiği mescide giderek orada namaz kıldı, duada bulundu, sonra da umre için ihrama girdi. Daha sonra Cir'âne'den ayrılarak Ashab-ı Kiramla gece Mekke'ye girdi. Yol boyunca telbiye getiren Efendimiz Beytullahı görünce telbiyeyi kesti.
    Sabahleyin Ashabıyla birlikte Kâbe-i Muazzamayı tavaf etti. Sonra da Safâ ve Merve arasında sa'y yaptı. Sa'yın yedinci devresinde Merve yanında başını tıraş ettirdi.
    Bu umrede Efendimiz kurban kesmedi.650
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, artık Medine'ye dönmek niyetindeydi.
    Bunun için, daha önce Mekke vâliliğine tâyin ettiği Attab bin Esîd'e aynı vazifeyi tekrar verdi. Muaz bin Cebel Hazretlerini de İslâmı anlatmak ve Kur'an öğretmek üzere orada bıraktı.651
    Bundan sonra Mekke-i Mükerremeden yola çıktı. Zilkâde ayının bitmesine bir kaç gece kala Medine-i Münevvereye kavuştu.652

    618. Sîre, 4:125.
    619. A.g.e., 4:125; Taberî, 3:133.
    620. Sîre, 4:125.
    * Peygamber Efendimizin (a.s.m.) anne annelerinden Âtike, Sakiflilerdendi.
    621. Megazî, 3:928.
    622. Tabakât, 2:158.
    623. İnsanü'l-Uyûn, 3:80.
    624. Tabakât, 2:158-159.
    625. Megazî, 3:932.
    626. İnsanü'l-Uyûn, 3:81.
    627. A.g.e., 3:81.
    628. Sîre, 4:127; Taberî, 3:133-134.
    629. Tabakât, 2:159.
    630. Megazî, 3:936.
    631. Sîre, 4:131; Tabakât, 2:159.
    632. Sîre, 2:135.
    633. A.g.e., 4:131; Tabakât, 2:152.
    * Bir Ukiyye, 1283 gramdır.
    634. Tabakât, 2:152.
    635. A.g.e., 2:154.
    636. A.g.e., 2:153; Sîre, 4:131.
    637. Sîre, 4:132; Müsned, 4:327.
    638. Sîre, 4:133; Taberî, 3:135.
    639. Sîre, 4:134; Taberî, 3:136.
    640. Sîre, 4:134.
    641. A.g.e., 4:135; Taberî, 3:136.
    642. İnsanü'l-Uyûn, 3:84.
    643. Sîre, 4:136-138; Tabakât, 2:152-153.
    644. İstiâb, 3:720; Üsdü'l-Gâbe, 3:24.
    645. Tabakât, 5:449.
    646. Sîre, 4:139; Tabakât, 4:246.
    647. Sîre, 4:140-141; Müsned, 3:76, 157, 201; Taberî, 3:138.
    648. Sîre, 4:142; Müsned, 3:76; 4:42; Buharî, 3:69; Taberî, 3:138.
    649. Sîre, 4:142-143; Tabakât, 2:154; Müsned, 3:77,188; Buharî, 3:69; Taberî, 3:138.
    650. Tabakât, 2:154.
    651. Sîre, 4:143; Taberî, 3:139.
    652. Sîre, 4:144; Tabakât, 2:154.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  7. #7
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    HUNEYN MUHAREBESİ




    Hicretin 8. yılı, 5 Şevval, Cumartesi. (Mîlâdî 27 Ocak 630)
    Mekke'nin fethi ile Kureyş'in hemen hemen tamamı İslâmiyetle şereflenmişti. Fetih, aynı zamanda civar kabileler, bilhassa Kureyşlilere taraftar bulunan kabileler üzerinde müsbet tesirler bırakmış ve onların İslâm ve Müslümanlara karşı gönüllerinde sevgi dolu sıcak bir alâka duymasına sebep olmuştu. Bu ciddi alâka, onların bundan böyle Resûl-i Ekrem safında yer alacaklarının bir işareti sayılıyordu.
    Bununla birlikte, gönülleri hâlâ bu sıcak ilgiden mahrum bulunan ve bu mahrumiyetten sıyrılmak arzusu taşımayanlar da vardı: Sakif ve Havazin kabileleri bunların başında yer alıyordu. Bunlar, eskiden beri Peygamberimiz ve Müslümanlara karşı şiddetli düşmanlıklarıyla biliniyorlardı. Birçok Arap kabilesi gelip Resûl-i Ekreme sadakât elini uzattığı halde, bunlar düşmanlıklarını bir türlü yenemiyorlardı. O civarın en güçlü kabileleri oluşu, kendilerini aldatıyor ve yersiz bir gurura sevk ediyordu.
    Resûl-i Ekrem Mekke'yi fethedip Kureyşlilerle birlikte birçok kabilenin de gönlünü kazanınca, bunların endişeleri daha da kabardı. Büyüyen endişeleri onları, hazırlanıp Mekke üzerine yürüme kararı almaya kadar götürdü. Gayeleri, Peygamberimizin üzerlerine gelmesine fırsat tanımadan Mekke'ye ansızın baskında bulunmaktı.
    Bu maksatlarını her iki kabilenin ileri gelenleri kendi aralarında yaptıkları konuşmalarda izhar ediyorlardı:
    "Muhammed'in bizimle savaşmaya gelmesine herhangi bir engel kalmamıştır. En uygunu olan; o üzerimize yürümeden, bizim onun üzerine yürümemizdir!"592
    Nitekim kısa zamanda etraftaki bazı kabilelerin de katılmasıyla Havazinlerin lideri Mâlik bin Avf'ın kumandasında 20.000 kişilik bir ordu teşkil ettiler. Kumandan Mâlik bin Avf, askerlerin cesaretle çarpışmaları, dönüp geri kaçmamaları için bütün kadın, çocuk ve davarların da orduya katılmasını temin etmişti.
    Yirmi bin kişilik düşman ordusu kadınları, çocukları ve hayvanlarıyla, gelip Evtas mevkiinde karargâhını kurdu.593
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Havazin ve Sakiflilerin İslâm topraklarına saldırmak için bir araya geldiklerini haber alıncâ, derhal Abdullah bin Ebî Hadred'i bilgi almak üzere düşman topluluğunun arasına gönderdi.
    Tebdili kıyâfetle düşman ordusu arasında bir kaç gün dolaşan bu Sahabî, gereken bütün bilgileri topladı. Ordu kumandanı Mâlik bin Avf'ın diğer kumandanlara söylediği şu sözleri bizzat kulağıyla duydu:
    "Bu Muhammed'in son çarpışması olacaktır. Onun şimdiye kadar karşılaştığı kimseler, harp bilgisinden mahrum bulunan kimselerdi. Onun için onlara galebe çalıyordu. Seher vakti olunca, hayvanlarınızı, kadınlarınızı ve çocuklarınızı arkanızda sıralayacaksınız! Sonra askerleri sıralayacaksınız! Müslümanlarla karşılaşınca hücuma kalkacaksınız! Kılıçlarınızın kınlarını kırınız ve tek bir adam gibi hep birden saldırınız! Biliniz ki, zafer ilk saldırıya geçenindir!"
    Abdullah (r.a.) bu bilgileri topladıktan sonra Mekke'ye döndü ve duyduklarını olduğu gibi, Peygamberimize haber verdi.
    Peygamberimiz Ordusunu Hazırladı
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendi aleyhinde böyle büyük bir ordunun toplandığını haber alınca yerinde bastırmak için süratle hazırlığa geçti.
    Bu arada yanında zırhlar ve silahlar bulunan henüz Müslüman olmamış Safvan bin Ümeyye'ye şöyle dedi:
    "Ey Ebû Ümeyye! Yarın gidip düşmanla karşılaşacağız! Şu silahlarını bize emânet olarak ver."
    Safvan, "Yâ Muhammed! Zorla almak, geri vermemek üzere mi istiyorsun?" diye sordu.
    Peygamber Efendimiz, "Hayır, emânet olarak, kırılan ve yitirilenleri tazmin etmek üzere istiyorum" buyurdu.
    Bunun üzerine Safvan yüz tane zırhla, onlara yetecek kadar silah verdi. Hatta bunları harp yerine kadar taşımayı da Efendimizin teklifi ile üzerine aldı.594
    Peygamberimiz, Mekke'nin fethi günü Müslüman olan ve henüz yirmi yaşında bir genç olan Attab bin Esîd'i Mekke'ye vali tayin etti. İslâm ve Kur'an'ı öğretmek üzere de Muaz bin Cebel Hazretlerini şehirde vazifelendirdi.595
    İslâm Ordusunun Mekke'den Ayrılışı
    Tarih, Hicretin sekizinci senesi, Şevval ayının beşinci günü idi.
    On iki bin kişilik İslâm ordusu Hz. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kumandasında Mekke'den, düşmanın toplandığı mevkie doğru hareket etti. Ordunun iki binini Mekkeliler teşkil ediyordu. Ayrıca orduda seksen kadar da müşrik vardı. Kureyş'in bir çok ileri geleni bu seksen kişinin arasında bulunuyordu. Maksatları, hangi tarafın galip geleceğini bizzat görmek ve elde edilen ganimetten istifade etmekti.
    Peygamber Efendimiz, o âna kadar böylesine kalabalık bir ordunun başında yola çıkmış değildi. Fakat o, sadece kalabalığın zafer getirmeyeceğini biliyordu. Zaferi ihsan edenin de, hezimete uğratanın da Cenab-ı Hak olduğunun, insanın sadece zaferi netice verecek sebepleri mükemmel bir şekilde hazırlamakla vazifeli bulunduğunun derin idrâki içindeydi. Bu sebepledir ki, bu kadar kalabalık, azametli ve ihtişamlı bir ordunun başında bulunmasına rağmen, tavrından en küçük bir büyüklenme sezilmiyordu.
    Ancak, bu muhteşem kalabalığa güvenen mücahidlerden bazıları şöyle dediler:
    "Artık, bugün azlık yüzünden mağlûp olmayız!"596
    Halbuki onlar, Allah'ın yardımıyla, bir çok kere az bir kuvvetle kendilerinden hem sayıca, hem silahça kat kat üstün bulunan bir çok kalabalığı mağlûp etmişlerdi. Bedir Zaferi bunun apaçık bir misali idi. Hendek, Müte bunun gözle görünür örnekleri idi. Buna rağmen, sanki zaferleri getiren tek unsurun kalabalık insan yığınları olduğu havasında konuşmuşlardı.
    Haliyle Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), bu sözden hoşlanmadı ve bunu tavrıyla ihsas etti.
    Huneyn'e Varış
    Şevval ayının on biri Salı günü idi.
    Resûl-i Ekrem, ordusuyla inişli çıkışlı, bir çok dar geçitleri ve gizli yolları bulunan Huneyn Vadisine vardı.
    Seher vakti, ordusunu saf düzenine koydu. Bayraktar ve sancaktarlara bayrak ve sancaklarını teslim etti.
    Muhacir Müslümanlardan sancağı Hz. Ali'nin, bayrakları ise Sa'd bin Ebî Vakkas ile Hz. Ömer'in elinde bulunuyordu. Ensar Müslümanların iki sancağından birini Hübab bin Münzir, diğerini ise, Üseyyid bin Hudayr taşıyordu.
    Hâlid bin Velid'in (r.a.) kumandasındaki Süleymoğulları İslâm ordusunun öncü kuvvetlerini teşkil ediyorlardı.
    Resûl-i Ekrem, tedbirde asla kusur etmiyordu. Düldül'ün üzerinde bulunuyordu. Sırtına iki zırh gömlek, başına takke giymiş ve takkenin üzerine ise miğfer geçirmişti.597
    Herkesten ziyâde Yüce Yaratıcısından korkan, herkesten fazla ibâdet ve tâata düşkün bulunan Fahr-i Âlem Efendimiz, Cenab-ı Hakkın "âdetullah" tabir edilen hayattaki maddî kanunlarına da herkesten ziyâde riâyet ediyor, onlara uymada gayet titiz davranıyordu. Düşman karşısındaki bu vaziyetiyle de bu durumunu açıkça ortaya koyuyordu. Allah'ın hıfz ve inayeti altında bulunmasına rağmen, herkes bir zırh giymişken o iki zırh giyiyor ve başındaki takkesinin üzerine de miğfer geçiriyordu.
    İlk Çarpışma
    Sabahın alaca karanlığı henüz çevreye hâkimdi.
    Peygamberimiz, düşmanı gafil avlamak maksadıyla ordusuna Huneyn Vadisine inme emrini verdi. Vadiye, önce düşmanın tertibat ve harekâtından habersiz olan Hz. Halid, emrindeki öncü kuvvetlerle daldı. Bu dalışla birlikte, vadinin iki hâkim yerinde pusu kurmuş olan düşmanın oklarına hedef oldular. Askeri manevraya elverişli olmayan dar vadide, ok yağmuru mücahidleri şaşkına çevirdi. Etrafın henüz karanlık olması ise işi bütün Bütün güçleştiriyordu. Neye uğradıklarını anlamayan mücahidler geri çekilmek zorunda kaldılar. Öncü kuvvetlerin geri çekilişini, orduya gönüllü olarak katılan Mekkeli yeni Müslümanların geri çekilişi takip etti. Geri çekilme, artık bir nevi bozguna dönme istidadı gösterir gibi oldu.
    Durum oldukça nazik, manzara oldukça acıklı ve ibretliydi.
    Hz. Resûlullahın etrafında sadece yüz kadar mücahidin bulunduğu görülüyordu. Düşman ise yirmi bin kişilik kuvvetiyle o tarafa doğru ilerliyordu. Efendimiz, iki tarafından kaçışan mücahidlere şöyle seslendi:
    "Ey insanlar! Nereye gidiyorsunuz? Bana doğru geliniz. Ben Allah'ın Resûlüyüm! Ben, Muhammed bin Abdullah'ım!" diye sesleniyordu.
    Harp meydanı bir ana baba gününe dönmüştü. Develer birbirine giriyor, at kişnemeleri toza dumana karışarak etrafa korku saçıyordu.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, herkesin kendisini bırakıp gerisin geri kaçtığı, düşman kuvvetlerin ise sel gibi üzerine akıp geldiği bu sırada Düldül'ün üzerinde bir cesaret âbidesi gibi duruyordu. Tek adım geri çekilmediği gibi, zerre kadar korku eseri de göstermiyor, cesaretini, ümid ve metanetini kaybetmiyordu. Bu kan ve ateş deryasında böylesine sebat ederek durmak, düşmanın yirmi bin kişilik kuvvetine karşı mukavemet göstermek, ancak o kahramanlar kahramanının şânı idi.
    İslâm ordusunun böylesine beklenmedik bir bozgunla karşı karşıya kalması ânında Kureyşlilerden bazı kimseler ileri geri konuşmaya başladılar.
    Ebû Süfyan bin Harb, "Bu bozgunun denize kadar arkası alınmaz" dedi.
    Safvan bin Ümeyye o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Buna rağmen Ebû Süfyan'ın bu sözlerinden hoşlanmadı.
    "Ağzına taş toprak dolsun senin" diye karşılık verdi.
    Yine o sırada Safvan bin Umeyye'nin kardeşi gelip, "Müjdeler olsun! Bugün sihir bozuldu, tesirini kaybetti" deyince Safvan bin Ümeyye'den şu cevabı aldı.
    "Sus! Allah senin ağzını yırtsın! Bana Havazinlilerden birinin hakim olmasından, Kureyşli birinin hâkim olması daha hoş gelir."
    Süheyl bin Amr ise, "Muhammed ve Ashabı, bir daha toparlanamazlar, savaşamazlar" diye konuştu. Henüz yeni Müslüman olmuş Ebû Cehil'in oğlu İkrime, "Böyle söylemen doğru değil" dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
    "İşler, ancak Allah'ın elindedir. Muhammed'in elinde bir şey yoktur. Bugün savaş onun aleyhinde ise, yarın muhakkak onun lehinde olacaktır."
    Süheyl, İkrime'nin bu sözlerini hayretle karşıladı ve "Sen, daha önce, bu söylediklerinin tersini söyler durmaz mıydın?" diyerek hayretini dile getirdi.
    İkrime şu cevabı verdi:"Vallahi, biz uygun olmayan şeyler üzerinde ısrar ediyormuşuz. Aklımızı çalıştırmamış; ne zarar, ne de fayda vermeyen bir takım taşlara tapmış durmuşuz."598
    Bu bozgun sırasında Kureyşlilerin henüz Müslüman olmayanlarından, Peygamber Efendimizin hayatını ortadan kaldırmayı düşünenler bile oldu. Şeybe bin Osman bunlardan biri idi. Uhud Harbinde babası öldürülmüştü. Bu yüzden de içi intikam ve kinle doluydu. Kılıcını sıyırdı. Sağ taraftan Peygamber Efendimize (a.s.m.) doğru varmak istedi. Bu sırada sağında amcası Hz. Abbas'ın elinde pırıl pırıl parlayan kılıcıyla durmuş olduğunu gördü: "Amcası oradayken ben yanına varamam" diyerek Peygamber Efendimizin (a.s.m.) sol tarafına geçti. Oradan hücum etmek istiyordu. Fakat, o tarafında da amcasının oğlu Ebû Süfyan bin Hâris'in durduğunu gördü: "Amcasının oğlu da onu yardımsız bırakmaz" diyerek bu sefer Peygamber Efendimizin (a.s.m.) arkasından yanına varmak istedi. Efendimize oldukça yaklaşmıştı. Kılıcını kaldırıp vurması için de artık bir engel kalmamıştı. Tam o esnada aralarında birden bire bir ateş peydâ oldu. Şeybe birden ürperdi, korktu. Ateşin kendisini yakıp kavuracağını sandı. Korkusundan gözlerini elleriyle kapayıp geri çekildi. Ancak o zaman Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Allah (c.c.) tarafından korunduğunu anlamıştı.
    Geri çekildiği sırada, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ona doğru mübarek başını çevirip gülümsedi ve "Ey Şeybe! Yanıma gel" buyurdu.
    Kâinatın Efendisinin hayatına kastetme cesaretini az evvel kendisinde bulan Şeybe o anda tir tir titriyordu. Kalbi korku ile ürperiyordu. Efendimizin yanına geldi. Peygamberimiz, mübarek ellerini göğsüne koydu ve "Allah'ım! Bundan şeytanın vesvese ve desiselerini gider" diye duâ etti.
    Bir anda Şeybe'nin kalbindeki intikam ve kin duygusu yok oluvermiş, yerini iman ve Peygamberimize karşı sevgiye terk etmişti. O ânı Şeybe şöyle ifade eder.
    "Vallahi, elini göğsümden kaldırmamıştı ki, Allah'ın yaratıklarından bana ondan daha sevgili olan bir kimse kalmamıştı."
    Daha sonra Peygamber Efendimiz, "Ey Şeybe! Haydi artık kâfirlerle savaş" buyurdu.
    Şeybe der ki: "Resûlullahın önünde kılıç vurup savaştım. Vallahi canım ve her şeyimle onu korumak istiyordum. O anda sağ olsaydı da babamla karşılaşsaydım, hiç çekinmeden onu da kılıçla vurup öldürürdüm."599
    Böylece, "Gerek Arap gerek Arap olmayanlardan Muhammed'e tâbi olmadık kimse kalmasa bile, ben yine tâbi olmam" diyen biri daha Hz. Resûlullahın getirdiği nurun cazibesinden kendisini kurtaramayıp İslâmın saadetli sinesine kavuşmuş oluyordu.
    Etrafında bir avuç mücahidle kalan Resûl-i Ekrem, düşmanın bir sel gibi üzerine akıp gelmekte olduğunu görünce, onlarla çarpışmak için boz Düldül'ü mahmuzlamak istiyor, ancak amcası Hz. Abbas Düldül'ün dizginini, Ebû Süfyan bin Hâris ise üzengisini tutup buna mani olmaya çalışıyorlardı.
    Bu dehşetli hengâmede, Resûl-i Kibriyâ, Düldül'ün dizginini tutan amcası Hz. Abbas'a, "Ey Ensar cemaatı! Ey Semure ağacının altında bîat etmiş bulunan Sahabîler topluluğu! Neredesiniz, diye seslen" emrini verdi. Hz. Abbas, gür sesiyle nidâ etti.600
    Gür sadâ, dalga dalga vadiyi çınlattı. Kaçan mücahidler, durdular. Etraf alaca karanlıktan sıyrılıp, aydınlığa kavuştuğu gibi, mücahidler de yüreklerini kaplayan ürkeklikten sıyrılıp, kendilerine geldiler. Zihinlerinde artık şimşekler çakıyordu. "Nereye gidiyoruz? Resûlullahı kime terk ediyoruz?" diyorlardı.
    Sanki daldıkları derin bir uykudan uyanır gibi olmuşlardı. Resûl-i Ekreme verdikleri vaadleri bir anda hatırlıyorlar ve toparlanmaya başlıyorlardı. Kaçan ayaklar, şimdi kan ve ölüm deryasında cesaret âbidesini andıran Peygamberimizin etrafına koşuşuyordu. Bozulan ordu, tekrar toparlanmaya başladı. Öyle ki, atı hızlı koşamayanlar atlarından inip kendileri olanca güçleriyle bu dâvetin ifâsını tatbike koşuyorlardı. Uhud'da da aynı durum vuku bulmuştu. O zaman da Resûl-i Kibriyânın cesareti, matenati, düşman karşısındaki sebâtı, İslâm ordusunu çok daha feci bir duruma düşmekten kurtarmıştı.
    Bir anda Efendimizin etrafını saran mücahidler, kılıçlarını sıyırıp cesaret ve var güçleriyle düşmanın üzerine saldırdılar. Kılıç şakırtılarına, mücahidlerin tekbir sadâları karıştı. Düşman bir anda dehşet ve korku içinde kaldı.
    Hz. Osman, Hz. Ali, Ebû Dücâne gibi kahraman Sahabîler o dehşetli hengâmede Resûl-i Kibriyânın (a.s.m.) önünde düşmana göğüslerini siper ederek çarpışıyorlardı. Hz. Ali, çevikliği ve cesareti ile düşman askerlerinin cesâretini kırıyordu.
    Harbin bu en şiddetli ânında Fahr-i Âlem, üzerinde bulunduğu Düldül'ün üzengisine basarak dikildi ve "İşte şimdi fırın tutuştu! Harp kızıştı!"601 buyurdu.
    Sonra da dehşetli manzarayı seyrederek, "Ben Allah'ın Resûlüyüm, Yalan yok!"602 diye seslendi.
    Bu sözleriyle o, peygamberlikle yalanın bir araya gelemeyeceğini ifâde ediyordu ve bütün kalbiyle Allah'ın va'dettiği yardımına inandığını haykırıyordu. Bu sesleniş, sabrın ve sebâtın mükâfatı olan zaferin müjdesiydi.
    Bu arada Hz. Ali ile Ebû Dücâne (r.a.), düşman bayraktarlarından birini yere serdiler. Bayraktarlarının yere serildiğini gören Havazinliler korkmaya başladılar.
    Mücahidleri çarpışma şevkinin sardığı, düşmanın da ürkmeye başladığı bir anda Resûl-i Ekrem Düldül'ünden indi ve Yüce Rabbine şöyle yalvardı:
    "Allah'ım! Bize, yardımını indir! Muhakkak Sen, onların bize galip gelmesini istemezsin."603
    Cenab-ı Hakka böylesine gönülden yalvarıp, zafer niyaz eden Efendimiz, sonra da eline bir avuç kum aldı, "Yüzleri kara olsun!" diyerek, düşman askerlerine doğru attı.604
    O anda, Resûl-i Zişân Efendimizin bir mucîzesi olarak, düşman askerlerinin gözlerine bir avuç kumdan isabet etmedik hiç kimse kalmadı.
    Artık, Düşman Ordusunda Bozgun Başlamıştı
    Meleklerin mücahidlerin imdadına gelmesiyle de, düşman askerinin geri kalan çarpışma güçlerini alıp götürdü ve gerisin geri kaçmalarını sağladı.
    Hz. Abbas, o ânı sonradan şöyle tasvir edecektir:
    "Vallahi, Resûlullahın, kumu onlara doğru savurmasından sonradır ki, güçlerini yitirdiklerini, işlerinin tersine gittiğini gördüm. Sonunda Allah onları bozguna uğrattı. Allah Resûlünün, Düldül'ü tepip, onları takibe koyulduğunu, hâlâ gözlerimle görür gibiyim."605
    Cenab-ı Hak, mücahidlerin gönlünde meydana gelen bir anlık bozgun burukluğundan sonra ihsan ettiği parlak zaferi, Kur'ân-ı Keriminde şöyle beyan buyurur:
    "Muhakkak ki Allah pek çok yerde ve Huneyn gününde size yardım etmişti. O gün çokluğunuza güvenmiştiniz; fakat bu size bir fayda vermedi. Yeryüzü, o kadar genişliğiyle beraber, size dar geldi ve arkanızı dönüp gittiniz.
    "Sonra Allah, Resûlünün ve mü'minlerin üzerine emniyet ve rahmetini indirdi, görmediğiniz ordular indirdi ve kâfirleri azaplandırdı. İşte kâfirlerin cezası budur."606
    Bozguna uğrayan düşman ordusu, bir kâç kısma ayrılarak savaş meydanını üzgün üzgün terk etti. Bir kısmı Tâif'e gitti. Bir kısmı Evtas'a toplandı. Diğer bir kısmı ise Nahle taraflarına doğru yol aldı.
    Çarpışma sonunda, Müslümanlardan 4 şehid, düşmanın ise 70 ölü verdiği görüldü.
    Düşman, harp meydanına çoluk çocuğuyla geldiği için geride esir olarak bir çok kadın ve çocuk da bıraktı. Bu savaşta, mücahidlere o âna kadar elde edemedikleri bol miktarda ganimet kalmıştı.
    Alınan esirler arasında Peygamberimizin süt kardeşi Sa'doğullarından Şeymâ da vardı. Kendisine karşı yapılan bazı sert hareketler üzerine, "Bilin ki, ben Efendinizin süt kardeşiyim" diyerek bu sert davranışlarından vazgeçmelerini söyledi. Ancak mücâhidler, sözünde doğru olup olmadığını öğrenmek için onu alıp Huzur-u Risâlete getirdiler. Şeymâ, "Yâ Muhammed! Ben, senin süt kardeşinim" deyince, Efendimiz, "Bunu neyle ispatlarsın?" diye sordu.
    Şeymâ, "Omuzumda bulunan diş izi ile ki, onu sen ısırmıştın"607 dedi.
    İzi gören Kâinatın Efendisi, süt kardeşi Şeymâ'yı tanıdı. Kendisiyle Sa'doğulları yurdunda, koşuştukları, oynadıkları, gezdikleri Şeymâ idi bu. İnsan kadrini çok iyi bilen, kendisine yapılan en ufak bir yardım ve iyiliği seneler sonra da olsa unutmayan Kâinatın Server-i, süt kardeşi olan bu çocukluk arkadaşına ridâsını serip üzerine oturttu. Bir anda, o çocukluk günleri hafızasında canlandı. Gözleri dolu dolu oldu. Sonra da süt anne ve babasını sordu. Şeymâ, onların ikisinin de çoktan ölüp gittiklerini söyledi.
    Daha sonra Şeymâ'ya, "İstersen, sevgi ve saygı görerek yanımda otur. İstersen, faydalanacağın bazı mallar verip, seni kavim ve kabilenin yanına göndereyim" buyurdu.
    Şeymâ'nın cevabı şu oldu:"Sen bana mal verip, beni kavmimin yanına döndür!"608
    Resûlullahın bu kadirşinaslığı karşısında Şeymâ'nın ruh âlemi aniden aydınlandı ve şehâdet getirerek saadet dairesine girdi.609 Peygamber Efendimiz kabilesinin yanına dönmek isteyen Şeymâ'ya iki köle verdi. Sonra da Ci'râne mevkiine gidip beklemesini söyledi. Tâif dönüşünde ise ona ve âile halkından hayatta bulunanlara deve ve davarlar verdi.
    Düşmanın Takib Edilmesi
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bozguna uğrayan Havazinlilerin takip edilmesini mücahidlere emretti. Ordunun öncü kuvvetlerini yine Süleymoğulları teşkil ediyordu ve Hâlid bin Velid'in kumandası altında bulunuyorlardı.
    Takip esnasında Resûl-i Ekrem Efendimiz bir kadın cesedine rastladı. Kadının Hâlid bin Velid tarafından öldürüldüğü söylenince, mücahidlerden biriyle derhal ona, "Hâlid'e yetiş ve ona 'Allah Resûlü, seni çocuk, kadın ve hizmetçi öldürmekten men ediyor' de"610 diye haber gönderdi:
    Bu arada, çocukların da öldürüldüğü haberi üzerine de, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurdu:
    "Dikkat ediniz! Çocuk öldürülmeyecektir!"
    Sahabînin biri, "Yâ Resûlallah! Onlar müşriklerin çocukları değiller mi?" diye sorunca, Fahr-i Kâinattan şu ibretli ve hakikatlı cevabı aldı:
    "Sizler de hidayete ermeden önce müşriklerin çocukları değil miydiniz? Her çocuk, İslâm yaratılışı üzere doğar. Dili dönünceye kadar öyle devam eder. Sonra anne babaları, onu ya Yahudileştirir, ya da Hıristiyanlaştırır."611
    Evtas'ta Çarpışma
    Huneyn Vadisinde mücahidler tarafından bozguna uğratılan Havazinlilerden bir kısmının Evtas Vadisinde toplandıkları görülüyordu. Resûl-i Ekrem, Ebû Âmir el-Eş'ârî Hazretlerine bir sancak vererek bazı mücahidlerle toplanan düşman üzerine yolladı. Evtas'ta mevzilenen düşman, kendisini savunmaya geçti.
    Teke tek yapılan döğüş ve vuruşmada, kumandan Ebû Âmir (r.a.), Havazinlilerden bir çoğunu yere serdi. Sonra da mızraklarla vuruşmaya başladı. Bu sırada, kumandan Ebû Âmir (r.a.), atılan bir okla ağır yara aldı ve sancağı yeğeni Ebû Mûsa el-Eşârî'ye vererek onu kumandan tayin etti. Bir müddet sonra da aldığı ağır yaranın tesiriyle şehid olarak hayata gözlerini yumdu.612
    Kumandanlığa geçen Ebû Mûsa, savaşa girişti ve düşman kuvvetlerini dağıtmaya muvaffak oldu. Düşman, oradan doğruca Taif'e gidip sığındı. Daha önce de kumandanları Mâlik bin Avf gidip oraya sığınmıştı.
    Peygamber Efendimiz, çarpışmadan kesin netice almak istiyordu. Huneyn'deki çarpışmayla bu kesin netice henüz elde edilmiş değildi. Düşman, Taif'e sığınmıştı. Bu sebeple Taif üzerine yürümek gerekiyordu.
    Buna binâen, Huneyn Savaşında elde edilen ganimetler ve alınan esirleri Ci'râne mevkiine gönderdi ve orada muhafaza edilmesini, vazifelendirdiği Sahabîlere bildirdi.613
    Resûl-i Ekrem, henüz Huneyn mevkiinden ayrılmamıştı. Öğle namazını kılmış ve istirahat etmek üzere bir ağacın gölgesinde oturuyordu.
    Bu sırada iki kişinin huzuruna girdiği fark edildi. Bunlar Gatafanların reisi Uyeyne bin Hısn ile Akrâ' bin Hâbis idi. Uyeyne, Peygamberimizden haksız yere öldürülen Âmir bin Azbat'ın kanını dâvâ ediyor ve katil Muhallim bin Cessâme'nin kendilerine teslimini istiyordu.*
    Uyeyne bin Hısn, "Vallahi, yâ Resûlallah! O benim kabilemin kadınlarına ölüm acısını tattırıp, canlarını yaktığı gibi, ben de onun kadınlarına ölüm acısını tattırıp canlarını yakmadıkça, yakasını bırakmam" diyerek Muhallim bin Cessâme'nin kısas için kendisine teslimini istiyordu. Akrâ' bin Hâbis ise Muhallim'i müdafaa ediyordu.
    Resûl-i Ekrem, "Onun diyetini kan bedelini alsan olmaz mı?" diye teklifine Uyeyne bin Hısn yanaşmadı. Bu sırada sesler yükseldi, gürültüler çoğaldı.
    Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, "Hayır, bu seferimiz sırasında elli deve, dönüşümüzde de elli deve diyet alacaksın" diye teklifte bulundu. Ancak, Uyeyne aynı şekilde bu teklifi de kabule yanaşmadı.
    Uzun uzun konuşulduktan sonra Uyeyne bin Hısn, teklif edildiği şekilde diyet almayı kabul etti.614
    Böylece Resûl-i Ekrem, halk arasında az da olsa gerginliğe sebep olan bir kan davasını halletti.
    Fakat işin, ibret alınması gereken bir tarafı da bundan sonra cereyan etti.
    Müslümanlar Muhallim bin Cessâme'ye, "Resûlullahın huzuruna çık, yaptığın bu hareketinden dolayı senin için Allah'tan mağfiret dilesin" deyince, uzun boylu, üzerine yeni bir elbise giymiş ve kısasa kendisini hazırlamış bulunan Muhallim Huzur-u Risâlete vardı. Efendimizin önünde diz çöktü. Mahzundu, üzgündü, gözlerinden yaşlar akıyordu. Yaptığı şeyden pişmanlık duyduğunu ve Allah'a tevbe ettiğini söyleyerek, Resûlullahtan, Allah'tan mağfiret dilemesini istedi: "Yâ Resûlallah! Pişmanım, Allah'a tevbe ediyorum. Benim için Allah'tan mağfiret dile!"
    Resûl-i Ekrem, "Kimsin sen?" diye sordu.
    "Muhallim bin Cessâme" diye cevap verdi.
    Resûl-i Ekrem, "Demek sen, ona [Âmir'e] Allah'ın emânıyla emân verdin [selâmına karşılık selâm verdin] sonra da onu vurup öldürdün, öyle mi?" buyurunca, Muhallim bin Cessâme başını önüne eğdi ve sustu.
    Efendimiz, sonra da ellerini kaldırarak, yüksek sesle, "Allah'ım! Muhallim bin Cessâme'yi affetme" diye beddua etti.
    Bedduayı duyan Muhallim'in tüyleri diken diken oldu. Uğrayacağı âkıbetin dehşetini düşünerek tir tir titremeye başladı. Tekrar yalvardı, "Yâ Resûlallah! Pişmanım! Allah'a tevbe ediyorum! Ne olur benim için Allah'tan af dile!"
    Ne varki, Muhallim'in bu yakarışı da pek fayda etmiyor ve aynı şekilde Hz. Resûlullahın bedduasına uğruyordu. Sonra da huzurdan kovuluyordu.
    Yapılan bedduanın üzüntüsü ve uğrayacağı âkıbetin dehşeti Muhallim'i ancak bir hafta kadar ayakta tutabildi. Ölünce, onu gömdüler. Ne var ki, toprak ölüsünü kabul etmiyordu. Defalarca gömdükleri halde, toprak yine cesedini dışarı attı.615
    Sonunda kavmi, üzerine taş yığarak onu iki dağ arasında bıraktı.616
    Durumu Efendimize intikal ettirdiklerinde, şöyle buyurdular:
    "Vallahi, toprak ondan çok daha kötülerinin üzerini örtmüştür. Fakat, Allah aranızdaki [haksız yere adam öldürme] yasağı hakkında size gösterdiği bu hâdiseyle öğüt ve ibret vermek istemiştir.617






    592. Tabakât, 2:149.
    593. Sîre, 4:80; Taberî, 3:126.
    594. Sîre, 4:83; Taberî, 3:127.
    595. Sîre, 4:48; Taberî, 3:128.
    596. Sîre, 4:87.
    597. Tabakât, 2:150.
    598. İnsanü'l-Uyûn, 3:70.
    599. Zâdü'l-Mead, 2:208; Uyunü'l-Eser, 2:191.
    600. Sîre, 4:87; Taberi, 3:128.
    601. Sîre, 4:87; Tabakât, 2:151; Taberî, 3:129.
    602. Tabakât, 2:151.
    603. Müslim, 3:1401; insanü'l-Uyûn, 3:69.
    604. Tabakât, 2:151; Müslim, 3:1402.
    605. Müslim, 3:1399.
    606. Tevbe Sûresi, 25-26.
    607. Sîre, 4:100-101; Taberî, 3:131-132.
    608. Sîre, 4:101; isâbe, 4:344.
    609. İsâbe, 4:344.
    610. Sîre, 4:100.
    611. Megazî, 3:903.
    612. Buharî, 3:68.
    613. Sîre, 4:101.
    * Daha önce de belirttiğimiz gibi Mekke Fethine çıkıldığı sırada Peygamberimiz, hedef şaşırtmak gayesiyle, Ebû Katade kumandasında bir birliği Batn-ı izam tarafına göndermişti. Mücahidler yolda Âmir bin Azbat'a rastlamışlardı. Âmir, mücahidleri İslâm selâmıyla selâmladığı halde, şahsî bir düşmanlık ve kinden dolayı, Muhallim bin Cessâme tarafından öldürülmüştü. İşte Uyeyne bin Hısn'ın istediği kan davası bu idi.
    614. Sîre, 4:276.
    615. Sire, 4:277.
    616. A.g.e., 4:277.
    617. A.g.e., 4:277.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  8. #8
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    MEKKE'NİN FETHİ




    Hicretin 8. senesi, Ramazan ayı, Cuma günü. (Milâdî, Ocak 630.)
    Mekke, yeryüzünde Tevhidin timsali ilk Mâbed olan Kâbe'nin bulunduğu şehir. O Kâbe ki, "...Çok mübarek ve insanların kıblesi olup âlemlere doğru yolu gösteren Kâbe'dir."498 Mübârekiyeti ve hidayete vesile oluşu Tevhid-i İlâhînin mücessem bir delili olmasından ileri gelmekte. İlk bânisi, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.), onu bu gaye için inşa etmişti. Zamanla bina gözden kaybolacak vaziyete gelmiş, fakat temelleri sabit kalmıştı. Ebü'l-Enbiyâ (Peygamberlerin Babası) lâkabıyla anılan Hz. İbrahim, oğlu Hz. İsmail ile birlikte, bu temel üzerine Allah'ın emir buyurmasıyla Kâbe'yi yeniden inşâ etmişler ve Kâbe "Tevhid" inancının yeniden mücessem bir sembolü olmuştu.
    Ancak, yeryüzünün bu en şerefli ve en faziletli binâsı hâlâ Tevhid inancından uzak yaşayan, hattâ bu inancı var güçleriyle ortadan kaldırmaya, müntesiplerini yok etmeye çalışan Kureyş müşriklerinin elinde bulunuyordu. Binâ ediliş gayesinin tam aksine içi putlarla dolu duruyordu.
    Tevhid inancının ve bu inancın mümessili Müslümanların can düşmanları olan müşrikler, burada her türlü rezaleti irtikâp ediyorlardı.
    Gayretullaha dokunan, Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. İbrahim'in ruhaniyetlerini rencide eden, bütün Müslümanların da kalb ve vicdanlarını derinden sızlatan bu durumun bir an evvel ortadan kaldırılması lâzımdı. Bu mübârek mâbedin ve bu mâbedin içinde bulunduğu Mekke'nin bir an evvel müşriklerin kirli ellerinden kurtarılması gerekiyordu.
    Hz. Fâhr-i Âlem Efendimiz (a.s.m.), bunu düşünüyor, bu maksadının tahakkuku için bir yol arıyordu.
    Uzun zamanlar imkânlar ve şartlar buna el vermemişti. Çünkü, Müslümanlar henüz az ve zâif bir durumda bulunuyorlardı. Müslümanların mevcut gücüyle bunu elde etmek de oldukça zordu. Üstelik Medine'nin her an düşman taarruzuna uğraması da muhtemeldi.
    Bu gayenin bilfiil gerçekleşmesi için İslâmın inkişaf etmesi, Müslümanların çoğalması, güç ve kuvvet kazanması gerekiyordu. Aksi takdirde bu yoldaki bir teşebbüs sonuçsuz kalabilirdi.
    Bir işe teşebbüste zaman ve zemini değerlendirmeyi çok iyi bilen Peygamber Efendimiz, bu gâyesinin tahakkuku için Cenâb-ı Hakkın müsait şartlar ihsan etmesini sabırla bekliyordu.
    Hicretin sekizinci yılında, İslâm, olanca haşmetiyle etrafa yayılmıştı. Bir taraftan İslâmın en amansız düşmanlarından biri olan Hayber ve civar Yahudileri tâbiiyet altına alınmış, diğer taraftan en büyük bir fetih ve zafer olan Hudeybiye Anlaşması yapılmış ve yine bir başka taraftan o zamanın koskocaman Bizans İmparatorluğuna Müte Harbiyle gözdağı verilmişti.
    Bütün bunlar, İslâmın ve Müslümanların önüne geçilmesi imkânsız büyük kuvvet halini almış olduğunu ortaya koyuyordu.
    Artık bu ulvî ve mukaddes gayenin bilfiil tahakkuk zamanı gelmiş ve gerekli imkânları Cenâb-ı Hak ihsan etmişti.
    Ancak, ortada bir mâni vardı. O da müşriklerle yapılmış olan Hudeybiye Anlaşması idi. Bu anlaşmaya göre Müslümanlarla müşrikler on sene birbirleriyle harp etmeyecek ve anlaşmayı bozmayacaklardı.
    Ahde vefada zirve noktasında bulunan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu kudsî gayesi için de olsa, ahdini bozup müşrikler üzerine yürümeyi düşünmüyordu.
    Zahirî Sebep
    Kalblerimizin en ince noktasına nüfuz eden, gönlümüzden geçen her arzuyu bilip cevap veren Cenâb-ı Hak, Sevgili Resûlünün de kalbinden geçen bu ulvî arzuyu biliyordu. Zaten ona bu gayesini tahakkuk ettireceğini daha iki sene evvelinden de haber vermiş, müjdelemişti.
    Çok geçmeden, Cenâb-ı Hak bir sebep yarattı. Hudeybiye Anlaşmasının bir maddesi, Kureyş'in dışında kalan kabilelere istediği tarafın himâyesine girebilme hakkını tanıyordu.499 Bu haktan istifade ile muâhede yapıldığı sırada Huzâa Kabilesi Hz. Resûlullahın ahd ve emânına girerek Müslümanlar tarafında yer almış, Benî Bekir Kabilesi ise müşriklerin himayesini kabul ederek onların tarafını tutmuştu.500
    Bu iki kabile arasında uzun zaman devam edip gelen bir düşmanlık, bir husumet vardı. İhtimâl bu düşmanlık neticesidir ki, eskiden beri Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalip ile anlaşmalı ve müttefik bulunan Huzâalılar Hz. Resûl-i Ekremin safında yer alınca Benî Bekirler de müşriklerin himâyesine girmişlerdi.
    Nübüvvet nurunun Mekke'de parlamasına kadar birbirleriyle kanlı bıçaklı olan bu iki kabile, bu nur sayesinde az da olsa birbirlerinden kanlı ellerini çekiyor ve bu çekiliş Hudeybiye Sulhuna kadar devam ediyordu. Ancak bu sulh devresinde tekrar birbirlerini rahatsız etmeye başlıyorlardı. Bahaneler arayarak hadise çıkarma yoluna gidiyorlardı.
    Benî Bekirlerin Huzâalılara Saldırması
    Bir gün Benî Bekir Kabilesinden biri bir şiirle Hz. Resûlullahı hicv ve tahkire yeltenir. Huzâalılardan bir genç buna tahammül edemez ve adamın başını yaralar. Durumu öğrenen Bekiroğulları bunu Huzâalılara saldırmak için bir sebep sayarlar.501 Kureyş müşriklerinden de yardım alan Benî Bekirler, her şeyden habersiz Vetir denilen suyun başında ikâmet eden ve böyle bir saldırıdan Hudeybiye Anlaşması gereğince emin bulunan Huzâalıların üzerine ansızın saldırırlar. Hazırlıklı bulunmayan Huzâalıları tâ Mekke'nin içine kadar kovalarlar. Harem'de bile adamlarını öldürmekten çekinmezler. Neticede çarpışma Huzâalılardan yirmi üç kişinin öldürülmesiyle son bulur.502
    Çarpışmada müşrikler, Benî Bekirlilere at, silah gibi yardımlarla kalmamış, ileri gelenlerinden bir çokları da bilfiil çarpışmaya katılmıştı. Fakat, bunu Peygamber Efendimizden korkarak gizli yapmışlardı.503 Ancak Huzâalılar bunları tanımışlardı.
    Kureyş müşrikleri, bu hareketleriyle Hudeybiye Anlaşmasını resmen ihlâl etmiş oluyorlardı. Fakat, bunun Peygamberimiz tarafından bilinmesinden son derece endişe duyuyor, hattâ korkuyorlardı.
    Aradan sadece üç gün geçmişti.
    Huzâalı Amr bin Sâlim, beraberinde kabilesinden kırk kişi ile Medine'ye gelerek durumu olduğu gibi Peygamber Efendimize arzetti ve yardım talebinde bulundu.504
    Peygamber Efendimiz (a.s.m.) hadiseden fazlasıyla rahatsız oldu ve Huzâalılardan gelen heyeti, kendilerine mutlaka yardım edecekleri va'di ile yurtlarına tekrar geri gönderdi.505
    Kureyş müşrikleri, Benî Bekirlilere yardım etmekle kendileri için son derece tehlikeli bir pozisyon meydana getirmişlerdi. Giriştikleri hareketin vahim neticeler doğuracağını sonradan fark ettiler, ama artık iş işten geçmişti.
    Ve Allah, bu hadiseyi Mekke kapılarının Müslümanlara açılmasına, Kâbe-i Muazzamada tekrar Tevhid bayrağının dalgalanmasına zahiri sebeb kıldı.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) durumun biraz daha açıklığa kavuşmasını istiyordu. Bunun için müşriklere ültimatom mahiyetinde bir yazı göndererek şöyle dedi:
    "Ya Huzâalılardan öldürülenlerin kan bedellerini ödeyiniz! Yahut Benî Bekir Kabilesi ile olan ittifakınızdan vazgeçiniz! Bunlardan birini yapmazsanız, Hudeybiye Anlaşmasını bozduğunuz ve bunun neticesi olarak da sizinle harbetmek mecburiyetinde kalacağımı biliniz."506
    Kibirden bir heykel kesilmiş müşrik ileri gelenleri âkıbeti düşünmeyen kör hislerine kapılarak önce Peygamberimizin ilk teklifini kabul etmediler ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece muâhedeyi fiilen ihlâl etmiş olduklarını sözleriyle teyid etmiş oldular. Ancak, hislerinden uzak kalıp meseleyi akıl plânına getirdiklerinde içlerini bir telâş, bir korku kaplamaya başladı. Yaptıkları hareketin doğuracağı vahim neticeyi düşündükçe îmândan mahrum kalblerini bir korku sardı. Hz. Resûlullahın elçisine bu tarz cevap verdiklerine pişman oldular. Meselenin tashihi için Ebû Süfyan'ı Medine'ye gönderdiler. "Git muâhedeyi yenile, mütareke müddetini de uzat" dediler.507
    Ebû Süfyan Medine'de
    Müşrik ileri gelenlerinin verdiği direktife göre Ebû Süfyan, Peygamberimizle görüşüp, eski fikirlerinden vazgeçtiklerini bildirecek ve Hudeybiye Anlaşmasının yenilenmesini, hattâ müddetin uzatılmasını temine çalışacaktı. Ancak son pişmanlık fayda vermeyecek ve müşrikler bu isteklerinde muvaffak olamayacaklardı. Çünkü, Peygamber Efendimiz (a.s.m.), daha henüz Ebû Süfyan Medine'ye gelmeden Ashabına işin neticesini haber verip şöyle buyuruyordu:
    "Ebû Süfyan Hudeybiye Anlaşmasını takviye etmek ve mütâreke müddetini uzatmak için yanımıza gelmek üzeredir. Fakat bu arzusuna nâil olamadan öfke ile geri dönecektir."508
    Ebû Süfyan Medine'ye gelince, Peygamber Efendimizin huzuruna çıkmadan önce Ezvâc-ı Tahirattan kızı Hz. Ümmü Habîbe'nin evine gitti.
    Baba, henüz îmân etmemiş ve müşriklerin lideri, kızı ise Hz. Resûl-i Ekremin pâk zevcesi. Ebû Süfyan, Hz. Resûlullahın minderine oturmak istedi. Hz. Ümmü Habîbe buna müsaade etmedi.
    Ebû Süfyan, "Kızım" dedi, "anlayamadım, sen minderi mi benden, beni mi minderden esirgiyorsun?"
    Hz. Ümmü Habîbe, "Bu, Resûlullahın (a.s.m.) minderidir. Sen ise şirk içindesin? Senin gibi birisinin Resûlullahın minderine oturmasına gönlüm asla razı olmaz"509 diye cevap verdi.
    Evet, Allah ve Resûlünün hatır ve muhabbeti her hatır ve muhabbetin üstündedir. Onların hatırları anne babanın, hele hele müşrik bir babanın hatırı ile değiştirilemez. Onlara muhabbet, sâir muhabbetler için terk edilemez. Çünkü, insana ebedî saadeti kazandıran, Allah ve Resûlüne olan samimi muhabbettir ve emir ve nehiylerine ciddi hürmettir.
    Ebû Süfyan kerimesinin bu hareketi üzerine, "Vallahi kızım, sen yanımdan ayrıldıktan sonra çok değişmişsin. Sana kötülük gelmiş" diyerek kızgınlığını ifade etti."
    Hz. Ümmü Habîbe, "Hayır! Allah, bana kötülüğü değil, İslâmiyeti nasib kıldı. Sen ise, işitmez görmez, taştan yontulmuş puta tapmakta devam ediyorsun" dedikten sonra şunları ilâve etti:
    "Babacığım! Senin gibi Kureyşlilerin büyüğü, ulusu bir kimse nasıl olur da İslâmiyete uzak kalır?"
    Ebû Süfyan'ın kızgınlığı daha da arttı, "Yazıklar olsun sana!" dedi, "Senden bu sözleri de mi işitecektim? Ben, atalarımın tapa geldiklerini bırakıp, Muhammed'in dinine gireceğim, öyle mi?"
    Sonra da, Hz. Ümmü Habîbe'nin yanından son derece öfkeli bir şekilde ayrıldı.510
    Ebû Süfyan'ın Peygamberimize Müracaatı
    Kerimesi Hz. Ümmü Habîbe'nin yanından öfkeli olarak ayrılan Ebû Süfyan, doğruca, Hz. Resûlullahın yanına vardı, "Ey Muhammed!" dedi. "Hudeybiye Muâhedesini yenile ve mütâreke müddetini de uzat!"
    Peygamber Efendimiz, "Ey Ebû Süfyan! Sen bunun için mi geldin?" diye sordu.
    Ebû Süfyan, "Evet, bunun için geldim."
    Resûl-i Ekrem, "Biz, aramızdaki o ahid üzerinde duruyoruz. Yoksa siz, bir hâdise çıkarıp onu bozdunuz mu?" diye sordu. Ebû Süfyan bir an durakladı. Ne diyeceğini o anda kestiremedi.
    Sonunda cesaretini topladı ve "Allah korusun! Öyle bir şey yapmadık. Ama biz, her şeye rağmen muâhedenin yenilenmesini istiyoruz" diye hiçbir şey olmamış gibi konuştu.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu teklifine bir cevap vermeden sustu.511
    Ebû Süfyan, çıkmaz bir sokağa girdiğini anlamıştı. Bundan nasıl kurtulabileceğini de bir türlü kestiremiyordu.
    Hz. Resûlullahtan herhangi bir cevap alamayınca gidip Hz. Ebû Bekir'e başvurdu. Aynı arzusunu ona da tekrarladı ve bu hususta Hz. Resûlullah ile kendisi arasında tavassut etmesini istedi.
    Hz. Ebû Bekir, "Bu, benim değil, Resûlullahın bileceği, ona ait bir iştir. Ben, buna asla karışamam" diye cevap verdi.
    Ebû Süfyan, "Öyle ise, beni himâyene al ve bunu halka bildir" dedi.
    Hz. Ebû Bekir, Hz. Resûlullaha sadakâtını bir kere daha belgeledi:
    "Benim himâyemde bulunanlar, Resûlullahın himâyesinde bulunanlardır"512 dedi.
    Ebû Süfyan, ümitsiz bir vaziyette bu sefer Hz. Ömer'e başvurdu, "Muâhedeyi yenilemeye çalış, halkın arasını bul" dedi.
    Kâfirlere karşı hiddet ve şiddetiyle tanınan Hz. Ömer, öfkeyle, "Demek, siz muâhedeyi bozdunuz, öyle mi?" dedikten sonra ilâve etti:
    "Eğer, ondan geride birşey kalmışsa, Allah onu da bir an evvel yok etsin! Ben, bu hususta, asla gidip Resûlullahtan şefaat dilemeyeceğim. Vallahi, ben küçük bir karıncadan başka birşey bulamazsam bile, o karıncadan faydalanır, yine sizinle savaşırım."513
    Kendi kendine "Vallahi, ben bugünden daha zor, daha çetin bir gün görmedim" diye mırıldanıp Hz. Ömer'in yanından ayrılan Ebû Süfyan, doğruca Hz. Osman'ın yanına gitti:
    "Ey Osman," dedi, "bu topluluk içinde akrabalıkta bana en yakın sensin. Ne olur şu mütârekeyi yenile ve müddetini uzat! Çünkü arkadaşın seni hiçbir zaman reddetmez."
    Hz. Osman, "Benim himâyemde bulunanlar, Resûlullahın (a.s.m.) himâyesinde bulunanlardır"514 diyerek, bu hususta kendisine hiçbir yardımda bulunamayacağını ifâde etti.
    Ebû Süfyan'ın içi, müracaatlarının neticesiz kalmasından için için yanıyordu. Son şansını denemek için Hz. Ali'ye gitti: "Benim en yakın akrabamsın. Bu akrabalık hakkı için, gidip Resûlullaha bu muâhede işinin yenilenmesi ve müddetin uzatılması için şefaatçı ol," dedi.
    Hz. Ali'nin cevabı diğer Ashab-ı Kiramınkinden farklı olmadı: "Allah senin iyiliğini versin, ey Ebû Süfyan!" dedi, "Vallahi, Resûlullah Aleyhisselâm bir işte karar verdi mi, onu mutlaka yapar."
    Bu Resûlullahı ilgilendiren bir iştir. Ben onun hakkında asla bir hüküm veremem."515
    Bunun üzerine Ebû Süfyan yalvarır bir edâ ile, "Peki, ey Ali, bana bu hususta bir öğüt ver" dedi.
    Hz. Ali, "Vallahi, ben senin için bu hususta faydalı olacak birşey bilmiyorum. Ama, sen Kinânelerin büyüğüsün. Kalk, iki taraf halkını uzlaştırmak için himâyene aldığını ilân et! Sonra da yurduna çık git!" dedi.
    Çaresiz ve bitkin Ebû Süfyan bu tavsiyeye can simidi gibi yapıştı:
    "Evet, sen doğru söyledin. Ben bunu yapmalıyım" diyerek Hz. Ali'nin yanından ayrılıp Mescidi Nebevîye vardı.516
    Ebû Süfyan, mânen yorgun ve bitkindi. Üzerine aldığı meseleyi halledememenin üzüntüsünü yaşıyordu.
    Mescidi Nebevîde ayakta dikildi ve "Ey insanlar! Ben iki tarafı uzlaştırmak için onları himâyeme aldım, haberiniz olsun" dedikten sonra ürkek ürkek ilâve etti:
    "Muhammed'in, bu taahhüdümde bana vefâsızlık edeceğini hiç sanmıyorum."
    Sonra tereddütler içinde bocalar bir bitkinlik ile Efendimizin yanına vardı, "Yâ Muhammed," dedi, "zannetmem ki, bu himâye sözümü reddedesin!"
    Peygamber Efendimiz, "Ey Ebû Süfyan! Bunu sen söylüyorsun, ben değil" buyurdu.517
    Ebû Süfyan meseleyi anlamıştı. Görüşmelerinden hiçbir netice alamamanın eziklik ve ümitsizliği içinde devesine zar zor atlayarak Mekke'nin yolunu tuttu.518
    Ebû Süfyan Mekke'de
    Mekke'ye varan Ebû Süfyan'a Kureyşliler, "Neler yaptın, anlat bakalım?" dediler.
    Ebû Süfyan, kötü bir elçilik yapmış olmanın ezikliği içinde, olup bitenleri olduğu gibi anlattı.
    Kureyş müşriklerinin korkuları bir kat daha arttı.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, artık kesin kararını vermişti: Sefere çıkılacak. Ancak bu kararını, daha doğrusu, Kureyş müşriklerinin üzerine yürüme fikrini; son derece gizli tutmak istiyordu. Bu, onun başvurduğu bir tedbir idi. Bu taktiğe, düşmana hazırlanma fırsatı vermemek ve bunun neticesi olarak da fazla kan dökülmeden onu teslime mecbur etmek maksadına mebnî olarak başvuruyordu. Çünkü, o, her şeyden evvel insanlara ebedî saadeti kazandıracak olan hak ve hakikatı tebliğe memurdu, insanları imhâya değil! Teslime mecbur bırakıldıkları takdirde içlerinden birçoklarının gönlü İslâma kayabilirdi. Böylece de îmân nimetini elde etmiş olabilirlerdi. O halde düşmanı tamamen imhâ etmek yerine ona galebe etmek, onun ulvî gayesine daha uygundu.
    Bu sebepledir ki, Mekke Seferinde de maksadını son derece gizli tutuyordu. Hz. Âişe Vâlidemize sadece, "Yol hazırlığımı yap!" demekle yetiniyordu. Ayrıca, bu seferde, Efendimiz, gizliliğe daha çok ihtiyaç duyuyordu. Çünkü, Mekke-i Mükerreme gibi mübârek bir beldeye kan akıtmadan girmek, Kâbe-i Muazzama gibi yeryüzünün en şerefli ve faziletli binâsını, kimseyi öldürmeksizin putlardan temizlemek istiyordu. Şu duâsı da bu niyetinin açık ifadesiydi:
    "Allah'ım! Yurtlarına ansızın varıp kavuşuncaya kadar, Kureyşlilerin casus ve habercilerini tut, görmez ve işitmez hale getir! Beni, birdenbire görüp işitsinler!"519
    Hattâ Kureyş müşriklerinin üzerine değil de Necid tarafı ile meşgul olmak istiyormuş intibaını vermek için de Ebû Katade Hazretlerini askeri bir birlik ile İzam Vadisi tarafına gönderdi.2 Böylece, Mekke tarafına değil de, Necid tarafına gidecekmiş tarzında haberler yayılacak ve müşrikler herhangi bir endişe duymayacakları gibi, herhangi bir hazırlığa da kalkışmayacaklardı.
    İşte bütün bu tedbirlere başvurduktan sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir kısım Ashabına Mekke üzerine sefere çıkılacağını haber verdi ve hazırlanmalarını emir buyurdu.521
    O zamana kadar Medine etrafında İslâmiyetle müşerref olmuş birçok kabile vardı. Peygamber Efendimiz bu arada onlara da, "Allah'a ve âhiret gününe inanan, Ramazan başında Medine'de hazır bulunsun" diye haber gönderdi.522
    Medine'den Hareket
    Ramazan ayının ilk günleri idi. Gönülleri Allah ve Resûlünün muhabbetiyle coşup taşan on bin mücahid Medine'de hazır bekliyordu.2 Bunların yedi yüzü Muhacirlerdendi. Beraberlerinde üç yüz atlı vardı. Ensarın mevcudu ise dört bin idi. Onların da yanında beş yüz at vardı. Geri kalan asker sayısını etraftaki kabilelerden gelen Müslümanlar teşkil ediyordu.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Medine'de, yerine Ebû Rühm Külsüm bin Husayn'ı vekil bıraktı.524
    Bu haliyle İslâm ordusu hareket için Hz. Resûlullahın emrini bekliyordu.
    İslâm ordusu harekete hazır bekliyordu.
    Bu sırada Peygamber Efendimiz, Hz. Ali, Hz. Zübeyr bin Avvam ve Hz. Mikdad bin Esved'e şu emri verdi:
    "Sür'atle gidiniz! Hah bahçesine vardığınızda, yanında mektup bulunan hayvan üzerinde bir kadın bulacaksınız. Mektubu ondan alıp bana getirin!"525
    Üç Sahabî, bu emrin sebebini sormaya gerek duymadan, son sür'at yol alıp Hah bahçesine vararak orada kadını buldular.
    Kadına, "Yanındaki mektup nerede?" diye sordular.
    Kadın, "Benim yanımda mektup filan yok" diye cevap verdi.
    Bunun üzerine kadının devesini çöktürdüler. Onu üzerinden indirip eşyasını aradılar. Fakat mektup namına bir şey bulamadılar.
    Bunun üzerine Hz. Ali kılıcını sıyırdı ve kadına hiddetle, "Allah'a yemin ederim ki" dedi, "Resûlullah hiçbir zaman hilaf-ı hakikat konuşmaz. Ya sen bu yazıyı çıkarırsın, ya da biz yapacağımızı biliriz; gerekirse üstünü başını arar, elbiseni çıkartırız."
    Kadın, "Siz Müslüman değil misiniz?" dedi.
    Mücahidler, "Evet, Müslümanız, ama Resûlullah bize, beraberinde mektup bulunduğunu söyledi" diye konuştular.
    Kadın, kurtuluş çaresinin kalmadığını anlamıştı. Mücahidlere, "Yüzünüzü başka tarafa çeviriniz" dedi.
    Sahabîler yüzlerini çevirince de, başının örgülü saçlarını çözdü. Mektubu oradan çıkarıp Hz. Ali'ye uzattı.526
    Vazifeli Sahabîler, mektubu alıp Hz. Resûlullaha getirdiler. Herkeste bir hayret ve şaşkınlık başlamıştı. Çünkü mektup, Bedir Ashabından Hatib bin Ebî Beltaa tarafından müşriklere hitaben, Peygamber Efendimizin hazırlığını haber vermek üzere yazılmıştı.527
    Peygamber Efendimiz, derhal Hz. Hatib'i huzura çağırdı. Hz. Hatib gelince mektup kendisine okundu. Resûl-i Ekrem, "Bu mektubu tanıdın mı?" diye sordu.
    "Evet, tanıdım" dedi.
    "Bunu sen mi yazdın?"
    Hatip inkâr etmedi, "Evet, ben yazdım" dedi.
    Peygamber Efendimiz, "Bunu ne için yaptın?" diye sordu. Hz. Hatip izah etti:
    "Yâ Resûlallah! Bu hususta hakkımda hüküm vermekte acele etme! Ben, Kureyşlilerden olmayan bir kimseyim. Muhacir Müslümanlar gibi, Mekke'de âilem ve mallarımı koruyacak kimsem de yok.
    "Ben, bunu Kureyş ileri gelenlerini bir minnet altında bırakayım da âilemi korusunlar diye yaptım. Yoksa, bunu küfre saptığım veya dinimden döndüğüm için yapmış değilim! Vallahi, ben Allah ve Resûlüne olan îmânımda sabitim."528
    Peygamber Efendimiz, "Doğru söyledin" buyurdu. Sonra Ashabına dönerek, "O, size doğru söyledi. Bunun hakkında hayırdan başka birşey söylemeyiniz" dedi.529
    Kendisini zaptedemeyen Hz. Ömer, "Bırak, yâ Resûlallah, şu münafığın boynunu vurayım" dedi.
    Resûl-i Ekrem müsaade etmedi ve şöyle buyurdu:
    "O Bedir Muharebesinde bulunmuştur. Ne bilirsin, belki Allah, Bedir Harbine katılmış bulunanlara, savaş günü bakıp, 'Siz istediğinizi yapınız, ben sizi affetmişimdir. Cennet size vacib olmuş, siz de Cennete girmeye hak kazanmışsınız' buyurmuştur."
    Manzara karşısında Hz. Ömer'in gözleri doldu, "Allah ve Resûlü herşeyi daha iyi bilir" dedi.530
    Bu hadise üzerine Cenâb-ı Hak, şu âyet-i kerimeyi inzâl buyurarak mü'minleri ikaz etti:"Ey îmân edenler! Bana ve size düşman olanları dost edinmeyin. Siz onlara muhabbet gösterip sırlarınızı ulaştırıyorsunuz; halbuki onlar size gelen hakkı inkâr etmişler, Rabbiniz olan Allah'a îmân ettiğiniz için Peygamberi ve sizi yurdunuzdan çıkarmışlardır. Eğer Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızâmı aramak için çıkmışsanız, nasıl onlara muhabbet gösterip de sır verirsiniz? Ben ise sizin gizlediğinizi de bilirim, açığa vurduğunuzu da. İçinizden kim bunu yaparsa dümdüz yolun ortasında şaşırmış olur."531
    İslâm Ordusu Fetih Yolunda
    Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, tek kalb gibi çarpan on bin kişilik muazzam İslâm ordusuna hareket emri verdi.
    Medine'den çıkış Ramazan'ın ilk günlerine rastlıyordu. Bu sebeple Resûl-i Ekrem ve mücahidler oruçlu idiler.532
    Hava oldukça sıcaktı. Bu sıcaklık altında yol almak, fazlasıyla yorucu ve zahmetliydi. Dayanılacak gibi değildi. Üstelik, her an bir çarpışma çıkabilir, bir mukabele ile de karşı karşıya kalabilirlerdi. Halbuki, harpte güç, kuvvet lâzımdı. Oruç, mücahidleri bir noktada takatsız hâle getiriyordu. Ancak kendi başlarına hareket edemezlerdi. Bu sebeple Hz. Resûlullahın ne yapacağını bekliyorlardı. Oruç açılacak mı, yoksa devam mı edilecekti?
    İslâm ordusu Kudeyd mevkiine gelince Peygamber Efendimiz ikindi namazından sonra orucunu açtı ve Ashabına da açmalarını emretti.533
    Bu arada sekiz kişilik bir birlik ile Necid tarafına gönderilmiş bulunan Ebû Katade de gelip orduya katıldı. Aynı zamanda etraftan da birçok Müslüman gelip İslâm ordusuna iltihak etti.
    Yine bu sırada Mekke'den gelen Hz. Abbas âilesiyle Cuhfe mevkiinde İslâm ordusuyla karşılaştı. Bundan son derece memnun olan Peygamberimiz kendisinin kalmasını ağırlıklarını ise Medine'ye göndermesini emretti. Sonra, "Ey Abbas! Sen muhacirlerin sonuncususun" buyurdu. Hz. Abbas, sefer boyunca Peygamber Efendimizin yanından bir an bile olsun ayrılmadı.
    Yolda Müslüman Olanlar
    Hz. Resûlullah kumandasındaki İslâm ordusu bütün ihtişâmıyla yoluna devam ediyordu. Bu sırada gelip, Hz. Resûlullahın huzurunda İslâmla şereflenenler oldu. Bunlar, Peygamber Efendimizin amcası oğlu Ebû Süfyan bin Hâris ile Abdullah bin Ebî Ümeyye idi.534
    Resûl-i Ekrem, önce bu iki kişiyle görüşmek istemediğini ifâde ederek onlardan yüz çevirdi. Zira, bunlar kendisiyle peygamberliğinden önce gayet samimi iken, risâlet vazifesi verilir verilmez şiddetli birer düşman kesilmişlerdi. Kendisine sözle eziyet ve hakarette bulunmuşlardı. Şâir olan Ebû Süfyan bin Hâris Peygamberimiz ve Müslümanları ağır dille hicvederdi. Yine Efendimizin akrabası olan Abdullah bin Ebî Ümeyye de ona söz ve hareketleriyle rahatsızlık vermekten geri durmayanlar arasında yer almıştı.535
    Ancak, bütün bunlara rağmen, araya Hz. Ümmü Seleme girdi. Efendimize onlardan yüz çevirmemesi gerektiğini söyledi. Fakat, Resûl-i Ekrem Efendimiz yine, "Onların ikisi de bana lâzım değildir" diyerek kabul etmemekte ısrar ediyordu.
    Resûl-i Ekremin bu sözlerini duyan Ebû Süfyan bin Hâris, küçük oğlu Câfer'in elinden tutarak şöyle dedi:
    "Vallahi, yanına girmeme izin vermezse, oğlumun elinden tutarak helâk oluncaya kadar yeryüzünde dolaşıp dururum.
    "Şefkat ve merhamet timsâli Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübârek gönlü bu sözlere dayanamadı. Onları huzuruna dâvet ederek affetti. Böylece onlar da İslâmiyetle şereflendiler.536
    Ordunun Savaş Düzenine Girişi
    Kudeyd mevkiinde konaklayan Peygamber Efendimiz, burada ordusunu savaş düzenine koydu. Sancaklar ve bayraklar bağlayarak, onları kabilelere ve kabilelerin bayraktar ve sancaktarlarına verdi. Muhacirlerin üç bayraktarı vardı: Hz. Ali, Hz. Zübeyr bin Avvam ve Hz. Sa'd bin Ebî Vakkas. Ensarın ise, on iki bayraktarı vardı. İslâm ordusunda Ayrıca Eşca'ların bir, Süleymlerin de bir bayraktarı bulunuyordu. Orduda on dört de sancaktar vardı. Bunların üçü Müzeynelerin, ikisi Eslemlerin, dördü Cuheynelerin, üçü Ka'boğullarının, ikisi ise Süleymlerin idi.537
    Bundan sonra Peygamber Efendimiz ordusuyla Merruzzahrân'da konakladı.538
    Peygamber Efendimizin gizlilik stratejisi o âna kadar son derece başarıyla sürmüş, Mekkeliler en küçük bir haber dahi alamamışlardı.
    Merruzzahrân Vadisine geliş geceye rastlamıştı. O âna kadar üzerlerine gelişinden haberi olmayan Mekkeli müşriklere Peygamber Efendimiz, gelişini muhteşem bir ateş donanmasıyla bildirmek istedi ve her mücahide ateş yakmalarını emir buyurdu.539
    Bir anda on bin ateş yakıldı. Göz kamaştıran bu manzara Mekke'ye aydınlık saçtı; müşriklere ise korku ve dehşet. Aralarından göç etmeye mecbur bıraktıkları kâinatın manevî güneşi Peygamber Efendimiz, şimdi etrafında on bin parlak yıldızla Mekke ufuklarında yeniden bütün ihtişamıyla parlıyordu. Ruh ve gönülleri ısıtmak için Mekke ufuklarında bir başka haşmetle doğuyordu. Bu doğuşa müşrikler hayret etti. Daha iki sene evvel bu güneş bu kadar parlak değildi. Bu kadar kuvvet ve azamete sahip bulunmuyordu. Bir anda nasıl böylesine inkişâf etmiş, büyümüş ve her tarafı aydınlatır olmuştu? Söndürmek istedikleri nur nasıl böylesine kısa bir zamanda kendilerini sönük bir durumda bırakan bir azamet peyda etmişti? Akıllara hayret veren bu şahlanışın sırrını bir türlü çözemiyorlardı.
    İşte Kureyş müşrikleri, ancak gözleri kamaştıran bu on bin ateşlik muazzam manzara ile işin farkına vardı ve Mekke'nin çepeçevre kuşatıldığını anladılar.
    İslâm ordusu henüz Merruzzahrân'dan ayrılmamıştı.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz irak denilen misvak ağaçlarının yemişlerinden toplamalarını bazı Sahabîlere emretti ve "Size, onların kararmış
    olanlarını toplamanızı tavsiye ederim. Çünkü, en tadı olanları, onların kararmışlarıdır"540 buyurdu.
    Sahabîler merakla, "Yâ Resûlallah! Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de koyun güttünüz mü?" diye sordular.
    Resûl-i Ekrem, "Her peygamber muhakkak koyun gütmüştür.Ben de Eryad'da [Mekke'de bir mevki] ev halkımın [Ebû Tâlib'in] koyunlarını otlatırdım"541 diye cevap verdi.*
    Ebû Süfyan Peygamberimizin Huzurunda
    Bu arada son derece korkup telaşa kapılan müşrikler, reisleri Ebû Süfyan'la birkaç kişiyi durumu öğrenmek üzere vazifelendirdiler.542
    Ebû Süfyan ve beraberindekiler, bir gece vakti bu vazifeyi yerine getirmek üzere Mekke'den çıktılar. İslâm ordusu karargâhına yaklaştıkları bir sırada mücahidler tarafından yakalandılar. O esnâda Hz. Abbas imdadına yetişmeseydi mücahidler tarafından epeyce hırpalanacaktı.
    Hz. Abbas, Ebû Süfyan'ı alıp Peygamber Efendimizin yanına getirdi. Arkasından Hz. Ömer de eli kılıcının kabzasında Huzur-u Saadete girdi ve şu teklifi yaptı:
    "Yâ Resûlallah! Allah, Ebû Süfyan'ı akidsiz ve ahidsiz ele geçirmek imkân ve fırsatını verdi. Müsaade buyur da boynunu vurayım."
    Hz. Abbas müdahale etti:
    "Yâ Resûlallah! Ben, ona emân vermiş bulunuyorum!"
    Fakat Hz. Ömer, bu isteğinden vazgeçmedi. Aynı teklifini tekrarlayıp durdu.
    Hz. Abbas, "Ey Ömer! Yeter! Vallahi, Ebû Süfyan, Adiyy bin Ka'boğullarından (Hz. Ömer kabilesi) olsaydı böyle söylemezdin" deyince, Hz. Ömer bütün celâletiyle "Ey Abbas! Vallahi, babam Hattab hayatta olup da Müslüman olsaydı, ona, senin Müslüman olduğun gün, Müslüman oluşuna sevindiğim kadar sevinmezdim. Zira, biliyorum ki, Resûlullah da, babam Hattab Müslüman olsaydı, senin Müslüman oluşuna sevindiği kadar sevinmezdi" 543 diye cevap verdi.
    Bu ufak münakaşayı Peygamber Efendimiz, "Ey Abbas! Ebû Süfyan'ı konak yerine götür! Sabahleyin yanıma getir" sözleriyle sona erdirdi.544
    Ebû Süfyan'ın İslâmla Şereflenmesi
    Hz. Abbas, Ebû Süfyan'ı sabahleyin Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına getirdi. Resûl-i Ekrem, "Ey Ebû Süfyan! Henüz 'Lâ ilâhe İllallah' diyeceğin vakit gelmedi mi?" diye sordu.
    Ebû Süfyan zavallıca bir cevap verdi:
    "İyi ama bu kadar putları ne yapayım? Lât ve Uzza'dan nasıl vazgeçeyim?"
    Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin çadırı arkasında bekliyordu. Ebû Süfyan'ın bu sözlerini duyunca hiddetle, "Duâ et ki, çadırın içindesin. Dışında olsaydın, asla bu sözü söyleyemezdin" diye konuştu.
    Ebû Süfyan, "Yâ Ömer! Yazıklar olsun sana! Sen de baban gibi sertsin. Hem sonra ey Hattab'ın oğlu, ben sana gelmiş değilim. Amcamın oğluna gelmişim. Onunla konuşacağım. Bırak da konuşalım" dedi. Peygamber Efendimize hitaben de şöyle dedi:
    "Babam, anam sana fedâ olsun! Usluluk ve yumuşak huylulukta, şereflilikte ve akraba hakkını gözetmede senden daha üstünü yoktur."
    Sonra bir müddet düşündü durdu. Bu düşünce onu bir nebze olsun hakka yakınlaştırdı. Şu itirafı yapmaktan kendini alamadı:
    "Vallahi, sanırım ki, Allah'tan başka ilâh olmasa gerek. Çünkü, Allah'la birlikte başka ilâh da bulunmuş olsaydı, elbette beni zararlardan korur, iyiliklerden de faydalandırırdı."545
    Peygamber Efendimiz, bu sözlerinden onun "Lâ ilâhe illallah" gerçeğini kabul ettiğine kanaat getirdi. Bu defa da, "Ey Ebû Süfyan 'Muhammedün Resûlullah diyeceğin zaman daha gelmedi mi?" diye sordu.
    Ebû Süfyan bir an durakladı. İçindeki düğümü tam mânâsıyla çözemiyordu. Nereden geldiğini bilmediği bir şüphe vardı içinde. "Yâ Muhammed," dedi, "bunun için bana biraz müddet tanı. Zira, bundan dolayı zihnimde biraz şüphe var."
    Bu esnâda Hz. Abbas söze karıştı:
    "Ey Ebû Süfyan," dedi, "yazıklar olsun sana! Aklını başına topla! Ne yaptığının farkında mısın? Boynun vurulmadan önce, Müslüman ol! Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resûlü olduğuna şehâdet getir!"
    Bunun üzerine Ebû Süfyan şehâdet getirip Müslüman oldu.546
    Îmânının Âcil Mükâfatı
    Hz. Abbas, Hz. Resûlullahtan, Ebû Süfyan için bir imtiyaz tanımasını istedi.
    "Yâ Resûlallah" dedi, "Ebû Süfyan üstün tanınmayı, övülüp sevilmeyi seven bir insandır. Ona iftihar vesilesi olacak bir imtiyaz verseniz."
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Olur" buyurdu ve ilâve etti:
    "Kim, Ebû Süfyan'ın evine girerse emindir."
    Ebû Süfyan, "Evimin ne genişliği vardır ki?" diyerek Peygamber Efendimizden bu lütfunu genişletmesini istedi.
    Bu sefer Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Kim Kâbe'ye girer, sığınırsa, o emindir!" buyurdu.
    Ebû Süfyan buna da kanaat etmedi.
    "Kâbe'nin ne genişliği vardır ki?" dedi.
    O zaman Peygamber Efendimiz, "Kim, Mescid-i Harama girer, sığınırsa emindir" buyurdu.
    Ebû Süfyan bu ihsan dairesinin daha da geniş tutulmasını istiyordu:
    "Mescidi Haram'ın ne genişliği var ki?" diyerek buna da kanaat getirmedi.
    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz lütuf ve ihsanının dairesini en geniş bir şekilde tuttu:
    "Kim, kapısını üzerine kapayıp evinde oturursa ona emân verilmiştir."547
    Ebû Süfyan'ın artık bu hususta taleb edecek birşeyi kalmamıştı, "İşte bu geniştir" diyerek memnuniyetini izhar etti.548
    Ebû Süfyan'ın İslâm Ordusunu Seyredişi
    Resûl-i Ekrem, Ebû Süfyan'ın hemen çıkıp Mekke'ye gitmesine müsaade etmedi. Her ne kadar îmân etmişse de müşrik ileri gelenlerinin tesiri altında kalıp İslâm ordusuna karşı bir hareket hazırlığı içine girebilme ihtimali vardı. Bu düşünceye fırsat verilmemeliydi. Ebû Süfyan, İslâm ordusunu görmeli idi. Tâ ki, bu orduya karşı koyacak güç ve kuvvetin asla Kureyş müşriklerinde bulunmadığı kanaatı kendisinde tamamıyla teşekkül etsin. Azametli orduyu görmeli idi ki, kendilerine birşey kazandırmayacak, sadece kanlarının akıp gitmesine sebebiyet verecek bir karşı koyma hareketine girişmeyi akıllarından geçirenlere nasihat etsin, onları bu fikirlerinden vazgeçirmeye çalışsın.
    Bunun için Peygamber Efendimiz, Hz. Abbas'a şu emri verdi:
    "Ey Abbas! Ebû Süfyan'ı vadinin daraldığı, atların sıkışa geldiği dağ boğazının yanına götür de, Allah ordusunun ihtişamını görsün."549
    Hz. Abbas bu emr-i Nebevî üzerine Ebû Süfyan'ı vadinin en dar, geçişe en hakim yerine götürdü.
    Ebû Süfyan, hayret ve haşyet içinde kol kol geçen muazzam İslâm ordusunu seyrediyor ve onların kim olduğunu teker teker Hz. Abbas'a soruyordu. Hz. Abbas da gereken izahatı veriyordu. Ebû Süfyan'ın gözleri, nuranî dalgalar halinde akan mücahidler karşısında kamaşıyordu.
    Mekke'de öldürmeye karar aldıkları sırada ellerinden Allah'ın hıfz ve inâyeti ile kurtulan Hz. Muhammed nasıl böyle on binlerin kalb ve ruhunu fethetmiş ve etrafında birer pervane gibi döndürmeye başarabilmişti? daha düne kadar kendi saflarında ona karşı savaşanlar, şimdi ona sadakât elini uzatmışlar, onun muhabbetinde erimişler, onun derdiyle hemdert, sevinciyle mesrur, elemiyle müteellim olmuşlardı.
    Dalga dalga geçen alaylar, taburlar arasında EBû Süfyan olanca dikkatiyle Hz. Resûlullahı arıyordu. Her alay, her kol geçtiğinde Hz. Abbas'a "Muhammed (a.s.m.) geçti mi?" diye soruyordu. Onun geçişinin bir başka azamette, ihtişamda olacağını biliyordu.
    Nihâyet, Resûl-ü Kibriyâ Efendimizin arasında bulunduğu tepeden tırnağa silahlanmış alay geliyordu. Kâinatın Efendisi, kendisine mahsus azamet, heybet ve vakarı ile devesi Kasvâ'nın üzerindeydi. Etrafını Ensar ve Muhacirler almıştı. Sancağı, Ensardan Sa'd bin Ubâde Hazretlerinin elindeydi. Ebû Süfyan'ın önünden tüylerini ürpertircesine, tir tir titrercesine geçiyorlardı.
    Ebû Süfyan merakla, "Sübhanallah, kimdir bunlar ey Abbas?" diye sordu.
    Hz. Abbas, "Resûllullah ile Ensar ve Muhacirler" diye cevap verdi.550
    Ebû Süfyan'ın dehşeti daha da arttı, ürpermesi kat kat yükseldi, kendisini tutumayarak şöyle dedi:
    "Kardeşinin oğluna ne kadar büyük bir saltanat verilmiş! Hiçbir hükümdarda görmediğim bir saltanat."
    Hz. Abbas, "Bu saltanat değil, peygamberliktir" diyerek Ebû Süfyan'ın yanlışını düzeltti.
    Ebû Süfyan da, "Evet, peygamberliktir"551 diyerek kanaatını düzeltti.
    Ebû Süfyan artık, bu haşmetli, nuranî, bir tek kalb halinde çarpan, tek el halinde kalkan, tek ses halinde yükselen orduya kimsenin kolay kolay karşı koyamayacağını, bunun kendilerinin de haddi olmadığını iyice anlamıştı.
    "Ey Abbas! Ben şu âna kadar, böyle bir ordu, böyle bir cemâat görmedim" dedi.
    Bundan sonradır ki, Mekkeli müşriklere hem haber vermek, hem de karşı koymak gibi bir basiretsizliğe teşebbüs etmelerine mani olmak ve bu hususta nasihatta bulunmak üzere Ebû Süfyan'ın Mekke'ye gitmesine müsaade edildi.552
    Ebû Süfyan Mekke'de
    Ebû Süfyan sür'atle Mekke'ye vardı. Müslüman olduğunu açıkladı. Sonra da, "Ey Kureyşliler! İşte Muhammed! Karşı koyamayacağınız kadar büyük bir orduyla yanı başınıza gelmiş bulunuyor! Müslüman olunuz da selâmete eriniz" diye yüksek sesle hitap etti.553
    Sonra da, "Kim, Ebû Süfyan'ın evine girer sığınırsa, o emindir! Kim, evine girip kapısını üzerine kaparsa o emindir! Kim, Mescid-i Harama girer sığınırsa, o emindir" diye olanca sesiyle bağırdı.554
    Fakat müşrik ileri gelenleri, hatta karısı Hind, bu davranışı karşısında Ebû Süfyan'a hakaret etti. Hattâ Safvan bin Ümeyye, İkrime bin Ebî Cehil gibileri, halkı Resûl-i Ekreme karşı çıkmak için kışkırtmaya bile kalkıştılar. Fakat halk, bu hararetli müşriklerin sözlerine iltifat etmedi ve Ebû Süfyan'ın tavsiyesi üzerine kimisi evine girdi, kimisi de Mescid-i Harama sığındı.
    Mekke'ye Giriş Hazırlığı
    İslâm ordusu Mekke'ye girmeden evvel, son defa Zî-Tuva Vadisinde toplandı. Peygamber Efendimiz ve Ashab-ı Kiramın sevinçleri etrafa dalga dalga yayılıyordu. Yüzlerinde tebessüm, gönüllerinde ferah ve sürur vardı.
    Peygamber Efendimiz, devesi Kasvâ'nın üzerindeydi. Kendisine bu mübârek ve muazzam günü gösteren Cenâb-ı Hakka sonsuz hamd ve şükrünü takdim ediyordu.
    Tevazû ve mahviyetinden mübârek başını öne eğmişti. Öylesine ki, nerdeyse mübârek sakalının ucu devesinin semerine değiverecekti.556 Bu haliyle önünde eğilinecek tek zâtın sadece kâinatın yarancısı Cenâb-ı Hak olduğunu bütün insanlığa ilân ediyordu. Aynı zamanda Ashabına da muvaffakiyeti verenin sadece Yüce Allah olduğunu, insanların ise, muvaffakiyetin sebeblerini hazırlamakla vazifeli bulunduklarını ders veriyordu.
    Peygamberimizin Mekke'ye Girişi
    Peygamber Efendimiz, Mekke'ye girmek için ordusunu dört kola ayırdı:
    Sağ kol: Kumandan, "Seyfullah" ünvanının sahibi Hz. Hâlid bin Velid'di. Mekke'ye aşağı taraftan girecekti.
    Sol kol: Kumandan, Hz. Zübeyr bin Avvam idi. Şehre yukarıdan, Küdâ denilen mevkiden girecekti.
    Üçüncü kol: Sa'd bin Ubâde kumandasında idi ve Ensar birliklerinden ibaretti. Seniyye tarafından şehre girecekti.
    Piyade birliklerinden meydana gelen dördüncü kola Ebû Ubeyde bin Cerrah kumanda ediyordu. O da Mekke'nin üst tarafından ilerleyecekti.
    Peygamber Efendimiz kumandanlara şu emri verdi:
    "Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz! Hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz!"558
    Bu emirden bazı kimseler müstesna kılındı. Bunlar görüldükleri yerde, Kâbe'nin altına iltica etmiş olsalar dahi öldürüleceklerdi. Onlar da şunlardı: İkrime bin Ebî Cehil, Abdullah bin Sa'd bin Ebî Serh, Habbar bin Esved bin Muttalib, Hüveyris bin Nukayz, Mıkyes bin Subabe el-Leysî Abdullah Hilâl bin Hatal, Hind binti Utbe bin Rebia, şarkıcı Sâre, Kureyne ve Ernebe.559
    Bunlar, irtidad, İslâma ve Müslümanlara aşırı düşmanlık, işkence, katl, Resûlullahı ve Müslümanları küstahça hicvetme gibi affa sığmayacak suçlar işlemişlerdi.
    Kollar Mekke'ye Girerken
    Takvim yaprağı, Hicretin sekizinci yılı Ramazan ayının on üçü Cuma gününü gösteriyordu. Gün henüz yeni ağarmıştı.
    Peygamber Efendimiz, devesi Kasvâ'nın üzerindeydi. Mübârek başında Yemen işi siyah bir sarık vardı. Sarığın bir ucunu iki omuzunun arasına salıvermişti. Bir haşmet ve vakar içinde mübârek Belde'ye giriyordu. Bir taraftan, Allah'ına kendisine bu günü gösterdiğinden dolayı hamdediyor, minnet ve şükrünü arzediyor, diğer taraftan da fethi iki sene evvelinden haber verip müjdeleyen "Ferih Sûresi"ni okuyordu. Bu kendileri için, Ashabı için en mesûd, en sevinçli anlardan biriydi.
    Dillerde acı söz yok, kalbleri fetheden tatlı tatlı sözler vardı. Simâlardan tebessümler damlıyordu. Mücahidlerde büyük zaferlerin, muhteşem fetihlerin verdiği kendini kaybediş yoktu. Nefislerine, kalb, ruh ve dillerine hâkimiyet vardı.
    Sa'd bin Ubâde'nin Azledilmesi
    Bir ara baş döndürücü zaferin havasına gayr-ı ihtiyarî kendisini kaptıran üçüncü kol kumandanı Hz. Sa'd bin Ubâde, ağzından, "Bugün büyük savaş günüdür. Kâbe'de vuruşmanın helâl olacağı gündür!"560 diye bir söz kaçırdı.
    Durum, derhal Hz. Resûl-i Ekreme bildirildi. Bu söz, Mekke'ye harpsiz, kan akıtılmaksızın girmek isteyişin mânâ ve ruhuna zıddı. Hemen sancağın Sa'd Hazretlerinden alınıp oğlu Kays'a verilmesini emir buyurdular.561
    Hâlid bin Velid Koluna Taarruz
    İslâm ordusu Peygamber Efendimizin emri gereğince hiç kimseye kılıç kaldırmadan edeb ve hürmet içinde Mekke'ye dalga dalga giriyordu.
    Ancak bu arada, Hâlid bin Velîd Hazretlerinin kumandanlık ettiği kola bir taarruz oldu. Taarruz İkrime bin Ebî Cehil, Safvan bin Ümeyye gibilerle, topladıkları halktan bazıları tarafından yapılmıştı.562
    Hz. Hâlid, önce karşılık vermek istemedi. Çünkü emir bu meyandaydı. Ancak, müşriklerin saldırıyı hızlandırıp mücahidleri ok yağmuruna tuttuklarını görünce, vuruşmaya müsaade etti. Müşrikler kaçmaya mecbur kaldılar. Çarpışmada iki mücahid şehid düştü, müşriklerden ise 13 kişi öldürüldü. Durum, Hz. Resûl-i Ekrem tarafından öğrenildi. Hz. Hâlid huzura çağrıldı. Müşriklerin Müslümanlara saldırdıklarını, mücahidlerin ise sadece kendilerini müdafaa etmek zorunda kaldıklarını Hz. Hâlid'den öğrenince "Allah'ın hüküm ve takdir ettiğinde hayır vardır"563 buyurdular.
    Bundan başka on bin kişilik muazzam İslâm ordusu Mekke'ye girerken hiç bir çarpışma olmadı ve Müslümanlar silahlarını kullanmadılar.
    Bu arada kanı heder edilenlerden ve nerede görülürlerse görülsünler, öldürüleceklerden bir kaç kişi ele geçirildi ve öldürüldüler. Bunların birkaçı önce Müslüman olup sonra da irtidad eden kimselerdi. Abdullah bin Hatal, Mıkyes bin Subabe bunların ikisi idi. Kanı heder edilip ele geçirildikten sonra öldürülen diğerleri ise Hâris bin Tuleytıla, Huveyris bin Nukayz ve Sâre idi. Bunların hepsi Peygamberimiz henüz Mekke'de iken kendilerine en ağır eziyet ve hakarette bulunan kimselerdi. Yakalanıp öldürülmeleri emrolunan diğer müşrikler ise her biri başka başka yerlere kaçmışlardı.
    Peygamber Efendimiz, Mekke'ye girer girmez halka emân verdiğini ilân etti:
    "Kim Ebû Süfyan'ın evine sığınırsa, ona emân verilmiştir. Kim, elinden silahını bırakırsa ona emân verilmiştir. Kim, evine girer, kapısını kapatırsa ona da emân verilmiştir."
    Bunun üzerine müşriklerden bir kısmı evlerine, diğer bir kısmı da Ebû Süfyan'ın evine sığındı.
    Peygamberimiz Kâbe-i Muazzamada
    On bini aşkın İslâm ordusu Mekke'ye girmişti. Fakat Mekke sakin ve asûde bir gün yaşıyordu. Herkes emniyet içinde idi.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kasvâ'nın üzerinde, terkisinde Üsâme bin Zeyd, sağında Hz. Ebû Bekir, etrafında Muhacir ve Ensâr topluluğu olduğu halde Kâbe-i Muazzamaya doğru ilerliyordu. Dâvâsını ilâna başladığı ilk günden bu güne kadar ve bu muzafferiyet sonunda hiç bir değişiklik yoktu. Tek başına İslâm ve îmânı tebliğ ederken de mütevazi, mahviyetkâr, affedici ve merhametli idi, o gün de. Bir kaç kişinin gönlünde yer tutmuşken nasıl alicenap, şefkatli, mütevazi ve afüvkâr idiyse, şimdi on binlerin gönlünde taht kurmuşken de yine bu vasıflarından zerre kaybetmemişti.
    İşte Efendimiz bu tevazû, mahviyet ve Allah'a minnet ve şükran hisleriyle dolu bir manzara içinde Hâremi Şerife girdi. Müslümanlar da akın akın muazzam Mâbede doğru akıyorlardı. Resûl-i Kibriyâ tekbir getirince, Müslümanlar da hep bir ağızdan "Allahü Ekber!" diyerek Mekke ufuklarını bu kudsî sada ile çınlattılar. Bu ulvî sadaya, bu mübârek beldenin dağı, taşı "Allahü Ekber! Allahü Ekber!" diyerek karşılık veriyordu.
    Kâbe'yi Tavaf
    Resûl-i Kibriyâ, binlerce Sahabî arasında devesi Kasvâ'nın üzerinde Kâbe'yi tavafa başladı. Peşini Ashab-ı Kiram takib etti. Tavafın her devresinde ellerindeki değnekle Hacerü'l-Esvede işâret ederek onu istilâm ediyordu.564
    Tavafın yedinci devresinden sonra Kasvâ'dan indi. Makam-ı İbrahim'e varıp orada iki rekât namaz kıldı. Sonra da Zemzem Kuyusuna vararak ondan hem su içti, hem de abdest aldı. Bunu Safâ Tepesine çıkışları takib etti. Oradan etrafa baktı ve kendisine bu muazzam günü gösteren Yüce Allah'a bir kere daha minnet ve şükranlarını takdim etti.
    Bu sırada Medineli Müslümanlardan bazılarının iç âleminde bir endişe uyandı. Bu endişeyi, "Cenâb-ı Hak, Resûlüne yurdunun fethini nasib etti. Artık burada oturur kalırlar mı dersiniz" diyerek izhar ettiler.
    Duâsını bitiren Fâhr-i Âlem Efendimiz, ne konuştuklarını sordu.
    Onlar, "Bir şey yok yâ Resûlallah" dediler.
    Sorusunu bir kaç sefer tekrarlayıp aynı cevabı alan Peygamber Efendimize, o sırada vahiy ile Ensarın konuştukları haber verildi. Bunun üzerine, "Ben sizin söylediğiniz şeyden Allah'a sığınırım! Bilin ki, benim hayatım sizin hayatınızla, ölümüm de sizin ölümünüzledir"565 buyurdular.
    Bu hitap karşısında Ensar gözyaşları arasında Fahr-i Kâinatın çevresinde toplanıp gönlünü almaya çalıştılar:
    "Vallahi" dediler, "biz bunları, Allah ve Resûlüne olan muhabbetimizden dolayı söylemiştik, başka bir maksatla değil."566
    Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ve Müslümanların Kâbe'yi tavaf ettikleri bir sıradaydı.
    Ebû Süfyan da Mescid-i Haramın bir köşesinde oturup düşünceye dalmıştı. Şeytan zihnini kurcalıyor ve bir takım sinsi vesveseler telkin ediyordu. Resûl-i Ekrem önünden her geçtikçe o, "Acaba bir asker toplasam, şu adamla (!) bir daha çarpışsam, ne olur?" diye içinden geçiriyordu.
    Tam bu sırada Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, gelip başucuna dikildi ve "O zaman da yine Allah seni hâkir eder" buyurdu.
    Ebû Süfyan, şimşek gibi çakan bu söz karşısında daldığı derin düşünceden sıyrıldı. Başını kaldırıp baktığında Peygamber Efendimizi yanıbaşında gördü. Şaşırdı, titredi. Sonra da Allah'a tevbe ve istiğfarda bulunarak, "Vallahi sen Resûlullahsın" dedi.567
    Fadale bin Umeyr ise, Peygamberimizi tavaf sırasında öldürmek niyetiyle gözlüyordu. Bir ara bu niyete fazlasıyla yaklaşan Fadale'ye Resûl-i Ekrem âniden dönüp, "Sen Fadale misin?" diye sordu.
    Fadale, şaşkınlık içinde, "Evet, Yâ Resûlallah" dedi. Peygamberimiz, "İçinden ne geçiriyor, ne düşünüyorsun?" dedi.
    Fadale, "Hiçbir şey düşünmüyor, Allah'ı anmakla meşgul bulunuyordum" diye cevap verince Resûl-i Ekrem, "Allah'tan af ve mağfiret dile ey Fadale!" dedi. Sonra da elini Fadale'nin göğsüne koyarak onun için duâ etti.
    Bu mucize karşısında Fadale kötü niyetinden vazgeçti ve yumuşayan kalbiyle birlikte îmânı da karar kıldı. Resûl-i Kibriyânın bir tek nuranî tebessümü düşmanlıkları dostluklara dönüşüyor, katı kalbleri balmumu gibi yumuşatıyordu.
    Fadale, o ânı şöyle tasvir eder:
    "Vallahi, göğsümden elini kaldırdığı zaman, bana ondan daha sevimli ve sevgili bir şey yoktu."568
    Putların Yıkılışı
    Kureyş müşrikleri, Kâbe'nin çevresine üç yüz altmış put dikmişlerdi. Bu putlar, kurşunla yerlerine perçinlenmiş bulunuyordu.569
    Tebliğ ettiği Tevhid inancı ile akıl, ruh ve kalblerdeki putları yıkıp, binlerce insanı getirdiği nûrun etrafında pervane gibi döndüren Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, şimdi de Tevhid inancına uygun binâ edilmiş olan Kâbe'yi asliyetine kavuşturmak için putlardan temizlemeye başlıyordu.
    Elindeki asâ ile o putlara birer birer işâret ederek, "Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Muhakkak ki bâtıl yok olup gidicidir"570 âyetini okudu. İşareti alan her put yere düştü. Putun yüzüne işaret ettiyse arkasına düşer, arkasına işaret ettiyse, yüz üstüne düşerdi. Böylece Kâbe içinde ve çevresinde yere yuvarlanmayan hiç bir put kalmadı.571
    Kâbe'de Ezan
    Öğle namazı vakti girmişti.
    Nebiy-yi Ekrem Efendimizin emriyle, Hz. Bilâl, Kâbe'nin üzerine çıkarak ezan okumaya başladı. Îmânlı gönüllerde bir sevinç, bir canlılık, îmânsız gönüllerde ise üzüntü ve yıkılış vardı. Seneler önce boynuna ip takıp sokak sokak dolaştırdıkları, akla gelmedik eziyet ve işkencelere maruz bıraktıkları köle Hz. Bilâl, şimdi Kâbe'nin üzerinde gür sesiyle şirk ehlini çatlatırcasına Tevhidi ilân ediyordu. Onunla beraber âdeta dağ taş da "Tehvid-i İlâhî"yi kendilerine mahsus dillerle haykırıyorlardı.
    Bu müstesna manzara karşısında azılı müşrikler kahroluyorlardı. O sırada Kureyş reislerinden Ebû Süfyan, Attab bin Esid ve Hâris ibni Hişâm aralarında konuştular.
    Attab, "Pederim Esid bahtiyar idi ki, bu günü görmedi!" dedi.
    Hâris, "Muhammed, bu siyah kargadan başka adam bulamadı mı ki, bunu müezzin yaptı" diye konuşarak Hz. Bilâli Habeşî'den tahkirle söz etti:
    Ebû Süfyan ise ağzından tek kelime çıkarmadı. "Ben, korkarım, bir şey demeyeceğim. Kimse olmasa bile, şu ayağımızın altındaki kumlar ve taşlar ona haber verir, o da bilir,"572 dedi.
    Gerçekten de az sonra Peygamberimiz onlarla karşılaştı ve konuştuklarını harfiyyen söyledi. O vakit, Attab ve Hâris şehâdet getirip Müslüman oldular.573
    Ebû Süfyan ise, "Yâ Resûlallah! İyi ki, ben bir şey söylemedim" dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu söze tebessüm buyurdular.
    Bütün bu olup bitenler, Mekke halkı üzerinde derin tesir bırakıyordu. Gönüllerini İslâma ısındırıyor, Hz. Resûlullah ve Ashab-ı Kirama besledikleri kin ve adâvetlerinin erimesine sebep oluyordu.
    Peygamberimizin Kâbe'ye Girmesi
    Resûl-i Ekrem, Osman bin Talhâ'ya haber göndererek Kâbe'nin anahtarını getirmesini emretti. Annesinin, anahtarı vermemek hususundaki şiddetli ısrarına rağmen Osman bin Talha anahtarı alıp getirdi.
    Kâinatın Efendisi yanında Hz. Bilâl, Üsâme bin Zeyd ve Osman bin Talha (r.a. ) olduğu halde Kâbe'ye girdi.574 İçerdeki suret ve putların temizlenmesi için daha önce emir buyurmuşlardı. Ancak henüz onlardan eser vardı. Bir emirle bu izlerin de silinip her tarafın tertemiz edilmesini istedi.
    Bir müddet Kâbe'nin içinde kaldıktan sonra, dışarı çıktı. O sırada hemen hemen bütün Mekke halkı Mescid-i Haramın etrafında toplanmış, haklarında verilecek hükmü merakla bekliyorlardı.
    Acaba, Resûl-i Kibriyâ, onların kendisine revâ gördükleri gibi yüzlerine işkembe mi atacaktı? Yollarına dikenler döküp üzerinden mi yürütecekti? Onlara, akla gelmez eziyet ve hakaretlerde mi bulunacaktı? Onların Sahabîlerine yaptıkları gibi boğazlarına ip takıp sokak sokak mı dolaştıracaktı? Kızgın kumların üzerine yatırıp onlara işkence mi yapacaktı? onları aç susuz mu bırakacaktı? Yurtlarından mı çıkaracaktı?
    Hayır, kâinatın vücud bulmasına sebep olan ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan o şanlı Resûl, bunların hiç birini yapmadı.
    Fetih Hutbesi
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kâbe-i Muazzamanın kapısında durdu. Mübârek yüzünde beliren tadı tebessümleriyle halka bakıyordu. Allah'a hamd ve senâdan sonra şu hutbeyi irad etti:
    "Allah'tan başka ilâh yoktur. Yalnız O vardır. Onun şeriki yoktur.
    "O, va'dini yerine getirdi, kuluna yardım etti, aleyhinde toplanan düşmanları tek başına perişan etti.
    "Bilmelisiniz ki, Cahiliyye Devrine âit olup, iftihar vesilesi yapıla gelinen her şey; kan, mâl dâvâları, bunların hepsi bugün, şu ayaklarımın altında kalmış, ortadan kaldırılmıştır.
    "Bütün insanlar Âdem'den (a.s.), Âdem de topraktan yaratılmıştır. Allah buyuruyor ki: 'Ey insanlar! Sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız ve aranızdaki münâsebetleri bilesiniz diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en şerefliniz, Ondan en çok korkanınızdır. Muhakkak ki Allah herşeyi hakkıyla bilir, herşeyden hakkıyla haberdardır." (Hucurat Sûresi, 13 )575
    Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), bu hitabesinden sonra, halka, "Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?" diye sordu.
    Kureyşliler, "Sen kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız" dediler.
    Bunun üzerine Âlemlere rahmet olarak gönderilen Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle konuştu:
    "Benim halimle sizin haliniz, Yusuf'la (a.s.) kardeşlerinin hali gibidir.*
    "Yusuf un (a.s.) kardeşlerine dediği gibi ben de sizlere diyorum:
    "Bugün sizin için bir kınama yoktur! Allah, sizi affetsin. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.'576 Gidiniz, sizler serbestsiniz"577
    Affedişlerin en makbulü, muktedirken affetmek, iyiliklerin en güzeli ise, kötülüklere karşı yapılarıdır. Merhametlerin en üstünü kendisine acımayanlara acımak, şefkat etmek ve merhamette bulunmaktır. İşte Kâinatın Efendisi bunu yapıyordu. Çünkü, O, Cenâb-ı Haktan dersini şöyle almıştı:
    "Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et, câhillerden de yüz çevir."578
    Fetihten Sonra Hicretin Kaldırılması
    Mekke'nin fethedildiği gündü.
    Abdurrahman bin Safvan, babasını alıp Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi. "Yâ Resûlallah, babam hicret etmek üzere bîat edecektir" dedi.
    Peygamberimiz, "Mekke'nin fethinden sonra artık hicret kalkmıştır" buyurdu.
    Ne var ki, Abdurrahman, babasının muhacir vasfının manevî mükâfatından nasibdar olmasını istiyordu. Bunun için gidip Peygamber Efendimizin çok sevdiği ve hatırını saydığı amcası Hz. Abbas'a başvurdu. Bu hususta şefaatçı olmasını istedi.
    Abdurrahman'ın ricasını kabul eden Hz. Abbas, "Yâ Resûlallah! Sen benimle filân arasındaki dostluğu biliyorsun, babasını hicret bîatı yapmak üzere size getirmiş, kabul buyurmamışsınız" dedi.
    Arabistan müşriklerinin yegâne kalesi olan Mekke artık fethedilmişti. İslâmiyet bununla büyük bir kuvvet kazanmıştı. Müslümanlar da dinlerini istediği gibi, istedikleri yerde yaşama durumunu elde etmişlerdi. Bu sebeple Peygamber Efendimiz "hicret müessesesi"ni kaldırmaya karar vermişti. Bundandır ki, çok sevdiği ve fazlasıyla hürmet duyduğu amcasının bu arzusuna da müsbet cevap vermedi ve "Hicret için bîat yapmak artık yoktur" buyurdu.579
    Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) kaldırdığı hicret, İslâmın serbestçe yaşanabildiği, ahalisi Müslüman olan bir beldeden İslâmın bir başka beldesine hicretti. Daha hususi mânâsıyla, Peygamber Efendimizin sağlığında Mekke-i Mükerreme ve çevresinden, Medine-i Münevvere'ye olan hicretti.580
    Peygamberimizin İkinci Hutbesi
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, fethin ikinci günü, öğle namazından sonra Kâbe kapısı merdivenine çıkıp, arkası Kâbe'ye dayalı bir halde Allah'a hamd ve senâda bulunduktan sonra halka şöyle hitap etti:
    "Ey insanlar!
    "Şüphesiz Allah göklerle yeri, güneş ile ayı yarattığı gün Mekke'yi haram ve dokunulmaz kılmıştır. Kıyamet gününe kadar da haram ve dokunulmaz olarak kalacaktır.
    "Allah'a ve âhiret gününe inanan kimse için, Mekke Hareminde kan dökmek, ağaç kesmek helâl olmaz!
    "Mekke'de kan dökmek benden önce hiç bir kimseye helâl olmadığı gibi, benden sonra da hiç bir kimseye helâl olmayacaktır!
    "Bu söylediklerimi burada dinleyenler, hazır bulunanlara duyursun!
    ...
    "Şu bulunduğum andan itibaren kim öldürülürse, öldürülenin âilesi için şu iki şeyden birini tercih etmek hakkı vardır:
    "Yâ öldürülenin kısas olarak öldürülmesini, ya da öldürülenin diyetini, kan bedelini ister.
    "Muhakkak ki, insanların Cenâb-ı Hakka karşı en hürmetsizi, en taşkını ve azgını; Allah'ın Hareminde adam öldüren, yahut kendi katilinden başkasını öldüren, veya Cahiliyye intikamını almak için adam öldürendir."
    "İslâmda, insanın babasından veya baba tarafından akrabasından başkasına intisab etmesi diye bir şey yoktur.
    "Doğan çocuk döşeğin sahibine aittir. İddiasını ispatlamak için delil getirmek dâvâcıya, inkâr edene düşer!
    "İslâmiyette, ne câhiliyyet andlaşması vardır, ne de fetihten sonra hicret. Fakat, cihad ve cihada niyet vardır. Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Bütün Müslümanlar kardeştirler.
    "Müslümanlar kendilerinden olmayanlara (düşmanlara) karşı bir tek eldirler, elbirliği ile hareket ederler.
    ...
    "Müslümanların kanları birbirine eşittir. Zimmetlerini onların en hafifleri, en uzaktakileri bile yerine getirme gayretini gösterirler.
    "İyi bilmelisiniz ki, ne bir kâfir için bir mü'min, bir Müslüman öldürülür, ne de onlardan taahhüd sahibi olanlar, taahhüdlerinden dolayı harbî olan kâfirler için öldürülürler.
    "İslâmda, değiş-tokuş yoluyla mehirsiz evlenme yoktur.
    "Kadın, ne halasının, ne de teyzesinin üzerine nikâhlanıp bir araya getirilebilir. Kocasının izni olmadıkça, kadının onun malından bir şey dağıtması, vermesi helâl ve câiz değildir.
    "Kadın, yanında bir mahremi bulunmadıkça üç günlük yola gidemez.
    "İyi biliniz ki, vâris için vâsiyete lüzum yoktur. ayrı din sahipleri birbirlerine vâris olamazlar.
    "Parmakların her birisinde diyet, onar devedir.
    "Kemiği görünen derin yaralardan herbirisinde diyet beşer devedir.
    "Sabah namazı kılındıktan sonra güneş doğuncaya kadar bir başka namaz kılınmaz.
    "İkindi namazından sonra güneş batıncaya kadar da bir başka namaz kılınmaz.
    "Sizi iki günün orucundan nehyederim: Biri Kurban Bayramı günü, diğeri de Ramazan Bayramı günü orucudur.
    "Ben, size ancak anlayacağınız, tutacağınız yolu gösterdim."581
    Resûl-i Ekrem, Fetih Hutbesinde Sikâye ve Hicâbe hizmetleri dışında kalan, Cahiliyye Devrine âit bütün iş, muâmele ve dâvâların ortadan kaldırıldığını beyan buyurmuştu.
    Hacılara su dağıtma vazifesi olan Sikâye, o sırada Peygamberimizin amcası Hz. Abbas'ın uhdesinde idi.
    Kâbe'ye hizmet vazifesi olan Hicâbe ise, Osman bin Talhâ'da bulunuyordu.
    Hz. Abbas, Peygamberimize müracaat ederek bu iki vazifenin de kendilerine verilmesini istedi. Ancak, Resûl-i Ekrem, eskiden olduğu gibi sadece Sikâye vazifesinin kendilerinde kalmasını uygun gördü.
    Resûl-i Kibriyâ, Kâbe'nin anahtarını elinde tutuyordu. Bir çok Müslüman bu şerefli vazifeyi üzerine almak arzusunu taşıyordu. Fakat Efendimiz, Osman bin Talhâ'yı huzuruna çağırdı ve "Muhakkak ki Allah size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder." (Nisâ Sûresi, 58) âyet-i kerimesini okuduktan sonra, "Ey Osman! İşte anahtarın al! Bugün iyilik ve ahde vefâ günüdür!"582 dedi ve Kâbe'nin anahtarını yine ona teslim etti.* Osman bin Talhâ anahtarı alıp giderken Resûl-i Ekrem, "Sana zamanında söylemiş olduğum şey, vuku bulmadı mı?" diye sordu.
    Hz. Osman bin Talhâ aralarında geçen hâdiseyi hatırlayarak Resûlullahı tasdik etti."Evet, şehâdet ederim ki, sen, şüphesiz Allah'ın Resûlüsün."583
    Peygamber Efendimizin, Osman bin Talhâ'ya hatırlatmak istediği hâdise şuydu:
    Hicretten önceydi. Osman bin Talhâ henüz Müslüman olmamıştı. Peygamberimiz bir gün Kâbe'ye girmek istemiş, fakat Osman bin Talhâ buna mâni olmuştu. Mâni olmakla kalmamış, Efendimize kaba, katı ve nâhoş davranmıştı. Resûl-i Ekrem ise, bundan dolayı asla hiddete kapılmamış ve istikbâl semâlarına İslâmın gür sedasının pek yakında hâkim olacağını görür gibi sükûnet ve mülayim bir edâ ile, "Ey Osman" demişti. "Ümit ederim ki, bir gün gelecek sen, beni bu anahtarı elde etmiş ve istediğim yere koymakta, arzu ettiğim kimseye vermekte serbest olacağım bir mevkiide bulursun."
    Osman bin Talhâ, "O zaman Kureyş müşrikleri kuvvetten düşmüş, yok olmuş demektir" cevabını verince de, Peygamberimiz, "Hayır, ey Osman! Asıl o gün Kureyş hakiki kuvvet ve şerefe kavuşacaktır!"584 buyurmuştu.
    Mekkelilerin Peygamberimize Bîatı
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, umumî af ilân ettikten sonra, Safâ Tepesine çıkıp orada Kureyşlilerin bîatını kabul etti. Seneler önce, aynı tepede peygamberliğini açıktan ilân edip muhalefetle karşılanırken, şimdi aynı tepe üzerinde aynı kimselerden İslâmiyet üzere bîat alıyordu.
    Erkeklerin Allah'a îmân, Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in (a.s.m.) Onun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederek İslâmiyet ve cihad üzerine yaptıkları bîatı, kadınların bîatı takib etti.
    Kadınlar şu hususlar üzerine peygamberimize bîat ettiler:
    1.Allah'a hiçbir zaman ortak koşmamak,
    2.Hırsızlık yapmamak,
    3.Kız çocuklarını öldürmemek,
    4.Zinâ etmemek, iffetini korumak,
    5. Herhangi bir iyilik hususunda Allah Resûlüne isyân etmemek.585
    Kadınlar tâifesinin başında Hz. Ali'nin hemşiresi Hz. Ümmühanî, Âs bin Ümeyye'nin kızı Ümmü Habîb, Attab İbni Esîd'in halaları Erva, Ebû Âs'ın kızı Ârikâ, Hâris bin Hişâm'ın kızı ve Ebû Cehil'in oğlu İkrime'nin karısı Ümmü Hakîm, Hâlid bin Velid'in kızkardeşi Fâhita gibi Kureyş kadınlarının meşhurları bulunuyordu. Aralarında Resûl-i Ekremin haklarında nerede görülürlerse görülsünler, öldürülsünler buyurduklarından biri olan Ebû Süfyan'ın karısı Hind de vardı. Tanınmamak için kıyafet değiştirerek kadınlar arasına katılmıştı. Geçmişte, Peygamberimiz ve Müslümanlara karşı giriştiği hareketlerden pişmanlık duyar bir hali vardı. Yaptığı her şeye rağmen Kâinatın Efendisi İslâmiyetle şereflendiğini duyduğu Hind'i affetti ve onun da bîatını kabul etti.
    Saadete kavuşan insan, sevdiklerinin de kendisiyle aynı saadet lezzetini paylaşmasını gönülden arzu eder. Bu, insanoğlunun fıtratında varolan bir duygudur.
    Hz. Ebû Bekir, îmân edip bu saadeti yaşayanlardan biri idi. Ama babası Ebû Kuhâfe henüz bu saadetten mahrumdu. Mesûd oğul, babasının bu nimeti, bu huzur ve saadet lezzetini kendisiyle paylaşmasını istiyordu. Bu maksada elinden tutarak onu Peygamber Efendimizin huzuruna getirdi.
    "Beni Rabbim terbiye etti, o ne güzel bir terbiyecidir" buyurarak Cenâb-ı Hakkın müstesna terbiyesi altında ahlâken kemâle erdiğini ifade eden Nebiy-yi Muhterem Efendimiz, Hz. Ebû Bekir'in ihtiyar babasını alıp yanına getirmesinden müteessir oldu ve "İhtiyara, getirme zahmeti vermeseydin de, onu evinde ziyâret etseydik olmaz mıydı?" buyurarak nezâket ve tevazuunu izhar etti.
    İlâhî terbiye ile yetişen kaynaktan ders alan Hz. Ebû Bekir ise, "Yâ Resûlallah! Senin onun yanına gitmenden, onun senin yanına gelmesi daha muvafıktır" dedi.
    Bu kısa konuşmadan sonra Peygamberimiz, mübârek ellerini âmâ Ebû Kuhâfe'nin göğsüne koyup sığadıktan sonra, "Müslüman ol, ey Ebû Kuhâfe" dedi.
    Bu söze muhatab olan Ebû Kuhâfe derhal Müslüman olup oğlunun saadetine saadet kattı.586
    İslâmın amansız düşmanlarından Ebû Süfyan'ın karısı Utbe kızı Hind'in affedilmesi, nerde görülürse görülsünler, öldürülecekler listesine alınanlar için bir ümit kapısı açtı. Vakit geçirmeden onlar da bu ümit kapısından girerek İslâmiyetle şereflendiler. Hz. Resûlullahın geniş affına uğradılar. İkrime bin Ebî Cehil, Abdullah bin Ebî Sarh, Safvan bin Ümeyye, Süheyl bin Amr, Hz. Hamza'nın katili Vahşî, şâir Abdullah bin Zeb'ârî, Hâris bin Hişâm, Enes bin Züneym bunlar arasında yer alıyorlardı. Dünya tarihinde acaba, en amansız düşmanlarına karşı böylesine lütufkâr ve merhametli davranıp onları affeden onlara kalbinde yer verip safına alan bir başka şahsiyete rastlanabilir mi?
    Mekke artık fethedilmişti. Yüzlerde, gönüllerde sevinç vardı. Şehirde müstesnâ bir bayram havasının neşesi hâkimdi.
    Bu sırada bir bedevînin Peygamberimizin yanına yaklaştığı görüldü. Bir peygamberin karşısında bulunmanın verdiği heyecan ve haşyet altında bedevî tir tir titriyordu.
    Durumu fark eden Resûl-i Kibriyâ, "Ne oluyor sana, kendine gelsene! Ben, bir hükümdar değilim. Ben, güneşte kurutulmuş et parçaları yiyerek geçinmiş olan Kureyşli bir kadının oğluyum"587 buyurdu.
    Bu sözleriyle Peygamber Efendimiz, eşsiz bir tevazu örneği veriyordu. O, hükümdar bir peygamber olmakla, kul bir peygamber olmak arasında muhayyer bırakıldığında da "kul bir peygamber" olmayı tercih etmişti.588
    Gönül deryasında hâkim olan her zaman tevazû idi. Resûl-i Kibriyânın bu mübârek sözlerine muhatab olan bedevî, rahatladı ve titremesi geçti.
    Mekke fethedilmişti. Resûl-i Ekrem ise henüz bu mübârek beldeden ayrılmamıştı.
    Her nasılsa Mahzumoğulları Kabilesinden Fâtıma binti Esved adındaki kadın bir hırsızlık yapmıştı. Kadın itibarlı ve soylu idi ve Kureyş yanında da hatırı sayılıyordu.
    Haliyle Peygamberimizin bu durumdan haberi oldu. Hırsızlıkta bulunanın elinin kesileceğini herkes biliyordu. Ama düşünüyorlar ve birbirlerine soruyorlardı: "Yüksek mevkiye sahip bu kadının eli nasıl kesilebilir?"
    Âile halkı, Fâtıma'nın elini kesmeden kurtarmak için bir ümit ışığı arıyorlardı. Birinin Hz. Resûlullah katında şefaatçı olmasını istiyorlardı. Ne var ki, kimse buna cesaret edemiyordu.
    Sonunda Üsâme bin Zeyd Hazretleri bu vazifeyi üzerine aldı. Üsâme, Peygamberimiz tarafından fazlasıyla sevilen bir Sahabî idi. Bu sevgiye güvenmiş olacak ki, bu görevi üzerine almaya yanaşmıştı.
    Hz. Üsâme, kadının affedilmesini dileyince Resûl-i Ekrem Efendimizin rengi birdenbire değişti.
    "Sen, kötülüğün önüne geçmek için Allah'ın koymuş olduğu cezalardan bir cezanın affedilmesi hakkında mı benimle konuşuyorsun?" diye buyurdu.
    Hz. Üsâme, üzgün bir edâ içinde, "Yâ Resûlallah! Bu uygun olmayan hareketimden dolayı Allah'tan affım için duâ et!" dedi.
    Hz. Üsâme'ye dersini veren Peygamber Efendimiz (a.s.m.), akşam olunca da, ayağa kalktı ve Allah'a hamd ve senâda bulunduktan sonra halka dersini şöyle verdi:
    "Sizden evvelkileri şu davranışları mahvetmiştir: Onlar, asil, soylu birisi hırsızlık yaptığı zaman onu serbest bırakırlardı. Zâif, güçsüz birisi hırsızlık edince de ona hemen ceza verirlerdi.
    "Muhammed'in varlığı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki; Fâtıma binti Muhammed, hırsızlık edecek olsaydı, muhakkak onun da elini keserdim!"
    Bundan sonra kadının elinin kesilmesini emretti. Kadının eli bu emir üzerine derhal kesildi.
    Kadın da güzelce tevbe etti ve evlendi. Ondan sonra sık sık Hz. Âişe'nin yanına gelir giderdi.589
    Bu davranışıyla Peygamber Efendimiz, milletlerin bekası için vazgeçilmez bir şart olan adaletin eşsiz bir örneğini sergiliyordu.
    Mekke Çevresinin Putlardan Temizlenişi
    Peygamber Efendimiz, Kâbe ve Mekke'nin içini putlardan temizlediği gibi, şehrin etrafındaki putları da yok etmek istiyordu.
    Bu maksatla Hz. Hâlid bin Velid'i otuz kişilik bir birlikle Nahle mevkiine bulunan Uzzâ putunu yıkıp parçalamaya gönderdi. Kureyş yanında en büyük put sayılan Uzzâ'yı Hz. Hâlid emir gereği gidip yıktı.590
    Efendimiz, Müşellel adındaki dağın tepesinde bulunan Menât putunu yıkmak için de Sa'd bin Zeyd el-Eşhel'i gönderdi. Menât; Evs ve Hazreç kabilelerinin putu idi. Emri alan Sa'd bin Zeyd beraberindeki Müslümanlarla giderek Menât'ı yıkıp geri döndü.
    Yine müşriklerin taptıkları meşhur putlardan biri de Süva' idi. Bu put, Mekke'ye üç mil uzaklıkta bir yerde bulunuyordu. Kinâneoğulları, Hüzeyliler ve Müzeynelerin bu putunu yıkmak için Resûl-i Ekrem, Amr bin Âs Hazretlerini gönderdi. Amr, verilen vazifeyi yerine getirerek Mekke'ye geri döndü.591
    Mekke'nin fethi ile böylece, hem Mekke'nin içi dışı putlardan temizlendi, hem de Kureyşin gönlü şirkten, Tevhid nuruyla tertemiz hale geldi.





    498. Âl-i İmrân Sûresi, 96.
    499. Sîre, 3:332; Müsned, 4:325.
    500. Sîre, 3:332; Megazî, 2:612.
    501. Megazî, 2:783.
    502. İnsanü'l-Uyûn, 3:4.
    503. Sîre, 4:32; Uyunü'l-Eser, 2:164.
    504. Sîre, 4:36-37; Taberî, 3:111.
    505. Sîre, 4:37; Uyunü'l-Eser, 2:165.
    506. Megazî, 2:786.
    507. A.g.e., 2:791.
    508. Sîre, 4:37; İnsanü'l-Uyûn, 3:6.
    509. Sîre, 4:38.
    510. İnsanü'l-Uyûn, 3:7.
    511. Sîre, 4:38; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:532; Taberî, 3:112.
    512. Sîre, 4:38; Taberî, 3:112; İnsanü'l-Uyûn, 3:7.
    513. Sîre, 4:38; Taberî, 3:112.
    514. İnsanü'l-Uyûn, 3:7.
    515. Sîre, 4:38; Taberî, 3:112; Uyunü'l-Eser, 2:166.
    516. Sîre, 4:39; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:533.
    517. Sîre, 4:39; Tabakât, 2:134; Taberî, 3:113.
    518. Sîre, 4:39; Taberî, 3:113.
    519. Sîre, 4:39-40.
    520. Tabakât, 2:133; İnsanü'l-Uyûn, 3:207.
    521. Sîre, 4:39.
    522. Megazî, 2:799.
    523. Sîre, 4:42; Tabakât, 2:135.
    524. Sîre, 4:42.
    525. Müslim, 4:1941; Sünen, 5:409.
    526. Sîre, 4:41; Taberî, 3:114.
    527. Sîre, 4:40; Müslim, 4:1941.
    528. Sîre, 4:41; Müsned, 1:80; Müslim, 4:1941; Taberî, 3:114.
    529. Müsned, 1:105.
    530. Müsned, 1:105.
    531. Mümtehine Süresi, 1.
    532. Sîre, 4:42; Taberî, 3:114.
    533. Sîre, 4:42; Tabakât, 2:139; Buharî, 5:90.
    534. Sîre, 4:42.
    535. Tabakât, 4:49-50.
    536. Sîre, 4:43; Taberî, 3:114.
    537. Megazî, 2:819.
    538. Sîre, 4:42.
    539. Tabakât, 2:135.
    540. A.g.e., 1:126; Müslim, 3:1621.
    541. Tabakât, 1:126; Müslim, 3:1621.
    * Peygamber Efendimizin (a.s.m.) koyun gütmesi ile ilgili biraz daha geniş bilgi için lütfen eserimizin birinci cildinin 74-76 sayfalarına bakınız.
    542. Sîre, 4:42; Tabakât, 2:135; Taberî, 3:114.
    543. Sîre, 4:45; Taberî, 3:116.
    544. Taberî, 3:116.
    545. Sîre, 4:46; Taberî, 3:116; İnsanü'l-Uyûn, 3:18.
    546. Sîre, 4:45-46; Taberî, 3:116; İnsanü'l-Uyûn, 3:18-19.
    547. Sîre, 4:46; Taberî, 3:116; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:552; İnsanü'l-Uyûn, 3:18.
    548. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:552.
    549. Sîre, 4:46.
    550. A.g.e., 4:47.
    551. Sîre, 4:47; Tabakât, 2:135.
    552. Taberî, 3:117.
    553. Sîre, 4:47; Taberî, 3:117.
    554. Sîre, 4:47; Uyunü'l-Eser, 2:170.
    555. Sîre, 4:47; Uyunü'l-Eser, 2:182.
    556. Şifâ, 1:265.
    557. Sîre, 4:49.
    558. A.g.e., 4:51.
    559. Tabakât, 2:136.
    560. Buharî, 3:61.
    561. Tabakât, 2:135.
    562. Sîre, 4:50.
    563. Tabakât, 2:136.
    564. Sîre, 4:54.
    565. A.g.e., 4:59; Müslim, 3:1408.
    566. Müslim, 3:1408.
    567. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:576.
    568. Sîre, 4:59; Uyunü'l-Eser, 2:180.
    569. Buharî, 3:62.
    570. İsrâ Sûresi, 81.
    571. Sîre, 4:59; Müslim, 3:1408.
    572. Sîre, 4:58; Zâdü'l-Mead, 2:184.
    573. Sîre, 4:56.
    574. Buharî, 3:62.
    575. Sîre, 4:59; Müsned, 3:410; Tirmizî, 5:389; Sünen, 4:185.
    * Ahlâk ve yüz güzelliğinden ve babalarının onu kendilerinden daha çok sevmelerinden dolayı kardeşleri, Hz. Yusuf'u çekemezler ve hayatına son vermek için Kenan Kuyusuna atarlar. Oradan geçen bir kafile ise, onu alıp Mısır'a götürür. Başından birçok hadiseler geçtikten sonra Hz. Yusuf, sonunda Mısır'a aziz olur.
    Kader-i İlâhi, bu makamda iken Hz. Yusuf'la kardeşlerini bir araya getirir. Yusuf'u tanıyan kardeşleri yaptıklarından pişmanlık duyarlar.
    Bunun üzerine Hz. Yusuf, 'Bugün ve bundan sonra benim tarafımdan size başa kalkma ve serzenişte
    bulunma gibi herhangi bir ezâ ve cefâ düşünmeyin, ben hakkımı helal ettim' diyerek, kardeşlerini affeder.
    işte, Peygamber Efendimiz, Kureyş müşriklerine: 'Benim halimle sizin hâliniz, Yusuf'la (a.s.) kardeşlerinin hâli gibidir' derken bu hâdiseyi hatırlatmak istemişti.
    576. Yusuf Sûresi, 92.
    577. Sîre, 4:55; Tabakât, 2:142; Taberî, 3:120.
    578. A'raf Sûresi, 199.
    579. Müsned, 4:430-431; ibn-i Mace, Sünen, 1:683-684.
    580. Bkz.: Doç. Dr. İbrahim Canan, Tebliğ, Terbiye ve Siyasî Taktik Açılarından Hicret, s. 30.
    581. Sîre, 4:58; Tabakât, 2:137; Müsned, 2:207-211, 4:32; Buharî, 3:63-66.
    582. Sîre, 4:55; Uyunü'l-Eser, 2:178.
    * Bazı tefsirlerde Hz. Osman bin Talhâ'nın Mekke'nin Fethi günü Müslüman olduğundan bahsedilir. Fakat bu tarihçiler tarafından muteber sayılmamıştır. Kuvvetli rivayet daha önce anlattığımız gibi Hz. Osman bin Talhâ'nın Hicretin 7. yılı Muharrem ayında Medine'ye gelerek Peygamber Efendimizin (a.s.m.) huzurunda Müslüman olduğuna dair olan rivayettir.
    583. Zâdü'l-Mead, 2:184.
    584. Uyunü'l-Eser, 2:178.
    585. Nesefi, Tefsir, 4:250.
    586. Sîre, 4:48; Tabakât, 5:451.
    587. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:556; İnsanü'l-Uyûn, 3:43; Kaadı iyaz, Şifâ, 1:266.
    588. Kaadı İyaz, Şifâ, 1:262.
    589. Buharî, 3:65; Müslim, 5:114.
    590. Tabakât, 2:145.
    591. Tabakât, 2:146.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  9. #9
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    MÜ'TE MUHAREBESİ




    Hicretin 8. yılı Cemâziye'l-Evvel ayı. (Milâdî 629.)
    Peygamber Efendimiz, sadece büyük devletlerin hükümdarlarını mektuplar ve elçiler göndererek İslâma dâvet etmekle kalmamış, aynı zamanda onlara tâbi durumunda bulunanlara da elçi ve mektuplar vasıtasıyla İslâmı tebliğ etmişti. Busra (şimdiki Havran) valisine de Ashabdan Hâris bin Umeyr el-Ezdî Hazretlerini nâme-i Humâyunla göndermişti. Busra o sırada bir beylik idi. Valisi ve ahalisi ırken Arap oldukları halde, dinen Hıristiyan ve siyaseten de Bizans'a tâbi bulunuyorlardı.
    Elçi Hâris Hazretleri, Dimaşk nâhiyelerinden Belka'a bağlı Mü'te köyüne varınca Bizans Kayzerinin Şam valilerinden olan Şürahbil bin Amrü'l-Gassanî'nin yanına çıkartılmıştı. Şürahbil, Hz. Hâris'in Peygamberimizin elçisi olduğunu öğrendiği halde, onu hunharca öldürmüştü.462
    Elçisinin şehid edildiği haberini alan Resûl-i Zişân son derece müteessir oldu. Sahabe-i Güzin de fazlasıyla üzüldü. Zirâ, o ana kadar Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hiçbir elçisi öldürülmemişti.463 Hz. Hâris, Hz. Resûlullahın şehid edilen ilk ve son elçisidir.
    Bu bakımdan bu vahşice cinâyet çok büyük bir mânâ taşıyordu. Doğrudan doğruya Hz. Resûlullah ve Müslümanları gönülden rencide eden çirkin bir hâdise idi. Şürahbil, bu alçakça davranışıyla, İslâma karşı olan derin kin ve düşmanlığını ortaya koyduğu gibi devletler arasında cari, "Elçiye zeval olmaz" temel prensibini de ihlâl etmişti.
    Hâdiseyi değerlendiren Resûl-i Ekrem Efendimiz, derhal bir ordu teşkil etti. 3000 mücahidden meydana gelen bu ordunun başına da kendi azadlısı olan Zeyd bin Hârise'yi tayin etti.
    Resûl-i Ekrem, Zeyd bin Hârise'yi kumandan tayin ettiğini belirttikten sonra da şöyle buyurdu:
    "Zeyd şehid olursa, yerine Câfer bin Ebî Talib geçsin! Câfer şehid olursa, yerine Abdullah bin Ravâha geçsin! Abdullah da şehid olursa, Müslümanlar aralarında münasib birini kendilerine kumandan seçsin!"464
    Feraset sahibi Müslümanlar bu ifadelerdeki ince mânayı kavramışlardı. Gözyaşları arasında, "Yâ Resûlallah, keşke sağ kalsalar da kendilerinden faydalansak" derken, Hz. Resûlullah hiç bir cevap vermeyerek sustu.
    Ya sırasıyla kumandanlığa geçecek olanlar? Onlar da âkıbetlerini Hz. Resûlullahın bu yüce sözlerinde gizli olduğunu bildikleri halde, yola çıkmada zerre kadar tereddüt göstermediler, emri Peygamberiye ruh u canla itâat ettiler. Evet onlar, bile bile ölüme koşuyorlardı. Ama bu ölüm normal ölümlerden farklı olacaktı ve bu ölüm onları hayat mertebelerinin en yükseğine ulaştıracaktı: şehidlik. Gönüllerinde yatan tek gaye, İ'lây-ı Kelimetullah; ruhlarını saran tek arzu ise, şehâdetti.
    İşte onları coşkun bir hava içinde sefere çıkaran gaye ve arzu bu idi.
    İslâm Ordusunun Medine'den Uğurlanışı
    Üç bin kişilik İslâm ordusu bir vücud haline gelmiş, harekete hazır bekliyordu. O sırada Peygamber Efendimiz beyaz bir sancak bağlayıp komutan Hz. Zeyd'e verdi ve "Hâris bin Umeyr'in öldürüldüğü yere kadar gidiniz. Orada bulunanlara İslâmı teklif ediniz. Kabul ederlerse ne âlâ! Etmezlerse Allah'ın yardımına güvenerek onlarla çarpışınız!"465 diye emretti.
    Bu tavsiyeden bile, İslâm ordusunun intikam duygusundan uzak, İslâmı teklif etmek gibi ulvî bir gayeyle yola çıkarıldığını pekâla anlamak mümkündür.
    Mücahidleri uğurlamaya Resûl-i Ekremle birlikte bir çok Müslüman da Seniyyetü'l-Veda'a (Veda' Yokuşuna) kadar gelmişti Resûl-i Ekrem burada durdu ve mücahidlere şu emir ve tavsiyelerde bulundu:
    "Ben, size Allah'ın emirlerini yerine getirmenizi, yasaklarından uzak kalmanızı, Müslümanlardan yanınızda bulunanlara karşı hayırlı olmanızı ve iyi davranmanızı tasviye ederim.
    "Allah yolunda Allah'ın ismiyle savaşınız!
    "Ahde vefasızlık göstermeyiniz!
    "Küçük çocukları öldürmeyiniz!
    "Kadınları, yaşlanmış piri fanileri katletmeyiniz!
    "Ağaçları kesip yakmayınız!
    "Evleri yıkmayınız!
    "Orada, Nasranîlerin kiliselerinde, halktan uzaklaşmış, kendilerini tamamen ibâdete vermiş bir takım kimseler bulacaksınız. Sakın onlara dokunmayınız!"466 Peygamber Efendimiz (a.s.m.) sonra, ordunun komutanı Hz. Zeyd bin Hârise'ye de şunları emretti:
    "Müşriklerden düşmanınla karşılaştığın zaman, onları üç husustan birine dâvet et! Hangisini kabul ederlerse, onlara dokunma. Sonra onları Muhacirler yurdu olan Medine'ye hicrete dâvet et! Dâvetine icabet ederlerse, Muhacirlerin sahip oldukları haklara kendilerinin de sahip olacaklarını ve onların mükellef bulundukları vazifelerle kendilerinin de mükellef olacaklarını bildir!
    "Eğer, Müslüman olup yurtlarında oturmayı isterlerse, Müslümanların göçebe Araplar gibi olacaklarını ve onlar hakkında uygulanan İlâhî hükmün, kendileri hakkında da uygulanacağını, harp ganimetlerinden kendilerine bir şey verilmeyeceğini ve ganimetten ancak Müslümanların yanında muharebe etmiş olanların faydalanacaklarını haber ver!
    "Eğer, Müslüman olmaya yanaşmazlarsa, onları cizye vermeye dâvet et! Onlardan, bunu kabul edenlere dokunma!
    "Cizye vermeye de yanaşmazlarsa, Allah'ın yardımına sığınarak onlarla çarpış!
    "Eğer, muhasara ettiğin kale veya şehir halkı, kendilerini Allah'ın hükmüne göre teslim almanı senden isterlerse, onları Allah'ın hükmüne göre teslim alma! Fakat kendi hükmüne göre teslim al! Çünkü sen, Allah'ın, onlar hakkındaki hükmüne isâbet edip etmeyeceğini bilemezsin!
    "Eğer muhasara ettiğin kale veya şehir halkı, senden, kendileri için Allah'ın ve Resûlunün emânını isterlerse, sen, onlara Allah ve Resûlü adına emân verme! Fakat kendi emânını, babanın emânını ve arkadaşlarının emânını ver. Çünkü, siz kendinizin ve babalarınızın vermiş olduğu emân sözünü bozacak olursanız, bu, Allah ve Resûlü adına vermiş olduğunuz emân sözünü bozmanızdan, sizin için günahça daha hafiftir."467
    Bu emir ve tavsiyelerinden sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz mücahidlerle vedalaştı. Orduyu uğurlamak için gelen Müslümanlar da, "Allah, sizleri her türlü tehlikeden korusun, yine sağ salim geri çevirsin" diyerek duâ ettiler.
    Medine'ye dönen Resûl-i Kibriyâ Efendimizi ise, Abdullah bin Ravâha (r.a.) şöyle selamladı:
    "Geride kalan hurmalıkta kendisine vedâ ettiğim zâta; o, en hayırlı uğurlayıcıya, en hayırlı dosta selâm olsun!"468
    Artık, İslâm ordusu göz ve gönül yaşları arasında Medine'den uğurlanmıştı. Hz. Fahr-i Âlemin bizzat kendi eliyle verdiği beyaz sancak başlar üzerinde ihtişamla dalgalanıyordu. Sinedeki yürekler, Hz. Resûlullahın sunduğu sözler, verdiği öz ve ruh ile atıyordu. Çölün saf, uçsuz bucaksız sinesine süzülen bu mücahidler kimlere ve hangi diyara gidiyordu? Görünüşe bakılırsa Suriye hududunda bulunan reisliğini Şürahbil bin Amr'ın yaptığı beylikle hesaplaşmaya gidiyordu. Fakat, hayır! Bu, işin sadece dış görünüşü idi. Hakikatte ise, koca bir Bizans İmparatorluğunun gururlu, kibirli ordusuyla hesaplaşmaya gidiyordu.
    Şürahbil'in Hazırlanması
    Göğüsleri heyecan ve cihada karşı aşkla dolu mücahidler uçsuz bucaksız kum denizini at ve deve sırtında aşmaya çalışarak yollarına devam ediyorlardı.
    Bu sırada Şürahbil'in kulağına İslâm ordusunun Medine'den hareket ettiği haberi ulaştı.
    Şürahbil, hazırlanmakta gecikmedi. Kayser Heraklius'a haber uçurarak, kendisinden yardım dileğinde bulundu. Bu arada, Vadi'1-Kura'ya gelip konmuş bulunan İslâm ordusuna karşı da kardeşi kumandasında bir askeri kuvveti öncü olarak gönderdi. Mücahidler, vuku bulan çatışmada komutan Sedus'u öldürdüler, birliğini de bozguna uğrattılar. Bu bozgun, Şürahbil'in gözünü korkuttu.
    İlk saldırıyı başarıyla önleyen İslâm ordusu, Vadi'l-Kuran'dan ayrılarak Şam topraklarından Maan'a gelip konakladılar. Mücahidler, burada korkunç bir haberle irkildiler:
    "Bizans İmparatoru Heraklius, Rumlardan 100.000 askerin başına geçmiş, güneye doğru yürüyormuş. Harp âlet ve malzemeleri bakımından ordusu son derece mükemmelmiş."
    Kulakları çınlatan bu haber yalan değildi. Yalan olmadığı için de Hz. Zeyd, mücahitlerin görüşlerini öğrenmek istedi. Konuşanların ekserisi şu görüşteydi:
    "Resûlullah Aleyhisselâma mektup yazıp düşmanımızın sayısını bildirelim, bize savaşacak er göndersin. Ya da bu yolda yapmak istediği şeyi bize emretmesini isteyelim."469
    O zamana kadar konuşmayan, hep susup dinleyen biri vardı ki, konuşma sırası ona gelmişti. Bu hem büyük bir şâir, hem de emsalsiz bir kahraman olan Abdullah bir Ravâha idi. Komutan Zeyd Hazretlerinin bu husustaki sorusunu kahramanca şöyle cevaplandırdı:
    "Vallahi, sizin şimdi istemediğiniz şey, arzulayıp o arzu ile yola çıktığınız şehidliktir.
    "Biz insanlarla, ne sayıca, ne silâhça, ne de at ve süvarice çokluk olduğumuz için değil, Allah'ın bizi şereflendirdiği şu din kuvvetiyle savaşıyoruz.
    "Gidiniz! Çarpışınız! Bunda muhakkak iki iyilikten biri vardır: Ya şehidlik ya zafer!"470
    Mücahidler, bu samimi ve yürekten sözleri, sanki Abdullah bin Ravâha'dan değil de, bir başka âlemden kendilerine bir seslenişmiş gibi dinliyorlardı. İman ve cihad aşkıyla yanan içler, bu sözlerle birden nûranî birer alev halini aldı ve "Vallahi Ravâha'nın oğlu doğru söylüyor" diyerek cesaretle düşmana doğru yol almaya başladılar.
    Hesaplaşmanın Başlaması
    Tarih, Hicretin sekizinci yılı, Cemâziyelevvel ayını gösteriyordu. Yer, Mü'te meydanı idi.
    Bir tarafta yüz bini aşan gururlu ve intizamlı Hıristiyan Bizans ordusu. Diğer tarafta, üç bin kişilik, hasmına kıyasla gayet az ve harp malzemelerinden mahrum Hz. Zeyd kumandasındaki İslâm ordusu. Birincisinde her şey var, bir tek şey yok. İkincisinde ise düşmana nisbetle hiç bir şey yok, sadece bir tek şey var: İman. Uğrunda her şeylerini fedâ etmek duygusuyla harekete geçen dinlerinin sahibi Allah'a iman ve Onun yardımına olan itimad.
    Zahire bakılıp hüküm vermeye kalkıldığı takdirde görünen manzara garip bir durum arzediyordu. Kıyas kabul etmeyecek bir çokluk ve azlık karşı karşıyaydı. Nitekim, Bizans İmparatoru Heraklius, karşısında bir, avuç insanı görünce, hadiseye bu kadar ehemmiyet verişinin mânâsız düştüğünü ve onları bir anda yok edeceğini düşünmüş olacak ki, kendisini tutamayarak kahkahalar savurdu. Sonra da bu kadar zahmet ve külfete mânâsızca sebebiyet verdiği için Şürahbil'i de tekdir etti.
    Ne var ki, Kayser iki şeyi birbirine karıştırıyordu: Görünüş ve hakikatı. Evet, görünüşte gerçekten Bizans ordusu göz kamaştırıcı bir haşmete sahipti. Ama hakikatta bu haşmetli görünüş altında cılız ve sönük bir ruh vardı. İslâm ordusu ise, görünüşte gerçekten sayıca azdı, silahça güçsüzdü. Ama hakikatta bu azlığın içinde azametli bir ruh, bir mânâ, bir heyecan ve aşk vardı. Galibiyetler, muzafferiyetler ise, tarihte ihtişamlı görünüşlerin değil, hep azametli îmânın, büyük ruhun ve haşmetli mânânın olagelmiştir.
    İki taraf artık birbirlerini iyice görmüş ve süzmüşlerdi; bundan sonra bekleyip durmak mânâsızdı.
    İslâm ordusunun kumandanı Hz. Zeyd bin Hârise, Resûl-i Kibriyânın teslim ettiği ak sancağı omuzlayarak ortaya atıldı. Çarpışma şimşek çakışları süratinde başladı. Bir anda yerler kana bulandı. Tekbir sesleri, kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, yaralı feryatları ve harp nâraları birbirine karıştı.
    Hz. Zeyd'in şehâdeti
    Bir elinde beyaz sancak düşmanla göğüs göğüse kahramanca çarpışan büyük kumandan Hz. Zeyd, Bizanslıların mızrak darbelerine maruz kaldı ve vücudu delik deşik oldu. Kanları etrafa sıçrıyordu. Ayakta duracak gücü kaybeden bu büyük insan, mukaddes gayesine kendisini seve seve fedâ etmenin mânevî haz ve huzuru içinde yere düşüp şehâdet mertebesine ulaştı.471
    Sancak, sahibini bekliyordu. Hz. Zeyd'in şehid olduğunu gören Hz. Resûlullahın tâlimatı gereği sancağın yeni sahibi, yeni kumandan Hz. Câfer, bir ok sür'atinde sıçrayarak o mübârek ak sancağı kaptığı gibi omuzladı.472 Düşman kalabalığını ve kudurgan saldırışını hiçe sayarak safları arasına elde ak sancak, cesur ve yiğitçe daldı. Zeyd'in şanlı, şerefli âkıbetine uğrayacağını bile bile kılıç sallamaya devam etti. Düşman kalabalıkmış olsun... Kuvvetliymiş, ne çıkar? Yiğit her şeye rağmen kendi vazifesini yapacaktır. Zaten yiğitlik, verilen vazifeyi hakkıyla yerine getirmek değil de nedir? Hem şehid olsa neyi kaybedecektir? Dünya hayatını mı? Olsun, ebedî bir hayat var ya! Dünya hayatını verip, ebedî hayatta imrenilecek mertebeleri kazanmak az şey mi?
    Hz. Câfer de Şehid düştü
    Kumandan Hz. Câfer gibi, her mücahid aynı duygu, aynı heyecan ve aynı kudsî gaye ile düşman ordusuna saldırıyordu. İslâm ordusunda kartal cesareti, düşman askerinde karga ürkekliği vardı. Durum ne olursa olsun, İslâm ordusu kârlı çıkacaktı. Galip olurlarsa, hem maddî, hem mânevî zaferi elde etmiş olacaklar, mağlup olup şehid olurlarsa, mânevî zaferi şanlı, şerefli bir destan halinde elde edeceklerdi. Bunun için korkuları, telaşları, endişe ve tereddütleri yoktu.
    Dost gözler yanında düşman gözler de, yeni kahraman kumandanın üzerinden ayrılmıyordu. Bu ürkek ve mütereddid gözler, bu kahramanın cesaretli saldırışına, önüne geleni biçmesine, karşısına çıkanı kırıp geçirmesine hayret ve şaşkınlıkla bakıyordu.
    Ne var ki, Hz. Câfer'in de mukadder âkıbeti yaklaşıyordu. İnen hâin bir kılıç darbesi, sağ kolunu bileğinden kesti. Bu sefer şanlı sancağı, sol eline aldı. Ama fazla sürmeden bu kolu da kesildi. Eğer alabilirse, manzarayı hayalinizde canlandırınız ve bu büyük kahramanın İ'lây-ı Kelimetullah uğrunda gösterdiği gayreti, hamiyeti hayranlıkla seyrediniz. Bu eşsiz kahraman, Resûller Resûlünün teslim ettiği, İslâmın izzetini, ordunun şerefini temsil eden mübârek sancağı yere düşürmemek için, bileklerinden aşağısı yere düşmüş kolları ile ona sarıldı.473 artık düşman saldırısına karşı koyacak durumu yoktu. O anda tek gayesi, o şanlı ve şerefli bayrağı yere düşürmeden üçüncü ele teslim etmekti. İlâhî Yarabbi! Bu ne haşmetli iman, bu ne büyük bir ideal, bu ne kudsî gaye, bu ne ulvî gayret ve hamiyyet! Bizim şu anda havsalamıza sığdıramadığımız hadiseyi Hz. Câfer (r.a.) bizzat yaşıyordu.
    Bu haşmetli manzara, haliyle fazla devam etmedi ve düşmandan gelen kılıç darbeleri Hz. Câfer'i de, Hz. Zeyd'in kavuştuğu şehidlik mertebesine çıkardı.474 Henüz o sıra 41 yaşında bulunan bu İslâm kahramanının vücuduna baktıklarında doksandan ziyâde mızrak, ok ve kılıç yarası görmüşlerdi.475
    Sancak Abdullah bin Revahâ'nın Omuzunda
    Kumandanlık sırası Abdullah bin Ravâha Hazretlerine gelmişti.
    Atının üzerinde, ak sancak omuzunda düşmana karşı ilerledi.Kötülüğü emreden nefis bu vaziyette iken bile onu vesveseye ve tereddütler tuzağına düşürmek istiyordu. Hz. Abdullah, iki düşman arasında kalmıştı. Biri Bizans askerleri, diğeri hiç bir zaman yanından ayrılmayan nefsi.
    Ama o, bu iki düşmana karşı da gereği gibi mücadele veriyordu. Bir taraftan düşmana saldırırken, diğer taraftan en büyük düşmanı olan nefsine şöyle diyordu:
    "Ey nefsim! Ben, seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen, buna ya kendiliğinden razı olursun, ya da bunu sana zorla kabul ettiririm!
    "Müslümanlar, toplanmışlar, bağırıyorlar. İçlerinden 'İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn' diyen ağlamaklı sesler yükseliyor.
    "Anladığım kadarıyla, sen pek Cennetten hoşlanmamış görünüyorsun
    .
    "Yıllardır, hâlâ itmi'nana ermemişsin.
    "Ey nefsim! Sen şimdi öldürülmezsen, sanki hiç ölmeyecek misin?
    "İşte ölüm gelip çattı! Arzu etmediğin halde.
    "Eğer, o iki kişinin yaptığını yapar, şehitliği tercih edersen, en isabetli kararı vermiş olursun! Eğer, gecikirsen, bedbaht olursun."476
    Nefsini mağlûp eden Hz. Abdullah, kahramanca bir çarpışma gösteriyordu. Bir ara aldığı bir kılıç darbesiyle kesilen parmağı sallanmaya başladı. Yüreği Allah ve Resûlullah muhabbetiyle çarpan bu büyük insan, atından yere indi, parmağının üstüne ayağıyla bastı ve sallanan kısmı kopardıktan sonra tekrar atına atlayarak düşman saflarına doğru bir arslan gibi daldı. Kalbini kaplayan iman feyz ve cesareti, âdeta vücudunda ağrı, sızı ve acıma nâmına ne varsa hepsini alıp götürmüştü.
    Hz. Abdullah, kahramanca çarpıştıktan sonra, bir ara geri dönüp atından indi. Üç günden beri ağzına tek bir lokma dahi almamıştı. O sırada biri kendisine üzeri etli bir kemik sundu. Üç günden beri ağzına aldığı ilk lokma olacaktı bu. Ama nerde? Henüz etli kemiği azıcık ısırmıştı ki, Müslümanların bulunduğu tarafta bir gürültü ve kargaşa koptu. Hz. Abdullah, elindeki kemiği bir tarafa fırlattı ve kendi kendine, "Sen hâlâ dünyada boğazla meşgulsün" diyerek kılıcını sıyırdığı gibi çarpışmaya katıldı.477Bu çarpışma neticesinde Hz. Abdullah da arzuladığı makamların en yücesi olan şehidlik makamına erişti.478
    İslâm ordusunun dağılması
    Üst üste üç kahraman kumandanını şehid veren ve başsız kalan İslâm ordusu düşman karşısında dağıldı. Mücahidler bir an için geri çekilmek veya muharebeye devam etmek arasında tereddüt gösterdiler. Bu arada bir kaç mücahid şehid oldu.
    Bütün bunlara rağmen, Hz. Resûlullahın aziz sancağı yere düşmüş değildi. Onu, Abdullah bin Ravâha şehid olunca, Ebû'l-Yeser Ka'b bin Umeyr eline alarak, mücahidlerden Sâbit bin Akrem'e vermişti. Bu Sahabî de onu alır almaz ordunun önüne koşmuş ve bayrağı yere dikerek Müslümanları bir araya toplamaya çağırmıştı. Mücahidlerin her biri bir taraftan gelerek bu merkez etrafında toplanıyorlardı. Sancağı elinde tutan Sahabî Sâbit bin Akrem, toplananlara şöyle seslendi:
    "Ey mücahidler topluluğu! Aranızdan birini kendinize kumandan seçiniz ve onun etrafında toplanınız!"
    Mücahidler, "Biz, seni kumandan seçtik, biz sana râzıyız"479 dediler.
    Ne var ki, Sâbit Hazretlerinin gözü bir başkasındaydı. Orduya, İslâmdaki sadakât ve samimiyetini ispatlamak babında gönüllü olarak katılmış olan yeni Müslümanlardan Hâlid bin Velid'di bu. "Ben bu işi yapamam" diyen Sâbit bin Akrem, gözünü diktiği Hz. Hâlid'e, "Ey Ebû Süleyman! Gelip alsana şu sancağı" diye seslendi.
    Ne var ki, saygılı ve duygulu bir kahraman olan Hz. Hâlid bayrağın bu yaşlı muhterem zâtta kalmasını istiyordu:
    "Ben, bu sancağı senden alamam. Sen buna benden daha lâyıksın. Çünkü, benden daha yaşlı ve Bedir Savaşında da bulunmuşsun."480
    Evet, Hz. Hâlid'in söylediklerinin hepsi doğru idi. Ama o an, o saat çok yaşlanmış olanı veya herhangi bir şeye katılmadan dolayı kazanılmış çok şerefi istemiyordu. O an ve o durum, İslâm ordusunu bu en tehlikeli durum karşısında kurtaracak liyakat arıyor ve ancak onu istiyordu. Bunun gayet iyi idrakinde olan Sâbit bin Akrem (r.a.), teklifini Hz. Hâlid'e tekrarladı.
    "Al Resûlullahın şu bayrağını! Ben onu sana vermek üzere aldım. Sen çarpışma hususunda, savaş konusunda benden daha bilgili ve maharetlisin."
    Sonra da, Hz. Halid'in cevap vermesine fırsat vermeden Müslümanlara dönerek, "Hâlid'i kumandan seçmek hususunda görüş ve söz birliği ediyor musunuz?"481 diye seslendi.
    Gözlerini bu kahraman Sahabînin üzerinden ayırmayan mücahidler, hep bir ağızdan, "Evet" dediler. Bunun üzerine de Hz. Hâlid, Hz. Resûlullahın sancağını eline alıp büyük bir hürmetle öptü ve atına atlayarak, yüzünü düşmana doğru çevirdi. Artık İslâm ordusunun kumandanı Hz. Hâlid'di.
    Bütün bunlar olup biterken, Peygamber Efendimiz, harbe iştirak etmeyen Ashabıyla birlikte Medine'de bulunuyordu. Medine neresi, Mü'te neresi? Aradaki mesafe bin kilometreden fazla. Ama bu uzun mesafe, hakikatbin göze sahip Resûl-i Kibriyâ için kısaldı ve âdeta harp, gözlerinin önünde cereyan ediyormuşcasına çarpışmanın safahatını Ashabına teessür içinde teker teker anlattı:
    "Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı ve şehid oldu. Onun için Allah'tan af dileyiniz!
    "Sonra sancağı Câfer aldı. O da şehid oldu. Onun için de Allah'tan af dileyiniz.
    "Sonra sancağı Abdullah bin Ravâha aldı. O da şehid oldu. Bu kardeşiniz için de Allah'tan af dileyiniz."482
    Sonra da mübârek gözyaşları arasında sözlerine şöyle devam etti:
    "Abdullah bir Ravâha'dan sonra, sancağı Allah'ın kılıçlarından bir kılıç aldı. İşte şimdi tandır tutuştu, harp kızıştı. Allah'ım! Sen ona yardım et!"483
    Bu durum Cenâb-ı Hakkın müsaadesiyle mucize olarak gaybten bir haber verişti. Gaybın tek bilicisi Yüce Allah, hikmeti gerektirdiğinde sevgili kuluna da bazı şeyleri bildirir, gösterir ve aradaki uzun mesafeleri kaldırıverir.
    Kumandan Hâlid bin Velid
    Müslümanların başlarına lâyık gördükleri yeni kumandan Hz. Hâlid, cesaretle atını mahmuzlayıp düşman üzerine yürüdü. Kendisini yayından kopmuş oklar halinde mücahidler takib ettiler. Müslümanların saldırışı öylesine cesurca ve kahramanca idi ki, düşman bir anda şaşırdı. Neye uğradığının farkına varıncaya kadar da bir çok askerini yerde serili gördü. Akşama yakın cereyan eden bu çarpışmada düşman topluluklarından bazıları bozguna bile uğradı. Ne var ki, kendini toparlayan düşman, hava kararmaya başladığı sırada toptan hücuma geçince, bu sefer Müslümanlar geri çekilmek zorunda kaldılar.
    O zamanki muharebeler, şimdiki savaşlar gibi geceli gündüzlü devam etmezdi. Sabahleyin herkes işine gücüne gider gibi, asker silahını kuşanır, harp meydanına girer, gerektiği kadar çarpışırdı. Akşam olunca da yine herkesin işinden evine dönmesi gibi, ordugâhına dönerdi.
    Hz. Hâlid kumandanlığı akşama yakın almıştı. Bir iki taarruzdan sonra da hava kararmış ve iki taraf ordugâhına çekilmişti. Hz. Halid, büyük bir kahraman olduğu kadar, harp sanatında da, düşmanı şaşırtıcı taktikler uygulamakta da son derece mâhirdi. Bu sanat ve maharetini kullanması gerekiyordu. Geceyi hep düşünerek, bir takım plân ve düşmanı şaşırtacak taktiklerin tasavvuruyla geçirdi.
    Gün doğuşuyla birlikte İslâm ordusu da yeni bir tertip ve düzenle düşman karşısına dikildi. Bunu gören düşman hem hayrete kapıldı, hem de ürkek bir tavra girdi. Ve o zaman, gece İslâm ordusu safında duydukları gürültülerin, türlü hareket seslerinin mânâsını anlıyorlardı: "Demek ki, Müslümanlara bu gece çok sayıda yardımcı kuvvetler gelmişti. Baksanıza şu sağ kanatta görünenler şimdiye kadar görülmemiş askerlerdir."484
    Bir gün evvel bir avuç Müslümandan yedikleri kuvvetli ve ağır yumruğun sersemliğini üzerinden atamamış olan düşman, bu değişiklik karşısında ise bütün bütün korkuya ve endişeye kapılıyor ve birbirlerine, "Ne yapacağız?" der gibi mânâlı bakışlarla bakmaya başlıyorlardı.
    Hz. Hâlid, akıllıca bir taktik uygulamıştı: O gece Müslüman bölüklerin yerini değiştirmiş, sağdakileri sola, soldakileri sağa, öndekileri arkaya, arkadakileri de öne almıştı.485
    Düşman birlikleri ise karşılarında yeni simâlar, yeni kıyafetler görünce, Müslümanlara taze kuvvet gelmiş olduğu zannına kapılmışlar ve bunun neticesinde de korku ve telâş havasına girmişlerdi.
    Kahraman ve maharetli Hz. Halid bu taktiğiyle düşmanın mânen sarsıldığını farkedince, vakit kaybetmeden mücahidlere hücum emri verdi. Yeniden harbe girmişcesine şiddetli hücuma geçen mücahidler, düşman ordusunu bir anda darmadağın ettiler. İ'lây-ı Kelimetullah uğruna sıyrılan kılıçlar olanca kuvvetle küffâr ordusunun üzerine iniyordu. O görünüşte azametli, haşmetli düşman ordusu çareyi kaçmakta buldu. Sanki çil yavrularının üzerine kartal çullanmıştı.
    Allah'ın, Müslümanları nusretiyle sevindirdiği bu parlak günde, kahraman kumandan Hz. Hâlid'in elinde tam yedi kılıç parçalandı.486 Yedi kılıç parçalanırken, kimbilir kaç kâfiri kırıp geçirmişti!
    Mücahidlerin cesaret ve kahramanlığının, uyguladığı taktikle birleşmesi sonucu elde edilen parlak zaferden dolayı Hz. Hâlid, yüce Allah'a hamdetti. Onun hamdine mücahidler de kendilerine umulmadık bir fırsatı ihsan eden Rablerine şükranlarını takdim ederek katıldılar.
    Hz. Hâlid'in düşündüğü ve uyguladığı taktik başarıyla neticelenmiş ve mücahidler, kendilerinin aşağı yukarı 40-50 misli kadar olan düşman ordusunu sindirmişti. Ancak henüz tehlike atlatılmış değildi. Bu bir avuç Müslümanın bir daha bu sayıca kalabalık ordunun toplanmasına fırsat verilmeden başarılı bir şekilde geri alınması gerekiyordu. Bunu yapmak için de Hz. Hâlid plânının ikinci kısmını uygulamaya koydu. O günün gecesi İslâmın izzetini, şerefini, şanını koruyarak ordusunu kaldırıp güneye doğru süzüldü. Zaten düşman üst üste yediği darbelerden sersemleşmişti. Bu gidişe sadece seyirci kaldı. Belki de sevindi.
    Böylece Hz. Hâlid'in taktiğinin ikinci kısmı da müsbet netice vermiş ve bir avuç İslâm mücahidi düşman diyardan tereyağından kıl çekercesine geri çekilerek yok olmaktan kurtulmuştu.
    Bu, Yüce Allah'ın gerçekten bir lütfu ve inayetinin eseri idi. Yedi gün devam eden çarpışmalarda İslâm ordusu sadece 15 kadar şehit vermişti.487
    Medine'ye Dönüş
    Hz. Halid, Allah'ın yardımıyla mahv olmaktan kurtardığı ordusuyla Medine'ye doğru yola koyuldu. Düşman ise, şaşkın şaşkın seyretmekle yetiniyordu. Sanki oldukları yerde çivilenmişlerdi. İslâm ordusunu takip etme cesaretini bulamamaları elbette kendileri hesabına büyük bir hezimetti.
    Mücahidler Medine'ye parlak bir zafer kazanmanın vakar ve haşmetiyle yaklaşıyorlardı. Bu arada mücahidlerden Ya'lâ bin Ümeyye önden giderek, henüz ordu Medine'ye varmadan Hz. Resûlullahın huzuruna çıktı. Olup bitenleri anlatmak isteyince Resûl-i Kibriyâ, "İstersen ben olup bitenleri sana anlatayım" buyurdu ve harp safahatını olduğu gibi anlattı. Bu mucize karşısında Hz. Ya'lâ şöyle dedi:
    "Seni hak din ve kitapla peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki, sen mücahidlerin hâdiselerinden anlatmadık bir harf bile bırakmadın."488
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ise, "Allah aradaki mesafeyi ortadan kaldırdı. Ben de savaş meydanını gözlerimle gördüm"489 buyurdu.
    Hz. Câfer'in Mü'te'de şehid olduğu gündü.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz harbin safahatını anlatıp, üç kumandanın şehid olduğunu Ashab-ı Kirama haber verdikten sonra, Hz. Câfer'in evine gitti.
    Hz. Câfer'in hanımı Esmâ binti Ümeys her şeyden habersiz işleriyle meşguldü. Çocuklarının yüzlerini tertemiz yıkamış, başlarını taramıştı.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), "Ey Esmâ, Câfer'in oğulları nerede?" diye sordu.
    Hz. Esmâ'nın hâlâ bir şeyden haberi yoktu. Çocukları çok seven Hz. Resûlullahın bu isteği altında herhangi bir mânâ aramadı. Oğullarını tutup yanına getirdi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz onları bağrına bastı. Öptü, kokladı. Bu esnada kendisini zaptedemeyerek gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
    İşte o anda Hz. Esmâ'nın yüreği dağlanır gibi oldu. "Yâ Resûlallah," dedi, "anam, babam sana fedâ olsun, sen ne için ağlıyorsun? Yoksa Câfer ve arkadaşlarından sana acı bir haber mi erişti?"490
    Hz. Resûlullah acı gerçeği teessür içinde haber verdi, "Evet onlar bugün şehid oldular!"491
    Hz. Esmâ'nın gözlerinden bir anda yaşlar seller gibi boşanmaya başladı. Kadınlar başına toplandılar. Hz. Resûlullahın ona emri şu oldu:
    "Ey Esmâ! Ağzından uygunsuz ve kaba bir söz kaçırma ve göğsünü de dövme!"492
    Daha sonra Efendimiz Hâne-i Saadetine geldi. Zevcelerine, "Câfer âilesi için yemek yapmayı ihmal etmeyiniz" buyurdu.
    Bunun üzerine Hz. Câfer'in ev halkına üç gün yemek yapılıp yedirildi.
    İslâmda ölünün ev halkı için yapılan ilk yemek budur.
    Peygamber Efendimiz, Hz. Câfer için üç günden sonra ağlamayı da yasakladı.493
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Câfer'in kesilen iki eline karşılık, Cenab-ı Hakkın ona iki kanat verdiğini ve Cennette, onunla istediği gibi uçup durduğunu haber vermiştir. Bu sebeple ona "Câferi Tayyar" denilmiştir.494
    Henüz İslâm ordusu Mü'te'den Medine'ye dönmemişti.
    Hz. Resûlullah, bir ara harpte şehid olan Zeyd bin Hârise Hazretlerinin kızını gördü. Masum kız, Resûl-i Kibriyânın mübarek yüzüne hüzünlü ve ağlamaklı bakıyordu. Bu manzarayı seyre dayanamayan Efendimiz, şefkat ve merhametinden ağlamaya başladı.
    Sa'd bin Ubâde Hazretleri, "Yâ Resûlallah! Nedir bu?" diye sordu.
    Efendimiz şöyle izah etti, "Bu, sevgilinin, sevgilisine hasretidir."495
    İslâm Ordusunun Karşılanışı
    Oldukça sıcak bir gündü.
    Hz. Resûlullahın ak sancağının Medine ufuklarında parlamaya başladığı görüldü. Gelen artık Zeyd ordusu değil "Seyfullahi's-Sarim" (Allah'ın Keskin Kılıcı) ünvânının sahibi Hz. Hâlid bin Velid ordusu idi. Tecessüm etmiş ruh ve cesaret abidesini andıran mücahidler üç kumandan dahil, on beş kadar mücahidi kaybetmiş olmanın derin hüznü, ama İslâma parlak bir zafer kazandırmanın vakar ve sevinci içinde Medine'ye semâda süzülen parlak yıldızlar misali akıyorlardı.
    Bu sırada Resûl-i Ekrem, Ashab-ı Kirama, "Toplanınız da kardeşlerinizi karşılayalım" buyurdu.
    Müslümanlar, kızgın sıcağa rağmen derhal bu emre itaat edip mücahidleri karşılamak üzere âdeta Medine'yi tamamen boşalttılar. Kâinatın Efendisi de bu mücahidleri karşılamaya çıkıyordu. Onlara "Hoşgeldiniz" demeye gidiyordu. Çoluk çocuk herkes onun etrafını yıldız misali sarmıştı. Çocukların bineklere bindirilmesini emredip, kudsî şehâdet mertebesine erişen Hz. Câfer'in biricik oğlunun da kendisine verilmesini istedi. Getirilen yavruyu, şefkat kahramanı Kâinatın Efendisi önüne bindirdi. Yoluna öylece devam etti.
    Medine'nin Cürüf mevkiinde mücahidlerle karşılayıcılar birbirlerine kavuştular ve ulvî bir manzara teşkil ettiler.
    Bu arada mücahidlerin kulağına bazı nâhoş sözler geldi. "Allah yolunda savaşmaktan kaçan korkaklar!"496
    Mücahidler işittikleri bu sözlerden dolayı son derece üzüntü duydular. Durumu Hz. Resûl-i Ekreme şikâyet ettiler. Kâinatın Efendisi onları şöyle teselli etti:
    "Sizler Allah yolunda savaşmaktan kaçanlar değil, dönüp dönüp vuruşanlarsınız!"497
    Hz. Resûlullahın bu sözleri üzerine Müslümanlar da mücahidleri o tür sözleri söyleyerek kınamaktan ve üzmekten vazgeçtiler.
    Zâtü's-Selâsil Seferi
    Hicretin 8. senesi, Cemâziyelâhir ayı. (Milâdî 629.)
    Bazı Arap kabileleri Mü'te Harbinin neticesini Müslümanlar için zahiri bir mağlubiyet ve gerileme olarak değerlendirmiş olacaklar ki, Medine'ye saldırmak maksadıyla bir araya gelmişlerdi. Bunlar, Kudaa, Beliy, Cüzzâm, Lahm ve Âmile adındaki kabilelerdi.(İbni Sa'd, Tabakât, 2:131)
    Durumu haber alan Peygamber Efendimiz, derhal Amr bin Âs Hazretlerini yanına çağırdı ve "Ey Amr, silâhını kuşan, yolculuk elbiselerini giy ve hemen yanıma gel! buyurdular. Amr hemen gidip silahını kuşandı ve sefer elbiselerini de giyerek Efendimizin yanına vardı. Resûl-i Ekrem, "Ey Amr," dedi, "seni selâmete ve zenginliğe erdirsin diye askeri bir birliğin başında bir yere göndermek istiyor, en iyi dileğimle senin için zenginlik diliyorum."
    Hz. Amr, "Yâ Resûlallah, ben zengin olayım diye Müslüman olmadım. Hiç bir karşılık beklemeden ve cihadlara katılıp, zâtınızın yanında bulunmayı arzuladığım için Müslüman oldum" diye karşılık verdi.
    Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Ey Amr! Zenginliğin faydalısı, insanların hayırlı ve faydalısına ne güzel yaraşır"(Müsned, 4:197) buyurdu.
    Resûl-i Ekrem Efendimizin Amr'ı (r.a.) tercih edişinin bir sebebi vardı: O da, Hz. Amr'ın Beliy Kabilesiyle akraba oluşuydu. Baba annesi Beliy Kabilesindendi. Amr'ı göndermekle onları akrabalık noktasından bir derece yumuşatmak ve İslâmiyete ısındırmak istiyordu.Ayrıca Efendimiz, üzerine yürüyeceği kabileleri İslâma dâvet etmesi için de Amr Hazretlerine emir verdi.
    Bütün bunlardan sonra Hz. Amr, emrindeki Muhacir ve Ensardan müteşekkil 300 mücahidle Medine'den yola çıktı. Müşrik kabilelerinin toplandığı bölgeye yaklaştığında, fazlaca kalabalık olduklarını gördü. Bunun üzerine Ashabdan Rafi' bin Mekîs'i Peygamber Efendimize göndererek acele yardım istedi. Medine'ye gelen bu Sahabî durumu Peygamber Efendimize haber verdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu istek üzerine Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrah kumandasında 200 kişilik bir takviye kuvveti gönderdi. Bunlar arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Ensar ve Muhacirin ileri gelenlerinden bir çok kimse vardı.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz Amr bin As'la buluşup hep birlikte hareket etmelerini ve aralarında anlaşmazlığa düşmemelerini de Hz. Ebû Ubeyde'ye sıkı sıkıya tenbih etti.(İbni Hişam, Sîre, 4:272; İbni Sa'd, Tabakat, 2:131)
    Takviye birliği sür'atle yol alarak Hz. Amr'ın yardımına yerişti. Amr (r.a.), Ebû Ubeyde Hazretlerine, "Sizin de kumandanınız benim! Çünkü, Resûlullaha haber gönderip bana yardım etmenizi kendisinden ben istedim" dedi.
    Fakat, Ebû Ubeyde Hazretleri kendi birliğine kumandanlık etmek istedi, "Ben, emrim altındaki birliğin kumandanıyım. Sen ise, emrin altındaki birliğin kumandanısın!"(İbni Hişam, Sîre, 4:272; İbni Kesîr, Sîre, 3:517.) karşılığını verdi.
    Hz. Amr ise, aynı şekilde, onların da kumandanı olduğunu, imamlığa yetkili olanın da kendisi bulunduğunu ifade etti. Bu küçük münakaşaya Muhacir Müslümanlar da Ebû Ubeyde Hazretlerinin tarafını tutarak katıldılar.
    Ebû Ubeyde, Hz. Resûlullahın tenbihini hatırlayınca, münakaşanın uzamasına meydan vermedi ve şöyle dedi:
    "Ey Amr! Resûlullah Aleyhisselâmın; Medine'den ayrılırken en son sözü, 'Arkadaşının yanına varınca, birbirinize itaat ediniz, sakın aranızda ihtilafa düşmeyiniz' emir ve tavsiyesi olmuştur. Eğer sen bana itaat etmezsen, ben sana itaat ederim."1Böylece başkumandanlık, münakaşa uzamadan Amr bin Âs Hazretlerinde kaldı. Namazı da mücahidlere o kıldırmaya başladı.(İbni Hişam, Sîre, 4:272)
    Varılan yerde hava oldukça soğuk ve sertti. Mücahidler ateş yakmak için etraftan odun toplayarak ısınmak istedilerse de kumandan Hz. Amr, buna katiyetle müsaade etmedi. Bu durum, Ashabın itirazına sebep oldu. Hz. Ebû Bekir, meseleyi kendisiyle konuşmak isteyince Hz. Amr bin Âs, "Sen beni dinlemek ve bana itaat etmekle emrolundun, değil mi?" diye sordu. Hz. Ebû Bekir, "Evet" dedi.
    Bunun üzerine Hz. Amr, "O halde, neye emrolunduysan onu yap"(İnsanü'l-Uyûn, 3:199200.4.İnsanü'l-Uyûn, 3200) dedi.
    Hz. Ömer bu sözlere tahammül edemedi ve gidip Hz. Amr'a çatmak istediyse de, Hz. Ebû Bekir buna mani oldu ve şöyle dedi:"Bırak onu, istediğini yapsın. Resûlullah Aleyhisselâm, onu ancak harpteki mahareti dolayısıyla başımıza kumandan tayin etti. Mademki o, şu anda kumandandır, onun işine karışmak doğru olmaz."
    Bunun üzerine Hz. Ömer, hiddetini yenip sustu.Aslında Hz. Amr, güzel bir taktik ve tedbir icabı mücahidlerin ateş yakmalarına müsaade etmiyordu. O da şuydu: Düşman çok, mücahidler ise onlara nazaran sayıca az idiler. Ateş yakıldığı takdirde sayıları ortaya çıkacak ve düşman hiç bir endişe ve korkuya kapılmadan üzerlerine hücum edecekti. Fakat, yakılmadığı takdirde düşman mücahidlerin sayısını tam bilmeyecek ve ihtiyatlı hareket etmek durumunda kalacaktı. Nitekim de aynı durum cereyan etti. Müslümanların oldukça kalabalık oldukları zannına kapılan düşman kuvvetleri, çarpışmayı bile göze alamadan her biri bir tarafa dağıldı. Az sayıda bir birlik karşı koymaya direndi. Ancak onlar da bir müddet sonra mücahidlerin toptan hücumu karşısında dayanamayarak kaçmaya mecbur kaldılar.(İbni Kesîr, Sîre, 3:517)
    Harp sanatını iyi bilen komutan Amr (r.a.) kaçanları, mücahidlere bir pusu kurulmuş olabilir ihtimâlini göz önüne alarak takibten vazgeçti. İslâm ordusu gayesine ulaşmış olmanın huzuru içinde Medine'ye döndü.
    Amr bin Âs'ın Peygamberimize Suali
    Mücahidlerle Medine'ye dönen kumandan Amr bin Âs (r.a.), iç âleminde bir duyguya kapılmıştı. Bu duygusunu bizzat kendisi şöyle anlatır:"Resûlullah (a.s.m.), beni askerî birliğin başında Zâtü's-Selâsil'e göndermişti."
    Askeri birliğin içinde Ebû Bekir ve Ömer de bulunuyordu. Resûlullahın yanında benim yerim daha üstün olmazsa, herhalde beni, Ebû Bekir ve Ömer'in başına kumandan tayin ederek göndermezdi' diye içime doğdu.
    "Hemen Resûlullahın yanına gidip 'Yâ Resûlallah! Halkın sana en sevgilisi kimdir?' diye sordum.
    "'Âişe'dir,' buyurdu.
    "'Erkeklerden kimdir?' diye sordum.
    "'Âişe'nin babasıdır' buyurdu.
    "'Ondan sonra kimdir?' diye sordum.
    "'Ondan sonra Ömer'dir,' buyurdu.
    "Bir takım daha erkeklerin isimlerini saydı.
    "Kendi kendime, 'Artık bu sorumu tekrarlamayayım' dedim. Ve beni en sonraya bırakmasından korkarak sustum."(Buharî, 5:113; Müsned, 4:203; İbni Kesîr, Sîre, 3:521)
    Hakikat-i halde, Amr bin Âs Hazretleri, Ashâb-ı Kirâmın büyüklerindendi. Fakat, o vakit Sahabîler arasında ona nisbetle Allah indinde ve Hz. Resûlullah katında daha sevgili ve daha efdal pek çok zatlar ve onun tabakasının üst tarafında hayli tabakalar vardı. İşte bunu anlayan Hz. Amr, sözü daha fazla uzatmayıp kısa kesmiştir.
    Sifü'l-Bahr Seferi
    Hicretin 8. senesi, Receb ayı.Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), Ebû Ubeyde bin Cerrah'ı Muhacir ve Ensardan müteşekkil üç yüz kişilik bir birliğin başına kumandan tayin ederek Cüheynelerden bir kabilenin üzerine gönderdi.(İbni Sa'd, Tabakât, 2:132)
    Maksat, bu İslâm düşmanı kabileyi te'dip edip gereken dersi vermekti. Mücahidler arasında Hz. Ömer de bulunuyordu.
    Yolda son derece açlık sıkıntısı çeken, hattâ ağaç yapraklarını bile ısıtıp yemeğe kalkan mücahidler nihâyet Sifü'l-Bahr'e (Deniz Sahili) vardılar. Açlıkla kıvranıp durdukları bu sırada Rezzak-ı Zülcelâl, denizden dalgalarla kocaman bir balığı çıkarıp onlara ikram etti.(İbni Hişam, Sîre, 4:281; İbni Sa'd, Tabakât, 3:411; Taberî, 3:105)
    Orada kaldıkları müddetçe bu balıktan yediler.Hiç kimseyle karşılaşmayan mücahidler Medine'ye döndüler.Mücahidler, Peygamber Efendimize (a.s.m.), deniz sahilinde yedikleri balıktan bahsedip, bundan dolayı herhangi bir şey yapmaları gerekip gerekmediğini sordular.
    Peygamber Efendimiz (a.s.m.), "O, Allah'ın sizin için denizden çıkardığı bir rızıktır" buyurdu ve ilâve etti:
    "Yanınızda, o balığın etinden başka bir şey varsa, bize de yedirseniz!"
    Mücahidlerin bir kısmı yolda azık olsun diye beraberinde o balıktan getirmişti. Peygamber Efendimize de (a.s.m.) bir parça verdiler. Peygamber Efendimiz de ondan yedi.(İbni Sa'd, Tabakât, 3:411; Müslim, 3:1536)





    462. Tabakât, 2:128; Zâdü'l-Mead, 2:173; Uyunu'l-Eser, 2:153.
    463. Tabakât, 2:128; Zâdü'l-Mead, 2:173.
    464. Tabakât, 2:128; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:455.
    465. Tabakât, 2:128; İnsanü'l-Uyûn, 2:787.
    466. Müslim, 3:1357; Sünen, 4:162-163; İnsanü'l-Uyûn, 2:787.
    467. Müsned, 5:358; Müslim, 3:1357-1358; Sünen, 3:37.
    468. Sîre, 4:16.
    469. A.g.e., 4:17; Tabakât, 2:129.
    470. Sîre, 4:17; Zâdü'l-Mead, 2:173.
    471. Sîre, 4:19; Zâdü'l-Mead, 2:173.
    472. Sîre, 4:20; Tabakât, 2:129.
    473. Sîre, 4:20.
    474. Tabakât, 4:38.
    475. Sîre, 4:20; Tabakât, 4:38.
    476. Sîre, 4:20-21; Taberî, 3:109.
    477. Sîre, 4:21; Taberî, 3:109.
    478. Sîre, 4:21.
    479. Sîre, 4:21.
    480. Tabakât, 2:130.
    481. Sîre, 4:21; Tabakât, 2:129-130.
    482. Sîre, 4:22; Müsned, 5:299; Taberî, 3:110.
    483. Tabakât, 2:129; Müsned, 5:299; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:467.
    484. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:467; İnsanü'l-Uyûn, 2:778.
    485. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:469; İnsanü'l-Uyûn, 2:778.
    486. Tabakât, 4:253; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:742.
    487. Sîre, 4:30; Tabakât, 3:407.
    488. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:468.
    489. Zâdü'l-Mead, 2:174; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:468.
    490. Sîre, 4:22; Tabakât, 8:282.
    491. Sîre, 4:22; Tabakât, 8:282.
    492. Tabakât, 8:282.
    493. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:477.
    494. İstiâb, 1:242.
    495. Tabakât, 3:47.
    496. Sîre, 4:24; Tabakât, 2:129.
    497. Sîre, 4:24; Tabakât, 2:129; İnsanü'l-Uyûn, 2:792.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  10. #10
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v) Savaş ve Gazalar.

    BENİ MÜRRE SEFERİ




    Hicretin 8. senesi, Sefer ayı.
    Hendek Muharebesinde, Müslümanları muhasara altına alan Ebû Süfyan bin Harb komutasındaki on bin kişilik ordunun dört yüzünü Benî Mürreler teşkil etmişlerdi.453
    Ayrıca, Resûl-i Ekrem Efendimizin Hicretin yedinci yılında kendilerini cezalandırmak için gönderdiği Beşir bin Sa'd kumandası altındaki otuz kişilik mücahidler birliğinin yirmi sekizini de şehid etmişlerdi.454
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu İslâm düşmanı kabileye de gereken dersi vermek istiyordu. Bunun için Galib bin Abdullah'ı iki yüz kişinin başında Benî Mürrelere gönderdi.
    Galib bin Abdullah, emrindeki mücahidlerle Benî Mürrelerin çok yakınına kadar sokuldu. Orada mücahidlere bir hitabede bulundu. Özetle şöyle dedi:
    "Bana itaatsizlik etmeyiniz! Çünkü, Resûlullah Aleyhisselâm, 'Benim kumandanıma itaat eden, bana itaat etmiş, ona saygısızlık eden de, bana itaatsızlık etmiş olur' buyurmuştur. Buna binâen, siz, her ne zaman bana itaatsizlik ederseniz, Peygamberinize itaatsızlık etmiş olursunuz"455
    Mücahidler, komutanlarının emriyle sabahleyin erkenden tekbirler getirerek Benî Mürrelerin üzerine baskın yaptılar. Birçoklarını öldürdüler. Kadın ve çocukları da esir aldılar. Bir çok deve, sığır ve davan da ganimet olarak ele geçirdiler.456
    Hz. Üsâme bin Zeyd, Mirdas bin Nehik adında birinin peşine düşmüş ve onu müşrik sanarak öldürmüştü. Bunu kumandan Galip bin Abdullah'a gelerek şöyle anlattı:
    "Ben, birinin peşine düştüm. Kılıcımı kaldırıp vuracağım zaman, adam 'Lâ ilâhe illallah' dedi."
    Galip bin Abdullah, "Peki, bunun üzerine kılıcını kınına soktun mu?" diye sordu.
    Hz. Üsâme, "Hayır," dedi, "vallahi, boyun damarını kesmedikçe vazgeçmedim."
    Mücahidler hep birden, "Vallahi," dediler, "sen, emredilmeyen kötü bir iş yaptın; 'Lâ ilâhe illallah' diyen bir adamı öldürdün."
    Hz. Üsâme, yaptığına son derece üzüldü.
    Galib bin Abdullah bundan sonra emrindeki mücahidlerle Medine'ye döndü.
    Medine'ye gelince, Hz. Usâme hadiseyi Peygamber Efendimize anlattı. Resûl-i Kibriyâ hiddetle, "Ey Üsâme! Demek sen 'Lâ ilâhe illallah' demiş olan bir adamı öldürdün ha!" buyurdu.
    Hz. Üsâme mazeret beyan etti:
    "Yâ Resûlallah! O, ancak silahtan korktuğu için 'Lâ ilâhe illallah' demiştir."
    Resûl-i Ekrem Efendimiz bu mazeret karşısında daha da hiddetlendi ve şöyle buyurdu:
    "Bari, adamın kalbini de yarsaydın, bu sözü gerçekten mi, yoksa yalandan mı söylediğini öğrenseydin ya!" buyurdu.457
    Hz. Resûlullahın çok sevdiği ve çoğu zaman terkisinde taşıdığı Hz. Usâme der ki: "Resûlullah Aleyhisselâm, bu sözü bana o kadar tekrarlayıp durdu ki, keşke o gün yeni Müslüman olmuş ve adamı da ben öldürmemiş olsaydım, diye içimden temenni ettim."458
    Burada şuna işaret etmek lâzımdır ki, Hz. Üsâme'nin bu sözü hakikat değil, o anda duyduğu ızdırabın mübalağa ile ifadesidir. Hz. Üsâme bu adamın kelime-i tevhidi getirmesine ehemmiyet vermeyip öldürürken, "Fakat azabımızı görünce îmân etmiş olmaları kendilerine bir fayda vermedi..."459 meâlindeki âyetin zahiri ile istidlal etmiş olacaktır. Bu sebepledir ki, Peygamber Efendimiz sadece onu azarlamakla yetinip, diyetle emretmedi.
    "Size İslâm selâmı veren kimseye, dünya hayatının gelip geçici nimet ve ganimetini arzu ederek, 'Sen mü'min değilsin' demeyin"460 meâlindeki âyet-i kerime de bu hâdise üzerine nâzil olmuştu.461





    453. Tabakât, 2:66.
    454. A.g.e., 2:119.
    455. Tabakât, 2:126.
    456. Tabakât, 2:126; İnsanü'l-Uyûn, 3:197.
    457. Sîre, 4:271; Müslim, 1:96.
    458. Sîre, 4:271; Müslim, 1:96.
    459. Mü'min Sûresi, 85.
    460. Nisa Sûresi, 94.
    461. Zebidî, Tecrid-i Sarih Terc: Kâmil Miras, 10:293.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

Sayfa 1/3 123 SonSon

Benzer Konular

  1. Siyer-i Nebi (s.a.v) Medine Devri.
    By MaHiR 01 in forum Hz. Muhammed (S.A.V.)
    Cevaplar: 67
    Son Mesaj: 05.10.10, 17:04
  2. Siyer-i Nebi (s.a.v)
    By MaHiR 01 in forum Hz. Muhammed (S.A.V.)
    Cevaplar: 53
    Son Mesaj: 05.10.10, 06:00
  3. Islâm davasının tarihi; siyer-i nebi
    By Reyhani in forum Efendimizin Hayatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 07.04.10, 20:05
  4. SavaŞ
    By Zümrüt in forum Kur'an Fihristi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 05.06.09, 14:58

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •