9 sonuçtan 1 ile 9 arası

Konu: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 28. MEKTUP

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 28. MEKTUP

    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

    Yirmisekizinci Mektub
    Su Mektub sekiz mes'eledir.
    Birinci Risale olan Birinci Mes'ele
    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

    اِنْ كُنْتُمْ لِلرُّؤْيَا تَعْبُرُونَ
    Sâniyen: Üç sene evvel benimle görüstükten üç gün sonra tabiri çikmis, te'vili tezahür etmis eski bir rü'yanizin, simdi tabirini istiyorsunuz. Simdilik o güzel, mübarek, müjdeli rü'ya mürur-u zamana ugramis. Mânasini göstermis olan o rü'yaya karsi böyle desem hakkim yok mu:

    نَه شَبَمْ نَه شَبْ َرَسْتَمْ مَنْ { غُلاَمِ شَمْسَمْ اَزْ شَمْسِ مِى ُويَمْ خَبَرْ
    آنْ خَيَا لاَتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْتْ { عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ
    Evet kardesim, senin ile mahz-i hakikat dersini müzakereye alismisiz. Hayalâtlara karsi kapisi açik olan rü'yalari, tahkikî bir surette mevzubahs etmek, tahkik meslegine tam uygun gelmediginden; o cüz'î hâdise-i nevmiye münasebetiyle, mevtin küçük bir kardesi olan nevme ait ilmî ve düsturî olarak alti nükte-i hakikati, âyât-i Kur'aniyenin isaret ettigi vecihte beyan edecegiz. Yedincisinde, senin rü'yana kisa bir tabir verilecek.
    Birincisi: Sure-i Yûsuf'un mühim bir esasi, rü'ya-yi Yûsufiye oldugu gibi;
    وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا âyeti misillü çok âyetlerle, rü'yada ve nevmde perdeli olarak ehemmiyetli hakikatlar var oldugunu gösterir.
    Ikincisi: Kur'an ile tefe'üle ve rü'yaya itimada ehl-i hakikat tarafdar degiller. Çünki Kur'an-i Hakîm, ehl-i küfrü kesretle ve siddetli bir tarzda vuruyor. Tefe'ülde, kâfire ait siddeti, tefe'ül eden insana çiktigi vakit, yeis veriyor; kalbi müsevves ediyor.
    sh: » (M: 370)
    Hem rü'ya dahi hayr iken, bazi aks-i hakikatla göründügü için ser telakki edilir, yeise düsürür, kuvve-i maneviyeyi kirar, sû'-i zan verir. Çok rü'yalar var ki: Sureti dehsetli, zararli, mülevves iken; tabiri ve manasi çok güzel oluyor. Herkes rü'yanin suretiyle mânasinin hakikati mabeynindeki münasebeti bulamadigi için; lüzumsuz telas eder, me'yus olur, keder eder.
    Iste yalniz bu cihet içindir ki, ehl-i hakikat gibi ve Imam-i Rabbanî misillü basta
    نَه شَبَمْ نَه شَبْ َرَسْتَمْ dedim.
    Üçüncüsü: Hadîs-i sahih ile nübüvvetin kirk cüz'ünden bir cüz'ü nevmde rü'ya-yi sâdika suretinde tezahür etmis. Demek rü'ya-yi sâdika hem haktir, hem nübüvvetin vezaifine taalluku var. Su üçüncü mes'ele, gayet mühim ve uzun ve nübüvvetle alâkadar ve derin oldugundan, baska vakte talik ediyoruz; simdilik o kapiyi açmiyoruz.
    Dördüncüsü: Rü'ya üç nevidir: Ikisi, tabir-i Kur'anla
    اَضْغَاثُ اَحْلاَمٍ da dâhildir; tabire degmiyor. Mânasi varsa da ehemmiyeti yok. Ya mizacin inhirafindan kuvve-i hayaliye sahsin hastaligina göre bir terkibat, tasvirat yapiyor; yahut gündüz veya daha evvel, hattâ bir-iki sene evvel ayni vakitte basina gelen müheyyic hâdisati, hayal tahattur eder; ta'dil ve tasvir eder, baska bir sekil verir. Iste bu iki kisim اَضْغَاثُ اَحْلاَمٍ dir, tabire degmiyor.
    Üçüncü kisim ki, rü'ya-yi sadikadir. O dogrudan dogruya mahiyet-i insaniyedeki latife-i Rabbaniye, âlem-i sehadetle baglanan ve o âlemde dolasan duygularin kapanmasiyla ve durmasiyla, âlem-i gayba karsi bir münasebet bulur, bir menfez açar. O menfez ile, vukua gelmeye hazirlanan hâdiselere bakar ve Levh-i Mahfuz'un cilveleri ve mektubat-i kaderiyenin nümuneleri nev'inden birisine rastgelir, bazi vakiat-i hakikiyeyi görür. Ve o vakiatta, bazan hayal tasarruf eder, suret libaslari giydirir. Bu kismin çok enva'i ve tabakati var. Bazi aynen gördügü gibi çikar, bazan bir ince perde altinda çikiyor, bazan kalinca bir perde ile sariliyor.
    Hadîs-i serifte gelmis ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in bidayet-i vahiyde gördügü rü'yalar; subhun inkisafi gibi

    sh: » (M: 371)
    zâhir, açik, dogru çikiyordu.
    Besincisi: Rü'ya-yi sâdika, hiss-i kablelvukuun fazla inkisafidir. Hiss-i kablelvuku ise, herkeste cüz'î-küllî vardir. Hattâ hayvanlarda dahi vardir. Hattâ bir zaman ben, bu hiss-i kalbelvukuu, zâhirî ve bâtinî meshur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda "sâika" ve "sâika" namiyla ayni "sâmia" ve "bâsira" gibi iki hiss-i âheri ilmen bulmustum. Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-i meshur hislere; -hata ederek- ahmakçasina "sevk-i tabiî" diyorlar. Hâsâ sevk-i tabiî degil, belki bir nevi ilham-i fitrî olarak insan ve hayvani kader-i Ilâhî sevkediyor. Meselâ: Kedi gibi bazi hayvan; gözü kör oldugu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.
    Hem rûy-i zeminin sihhiye memurlari hükmünde ve bedevî hayvanatin cenazelerini kaldirmakla muvazzaf kartal gibi âkilüllahm kuslara bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kablelvuku ilhamiyla ve o sâika-i Ilâhî ile bildirilir ve bulurlar.
    Hem yeni dünyaya gelmis bir ari yavrusu; yasi bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o sâika ilhamiyla döner, yuvasina girer. Hattâ herkesin basinda çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken, âni kapi açilarak tahminin fevkinde ayni adam gelir. Hattâ Kürdce durûb-u emsaldendir:
    نَا ِ ُرْبِينَه َالاَنْدَارْ لِى وَرِينَه Yani: "Kurdun bahsini ettigin zaman topuzu hazirla, vur; çünki kurt geliyor." Demek bir hiss-i kablelvuku ile, latife-i Rabbaniye icmalen o adamin gelmesini hisseder. Fakat aklin suuru ihata etmedigi için; kasden degil, ihtiyarsiz olarak bahsetmeye sevkeder. Ehl-i feraset bazan kerâmet gibi geldigini beyan eder. Hattâ bir zaman bende su nevi hassasiyet fazla idi. Bu hali bir düstur içine almak istedim, fakat yakistiramadim ve yapamadim. Fakat ehl-i salahatta ve bahusus ehl-i velayette bu hiss-i kablelvuku fazla inkisaf eder, kerâmetkârane âsârini gösterir.
    Iste umum avam için dahi bir nevi velayete mazhariyet var ki, rü'ya-yi sâdikada, evliya gibi, gaybî ve istikbalî olan seyleri görüyorlar. Evet uyku nasilki avam için rü'ya-yi sâdika cihetinde
    sh: » (M: 372)
    bir mertebe-i velayet hükmündedir; öyle de umum için, gayet güzel ve muhtesem bir sinema-i Rabbaniyenin seyrangâhidir. Fakat güzel ahlâkli güzel düsünür. Güzel düsünen, güzel levhalari görür. Fena ahlâkli fena düsündügünden, fena levhalari görür. Hem herkes için, âlem-i sehadet içinde, âlem-i gayba bakan bir penceredir. Hem mukayyed ve fâni insanlar için, saha-i itlak bir meydan ve bir nevi bekaya mazhar ve mazi ve müstakbel, hal hükmünde bir temasagâhtir. Hem tekâlif-i hayatiye altinda ezilen ve mesakkat çeken zîruhlarin istirahatgâhidir. Iste bu gibi sirlar içindir ki, Kur'an-i Hakîm
    وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا nev'indeki âyetlerle, hakikat-i nevmiyeyi ehemmiyetle ders veriyor.
    Altincisi ve en mühimmi: Rü'ya-yi sâdika benim için hakkalyakîn derecesine gelmis ve pek çok tecrübatimla, kader-i Ilâhînin her sey'e muhît olduguna bir hüccet-i kati' hükmüne geçmistir. Evet bu rü'yalar, benim için hususan bu birkaç sene zarfinda o dereceye gelmistir ki; meselâ yarin basima gelecek en küçük hâdisat ve en ehemmiyetsiz muamelât ve hattâ en âdi muhaverat yazili oldugunu ve daha gelmeden muayyen oldugunu ve gecede onlari görmekle, dilim ile degil, gözüm ile okudugum bana kat'î olmustur. Bir degil, yüz degil, belki bin defa; gecede, hiç düsünmedigim halde gördügüm bazi adamlar veyahut söyledigim mes'eleler, o gecenin gündüzünde az bir tabir ile aynen çikiyor. Demek en cüz'î hâdisat vukua gelmeden evvel hem mukayyeddir, hem yazilmistir. Demek tesadüf yok, hâdisat basibos gelmiyor, intizamsiz degillerdir.
    Yedincisi: Senin müjdeli, mübarek ve güzel rü'yanin tabiri, Kur'an için ve bizim için çok güzeldir. Hem zaman tabir etti ve ediyor, tabirimize ihtiyaç birakmiyor. Hem kismen tabiri güzel olarak çikmis. Sen dikkat etsen anlarsin. Yalniz bir-iki noktasina isaret ederiz. Yani bir hakikat beyan ederiz. Senin hakikat-i rü'ya nev'inden olan vakialar, o hakikatin temessülâtidir. Söyle ki:
    O vasi' meydanlik, âlem-i Islâmiyettir. Meydanligin nihayetindeki mescid, Isparta vilayetidir. Etrafi bulanik çamurlu su, hal ve zamanin sefahet ve atalet ve bid'atlar batakligidir. Sen selâmetle, bulasmadan, sür'atle mescide eristigin; herkesten evvel envar-i Kur'aniyeye sahib çikip, kalbini bozmadan saglam kaldigina isarettir. Mesciddeki küçük cemaat ise; Hakki, Hulusi, Sabri,
    sh: » (M: 373)


    Seni çok Özledim Annem

  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 28. MEKTUP

    sh: » (M: 373)
    Süleyman, Rüsdü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühdü, Lütfü, Hüsrev, Re'fet gibi Sözler'in hameleleridir. Ufak kürsü ise, Barla gibi küçük bir köydür. Yüksek ses ise, Sözler'deki kuvvet ve sür'at-i intisarlarina isarettir. Birinci safta sana tahsis edilen makam ise, Abdurrahman'dan sana münhal kalan yerdir. O cemaat; telsiz âletlerin âhizeleri hükmünde, bütün dünyaya ders isittirmek istemek isareti ve hakikati ise insâallah tamamiyla sonra çikacak. Simdi efradi birer küçük çekirdek iseler de, ileride tevfik-i Ilâhî ile birer secere-i âliye hükmüne geçerler. Ve birer telsiz telgrafin merkezi olurlar. Sarikli küçük genç bir zât ise; Hulusi'ye omuz omuza verecek belki geçecek birisi, nasirler ve talebeler içine girmeye namzeddir. Bazilarini zannederim, fakat kat'î hükmedemem. O genç, kuvve-i velayetle meydana atilacak bir zâttir. Sair noktalari sen benim bedelime tabir et.
    Senin gibi dostlarla uzun konusmak hem tatli, hem makbul oldugundan; su kisa mes'elede uzun konustum, belki de israf ettim. Fakat nevme ait olan âyât-i Kur'aniyenin bir nevi tefsirine isaret etmek niyetiyle basladigimdan, insâallah o israf afvolur veya israf olmaz.
    * * *
    Ikinci Mes'ele olan Ikinci Risale
    [Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâm'in gözüne tokat vurmus, ilâ âhir meâlindeki hadîse dair ehemmiyetli bir münakasayi kaldirmak ve halletmek için yazilmistir.]
    Egirdir'de bir münakasa-i ilmiye isittim. O münakasa, hususan su zamanda yanlistir. Hattâ münakasayi bilmiyordum. Benden de sual edildi. Mu'teber bir kitabda, Hadîs-i Seyheyn'in ittifakina alâmet olan ق isaretiyle bir hadîs bana gösterildi. "Hadîs midir, degil midir?" sual edildi. Ben dedim: Böyle mu'teber bir kitabda, Seyheyn Hadîsinin ittifakina hükmeden bir zâta itimad etmek lâzim; demek hadîstir. Fakat hadîsin, Kur'an gibi bazi mütesabihati var. Ancak havas onlarin mânalarini bulabilir. Su hadîsin zâhiri dahi, müskilât-i hadîsin mütesabihat kismindan olmak ihtimali var, dedim. Eger bilseydim medar-i münakasa olmus, öyle kisa degil, belki böyle cevap verecektim:
    sh: » (M: 374)
    Evvelâ: Bu çesit mesaili münakasa etmenin birinci sarti; insaf ile, hakki bulmak niyetiyle, inadsiz bir surette, ehil olanlarin mabeyninde, sû'-i telakkiye sebeb olmadan müzakeresi caiz olabilir. O müzakere hak için olduguna delil sudur ki: Eger hak, muarizin elinde zâhir olsa, müteessir olmasin, belki memnun olsun; çünki bilmedigi sey'i ögrendi. Eger kendi elinde zâhir olsa, fazla birsey ögrenmedi, belki gurura düsmek ihtimali var.
    Sâniyen: Sebeb-i münakasa, eger hadîs ise; hadîsin meratibini ve vahy-i zimnînin derecatini ve tekellümat-i Nebeviyenin aksamini bilmek lâzim. Avam içinde müskilât-i hadîsiyeyi münakasa etmek, izhar-i fazl suretinde avukat gibi kendi sözünü dogru göstermek ve enaniyetini, hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller aramak caiz degildir. Mâdem su mes'ele açilmis, medar-i münakasa edilmis, bîçare avam-i nâsin zihninde sû'-i tesir ediyor. Çünki su gibi mütesabih hadîsleri aklina sigistiramadigi için; eger inkâr etse dehsetli bir kapi açar, yani küçücük aklina sigismayan kat'î hadîsleri dahi inkâra yol açar. Eger zâhir-i hadîsin mânasini tutarak öyle kabul edip nesretse, ehl-i dalaletin itirazatina ve "hurafattir" demelerine yol açar. Mâdem bu mütesabih hadîse, lüzumsuz ve zararli bir tarzda nazar-i dikkat celbedilmis ve bu çesit hadîsler çok varid olmus, elbette sübheleri izale edecek bir hakikati beyan etmek lâzim gelir. Su hadîs kat'î olsun veya olmasin, o hakikati zikretmek gerektir.
    Iste yazdigimiz risalelerde, ezcümle Yirmidördüncü Söz'ün Üçüncü Dalinda Oniki Asil ile ve Dördüncü Dalinda ve Ondokuzuncu Mektub'un vahyin taksimatina dair mukaddemesindeki bir esasinda tafsilâta iktifaen, burada icmalen o hakikata bir isaret ederiz. Söyle ki:
    Melâike, insan gibi bir surete inhisar etmez; müsahhas iken, bir küllî hükmündedir. Hazret-i Azrâil Aleyhisselâm, kabz-i ervaha müekkel olan melâikelerin nâziridir.
    "Her ölünün ruhunu, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm mi bizzât kabzediyor? Yoksa avaneleri mi kabzediyorlar?" Bu hususta üç meslek var:
    Birinci Meslek: Azrâil Aleyhisselâm, herkesin ruhunu kabzeder. Bir is bir ise mani olmaz, çünki nuranîdir. Nuranî bir sey, hadsiz âyineler vasitasiyla hadsiz yerlerde bizzât bulunabilir ve temessül eder. Nuranînin temessülâti, o nuranî zâtin hassasina
    sh: » (M: 375)
    mâliktir; onun ayni sayilir, gayri degildir. Günesin âyinelerdeki misalleri, Günesin ziya ve hararetini gösterdigi gibi; melaike gibi ruhanîlerin dahi, âlem-i misalin ayri ayri âyinelerinde misalleri onlarin aynilaridir, hassalarini gösterirler. Fakat âyinelerin kabiliyetine göre temessül ediyorlar. Nasilki Hazret-i Cebrâil Aleyhisselâm, bir vakitte Dihye suretinde Sahabeler içinde göründügü dakikada, binler yerde baska suretlerde ve Ars-i Azam önünde, sarktan garba kadar genis ve muhtesem kanadlariyla secde ediyordu. Heryerde, o yerin kabiliyetine göre temessülü varmis; bir anda binler yerde bulunuyormus.
    Iste su meslege göre; kabz-i ruh vaktinde, insanin âyinesine temessül eden Melek-ül Mevt'in insanî ve cüz'î bir misali, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi bir ulül-azm ve celalli ve hiddetli bir zâtin tokadina maruz olmak ve o misalî Melek-ül Mevt'in libasi hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çikarmak; ne muhaldir, ne fevkalâdedir, ne de gayr-i makuldür.
    Ikinci Meslek odur ki: Hazret-i Cebrâil, Mikâil, Azrâil gibi melâike-i izam, birer nâzir-i umumî hükmünde.. kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda avaneleri vardir. Ve o muavinler, enva'-i mahlukata göre ayri ayridirlar. Sulehanin (Hâsiye-1) ervahini kabzeden baskadir; ehl-i sekavetin ervahini kabzeden yine baskadir. Nasilki
    وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا *وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا âyeti isaret ediyor ki: "Kabz-i ervah eden, taife taifedir." Bu meslege göre; Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâm'a degil, belki Azrâil'in bir avanesinin misalî cesedine, fitrî celaletine ve hulkî celadetine ve Cenâb-i Hakk'in yaninda nazdar olmasina binaen, ona bir tokat asketmek gayet makuldür. (Hâsiye-2)
    (Hâsiye-1): Bizde "Seyda" lakabiyla meshur bir veliyy-i azîm, sekeratta iken, ervah-i evliyanin kabzina müekkel Melek-ül Mevt gelmis. Seyda bagirarak demis ki: "Ben talebe-i ulûmu çok sevdigim için, talebe-i ulûmun kabz-i ervahina müekkel mahsus taife ruhumu kabzetsin!" diye dergâh-i Ilâhiyeye rica etmis. Yaninda oturanlar bu vak'aya sahid olmuslar.
    (Hâsiye-2): Hattâ memleketimizde gayet cesur bir adam, sekerat vaktinde Melek-ül Mevti görmüs. Demis: "Beni yatak içinde yakaliyorsun!" Kalkmis atina binmis, kilincini eline almis, ona meydan okumus. Merdane, at üstünde vefat etmis.


    Seni çok Özledim Annem

  3. #3
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 28. MEKTUP

    sh: » (M: 376)
    Üçüncü Meslek: Yirmidokuzuncu Söz'ün Dördüncü Esasinda beyan edildigi gibi ve ehadîs-i serifenin delalet ettigi üzere: "Bazi melâikeler var ki, kirkbin basi var. Her basinda, kirkbin dili var -Demek, seksenbin gözü dahi var- Herbir dilde, kirkbin tesbihat var." Evet mâdem melâikeler âlem-i sehadetin enva'ina göre müekkeldirler; âlem-i ervahta o enva'in tesbihatlarini temsil ediyorlar, elbette öyle olmak lâzimgelir. Çünki meselâ Küre-i Arz bir mahluktur, Cenâb-i Hakk'i tesbih ediyor. Degil kirkbin, belki yüzbinler bas hükmünde enva'lari var. Her nev'in, yüzbinler dil hükmünde efradlari var ve hâkeza... Demek Küre-i Arz'a müekkel melegin kirkbin, belki yüzbinler basi olmali. Ve her basinda da yüzbinler dil olmali ve hâkeza... Iste bu meslege binaen, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâm'in her ferde müteveccih bir yüzü ve bakar bir gözü vardir. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm'in, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâm'a tokat vurmasi; hâsâ Azrâil Aleyhisselâm'in mahiyet-i asliyesine ve sekl-i hakikîsine degil ve bir tahkir degil ve adem-i kabul degil; belki vazife-i risaletin daha devamini ve bekasini arzu ettigi için, kendi eceline dikkat eden ve hizmetine sed çekmek isteyen bir göze samar vurmus ve vurur...


    اَللّهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ * لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ *
    قُلْ اِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللّهِ
    هُوَ الَّذِى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَاَمَّا الَّذِينَ فِى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَاْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبّنِاَ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلاَّ اُولُو اْلاََلْبَابِ

    * * *
    sh: » (M: 377)

    Üçüncü Mes'ele olan Üçüncü Risale
    [Su mes'ele umum ihvanimin ekseri lisan-i hal ile ve bir kisminin lisan-i kal ile ettikleri umumî bir sualin, has ve hususî ve mahremce bir cevabidir.]
    Sual: Senin ziyaretine gelen herkese diyorsun ki: "Benim sahsimdan bir himmet beklemeyiniz ve sahsimi mübarek tanimayiniz. Ben makam sahibi degilim. Âdi bir neferin müsir makaminin evamirini tebligi gibi, ben de manevî bir müsiriyet makaminin evamirini teblig ediyorum. Hem müflis bir adamin, gayet kiymetdar ve zengin elmas ve mücevherat dükkâninin dellâli oldugu gibi; ben dahi, mukaddes ve Kur'anî bir dükkânin dellâliyim." diyorsun. Halbuki "Aklimiz ilme muhtaç oldugu gibi, kalbimiz dahi bir feyiz ister, ruhumuz bir nur ister ve hâkeza çok cihetle çok seyler istiyoruz. Seni hacatimiza yarayacak adam zannedip, senin ziyaretine geliyoruz. Bize âlimden ziyade bir sahib-i velayet, sahib-i himmet ve sahib-i kemalât lâzim. Eger hakikat-i hal dedigin gibi ise, ziyaretinize yanlis geldik." lisan-i halleri diyor.
    Elcevap: Bes noktayi dinleyiniz, sonra düsününüz. Ziyaretiniz beyhude mi, yoksa faideli midir? O vakit hükmediniz.
    Birinci Nokta: Nasilki bir padisahin âdi bir hizmetkâri ve bîçare bir neferi; padisah namina feriklere, pasalara hedaya-yi sahanesini ve nisanlarini veriyor, onlari minnetdar ediyor. Eger ferikler ve müsirler, "Bu âdi nefere neden tenezzül edip, elinden ihsan ve nisanlari aliyoruz?" deseler, magrurane bir divaneliktir. Eger o nefer dahi; vazifesinin haricinde müsire kiyam etmezse, kendini ondan yüksek görse, eblehçesine bir divaneliktir. Hem eger o memnun olan feriklerden birisi, mütesekkirane o neferin kulübecigine tenezzülen misafir gitse; kuru ekmekten baska bulmayan o nefer mahcub kalmamak için, o hali gören ve bilen padisah -elbette o neferini mahcub etmemek için- matbah-i sahaneden, sâdik hizmetkârinin muhterem misafirine tabla gönderir; öyle de: Kur'an-i Hakîm'in sâdik bir hizmetkâri, ne kadar âdi olursa olsun Kur'an namina, en büyük insanlara emirlerini çekinmeyerek teblig eder ve en zengin ruhlu olanlara
    sh: » (M: 378)
    Kur'anin âlî elmaslarini yalvararak mütezellilane degil, belki müftehirane ve müstagniyane satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o âdi hizmetkâra, vazife basinda iken tekebbür edemezler. Ve o hizmetkâr dahi, onlarin ona müracaatinda, kendine medar-i gurur bulamaz.. ve haddinden tecavüz etmez. Eger o hazine-i kudsiyenin müsterileri içinde bazilari, o bîçare hizmetkâra velayet nazariyla baksalar ve büyük tanisalar; elbette hakikat-i Kur'aniyenin merhamet-i kudsiyesi sanindandir ki, o hizmetkârini mahcub etmemek için, hazine-i hassa-i Ilâhiyeden, o hizmetkârin hiç haberi ve medhali olmadan, onlara meded versin ve himmet ederek feyizdar etsin.
    Ikinci Nokta: Imam-i Rabbanî ve Müceddid-i Elf-i Sâni Ahmed-i Farukî (R.A.) demis: "Hakaik-i imaniyeden bir tek mes'elenin inkisafi ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve keramata müreccahtir. Hem bütün tarîkatlarin gayesi ve neticesi, hakaik-i îmaniyenin inkisafi ve vuzuhudur." Mâdem söyle bir tarîkat kahramani böyle hükmediyor; elbette hakaik-i îmaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-i Kur'aniyeden teressuh eden Sözler, velayetten matlub olan neticeleri verebilirler.
    Üçüncü Nokta: Bundan otuz sene evvel, Eski Said'in gafil kafasina müdhis tokatlar indi,
    اَلْمَوْتُ حَقٌّ kaziyesini düsündü. Kendini bataklik çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradi, bir halaskâr taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldi. Gavs-i Azam olan Seyh-i Geylanî Radiyallahü Anh'in "Fütuh-ul Gayb" namindaki kitabiyla tefe'ül etti. Tefe'ülde su çikti: اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ Acibdir ki; o vakit ben, Dâr-ül Hikmet-il Islâmiye âzasi idim. Güya ehl-i Islâmin yaralarini tedaviye çalisan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvelâ kendine bakmali, sonra hastalara bakabilir.
    Iste Hazret-i Seyh bana der ki: "Sen kendin hastasin, kendine bir tabib ara!" Ben dedim: "Sen tabibim ol!" Tuttum, kendimi ona muhatab addederek, o kitabi bana hitab ediyor gibi okudum. Fakat kitabi çok siddetli idi. Gururumu dehsetli kiriyordu. Nefsimde siddetli ameliyat-i cerrahiye yapti. Dayanamadim, yarisina kadar
    sh: » (M: 379)
    kendimi ona muhatab ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadi. O kitabi dolaba koydum. Fakat sonra, ameliyat-i sifakâraneden gelen acilar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadimin kitabini tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münacatini dinledim, çok istifaza ettim.
    Sonra Imam-i Rabbanî'nin Mektubat kitabini gördüm, elime aldim. Hâlis bir tefe'ül ederek açtim. Acaibdendir ki, bütün Mektubatinda yalniz iki yerde "Bediüzzaman" lafzi var. O iki mektub bana birden açildi. Pederimin ismi Mirza oldugundan, o mektublarin basinda "Mirza Bediüzzaman'a Mektub" diye yazili olarak gördüm. Fesübhanallah dedim, bu bana hitab ediyor. O zaman Eski Said'in bir lâkabi, "Bediüzzaman"di. Halbuki hicretin üçyüz senesinde, Bediüzzaman-i Hemedanî'den baska o lâkabla istihar etmis zâtlari bilmiyordum. Halbuki Imamin zamaninda dahi öyle bir adam vardi ki, ona o iki mektubu yazmis. O zâtin hali, benim halime benziyormus ki, o iki mektubu kendi derdime deva buldum. Yalniz Imam, o mektublarinda tavsiye ettigi gibi çok mektublarinda musirrane sunu tavsiye ediyor: "Tevhid-i kible et." Yani: Birini üstad tut, arkasindan git, baskasiyla mesgul olma. Su en mühim tavsiyesi, benim istidadima ve ahval-i ruhiyeme muvafik gelmedi. Ne kadar düsündüm: "Bunun arkasindan mi, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasindan gideyim?" tahayyürde kaldim. Herbirinde ayri ayri cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenâb-i Hakk'in rahmetiyle kalbime geldi ki: "Bu muhtelif turuklarin basi ve bu cedvellerin menbai ve su seyyarelerin günesi, Kur'an-i Hakîm'dir. Hakikî tevhid-i kible bunda olur. Öyle ise, en a'lâ mürsid de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapistim. Nâkis ve perisan istidadim elbette lâyikiyla o Mürsid-i Hakikî'nin âb-i hayat hükmündeki feyzini massedip alamiyor; fakat ehl-i kalb ve sahib-i halin derecatina göre o feyzi, o âb-i hayati yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur'andan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalniz aklî mesail-i ilmiye degil; belki kalbî, ruhî, hâlî mesail-i îmaniyedir ve pek yüksek ve kiymetdar maarif-i Ilâhiye hükmündedirler.
    Dördüncü Nokta: Sahabelerden ve Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînden en yüksek mertebeli velayet-i kübra sahibi olan zâtlar, nefs-i Kur'andan bütün letaiflerinin hisselerini aldiklarindan ve Kur'an onlar için hakikî ve kâfi bir mürsid oldugundan
    sh: » (M: 380)
    gösteriyor ki: Her vakit Kur'an-i Hakîm, hakikatlari ifade ettigi gibi, velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza eder.
    Evet zâhirden hakikata geçmek iki suretledir:
    Biri: Tarîkat berzahina girip, seyr ve sülûk ile kat'-i meratib ederek hakikata geçmektir.
    Ikinci Suret: Dogrudan dogruya, tarîkat berzahina ugramadan, lütf-u Ilâhî ile hakikata geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yüksek ve kisa tarîk sudur. Demek hakaik-i Kur'aniyeden teressuh eden Nurlar ve o Nurlara tercümanlik eden Sözler, o hâssaya mâlik olabilirler ve mâliktirler.
    Besinci Nokta: Bes cüz'î misal ile gösterecegiz ki; Sözler talim-i hakaik ettikleri gibi, irsad vazifesini de görüyorlar.
    Birinci Misal: Ben kendim on degil, yüz degil, binler defa müteaddid tecrübatimla kanaatim gelmis ki: Sözler ve Kur'andan gelen Nurlar; aklima ders verdigi gibi, kalbime de îman hali telkin ediyor, ruhuma îman zevki veriyor ve hâkeza... Hattâ dünyevî islerimde; kerâmet sahibi bir seyhin bir müridi, nasil seyhinden hâcâtina dair meded ve himmet bekliyor; ben de Kur'an-i Hakîm'in kerametli esrarindan o hâcâtimi beklerken, ümid etmedigim ve ummadigim bir tarzda bana çok defa hasil oluyor. Yalniz cüz'iyattan iki küçük misal:
    Biri: Onaltinci Mektub'da izahi ve tafsili geçen; Süleyman isminde bir misafirime, katran agaci basinda koca bir ekmek hârika bir tarzda gösterilmis. Iki gün ikimiz, o hediye-i gaybîden yedik.
    Ikinci Misal: Gayet küçük ve latif, bugünlerde vaki' olan mes'eleyi söyleyecegim. Söyle ki:
    Fecirden evvel hatirima geldi ki; bir zâtin kalbine vesvese verecek bir tarzda tarafimdan sözler söylenilmisti; keski dedim onu görseydim, kalbindeki dagdagayi izale etseydim. Ayni dakikada, Nis'e gitmis bir parça kitabim bana lâzim idi; keski elime geçseydi dedim. Sabah namazindan sonra oturdum; baktim ayni zât, o kitab parçasi elinde oldugu halde içeri girdi. Ona dedim: "Senin elindeki nedir?" Dedi: "Bilmiyorum, kapinin önünde Nis'ten gelmis diye birisi bana verdi; ben de size getirdim." Fesübhanallah dedim; böyle bir vakitte bu adamin evinden çikip
    sh: » (M: 381)
    gelmesi ve su Söz'ün Nis'den gelmesi, hiç tesadüfe benzemiyor. Ve böyle bir adama söyle bir parça kitabi ayni dakikada eline verip bana gönderen, elbette Kur'an-i Hakîm'in himmetidir diyerek, Elhamdülillah dedim; benim en küçük, ehemmiyetsiz, hafî arzu-yu kalbimi bilen birisi, elbette bana merhamet ediyor, beni himaye ediyor; öyle ise dünyanin minnetini bes paraya almam.
    Ikinci Misal: Biraderzadem merhum Abdurrahman, sekiz seneden beri benden ayrilip dünyanin gaflet ve evhamlarina bulastigi halde, sahsima karsi haddimden çok fazla hüsn-ü zanni varmis. Bende olmayan ve elimden gelmeyen himmeti istiyor ve meded bekliyordu. Kur'an-i Hakîm'in himmeti imdadina yetisti. Hasre dair olan Onuncu Söz'ü, vefatindan üç ay evvel eline yetistirdi. O Söz onu manevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber; âdeta mertebe-i velayete çikmis gibi, vefatindan evvel yazdigi mektubunda üç zâhir keramet izhar etmis. Yirmiyedinci Mektub'un fikralari içinde dercedilmis, müracaat olunsun.


    Seni çok Özledim Annem

  4. #4
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 28. MEKTUP

    Üçüncü Misal: Burdur'lu Hasan Efendi isminde ehl-i kalb bir âhiret kardesim ve talebem vardi. Bana karsi haddimden çok fazla hüsn-ü zan ederek, büyük bir veliden himmet beklemek gibi bîçare benden meded bekliyordu. Birdenbire hiç münasebet yokken, Otuzikinci Söz'ü Burdur köylerinde oturan birisine mütalaa etmek üzere verdim. Sonra Hasan Efendi hatirima geldi, dedim: "Sayet Burdur'a gidersen Hasan Efendi'ye ver, bes-alti gün mütalaa etsin." O adam gitmis, dogrudan dogruya Hasan Efendi'ye vermis. Hasan Efendi'nin eceli otuz-kirk gün kalmisti. Gayet susamis bir adamin, âb-i kevser gibi tatli suya rastgelirken yapismasi gibi; öyle de Otuzikinci Söz'e yapismis, mütemadiyen mütalaa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, hususan Üçüncü Mevkifindaki muhabbetullah bahsinde, tamamiyla derdine deva bulmus ve bir kutb-u azamdan bekledigi feyzi onda bulmus. Saglam olarak câmiye gitmis, namaz kilmis, orada ruhunu Rahman'a teslim eylemis (Rahmetullahi Aleyh).
    Dördüncü Misal: Hulusi Bey'in Yirmiyedinci Mektub'daki fikralarinin sehadetiyle; en mühim ve müessir tarîkat olan Naksî tarîkatindan ziyade himmet ve meded, feyiz ve nuru; esrar-i Kur'aniyenin tercümani olan nurlu Sözler'de bulmustur.

    Besinci Misal: Kardesim Abdülmecid, biraderzadem Abdur-
    sh: » (M: 382)
    rahman'in (Rahmetullahi Aleyh) vefati üzerine ve daha sair elîm ahvalât içinde bir perisaniyet hissetmisti. Hem elimden gelmeyen manevî himmet ve meded bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birdenbire mühim birkaç Söz'ü ona gönderdim. O da mütalaa ettikten sonra yaziyor ki: "Elhamdülillah kurtuldum! Çildiracaktim. Bu Sözler'in herbiri birer mürsid hükmüne geçti. Çendan bir mürsidden ayrildim, fakat çok mürsidleri birden buldum, kurtuldum." diye yaziyordu. Ben baktim ki, hakikaten Abdülmecid güzel bir meslege girip o eski vaziyetlerinden kurtulmus.
    Daha bu bes misal gibi pek çok misaller var. Onlar gösteriyorlar ki: Ulûm-u îmaniye, hususan dogrudan dogruya ihtiyaca binaen ve yaralarina devaen Kur'an-i Hakîm'in esrarindan manevî ilâçlar alinsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u îmaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacini hissedenlere ve ciddî ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir. Onlari satan ve gösteren eczaci ve dellâl ne halde bulunursa bulunsun; âdi olsun, müflis olsun, zengin olsun, makam sahibi olsun, hizmetkâr olsun çok fark yoktur.
    Evet Günes varken mumlarin isigi altina girmeye ihtiyaç yok. Mâdem Günesi gösteriyorum, benden mum isigi -bahusus bende bulunmazsa- istemek manasizdir, lüzumsuzdur. Belki onlarin bana duâ ile, manevî yardim ile, hattâ himmet ile muavenet etmeleri lâzimdir. Ve ben onlardan istimdad etmem ve meded istemem, benim hakkimdir. Onlar, Nurlardan aldiklari feyze kanaat etmek, onlarin üstünde haktir.

    سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
    اَللّهُمَّ صَلِّ
    عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ

    * * *
    sh: » (M: 383)

    [Yirmisekizinci Mektub'un Üçüncü Mes'elesinin tetimmesi olabilir küçük ve hususî bir mektubdur.]
    Âhiret kardeslerim ve çaliskan talebelerim Hüsrev Efendi ve Re'fet Bey,
    Sözler namindaki envar-i Kur'aniyede üç keramet-i Kur'aniyeyi hissediyorduk. Sizler dahi, gayret ve sevkinizle bir dördüncüsünü ilâve ettirdiniz. Bildigimiz üç ise:
    Birincisi: Te'lifinde fevkalâde sühulet ve sür'attir. Hattâ bes parça olan Ondokuzuncu Mektub iki-üç günde ve her günde üç-dört saat zarfinda -mecmuu oniki saat eder- kitabsiz, dagda, bagda te'lif edildi. Otuzuncu Söz hastalikli bir zamanda, bes-alti saatte te'lif edildi. Yirmisekizinci Söz olan Cennet bahsi bir veya iki saatte, Süleyman'in dere bahçesinde te'lif edildi. Ben ve Tevfik ile Süleyman, bu sür'ate hayrette kaldik. Ve hâkeza...
    Te'lifinde bu keramet-i Kur'aniye oldugu gibi...
    Ikincisi: Yazmasinda dahi fevkalâde bir sühulet, bir istiyak ve usanmamak var. Su zamanda ruhlara, akillara usanç veren çok esbab içinde, bu Sözlerden biri çikar, birden çok yerlerde kemal-i istiyakla yazilmaya baslaniyor. Mühim mesgaleler içinde, onlar hersey'e tercih ediliyor. Ve hâkeza...
    Üçüncü Keramet-i Kur'aniye: Bunlarin okunmasi dahi usanç vermiyor. Hususan ihtiyaç hissedilse, okundukça zevk aliniyor, usanilmiyor.
    Iste siz dahi, "Dördüncü bir Keramet-i Kur'aniye"yi isbat ettiniz. Hüsrev gibi, kendine tenbel diyen ve bes senedir Sözler'i isittigi halde yazmaya cidden tenbellik edip baslamayan bir kardesimiz, bir ayda ondört kitabi güzel ve dikkatli yazmasi, sübhesiz dördüncü bir keramet-i esrar-i Kur'aniyedir. Hususan Otuzüçüncü Mektub olan otuzüç pencerelerin kiymeti tamamen takdir edilmis ki, gayet dikkatle ve güzel yazilmis. Evet o risale, marifetullah ve Îman-i Billah için en kuvvetli ve en parlak bir risaledir. Yalniz bastaki pencereler gayet icmal ve ihtisar ile gidilmistir. Fakat gittikçe inkisaf eder, daha ziyade parlar. Zâten sair te'lifata muhalif olarak ekser Sözler'in baslari mücmel baslar, gittikçe genislenir, tenevvür eder.

    * * *

    sh: » (M: 384)

    Dördüncü Risale olan Dördüncü Mes'ele
    بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    (Ihvanlarima medar-i intibah bir hâdise-i cüz'iyeye dair bir suale cevabdir.)
    Aziz kardeslerim!
    Sual ediyorsunuz ki: Câmi-i serifinize, Cum'a gecesinde sebebsiz olarak, mübarek bir misafirin gelmesiyle tecavüz edilmis. Bu hâdisenin mahiyeti nedir? Neden sana ilisiyorlar?
    Elcevap: Dört noktayi, bilmecburiye Eski Said lisaniyla beyan edecegim. Belki ihvanlarima medar-i intibah olur, siz de cevabinizi alirsiniz.
    Birinci Nokta: O hâdisenin mahiyeti; hilaf-i kanun ve sirf keyfî ve zindika hesabina, Cum'a gecesinde kalbimize telas vermek ve cemaata fütur getirmek ve beni misafirlerle görüstürmemek için, bir desise-i seytaniye ve münafikane bir taarruzdur. Garaibdendir ki, o geceden evvel olan persembe günü tenezzüh için bir tarafa gitmistim. Avdetimde güya iki yilan birbirine eklenmis gibi uzunca siyah bir yilan sol tarafimdan geldi, benim ile arkadasimin ortasindan geçti. Arkadasima, o yilandan dehset alip korktun mu diye sordum:


    Seni çok Özledim Annem

  5. #5
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 28. MEKTUP

    -Gördün mü?
    O dedi: Neyi?

    Dedim:
    -Bu dehsetli yilani!
    Dedi: Yok, görmedim ve göremiyorum.
    "Fesübhanallah!" dedim. "Bu kadar büyük bir yilan, ikimizin ortasindan geçtigi halde nasil görmedin?"
    O vakit hatirima bir sey gelmedi. Fakat sonra kalbime geldi ki: "Bu sana isarettir, dikkat et!" Düsündüm ki, gecelerde gördügüm yilanlar nev'indendir. Yani: Gecelerde gördügüm yilanlar ise;
    sh: » (M: 385)
    hiyânet niyetiyle her ne vakit bir memur yanima gelse, onu yilan suretinde görüyordum. Hattâ bir defa müdüre söylemistim: "Fena niyetle geldigin vakit seni yilan suretinde görüyorum, dikkat et!" demistim. Zâten selefini çok vakit öyle görüyordum. Demek su zâhiren gördügüm yilan ise isarettir ki, hiyanetleri bu defa yalniz niyette kalmayacak, belki bilfiil bir tecavüz suretini alacak. Bu defaki tecavüz -çendan- zâhiren küçük imis ve küçültülmek isteniliyor; fakat vicdansiz bir muallimin tesvikiyle ve istirakiyle o memurun verdigi emir; câmi' içinde, namazin tesbihatinda iken, "O misafirleri getiriniz!" diye jandarmalara emretmis. Maksad da beni kizdirmak. Eski Said damariyla bu fevkalkanun, sirf keyfî muameleye karsi kovmak ile mukabele etmekti. Halbuki o bedbaht bilmedi ki; Said'in lisaninda Kur'anin tezgâhindan gelen bir elmas kilinç varken, elindeki kirik odun parçasiyla müdafaa etmez; belki o kilinci böyle istimal edecektir. Fakat jandarmalarin akillari baslarinda oldugu için, hiçbir devlet, hiçbir hükûmet namazda, câmi'de, vazife-i diniye bitmeden ilismedigi için, namaz ve tesbihatin hitamina kadar beklediler. Memur bundan kizmis; "Jandarmalar beni dinlemiyorlar." diye kirbekçisini arkasindan göndermis. Fakat Cenab-i Hak beni böyle yilanlarla ugrasmaya mecbur etmiyor. Ihvanlarima da tavsiyem budur ki: Zaruret-i kat'iye olmadan, bunlarla ugrasmayiniz. "Cevab-ül ahmaki essükût" nev'inden, tenezzül edip onlarla konusmayiniz. Fakat buna dikkat ediniz ki: Canavar bir hayvana karsi kendini zaîf göstermek, onu hücuma tesci' ettigi gibi; canavar vicdani tasiyanlara karsi dahi dalkavukluk etmekle za'f göstermek, onlari tecavüze sevkeder. Öyle ise dostlar müteyakkiz davranmali, tâ dostlarin lâkaydliklarindan ve gafletlerinden, zindika taraftarlari istifade etmesinler.
    Ikinci Nokta: وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyet-i kerimesi fermaniyla: Zulme degil yalniz âlet olani ve tarafdar olani, belki edna bir meyledenleri dahi, dehsetle ve siddetle tehdid ediyor.
    Çünki riza-yi küfür, küfür oldugu gibi; zulme riza da zulümdür.
    Iste bir ehl-i kemal, kâmilane, su âyetin çok cevahirinden bir cevherini söyle tabir etmistir:
    Muin-i zalimîn dünyada erbab-i denaettir
    Köpektir zevk alan, sayyad-i bîinsafa hizmetten.
    sh: » (M: 386)
    Evet; bazilari yilanlik ediyor, bazilari köpeklik ediyor. Böyle mübarek bir gecede,
    mübarek bir misafirin, mübarek bir duada iken, hafiyelik edip, güya cinayet yapiyormusuz gibi ihbar eden ve taarruz eden, elbette bu siirin mealindeki tokada müstehaktir.
    Üçüncü Nokta: Sual: Mâdem Kur'an-i Hakîm'in feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri islah ve irsad etmeye Kur'anin himmetine güveniyorsun. Hem bilfiil de yapiyorsun. Neden senin yakininda bulunan bu mütecavizleri çagirip irsad etmiyorsun?
    Elcevap: Usûl-ü seriatin kaide-i mühimmesindendir:
    اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ Yani: "Bilerek zarara razi olana sefkat edip lehinde bakilmaz." Iste ben çendan Kur'an-i Hakîm'in kuvvetine istinaden dava ediyorum ki: "Çok alçak olmamak ve yilan gibi dalalet zehirini serpmekle telezzüz etmemek sartiyla, en mütemerrid bir dinsizi, birkaç saat zarfinda ikna etmezsem de, ilzam etmeye hazirim." Fakat nihayet derecede alçakliga düsmüs bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarini pis, muzir sise parçalarina mübadele eder derecede münafikliga girmis insan suretindeki yilanlara hakaiki söylemek; hakaike karsi bir hürmetsizliktir. كَتَعْلِيقِ الدُّرَرِ فِى اَعْنَاقِ الْبَقَرِ darb-i meseli gibi oluyor. Çünki bu isleri yapanlar, kaç defa hakikati Risale-i Nur'dan isittiler. Ve bilerek, hakikatlari zindika dalaletlerine karsi çürütmek istiyorlar. Böyleler, yilan gibi zehirden lezzet aliyorlar.
    Dördüncü Nokta: Bana karsi bu yedi senedeki muameleler, sirf keyfî ve fevkalkanundur. Çünki menfîlerin ve esirlerin ve zindandakilerin kanunlari meydandadir. Onlar kanunen akrabasiyla görüsürler, ihtilattan men olunmazlar. Her millet ve devlette ibadet ve taat, tecavüzden masundur. Benim emsallerim, sehirlerde akrabalariyla ve ahbablariyla beraber kaldilar. Ne ihtilattan, ne muhabereden ve ne de gezmekten men olunmadilar. Ben men olundum. Ve hattâ câmiime ve ibadetime tecavüz edildi. Safiîlerce, tesbihat içinde kelime-i tevhidin tekrari sünnet iken, bana terkettirilmeye çalisildi. Hattâ Burdur'da eski muhacirlerden Sebab isminde ümmî bir zât, kayinvalidesiyle beraber tebdil-i hava için buraya gelmis. Hemsehrilik itibariyle
    sh: » (M: 387)
    benim yanima geldi. Üç müsellah jandarma ile câmiden istenildi. O memur, hilaf-i kanun yaptigi hatayi setretmeye çalisip: "Afvedersiniz gücenmeyiniz, vazifedir." demis. Sonra, "Haydi git" diyerek ruhsat vermis. Bu vakiaya sair seyler ve muameleler kiyas edilse anlasilir ki: Bana karsi sirf keyfî muameledir ki; yilanlari, köpekleri bana musallat ediyorlar. Ben de tenezzül etmiyorum ki, onlarla ugrasayim. O muzirlarin serlerini def' etmek için, Cenâb-i Hakk'a havale ediyorum. Zâten sebeb-i tehcir olan hâdiseyi çikaranlar, simdi memleketlerindedirler. Ve kuvvetli rüesalar, asairlerin basindadirlar. Herkes terhis edildi. Baslarini yesin dünyalariyla alâkam olmadigi halde, beni ve iki zât-i âheri müstesna biraktilar. Buna da peki dedim. Fakat o zâtlardan birisi, bir yere müftü nasbolunmus; memleketinden baska her tarafi geziyor ve Ankara'ya da gidiyor. Digeri Istanbul'da kirk binler hemsehrileri içinde ve herkesle görüsebilir bir vaziyette birakilmis. Halbuki bu iki zât; benim gibi kimsesiz, yalniz degiller.. mâsâallah büyük nüfuzlari var. Hem... Hem... Halbuki beni bir köye sokmuslar, en vicdansiz insanlarla beni sikistirmislar. Yirmi dakikalik bir köye alti senede iki defa gidebildigim gibi, o köye gitmek ve birkaç gün tebdil-i hava için ruhsat verilmedigi bir derecede, beni muzaaf bir istibdad altinda eziyorlar. Halbuki bir hükûmet ne sekilde olursa olsun, kanunu bir olur. Köyler ve sahislara göre ayri ayri kanun olmaz. Demek hakkimdaki kanun, kanunsuzluktur. Buradaki memurlar; nüfuz-u hükûmeti, agraz-i sahsiyede istimal ediyorlar. Fakat Cenâb-i Erhamürrâhimîn'e yüzbinler sükür ediyorum ve tahdis-i nimet suretinde derim ki: "Bütün onlarin bu tazyikat ve istibdadlari; envar-i Kur'aniyeyi isiklandiran gayret ve himmet atesine, odun parçalari hükmüne geçiyor; is'al ediyor, parlatiyor. Ve o tazyikleri gören ve gayretin hararetiyle inbisat eden o envar-i Kur'aniye; Barla yerine bu vilayeti, belki ekser memleketi bir medrese hükmüne getirdi. Onlar, beni bir köyde mahpus zannediyor. Zindiklarin ragmina olarak, bilakis Barla kürsî-i ders olup, Isparta gibi çok yerler medrese hükmüne geçti..."

    اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

    * * *

    sh: » (M: 388)

    Besinci Risale olan Besinci Mes'ele
    Sükür Risalesi
    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
    وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
    Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyan, tekrar ile

    اَفَلاَ يَشْكُرُونَ * اَفَلاَ يَشْكُرُونَ * وَسَنَجْزِى الشَّاكِرِينَ * لَئِنْ شَكَرْتُمْ َلاَزِيدَنَّكُمْ * بَلِ اللّهَ فَاعْبُدْ وَ كُنْ مِنَ الشَّاكِرِينَ

    gibi âyetlerle gösteriyor ki: Hâlik-i Rahman'in ibadindan istedigi en mühim is, sükürdür. Furkan-i Hakîm'de gayet ehemmiyetle sükre davet eder. Ve sükür etmemekligi, nimetleri tekzib ve inkâr suretinde gösterip
    فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ fermaniyla, Sûre-i Rahman'da siddetli ve dehsetli bir surette otuzbir defa su âyetle tehdid ediyor. Sükürsüzlügün, bir tekzib ve inkâr oldugunu gösteriyor.
    Evet Kur'an-i Hakîm nasilki sükrü netice-i hilkat gösteriyor; öyle de Kur'an-i Kebir olan su kâinat dahi gösteriyor ki: Netice-i hilkat-i âlemin en mühimmi, sükürdür. Çünki kâinata dikkat edilse görünüyor ki: Kâinatin teskilâti sükrü intac edecek bir surette herbir sey, bir derece sükre bakiyor ve ona müteveccih oluyor. Güya su secere-i hilkatin en mühim meyvesi, sükürdür. Ve su kâinat fabrikasinin çikardigi mahsulâtin en a'lâsi, sükürdür. Çünki hilkat-i âlemde görüyoruz ki; mevcudat-i âlem bir daire tarzinda teskil edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halkedilmis. Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatin levazimatini yetistirir. Demek kâinati halkeden zât, ondan o hayati intihab ediyor. Sonra görüyoruz ki; zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip, insani nokta-i merkeziyede birakiyor. Âdeta zîhayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor; bütün zîhayati onun etrafina toplayip, ona hizmetkâr ve müsahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek Hâlik-i Zülcelal, zîhayatlar içinde insani intihab ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor.
    sh: » (M: 389)
    Sonra görüyoruz ki; âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde teskil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rizik vaz'edilmis. Bütün nev'-i insani ve hattâ hayvanati rizka âdeta taassuk ettirip, onlari umumen rizka hâdim ve müsahhar etmis. Onlara hükmeden riziktir. Rizki da o kadar genis ve zengin bir hazine yapmis ki, hadsiz nimetleri câmi'dir. Hattâ rizkin çok enva'indan yalniz bir nev'inin tatlarini tanimak için, lisanda kuvve-i zaika naminda bir cihaz ile, mat'umat adedince manevî ince ince mizanciklar konulmustur. Demek kâinat içinde en acib, en zengin, en garib, en sirin, en câmi', en bedi' hakikat riziktadir.
    Simdi görüyoruz ki: Hersey nasilki rizkin etrafinda toplanmis, ona bakiyor; öyle de rizik dahi bütün enva'iyla manen ve maddeten, halen ve kalen sükür ile kaimdir, sükür ile oluyor, sükrü yetistiriyor, sükrü gösteriyor. Çünki rizka istiha ve istiyak, bir nevi sükr-ü fitrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-i suurî bir sükürdür ki, bütün hayvanatta bu sükür vardir. Yalniz insan, dalalet ve küfür ile o fitrî sükrün mahiyetini degistiriyor; sükürden, sirke gidiyor.
    Hem rizik olan nimetlerde gayet güzel süslü suretler, gayet güzel kokular, gayet güzel tatmaklar; sükrün davetçileridir, zîhayati sevke davet eder ve sevk ile bir nevi istihsan ve ihtirama sevkeder, bir sükr-ü manevî ettirir. Ve zîsuurun nazarini dikkate celbeder, istihsana tergib eder. Nimetleri ihtirama onu tesvik eder; onun ile kalen ve fiilen sükre irsad eder ve sükür ettirir ve sükür içinde en âlî ve tatli lezzeti ve zevki ona tattirir. Yani gösterir ki: Su lezzetli rizik ve nimet, kisa ve muvakkat bir lezzet-i zâhiriyesiyle beraber daimî, hakikî, hadsiz bir lezzeti ve zevki tasiyan iltifat-i Rahmanîyi sükür ile kazandirir. Yani: Rahmet hazinelerinin Mâlik-i Keriminin hadsiz lezzetli olan iltifatini düsündürüp, su dünyada dahi Cennet'in bâki bir zevkini manen tattirir. Iste rizik, sükür vasitasiyla o kadar kiymetdar ve zengin bir hazine-i câmia oldugu halde, sükürsüzlük ile nihayet derecede sukut eder.
    Altinci Söz'de beyan edildigi gibi: Lisandaki kuvve-i zaika Cenâb-i Hak hesabina, yani manevî vazife-i sükraniye ile rizka müteveccih oldugu vakit, o dildeki kuvve-i zaika, rahmet-i bînihaye-i Ilâhiyenin hadsiz matbahlarina sâkir bir müfettis, hâmid bir nâzir-i âlîkadr hükmündedir. Eger nefis hesabina olsa, yani rizki in'am edenin sükrünü düsünmeyerek müteveccih olsa;


    Seni çok Özledim Annem

  6. #6
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 28. MEKTUP

    sh: » (M: 390)
    o dildeki kuvve-i zaika, bir nâzir-i âlîkadr makamindan, batn fabrikasinin yasakçisi ve mide tavlasinin bir kapicisi derecesine sukut eder. Nasil rizkin su hizmetkâri sükürsüzlük ile bu dereceye sukut eder, öyle de rizkin mahiyeti ve sair hademeleri dahi sukut ediyorlar. En yüksek makamdan, en edna makama inerler. Kâinat Hâlikinin hikmetine zid ve muhalif bir vaziyete düserler.

    Sükrün mikyasi; kanaattir ve iktisaddir ve rizadir ve memnuniyettir. Sükürsüzlügün mizani; hirstir ve israftir, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rastgeleni yemektir.
    Evet hirs; sükürsüzlük oldugu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasita-i zillettir. Hattâ hayat-i içtimaiyeye sahib olan mübarek karinca dahi, güya hirs vasitasiyla ayaklar altinda kalmis ezilir. Çünki kanaat etmeyip, senede birkaç tane bugday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek ari, kanaatindan dolayi baslar üstünde uçar. Kanaat ettiginden, bali insanlara emr-i Ilâhî ile ihsan eder, yedirir.
    Evet Zât-i Akdes'in alem-i zâtîsi ve en âzamî ismi olan Lafzullah'tan sonra en a'zam ismi olan Rahman rizka bakar ve riziktaki sükür ile ona yetisilir. Hem Rahman'in en zâhir manasi Rezzak'tir.
    Hem sükrün enva'i var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdir.
    Hem sükür içinde, safi bir îman var, hâlis bir tevhid bulunur. Çünki bir elmayi yiyen ve "Elhamdülillah" diyen adam, o sükür ile ilân eder ki: "O elma dogrudan dogruya dest-i kudretin yadigâri ve dogrudan dogruya hazine-i rahmetin hediyesidir" demesi ile ve itikad etmesi ile, her sey'i -cüz'î olsun, küllî olsun- onun dest-i kudretine teslim ediyor. Ve her seyde rahmetin cilvesini bilir. Hakikî bir îmani ve hâlis bir tevhidi, sükür ile beyan ediyor.
    Insan-i gafil, küfran-i nimet ile ne derece hasarete düstügünü, çok cihetlerden yalniz bir vechini söyleyecegiz. Söyle ki:
    Lezzetli bir nimeti insan yese, eger sükür etse; o yedigi nimet o sükür vasitasiyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur. Verdigi lezzet ile, Cenab-i Hakk'in iltifat-i rahmetinin eseri oldugunu düsünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor. Bu gibi manevî lübleri ve hülâsalari ve manevî maddeleri ulvî makamlara gönderip, maddî ve tüflî (posa) ve kisrî, yani va-
    sh: » (M: 391)
    zifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri füzulât olup aslina, yani anasira inkilab etmege gidiyor. Eger sükür etmezse; o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf birakir ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalbolur. Sükür ile, zâil riziklar; daimî lezzetler, bâki meyveler verir. Sükürsüz nimet, en güzel bir suretten, çirkin bir surete döner. Çünki o gafile göre rizkin akibeti, muvakkat bir lezzetten sonra füzulâttir.
    Evet rizkin aska lâyik bir sureti var; o da, sükür ile o suret görünür. Yoksa ehl-i gaflet ve dalaletin rizka asklari bir hayvanliktir. Daha buna göre kiyas et ki, ehl-i dalalet ve gaflet ne derece hasaret ediyorlar.
    Enva'-i zîhayat içinde en ziyade rizkin enva'ina muhtaç, insandir. Cenâb-i Hak insani bütün esmâsina câmi' bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatini tartacak, taniyacak cihazata mâlik bir mu'cize-i kudret ve bütün esmâsinin cilvelerinin ve san'atlarinin inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i Arz suretinde halk etmistir. Onun için hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve manevî rizkin hadsiz enva'ina muhtaç etmistir. Insani, bu câmiiyete göre en a'lâ bir mevki olan ahsen-i takvime çikarmak vasitasi, sükürdür. Sükür olmazsa, esfel-i safilîne düser; bir zulm-ü azîmi irtikâb eder.
    Elhasil: En â'lâ ve en yüksek tarîk olan tarîk-i ubudiyet ve mahbubiyetin dört esasindan en büyük esasi sükürdür ki; o dört esas söyle tabir edilmis:
    "Der tarîk-i acz-mendî lâzim âmed çâr çîz:
    Acz-i mutlak, fakr-i mutlak, sevk-i mutlak, sükr-ü mutlak ey azîz..."

    اَللّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنَ الشَّاكِرِينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
    سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
    اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الشَّاكِرِينَ وَ الْحَامِدِينَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ
    وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
    * * *
    sh: » (M: 392)

    Altinci Risale olan Altinci Mes'ele
    Teksir Mektubat mecmuasinda nesredildiginden buraya dercedilmedi.
    * * *
    Yedinci Risale olan Yedinci Mes'ele
    بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

    قُلْ بِفَضْلِ اللّهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ
    Su mes'ele "Yedi Isaret"tir.
    Evvelâ tahdis-i nimet suretinde birkaç sirr-i inayeti izhar eden "Yedi Sebeb"i beyan ederiz:
    Birinci Sebeb: Eski Harb-i Umumî'den evvel ve evâilinde, bir vakia-i sâdikada görüyorum ki: Ararat Dagi denilen meshur Agri Dagi'nin altindayim. Birden o dag, müdhis infilâk etti. Daglar gibi parçalari, dünyanin her tarafina dagitti. O dehset içinde baktim ki, merhum validem yanimdadir. Dedim: "Ana korkma! Cenâb-i Hakk'in emridir; o Rahîm'dir ve Hakîm'dir." Birden o halette iken, baktim ki mühim bir zât, bana âmirane diyor ki: "I'caz-i Kur'ani beyan et." Uyandim, anladim ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkilabdan sonra, Kur'an etrafindaki surlar kirilacak. Dogrudan dogruya Kur'an kendi kendine müdafaa edecek. Ve Kur'ana hücum edilecek, i'cazi onun çelik bir zirhi olacak. Ve su i'cazin bir nev'ini su zamanda izharina, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed oldugumu anladim.
    Mâdem i'caz-i Kur'ani bir derece beyan, Sözler'le oldu. Elbette o i'cazin hesabina geçen ve onun resehati ve berekâti nev'inden olan hizmetimizdeki inayati izhar etmek, i'caza yardimdir ve izhar etmek gerektir.
    Ikinci Sebeb: Mâdem Kur'an-i Hakîm mürsidimizdir,
    sh: » (M: 393)


    Seni çok Özledim Annem

  7. #7
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 28. MEKTUP

    üstadimizdir, imamimizdir, herbir âdâbda rehberimizdir; O, kendi kendini medhediyor. Biz de onun dersine ittibaan, onun tefsirini medhedecegiz.
    Hem mâdem yazilan Sözler onun bir nevi tefsiridir ve o risalelerdeki hakaik, Kur'anin malidir ve hakikatlaridir. Ve mâdem Kur'an-i Hakîm ekser surelerde, hususan الر larda حم
    lerde kendi kendini kemal-i hasmetle gösteriyor, kemalâtini söylüyor, lâyik oldugu medhi kendi kendine ediyor. Elbette Sözler'de in'ikas etmis Kur'an-i Hakîm'in lemaat-i i'caziyesinden ve o hizmetin makbuliyetine alâmet olan inayat-i Rabbaniyenin izharina mükellefiz. Çünki o üstadimiz öyle eder ve öyle ders verir.
    Üçüncü Sebeb: Sözler hakkinda tevazu suretinde demiyorum; belki bir hakikati beyan etmek için derim ki: Sözler'deki hakaik ve kemalât, benim degil Kur'anindir ve Kur'andan teressuh etmistir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-i Kur'aniyeden süzülmüs bazi katarattir. Sair risaleler dahi umumen öyledir. Mâdem ben öyle biliyorum ve mâdem ben fâniyim, gidecegim; elbette bâki olacak birsey ve bir eser, benimle baglanmamak gerektir ve baglanmamali. Ve mâdem ehl-i dalalet ve tugyan, islerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir; elbette sema-yi Kur'anin yildizlariyla baglanan risaleler, benim gibi çok itirazata ve tenkidata medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk ile baglanmamali. Hem mâdem örf-i nâsta, bir eserdeki mezaya, o eserin masdari ve menba'i zannettikleri müellifinin etvarinda araniliyor ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi ve o cevahir-i galiyeyi kendim gibi bir müflise ve onlarin binde birini kendinde gösteremeyen sahsiyetime mal etmek, hakikata karsi büyük bir haksizlik oldugu için risaleler kendi malim degil, Kur'anin mali olarak, Kur'anin resehat-i meziyyatina mazhar olduklarini izhar etmeye mecburum. Evet lezzetli üzüm salkimlarinin hasiyetleri, kuru çubugunda aranilmaz. Iste ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.
    Dördüncü Sebeb: Bâzan tevâzu', küfran-i ni'meti istilzam ediyor; belki küfran-i nimet olur. Bazan da tahdis-i nimet, iftihar olur. Ikisi de zarardir. Bunun çare-i yegânesi ki; ne küfran-i nimet çiksin, ne de iftihar olsun. Meziyet ve kemalâtlari ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün'im-i Hakikî'nin eser-i in'âmi
    sh: » (M: 394)
    olarak göstermektir. Meselâ: Nasilki murassa' ve müzeyyen bir elbise-i fahireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzellessen, halk sana dese: "Mâsâallah çok güzelsin, çok güzellestin." Eger sen tevazukârane desen: "Hâsâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik?" O vakit küfran-i nimet olur ve hulleyi sana giydiren mâhir san'atkâra karsi hürmetsizlik olur. Eger müftehirane desen: "Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz." O vakit, magrurane bir fahirdir.
    Iste fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: "Evet ben güzellestim, fakat güzellik libasindir ve dolayisiyla libasi bana giydirenindir, benim degildir."
    Iste bunun gibi, ben de sesim yetisse, bütün Küre-i Arz'a bagirarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirlar; fakat benim degildirler, Kur'an-i Kerim'in hakaikinden telemmu' etmis sualardir.

    وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى * وَ لكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ
    düsturuyla derim ki:

    وَ مَا مَدَحْتُ الْقُرْآنَ بِكَلِمَاتِى * وَ لكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتِى بِالْقُرْآنِ
    yani: "Kur'anin hakaik-i i'cazini ben güzellestiremedim, güzel gösteremedim; belki Kur'anin güzel hakikatlari, benim tabiratlarimi da güzellestirdi, ulvîlestirdi." Mâdem böyledir; hakaik-i Kur'anin güzelligi namina, Sözler namindaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarliga terettüb eden inayat-i Ilâhiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.
    Besinci Sebeb: Çok zaman evvel bir ehl-i velayetten isittim ki; o zât, eski velilerin gaybî isaretlerinden istihraç etmis ve kanaati gelmis ki: "Sark tarafindan bir nur zuhur edecek, bid'alar zulümatini dagitacak." Ben, böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazir etmek lâzim gelir. Ve anladik ki, bu hizmetimizle o nuranî zâtlara zemin ihzar ediyoruz. Mâdem kendimize ait degil, elbette Sözler namindaki nurlara ait olan inayat-i Ilâhiyeyi beyan etmekte medar-i fahr ve gurur olamaz; belki medar-i hamd ve sükür ve tahdis-i nimet olur.
    sh: » (M: 395)
    Altinci Sebeb: Sözler'in te'lifi vasitasiyla Kur'ana hizmetimize bir mükâfat-i âcile ve bir vasita-i tesvik olan inayat-i Rabbaniye, bir muvaffakiyettir. Muvaffakiyet ise, izhar edilir. Muvaffakiyetten geçse; olsa olsa bir ikram-i Ilâhî olur. Ikram-i Ilâhî ise, izhari bir sükr-ü manevîdir. Ondan dahi geçse, olsa olsa hiç ihtiyarimiz karismadan bir keramet-i Kur'aniye olur. Biz mazhar olmusuz. Bu nevi ihtiyarsiz ve habersiz gelen bir kerametin izhari, zararsizdir. Eger âdi keramatin fevkine çiksa, o vakit olsa olsa Kur'anin i'caz-i manevîsinin su'leleri olur. Mâdem i'caz izhar edilir, elbette i'caza yardim edenin dahi izhari i'caz hesabina geçer; hiç medar-i fahr ve gurur olamaz, belki medar-i hamd ve sükrandir.
    Yedinci Sebeb: Nev'-i insanin yüzde sekseni ehl-i tahkik degildir ki, hakikata nüfuz etsin ve hakikati hakikat taniyip kabul etsin. Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan isittikleri mesaili takliden kabul ederler. Hattâ kuvvetli bir hakikati, zaîf bir adamin elinde zaîf görür ve kiymetsiz bir mes'eleyi, kiymetdar bir adamin elinde görse, kiymetdar telakki eder. Iste ona binaen, benim gibi zaîf ve kiymetsiz bir bîçarenin elindeki hakaik-i îmaniye ve Kur'aniyenin kiymetini, ekser nâsin nokta-i nazarinda düsürmemek için, bilmecburiye ilân ediyorum ki: Ihtiyarimiz ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam ediyor; biz bilmeyerek, bizi mühim islerde çalistiriyor. Delilimiz de sudur ki: Suurumuz ve ihtiyarimizdan hariç bir kisim inayata ve teshilâta mazhar oluyoruz. Öyle ise, o inayetleri bagirarak ilân etmeye mecburuz.
    Iste geçmis yedi esbaba binaen, küllî birkaç inayet-i Rabbaniyeye isaret edecegiz.
    Birinci Isaret: Yirmisekizinci Mektub'un Sekizinci Mes'elesinin Birinci Nüktesi'nde beyan edilmistir ki, "tevafukat"tir. Ezcümle: Mu'cizat-i Ahmediye Mektubatinda, Üçüncü Isaretinden tâ Onsekizinci Isaretine kadar altmis sahife; habersiz, bilmeyerek bir müstensihin nüshasinda iki sahife müstesna olmak üzere mütebâki bütün sahifelerde -kemal-i müvazenetle- ikiyüzden ziyade "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm" kelimeleri birbirine bakiyorlar. Kim insaf ile iki sahifeye dikkat etse, tesadüf olmadigini tasdik edecek. Halbuki tesadüf, olsa olsa bir sahifede kesretli emsal kelimeleri bulunsa, yari yariya tevafuk olur, ancak bir-iki sahifede tamamen tevafuk
    sh: » (M: 396)
    edebilir. O halde böyle umum sahifelerde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesi; iki olsun üç olsun, dört olsun veya daha ziyade olsun, kemal-i mizan ile birbirinin yüzüne baksa; elbette tesadüf olmasi mümkün degildir. Hem sekiz ayri ayri müstensihin bozamadigi bir tevafukun, kuvvetli bir isaret-i gaybiye, içinde oldugunu gösterir. Nasilki ehl-i belâgatin kitablarinda, belâgatin derecati bulundugu halde; Kur'an-i Hakîm'deki belâgat, derece-i i'caza çikmis. Kimsenin haddi degil ki ona yetissin. Öyle de; mu'cizat-i Ahmediyenin bir âyinesi olan Ondokuzuncu Mektub ve mu'cizat-i Kur'aniyenin bir tercümani olan Yirmibesinci Söz ve Kur'anin bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarinda tevafukat, umum kitablarin fevkinde bir derece-i garabet gösteriyor. Ve ondan anlasiliyor ki; mu'cizat-i Kur'aniye ve mu'cizat-i Ahmediye'nin bir nevi kerametidir ki, o âyinelerde tecelli ve temessül ediyor.
    Ikinci Isaret: Hizmet-i Kur'aniyeye ait inayat-i Rabbaniyenin ikincisi sudur ki: Cenab-i Hak, benim gibi kalemsiz, yarim ümmî, diyar-i gurbette, kimsesiz, ihtilattan men'edilmis bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kilinç olan kardesleri bana muavin ihsan etti. Zaîf ve âciz omuzuma çok agir gelen vazife-i Kur'aniyeyi, o kuvvetli omuzlara bindirdi. Kemal-i kereminden, yükümü hafiflestirdi. O mübarek cemaat ise; -Hulusi'nin tabiriyle- telsiz telgrafin âhizeleri hükmünde ve -Sabri'nin tabiriyle- nur fabrikasinin elektriklerini yetistiren makineler hükmünde ayri ayri meziyetleri ve kiymetdar muhtelif hasiyetleriyle beraber, -yine Sabri'nin tabiriyle- bir tevafukat-i gaybiye nev'inden olarak, sevk ve sa'y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette esrar-i Kur'aniyeyi ve envar-i îmaniyeyi etrafa nesretmeleri ve her yere eristirmeleri ve su zamanda (yani hurufat degismis, matbaa yok, herkes envar-i îmaniyeye muhtaç oldugu bir zamanda) ve fütur verecek ve sevki kiracak çok esbab varken, bunlarin fütursuz, kemal-i sevk ve gayretle bu hizmetleri, dogrudan dogruya bir keramet-i Kur'aniye ve zâhir bir inayet-i Ilâhiyedir. Evet velayetin kerameti oldugu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardir. Samimiyetin dahi kerameti vardir. Bahusus Lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeslerin içinde ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ söyle bir cemaatin sahs-i manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.
    sh: » (M: 397)
    Iste ey kardeslerim ve ey hizmet-i Kur'anda arkadaslarim! Bir kal'ayi fetheden bir bölügün çavusuna bütün serefi ve bütün ganîmeti vermek nasil zulümdür, bir hatadir; öyle de sahs-i manevînizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hasil olan fütuhattaki inayati benim gibi bir bîçareye veremezsiniz. Elbette böyle mübarek bir cemaatte, tevafukat-i gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir isaret-i gaybiye var ve ben görüyorum; fakat herkese ve umuma gösteremiyorum.
    Üçüncü Isaret: Risale-i Nur eczalari, bütün mühim hakaik-i îmaniye ve Kur'aniyeyi hattâ en muannide karsi dahi parlak bir surette isbati, çok kuvvetli bir isaret-i gaybiye ve bir inayet-i Ilâhiyedir. Çünki hakaik-i îmaniye ve Kur'aniye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dâhî telakki edilen Ibn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmis, "Akil buna yol bulamaz!" demis. Onuncu Söz Risalesi, o zâtin dehasiyla yetisemedigi hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.
    Hem meselâ: Sirr-i Kader ve cüz'-i ihtiyarînin halli için, koca Sa'd-i Taftazanî gibi bir allâme; kirk-elli sahifede, meshur Mukaddemat-i Isna Aser namiyla telvih nam kitabinda ancak hallettigi ve ancak havassa bildirdigi ayni mesaili, kadere dair olan Yirmialtinci Söz'de, Ikinci Mebhasin iki sahifesinde tamamiyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyani, eser-i inayet olmazsa nedir?
    Hem bütün ukûlü hayrette birakan ve hiçbir felsefenin eliyle kesfedilemeyen ve sirr-i hilkat-i âlem ve tilsim-i kâinat denilen ve Kur'an-i Azîmüssan'in i'caziyla kesfedilen o tilsim-i müskil-küsa ve o muamma-yi hayret-nüma, Yirmidördüncü Mektub ve Yirmidokuzuncu Söz'ün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Söz'ün tahavvülât-i zerratin alti aded hikmetinde kesfedilmistir. Kâinattaki faaliyet-i hayret-nümanin tilsimini ve hilkat-i kâinatin ve akibetinin muammasini ve tahavvülât-i zerrattaki harekâtin sirr-i hikmetini kesf ve beyan etmislerdir, meydandadir, bakilabilir.
    Hem sirr-i ehadiyet ile, seriksiz vahdet-i rububiyeti; hem nihayetsiz kurbiyet-i Ilâhiye ile, nihayetsiz bu'diyetimiz olan hayretengiz hakikatlari kemal-i vuzuh ile Onaltinci Söz ve Otuzikinci Söz beyan ettikleri gibi; kudret-i Ilâhiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat müsavi oldugunu ve hasr-i azamda umum zîruhun ihyasi, bir nefsin ihyasi kadar o kudrete kolay oldugunu ve sirkin


    Seni çok Özledim Annem

  8. #8
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 28. MEKTUP

    sh: » (M: 398)
    hilkat-i kâinatta müdahalesi imtina' derecesinde akildan uzak oldugunu kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektub'daki وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ kelimesi beyaninda ve üç temsili hâvi onun zeyli, su azîm sirr-i vahdeti kesfetmistir.

    Hem hakaik-i îmaniye ve Kur'aniyede öyle bir genislik var ki, en büyük zekâ-i beserî ihata edemedigi halde; benim gibi zihni müsevves, vaziyeti perisan, müracaat edilecek kitab yokken, sikintili ve sür'atle yazan bir adamda, o hakaikin ekseriyet-i mutlakasi dekaikiyle zuhuru; dogrudan dogruya Kur'an-i Hakîm'in i'caz-i manevîsinin eseri ve inayet-i Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir isaret-i gaybiyedir.
    Dördüncü Isaret: Elli-altmis risaleler (*) öyle bir tarzda ihsan edilmis ki; degil benim gibi az düsünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tedkike vakit bulamayan bir insanin; belki büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tedkikin sa'y ve gayretiyle yapilmayan bir tarzda te'lifleri, dogrudan dogruya bir eser-i inayet olduklarini gösteriyor. Çünki bütün bu risalelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasitasiyla, en âmi ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çogunu büyük âlimler "tefhim edilmez" deyip, degil avama, belki havassa da bildiremiyorlar.

    Iste en uzak hakikatlari, en yakin bir tarzda, en âmi bir adama ders verecek derecede; benim gibi Türkçesi az, sözleri muglak, çogu anlasilmaz ve zâhir hakikatlari dahi müskillestiriyor diye eskiden beri istihar bulmus ve eski eserleri o sû'-i istihari tasdik etmis bir sahsin elinde bu hârika teshilât ve sühulet-i beyan; elbette bilâsüphe bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve Kur'an-i Kerim'in i'caz-i manevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-i Kur'aniyenin bir temessülüdür ve in'ikasidir.
    Besinci Isaret: Risaleler umumiyetle pek çok intisar ettigi halde, en büyük âlimden tut, tâ en âmi adama kadar ve ehl-i kalb büyük bir veliden tut, tâ en muannid dinsiz bir feylesofa kadar olan tabakat-i nâs ve taifeler o risaleleri gördükleri ve okuduklari ve bir kismi tokatlarini yedikleri halde tenkid edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, dogrudan dogruya bir eser-i inayet-i Rabbaniye ve bir keramet-i Kur'aniye oldugu gibi, çok
    ______________________
    (*) Simdi yüzotuzdur.
    sh: » (M: 399)
    tedkikat ve taharriyatin neticesiyle ancak husul bulan o çesit risaleler, fevkalâde bir sür'atle, hem idrakimi ve fikrimi müsevves eden sikintili inkibaz vakitlerinde yazilmasi dahi, bir eser-i inayet ve bir ikram-i Rabbanîdir.
    Evet ekser kardeslerim ve yanimdaki umum arkadaslarim ve müstensihler biliyorlar ki; Ondokuzuncu Mektub'un bes parçasi, birkaç gün zarfinda hergün iki-üç saatte ve mecmuu oniki saatte hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazilmasi; hattâ en mühim bir parça ve o parçada lafz-i Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesinde zâhir bir hâtem-i nübüvveti gösteren dördüncü cüz, üç-dört saatte, dagda, yagmur altinda ezber yazilmis; ve Otuzuncu Söz gibi mühim ve dakik bir risale, alti saat içinde bir bagda yazilmis; ve Yirmisekizinci Söz, Süleyman'in bahçesinde bir, nihayet iki saat içinde yazilmasi gibi, ekser risaleler böyle olmasi; ve eskiden beri sikintili ve münkabiz oldugum zaman, en zâhir hakikatlari dahi beyan edemedigimi, belki bilemedigimi yakin dostlarim biliyorlar. Hususan o sikintiya hastalik da ilâve edilse, daha ziyade beni dersten, te'liften men'etmekle beraber; en mühim Sözler ve risaleler, en sikintili ve hastalikli zamanimda, en sür'atli bir tarzda yazilmasi; dogrudan dogruya bir inayet-i Ilâhiye ve bir ikram-i Rabbanî ve bir keramet-i Kur'aniye olmazsa nedir?
    Hem hangi kitab olursa olsun, böyle hakaik-i Ilâhiyeden ve îmaniyeden bahsetmis ise, alâküllihal bir kisim mesaili, bir kisim insanlara zarar verir ve zarar verdikleri için, her mes'ele herkese nesredilmemis. Halbuki su risaleler ise; simdiye kadar hiç kimsede, -çoklardan sordugum halde- sû'-i tesir ve aks-ül amel ve tahdis-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, dogrudan dogruya bir isaret-i gaybiye ve bir inayet-i Rabbaniye oldugu bizce muhakkaktir.
    Altinci Isaret: Simdi bence kat'iyet peyda etmistir ki; ekser hayatim ihtiyar ve iktidarimin, suur ve tedbirimin haricinde öyle bir tarzda geçmis ve öyle garib bir surette ona cereyan verilmis; tâ Kur'an-i Hakîm'e hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Âdeta bütün hayat-i ilmiyem, mukaddemat-i ihzariye hükmüne geçmis. Ve Sözler ile i'caz-i Kur'anin izhari, onun neticesi olacak bir surette olmustur. Hattâ su yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebebsiz ve arzumun hilafinda tecerrüdüm ve
    sh: » (M: 400)
    mesrebime muhalif yalniz bir köyde imrar-i hayat etmekligim; ve eskiden beri ülfet ettigim hayat-i içtimaiyenin çok rabitalarindan ve kaidelerinden nefret edip terketmekligim; dogrudan dogruya bu hizmet-i Kur'aniyeyi hâlis, sâfi bir surette yaptirmak için bu vaziyet verildigine sübhem kalmamistir. Hattâ çok defa bana verilen sikinti ve zulmen bana karsi olan tazyikat perdesi altinda, bir dest-i inayet tarafindan merhametkârane, Kur'anin esrarina hasr-i fikr ettirmek ve nazari dagitmamak için yapilmistir kanaatindeyim. Hattâ eskiden mütalaaya çok müstak oldugum halde; bütün bütün sair kitablarin mütalaasindan bir men', bir mücanebet ruhuma verilmisti. Böyle gurbette medar-i teselli ve ünsiyet olan mütalaayi bana terkettiren, anladim ki, dogrudan dogruya âyât-i Kur'aniyenin üstad-i mutlak olmalari içindir.
    Hem yazilan eserler, risaleler, -ekseriyet-i mutlakasi- hariçten hiçbir sebeb gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hacete binaen, âni ve def'î olarak ihsan edilmis. Sonra bazi dostlarima gösterdigim vakit, demisler: "Su zamanin yaralarina devadir." Intisar ettikten sonra ekser kardeslerimden anladim ki, tam su zamandaki ihtiyaca muvafik ve derde lâyik bir ilâç hükmüne geçiyor.
    Iste ihtiyar ve suurumun dairesi haricinde, mezkûr haletler ve sergüzest-i hayatim ve ulûmlarin enva'larindaki hilaf-i âdet ihtiyarsiz tetebbuatim; böyle bir netice-i kudsiyeye müncer olmak için, kuvvetli bir inayet-i Ilâhiye ve bir ikram-i Rabbanî olduguna bende süphe birakmamistir.
    Yedinci Isaret: Bu hizmetimiz zamaninda, bes-alti sene zarfinda, bilâmübalaga yüz eser-i ikram-i Ilâhî ve inayet-i Rabbaniye ve keramet-i Kur'aniyeyi gözümüzle gördük. Bir kismini, Onaltinci Mektub'da isaret ettik; bir kismini, Yirmialtinci Mektub'un Dördüncü Mebhasi'nin mesail-i müteferrikasinda; bir kismini, Yirmisekizinci Mektub'un Üçüncü Mes'elesinde beyan ettik. Benim yakin arkadaslarim bunu biliyorlar. Daimî arkadasim Süleyman Efendi çoklarini biliyor. Hususan Sözler'in ve risalelerin nesrinde ve tashihatinda ve yerlerine yerlestirmekte ve tesvid ve tebyizinde, fevkalme'mul kerametkârane bir teshilâta mazhar oluyoruz. Keramet-i Kur'aniye olduguna süphemiz kalmiyor. Bunun misalleri yüzlerdir.
    Hem maiset hususunda o kadar sefkatle besleniyoruz ki; en küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam eden sahib-i inayet tat-
    sh: » (M: 401)
    min etmek için; fevkalme'mul bir surette ihsan ediyor. Ve hâkeza... Iste bu hal gayet kuvvetli bir isaret-i gaybiyedir ki, biz istihdam olunuyoruz. Hem riza dairesinde, hem inayet altinda bize hizmet-i Kur'aniye yaptiriliyor.

    اَلْحَمْدُ لِلّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
    سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
    اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ تَسْلِيمًا كَثِيرًا آمِينَ
    * * *
    Mahrem bir suale cevaptir
    [Su sirr-i inayet eskiden mahremce yazilmis, Ondördüncü Söz'ün âhirine ilhak edilmisti. Her nasilsa ekser müstensihler unutup yazmamislardi. Demek münasip ve lâyik mevkii burasi imis ki, gizli kalmis.]
    Benden sual ediyorsun: "Neden senin Kur'andan yazdigin Sözler'de bir kuvvet, bir te'sir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nâdiren bulunur. Bazan bir satirda, bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede, bir kitab kadar te'sir bulunuyor?"
    Elcevap: -Güzel bir cevaptir- Seref, i'caz-i Kur'ana ait oldugundan ve bana ait olmadigindan, bilâ-perva derim: Ekseriyet itibariyle öyledir. Çünki:
    Yazilan Sözler tasavvur degil tasdiktir; teslim degil, îmandir; marifet degil, sehadettir, suhuddur; taklid degil tahkiktir; iltizam degil, iz'andir; tasavvuf degil hakikattir; dava degil, dava içinde bürhandir. Su sirrin hikmeti budur ki:
    Eski zamanda, esasat-i îmaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatlari makbul idi, kâfi idi. Fakat su zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmis oldugundan, her derde lâyik devayi ihsan eden
    sh: » (M: 402)
    Hakîm-i Rahîm olan Zât-i Zülcelâl, Kur'an-i Kerim'in en parlak mazhar-i i'cazindan olan temsilâtindan bir su'lesini; acz ve za'fima, fakr ve ihtiyacima merhameten hizmet-i Kur'ana ait yazilarima ihsan etti. Felillahilhamd sirr-i temsil dürbünüyle, en uzak hakikatlar gayet yakin gösterildi. Hem sirr-i temsil cihet-ül vahdetiyle, en daginik mes'eleler toplattirildi. Hem sirr-i temsil merdiveniyle, en yüksek hakaika kolaylikla yetistirildi. Hem sirr-i temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-i Islâmiyeye suhuda yakin bir yakîn-i îmaniye hasil oldu. Akil ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur oldugu gibi, seytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.
    Elhasil: Yazilarimda ne kadar güzellik ve te'sir bulunsa, ancak temsilât-i Kur'aniyenin lemaatindandir. Benim hissem; yalniz siddet-i ihtiyacimla talebdir ve gayet aczimle tazarruumdur. Derd benimdir, deva Kur'anindir.

    * * *
    Yedinci Mes'elenin Hâtimesidir
    [Sekiz inayet-i Ilâhiye suretinde gelen isarat-i gaybiyeye dair gelen veya gelmek ihtimali olan evhami izale etmek ve bir sirr-i azîm-i inayeti beyan etmeye dairdir.]
    Su Hâtime "Dört Nükte"dir:
    Birinci Nükte: Yirmisekizinci Mektub'un Yedinci Mes'elesinde yedi-sekiz küllî ve manevî inayat-i Ilâhiyeden hissettigimiz bir isaret-i gaybiyeyi, "Sekizinci Inayet" namiyla "tevafukat" tabiri altindaki nakista o isaratin cilvesini gördügümüzü iddia etmistik. Ve iddia ediyoruz ki: Bu yedi-sekiz küllî inayatlar, o derece kuvvetli ve kat'îdirler ki, herbirisi tek basiyla o isarat-i gaybiyeyi isbat eder. Farz-i muhal olarak bir kismi zaîf görülse, hattâ inkâr edilse; o isarat-i gaybiyenin kat'iyetine halel vermez. O sekiz inayati inkâr edemeyen, o isarati inkâr edemez. Fakat tabakat-i nâs muhtelif oldugu, hem kesretli tabaka olan tabaka-i avam gözüne daha ziyade itimad ettigi için; o sekiz inayatin içinde en kuvvetlisi degil, belki en zâhirîsi tevafukat oldugundan; -çendan ötekiler daha kuvvetli, fakat bu daha umumî oldugu için- ona gelen evhami def'etmek maksadiyla, bir müvazene nev'inden, bir hakikati beyan etmeye mecbur kaldim. Söyle ki:
    sh: » (M: 403)
    O zâhirî inayet hakkinda demistik: Yazdigimiz risalelerde, Kur'an kelimesi ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesinde öyle bir derece tevafukat görünüyor.. hiçbir süphe birakmiyor ki, bir kasd ile tanzim edilip, müvazi bir vaziyet verilir. Kasd ve irade ise, bizlerin olmadigina delilimiz: Üç-dört sene sonra muttali' oldugumuzdur. Öyle ise bu kasd ve irade, bir inayet eseri olarak gaybîdir. Sirf i'caz-i Kur'an ve i'caz-i Ahmediyeyi te'yid suretinde o iki kelimede tevafuk suretinde o garib vaziyet verilmistir. Bu iki kelimenin mübarekiyeti, i'caz-i Kur'an ve i'caz-i Ahmediyeye bir hâtem-i tasdik olmakla beraber; sair misil kelimeleri dahi, ekseriyet-i azîme ile tevafuka mazhar etmisler. Fakat onlar, birer sahifeye mahsus. Su iki kelime, bir-iki risalenin umumunda ve ekser risalelerde görünüyor. Fakat mükerrer demisiz: Bu tevafukun asli, sair kitablarda da çok bulunabilir; amma kasd ve irade-i âliyeyi gösterecek bu derece garabette degildir. Simdi bu davamizi çürütmek kabil olmadigi halde, zâhir nazarlarda çürümüs gibi görmekte bir-iki cihet olabilir:
    Birisi: "Sizler düsünüp, öyle bir tevafuku rast getirmissiniz." diyebilirler. "Böyle bir sey yapmak kasd ile olsa, rahat ve kolay bir seydir." Buna karsi deriz ki: Bir davada iki sahid-i sâdik kâfidir. Bu davamizdaki kasd ve irademiz taalluk etmeyerek, üç-dört sene sonra muttali' oldugumuza yüz sahid-i sâdik bulunabilir. Bu münasebetle bir nokta söyleyecegim: Bu keramet-i i'caziye, Kur'an-i Hakîm belâgat cihetinde derece-i i'cazda oldugu nev'inden degildir. Çünki i'caz-i Kur'anda, kudret-i beser o yolda giderek o dereceye yetisemiyor. Su keramet-i i'caziye ise, kudret-i beserle olamiyor; kudret, o ise karisamiyor. Karissa sun'î olur, bozulur. (Hâsiye)
    Üçüncü Nükte: Isaret-i hâssa, isaret-i âmme münasebetiyle bir sirr-i dakik-i Rububiyet ve Rahmaniyete isaret edecegiz:
    Bir kardesimin güzel bir sözü var. O sözü, bu mes'eleye mevzu edecegim. Sözü de sudur ki: Bir gün güzel bir tevafukati ona
    ____________________________
    (Hâsiye): Ondokuzuncu Mektub'un Onsekizinci Isaretinde; bir nüshada, bir sahifede dokuz Kur'an tevafuk suretinde bulundugu halde birbirine hat çektik, mecmuunda Muhammed lafzi çikti. O sahifenin mukabilindeki sahifede sekiz Kur'an tevafukla beraber, mecmuunda Lâfzullah çikti. Tevafukatta böyle bedi' seyler çok var. Bu Hâsiyenin mealini gözümüzle gördük.

    Bekir, Tevfik, Süleyman, Galib, Said

    sh: » (M: 404)
    gösterdim, dedi: "Güzel! Zâten her hakikat güzeldir. Fakat bu Sözler'deki tevafukat ve muvaffakiyet daha güzeldir." Ben de dedim: Evet hersey ya hakikaten güzeldir, ya bizzât güzeldir veya neticeleri itibariyle güzeldir. Ve bu güzellik, Rububiyet-i âmmeye ve sümul-ü rahmete ve tecelli-i âmmeye bakar. Dedigin gibi, bu muvaffakiyetteki isaret-i gaybiye daha güzeldir. Çünki bu, rahmet-i hâssaya ve Rububiyet-i hâssaya ve tecelli-i hâssaya bakar bir surettedir. Bunu bir temsil ile fehme takrib edecegiz. Söyle ki:
    Bir padisahin umumî saltanati ve kanunu ile, merhamet-i sahanesi umum efrad-i millete tesmil edilebilir. Her ferd, dogrudan dogruya o padisahin lütfuna, saltanatina mazhardir. O suret-i umumiyede, efradin çok münasebat-i hususiyesi vardir.
    Ikinci cihet, padisahin ihsanat-i hususiyesidir ve evamir-i hâssasidir ki; umumî kanunun fevkinde, bir ferde ihsan eder, iltifat eder, emir verir.
    Iste bu temsil gibi; Zât-i Vâcib-ül Vücud ve Hâlik-i Hakîm ve Rahîm'in umumî Rububiyet ve sümul-ü rahmeti noktasinda hersey hissedardir. Her sey'in hissesine isabet eden cihette, hususî onunla münasebetdardir. Hem kudret ve irade ve ilm-i muhitiyle her seye tasarrufati, her sey'in en cüz'î islerine müdahalesi, Rububiyeti vardir. Hersey, her se'ninde ona muhtaçtir. O'nun ilim ve hikmetiyle isleri görülür, tanzim edilir. Ne tabiatin haddi var ki, o daire-i tasarruf-u Rububiyetinde saklansin ve te'sir sahibi olup müdahale etsin ve ne de tesadüfün hakki var ki, o hassas mizan-i hikmet dairesindeki islerine karissin. Risalelerde yirmi yerde kat'î hüccetlerle tesadüfü ve tabiati nefyetmisiz ve Kur'anin kilinciyla idam etmisiz, müdahalelerini muhal göstermisiz. Fakat Rububiyet-i âmmedeki daire-i esbab-i zâhiriyede, ehl-i gafletin nazarinda hikmeti ve sebebi bilinmeyen islerde, tesadüf namini vermisler. Ve hikmetleri ihata edilmeyen bazi ef'al-i Ilâhiyenin kanunlarini -tabiat perdesi altinda gizlenmis- görememisler, tabiata müracaat etmisler.
    Ikincisi, hususî Rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-i Rahmanîsidir ki, umumî kanunlarin tazyikati altinda tahammül edemeyen ferdlerin imdadina Rahman-ür Rahîm isimleri imdada yetisirler. Hususî bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarirlar. Onun için her zîhayat, hususan insan, her anda ondan istimdad eder ve meded alabilir.
    sh: » (M: 405)
    Iste bu hususî Rububiyetindeki ihsanati, ehl-i gaflete karsi da tesadüf altina gizlenmez ve tabiata havale edilmez.
    Iste bu sirra binaendir ki; I'caz-i Kur'an ve Mu'cizat-i Ahmediye'deki isarat-i gaybiyeyi, hususî bir isaret telakki ve itikad etmisiz. Ve bir imdad-i hususî ve muannidlere karsi kendini gösterecek bir inayet-i hâssa oldugunu yakîn ettik. Ve sirf lillah için ilân ettik. Kusur etmissek Allah afvetsin. Âmîn.

    رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا
    * * *
    [Sözler'in tebyizinde kiymetdar hizmeti sebkat eden muallim Ahmed Galib'in fikrasidir.]
    "Elde Kur'an gibi bürhan-i hakikat varken,
    Münkiri ilzam için gönlüme siklet mi gelir.
    Sözün özdür ey can, tekellüf degil!
    Ledün ilminin zübde-i pâkidir
    Bu, sümmettedarik tasannuf degil!
    Bu bir hikmet-i nur-u irfandir
    Ki ehva ve lagv ve tefelsüf degil!

    Müzekki-i nefs ve musaffi-i ruh,
    Mürebbi-i dildir, tasavvuf degil!

    O Sözler bütün marifet semsidir;
    Sözüm dogrudur, bir teellüf degil!

    Için nurudur, lafza akseylemis;
    Bir-iki satirda teradüf degil!

    Mutabik lafizlar birbirine;
    Bu aslâ tasannu', tesadüf degil!

    Dizilmis nizamla bütün harfleri;
    Tevafuktur, aslâ tehalüf degil!

    Bu bir cilve-i sirr-i i'cazdir;
    Ki Kur'andandir, tecevvüf degil!

    Bu hüsn-ü tesadüf güzeldir güzel;
    Bu babda ne dense tezâuf degil!

    sh: » (M: 406)
    Said-i Bediüzzaman-i Nursî
    Beyani bedi'dir, taattuf degil!

    Teselliye ermemis elinde kalem,
    Eder arz-i dîdar, taharrüf degil!

    Tevafuk, sözünde ona çok mudur?
    Tefevvuk, onun için teserrüf degil!

    Isabet buna savb-i Hak'tan gelir,
    Bu kasdî degildir, tasarruf degil!

    Bunu görmeyen bed nazarlar için,
    Telehhüf derim ben, teessüf degil!

    Ki var manevî hayretim galiben,
    Beyanim bu yolda tazarruf degil!

    Çok iste Hak onu muvaffak ede,
    Tevafuk, makam-i tevakkuf degil!

    Ahmed Galib
    (Rahmetullahi Aleyh)
    * * *
    [Merhum Binbasi Âsim Bey'in fikrasidir.]
    Kasem ederim, dogrudur sözü özüyle beraber.
    Bu hakikati kabul ve tasdik etmeyen bedmayeler,
    Kalir dalalet ve vadi-i hüsranda nice seneler.
    Bunlari irsad edip kurtarmaktir hüner,
    Hidayet erisse eger, o vakit boyun eger.

    Cümlenin islahini niyaz edip Hâlik'a yalvaralim,
    Hep envar-i Kur'aniye olan Sözler'i okuyup anlatalim,
    Bu yolda bizler de feyz alip dilsad olalim,
    Fenayi bekaya tebdilde riza-yi Bâri'ye kavusalim.
    Sad-hezar tahsine lâyik bîbaha fikra-i Galib,
    Bu hakikatlari söylemekle olur sübhesiz galib.

    Binbasi Âsim
    (Rahmetullahi Aleyh)
    * * *


    Seni çok Özledim Annem

  9. #9
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: MEKTUBÂT / Risale-i Nur'dan 28. MEKTUP

    sh: » (M: 407)
    Sekizinci Risale olan Sekizinci Mes'ele
    [Su Mes'ele alti sualin cevabi olup "Sekiz Nükte"dir.]
    Birinci Nükte: Bir dest-i inayet altinda hizmet-i Kur'aniyede istihdam edildigimize dair çok enva'-i isarat-i gaybiyeyi hissettik ve bazilarini gösterdik. Simdi o isaratin bir yenisi daha sudur ki: Ekser Sözler'de tevafukat-i gaybiye var. (Hâsiye) Ezcümle: Resul-i Ekrem kelimesinde ve Aleyhissalâtü Vesselâm ibaresinde ve Kur'an lafz-i mübarekesinde, bir nevi cilve-i i'caz temessül ettigine bir isaret var. Isarat-i gaybiye ne kadar gizli ve zaîf de olsa, hizmetin makbuliyetine ve mes'elelerin hakkaniyetine delalet ettigi için bence çok ehemmiyetlidir ve çok kuvvetlidir. Hem gururumu kirar ve sirf bir tercüman oldugumu kat'iyen bana gösterdi. Hem hiç medar-i iftihar benim için birsey birakmiyor, yalniz medar-i sükran olan seyleri gösteriyor. Hem mâdem Kur'ana aittir ve i'caz-i Kur'an hesabina geçiyor ve kat'iyen cüz'-i ihtiyarimiz karismiyor ve hizmette tenbellik edenleri tesvik ediyor ve risalenin hak olduguna kanaat veriyor ve bizlere bir nevi ikram-i Ilâhîdir ve izhari tahdis-i nimettir ve akli gözüne inmis mütemerridleri iskât ediyor; elbette izhari lâzimdir, insâallah zararsizdir.
    Iste su isarat-i gaybiyenin birisi de sudur ki: Cenâb-i Hak kemal-i rahmet ve kereminden, Kur'ana ve imana hizmet ile mesgul olan bizleri tesvik ve kulûbümüzü tatmin için; bir ikram-i Rabbanî ve bir ihsan-i Ilâhî suretinde hizmetimizin makbuliyetine alâmet ve yazdigimiz hak olduguna isaret-i gaybiye nev'inden, bütün risalelerimizde ve bilhassa Mu'cizat-i Ahmediye ve I'caz-i Kur'an ve Pencereler Risalelerinde, tevafukat-i gaybiye nev'inden bir letafet ihsan etmistir. Yani, bir sahifede, misil olarak gelen kelimeleri birbirine baktiriyor. Bunda bir isaret-i gaybiye veriliyor ki: "Bir irade-i gaybî ile tanzim edilir. Ihtiyariniza ve suurunuza güvenmeyiniz. Ihtiyarinizin haberi olmadan ve suurunuz yetismeden, hârika nakislar ve intizamlar yapiliyor." Bahusus Mu'cizat-i Ahmediye Risalesinde lafz-i Resul-i Ekrem ve lafz-i Salavat bir âyine hükmüne geçip, o tevafu-
    __________________
    (Hâsiye): Tevafukat ise, ittifaka isarettir; ittifak ise, ittihada emaredir, vahdete alâmettir; vahdet ise, tevhidi gösterir; tevhid ise, Kur'anin dört esasindan en büyük esasidir.

    sh: » (M: 408)
    kat-i gaybiye isaretini sarih gösteriyor. Yeni, acemi bir müstensihin yazisinda, bes sahife müstesna, mütebâki ikiyüzden fazla salavat-i serife birbirine müvazi olarak bakiyorlar. Su tevafukat ise; suursuz yalniz on adette bir-iki tevafuka sebeb olabilen tesadüfün isi olmadigi gibi, san'atta meharetsiz, yalniz manaya hasr-i nazar ederek gayet sür'atle bir-iki saatte otuz-kirk sahifeyi te'lif eden ve kendi yazmayan ve yazdiran benim gibi bir bîçarenin düsünüsü dahi elbette degildir.
    Iste alti sene sonra, yine Kur'anin irsadiyla ve Isarat-ül I'caz olan tefsirin dokuz اِنَّا nin tevafuk suretiyle gelen irsadiyla sonra muttali' olmusum. Müstensihler ise benden isittikleri vakit, hayret içinde hayrette kaldilar. Nasilki lafz-i Resul-i Ekrem ve lafz-i salavat; Ondokuzuncu Mektub'da, mu'cizat-i Ahmediye'nin bir nev'inin, bir nevi küçük âyinesi hükmüne geçti. Öyle de: Yirmibesinci Söz olan i'caz-i Kur'anda ve Ondokuzuncu Mektub'un Onsekizinci Isaretinde lafz-i Kur'an dahi; kirk tabakadan, yalniz gözüne itimad eden tabakasina karsi, bir nevi mu'cizat-i Kur'aniyenin, o nev'in kirk cüz'ünden bir cüz'ü, tevafukat-i gaybiye suretinde bütün risalelerde tecelli etmekle beraber, o cüz'ün kirk cüz'ünden bir cüz'ü, lafz-i Kur'an içinde tezahür etmis. Söyle ki:
    Yirmibesinci Söz'de ve Ondokuzuncu Mektub'un Onsekizinci Isaretinde; yüz defa Kur'an lafzi tekerrür etmis; pek nâdir olarak bir-iki kelime hariç kalmis, mütebâkisi bütün birbirine bakiyor. Iste meselâ: Ikinci Sua'nin kirküçüncü sahifesinde yedi "Kur'an" lafzi var, birbirine bakiyor. Ve sahife ellialtida sekizi birbirine bakiyor, yalniz dokuzuncu müstesna kalmis. Iste su -simdi gözümüzün önünde- altmisdokuzuncu sahifedeki bes lafz-i Kur'an, birbirine bakiyor. Ve hâkeza... Bütün sahifelerde gelen mükerrer lafz-i Kur'an, birbirine bakiyor. Pek nâdir olarak, bes-alti taneden bir tane hariç kaliyor. Sair tevafukat ise, -iste gözümüzün önünde- sahife otuzüçte, onbes aded اَمْ lafzi var; ondördü birbirine bakiyor. Hem gözümüzün önünde su sahifede dokuz îman lafzi var, birbirine bakiyor; yalniz birisi, müstensihin fasila vermesiyle az inhiraf etmis. Hem su -gözümüzün önündeki- sahifede iki "mahbub" var, -biri üçüncü satirda, biri onbesinci satir-
    sh: » (M: 409)
    dadir; kemal-i mîzanla birbirine bakiyor. Onlarin ortasinda dört "ask" dizilmis, birbirine bakiyorlar. Daha sair tevafukat-i gaybiye bunlara kiyas edilsin. Hangi müstensih olursa olsun; satirlari, sahifeleri ne sekilde olursa olsun alâküllihal bu tevafukat-i gaybiye öyle bir derecede var ki; süphe birakmiyor ki, ne tesadüfün isi ve ne de müellifin ve müstensihlerin düsünüsüdür. Fakat bazi hatta daha ziyade tevafukat göze çarpiyor. Demek, su risalelere mahsus bir hatt-i hakikî vardir. Bazilari, o hatta yakinlasiyor. Garaibdendir ki, en mâhir müstensihlerin degil, belki acemilerin yazilarinda daha ziyade görülür. Bundan anlasiliyor ki; Kur'anin bir nevi tefsiri olan Sözler'deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin degil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur'aniyenin mübarek kametlerine yakisacak mevzun, muntazam üslûb libaslari, kimsenin ihtiyar ve suuruyla biçilmez ve kesilmez; belki onlarin vücududur ki, öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkâriz.
    Dördüncü Nükte: Bes alti suali tazammun eden birinci sualinizde: "Meydan-i hasre cem' ve keyfiyet nasil ve üryan mi olacak? Ve dostlarla görüsmek için ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i sefaat için nasil bulacagiz? Hadsiz insanlarla birtek zât nasil görüsecek? Ehl-i Cennet ve Cehennem'in libaslari nasil olacak? Ve bize kim yol gösterecek?" diyorsunuz.
    Elcevap: Su sualin cevabi, gayet mükemmel ve vâzih olarak, kütüb-ü ehadîsiyede vardir. Mesreb ve meslegimize ait yalniz bir-iki nükteyi söyleyecegiz. Söyle ki:
    Evvelâ: Bir mektubda; meydan-i hasir, Küre-i Arz'in medar-i senevîsinde oldugunu ve Küre-i Arz simdiden manevî mahsulâtini o meydanin elvahlarina gönderdigi gibi; senevî hareketiyle, bir daire-i vücudun temessül ve o daire-i vücudun mahsulâtiyla bir meydan-i hasrin tesekkülüne bir mebde' oldugu ve Küre-i Arz denilen su sefine-i Rabbaniyenin merkezindeki Cehennem-i Sugra'yi Cehennem-i Kübra'ya bosalttigi gibi, sekenesini de meydan-i hasre bosaltacagi beyan edilmistir.
    Sâniyen: Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözler basta olarak sair Sözler'de, gayet kat'î bir surette o hasrin meydani ile beraber vücudu kat'î olarak isbat edilmistir.
    sh: » (M: 410)
    Sâlisen: Görüsmek ise, Onaltinci Söz'de ve Otuzbir ve Otuziki'de kat'iyen isbat edilmistir ki; bir zât nuraniyet sirriyla, bir dakikada binler yerde bulunup, milyonlar adamlarla görüsebilir.
    Râbian: Cenâb-i Hak, insandan baska zîruh mahlukatina fitrî birer libas giydirdigi gibi; meydan-i hasirde sun'î libaslardan üryan olarak, fakat fitrî bir libas giydirmesi, ism-i Hakîm muktezasidir. Dünyada sun'î libasin hikmeti, yalniz soguk ve sicaktan muhafaza ve zînet ve setr-i avrete münhasir degildir; belki mühim bir hikmeti, insanin sair nevilerdeki tasarruf ve münasebetine ve kumandanligina isaret eden bir fihriste ve bir liste hükmündedir. Yoksa kolay ve ucuz, fitrî bir libas giydirebilirdi. Çünki bu hikmet olmazsa; muhtelif paçavralari vücuduna sarip giyen insan, suurlu hayvanatin nazarinda ve onlara nisbeten bir maskara olur, manen onlari güldürür. Meydan-i hasirde, o hikmet ve münasebet yok. O liste de olmamasi lâzim gelir.
    Hâmisen: Rehber ise, senin gibi Kur'anin nuru altina girenlere, Kur'andir. الم lerin الر larin حم lerin baslarina bak, anla ki; Kur'an ne kadar makbul bir sefaatçi, ne kadar dogru bir rehber, ne kadar kudsî bir nur oldugunu gör!
    Sâdisen: Ehl-i Cennet ve Ehl-i Cehennem'in libaslari ise, Yirmisekizinci Söz'de hurilerin yetmis hulle giymesine dair beyan edilen düstur burada da câridir. Söyle ki:
    Ehl-i Cennet olan bir insan, Cennet'in her nev'inden her vakit istifade etmek, elbette arzu eder. Cennet'in gayet muhtelif enva'-i mehasini var. Her vakit bütün Cennet'in enva'iyla mübaseret eder. Öyle ise Cennet'in mehasininin nümunelerini, küçük bir mikyasta kendine ve hurilerine giydirir. Kendisi ve hurileri birer küçük Cennet hükmüne geçer. Nasilki bir insan, bir memlekette müntesir bulunan çiçekler enva'ini, nümunegâh küçük bir bahçesinde cem'eder ve bir dükkânci, bütün mallarindaki nümuneleri bir listede cem'eder ve bir insan, tasarruf ettigi ve hükmettigi ve münasebetdar oldugu enva'-i mahlukatin nümunelerini, kendine bir elbise ve bir levazimat-i beytiye yapiyor, öyle de: Ehl-i Cennet olan bir insan, hususan bütün duygulariyla ve cihazat-i maneviyesiyle ubudiyet etmis ve Cennet'in lezaizine istihkak kesbetmis ise; herbir duygusunu memnun ede-
    sh: » (M: 411)
    cek, herbir cihazatini oksayacak, herbir letaifini zevklendirecek bir tarzda; Cennet'in herbir nev'inden birer mehasini gösterecek bir tarz-i libasi, kendilerine ve hurilerine rahmet-i Ilâhiye tarafindan giydirilecek. Ve o müteaddid hulleler bir cinsten, bir neviden olmadigina delil, su mealdeki hadîstir ki: "Huriler yetmis hulle giydikleri halde, bacaklarindaki ilikleri görünür, setretmiyor." Demek en üstündeki hulleden, tâ en alttaki hulleye kadar ayri ayri mehasinle, ayri ayri tarzda, hissiyati ve duygulari zevklendirecek, memnun edecek mertebeler var. Ehl-i Cehennem ise; nasilki dünyada gözüyle, kulagiyla, kalbiyle, eliyle, akliyla ve hâkeza bütün cihazatiyla günahlar islemis; elbette Cehennem'de onlara göre elem verecek, azab çektirecek ve küçük bir Cehennem hükmüne gelecek muhtelif-ül cins parçalardan yapilmis elbise giydirilmek, hikmete ve adalete münafî görünmüyor.
    Besinci Nükte: Sual ediyorsunuz ki: Zaman-i fetrette, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in ecdadi bir din ile mütedeyyin mi idiler?
    Elcevap: Hazret-i Ibrahim Aleyhisselâm'in, bilâhare gaflet ve manevî zulümat perdeleri altinda kalan ve hususî bazi insanlarda cereyan eden bâkiye-i dini ile mütedeyyin olduguna rivayat vardir. Elbette Hazret-i Ibrahim Aleyhisselâm'dan gelen ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'i netice veren bir silsile-i nuraniyeyi teskil eden efrad, elbette din-i hak nurundan lâkayd kalmamislar ve zulümat-i küfre maglub olmamislar. Fakat zaman-i fetrette وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتّىَ نَبْعَثَ رَسُولاً sirriyla; ehl-i fetret, ehl-i necattirlar. Bil'ittifak, teferruattaki hatiatlarindan muahazeleri yoktur. Imam-i Safiî ve Îmam-i Es'arîce; küfre de girse, usûl-i îmanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattir. Çünki teklif-i Ilâhî irsal ile olur ve irsal dahi, ittila' ile teklif takarrur eder. Mâdem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmis; o ehl-i fetret zamanina hüccet olamaz. Itaat etse sevab görür, etmezse azab görmez. Çünki mahfî kaldigi için hüccet olamaz.
    Altinci Nükte: Dersiniz ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in ecdadlarindan nebi gelmis midir?
    Elcevap: Hazret-i Ismail Aleyhisselâm'dan sonra bir nass-i kat'î yoktur. Ecdadlarindan olmayan, yalniz Hâlid Ibn-i Sinan ve Han-
    sh: » (M: 412)
    zele naminda iki nebi gelmistir. Fakat ecdad-i Nebi'den, Kâ'b Ibn-i Lüeyy'in meshur ve sarih ve tansis tarzindaki bu siiri ki:
    عَلَى غَفْلَةٍ يَاْتِى النَّبِىُّ مُحَمَّدٌ * فَيُخْبِرُ اَخْبَارًا صَدُوقًا خَبِيرُهَا
    demesi, mu'cizekârane ve nübüvvetdarane bir söze benzer. Imam-i Rabbanî hem delile, hem kesfe istinaden demis ki: Hindistan'da çok nebiler gelmistir. Fakat bazilarinin ya hiç ümmeti olmamis veyahut mahdud birkaç adama münhasir kaldigi için istihar bulmamislar veyahut nebi ismi verilmemis.
    Iste Imam'in bu düsturuna binaen, ecdad-i Nebi'den bu nevi nebilerin bulunmasi mümkün.
    Yedinci Nükte: Diyorsunuz ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in peder ve valideleri ve ceddi Abdülmuttalib'in îmanlari hakkinda akva ve esahh olan haber hangisidir?
    Elcevap: Yeni Said on senedir yaninda baska kitablari bulundurmuyor, bana Kur'an yeter diyor. Böyle teferruat mesailinde, bütün kütüb-ü ehadîsi tedkik edip, en akvasini yazmaga vaktim müsaade etmiyor. Yalniz bu kadar derim ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in peder ve valideleri ehl-i necattir ve ehl-i Cennet'tir ve ehl-i îmandir. Cenâb-i Hak, Hâbib-i Ekreminin mübarek kalbini ve o kalbin tasidigi ferzendane sefkatini, elbette rencide etmez.
    Eger denilse: Mâdem öyledir; neden onlar Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a îmana muvaffak olamadilar? Neden bi'setine yetisemediler?
    Elcevap: Cenâb-i Hak, Habib-i Ekreminin peder ve validesini, kendi keremiyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in ferzendane hissini memnun etmek için, valideynini minnet altinda bulundurmuyor. Valideynlik mertebesinden, manevî evlâd mertebesine getirmemek için; hâlis kendi minnet-i Rububiyeti altina alip, onlari mes'ud etmek ve Habib-i Ekremini de memnun etmekligi rahmeti iktiza etmis ki, valideynini ve ceddini, ona zâhirî ümmet etmemis. Fakat ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan etmistir. Evet âlî bir müsirin, yüzbasi rütbesinde olan pederi huzuruna girmesi; birbirine zid iki hissin taht-i te'sirinde bulunur. Padisah o müsir olan Yaver-i Ekremine merhameten, pederini onun maiyetine vermiyor.

    sh: » (M: 413)
    Sekizinci Nükte: Diyorsunuz ki: Amcasi Ebu Tâlib'in îmani hakkinda esahh nedir?
    Elcevap: Ehl-i Teseyyu', îmanina kail; Ehl-i Sünnet'in ekserisi, îmanina kail degiller. Fakat benim kalbime gelen budur ki: Ebu Tâlib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'in risaletini degil; sahsini, zâtini gayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî o sahsî sefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir. Evet ciddî bir surette Cenâb-i Hakk'in Habib-i Ekremini sevmis ve himaye etmis ve tarafdarlik göstermis olan Ebu Tâlib'in; inkâra ve inada degil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen, makbul bir îman getirmemesi üzerine Cehennem'e gitse de; yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cennet'i, onun hasenatina mükâfaten halkedebilir. Kista bazi yerde bahari halkettigi ve zindanda -uyku vasitasiyla- bazi adamlara zindani saraya çevirdigi gibi, hususî Cehennem'i, hususî bir nevi Cennet'e çevirebilir...
    وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّهِ * لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ
    سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
    * * *

    اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى


    Seni çok Özledim Annem

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •