Sayfa 4/6 İlkİlk ... 23456 SonSon
54 sonuçtan 31 ile 40 arası

Konu: Siyer-i Nebi (s.a.v)

  1. #31
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v)

    PEYGAMBERİMİZ'E GAİBDEN SES GELMEYE BAŞLIYOR



    Kâinatın Efendisi otuz sekiz yaşına girince gaibden bazı sesler duymaya ve bazı taraflarda bir takım ışıklar görmeye başladı. Bazen de kendilerine gaibden "Yâ Muhammed!" diye nidâ ediliyordu.
    Fakat, Efendimiz bu garip seslerin ve parlayıp geçen ışıkların ne demek istediklerine henüz o sırada tam mânâsıyla vâkıf değildi. Bununla beraber, bu hâdiselerin mânâsız ve boşu boşuna cereyân etmediklerini biliyordu ve günlerini onları düşünmekle geçiriyordu.
    Zaman zaman da sadece muhtereme zevcesi Hatice-i Kübrâya bu sırları anlatır ve konuşurlardı. O anda yeryüzünde maddî hayatta tek teselli kaynağı Hazret-i Hatice Validemiz de Resûl-i Ekrem Efendimizi bir siyânet meleği gibi koruyor, konuşmaları ve sohbetleriyle onu teselliye çalışıyordu.
    Kâinatın Efendisinin bu hali tam bir sene devam etti.
    Sadık Rüyâlar
    Kâinatın Efendisi otuz dokuz yaşında iken "Sadık Rü'yâlar" devri başladı. Gündüzün meydana gelecek hâdiseler kendilerine geceden, uyku ile uyanıklık arasında bir hâl içinde gösteriliyor ve bildiriliyordu. Öyle ki; geceden gördüğü rü'yâlar, o gecenin sabahında şafak aydınlığı gibi berrak ve apaçık ortaya çıkıyordu.149
    Peygamber Efendimizi, vahy almaya bir nevi hazırlama maksadına bemnî olan bu durum altı ay devam etti.
    Yalnızlık Araması
    Kâinatın Efendisinin mübârek ruhu, bu altı aylık devreden sonra artık tamamiyle yalnızlık arıyordu. Cem'iyetten uzak durmak, düşünceleriyle başbaşa kalmak en büyük arzusuydu... Çünkü ruhu, içinde bulunduğu cemiyetin ahlâksızlığından, zulüm ve zulmetinden sıkılıyordu.
    Ona âdeta yalnızlık sevdirilmişti. Öyle ki, her şeyinden vazgeçebilir, fakat insanlardan uzak, kâinatla ve kendi tefekkür âlemiyle başbaşa kalmaktan asla vazgeçemezdi.
    Bu sebeple, Onun Mekke içinde pek durmadığı ve hep insanlardan uzak ıssız yerleri seçtiği, buralarda hususî tefekküre daldığı görülüyordu.
    Ve bu yalnızlık sırasında, âdeta dağdan, taştan, yerden gökten, kâinatın niçin yaratıldığını, insanların bu dünyaya niçin gönderildiklerini, gaye ve maksatlarının neler olduğunu soruyordu. Ne var ki, bu suâllerine, ne Hirâ'nın kayaları, ne uçsuz bucaksız çöller, ne gündüz âleminin lambası güneş, ne gece âleminin kandili ay, ne pırıl pırıl parlayan yıldızlar ve ne de gelip geçen bulutların hiç biri cevap veremiyordu. Ve o, bu suallerine cevap bulamayışın hayreti içinde gün ve gecelerini geçiriyordu.
    Evet, Fahr-i Kâinatın mübârek ruhu, zahiren yalnızlık istiyordu. Hakikatta ise, Kâinatın yaratıcısı Cenâb-ı Hakka muhatab olmak arzusunu ruhunun derinliklerinde taşıyordu. Yalnızlık içinde sonsuz varlığa kavuşmak arzusuydu bu.
    Bu hâl, az veya çok, hemen hemen bütün Peygamberlerin vahiy almadan az önceki hayatlarında görülmüştür. Hz. Musâ, peygamberliğinden önce kırk gün kadar Tur Dağında dünyadan uzak, oruç tutmakla vakit geçirmiştir. Yine Hz. İsâ, sâkin bir ormanda kırk gün kadar her şeyden uzak ibadetle meşgul olmuştur.150
    Kâinatın Efendisi Hira'da
    Sene milâdi 610.
    Kâinatın Efendisi kırk yaşında.
    Yıllardan beri devam edip gelen bir âdetleri vardı: Her senenin Ramazan ayını Hirâ Dağının tepesindeki mağarada tefekkür, ibâdet ve duâ ile geçirirdi.151
    Burası sesiz ve sâkindi. Tefekkürüyle başbaşa kalması için en müsâit yerdi. Cemiyetin bozuk havasından sıkılan mübârek ruhları burada âdeta teneffüs ediyor ve huzur buluyordu.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hirâ mağarasında rastgele değil, ceddi Hazret-i İbrâhim'in Hanîf dini üzere ibâdet ve tâatta bulunuyordu.152
    Ömr-ü Saadetlerinin bu kırkıncı senesinin Ramazan ayını da aynı şekilde Hirâ'da ibadet ve tâatla geçirecekti. Hanımı Hatice-i Kübrâ'nın hazırladığı azığıyla Hirâ Dağına doğru ilerliyordu.
    Kâinat, o anda âdeta Efendisinin attığı her adımı hürmetle takib ediyor ve derin bir sükûnete gömülü duruyordu. Fakat, bu sükût ve sükûnet mânâsız değildi. İbret ve hikmetle doluydu.
    Kâinatın bu mânâlı sükûtuna, Peygamberimiz de derin düşüncesiyle katılıyordu ve âdeta bir ahenk meydana getiriyorlardı. Sanki kâinat onun muazzam ruhuna derinden derine fısıldıyordu: "Sebeb-i vücûdum sensin. Mânâmı da en güzel izah edecek sensin. Hikmetle, ibretle dolu olduğumu bildirecek sensin. Onun için sana minnettarım. Sana hürmetkârım..."
    Kâinatın Efendisi, artık sesiz, sâkin ve İlâhi tecelli mazhariyetine erecek Hirâ Dağının tepesindeki mağaradaydı. Burada ibadetiyle, tâatıyla, duâ ve tefekkürüyle meşguldü.
    149. Buharî, Sahih, 1/6; Müslim, Sahih, 1/97; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, 2/153
    150. Seyyid Süleyman Nedvî, Asr-ı Saadet, Terc: Ali Genceli, 1:44-45
    151. İbni Hişâm, Sîre, 1/252
    152. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, s. 260
    Şu kâinatın sahip ve mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gâyeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir; elbette bilen konuşur.Madem konuşacak; elbette zişuur ve zifikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem insan nev'i ile konuşacak; elbette insanlar içinde kâbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak.
    Madem en mükemmel ve istidâdı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve neb-i beşere muktedâ olacak onlarla konuşacaktır; elbette dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en alî ahlâkta ve nev-i beşerin humsu [beşte biri] ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbâl onun getirdiği nurun ziyâsıyla bin üç yüz sene [şimdi bin dört yüz sene] ışıklanmış ve beşerin nurânî kısmı ve ehl-i imân mütemâdiyen günde beş defa onunla tecdid-i bîat dip, ona duâ-i rahmet ve saadet edip, ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş ve resûl yapacak ve yapmış ve sâir nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.
    Bediüzzaman Said Nursi
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  2. #32
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v)

    KUSS BİN SAİD'E, EFENDİMİZİN PEYGAMBERLİĞİNİ HABER VERİYOR




    Kainatın Efendisine peygamberlik vazifesinin verilmesinden birkaç yıl önceydi.
    Arabın Cahiliyye Devrinde iki meşhur panayırından biri olan Hicaz'daki "Suk-ı Ukaz", renk renk yüzlerce insanla dolup taşmıştı. İçlerinde pek çok Arap beliğleri de vardı. Bu sırada kızıl tüylü bir deve üstünde yüz yaşını aşmış bir pir-i fani peydahlandı. Gözleri çukura kaçmış, yaşlılıktan iki büklüm olmuş, fakat ruhu aydınlık bu süvari, İyad kabilesinin büyüğü Kuss b. Saide idi. Cenab-ı Hakkın varlık ve birliğine, haşir ve neşre inanan Kuss, Arapların şairi, hatibi ve hakimi idi. Fesahatı ile dillere destan olmuş bu zat, dikkat kesilmiş ve derin sükuta dalmış yüzlerce insana beligane şöyle hitap ediyordu:
    "Ey insanlar!
    Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz!
    İbret alınız!
    Yaşayan ölür, ölen fena bulur. Olacak neyse olur.
    Yağmur yağar, otlar biter; çocuklar doğar, annelerinin ve babalarının yerini alır. Derken hepsi ölüp gider.
    Hâdiselerin ardı arası kesilmez. Hepsi birbirini kovalar.
    Kulak tutunuz, dikkat kesiliniz; gökte haber, yerde ibret alınacak şeyler var.
    Yeryüzü bir büyük divan, gökyüzü bir yüksek tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez.
    Acaba vardıkları yerden hoşnud olup da mı kalıyorlar?
    Yoksa orada kalıp da uykuya mı dalıyorlar?
    Yemin ederim, yemin ederim ki, Allah'ın indinde bir din vardır ki, şimdi içinde bulunduğunuz dinden daha sevgilidir.
    Ve Allah'ın gelecek bir peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakındır. Gölgesi başınızın üstüne geldi.
    Ne mutlu o kimseye ki, ona iman eder; O da kendisine hidayet eyleye!
    Yazıklar olsun Ona isyan ve muhalefet edecek bedbahta!
    Yazıklar olsun O'na isyan ve muhalefet edecek bedbahta!
    Ey İnsanlar!
    Hani ya babalar, dedeler, atalar?
    Nerede soy sop?
    Hani o süslü saraylar ve mermer binâlar yükselten Ad ve Semûd kavimleri?
    Hani ya, dünya varlığından gururlanıp da kavmine, 'Ben sizin en büyük Rabbiniz değil miyim?' diyen Firavun'la Nemrud?"
    Onlar, zenginlikçe, kuvvet ve kudretçe sizden çok daha üstün idiler. Ne oldular?
    Bu yer onları, değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini, yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor?
    Sakın, onlar gibi gaflete düşmeyin! Onların yolundan gitmeyin!
    Herşey fanidir. Baki olan ancak Allah'dır. Ki O, birdir, şerîki ve nazîri yoktur. İbadet edilecek ancak O'dur, doğmamış ve doğurmamıştır.
    Evvel gelip geçenlerde, bize ibret alacak şey çoktur.
    Ölüm bir ırmaktır. Girecek yerleri çok, ama, çıkacak yeri yoktur.
    Büyük, küçük hep göçüp gidiyor.
    Giden geri gelmiyor.
    Kat'i bildim ki, herkese olan, size ve bana da olacaktır."146
    Gariptir ki, bu muazzam hitabesini verip, Hâtemü'l-Enbiyânın pek yakında geleceğini haber veren Kuss bin Sâide, o anda kendisini dikkatle dinleyenler arasında geleceğinden söz ettiği zâtın bulunduğundan habersiz idi.
    Cahiliyye Devrinde Cenâb-ı Hakkın kalblerine hidâyet ihsan ettiği bahtiyarlardan biri olan Kuss bin Sâide'nin bu hitabesinden az zaman sonra Kâinatın Efendisine nübüvvet ve risâlet geldi.
    Fakat, Kuss, bu sırada hayata gözlerini yummuştu. Haliyle, pek yakında geleceğini müjdelediği Efendimizle görüşmek kendisine nasip olmadı.
    Aradan yıllar geçti.
    Benî İyad'ın müvahhid ve Hz. İsâ'nın dinine mensup bulunan büyüğü Carud bin Alâ adındaki zât, kavminin ileri gelenleriyle birlikte vasıflarını öğrenmek üzere Resûlullah Efendimizin huzuruna vardı. Peygamber Efendimize ne ile gönderildiğini sorup öğrendikten sonra,
    "Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, senin vasfını İncil'de buldum. Seni, Meryem'in oğlu müjdeledi. Sana devamlı selâm olsun ve seni gönderen Allah'a da hamdolsun. Elini uzat. Ben şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur ve sen Allah'ın Resûlüsün" diyerek Müslüman oldu. Onu takiben de diğer arkadaşları İslâmiyete girdiler.147
    Bu durumdan fazlasıyla memnun olan Fahr-i Kâinat Efendimiz sordu:
    "İçinizde Kuss bin Saide'yi bilen var mı?"
    Carud,
    "Elbette yâ Resûlallah," dedi,
    "hepimiz onu biliriz. Hususan ben, hep onun yolunda gidenlerdenim."
    Bunun üzerine Resûl-i Zişân Efendimiz şöyle buyurdular:
    "Kuss bin Sâide'nin bir zamanlar "Suk-u Ukaz" da bir deve üzerinde, 'Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak neyse olur' diye okuduğu hutbesi hiç hatırımdan çıkmaz. O, bir hayli söz daha söylemişti. Zannetmem ki, hepsi hatırımda kalmış olsun."
    Mecliste hazır bulunan Hz. Ebû Bekir (r.a.) atılarak,
    "Yâ Resûlallah," dedi, "ben de o gün Sûk-u Ukaz'da hazırdım. Kuss bin Sâide'nin söylediği sözler hep hatırımdadır. Müsaade buyurursanız okuyayım."
    Sonra da mezkur hutbeyi başından sonuna kadar huzur-u Risâlette okudu.
    Bunun üzerine heyetten de bir kişi ayağa kalktı ve Kuss'un şiirlerinden bir kaçını daha okudu. Bu şiirlerinde de o, Harem-i Şerifte Hâşimoğullarından Muhammed'in (a.s.m.) peygamber gönderileceğini açıkça zikir ve beyan etmişti.
    Bütün bunlardan sonra Resûlullah Efendimiz de, Cahiliyye Devrinde hidâyet yolunu bulmuş bu bahtiyar için şöyle buyurdu:
    "Ümit ederim ki, Cenâb-ı Hak, Kıyâmet gününde Kuss bin Sâide'yi ayrı bir ümmet olarak haşreder." 148




    146. Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, 1/62
    147. İbn-i Hişan, Sîre, 4/221; İbn-i Sa'd, Tabakât, 5/560; Taberî, Tarih, 3/161
    148. Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, 1/62
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  3. #33
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v)

    ARABİSTAN'IN DURUMU




    Dünya haritası üzerinde siyasî, coğrafî ve ticarî açıdan mühim bir yer işgal eden Arabistan'ın da, diğer dünya ülkelerinden farklı bir tarafı kalmamıştı. Orada da - lisan ve edebiyat istisna edilirse - her şey çığırından çıkmış, bütün müesseseler bozulmuştu.
    Dinî durum
    İnanç yönünden Arabistan, kelimenin tam mânâsıyla anarşi içinde kıvranıyordu. Garip itikatlar burada da kol geziyordu.
    Bir kısmı tamamen inkârcı idiler. Dünya hayatından başka hiç bir şeyi kabul etmiyorlar,
    "Bizim için dünya hayatından başka bir hayat yoktur yaşarız ve ölürüz. Bizi öldüren zamandan başka birşey değildir" 125 diyerek, güyâ keyiflerince hayat sürüyorlardı.
    Resûl-i Ekrem Efendimize vahiy gelmeye başlayınca, Kur'ân-ı Kerim'inde Cenâb-ı Hak, bu inancı taşıyanlara şöyle hitap edecektir:
    "De ki: Size hayat veren Allah'tır. Sonra O sizi öldürür, sonra da geleceğinde şüphe olmayan kıyâmet gününde hepinizi toplar. Lâkin insanların çoğu bunu bilmez." 126 Yine o zaman Arapların bir kısmı Allah'a ve âhiret gününe inanıyor, ancak insandan bir peygamberin olacağını kabul etmiyorlardı.
    Kur'ân, şu âyetiyle bu inaç sahiplerinin hallerini anlatıyor:
    "Kendilerine hidâyet geldiği zaman insanları îmân etmekten alıkoyan, 'Allah, göndere göndere bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi?' demelerinden başka birşey olmamıştır." 127
    Peygamberin insan nev'inden gelmiş olmasını akıllarına sığdıramayıp, bir meleğin bu vazife ile gönderilimesini arzu eden bu gürüha, yine Kur'ân şu âyetiyle cevap vererek isteklerinin ne kadar mantıksız olduğunu ilân ediyordu:
    "De ki: Eğer yeryüzünün sâkinleri olarak orada melekler dolaşsaydı, elbette onlara peygamber olarak gökten bir melek gönderirdik. " 128
    Diğer bir kısmı ise, Allah'ın varlığını kabul edip inanıyor, ancak, âhiret hayatını, öldükten sonra dirilme gerçeğini, oradaki ceza ve mükâfatı kabul etmiyordu.
    Kur'ân-ı Kerim, bu gruba da şu âyetiyle işâret ediyor:
    "Kendi yaratılışını unutup, Bize misal getirmeye kalktı: 'Çürümüş kemikleri kim diriltecek?' diye." 129
    Ve bu haddini bilmezlere şöyle cevap veriyordu:
    "De ki: Onu ilk önce kim yaratmışsa, tekrar o diriltecek. O herşeyin yaratılışını hakkıyla bilendir." 130
    Bir kısmı ise puta tapıyordu. Bunlar çoğunluğu teşkil etmekteydi. Hem taştan, tahtadan, hattâ zaman zaman helvadan yaptıkları putlara tapıyor, hem de şöyle diyorlardı:
    "Bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye onlara tapıyoruz..." 131
    Evet, Arapların ekserisi taştan, tahtadan, zaman zaman sefere çıkarken de helvadan yaptıkları putlara tapıyor, onlardan meded ve yardım umacak kadar zavallı bir vaziyete düşmüş bulunuyorlardı. Yeryüzünün ilk Tevhid evi Beytullahı, bu inançlarının eseri olarak, 360 adet putla doldurmuşlardı.
    İslâm şerefiyle şereflendikten sonra dünyaya adaletiyle ün salan Hz. Ömer (r.a.), Cahiliyye Devrinde putlara tapma hususunda başından geçmiş bir hâdiseyi şöyle anlatır:
    "Cahiliyye Devrinde yaptığımız iki iş vardı ki, onları hatırladıkça birine ağlar, diğerine ise gülerim.
    Beni ağlatan hâdise şu idi:
    Kız evlatlarımızı diri diri toprağa gömerdik. O masum ve şefkata muhtaç çaresizlere bu hareketi nasıl reva görürdük, bilmem. Bunu hatırladıkça kalbim parçalanır ve ağlamaktan kendimi alamam.
    Beni güldüren hadiseye gelince:
    Cahiliyye Devrinde evlerimizde putlar vardı. Bir yolculuğa çıktığımız zaman, o putların bir suretini undan veya helvadan yapar, yolculuk esnasında onlara tapar ve hürmet gösterirdik. Yol uzayıp acıktığımızda ise, az evvel hürmet ettiğimiz, taptığımız helvadan putumuzu alır yerdik. Bundan daha gülünç bir hadise var mı?
    Bunu hatırladıkça da Cahiliyye zamanında ne kadar akıl dışı işler yaptığımızı anlar ve gülerim."
    Bütün bunlar yanında, Arabistan'da Hz. İbrahim'in Tevhid dininin izlerine de rastlanıyordu. Gaflete ve aradan uzun zaman geçmesine rağmen silinmeyen bu dini izlerle amel edenlere, Hz. İbrahim'e nisbetle "Hanifler" denilirdi. Zira, Kur'ân-ı Kerim'de "Hanif" tabiri Hz. İbrahim için kullanılır:
    "İbrahim (a.s.) ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan. O, Hanif Müslüman idi." 132
    Hanifler diye anılan bu insanlar, putlara nefret besler ve Allah'ın varlık ve birliğine inanırlardı. Nitekim putlardan birinin şerefine kurulan bir panayırda Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd bin Amr adındaki şahıslar, haddi zatında cansız, dilsiz, sağır, zarar veya menfaat vermekten mahrum bir takım putlara secde edip hürmet göstermeyi zillet saymışlar ve bunu açıkça ilan etmişlerdi.133
    Yine akıl ve fikirlerini çalıştırarak bir takım cansız putlara tapmanın manasızlığını idrak edip bu batıl îtikada karşı mücadele verenler de vardı. Taif halkının reisi ve Arabın meşhur şairlerinden Ümeyye bin Ebi Salt, bunlardan biri idi. Bu zat, Cahiliyye Devrinde mukaddes kitapları okumuş, putperestliği terk ederek Hz. İbrahim'in dinine girmişti.
    "Bismike Allahümme" tabirini ilk defa bu şair bulmuştu. Sonra bu tabir Arapların hoşuna gitmiş ve kitaplarının evveline de yazmaya başlamışlardır.
    Şiirlerinde bir peygamberin lüzumundan bahseder, insanlık için nübüvvetin kati bir ihtiyaç olduğunu beyan ederdi. Araplardan bir peygamberin zuhur edeceğini geçmiş mukaddes kitaplardan öğrendiği için, o makamı kendisi arzu ediyordu. Buna binaendir ki, Efendimize risalet vazifesi verilince, hased ve kıskançlığının esiri oldu ve onu tasdik etmedi. Hatta Bedir Muharebesinde öldürülen müşrikler için mersiyeler söyledi.134
    Hicretin ikinci senesinde îmân etmeden ölen Ümeyye hakkında Hazret-i Resul-ü Ekremden birkaç hadis de rivâyet olunmuştur. Efendimiz birgün terkisinde Şerid bin Süveyd ile gidiyordu. Sahabîye,
    "Ümeyye'nin şiirlerinden birşey biliyor musun?" diye sordu.
    "Evet, biliyorum," cevabında bulunan sahabî, arkasından da Ümeyye'nin şiirinden beyitler okudu. Okunanları çok beğenen Efendimiz, Şerid'den (r.a.) biraz daha okumasını istedi. Sahabî kasideyi okuyup bitirdi. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem şöyle buyurdular:
    "Ümeyye Müslüman olmaya yaklaşmıştır."135
    Bir diğer rivayete göre ise, "Ümeyye'nin şiiri îmân etmiş, fakat kendisi dalalette kalmıştır."136 buyurdular.
    Bu meyanda adından bahsedeceğimiz bir başkası da şüphesiz meşhur Arap hatiplerinden Kuss bin Saide'dir. Efendimizin peygamberliğinden haber veren bu zatın hutbesinden ilerde bahsedeceğiz.
    Putlar
    Mekke'ye ilk defa put getirmenin de bir hikayesi var:Amr bin Luhay şehire ilk defa putu getirip, halkı putlara tapmaya teşvik eden adamdır.
    Amr, Şam'a gittiği bir sırada, Maab denilen yere de uğrar ve burada Hz. Nuh'un sülalesinden bir kabilenin putlara taptığını görür. Bunların ne işe yaradığını, niçin kendilerine taptıklarını sorunca da:
    "Bunlardan yardım isteriz, yardım ediliriz, yağmur isteriz, yağmura kavuşuruz" cevabını alır.
    Bunun üzerine Amr, Mekke'ye götürmek için bir put ister. İsteğini kabul ederler ve kendisine Hübel adını taşıyan putu verirler.
    Amr, Hübel'i Mekke'ye getirir ve diker. Halkı bu puta tapmaya teşvik eder. Cahil halk bu teşvike kapılarak Hübel'e tapmaya başlar.
    İşte Mekke'ye ilk defa put getirme ve burada puta tapma hikayesi böylece başlamış oldu.
    Her Kabilenin Ayrı Putu Vardı
    Bundan sonra putperestlik Mekke'de yayılmaya başladı. Her kabilenin de kendisine ait putları vardı.
    Kureyş, en büyük put olarak Uzza'yı kabul eder ve ona hürmet ederdi.
    Evs ve Hazreç kabilelerinin taptığı put, Menat adını taşıyordu. Bu put Mekke ile Medine arasında Müşellel denilen yerde bulunuyordu. Sonraları bu iki kabile Menat'tan başka, Lat ve Uzza putlarına da tapmaya başlamışlardı.
    Kelb kabilesinin putu Ved idi ve Dumetü'1-Cendel denilen mevkide bulunuyordu.
    Huzeyl kabilesi, Suva' putuna tapardı. Bu put Gatafan mevkiinde idi.
    Hemdan kabilesinin bir kolu olan Hayvan boyu Yauk putuna ta'zim ederdi. Bu put, Hemdan civarında bulunuyordu.
    Tayy ve Mezhiç kabilelerinin putu Yağus idi.
    Himyerilerinki ise Nesr idi.
    Bekroğulları ve Kinane kabilelerinin putu ise, Sa'd idi.
    İşte, yukarıda saydığımız kabileler, adlarını verdiğimiz bu putlara tapar, onlardan yardım diler, yağmur ister, zafer taleb ederlerdi. İtikadlarınca cansız, ruhsuz, taştan veya ağaçtan olan bu cisimler, isteklerini yerine getirme güç ve kuvvetinin sahibi bulunuyorlardı.
    Halbuki, her aklı başında insan bilir ve kabul eder ki, cansız, ruhsuz cisimlerden insana ne zarar gelir ne de fayda... Onlarda insana yardım edecek ne güç vardır ne de kuvvet...
    Ne var ki, o zamanın Arapları bu gerçeği düşünemeyecek kadar muhakemeden mahrum bulunuyorlardı.
    İşte, Allah Resûlü Hazret-i Muhammed (a.s.m.), inanç yönünden böylesine cehalet ve dalalet içinde kıvranan bu insanları ilim ve hidayet nuru ile kurtarmaya geliyordu. Onlara nur ve huzur vermek vazifesini yüklenecekti.
    Ahlakî Durum
    Cahiliyye Devrinde Arabistan ahlakî cihetten de tam bir sefalet içinde idi. Cemiyete hakim olan, süfli arzu ve emellerdi... İçki, kumar, zina, yalan, hırsızlık, zulüm, hülasa ahlaksızlık namına ne varsa yarımadanın dört bir yanında hüküm sürüyordu.
    Zulüm, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız bir kırbaçtı. Kuvvetli olan, aynı zamanda haklıydı. Kuvvetli olan, zaif ve güçsüzlere istediğini zorla yaptırabiliyordu. İnsana ve onun hayatına bir sinek kadar bile önem verilmiyordu. Yapılan baskınlarla yakalanan insanlar işkenceler altında inim inim inletilerek öldürülüyorlar veya pazarlarda basit bir mal gibi köle olarak satışa çıkarılıyorlardı.
    Kadın, elde basit bir meta, alınır satılır adi bir mal telakki ediliyordu. Genç cariyeler, fuhşa teşvik edilerek, hatta zorlanarak, sırtlarından para kazanma yoluna gidiliyordu. Kur'an, insan haysiyetine yakışmayan bu hareketten bahsediyor ve onları insan hayatına hürmeti katleden bu çirkin adetten nehyediyordu:
    "Evlenmeye imkân bulamayanlar da, Allah onları lûtfuyla zenginleştirinceye kadar iffetlerini korusunlar. Kölelerinizden bir bedel karşılığında hürriyetlerine kavuşmak isteyenlerle, eğer onlarda bir hayır görüyorsanız, anlaşma yapın. Allah'ın size ihsan ettiği maldan onlara da verin. İffetli kalmak isteyen câriyelerinizi de, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek fuhşa zorlamayın. Kim onları fuhşa zorlarsa vebâli kendisinedir; zorlananlar için ise, muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." 137
    Bir kadın, birkaç erkekle birden müşterek hayat yaşayabiliyordu. Böyle bir kadın, evinin damına diktiği bir işaretle, kendisini halka ilan ediyordu.
    Üvey anne, babanın terekesi arasında ev eşyasıymış gibi oğula miras olarak intikal ediyordu.
    Kız Çocuğunu Diri Diri Gömme Âdeti
    Çöl araplarının bir kısmı kız çocuklarının dünyaya gelmesini bir felaket, bir yüz karası sayarlardı. Bu sebeple doğan çocuk kız olunca, bazen kimsenin görmesine bile fırsat verilmeden gaddar babaları tarafından diri diri toprağa gömülüyor veya kuyulara atılıyorlardı.
    Bu gaddarca hareketlerine sebep olarak bazı hayali gerekçeleri gösteriyorlardı.
    Diyorlardı ki: "Bunlar bir gün gelip şerefimizi lekeleyecekler veya sefalete düşeceklerdir. Ayrıca maişet cihetiyle de bize yük olacaklar ve rızıklarını temin edemeyeceğiz."
    Bâzan da anneler, doğum yaklaşınca çukur kazdırırlardı. Dünyaya gözlerini açan yavru kız ise, hemen çukura atılır, üzeri topraklarla örtülürdü.
    Babalar öldürmeyi kararlaştırdıkları kızlarını, altı yaşına gelince güzel elbiseler giydirerek, sanki akraba ziyaretine gidiyorlarmış gibi çöle götürürlerdi. Zavallı çocuk, orada daha önce kendisi için hazırlanmış mezara bırakılır, üzerine de toprak atılarak diri diri gömülürdü.
    Gömmek istemedikleri kız çocuklarına ise, kalın yün kumaştan bir cübbe giydirir, onlara deve veya koyun çobanlığı yaptırarak cemiyetten tecrid etme yoluna giderlerdi.
    Kur'ân-ı Kerim, çöl Araplarının bu çirkin ve vahşet saçan adetlerini şu ayetiyle bize haber verir:
    "Halbuki, onlardan biri kız çocukla müjdelendiği zaman, öfkeden yüzü simsiyah kesiliverir."Müjdelendiği şeyin utancıyla kavminden gizlenir. Onu sağ bırakıp zilletine mi katlansın, yoksa toprağa mı gömsün? Bakın, ne kötü birşeydir o hükmettikleri!" 138
    Cahiliyye zamanında bu çirkin adete tevessül etmiş biri, bilahere İslamiyetle müşerref olduktan sonra gözyaşları arasında Resulüllaha bu durumunu şöyle anlatmıştı:
    "Ya Resulallah, biz, Cahiliyye Devrini de yaşamış insanlarız. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim de bir kızım vardı. Çağırdığım zaman yanıma sevinçli sevinçli gelirdi.
    Birgün yine onu çağırmıştım. Koşarak geldi, arkama düştü. Kendisini evimizden pek uzak olmayan bir kuyumuza götürdüm. Elinden tutup kuyuya atıverdim.
    Onun, bana son sözleri şu oldu:
    "Babacığım! Babacığım!"
    Kainatın Efendisi tasvir edilen vahşetengiz manzara karşısında kendisini tutamamış ve ağlamıştı. Öyle ki, mübarek gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Sonra da şöyle buyurdular:
    "Şüphesiz Allah yeniden yapmadıkça cahiliyye icabı olarak yaptıklarınızı orada bırakır, İslamiyet devrine geçirmez."139
    İşte, o zamanlar, şefkat ve merhamet denilen yüce hasletler, ruh, kalb ve vicdanlardan böylesine sökülüp atılmıştı. Zaten, Kainat Sultanına gerçek îmânın bulunmadığı bir kalbde, Sultandan korkunun bulunmadığı bir vicdanda, şefkat, merhamet ve faziletin yeri olamaz ki!
    Siyasî Nizam
    Cahiliyye Devrinde Arabistan, siyasi bir nizam ve içtimai bir düzenden de mahrum bulunuyordu. Ahalinin ekserisi göçebe hayatı yaşıyordu. Kabilelere bölünmüşlerdi. Kabile, içtimai düzenlerini kendi aralarında temin eden bir toplumdur. Bu göçebeler, devamlı surette birbirleriyle çekişme halinde idiler. Her an başkasına saldırmaya, gayrın malını talan etmeye, namusunu lekelemeye hazır bir hayat tarzı içinde bulunuyorlardı. Baskın ve yağmacılığı, adeta kendileri için bir geçim vasıtası kabul etmişlerdi. Kendilerine düşman olan kabileye baskınlar düzenler, develerini sürüp götürürler, kadın ve çocuklarını esir alırlardı.
    Aralarında düşmanlık eksik olmazdı. Bir kabilenin diğerine yaptığı kötülükleri, karşı kabile de aynıyla yapmaya uğraşırdı.
    Harb, baskın, çarpışma ruh ve hayatlarına öylesine işlemişti ki, başka kabileler arasında üzerlerine saldıracak kabileler bulamazlarsa, birbirleriyle savaşırlardı. Şair Kutami bu hususu,
    "Kardeşlerimizden olan Bekr'lerden başkasını bulamazsak, onlara saldırırız" beyitiyle anlatmak ister.140
    Öteden beri kabileler ve aşiretler halinde yaşıyorlardı. Merkezi bir hükümet etrafında toplanmayı düşünmemişlerdi. Bu sebeple Yarımada, medeni ve sosyal kanunlardan mahrum bulunuyordu. Bu yüzden de karşılıklı zulümler eksik olmuyor, çarpışmalar, vuruşmalar devam edip gidiyordu. İsteyen istediğini gücü yettiği takdirde yapabiliyordu. Güçlü ve itibarlının yaptıkları daima yanına kar kalırdı. 141
    Edebî Durum
    Bütün bunlar yanında, inkarı mümkün olmayan bir gerçektir ki, İslamiyetin zuhuru sırasında Araplar; edebiyat, belagat ve fesahat konularında tekamülün zirvesinde bulunuyorlardı. Bu hususta kendileriyle boy ölçüşecek yeryüzünde hiç bir millet mevcut değildi.
    Şair ve şiir onlar için her şeydi. Çünkü şiir, atalarının cemiyet hayatını, adet ve inançlarını aksettiren tek güvenilir ayna idi.
    Cemiyette şairler, büyük değer sahibi idiler ve büyük hürmet görürlerdi. Öyle ki, kabilelerinden güçlü bir kahraman yerine, bir şairin çıkmasını her zaman tercih ederlerdi. Zira, yegane gayeleri olan şöhreti, en güzel şekilde yayabilecek olan ancak şairdi. Yılandan korkar gibi, şairlerin hicivlerinden çekinir ve korkarlardı.
    Şairler, onlarca birer kahraman kabul ediliyordu. Öyle ki, bir şairin, bir tek sözü üzerine kabileler birbirleriyle kıyasıya çarpışıyorlardı. Yine bir şairin bir tek sözü ile de yıllardan beri birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bir anda barışabiliyorlardı.
    Eski zamanda şiire; "Arab'ın Defteri" deniliyordu. Zira, Arabın ahlak ve adetleri, diyanet ve akideleri ancak şiirle biliniyor ve onunla nesilden nesile intikal edip geliyordu.
    Bu devirde, şiiri besleyen ve teşvik eden bir çok unsurlar vardı. Güçlü bir şair, hem kendisi hem de kabilesi için itibar sağlıyordu.
    Yine muayyen zamanlarda kurulan panayırlar şiirin gelişmesinde büyük rol oynuyordu. Kurulan bu panayırlar bir nevi edebiyat şöleni idi. Panayırlarda, jüri huzurunda şiir ve hitabet müsabakaları düzenlenirdi. Çeşitli yerlerden gelen şairler ve hatipler, burada şiirler okur, hitabelerde bulunurlar, birbirlerine üstün gelmek için bütün güçlerini ortaya koyarlardı. Üstünlük sağlamakla da son derece iftihar ederlerdi.
    Sonunda, jüri tarafından birinci seçilen şiir, keten bez üzerine altın yaldızla yazılarak Kabe duvarına asılırdı.
    Taif'le Nahle arasında bulunan Suk-ı Ukaz, panayırların en büyüğü idi. Çoğunlukla şiir yarışmaları burada tertip edilirdi...
    Panayırlar aynı zamanda bir çeşit fuar mahiyetini de taşıyordu. Bütün kabilelerin bir araya geldiği ticari, içtimai ve siyasi faaliyet sahalarıydı. Zilhicce ayında açılan panayırlar 20 gün devam ederdi. Esirini fidye ile kurtarmak, davasını halletmek, düşmanını bulmak, şiir okumak, konuşma yapmak isteyen herkes bu panayırlara koşardı. "Şiire bu derce önem verilmiş olması, dilin en ince şekilde incelenmesi sonucunu hazırlamıştır." Böylece, İslamın zuhuru sırasında Arabistan'da edebiyat, fesahat ve belâğat zirveye ulaşmıştı. Adeta görünmez bir el, zihinleri ve ruhları, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın insan üstü üslubuna hazırlıyordu.
    Arapların bu mümtaz hususiyeti haiz bulunmaları sebebiyledir ki, Kur'ân-ı Azimüşşan, edebiyat, belegat ve fesahatın zirvesinde nazil oluyordu. Bu fesahat ve belâgatı, i'caz (mucizeliği) ve îcazıyla (vecizliği) Arap edip, şair ve hatiplerini muarazaya davet ediyor ve onlara meydan okuyordu. Fakat onlar, çok geçmeden bu eşsiz kelama benzer getirmenin mümkün olmadığını anladılar ve susmak mecburiyetinde kaldılar.
    Kur'ân'ın üslubu öylesine veciz, öylesine tatlı, öylesine fesih ve beliğ idi ki, bu işi iyi bilen Araplar, hayretlerini gizleyemiyorlardı. Birgün bedevi Arap ediplerinden biri, "Artık emrolunduğun şeyi açıkla ve müşriklerden de yüz çevir," 142 âyetini duyunca, kendisinden geçercesine secdeye kapanmıştı.
    Hadise, müşrikleri çıldırtacak nitelikteydi. Nefret saçan bakışlarla adamın üzerine vardılar ve öfkeyle bağırdılar:
    "Sen de mi Müslüman oldun?"
    "Hayır," diye cevap verdi, bedevi edip.
    "Ben sadece bu ayetin belâgatına secde ettim."143
    İmr'ül-Kays, Muallaka şairlerinden biriydi. Birgün kız kardeşi,
    "Ve denildi ki: 'Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut.' Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve 'Zâlimler gürûhu Allah'ın rahmetinden uzak olsun' denildi" 144 âyetini işitince, doğruca Kâbe'ye vardı ve
    "Artık kimsenin söyleyecek birşeyi kalmadı. Bu belâgat karşısında kardeşimin şiiri de duramaz" diyerek kardeşinin en üstte asılı bulunan kasidesini duvardan indirdi. En meşhur kasidenin kaldırıldığı görülünce, diğer Muallakat da birer birer indirildi.145
    Cahiliyye Devrinin en meşhur ve en eski şiir örnekleri şüphesiz "Muallakat-ı Seb'a" (Yedi askı) şiirleridir. Bu şiirler, dilden dile dolaşmış, asırlar sonrasına kadar varmıştır. Kuvvetli bir görüşe göre bu şiirler, Hammadü'r-Raviye tarafından toplanmıştır.
    Şiirleri Kabe duvarına asılan şairler şunlardır:
    İmrü'l-Kays, Tarafa, Lebid, Zuheyr, Amr b. Gülsüm, Antara (veya Nabiğa), Haris bin Hiliza (veya A'şa).
    İşte, Efendiler Efendisi Hazret-i Muhammed'e, peygamberlik vazifesi verileceği sırada Arabistan'ın dinî, ahlakî, siyasî, içtimaî ve edebi manzarası böyleydi...
    Bu dehşet ve vahşet saçan manzarayı değiştirecek bir zata elbette ihtiyaç vardı. O zat da ezeli Kaderin hükmüyle tesbit edilmişti: Hazret-i Muhammed (a.s.m.).
    O, beraberinde getirdiği Nur ile dünyanın maddi, manevi şeklini değiştirecekti... İnsanların yüzlerini dünyadan ahirete, fani sevgililerden Mahbub-u Baki'ye çevirecek ve bununla insanı maddi, manevi saadate erdirecekti.
    Allah tarafından peygamber olarak vazifelendirilecek olan bu zât, insanların başı boş olmadığını, kainatta atomdan güneş sistemlerine, yıldızlardan galaksilere kadar her şeyin kudsi bir gaye için dönüp dolaştıklarını, kainatın umum heyetiyle ulvi bir maksada hizmet ettiğini bildirip, ilan edecek olan zâttı.
    Bu zât, ahlaksızlık çamurunda boğulmaya yüz tutmuş insanlığı, en güzel ahlakı ders vererek kurtaracak zâttı.
    Bu zât, kainat niçin var edilmiş? İnsanlar nereden gelmişti? Niçin gelmiş ve nereye gidecekler, gibi suallere en güzel cevapları verecek zâttı.
    Bu zât, insanın sahibi Allah'ın, insanlardan neleri istediğini, razı olduğu ve olmadığı şeylerin neler olduğunu gayet açık bir şekilde beyan edecek zâttı.
    Bu zât, yalnız bir kavme, bir millete değil, bütün insanlığa Allah'tan aldığı emirleri bildirecek, ilan edecekti.
    İşte, bütün dünya gibi, Arabistan Yarımadası da böylesine büyük vazifeleri yerine getirecek zâtın ortaya çıkmasını dört gözle bekliyordu.




    125. Câsiye Sûresi, 24
    126. Câsiye Sûresi, 26
    127. İsrâ Sûresi, 94
    128. İsrâ Sûresi, 95
    129. Yâsin Sûresi, 78
    130. Yâsin Sûresi, 79
    131. Zümer Sûresi, 3
    132. Âl-i İmrân Sûresi, 67
    133. İbn-i Hişâm, Sîre, 1/237-238
    134. Bağdadî Muhammed Fehmi, Tarih-i Edebiyyat-ı Arabiyye: 1/19
    135. Zebidî, Tecrid Tercemesi: 10/38-39.
    136. Bağdadî Muhammed Fehmi, Tarih-i Edebiyyat-ı Arabiyye: 1/43
    137. Nûr Sûresi, 33
    138. Nahl Sûresi, 58-59
    139. Darimî, Sünen, 1/34
    140. Ahmed Emin, Fecrü'l-İslâm, Terc: Ahmed Serdaroğlu, s.37.
    141. Ahmed Emin, Fecrü'l-İslâm, Terc: Ahmed Serdaroğlu, s.37-38
    142. Hicr Sûresi, 94
    143. Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, 1/78; Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 350
    144. Hûd Sûresi, 44
    145. Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, 1/79; Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 416
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  4. #34
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v)

    DÜNYANIN VE İNSANLIĞIN DURUMU




    Kâinatın Efendisine, risâlet vazifesi verilmeden önce, insanlığın ve dünyanın ma'nevi çehresini tanımak ve bilmekte fayda vardır. Ancak o zaman Resûlullah'ın insanlığı nasıl dinî, ruhî, fikrî, içtimaî ve siyasî bir karanlık ve sapıklık içinden kısa zamanda çekip çıkardığını anlayabiliriz!
    Milâdi altıncı asır sonları...
    Bu zaman, insanlık âleminin üzerine küfür, dalâlet ve ahlâksızlık kâbusunun olanca kesafetiyle çöktüğü ve onu boğmaya var gücüyle çalıştığı bir asırdır... O gün için dünya üzerinde göze çarpan mühim devletler şunlardır: Bizans, İran, Mısır, Hindistan, İskenderiye, Mezopotamya, Çin, v.s.
    Bütün bu devletlerde :
    A) Doğru Bir İnanç Sistemi Mevcut Değildi.
    İnançsızlığın veya yanlış inancın ruh ve vicdan ıztırabı içinde kıvranan zamanın insanları âdeta çılgına dönmüşler, ne yaptıklarını bilmeyen azgınlar durumuna gelmişlerdi.
    Kâinatta cereyan eden hâdiselere ve yüce Kudretin eseri olan eşyaya tapılmakta idi. Yıldızlara, ateşe, kupkuru, ruhsuz taş ve tahtalara zavallı insanlık "İlâh!" diye secde ediyordu.
    Ruh ve vicdanlar tek Allah'a îmândan mahrum karanlıklara gömülü bulunduklarından, "Herşey İlâhî kudretin eseridir" denilmiyor ve dolayısıyla devrin insanları tarafından, kâinat; mânâsız, abes ve gayesiz mütalaa ediliyordu! Îmân, irfan ve basiretten mahrum bu zavallılar, bir harfin, bir kelimenin, bir kitabın müellifsiz vücud bulmayacağını biliyorlardı da, içinde binbir türlü esrâr ve hikmeti muhafaza eden kâinat kitabını sahipsiz ve mânâsız kabul edecek kadar düşünceden mahrum bir perişanlık içinde kıvranıp duruyorlardı...
    Bu içler acısı vaziyetiyle bütün dünyanın, Tevhid inancını, Allah'ın varlık ve birliğine inanmayı insanlığa takdim edecek, gönülleri şirk, küfür ve dalâlet kirinden temizleyecek bir peygambere ihtiyacı vardı ve onu bekliyordu!
    B) Bu Ülkelerin Hepsinde İnsanlar Sınıflara Ayrılmışlardı.
    İlâhî ölçüden mahrum insanlık, zengin fakir, kuvvetli zaif, avam havas, efendi köle diye birçok sınıflara ayrılmış durumda bulunuyordu. Zengin ile fakir, halk ile devlet ricali arasında korkunç bir kopukluk ve uçurum vardı!
    Sınıflar arası hava oldukça gergindi. Üst tabakadakilerin zulüm ve tahakkümü sebebiyle alt sınıflar her an patlamaya hazır bir barut fıçısını andırıyordu. Misâl olsun diye o günkü İran'ın durumuna bir göz atalım:
    "Birçok ibtidaî kavimlerde olduğu gibi İranlılar da birbirinden tamamen ayrılmış ve ilk üçü en aşağı tabakada olan dördüncüsünden bütünüyle kopmuş dört sınıfa (kasta) ayrılmıştı. En yüksek olan üç sınıf, münhasıran Magi kabilesinden alınan ve bu itibarla Magiped veya Möbed denilen rahipler ve hâkimler, cengâverler ve resmî me'murlardı. Rençber ve san'at sahiplerinden mürekkep kısım da dördüncü sınıfı teşkil ediyordu."
    Sözde halk denilen zümre ise, hür şehirlilerden ve toprağa bağlı esir ve kölelerden (serfler) mürekkepti ve bu sonuncuların vazifeleri, hiç bir mükâfat ve ücret karşılığı olmaksızın tarlalarda veya orduda çalışmaktı. Bunlar tamamiyle kendi hallerine terkedilmiş, aşılmaz maniâlarla ayrılmış oldukları -mal ve mülkünden serbestçe faydalanan- Dehkanlığa, yani şehirliliğe bile yükselmeyi ümid edemezlerdi..."
    Doğu Roma İmparatorluğunun hali daha da acıklı ve ibretliydi: "Halk, kendiliğinden bir çok tali sınıflara ayrılmıştı. Bunlar:
    1) Ne orduya alınan ve ne de herhangi bir çeşit ticârete girişebilen toprak sahiplerinden mürekkep Curule (Kürül) denilen sınıf,
    2) İran'daki benzerleri gibi toprak sahibi olmayan, nüfus vergisi veren, babadan oğula intikal eden muhtelif loncalara bağlı Haraçgüzâr (vergi veren) halk,
    3) Askerî sınıftı."
    Bu konu üzerinde bir yazarın dediği gibi: 'Toprağı eken çiftçiler, saray halkını doyuran ve giydiren birer âletten başka birşey değildi."
    Orta Doğunun hatırı sayılır bir tarihçisi olan Finlay, Doğu Romanın (Bizans) o zamanki perişan durumunu bakınız nasıl hülâsa eder:
    "Jüstinyen'in ölümü ile (528-565) Muhammed'in (a.s.m.) doğumu arasında geçen zaman zarfında olduğu gibi, belki tarihin hiç bir devrinde ahlâkı bu dereceye kadar bozulmuş bir cemiyet ve o cemiyette Yunanlılar ve Romalılar kadar irâde ve fazilletten mahrum milletler görülmüş değildir."
    Avrupa'da halk, aristokratların, şövalyelerin, kilise adamlarının zâlim elinde, kralların, barbarların şefkatsiz pençeleri arasında ruhsuz bir eşyadan, dilsiz bir hayvandan farksızdı. İstenildiği zaman alınır, arzu edildiği zaman da satılırlardı. İtiraza hiç bir hakları yoktu. Satılanlar köle durumuna girerdi. Köle olmasa bile, efendisinin dizi dibinden ayrılma güç ve kuvvetinin sahibi bulunmayan birer hizmetçi olurlardı. Hiç kimse efendisini beğenmemek hakkına sahip olmadığı gibi, efendisini seçmek yetkisine de mâlik değildi. Sadece şu vardı; bazı barbar memleketlerde hizmetçi ilk efendisine muayyen bir kurtuluş akçesi vermek suretiyle bir başka kapıya kendisini atabiliyordu. Bu onlar için haliyle büyük bir lütuftu.
    Hülâsa, Arabistan Yarımadasının dışındaki diğer bütün devletlerde de, insanlar birbirlerine kinle, nefretle, vahşetle bakan sınıflara ayrılmışlardı.
    Bu perişan durumda bulunan dünyanın, insanın yeryüzünde Allah'ın en kıymetli mahluku olduğunu, insanların tek babadan geldiklerini ve dolayısıyla bir tarağın dişleri gibi hepsinin belli haklara aynı nisbette sahip olma hürriyetini doğuştan beraberinde getirdiğini ilân edecek, insanlar arasındaki kin, nefret ve düşmanlığı sevgiye, saygıya ve dostluğa döndürecek büyük bir peygambere ihtiyacı vardı. Hal diliyle âdeta bu büyük peygamberin bir an evvel gelmesi için yalvarıyor, yakarıyordu.
    C) Bütün Bu Devletlerde Kölelik Bir Müessese Olarak Mevcuttu.
    İnsan, mükerrem ve muhteremdir. Bunu takdir edebilmek ise, ancak gerçek bir îmân sayesinde mümkündür.
    Gönülleri bu îmânın şerefinden mahrum bulunan o devrin insanları elbette, insana hürmetin, insanın yeryüzünde en mükerrem varlık olduğunun şuurundan uzak bulunacaklardı ve hemcinslerini para ile alıp satabilecek kadar vahşîleşeceklerdi.
    Köle diye adlandırılan zavallı insanlar, pazarlarda basit bir mal alıp satmak gibi, açık artırma ile satılıyordu. Efendi, kölesine her türlü hakareti, zulmü yapma ve her türlü işte çalıştırma yetkisine eksiksiz sahipti.
    Bu derin vahşete ve kadirbilmezliğe son verecek birine insanlık âleminin şiddede ihtiyacı vardı. Bir güneş gibi şefkat ışığını hiç kimseden esirgemeyecek bir rehbere insanlık muhtaçtı.
    D) Mezhep Kavgaları Sürüp Gitmekteydi:
    Hıristiyan devletlerde, Hz. İsâ'nın tebliğ ve telkin ettiği "Tevhid" akidesi, yerini batıl "Teslis" inancına bırakmıştı.
    Papazlar, Hz. İsâ'nın tebliğ ve telkin ettiği din yerine, apayrı bir din meydana getirmişlerdi.
    Diğer devletlerde de olmakla birlikte, hususan Doğu Roma İmparatorluğunda din adına akıl almaz zulüm ve işkencelere başvuruluyordu. Misal olsun diye tarihçiler, Patrisiyen Fokas'ın Hıristiyanlığa zorla döndürülmekten kurtulmak için kendisini zehirlemiş olduğu hadisesini ibret nazarlarına sunarlar.
    İran'da hâkim olan Mazdeizm dininden dönenler veya bu dine ihânet edenler ölüm cezasına merhametsizce çarptırılıyorlardı. Göz çıkarma, çarmıha germe, taşa gömme, aç susuz bırakarak ölüme terk etme, alışıla gelmiş ölüm şekilleri arasında yer alıyordu.
    Konfiçyüs ile Çin, medeniyette ilerlemişken, Saâdet Güneşinin parlaması arefesinde en karışık günlerini yaşıyor, yıkılma ile karşı karşıya bulunuyordu. Kardeş kavgaları dönmek bilmez bir hal almıştı. Mezhep ayrılıkları yüzünden halk birbiriyle boğaz boğaza kavga halindeydi.
    Habeşistan, İslâmın zuhuru sırasında, kardeş kavgalarıyla için için kaynıyordu...
    E) Bütün Bu Devletlerde Ahlâksızlık Kol Gezmekteydi.
    Allah'a îmânın verdiği hayâ ve korkudan mahrum, faziletten nasipsiz insanlık, her türlü ahlâk dışı davranışlarda, haysiyet ve namusları ayaklar altına alıcı adî hareketlerde serbestçe bulunuyordu.
    Kumar, içki, zevk ve sefâ âlemleri günlük işler arasında yer alıyordu. Ardı arkası kesilmeyen öldürme, zinâ, gasb ve baskın olayları insanlık denilen kudsî ve ulvi mânâyı âdeta yeryüzünden silip süpürmüştü.
    İşte bir tek misali:
    Bizans İmparatorluğunda ahlâk öylesine silinmiş, öylesine ölü bir unsur haline gelmişti ki, bizzat Kontantiniyye Patriği, İmparatorun kendi özyeğeni ile evlenmesinde nikâhını kıyıyordu.
    Kadın, alınıp satılan basit bir meta'dan öteye geçmiyordu.
    Evet, milattan sonra altıncı asır sonları, yedinci asrın başları işte böylesine bir vahşet, inkâr, şirk, cehâlet ve zulüm asrı durumundaydı. Her türlü anarşi, inançsızlık, sapık inanç çeşitleri, sefahetin her türlüsü en yoğun bir tarzda bu asırda hükmünü icra ediyordu.
    İnsanların yaratılışından bu yana dünya belki böylesine bir sapıklığa, ahlâksızlığa, vahşete, dehşete şahit ve sahne olmamıştı.
    Manevi rehberden mahrum insanlık, avare su gibi taştan taşa başını vuruyor, her vuruşta kalb, ruh, vicdan ve haysiyetinden bir şeyler kaybediyordu. Çaldığı bütün beşerî kapılar, derdine çare olamıyacaklarını söylüyor ve yüzüne kapatılıyordu.
    Gerçek yaratıcı yüce Allah'ı bilmemiş, tanımamış ve Onun peygamberleri vasıtasıyla çizdiği aslî gayeyi bulamamış yeryüzü insanları, âdeta birer canavar hüviyetine bürünmüşlerdi. Her an başkasını yutmaya hazır canavarlar misali, yeryüzünü saldırganlıkları, zalimlikleri, vurup öldürmeleriyle kana bulamışlar, her tarafta anarşi ve huzursuzluk rüzgârını estiriyorlardı.
    İnsanlık yetim kalmıştı. Kâinat yaslıydı. Yeryüzü bir matem meydanını andırıyordu. Herkes birbirine düşman, herşey mânâsız, ruhsuz, gayesiz telakki ediliyordu.
    Gerçek rehberinden yoksun insanlığın vâveylâları arşı çınlatıyor, kâinat zerresiyle, güneşiyle insanlığın bu acı haline adeta ağlıyordu.
    Hülâsa; bütün dünyayı kesif bir şirk, cehil, küfür, zulüm ve ahlâksızlık bulutu kaplamış bulunuyordu.
    Bunun gözler, ruhlar, vicdanlar kamaştıran taptaze bir mânevî güneşin eşsiz ışıklarıyla bir kere daha yırtılması, dünyanın bir kere daha aydınlığa kavuşması gerekiyordu.
    O Saâdet Güneşi bütün haşmetiyle insanlık ufkunda doğmalıydı ki, insanlığın yüzü gülsün. Kâinat zerresiyle, güneşiyle, dağıyla, taşıyla, insanıyla, hayvanıyla mânâsız, abes ve gayesiz telakki edilmekten kurtulsun. Her şeyin yazılmış ve ibret nazarlarına arz edilmiş Allah'ın birer mektubu olduğu bilinsin, idrâk edilsin. İnançsızlığın yerini tertemiz îmân, zulmün yerini adalet, huzursuzluğun yerini huzur, cehâletin yerini ilim, ıztırabın yerini saâdet alsın. İnanan herkes dost ve kardeş olsun. Kâinatın hiddeti sevince dönsün. Yıldızlar gülsün, zerreler cezbeye tutulmuş mevlevî gibi raksa gelsin. Güneşle ay, yerle gök aşk ve şevk içinde memuriyetlerine devam etsin.
    İnsan da, yaratılışının, yokluk karanlıklarından varlık âlemine misafir edilmiş olmanın asıl hikmet ve gayesinin Cenâb-ı Hakkı tanımak ve Ona îmân edip, ibadet etmek olduğunu bilsin. Böylece hakiki huzur ve gerçek saâdete kavuşmuş olsun.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  5. #35
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v)

    KÂBE'NİN YENİDEN İMARI VE PEYGAMBERİMİZİN HAKEMLİĞİ




    Kâinatın Efendisi otuz beş yaşında idi.
    Bu sırada Kureyş kabilesi, Kâbe duvarlarını yıkıp, yeniden tamir kararını verdi. Zira, yıllardan beri yağan yağmur ve neticede meydana gelen seller, yapı itibarıyla pek sağlam olmayan bu ma'bedi oldukça yıpratmıştı. Çatısız bulunması sebebiyle de, yağan yağmurlar temeline kadar tesir etmiş ve binâyı âdetâ harab bir hale getirmişti.
    Son olarak gelen büyük bir sel, Kâbe'yi bütün bütün sarsmış, duvarlarını çatlatmıştı. Bu durum Mekkelilerde bir korku ve telâş uyandırmıştı.
    Bu arada bir hâdise daha oldu. Kadının biri Harem'de ateş yaktı. Ateşin korundan sıçrayan kıvılcımlar, Kâbe'nin örtüsünü tutuşturdu ve yanmasına sebep oldu.
    Bütün bunların üzerine bir de Kâbe'nin içinde bulunan bir definenin çalınması eklenince, Mekkeliler, artık, verdikleri kararı bir an evvel gerçekleştirme gayretine girdiler.115
    İnşaat Malzemesi Yüklü Gemi
    Kııreyşliler, Kâbe'yi nasıl ve neyle tamir edeceklerini düşünüp istişare ediyorlardı.
    Bu sırada Cidde'ye gitmek üzere Mısır'dan yola çıkmış bulunan bir Bizans gemisi, Cidde yakınlarında karaya oturdu.
    Bunu haber alan Kureyş, olay yerine bir heyet gönderdi. Geminin yükü yumuşak aktaş, tahta, direk ve demirdi. Bunlar Kureyş'in arayıp da bulamadıkları şeylerdi.
    Heyet, gemide bulunanlarla anlaşarak keresteyi satın aldı. Bunun yanında, gemideki tüccara, Mekke'ye serbestçe girebilme ve mallarını gümrüksüz satabilme garantisi de verdiler. Halbuki, daha evvel Mekkeliler, şehirde ticâret eşyası satanlardan öşür alırlardı.
    Gemide ayrıca Bâkûm adında Bizanslı bir mîmar da bulunuyordu. Kâbe yapımında kendisinden istifade etmek üzere bu mîmarla da anlaştılar.
    Buna göre, duvarlarını yeniden tamire karar verdikleri Kâbe'nin mîmarlığını Bizanslı Bûkûm, marangozluğunu ise Mekke'de oturan Kıbtî bir usta yapacaktı.116
    Duvarların Taksimi
    Kâbe duvarlarının taşlarla örülmesi işi, kur'a ile kabileler arasında dörde taksim edildi. Buna göre,
    Abd-i Menaf ile Zühreoğullarına Kâbe'nin cephe ve kapı tarafı;
    Abdüddar, Esed ve Adiyyoğullarına Kâbe'nin Şam cephesi (Hatiym, Hıcır tarafı);
    Şehm, Cehm (Cümâh) ve Amiroğulları payına Kâbe'nin Yemen köşesi ile Hacerü'1-Esved köşesi arası,
    Mahzum ve Teymoğullarına ise, Safâ ve Eryad'a bitişik olan Yemen cephesi düştü.117
    Mekke'nin Sarsılması
    Her kabile, kendisine düşen tarafı yıkıyordu. Hazret-i İbrâhim'in attığı temele kadar inildi. Bundan sonra, birbiriyle kaynaşmış deve sırtı gibi yeşil yeşil taşlar görülmeye başlandı.
    Niyetleri daha da aşağı inmekti. Ne var ki, buna muvaffak olamadılar. İçlerinden biri bu yeşil taşlara kazmayı sallayınca, birden zelzeleye uğramış gibi Mekke'nin sarsıldığını gördüler. Herkeste bir korku ve telâş başladı. Bundan sonrasını yıkmaya müsaade bulunmadığını anlayıp, kazdıklarıyla iktifâ ettiler.118
    Kabileler Arasında Anlaşmazlık Çıkması
    Herkes kendisine düşen taraf için taş taşıyor ve duvarlar örülüyordu. Bina, Hacerü'1-Esved'in konulacağı yere kadar yükseltilmişti. Ancak, bu mübarek taşı yerine koymada kabileler arasında anlaşmazlık çıktı. Her kabile, kendisini diğer kabilelerden bu hususa daha lâyık görüyordu. Kabile taassubunun bütün şiddetiyle hüküm sürdüğü bir zamanda, hangi kabile bu şerefi başkasına kaptırmak isterdi? İş kızıştı, tartışma ve münakaşa son derece sertleşti. Öyle ki, birbirleriyle vuruşacaklarına dair yemin bile ettiler.119
    Ortalığı bir kargaşalık kaplamıştı. Her an çarpışma bekleniyordu. Çarpışma vuku bulursa, çok kişi hayatını kaybedebilir, çok mal telef olabilirdi.
    Bu duruma bir çare bulmak gerekiyordu.
    Dört beş gün Kâbe'nin duvarlarına tek taş koymadan, Kureyş kabileleri, bekleyip durdular. Sonra tekrar Mescid-i Haram'da toplandılar. Birbirleriyle konuştular, tartıştılar. Bu arada, kabileleri uzlaşmaya davet edenler de vardı.
    Kanlı bir hâdisenin kopması her an beklenirken, Kureyş'in en yaşlılarından Ebu Ümeyye diye bilinen Huzeyfe bin Muğire, ortaya atıldı ve taraflara şu teklifi sundu:
    "Ey Kureyşliler! Anlaşamadığınız şu işte, ma'bedin kapısından (Benî Şeybe kapısını eliyle işaret ederek) ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın, o kimse bu işi bir neticeye bağlasın."120
    Ebû Ümeyye'nin bu beklenmedik teklifi, taraflarca tereddütsüz kabul gördü.
    Muhammedü'l-Emîn Geliyor!
    Artık, bütün gözler Benî Şeybe kapısındaydı.
    Acaba kim çıkacaktı ve kabilelerin anlaşmazlığına nasıl bir çare ile son verecekti? Hiçbir kabilenin gönlünü kırmadan bu işi nasıl halledecekti?
    Merak dolu bakışlar, Mescid'in mezkûr kapısını dikkatle süzmekte idi.
    Kapıdan bir zât belirdi. Uzaktan fark ettiler, kendisine mahsus boyu, posu ve yürüyüşüyle vakar içinde gelen bu zâtı derhal tanıdılar ve sevinç içinde bağırdılar:
    "El-Emîn, o! Muhammed, o! Onun aramızda vereceği hükme razıyız."121
    Evet, gelen Muhammedü'l-Emîndi (a.s.m.). Herkesin itimadını kazanmış olan dürüst insandı.
    Bu sebeple merak dolu bakışlar, birden sevinç bakışlarına döndü. Çünkü, âdil karar vereceğinden, hepsi, tereddütsüz emîndi.
    Elbette, isabetli karar vermekten şaşmayan Efendimizin gelişi, tesadüf değildi. Vereceği hükümle, onlara, peygamberliğinden önce de isabetli görüşe, derin düşünceye sahip olduğunu tasdik ettirecekti.
    Kureyş, durumu kendilerine anlattı.
    Kalbi gibi, zihni de tertemizdi, Efendimizin.
    İsâbetli kararı vermekte gecikmedi ve şu emri verdi:
    "Hemen bana bir örtü getiriniz!"
    Ânında getirdiler. Bir rivâyete göre, bu Velid bin Muğire'nin elbisesi idi. Diğer bir rivâyete göre ise, Peygamber Efendimiz bizzat kendi ridâsını bu işte kullandı.122
    Kâinatın Efendisi, getirilen örtüyü yere serdi.
    Küçük büyük herkesin dikkatli bakışları, Efendimizin üzerinde toplanmıştı. O, örtü ile ne yapacaktı?
    Merakları fazla sürmedi. Sevgili Peygamberimiz, Hacerü'l-Esved'i bu örtünün ortasına koydu. Sonra da,
    "Her kabileden bir kişi bunun birer köşesinden tutsun!" diye emretti. Öyle yaptılar.
    Hacerü'l-Esved'i örtüyle konulacak yere kadar kaldırdılar.
    Ve Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hacerü'1-Esved'i bizzat kendi elleriyle yerine koyarak, bu şerefe nâil oldu.
    Bundan sonra duvar örülmeye başlandı ve kısa zamanda tamamlandı.123
    Böylece, Allah Resûlü, İlâhî mevhibenin bir eseri olan isâbetli kararıyla, kabileler arasında büyük bir kanlı çarpışmayı önlemiş oldu.
    Bu kararıyla, Sevgili Peygamberimiz, kendisinden çok daha yaşlı ve haliyle tecrübeli bulunanlardan bile daha isabetli görüşe, daha kuvvetli muhakemeye ve daha ziyade zekâya sahip bulunduğunu, aynı zamanda, İlâhî bir kuvvetle te'yid edildiğini ortaya koymuş oluyordu.
    İbn-i Abbas Hazretlerinin bir rivâyetine göre, Efendimiz, Hacerü'l-Esved'i yerine koyduğu gün, Pazartesi günü idi.124
    Mübârek Taş
    Renginin siyah olması sebebiyle Hacerü'l-Esved (Siyah Taş) diye adlandırılan bu mübârek taş, Kâbe'nin Şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte, kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiştir. Üç büyük ve birkaç tane de küçük parçadan müteşekkildir. Etrafı gümüş bir halka ile çevrilidir. Bir başka ismi, Ruhu'l-Esved'dir.
    Bu mübârek taş, semâvî bir taş olup, Hz. İbrahim'e (a.s.) Hz. Cebrâil tarafından getirilmiştir. Kâbe duvarına yerleştirilmeden evvel, Ebû Kubeys Dağında muhafaza edilmekteydi. Bir rivâyete göre, Kâinatın Serveri, Peygamber Efendimizin, "Ben, peygamber gönderilmeden evvel, Mekke'de bana selâm veren taşı, hâlâ biliyor ve tanıyorum" ifadelerinin işaret ettiği taş, bu Hacerü'l-Esved'dir.
    Bir gün, bu taşa yaklaşıp öpen Hz. Ömer, şöyle demişti:
    "Çok iyi bilirim ki, sen zararı ve menfaati olmayan bir taş parçasısın. Eğer Resûlullahın seni takbil ettiğini [öptüğünü] görmese idim, asla seni takbil etmezdim."
    Peygamberimizin, Hz. Ali'yi Yanına Alması
    Efendiler Efendisi otuz altı yaşında.
    Milâdî, 607 senesi.
    Mekke'de şiddetli bir kuraklık ve kıtlık başgöstermişti. Çoğu âile, geçim sıkıntısından perişan bir durumda idi.
    Geçim sıkıntısı içinde bulunan âilelerden biri de, Resûl-i Ekrem Efendimizin amcası Ebû Talib âilesi idi.
    Efendiler Efendisinin kalbi şefkat ve merhamet kaynağıydı sanki. Zâtına yapılan iyilikleri asla unutmuyordu. Kendisine karşı gösterilen kadirşinaslıkları asla karşılıksız bırakmak istemiyordu. Böylesi güzel ve eşsiz bir mizâca sahip bulunuyordu.
    İşte, şimdi geçim sıkıntısı çeken biri vardı. Kendisine, elinden gelen yardımı esirgemeyen biri… Çocukluğundan beri şefkatli kanatları arasında büyüdüğü biri: Ebû Talib…
    Amcası geçim sıkıntısı içinde iken, o nasıl rahat edebilir ve nasıl yardımına koşmazdı? Derhal harekete geçti. Hali vakti yerinde olan diğer amcası Hz. Abbas'a koştu, durumu kendisine arzetti. Sıkıntı içinde kıvranan Ebû Talib'e yardım ellerini uzatmaları, yükünü bir nebze olsun hafifletmeleri gerektiğini anlattı.
    Hz. Abbas, Efendimizin bu dâvetini memnuniyetle karşıladı ve birlikte Ebû Talib'e vardılar. Maksadları Ebû Talib'in evindeki kalabalığı biraz azaltmak, hiç olmazsa birkaçının nafaka yükünü omuzundan kaldırmaktı.
    Maksadlarını Ebû Talib'e açınca, o bundan memnuniyet duydu ve sonunda Efendimiz; ismini bizzat koyduğu Hz. Ali'yi, Hz. Abbas da Hz. Cafer'i himâyesine aldı.
    O sırada, Hz. Ali, dört veya beş yaşında bulunuyordu. Henüz bu yaşta, "Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim," buyuran Resûl-i Kibriyânın himâyesine girmesi, Hz. Ali için eşsiz bir mazhariyetti. Bu yaşından itibaren onun terbiye süzgecinden geçecek, dâvet edildiğinde ise, derhal îmân edecektir. Bu îmânı sırasında 9-10 yaşlarında bulunan Hz. Ali, aynı zamanda ilk Müslüman çocuk şerefini de kazanmış olacaktır.




    115. Sîre, 1/205; Tabakât, 1/145; Taberî, 2/198
    116. Sîre, 1/205; Tabakât, 1/145
    117. Sîre, 1/207; Tabakât, 1/146; Taberî, 2/200
    118. Sîre, 1/207-208; Tabakât, 1/146
    119. Sîre, 1/209; Tabakât, 1/146; Taberî, 2/201
    120. Sîre, 1/209; Tabakât, 1/146; Taberî, 2/201
    121. Sîre, 1/209; Tabakât, 1/201
    122. Belâzuri, Ensâb, 1/99
    123. Sîre, 1/209-210; Tabakât, 1/146; Taberî, 2/201
    124. Süheyli, Ravdü'l-Ünf, 1/129
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  6. #36
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v)

    PEYGAMBERİMİZİN ZEYD BİN HÂRİSE'Yİ ÂZAD ETMESİ




    Zeyd bin Hârise, Kelb kabilesine mensuptu. Henüz sekiz yaşlarında bir küçük çoban iken, annesiyle beraber gittiği akrabalarının yanında, bir başka kabilenin baskını sırasında esir alınmıştı. Esirler pazarından da Hz. Hatice'nin yeğeni Hâkim bin Hizân tarafından 400 dirheme satın alınıp Mekke'ye getirilmişti.105 Hz. Hatice, Zeyd'i yeğeninden almış ve evinde barındırıyordu.
    Bu sırada, Efendimiz, Hz. Hatice ile evli bulunuyordu.
    Resûl-i Ekrem, bu küçük çocuğu sevmişti. Bu sebeple Hz. Hatice'den onu kendisine bağışlamasını istedi. Muhterem zevceleri, Peygamberimizin bu arzusunu yerine getirdi.
    Nebiyy-i Ekrem Efendimiz de onu alır almaz, azâd etti.106
    Zeyd, belirttiğimiz gibi, henüz küçük bir çocuktu. Ebeveyni, onun nereye götürüldüğünü, kime satıldığını bilmiyordu. Hârise âilesi, çocukları için her gün gözyaşı döküyordu. Babası Hârise, evde duramaz olmuştu. Diyar diyar dolaşıyor, sormadık kabile ve uğramadık yurt bırakmıyordu. Biricik oğlu Zeyd için şiirler söylene söylene geziyordu.
    Küçük Zeyd ise, sanki anne babasını unutuvermişti. Mes'ud âilenin saâdeti onun da yüksek ruhunu olanca gücüyle sarmış ve âdetâ onun ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Rahatı yerindeydi, Kâinatın Efendisiyle kaynaşmıştı. Onun şefkatli kanatları arasında mes'uddu, sevinçli ve huzurluydu.
    Zeyd'in Yeri Tesbit Edildi
    Günün birinde Kelb kabilesinden birkaç kişi Kâbe'yi ziyarete geldi. Bu arada Zeyd'i gördüler ve kendisiyle sohbet edince de tanıdılar. Babasının, annesinin durmadan kendisi için gözyaşı döktüklerini, hasretiyle yanıp tutuştuklarını Zeyd'e anlattılar.
    Fakat Zeyd, gayet sakin ve rahattı. Anne şefkati ve baba sevgisinden daha ulvî ve kudsî şeylere mazhar olmanın gönül rahatlığı içinde, onlara cevabı şu oldu:
    "Annemin babamın, benim için gözyaşı döktüklerini biliyorum. Sadece sizden şu söyleyeceklerimin onlara ulaştırılmasını istiyorum:
    'Ben, her ne kadar uzaklarda bulunuyor isem de, kavmimle haber gönderdim ki, hac merâsimi yapılan belli yerler yanındaki Beytullah'da oturuyor, hizmet ediyorum.
    Artık, aradığınızı elde etmek için son gücünüzü harcamaktan, uzun uzun yollar kat' etmekten, develeri yeryüzünde koşturup durmaktan vazgeçin.
    Allah'a hamd ederim ki, ben şimdi, öyle hayırlı, öyle şerefli bir aile içinde bulunuyorum ki, Maâdd'ın sulbünden -Uludan uluya geçerek gelmiş olan- şerefliler bu âiledendir."'107
    Bu haberi alan Hârise, kardeşi Kâb'la birlikte yanına fazla miktarda akçe de alarak Zeyd'i kurtarmak için derhal Mekke'ye geldi. Sorup soruşturup, Resûl-i Ekrem Efendimizi buldu ve
    "Ey Kureyş Kavminin Efendisi, efendisinin oğlu! Siz, Harem halkı ve Harem-i Şerifin komşususunuz. Beytullah'ın yanında esirlerin esâret bağlarını çözer ve karınlarını duyurursunuz," diye konuştuktan sonra, asıl maksadını şöyle arzetti:
    "Yanında bulunan oğlumuz için sana geldik. Sen bizi memnun ve razı edecek bir fidye-i necât (kurtuluş akçesi) iste; biz sana onu verelim, oğlumuzu serbest bırak."
    Nebiyy-i Ekrem,
    "Oğlunuz kimdir?" diye sordu.
    "Zeyd bin Hârise" dediler.
    Peygamberimiz,
    "Bundan başka bir istediğiniz var mı?" dedi. Onlar,
    "Hayır, başka isteğimiz yok" cevabını verdiler.
    Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz,
    "Eğer sizi tercih ederse, fidye-i necât almaksızın o sizindir, alın götürün. Yok, eğer beni tercih ederse, vallahi, ben, beni tercih edene, kimseyi tercih etmem."108 diye konuştu.
    Hârise ve kardeşi, Efendimizin bu konuşmasından memnun oldular ve
    "Sen," dediler, "bize karşı çok insaflı davrandın."
    Huzura gelen Zeyd'e, Efendimiz,
    "Şunları tanıyor musun?" diye sordu.
    Zeyd,
    "Evet, tanıyorum" dedi.
    Peygamberimiz tekrar,
    "Kimdir onlar?" dedi.
    Zeyd,
    "Bu babamdır, şu da amcamdır" cevabını verdi.
    Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Zeyd'e,
    "Sen benim kim olduğumu öğrendin. Sana olan şefkat ve sevgimi de gördün. O halde ya beni tercih et, yanımda kal; ya onları tercih et, git" diyerek onu tercihinde serbest bıraktı.
    Zeyd'in cevabı şu oldu:
    "Ben hiçbir kimseyi sana tercih etmem. Sen, benim için anne ve baba makamındasın."
    Oğlunun bu cevabı karşısında şaşıran ve sarsılan baba Hârise, hiddetle,
    "Yazıklar olsun sana," dedi. "Demek ki, sen köleliği hürriyete, anne, babana, amcana ve ev halkına tercih ediyorsun."
    Fakat Zeyd, babasıyla aynı kanaatte değildi.
    "Babacığım," dedi, "ben, bu zâttan öyle şeyler gördüm ki, kendisine hiçbir zaman başka bir kimseyi tercih edemem."109
    Küçük Zeyd, böylece Resûl-i Ekrem Efendimize olan sadakat ve bağlılığını ispatlamıştı. Kader, ona nurlu ve parlak bir istikbal hazırlıyordu. Bu hali, onun ilk müjdesiydi.
    Efendimizin Zeyd'i Evlâd Edinmesi
    Peygamber Efendimiz Zeyd'e, bu eşsiz bağlılığının mükâfatını vermede gecikmedi. Hemen elinden tutarak, onu Kureyş'in oturduğu Hıcır mahalline götürdü ve halka şöyle hitap etti:
    "Ey hazır bulunanlar!
    Şâhid olunuz ki, bundan böyle Zeyd benim oğlumdur. Ben, ona vârisim, o da bana vâristir."
    Mekkeliler birini evlâd edinmek istedikleri zaman böyle yaparlardı. Efendimiz de, onların bu âdetlerine uyarak Zeyd'i böylece kendisine evlâd edinmiş oldu.
    Peygamber Efendimizin bu güzel davranışı, şaşkın ve dalgın duran Hârise'nin mahzun gönlünde sevinç rüzgârı estirdi. Demek ki, oğlu emîn bir elde bulunuyordu. Gönül huzuru içinde, oğlunu Kâinatın Efendisinin yanında bırakarak yurduna döndü.110
    Bundan sonra, Mekke'de, herkes Zeyd'i "Muhammed'in oğlu Zeyd" diye çağırmaya başladı. Efendimiz, peygamberlik vazifesiyle memur edilip, vahiy gelmeye başlayınca, evlâdlıkların kendi öz babalarının adlarıyla çağrılmaları emredildi.111 Bunun üzerine, Hz. Zeyd, babasının ismiyle, Hârise oğlu Zeyd diye çağrıldı.
    Bu konudaki âyet-i kerimede meâlen şöyle buyurulur:"Onları kendi babalarına nisbet edin; Allah katında doğru olan budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, zâten onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır..."112
    Hazret-i Ömer'in oğlu Abdullah (r.a.), bu hususu şöyle ifade etmiştir:
    "Biz, 'Evlâtlıkları babalarının adı ile çağırın' âyeti ininceye kadar, Zeyd'i Hârise oğlu Zeyd diye değil, Muhammed oğlu Zeyd diye çağırırdık."113
    Ayrıca, bu âyetle evlâtlıkların evlâd edinen kimseye vâris olması hükmü de ortadan kaldırıldı. Hazret-i Zeyd, Efendimize peygamberlik vazifesi verildikten sonra, Hz. Hatice ve Hz. Ali'yi müteâkip derhal İslâmın sinesine koşacak ve üçüncü Müslüman olma şerefine erecektir.
    Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hazret-i Zeyd'i fazlasıyla severdi. Zaman zaman kendisine,
    "Ey Zeyd, sen kardeşimiz ve azadlımızsın"114 diyerek iltifatta bulunurdu.
    Resûl-i Ekrem, daha sonra da çok sevdiği bu büyük insanı, dadısı Ümmü Eymen'le evlendirecektir ve bu evlilikten yine çok sevdiği ve çoğu zaman terkisinde taşıdığı Üsâme hazretleri dünyaya gelecektir.



    105. Tabakât, 1/497; Üsdü'l-Gâbe, 2/224; İsâbe, 1/563
    106. Sîre, 1/264; Tabakât, 1/497
    107. Tabakât, 3/41; Üsdü'l-Gâbe, 2/225; İsâbe, 1/523
    108. Tabakât, 3/42; Üsdü'l-Gâbe, 2/225, İsâbe, 1/523
    109. Tabakât, 3/42; Üsdü'l-Gâbe, 2/225
    110. Tabakât, 3/42; Üsdü'l-Gâbe, 2/225, İsâbe, 1/563
    111. Ahzab Sûresi, 5, 40
    112. Ahzab Sûresi, 5
    113. Tabakât, 3/43; Buhari, 3/174; Müslim, 3/131

    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  7. #37
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v)

    PEYGAMBERİMİZİN HZ HATİCE İLE EVLENMESİ



    Hz. Hatice, Kâinatın Efendisini çocukluğundan beri tanıyordu. Ticaret mallarının başında Şam'a göndermesi ise, onu daha da yakından tanımasına vesile olmuştu.
    Dul olan Hz. Hatice, o sırada Kureyş kadınları arasında asâlet, şeref ve zenginlik bakımından üstün mevkie sahip bulunuyordu. Aynı zamanda Cenab-ı Hak, pek az kadına nasip olacak bir güzelliği de kendisine ihsan etmişti.
    O âna kadar kabilesinden bir çok kimse evlenmek için kapısını çalmış ise de, o bunların hiçbirini kabul etmemişti.98 Âdeta evlenmeyi düşünmüyor gibiydi.
    Ne var ki, kader şimdi karşısına bambaşka bir şahsiyet çıkarmıştı. Ruhundaki güzellikler yüzüne aksetmiş, gönlündeki sevgi sîmâsında tebessüme dönüşmüş, zihnindeki derin düşünce dışarıya ciddiyet ve samimiyet şeklinde tezahür etmiş müstesna bir insan.
    Daha önce bütün Kureyş büyüklerinin evlenme teklifini reddeden ve âdeta evlenmek fikrini zihninden atmış bulunan Hz. Hatice, bu eşsiz insanla daha yakından tanışınca, bu fikrinden vazgeçti. İlahî kader, bu iki insanın kalbini birbirine ısındırmayı takdir etmişti.
    Hz. Hatice'den Gelen Teklif
    Evlenme teklifi, bizzat Hz. Hatice'den geldi. İffeti ve namusunu koruması sebebiyle Cahiliye Devrinde bile tertemiz kadın mânâsına gelen "tâhire" lâkabıyla anılan Hz. Hatice'den.
    Teklifi getiren Hz. Hatice'nin yakın arkadaşı Münye kızı Nefise ile Peygamberimiz arasında şu konuşma geçti:
    "Ey Muhammed, seni evlenmekten alıkoyan şey nedir?"
    "Elimde evlenecek kadar param yok."
    "Eğer bu temîn edilse ve sen, mala, güzelliğe, şeref ve denkliğe dâvet edilsen icâbet eder misin?"
    "Kimdir bu?"
    "Hüveylid in kızı Hatice."
    "Ama, bu nasıl olabilir?"
    "Orasını ben bilirim."
    "O halde, ben de kabul ediyorum."99
    Nefise, sevinç içinde Kâinatın Efendisi ile konuştuklarını gelip Hz. Hatice'ye iletti. Hz. Hatice'nin sonsuz memnuniyeti, yüzündeki tebessümlerden okunuyordu. Nefise'yle birlikte sevinç ve memnuniyetlerini yaşadıktan sonra, Peygamberimize şu haberi gönderdi:
    "Ey amcam oğlu! Sen, benim akrabam olduğun 100, kavmim içinde şerefli, güvenilir kimse, güzel huylu, doğru sözlü bulunduğun için seninle evlenmeyi arzu ediyorum."101
    Teklifi alan Efendimiz, durumu amcası Ebû Tâlib'e bildirdi. Ebû Tâlib teklifi tahkik etti. Hz. Hatice'nin böyle bir evliliği istediğini bizzat kendisinden öğrendi.
    Düğün Merasimi
    Düğün merasiminin tarihi bizzat Hz. Hatice tarafından tesbit edildi. Merasim de onun evinde yapılacaktı.
    Tesbit edilen tarihte Peygamberimiz amcaları, halaları ve Haşimoğullarının ileri gelenlerinden bazıları ile birlikte Hz. Hatice'nin evine geldi.
    Güzel bir düğün merasimi için gereken her şey bizzat Hz. Hatice tarafından temin edilmişti. Koyunlar kesilmiş, yemekler hazırlanmıştı.
    Yemekler yendikten sonra, âdet olduğu üzere sıra iki taraf büyüklerinin konuşmasına geldi. Hz. Hatice'nin babası Ficar Harbinde ölmüştü. Bu sebeple onu temsilen merasime, amcası Amr bin Esed katılmıştı.
    Geleneğe göre ilk konuşmayı yapmak üzere Ebû Tâlib ayağa kalktı ve şöyle dedi:
    "Allah'a hamdolsun ki bizi, İbrahim'in zürriyetinden, İsmail'in sulbünden, Maad'ın madeninden, Mudar'ın aslından yarattı.
    Bundan sonra asıl maksada gelir ve derim ki: Kardeşimin oğlu Muhammed bin Abdullah ki, akrabanız olduğu malûmunuzdur. Onunla Kureyş'ten hiçbir genç tartılamaz, ölçülemez. Şeref ve asâletçe, akıl ve faziletçe onların hepsinden üstün gelir.
    Gerçi malı azdır, fakat mal dediğin nedir ki? Geçici bir gölge, bir perde, alınır verilir iğreti bir şey.
    Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra onun mertebesi daha da büyüyecek, daha da yükselecektir.
    Şimdi o, sizden kızınız Hatice'yi istemekte, mehir olarak da yirmi erkek deve vermeyi taahhüd etmektedir."
    Ebû Tâlib konuşmasını bitirince de Hz. Hatice'nin amcasıoğlu Varaka bin Nevfel ayağa kalktı. O da şöyle konuştu:
    "Allah'a hamdolsun ki, bizi de anlattığın gibi yarattı. Saydıklarından daha fazlasıyla bize üstünlük verdi. Biz de sizinle hısımlık kurmak ve şereflenmek istiyoruz.
    Ey Kureyş topluluğu! Şâhid olunuz ki, ben Huveylid'in kızı Hatice'yi şu kadar mehirle Muhammed bin Abdullah'ın oğluyla evlendirdim."
    Varaka bin Nevfel, konuşmasını bitirdikten sonra Ebû Tâlip, Hz. Hatice'nin amcası Amr bin Esed'in de muvafakatını istedi. Amr da ayağa kalkarak,
    "Ey Kureyş topluluğu, şahid olunuz ki, ben de Muhammed bin Abdullah'a Hüveylid'in kızı Hatice'yi nikâhladım" dedi.
    Böylece Kâinatın Serveri Efendimizle Kureyş kadınlarının nesep, şeref ve zenginlik bakımından en üstünü bulunan Hüveylid'in kızı Hz. Hatice-i Kübrâ nikâhlanmış oldular. O sırada Resul-i Ekrem Efendimiz 25, Hz. Hatice ise 40 yaşlarında bulunuyorlardı. Evlilikleri Milâdi tarihle 595 yılına rastlıyordu. Yâni, Efendimizin nübüvvetinden 15 yıl önce.
    Bundan sonra Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Resul-i Ekrem Efendimiz, muhtereme hanımını alarak Ebû Tâlib'in evine geldi. Burada iki deve kestirerek halka ziyâfet verdi.
    Ebû Tâlip de, bu mes'ud hâdisenin hatırı için develer kestirdi ve halka yemekler yedirdi. Sonra da Peygamber Efendimizle (a.s.m.) ailesini evine davet etti.
    Onları karşılamaya çıktığında sevinç gözyaşları arasında, "Hamdolsun Allah'a ki, bizden bütün üzüntüleri yok etti" diyor, Allah'a hamdediyordu.
    Efendimizle ona ilk hanım olma şerefini kazanmış bulunan Hz. Hatice, Ebû Tâlib'in evinde ancak bir kaç gün kaldılar. Sonra tekrar Hz. Hatice'nin evine döndüler. Artık mes'ud hayatlarını burada geçireceklerdi.
    Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, kendisine "Hatice-i Kübrâ" dediği bu tâhire kadın hayatta olduğu müddetçe bir başka kadınla evlenmedi.102 Her türlü teselliyi ve en parlak saâdeti bu huzurlu evde buldu.
    Peygamber Efendimize, babasından miras olarak pek bir şey kalmamıştı. Uzun zamandır himâyesinde bulunduğu Ebû Tâlip ise fakru zaruret içindeydi. Bu bakımdan, Hz. Hatice ile evleninceye kadar binbir meşakkat ve zahmet içinde hayat sürmüştü.
    Hz. Hatice ile evlendikten sonra, onun servetini ticarette kullandı ve bir derece genişliğe kavuştu. Fakat hanımı bol servet sahibi iken o, yine israfa, gösteriş ve lükse kaçmadı. Daha önceki mütevazi ve sade hayatına yakın bir yaşayışı devam ettirdi. Üstelik dünya malına da kalbinde yer vermiyordu. Onun o yüce ruhunu bambaşka ulvi ve kudsî duygular kuşatmıştı. Dünya ve içindekilerin muhabbeti o ulvî duyguları söküp atmaya hiçbir zaman muktedir olamıyordu.
    Daha sonra Hz. Hatice-i Kübrâ'dan, Resul-i Ekrem Efendimizin, sırasıyla Kasım, Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma, Abdullah (Tayyib-Tahir) adında altı çocuğu oldu.103
    Bu mes'ud âile yuvasında Kâinatın Efendisi ile Hz. Hatice en ulvî duygularla kaynaşmışlardı. Âile yuvasında hâkim olan karşılıklı emniyet, samimi hürmet ve muhabbetti. Hz. Hatice, Kâinatın Efendisi kocasından on beş yaş büyük olmasına rağmen, yüce şahsiyetinden dolayı kendilerine karşı son derece nazik, duygulu ve itinalı davranıyordu. Peygamber Efendimizin şerefli hanımına karşı muhabbeti de fazlaydı. Öyle ki, vefatından sonra bile hiçbir vakit muhabbetini kalbinden atmadı, gönlünün en mûtenâ köşesinde ebedî beraberliğe kadar sakladı.
    Resul-i Ekrem Efendimiz, Hz. Hatice'nin keremkârlığını, hayırseverliğini ve kendisine yaptığı büyük yardımı her zaman yâd ederdi. Bu yâd ediş, Hz. Âişe Validemize, "Hatice-i Kübrâ'dan başka, Nebiyy-i Ekremin zevcelerinden hiçbirini kıskanmadım"104 dedirtecek ve onun kıskançlık damarını tahrik edecek kadar fazla idi. Nasıl yâd etmezdi ki? Çocuklarından biri hariç diğerlerinin annesi o idi. Herkes ona düşman iken, ona dost elini uzatan o idi. Her türlü ıztırap ve sıkıntı karşısında kendisini teselli eden o idi. Herkesin ona arka çevirdiği bir zamanda yanıbaşından ayrılmayan o idi.
    Elbette, böylesine yüksek duygu ve meziyetler sahibi zevcesini, Peygamber Efendimiz hiçbir zaman unutmayacak ve onu her zaman hayırla yâd edecekti.





    98. Sîre, 1/201; Tabakât, 1/131
    99. Tabakât, 1/131
    100. Baba tarafından Hz. Hatice'nin soyu, Peygamberimizin baba tarafından dedesi olan Kusay'da birleştiği gibi, annesi tarafından da soyu yine Resûl-ü Ekrem Efendimizin baba tarafından dedesi olan Lüey'de birleşir.
    101. Sîre, 1/200-201; Taberî, 2/197
    102. Sîre, 1/201
    103. Sîre, 1/202; Tabakât, 1/133; 8/16
    104. Müslim, 7/133
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  8. #38
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v)

    PEYGAMBERİMİZİN ŞAM'A İKİNCİ GİDİŞİ




    Mekke halkının meşguliyetlerinin başında ticaret geliyordu. Ebû Tâlip de bir müddet ticaretle uğraştı. Ancak, kıtlık kuraklık yıllarının başgöstermesi, kabile savaşlarının birbirini takip etmesi ve âile efradının fazla oluşu gibi sebepler yüzünden ticaret yapabilecek mâlî kuvveti pek kalmamıştı. Bu yüzden Efendimizi de yanına alarak yaptığı Suriye seyahatinden sonra bir daha ticaret kervanlarına katılma imkânını elde edemedi. Mekke'nin içinde bazı işler yapmakla geçinip gidiyordu.
    Mekke'de Peygamber Efendimizin akrabalarından zengin bir dul kadın vardı: Hatice bint-i Hüveylid. O da servetiyle ticaret kervanlarına ortak oluyordu.
    Peygamber Efendimiz yirmi beş yaşında bulunduğu sırada, Kureyş yine Şâm'a göndermek üzere bir ticaret kervanının hazırlığı içindeydi. Bu kervana Hz. Hatice de, mallarıyla iştirak edecekti. Her seferinde olduğu gibi, bu defa da mallarının başında gönderecek emin ve sağlam adamlar arıyordu.
    Geçim sıkıntısı içinde kıvranıp duran Ebû Talip bunu duydu. Himâyesinde bulunan yeğeni Nebiyy-i Muhterem Efendimizi yanına çağırarak kendisine açılmak zorunda kaldı ve şöyle konuştu:
    "Ey kardeşim oğlu!
    Mal ve mülk sahibi olmadığımı biliyorsun. Şiddetli kıtlık ve kuraklık elimizi, avucumuzu kuruttu. Bizde ne ticaret bıraktı, ne de kalkacak, kımıldanacak güç ve derman. Bak, kavminin ticaret kervanı Şam'a gitmeye hazırlanıyor.
    Hüveylid'in kızı Hatice de bu kervana yükleyeceği mallarla katılacak ve mallarıyla birlikte kavminden bazı kimseler gönderecektir.
    Hatice, ticaretle uğraşan, serveti bol ve başkasının da bu servetten istifâde etmesini isteyen bir kadındır. Senin gibi emniyet edilen, temiz, vefalı bir insana onun bu konuda ihtiyacı vardır. Gidip bu hususu kendisine anlatsan, herhalde dürüstlüğün ve üstün meziyetlerinden dolayı seni başkalarına tercih edecektir."
    Bu konuşmasının ardından endişesini de üzüntü içinde şöyle belirtti:
    "Gerçi, seni Şâm'a göndermekten çekiniyorum. Yahudilerin sana bir zarar vermesinden de korkuyorum. Ama ne yapayım ki, geçimimizi temin konusunda bundan başka hatırıma gelen bir fikir de yok."90
    Peygamberimiz,
    "Amcacığım, sen nasıl istiyorsan öyle yap" buyurarak amcasını rahatlattı.
    Ebû Talib'le Resul-i Ekrem Efendimiz arasında geçen konuşma, Hz. Hatice'ye ulaştı. Nebiyy-i Mükerremin doğru sözlü, güvenilir, emniyetli, üstün ahlâklı olduğunu bilen Hz. Hatice, hemen haber göndererek çağırttı, kendisine şöyle dedi:
    "Sizi Şam'a gidecek ticaret mallarımın başında göndermek istiyorum. Sizin doğru sözlü, son derece güvenilir ve güzel ahlâklı olduğunuzu biliyorum. Size kavminizden hiç kimseye vermediğim yüksek bir ücret vereceğim."
    Peygamber Efendimiz, teklifi amcası Ebû Tâlib'e haber verdi. Buna son derece sevinen amcası,
    "Bu Allah'ın sana ihsan ettiği bir rızıktır" dedi.
    Ebû Tâlip, ücreti tayin etmeden yola çıkmasını münasip görmediğinden, Efendimize gidip bizzat Hz. Hatice ile bu hususu konuşmasını söyledi. Ancak Peygamber Efendimiz bunu istemediğini belli etti. Bunun üzerine Ebû Tâlip kendisi giderek
    "Ey Hatice," dedi. "Biz işittik ki, sen falanı iki erkek deve vermek üzere tutmuşsun? Biz, Muhammed için dört erkek deveden aşağısına razı olmayız."
    Efendimiz gibi son derece itimad edilir birini bulan Hz. Hatice sevinçliydi.
    "Ey Ebû Tâlib," dedi. "Sen çok kolay ve hoşa gidecek bir ücret istemiş bulunuyorsun. Bundan daha fazlasını isteseydin ben yine kabul ederdim." 91
    Ebû Tâlib, bu sözlerden fazlasıyla memnun oldu.
    Hz. Hatice, kölesi Meysere'yi de Resulullah Efendimizin emrine verdi ve ona şu tembihte bulundu:
    "Sana ne emrederse derhal itaat edeceksin. Hiçbir fikrine aykırı iş görmeyeceksin. Bir dediğini iki etmeyeceksin ve her halini bana bildireceksin."
    Kervanın yola çıkması için bütün hazırlıklar tamamlandı. Ebû Tâlib ile Efendimizin halaları da onu uğurlamaya geldiler, kervanda bulunanlara onunla ilgilenmelerini rica ettiler. Ve kervan yola çıktı.
    Ticaret kervanı üç aylık yorucu bir yolculuktan sonra, Şam topraklarına vardı. Kervana iştirak edenlerin herbiri Busra Panayırının münasip yerlerine tezgâhlarını kurdular. Kâinatın Efendisi ise, oradaki manastıra yakın bir zeytin ağacının altına indi.
    Rahip Nastura ve Efendimiz
    Efendimizin daha önceki Şam seyahatı sırasında manastırda bulunan Rahib Bahîra ölmüş, yerini Nastûra adındaki rahibe bırakmıştı. Efendimizin, zeytin ağacının altına inmesi, pencereden gelen kafileyi seyreden Râhibin dikkatinden kaçmadı. Önceden tanıştığı Meysere'yi yanına çağırdı ve ağacın altında konaklayanın kim olduğu sordu.
    Meysere, "O Kureyş ve Mekke halkından bir zâttır" dedi.
    Nastura bir anlık bir düşünceye daldı. Sonra da Meysere'yi hayretler içinde bırakan fikrini açıkladı:
    "O ağacın altına şimdiye kadar peygamberden başka kimse inmemiştir."
    Daha sonra Meysere'ye şu suâli yöneltti:
    "Onun gözünde biraz kırmızılık var mıdır?"
    Meysere'den "Evet" cevabını alınca, teşhisini kesinleştirdi:
    "O, peygamberdir. Hem de peygamberlerin sonuncusudur."92
    Meysere, heyecan ve hayretinden şaşkına döndü. İstikbalin Peygamberinin hizmetinde bulunma saadet ve sevinci vücudunun bütün zerrelerine bir anda yayıldı. Rahibin söyledikleri de hafızasına iyice nakşolmuştu.
    Satışlar tamamlanmış, alınacaklar alınmıştı. Bir de baktılar ki, Peygamberimiz herkesten ziyâde kârlı bir ticaret yapmış.93 Bu sefer Meysere'nin hayretine, kafiledekilerin de hayret ve şaşkınlığı katıldı.
    Kervan, Busra'dan ayrılarak Mekke'ye doğru yola çıktı.
    Melekler Gölge Ediyor
    Kervan sıcak kumlar üzerinde Mekke'ye doğru yol alıyordu. Kızgın güneş, ateşten oklarını yere saplamakta idi. Fakat o da ne? Meysere gözlerine inanamıyordu. Acaba yanlış mı görüyordu?
    Ama hayır, tamamıyla gerçekti. İki melek, kavurucu sıcaktan rahatsız olmaması için, bulut tarzında Kâinatın Efendisi üzerinde gölgelik yapıyordu.94
    Meysere, hayranlık ve heyecanından yerinde duramaz hale gelmişti. Güneşin sıcaklığı, bu garip hâdisenin mûnis sıcaklığı yanında artık ona pek tesir etmiyordu. Ne var ki, Nur Muhammed'e (a.s.m.) bu olup bitenleri ve duyduklarını anlatma cesaretini kendinde bir türlü bulamıyordu. Hayretini, heyecanını ve şaşkınlığını hep içinde saklıyor, dışa aksetmemesi için var gücünü sarf ediyordu.
    Artık kervan, Mekke'den görülmeye başlanmıştı.
    Hz. Hatice, evinin damında Kureyş kadınlarıyla birlikte gelen kafileyi gözlüyordu. Herkes gibi o da hayret içindeydi. Gelen Muhammed ve Meysere'ydi. Ya, Muhammed'in (a.s.m.) başı üzerinde gelenler ne? Yine iki melek Kâinatın Efendisi üzerinde gölgelik ediyorlardı. Hatice heyecan içinde yanındaki kadınlara da bu garipliği gösteriyordu:95
    "Bakın, bakın, Muhammed melekler tarafından gölgeleniyor."
    Kervan Mekke'ye ulaştı. Peygamberimiz, malları Hz. Hatice'ye teslim etti. Hatice de getirilen malları yüksek bir kârla sattı.96
    Meysere Müşahedelerini Anlatıyor
    Meysere bu yolculuk esnasında Kâinatın Efendisinden çok şey görmüş, çok şey öğrenmişti.
    Her şeyden önce temizliğe son derece riâyet ediyordu, ahlâkı mükemmeldi, doğru sözlüydü, arkadaşlığı samimi ve ciddî idi. Ticaretteki dürüstlüğüne diyecek yoktu. Bütün bunları, Rahib Nastura'nın söylediklerini ve yolda gördüğü garipliği, Meysere bir bir Hatice'ye anlattı.
    Hz. Hatice Meysere'den duyduklarını ve kendisinin gördüğünü vakit geçirmeden gidip amcasıoğlu Varaka bin Nevfel'e anlattı.
    Varaka bilgili bir Hıristiyandı. Putperestliğe taraftar değildi. Kendi halinde yaşlı ve aklı başında bir insandı. Hatice'den duydukları karşısında o da hayretini gizleyemeyerek şöyle dedi:
    "Eğer bu söylediklerin doğru ise, şüphesiz Muhammed, bu ümmetin peygamberidir. Ben, zaten bu ümmetten bir peygamberin çıkacağını biliyor ve onu bekliyordum. Bu zaman, onun tam zamanıdır.97
    Bu ifade ve itiraf karşısında Hz. Hatice'nin gönlü sevinçle doldu.




    90. Tabakât, 1/129:130
    91. A.g.e., 1/130
    92. Sîre, 1/130; Ravdü'l-Ünf, 1/122
    93. Sîre, 1/130
    94. Sîre, 1/200; Tabakât, 1/30; Taberî, 2/196
    95. Sîre, 1/200; Tabakât, 1/30-131
    96. Sîre, 1/200; Taberî, 2/197
    97. Sîre, 1/203; Ravdü'l-Ünf, 1/123; İbn-i Kesir, Sîre, 1/267
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  9. #39
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v)

    PEYGAMBERİMİZ HİLFU'L FÜDUL CEMİYETİNDE



    Dördüncü Ficar Muharebesi ve Efendimiz
    Peygamber Efendimiz, yirmi yaşında iken Dördüncü Ficar Muharebesi patlak verdi.
    İslâmdan evvel, Cahiliye devrinde, Araplar arasında cinayetlerin, kanlı çarpışma ve şiddet olaylarının, kan davalarının ve her türlü hırsızlık ve yolsuzlukların ardı arkası kesilmiyordu. Kalbleri şefkat ve merhametten mahrum, cemiyet hayatları hak ve hukuktan uzak insanlardan birbirini kırıp geçmekten başka zaten ne beklenebilirdi?
    Muharrem, Receb, Zilkâde ve Zilhicce ayları öteden beri Araplarca mukaddes aylar sayılıyordu. Bu aylarda her türlü kötülüğün işlenmesi, her türlü haksızlığın yapılması, kan dökülmesi kesinlikle yasaktı. Bunun için de "haram aylar" adıyla anılıyorlardı.
    İşte Ficar Muharebeleri, bu aylardan birinde vuku bulduğu ve iki taraf arasında büyük haksızlıklar, zulümler irtikâp edildiği, kan döküldüğü için bu ismi almıştı.
    Araplar arasında Ficar Muharebeleri dört kere meydana gelmişti. Birinci Ficar Muharebesi sırasında, Kâinatın Efendisi henüz on yaşlarında bulunuyordu.
    Dokuz sene gibi uzun bir zaman süren bu dört muharebe, aslında basit ve ehemmiyetsiz hâdiseler yüzünden meydana gelmişti.
    Birinci Ficar Muharebesi, Gıfarîlerden bir adamın Ukaz Panayırında uzanmış olarak, "Arab'ın en şereflisi benim" sözü üzerine Havazin Kabilesinden birinin bunu kendisine hakaret kabul edip kılıcını çekerek, övünen adamın ayağını yaralaması sebebiyle Kinane ve Havazinler arasında vuku bulmuştu.
    İkincisi, yine Ukaz Panayırında bir kadına sataşmak yüzünden Kureyş ile Havazin kabileleri arasında patlak vermişti.
    Üçüncüsü, Kinâneoğulları Kabilesinden bir adamın, Âmiroğulları Kabilesinden birine olan borcunu ödemeyip, müddeti uzatması sebebiyle Kinâne ve Havazin kabileleri arasında meydana gelmişti.
    Peygamberimizin yirmi yaşlarında iken katıldığı Dördüncü Ficar Muharebesi ise, Kureyş ile Kinâneoğulları ile Kays-ı Aylan kabileleri arasında Kinâneli Barraz bin Kays adındaki adamın Kays-ı Aylan (Havazin) Kabilesinden Urve namındaki adamı öldürmesi neticesi çıkmıştı.
    Kureyşliler, Kinâneoğullarının müttefiki bulunduklarından, dolayısıyla bu muharebeye katılmak zorunda kalmışlardı.
    Ukaz Panayırında yapılan Dördüncü Ficar Muharebesine Ebû Tâlip, haram ayda olduğu ve çok zulüm işleneceğini tahmin ettiği için katılmak istememişti. Ancak Kureyş Kabilesinin diğer kollarının diretmesi üzerine iştirâk etmek mecburiyetinde kaldı.
    Muharebe sırasında, Ebû Tâlib'in aziz yeğeni Efendimizi bir iki defa yanına alarak götürdüğü rivâyet edilmiştir. Ancak o, sadece atılan düşman oklarını toplayıp, amcasına vermekle yetinmiştir.
    Çarpışmanın bir türlü son bulmadığını gören taraflar, nihâyet birbirlerine anlaşma teklif ettiler. Buna göre, ölüler sayılacak, hangi tarafın ölüsü fazla ise, diğer taraf onların diyetlerini ödeyecek, böylece de harp son bulmuş olacaktı.
    Sayım neticesinde Kays-ı Aylanların ölüleri yirmi kadar fazla çıktı. Kinâneoğulları ve Kureyşliler tarafından bu yirmi kişinin diyeti ödenerek, Fil Tarihinden yirmi yıl sonra vuku bulan bu kanlı çarpışma da böylece nihâyet buldu.
    Peygamberimiz Hilfu'l Füdul Cemiyetinde
    Peygamber Efendimiz yirmi yaşına basmıştı.
    Son Ficar Harbinde çok kimse hayatını kaybetmiş, oluk oluk kan akmıştı. Bununla Arap kabileleri arasındaki düşmanlık duygusu daha da bilenmişti. Her an basit sebepler yüzünden büyük hâdiseler çıkabilir, adam öldürülebilir, kabileler birbirine saldırabilir duruma gelinmişti.
    Mekke'de dışardan gelen yabancılar için can, mal ve namus emniyeti diye bir şey kalmamıştı. İsteyen istediği yabancının malını alıyor, karşılığında tek kuruş ödemiyordu.
    Âciz ve güçsüzler her türlü zulme maruz kalıyor ve bunlara karşı koyma cesaretini gösteremiyorlardı.
    Bu vahşet saçan manzaraya bir çare bulunması gerekiyordu. İnsanlık haysiyetine yakışmayan bu hareketlerin önüne geçilmeliydi. Fakat, ne yapılabilirdi?
    Namus ehlinin, haksızlık karşısında vicdanı ıztırap duyanların, cemiyetin emniyet ve asayişini düşünüp duranların halletmek istedikleri meselelerdi bunlar.
    Zebidlinin Gasb Edilen Malı
    Bardağı taşıran son damla, Yemen'in Zebid Kabilesinden birinin bir deve yükü malının şehrin ileri gelenlerinden Âs bin Vâil tarafından gasbedilmesi hâdisesi oldu.
    Zebidlinin yardım istemek maksadıyla çaldığı her kapı, yüzüne kapatılıyordu. Sonunda Ebû Kubeys Dağına çıkarak uğradığı zulüm ve hakareti Kureyşlilere yüksek sesle bildirmeyi denedi ve bu yüksek tepeden şehir halkını yardıma çağırdı.84
    Bu dâvet, cemiyetin perişan halini düşünen kafaları uyandırdı. Derhal bir araya toplanarak bu yolsuzluklara, bu gayr-ı meşrû davranışlara çare aramaya koyuldular. Bu konuda başı çeken ve Mekke'nin hatırı sayılır büyüklerini bir araya getirmeye teşebbüs eden ilk şahıs, Peygamberimizin amcası Zübeyr oldu.85
    Hâşim, Muttalib, Zühre, Esed, Hâris, Teymoğullarının ileri gelenlerinden birçoğunun iştirâkı ile, Mekke'nin zengin, itibarlı ve en yaşlısı sayılan Abdullah bin Cud'a'nın evinde toplanıldı ve "Hil-fu'1-Füdul" cemiyeti kuruldu. Uzun uzadıya konuşup tartıştıktan sonra şu maddeleri karar altına aldılar:
    1) Mekke'de, ister yerlisinden, ister dışarıdan olsun-zulme uğramış kimse bırakılmayacaktır.
    2) Bundan böyle Mekke'de zulme asla meydan verilmeyecek, zâlime asla müsâmaha ve fırsat tanınmayacaktır.
    3) Mazlumlar zâlimlerden haklarını alıncaya kadar mazlumlarla beraber hareket edilecektir.86
    Cemiyet üyeleri, bu âhidleri üzerinde sebât edeceklerine dâir de şöylece yeminde bulundular:
    "Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir Dağı yerlerinden silinip gidinceye, Kâbe'de istilâm ibadeti [Kâbe'nin tavafı sırasında Hacerü'1-Esved'e el sürülmesi ve izdiham dolayısıyla bizzat el sürülemiyorsa uzaktan selamlama işaretinin yapılması.] ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz."87
    Kurulan bu cemiyete "Hilfu'1-Füdul" adı verildi.
    Sebebi şöyle izah ediliyor.
    "Hilf" yemin, "füdul" ise fazıllar demek.
    Mekke'de bulundukları bir sırada Cürhümî Kabilesinden Fazl isminde iki kişi ile, Katûrâ Kabilesinden Fudayl adında biri şehirde zulme ve tecavüze meydan vermemek hususunda yeminde bulunmuşlardı.
    Kureyş ileri gelenleri de bunlara benzer sebeplerden dolayı bir araya gelip karar aldıklarından, "Fazıllar Hâdisesi"ni hatırlama babında bu cemiyete "Hilfu'1-Füdul" denildi.88
    Fudûl kelimesi "fazlalık şey" anlamına da gelmektedir. Bu antlaşmayı yapanlar zulmedenlere fazladan zulmen alınan mallarını geri vermek üzere yemin ettikleri için bu isimle anılmıştır da denilir.
    Cemiyetin yaptığı ilk iş, Yemenli Zebîdî'nin ticaret maksadıyla getirdiği malın As bin Vâil'den geri alınması oldu.
    Sevgili Peygamberimiz de, henüz yirmi yaşında bir genç olmasına rağmen, yaşlılardan teşekkül eden bu cemiyete amcalarıyla birlikte katılmış ve zulme karşı birleşmede, re'yini müsbet olarak izhar etmiştir.
    Bu, Efendimizin genç yaşından beri olgun düşüncelere sahip olduğunun, zulme karşı nefret duyduğunun ve henüz o zamandan beri kavmi ve kabilesi arasında büyük bir itibara lâyık görüldüğünün ifadesidir.
    Şefkat ve merhamet timsali zât, elbette peygamberlikle vazifelendirilmeden evvel de mazlumun imdadına koşacak, bu hususta gösterilen gayretlere yardımcı olacaktır. Çünkü o, güzel ahlâkı tamamlamak maksadıyla gönderilmişti. Öyle ise, güzel ahlâka vasıta olan her gayrete kendisi de katılacaktı.
    Nitekim, kendilerine İlâhî risâlet vazifesi verildikten sonra da, mezkûr cemiyete katılmış olmaktan duyduğu memnuniyeti şu ifâdelerle beyân buyuracaktır:
    "Abdullah bin Cud'â'nın evinde yapılan yeminleşmede ben de bulundum. Bence o yemin, kırmızı tüylü develere sahip olmaktan daha sevimlidir. Ben ona İslâmiyet devrinde bile çağrılsam icâbet ederim."89



    84. Süheyli, Ravdü'l-Ünf, 1/91.
    85. Tabakât, 1/128; Ravdü'l-Ünf, 1/91
    86. Sîre, 1/141; Tabakât, 1/129; 93
    87. Tabakât, 1/129; Ravdü'l-Ünf, 1/93
    88. Sîre, 1/142; Tabakât, 1/129
    89. Sîre, 1/141-142; Tabakât, 1/129; Ravdü'l-Ünf, 1/94; İbn-i Kesir, Sîre, 1/261
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

  10. #40
    ***
    DIŞARDA
    Points: 47.246, Level: 100
    Points: 47.246, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 75,0%
    Overall activity: 75,0%
    Achievements
    MaHiR 01 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Nov 2009
    Yer
    Bir Boğaz yedi tepe
    Mesajlar
    8.028
    Points
    47.246
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    10

    Standart Cevap: Siyer-i Nebi (s.a.v)

    PEYGAMBERİMİZİN CAHİLİYE DEVRİ KÖTÜLÜKLERİNDEN UZAK KALIŞI




    Ebû Tâlib, bütün bu olup bitenlerden sonra nur yüzlü yeğeni Peygamber Efendimizin (a.s.m.) âdeta ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Kendisinde gittikçe kuvvet peyda eden kanaat şuydu: "Bu yeğenim ilerde büyük ve mühim bir şahsiyet olacaktır."
    Bu sebeple Peygamberimiz üzerinde himâyesini son derece dikkatli ve şuurlu bir şekilde sürdürüyor, âdeta bir dediğini iki etmiyordu.
    Artık Peygamberimiz de ruhu ve dış görünüşü ile eşsiz bir genç olmuştu. Kalb ve ruhundaki eşsiz fazilet ve güzellikler sûretini de fevkalâde güzel şekillendirmişti.
    Uzuna yakın orta boylu, siyah dalgalı saçlıydı. Açık ve yüksek alınlı, kalın siyah kaşlıydı. Kaşları birbirine çok yakın, fakat bitişik değildi. Göz bebekleri, çok tatlı bir siyahtı. Uzun ve siyah kirpikleri, bakışlarına ap ayrı bir tatlılık verirdi.
    Kader-i İlâhi, onu ezelden insanlığın Peygamberi olarak takdir ve tâyin etmişti. Bu sebeple o, âlemlerin Rabbi'nin terbiyesi altında hayat seyrine devam ediyordu. Bunun içindir ki, bütün Arabistan'la birlikte Mekke'de de hüküm süren fısk, fücûr, sefalet ve dalâletten, kötülük ve ahlâksızlıklardan en ufak bir eser, en küçük bir iz hayatında görülmezdi.
    Putlardan şiddetle nefret ederdi. Ömründe bir defa bile onlara hürmette bulunmadı. Kureyş müşriklerinin bir âdeti vardı. Her senenin belli bir gününde Buvâne adlı putun etrafında toplanırlar, geceye kadar orada bulunurlar, yanında traş olurlar, kurban keserek büyük merasim tertiplerlerdi.
    Yine böyle bir merasim için bütün Kureyş hazırlanmıştı. Ebû Tâlip de onlar gibi âile efradını toplayarak merasime iştirak etmek istedi. Ancak o buna yanaşmadı ve mâzur görülmesini istedi. Efendimizin bu davranışını Ebû Tâlip ve halaları taaccüple karşıladılar. Hatta kızar gibi oldular. Bir iki sefer daha tekliflerini tekrarladıkları halde Resul-i Ekrem Efendimiz yine red cevabı verdi. Bunun üzerine,
    "İlâhlarımızdan yüz çevirmek demek olan bu hareketinden dolayı bir felâkete uğrayacağından korkuyoruz" dediler.
    Bunu demekle de yetinmediler, üzerine öylesine vardılar ki, Sevgili Peygamberimiz daha fazla ısrar edemedi ve istemeye istemeye, sadece amcası Ebû Tâlip ve halalarının hatırını kırmamak için kendilerini takibe razı oldu. Fakat, putun yanına varır varmaz, nur yüzlü Efendimizin bir ara ortadan kaybolduğunu fark ettiler. Bir müddet sonra yanlarına gelince onu müthiş bir hal içinde gördüler. Benzi sararmıştı ve her halinden korktuğu belli oluyordu.
    Amcası ve halaları,
    "Ne oldu sana?" diye sordular.
    Sevgili Efendimiz şu cevabı verdi:
    "Bana bir fenalık gelmesinden korktum."
    "Allah sana kötülük eriştirmez. Sende çok iyi haslet ve meziyetler var. Söyle bakalım, sen ne gördün?" dediler.
    Bu sefer Peygamberimiz şunları anlattı:
    "Ben, bu putun yanına yaklaştığım zaman, uzun boylu ve beyazlar giyinmiş biri orada peydâ oldu. Bana, 'Ya Muhammed! Geri çekil, sakın o puta el sürme!' diye haykırdı."82
    Bu vakâdan sonra Resûlullah Efendimiz herhangi bir sebep ve sâikle putların yanına uğramadı ve onların bu bayram ve merasimlerine hiç bir zaman katılmadı.
    Evet, peygamberlik vazifesiyle memur edilir edilmez, eline Tevhid bayrağını alıp dalgalandıracak bir zât, elbette çocukluğunda ve gençliğinde de Tevhid inancının zıddı olan şirkten ve putperestlikten uzak, ter temiz bir hayata sahip bulunacaktır.
    Cenâb-ı Hak, sevgili Resulünü henüz ne teklif, ne memuriyet, hiçbir şeyle alakâlı bulunmadığı zamanlarda bile her türlü çirkinlikten koruyor ve onu hususî bir murakabe altında terbiye ediyordu. Resul-i Kibriyâ Efendimiz de, "Rabbim bana edebi güzel bir sûrette ihsan etmiş, edeblendirmiş" 83 sözleriyle bu gerçeğe işaret buyurmuşlardır.
    İnsaflı müsteşrikler de her şeye rağmen bu hususu inkâr edememişlerdir. Sir W. Miur Muhammed'in Hayatı isimli eserinde şu itirafta bulunmaktan kendini alamaz: "Hz. Muhammed hakkındaki bütün neşriyatımız bir nokta üzerinde ittifak eder. O da onun ahlâkının temizliği ve yüksekliğidir."




    82. Tabakât, 1/158; Halebî, İnsanü'l-Uyûn, 1/164.
    83. Abdurrauf Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 1/224.
    Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda dünyamı da âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.
    13.Asrın Müceddidi
    BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ

Sayfa 4/6 İlkİlk ... 23456 SonSon

Benzer Konular

  1. Islâm davasının tarihi; siyer-i nebi
    By Reyhani in forum Efendimizin Hayatı
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 07.04.10, 20:05
  2. Ey Nebî
    By Zümrüt in forum Hz. Muhammed (S.A.V.)
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 25.02.10, 09:17
  3. Ey Nebi
    By ArzuNur in forum Sevgi Defteri
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 07.04.09, 19:11
  4. NebÎ
    By Konyevi Nisa in forum N -Harfi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 25.12.08, 11:19

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •