Sayfa 9/26 İlkİlk ... 7891011 ... SonSon
255 sonuçtan 81 ile 90 arası

Konu: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

  1. #81
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    DÂBBETÜ'L-ARZ Yer hayvanı, kıyametin büyük alametlerinden biri
    Debb ve debîb; hafif yürüme ve debelenme demektir Hayvanlar ve çoğunlukla haşereler için kullanılır Içkinin bedene yayılması ve bir çürüklüğün etrafına sirayeti gibi hareketi gözle görülmeyen şeyler için de kullanılır Dâbbe de debelenen, hareket eden demektir Şu halde tren, otomobil, bisiklet vb şeylere lügate göre dâbbe denebilirse de ıstılahta daha çok hayvanlar için kullanılır
    "Allah bütün canlıları (her dâbbeyi) sudan yaratmıştır Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla, kimi de dört ayakla yürür Allah dilediğini yaratır Allah şüphesiz her şeye kaadırdir" (en-Nûr, 24/45) âyetinden anlaşılacağı üzere her hayvana dâbbe denir
    "Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah'a aittir" (Hûd, 11/6) âyetinden de anlaşılan budur
    "Dâbbetü'l-Arz" da; kıyametin kopmasına yakın, ortaya çıkacağı bildirilen ve kıyametin büyük alâmetlerinden olan bir yaratıktır Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de:
    "Söylenmiş olan (tehdit edildikleri şey) başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler" (en-Neml, 27/82) buyrulmaktadır
    Bu âyetten anlaşılan, dâbbenin bir hayvan-ı nâtık yâni konuşan bir canlı olduğudur (MH Yazır, "Hak Dini Kur'ân Dili", V, 3701 vd)
    Râğıbü'l-Isfahânî, yukardaki âyete dayanarak şöyle demektedir:
    "Dâbbe, tanıdığımız hayvanlara benzemeyen bir hayvandır Ortaya çıkması kıyamete yakın bir dönemde olacaktır Bir de denildi ki: Bununla, cahiliyyede hayvan mertebesinde olan kötü insanlar kasdedilmiştir (Râğıb, "Müfredât", debb maddesi)
    Müfessirler yukardaki âyette (27/82) dayanarak "Dâbbetü'l-Arz"ın kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacağını söylerler Ibn Ömer'e göre, "dâbbe"nin çıkması hadisesi, dünyada iyıliğe emreden ve kötülükten sakındıran hiçbir fert kalmadığı zaman vuku bulacaktır Ibn Merdûye'nin Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet ettiği bir hadîse göre, aynı şeyi bizzat Hz Peygamber (sas)'in kendisinden Ebu Saîd de duymuştur Bu da, insanın başkalarını iyilik yapmaya teşvik ve kötülükten sakındırma (emr bi'lma'rûf, mehy, ani'l-münker) vazifesini terkettiği zaman Allah'ın, kıyametin hemen öncesinde son ihtar vazifesini görmek üzere bir "dâbbe" meydana çıkaracağını gösterir Mâmafih onun tek bir hayvan mı, yoksa bütün yeryüzünü istilâ edecek bir hayvan türü mü olduğu açık değildir (Mevdûdî, "Tefhîm", IV, 128)
    Akaid kitaplarına, kıyametin alâmetlerinden biri olarak geçmiş olan "Dâbbetü'l-Arz" (bk Pezdevî "Ehl-i Sünnet Akaidi", 352; Nesefî, "Akaid ", şerh ve haşiyesi Kesteli 194) hakkında Peygamber (sas)'den şöyle rivayet edilir
    "Ilk çıkacak kıyamet alameti, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine "dâbbe"nin çıkmasıdır Bu alametlerden hangisi önce belirirse, ötekişi onu kısa zamanda takibedecektir" (Müslim, Fiten, 118; Ibn Hanbel, "Müsned", II, 201)
    "Üç şey vardır ki bunlar çıktığı zaman, daha önceden iman etmeyen hiçbir kimseye (o günkü) imanı fayda vermez: 1-Güneşin batıdan doğması, 2-Deccâl ve 3-Dâbbetü'l-Arz (Müslim, Iman, 249; Tirmizî, Tefsîr, sûre 6)
    "Dâbbe, yanında Hz Musa (as)'nın asâsı ve Hz Süleyman (as)'ın mührü olduğu halde çıkacaktır Mü'minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle mühürleyecek Işte o dönemde yaşayan insanlar biraraya gelecekler ve mü'minler, kâfir belli olacaktır" (Ahmed b Hanbel, II, 491; Tirmizî, Tefsîr, süre: 27)
    Bu konudaki rivayetler pek çoktur, ancak hiçbiri mütevâtir olmadığından, kıyamet gibi tamamen gaybî olan bir meselede delil olamazlar Bunun için, "Dâbbetü'l-Arz"la ilgili teferruâtı bir yana bırakıp, Cenâb-ı Allah'ın bizi bununla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim'de bildirdikleriyle yetinmemiz, işin iç yüzünü ve mahiyetini O'na havale edip dabbetü'l-arz'ın kıyamete yakın zuhur edeceğine iman etmek en doğru yoldur Bununla birlikte: "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır O'ndan başkası onları bilemez " (el-En'âm, 6/59)
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  2. #82
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    DAR-I HARP'TE FAİZ: Dâru'l-harp'te faiz olmaz, diyorlar Türk bankalarından faiz alıp yiyebilir miyiz?
    Dâru'1-harpte faizin cereyan edip etmemesiyle Türk bankalarından faiz alıp yemek ayrı ayrı şeylerdir Önce bu hüküm sadece Imam Ebu Hanife ve Imam Muhammed'in kabul ettiği ve Imam Ebu Yusuf dahil, Şafiî, Malik ve Ahmed gibi diğer imamların karşı olduğu bir hükümdür "Dâru'1-harp'te müslümanla harbî arasında faiz olmaz" anlamındaki bir hadise dayandırılır Hadis, "Nasbu'r-râye" sahabi Zeyla'î'nin ve Allâme Ibn Hümâm'in tesbitlerine göre "âhad" bir haberdir ve garibtir (sahih değildir)(Zeyla'i, Nasbu'r-Râye, IV/44; Ibn Hümâm, Fethu'1-Kadîr, VN/39) Imam Şafiî böyle bir hadisin sabit olmadığını, binaenaleyh, delil olamayacağını söyler Nitekim hadis, meşhur on hadis kitabında bulunmadığı gibi, "dâru'1-harb" ifadesi de bunun dışında Hadislerde geçmemektedir "Dâru'1-harb", "Dâru'1-Islâm" gibi terimler sonradan müctehid imamlar döneminde ortaya çıkan terimlerdir Nitekim Ibnü'1-Esîr de "en-Nihâye" adlı değerli eserinde "dâr" kelimesi ile ilgili böyle bir terimden söz etme-· mektedir Işin bir yönü budur Diğer bir yönü de bu hükmün usûl kaideleriyle çelişmesidir Çünkü "haber-i vahidle ziyade, nesih sayılacağından caiz olmaz" Bu haber de haber-i vahiddir Kabul edilmesi halinde faizi ayırım yapmadan (mutlak olarak) yasaklayan naslara ziyade bir hüküm getirmiş olur ki, bu caiz değildir Işin, Allâme Ibn Hümâm'ın da irdelediği (Ibn Hümam, age VN/39) bir üçüncü yönü vardır ki, sorunun cevabı açısından önemli olan da budur: Imam Azam ve Imam Muhammed bu hükmü verirken, parayı iktisadî bir silâh olarak düşünüp, müslümanın onu kafirin ülkesinde ve onun rızasıyla, herhangi bir yolla alabileceğini, böylece onu iktisaden zayıf düşüreceğini, müslümanın hiçbir surette faiz veremeyeceğini, yani fazlalığı müslümanın alması halinde bunun caiz olabileceğini kastettiklerini, arkadaşları olan imamlar açıklamışlardır Nitekim Imamı Azam kumarı da aynı kategoriye sokmuş ve yüzde yüz kazanacağını bilmesi halinde müslüman Darü'1-Harpte bir harbî ile kumar oynayabilir, demiş ve mes'eleye Rum Sûresinin başında işaret edilen ve Hz Ebu Bekr'in Şirk diyarı olan Mekkelilerle girdiği bahsi delil göstermiştir Çünkü bahsin kumardan başka bir anlamı yoktur ama Hz Ebu Bekr kazanacağını Allah Rasûlünün haber vermesiyle kesinlikle bilmektedir Durum böyle olunca Imam Azam ve Imam Muhammed'in cumhurun karşısındaki bu görüşlerini alsak dahi, günümüzde müslümanın hiçbir yerde onların görüşüne göre de banka faizi alıp yiyemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz Çünkü faiz sistemi artık değişmiş ve fertlerin yerini müesseseler almıştır Diyelim ki Almanya'da bir müslüman 100 markını bankaya yatırmış ve meselâ yılda: %10 faiz almış, sene sonunda da parası 110 mark olmuş olsun Banka, hali hazırdaki sisteme göre bu sayede bu mevduatın (ankes hesabı ayrıldıktan sonra) yaklaşık 5 katıkredi verebilecek ve daha yüksek, meselâ % 15 faiz uygulayacağından 5x15=75 DM kazanmış olacaktır Yani müslüman Ahmet kendi kazandığı 10 DM karşılığında Alman Hans'a 65 DM Kazandırılmış olacaktır Görüldüğü gibi buna caiz diyen hiçbir Islâm Hukukçusu yoktur Türkiye için durum daha da değişiktir Darül-harp olduğunu söyleyen görüşten hareket etsek dahi, faiz müessesesi dediğimiz gibi bir banka olacaktır ve banka Yahudi Mason'un ve Masonlaşan Türkün olsa bile bir taraftan Ahmet Ağa yatırıp, öbür taraftan Mehmet Ağa almış olacağından, bir yönüyle müslüman faiz vermiş, öbür yönüyle de müslüman, müslümandan faiz almış olacaktır Bu ise hiç caiz görülemez










    DÂR-I HARPTE CUMA NAMAZI Son yıllarda, kötü niyetlerinden ötürü böyle davrandıklarına inanmak istemediğimiz bazı kimseler, "dâr-i harp" olduğu gerekçesiyle, Türkiye'de Cuma Namazı kılınamayacağı fikrini yaymakta ve bu fikre taraftar toplamakla Islâm adına:bir başarı elde edeceklerini iddia etmekte ya da sanmaktadırlar
    Biz bu çalışmamızda cuma ile ilgili diğer konulara hiç deginmeden, son derece tahsîsî (spesifik) olarak, sırf bu noktaya temas edecek, bu iddianın delilleri üzerinde bazı değerlendirmeler yapıp, önemli bir çeliskiye de temas ederek bir sonuca varmaya çalışacağız
    Türkiye'nin "dâr-ı harp" mi, "dâr-ı Islam"mı olduğu konusu, ayrı bir platformun konusudur ama hemen söylenebilecek hükmüyle ihtilâflı bir konudur Fakat biz iddia sahiplerinin kanaatlerini doğru farzedersek, meseleye o açıdan bakılması halinde sonucun ne olacağını irdelemeyi deneyecegiz
    Bu kanaate göre; ülkemiz Islam ahkâmıyla idare edilmediği için, "dâr-ı harpt" tir, Allah'ın ahkâmını reddedenler mü'min değildir Mü'min olmayanların, mü'minler üzerinde velâyet hakkı yoktur, yani; "Ulü'1-emr" ancak mü'minlerden olur Cuma namazını ancak "Ulü'1-emr" ya da vekili kıldırabilir Bunun delili Ibn Mâce'de geçen ve "âdil ya da zalim, imamı olduğu halde cumayı terkeden" in cezaya ugrayacağını haber veren hadistir
    Sözü edilen hadisin meâli Söyledir: "Muhammmed bAbdillah b Nümeyr, Velîd bBükeyr'den, o da Ebû Cebbâb (Habbâb)'dan, o da Abdullah b Muhammed el-Adevî'den, o da Ali b Zerd'den, o da Saîd b el-Müseyyeb'ten, o da Câbir b Abdillah'tan, Resûlullah (sa) hutbe okurken bize şöyle dedi: "Ey insanlar, bilmiş olun ki, şu yerimde şu günümde, şu ayımda ve bu yıldan itibaren, kıyâmete dek Allah (cc) cumayı sizin üzerinize farz kılmıştır Artık kim onu gerek benim hayatımda, gerek benden sonra -âdil ya da zalim bir imam varken- hafife alarak ya da inkar ederek terkederse, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin, işinde bereket kılmasın Dikkat edin! Onun ne namazı vardır, ne zekâtı vardır, ne haccı vardır, ne orucu vardır, ne de bir iyiliği vardır, Tevbe etmedikçe bunların hiç biri ondan kabul edilmez" (Ibn Mâce, el-Ikâme 78,I/343)
    Cumanın Mekke döneminde farz kılındığı halde, orada eda edilmeyip, ancak Medine'de kılınması da, hem cumanın bir devlet namazı olduğunu, hem de "Ulü'1-emr" bulunmadan kılınamayacağını gösterir Devletçi görüşlere sahip olan Hanefiler de bunu kabul etmiş ve uygulâya gelmişlerdir Bu devletçi görüşlere sahip olduklarından ötürüdür ki, Islam tarihi boyunca devlet kurabilen görüş hep Hanefi mezhebi olabilmiştir Sütçü Imam'ın cumayı kıldırmayıp, halkı Fransızlara karşı ayaklandırması bunun son ömegidir vs vs
    Bunlar, sözünü ettiğimiz iddia,sahiplerinin tutundukları delillerin önemli olanlarıdır Bir paragrafa indirgediğimiz bu özetin elbette bazı cümleleri de doğrudur Ancak biz; işin esasını teskil eden iki temel noktaya: Ilk kılınan cuma namazı meselesine ve işaret edilen hadisin; hadisçilerle yapılan kritiğine değinerek, ikisinin bir arada düşünülmesiyle, karşı fikirde farkedilen bir çeliskiye temas etmek sûretiyle meseleye açıklık getirmiş olacağız kanaatindeyiz Hanefilerin tarihî süre boyunca hep aynı fikirde olmadıklarını da bir kaç nakille görmeye çalışacağızBu konuda daha genış bilgiyi cuma namazı meselesinde daha derin irdeledik cuma namazı meselesine bakarak bulabilirsiniz
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  3. #83
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    DÂRÜ'L-ISLÂM Islâmî hükümlerin tam anlamıyla uygulandığı ve başında halifenin bulunduğu devlet; Islâm yurduna Dârü'L-Islâm denir
    Dâr, lügatte ev, bina, belde, ülke anlamında kullanılır Istılah olarak "dâr", bir idarecinin hâkimiyeti altında bulunan ülke anlamında kullanılmaktadır Ancak Islâm hukukçuları bu ülkenin niteliğini belirlerken en önemli etken olarak ülkenin başında bulunan yönetici ile yönetim şeklini göz önünde bulundurmuşlardır
    Bir devletteki yönetim ve egemenlik şekli o ülkenin müslüman bir ülke olup olmadığını belirlemektedir Islâmî açıdan bunu incelerken bu noktadan hareket etmek gerekir
    Kur'ân-ı Kerim'de dâru'l-Islâm ve dâru'l-harp* tabirleri geçmemektedir Hadislerde ise Dâru'l-harp'te hadler uygulanmaz ve Dâru'l harp'te müslüman ve harbî arasında faiz yoktur şeklinde geçmektedir (Ibn Kudâme, El Muğnî, Riyad 1981, IV, 45-46) Ancak Imam Zeylaî bu hadislerin garib olduklarını kaydetmektedir (Zeylaî, Nesbûr-Raye, III, 343) Dikkat edersek burada yalnız dâru'l harp tabiri kullanılmakta olup, "dâru'l-Islâm" tabiri ise daha sonraları Islâm hukukçuları tarafından, buna karşıt' bir tabir olarak kullanılmıştır
    Fıkıh kaynaklarında bu konu işlenirken Hz Peygamber (sas) döneminde Islâm'ın uygulandığı Medine için "dâru'l-Islâm" ve diğer yerler için "dâru'l-harp" tabirlerinin kullanılmadığı belirtilmektedir
    Islâm devletinin sınırları genişleyip daha geniş coğrafyalara yayılarak çok değişik devlet ve yönetimlerle karşılaşılınca, ister istemez Islâm devletinin durumunu ve hukukî statüsünü ismen diğerlerinden ayırmak icab etti
    Fâkihler, dâru'l-Islâm'ı tarif ederken;

    1) "Islâm hukukunun açıkça uygulandığı ve müslümanların Islâmî hükümleri uygulama imkânını bulabildikleri,"
    2) "Müslümanların idare ve hâkimiyetleri altında bulunan,"
    3) "Müslümanların devlet başkanının yönetimini sürdürdüğü yerlere dâru'l-Islâm; buna mukabıl kâfirlerin devlet başkanlarının emir ve yönetiminin yürürlükte olduğu yere ise dâru'l-harp demişlerdir" (Ahmed Özel, Islâm Hukukunda Ülke Kavramı, Istanbul 1982, 76)

    Islâm ümmetinin vatanı, Allah'ın mülkü olan yeryüzünün tamamıdır:
    "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır" Yeryüzünün sahipleri ise Allah'a inanan müslümanlardır
    "Allah sizden, iman edip iyi amel işleyenlere: "Onlardan öncekileri nasıl hükümrân kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene erdirecektir" (diye) va'detti" (en-Nur, 24/55) ve:
    "Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da: -Yeryüzüne mutlaka iyi kullarım vâris olacak (bu yer onların eline geçecek) diye yazmıştık " (el-Enbiyâ, 21/105)
    Bu âyetler muvacehesinde Cenâb-ı Hak, yeryüzünün tamamına sahip olma hakkını mü'minlere tanımıştır Ancak bu şekilde yeryüzünün tamamı onlara vatan olabilir Bu hakkıelde etmeyi de Allah, müslümanlara bir görev olarak vermiştir:
    "Ey iman edenler, kâfirlerden size yakın bulunanlarla savaşın (onlar) sizde (kendilerine karşı) bir sertlik (ve Şiddet) bulsunlar Biliniz ki, Allah, takva sahipleriyle beraberdir" (et-Tevbe, 9/123)
    "Fitneden eser kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar (o müşriklerle) savaşın, eğer (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur" (el-Bakara, 2/191)
    Yeryüzünün hâkimiyeti yalnız ve yalnız Allah'a mahsustur
    Hiçbir ferd, hiçbir aile, hiçbir hânedan ve hiçbir meclis veya parti ve hâkimiyeti ele geçiremez Bu hâkimiyet Allah'ın dışında bir otoriteye verildiği takdirde mutlaka yeryüzünde fitne başlar Çünkü yeryüzünün hâkimiyetini ele geçiren kişi veya zümre, bu otoriteyi kendi lehlerine ve diğer insanların aleyhlerine kullanacaklardır Böyle bir durumda da fitne ve zulüm kaçınılmazdır Işte yeryüzü hâkimiyeti Allah'a verilmedikçe fitne var demektir Şayet yeryüzünde Allah'ın emirleri uygulanmaya konursa, o zaman fitne kalkmış ve din yalnız Allah'ın olmuştur denebilir İslam'ın yeryüzünde uygulanması adaletin ve emniyetin sağlanması demektir
    Cenâb-ı Allah bu konuda bize bir vaatte bulunmuştur Bunun için geleceğe hep ümitle bakıyor ve bunun tahakkukunu bekliyoruz:
    "O, Rasûlünü hidâyetle ve hak dinle gönderdi ki (Allah'a)ortak koşanlar hoşlanmasa da o (hak di)ni bütün din(ler)in üstüne çıkarşın " (et-Tevbe, 9/33)
    Işte bu âyete baktığımızda, İslam'ın ve Allah hâkimiyetinin bütün yeryüzünü kuşatacağı ve Islâm şeriatının her tarafta söz sahibi olacağı görülmektedir Işte o zaman yeryüzünün tamamı müslümanların vatanı, yani dâru'l-Islâm olacak ve ancak bununla müslümanlar tam bir güven ve huzur ortamına kavuşabileceklerdir
    Bu duruma göre dünya, "dâru'l-Islâm ve dâru'l-harp" diye ikiye ayrılmaktadır Dâru'l-Islâm adını alan yerlerin gerçekten dâru'l-Islam olabilmesi için orada Islâm hukukunun eksiksiz olarak uygulanması gerekmektedir Burada tek ölçü yönetim şeklıdır Islam'ın getirdiği vahiy nizamının bütün hükümleriyle uygulandığı yer dâru'l-Islam'dır Buna göre dâru'l Islâm'da oturan insanlar ister müslüman olsun ister olmasın neticeyi etkilemez Islam devlet başkanının otoriteşinin geçerli olup da Kur'ân hükümlerinin uygulandığı coğrafya üzerinde yaşayan insanlar, müslüman değil de kitabî olsalar yine orasıdâru'l-Islâm sayılır
    Şafiîlere göre ise dâru'l-Islâm, müslümanların ikâmet ettikleri yerler ile müslümanların fethedip gayr-i müslim olan sakınlerinin cizye vererek oturdukları yerlerdir Ayrıca önceleri müslümanların oturdukları, ancak daha sonra kâfirlerin hâkimiyetleri altına giren yerler de dâru'l-Islâm'dır Buna göre, İslam'ın ve müslümanların bir defa ele geçirip bir müddet dahi olsa hâkimiyetlerinde bulundurdukları yerler dâru'l-Islâm'dır Müslümanların hiç bir zaman hâkimiyetlerine girmemiş yerler ise dâru'l-harp'tir (Ö N Bilmen, Hukuk-ı Islamiye Kamusu, III, 369-371)
    Bundan maksat, müslümanların elinden çıkıp kâfir yönetimlerin hâkimiyetleri altına alınan ve kâfirler tarafından işgal edilmiş olan yerleri tekrar İslam'ın hâkimiyet alanına almaktır Şafiîler, eskiden müslümanların olan ülkelerin yeniden fethedilmesi hususunda, oraların dâru'l-Islâm olmaktan çıkmadıklarını ve bunların mutlaka tekrar geri alınmaları gerektiğini ifade etmişlerdir
    Dâru'l-Islâm'da "Hüküm, Allah'dan başkasının değildir
    " (Yusuf, 12/40), Teşri' hakkıne bir hükümdarın, ne bir âilenin, ne bir zümrenin, ne de bir meclisin elindedir Teşri sadece Allah'ın hakkıdır Vahy-i gayr-i metlûvv olan sünnet de, aynı zamanda bir teşrî'dir Hz Peygamberin uygulamaları da Kur'ânî nâsları açıklayan teşrî'lerdir
    Islâm hukukçularının yaptıkları bu tariflere göre bir coğrafyanın siyasî, ekonomik, idarî ve hukuk nizamı Îslâmî esaslara göre düzenlendiği takdirde orasıdâru'l-Islâm'dır Böyle bir yerde yaşama, yürütme ve yargı yetkileri müslümanların elinde olmalı ve herşey Allah'ın emrettiği esaslar dahilinde yürütülmelidir Dâru'l-harp ise, İslam'ın ve müslümanların yaşama, yürütme ve yargı yetkilerinin asla söz konusu edilmediği yerdir
    Dâru'l-Islâm'da yaşama: Islâm'a göre kanun koyma yani teşrî (yaşama) yetkisi, yalnız Allah'ın elinde ve insiyatıfindedir Teşri hakkıne bir hükümdara ne bir aileye, ne bir zümreye ne de bir meclise verilemez Teşrî', sadece Allah'ın hakkıdır Bu yaşama hakkının Allah'dan alınıp da O'nun dışında başka bir otoriteye devredildiği bir ülke dâru'l-Islâm olamaz Çünkü böyle bir yerde insanların yönetimini sağlayan en mühim otorite olan teşrî, Allah'dan başkası tarafından gaspedilmiştir Bu sebeple oraşiartık müslümanların hâkimiyeti altında değildir Dolayısıyla orasıdâru'l-Islâm olamaz
    Dâru'l-Islâm'da Icra (Yürütme): Bir devlet veya toprak parçasının müslüman bir hükümet tarafından Islâmî esaslara göre yönetilmesi halinde burası dâru'l-Islâm olur Aksi takdirde, bir devlet veya ülke, Islâm'ı, bir din ve bir akide olarak kabul etmeyen hükümetler tarafından gayr-i Islâmî esaslarla yönetilmesi halinde, orasıdâru'l-Islâm olamaz
    Dâru'l-Islâm'da Yargı:
    Islâm toplumunda insanlar arasında meydana gelecek anlaşmazlıklarda hakem, Allah ve Resûlüdür
    "Bir konuda ihtilâfa düştüğünüz zaman onu Allah'a ve Rasûlüne döndürünüz (onu hakem yapınız)" (en-Nisâ, 4/59) Ilâhî emir gereği, müslüman olsun veya olmasın, Islâm devletinin vatandaşları arasında meydana gelen ve yargılamayı gerektiren anlaşmazlıklarda Islâm hukuku uygulanır Vatandaşların gerek birbirleriyle ve gerekse devletle olan ilişkilerinde Islâm hukukuna göre yargılandıkları ve yargılamada yalnız ve yalnız Islam hukukunun geçerli olduğu yer, dâru'l-Islâm'dır
    Dâru'l-İslam'ın Dâru'l-Harb'e Dönüşmesi:
    Islâm devletinin ayakta durabilmesi ve gerçek "Islâmî devlet" olma özelliğini taşıyabilmesi için, belirli bir toprağının, ona bağlı halkının ve siyasî iktidarının olması gerekir Bu üç özellikten biri olmadığı takdirde Islâmî devlet olma özelliğini kaybeder Belli bir toprağı ve sınırları belirlenmiş bir ülkesi olmadıkça Islâm devleti adını alamaz Devletin, Islâm'ın devlet şeklini kabul eden sakınleri olmalı ve sakınlerin siyasî otoriteyi tanımaları, devletin de sakınlerini iç ve dış düşmanlarına karşı koruma imkânı bulunmalıdır Islâm hukukuna göre bir ülkenin Islâmî ülke olmaktan çıkması, ancak ülke topraklarının bir parçasının düşman işgalıne uğraması; Islâm devletinin tümünün veya bir bölgeşinin irtidat etmesi veya zımmîlerin, bulundukları bölgede isyan edip Islam devletinin otoritesini kabul etmemeleriyle olur (Bilmen, age, III, 370; Özel, 96-97)
    Bu gibi durumlarda Islam devletinin siyasî iktidarının sona erip yerine Allah'ın otoritesini tanımayan kimselerin hakimiyeti ellerine geçirmesi ve tâğutî hükümlerle hükmetmesiyle ülke, dâru'l-harb'e dönüşür Küfür ahkâmının yürürlükte olması, bunun açık ve yaygın olması müslüman kadılarının hiçbir fonksiyon icra etmemeleriyle orası dâru'l-harp olur Bu görüşü ileri süren Imam Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre; Islâmî hükümlerin uygulandığı bölgeye ihtilâfsızca dâru'l-Islâm dendiğine göre, küfür hükümlerinin uygulanıp Islâmî hükümlere son verildiği bölgeye de darü'l-harp adı verilmelidir ve bunun dışında bir şarta gerek yoktur Imam Ahmed b Hanbel ve Imam Mâlik de bu konuda aynı görüştedirler (Özel, age, 9 vd) Gerçekten nitelik açısından bu iki ülke arasını ayıranve her birine ayrı özellik ve isim veren ölçüler, yönetim ve hükümet şeklıdır Bir ülkenin, Islâmî veya gayr-i Islâmî oluşunun tek delili orada İslam'ın mı yoksa küfrün mü otoriteşinin sözkonusu olduğudur
    Islâm hukukçularının bazıları ise; "ülke, Islâmî hükümlerin uygulanmasıyla dâru'l-Islâm olduğuna göre, orada Islâmî ahkâm ve eserlerden bir şeyler olduğu müddetçe orasıdâru'l-Islâm'dır Hattâ müslümanlar dâru'l-Islâm'daki siyâsî otoritelerini kaybetseler bile Islam ahkâmından bir eser kaldığı müddetçe orasıdâru'l-harb'e dönüşmez" kanaatini savunmuşlardır Ancak daha evvel dâru'l-Islâm olup da sonraları isyan veya irtidat etmekle Islâm'dan uzaklaşırsa ve bu bölge dâru'l-harb'e bitişik olursa orasıdâru'l-Islâm olmaktan çıkıp dâru'l harb olur
    Ebû Hanife'nin diğer bir görüşüne göre de, bir ülkenin Islâm veya küfür ülkesi olması bizzat Islâm veya küfrün kendisinin hakim olmasıyla ilgili değildir Burada, "emniyet" ve "korku" sözkonusudur Eğer bir yerde mutlak anlamıyla müslümanlar güven içinde, kafirler de korku içinde iseler orasıdâru'l-Islâm'dır Ama durum bunun tersine ise, yani müslümanlar inanç ve ibadetlerini Allah'ın emrettiği şekilde icra etmekten korkuyorlarsa orasıdâru'l-harb'tir Aynı şekilde, bu emniyet o bölgenin dâru'l harb'e bitişik olmasıyla ortadan kalkar ve o bölgede müslüman kimseler yaşasa bile orasıdâru'l-harb'tir
    Şafiî fakihlere göre ise, bir ülke müslümanların eline geçer ve orasıkısa bir müddet de olsa müslümanların otoritesi altına girerse, oraşiartık ebediyyen müslümanlarındır ve sonuna kadar dâru'l-Islâm kalacaktır Bu ictihâdî görüşle Şafiîler, meseleye ayrı bir noktadan bakmaktadırlar Müslümanların olan yerler, düşman tarafından işgal edilse bile, orasının yine dâru'l-Islâm olduğu ve buraların tekrar küfür otoritesinden kurtarılmaları gerektiği ileri sürülür Ayrıca kâfir düşman kuvvetlerinin müslümanların mallarını ve ülkesini işgal ettiklerinden dolayı aralarında harp ortamı doğmuş demektir Dâru'l-Islâm'ı tekrar geri almak ve düşman istilasından kurtarmak için onlarla savaşmak vacipolmuş oluyor Bu görüş, cihat anlayışını sürekli ve zinde tutmaktadır
    Şafiîlerin dışında kalanların görüşleri, müslümanların otoriteşinin olmadığı yere dâru'l-Islâm denmeyeceği anlayışını; Şafiîlerin görüşü ise, Islâm ülkesini istilâ eden küfür kuvvetleriyle savaşmanın bilincini müslümanlara kazandırmaktadır
    Dâru'l-İslam'ın dâru'l-harb'e dönüşmesi ile bu bölge, Islâm devletinin otoritesinden çıkmış ve kâfir bir yönetimin altına girmiş demektir Düşman istilasına uğramış bir bölgeyi kurtarmak için yapılacak bir savaşta, normal şartlarda Islâm harp hukuku uygulanır Şayet bu bölge düşman istilasına değil de bir iç ayaklanma ile mürtedlerin istilasına uğramışsa; fukaha arasında statüsünde ufak tefek değişikliklerin olması sözkonusu edilmişse de netice itibariyle orasıdâru'l harb'tir Çünkü orada Islâm hükümleri değil de, küfür hükümleri uygulanmakta ve Islâmî hükümlere hayat hakkıtanınmamaktadır Dâru'r-ridde* ile savaşılıp orası tekrar ele geçirildiğinde Islâm'a dönenler özgürdürler Dönmeyenler esir alınamaz, hemen öldürülür Malları yeni fethedilen dâru'l-harb gibi işlem görür; Humus'*u, Beytü'l-Mal'*e aktarılıp geri kalanı muhariplere dağıtılır Daru'r-ridde ile asla sulh yapılmaz, savaş yapılır Ancak daru'l-harb ehli ile sulh yapılabilir (Mâverdî, Ahkâmü's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak, Istanbul 1976, 63 vd)
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  4. #84
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    DÂR'ÜL-EMÂN Islâm ordusu tarafından fetholunup, içinde ehl-i zimmet ikamet ettirilen belde Dârü'l-Emân Islâm hükümetinin himayet ve hâkimiyeti altında bulunacağından dârü'l-Islâm*'a mülhaktır (Ö N Bilmen, Hukük-ı Islâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhıyye Kamusu III, 334)
    Dâr*, Arapça bir kelime olup, ev, mesken, yurt ve vatan gibi anlamlara gelmektedir "eman"* sözcüğü de, "emniyet, güven, korkusuzluk, her türlü endişeden uzak olma manalarını taşır Karşıtı "havf" yani korkudur Korkusuz, endişeden uzak, hayatı, malı ve namusu güven altında olan kimseye "emîn" denilir Bununla birlikte; güvenilir, hıyanetten uzak ve başkasının ona itimat ettiği kimseye de "emîn" denir "Emanet" emân ile aynı köktendir Peygamberlerin sıfatlarından biri olan emanet, her bakımdan güvenilir olma özelliğidir Ayrıca korunmak üzere emîn bir kimseye bırakılan nesneye de isim olmuştur Dârü'l-emân, taarruzdan korunmuş, her türlü tecâvüzden emîn, kişinin kendini güven içinde hissettiği mesken ve sığınılacak yerdir Dârü'l-Islâm'a müsaade ile girmek isteyip kendisine izin verilen şahıslara "müste'men" veya "müste'min" denir Izin istemek (emân dilemek) yahut emâna nail olmak manalarına gelen "isti'mân" kelimesi de emân ile aynı kökten türemiştir
    Islâm dini, kendisine müntesib olan fertlerin Rablerine karşı görev ve sorumluluklarını tebliğ ettiği gibi, hem birbirlerine karşı hem de gayr-i müslimlere karşı nasıl davranmaları gerektiğini belirlemiştir Işte dârü'l-emân, müslümanlarla gayr-i müslimler arasındaki ilişkilerin bir bölümünü konu edinen kavramın adıdır
    Vaktiyle canilerle borçlular, müstehak oldukları cezalardan kurtulmak için mabedlere, ilâhların heykellerine mezarlara ve mihraplara sığınırlardı Buna işaretle Montesqieu, "Ulûhiyyet, bedbahtların sığınağıdır ve cinayet erbabından daha bedbaht kimse yoktur" demektedir Papazlar da bundan istifade etmişlerdir Bir düşmanın intikamından kurtulmak isteyenler ya kiliselerden birine yahut bir piskoposun evine sığınırlardı Bûralara sığınanları kimse almazdı Çünkü aforoz cezasına uğrardı Kur'ân-ı Kerim, Kâbe'yi kastederek; "Orada apaçık âyetler vardır Ibrahim'in makamı vardır, kim oraya girerse emân (güvenlik) içinde olur" (Âli Imrân, 3/97) buyurmakla burayı emîn bir belde, her türlü kanın dökülmeşinin haram olduğu bir sığınak olarak ilân etmiştir Bu yüzdendir ki, Kâbe harîmine sığınan suçlular yakalanıp yargılanmazlar, idam edilmezler, kendi hallerine bırakılırlardı Müslümanlar da, kendi devletlerini kurmadan önce, Mekke döneminde hicret ettikleri Habeşistan ve Medine, kendileri için birer emân yeri idi
    Müslümanlarla savaş hâlinde bulunan düşman fertlerinden herhangi biri emân istediğinde bu dileği kabûl edilirdi Bu emânla Islâm diyarında güvenliği sağlanmış olur, kendisine hiçbir şekilde tecâvüz edilemez, düşmanca davranılmazdı Cenâb-ı Allah; "Şayet müşriklerden biri senden himaye isterse, Allah'ın sözünü işitinceye kadar ona emân ver, sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır Çünkü onlar cahil bir kavimdir" (et-Tevbe, 9/6) buyurmuştur
    Bir "harbî* "ye, çeşitli işaret ve ifadelerle emân verilebilir Meselâ bir kimseye "sana emân verdim", "size bir zarar yoktur" gibi bir tabirle verilen emâna "sarîh emân"; yazı ile yani bir emân belgesi göndererek ehl-i harbe verilen emâna, "emân bi'l-mukâtebe" denir Şu da var ki, emân belgesini gönderen kimsenin, müslüman, emin ve bunun için gerekli tüm şartları taşıdığının bilinmesi gerekir Bu da, ancak beyyine (delil) ile bilinmedikçe gerçekleşmiş olmaz Müslüman, erkek ve kadın, hür ve köleler emân verebilir Çocuk ve deliler dışında herkes emân verebilir Hz Ali (ra) Rasûlullah'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Müslümanların zimmeti birdir ve onların sosyal mevki yönünden en düşüğü dahi buna yetkilidir Onlar, kendilerinden başkasına karşı elbirliktirler" (Buhârî, Ferâiz, 21; Cizye, 10; Müslim, Itk, 20; Ebû Dâvûd, Menâsik, 95)
    Ayrıca Buhârî, Ebû Dâvud ve Tirmizî, Ebû Tâlib kızı Ümm-ü Hânî'den onun şöyle dediğini haber verirler:
    "Ey Allah'ın Rasülü, annemin oğlu Ali, emân verdiğim bir adamı Ibn Hübeyre'yi öldüreceğini söylüyor" dedim Peygamber (sas) "Senin emân verdiğine biz de emân verdik yâ Ümm-ü Hânî"dedi (es-Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, II, 694-695)
    Öte yandan, ehl-i harpten bir ülkenin halkı, kendilerine Islâm ahkâmı tatbik edilmemek şartıyla müslümanlarla andlaşma yaptıkları zaman, bu sulh* ile can ve mal emniyetine sahip olurlar ve ayrıca bir emân almadan Dârü'l-Islâm'a girebilirler Bunların ülkesine Islâm hukûkunda dârü'l-muvâdiîn denildiği gibi, darül-emân da denilmektedir Bu hususta tariflerde ihtilâf görülmektedir Böyle bir yer için, orada meskûn gayr-ı müslimlerin Islâm devletinin himâyesinde bulundukları manasına Dârü'l-Emân tabiri kullanılabilirse de, es-Serahsî ve Imam Şâfiî'nin ifadelerinden, kendileriyle sulh andlaşması yapılmış olmak suretiyle halkı emân içinde olduğundan dolayı dârü'l-emân denildiği anlaşılmaktadır (Ahmed Özel, Islâm Hukukunda Ülke Kavram, 1984, 140-141) (Ayrıca bk Dârü'l-Islâm, Dârü'l-Harp, Dârü'l Ahd, Emân)










    DÂRÜ'L-HARB

    Harp ülkesi, küfür ülkesi, savaş alanı İslâm'ın siyasî otoritesnin dışında kalmış olup, yönetim tarzı ve yürürlükteki hukuku İslâmî olmayan bölgeler Genel olarak İslâm hukukunda kâfir ve İslâm düşmanı yöneticilerin hâkimiyet ve yönetimleri altındaki toprakları anlatmada kullanılır Bu terim, Kur'ân-ı Kerim'de zikredilmemekte, ancak hadis-i şeriflerde geçmektedir Hz Peygamber'in "darü'l harb'te hadler tatbik edilmez" buyurduğu rivayet edilmiştir Bu ibâre Sahihayn'da ve Sünen'lerde geçmemektedir Hanefîler bu hadisi delil kabul ederken, diğer mezhepler delil olarak almamışlardır İleri gelen Hanefi fakihlerden ez-Zeylaî de bunun garib hadis olduğunu belirtir (Nasbu'r Râye, III, 343)
    İslâm hukukçuları, ülkeleri, İslâmî hükümlerin uygulanıp uygulanmamasına göre tasnif etmişlerdir Dârü'l harb'te ikamet edenlere genel olarak harbî denir Harbîler, dârü'l-İslâm yönetimi ile bir emân anlaşması yapmadıkları müddetçe, kanları ve malları mübah sayılır Kâfir bir insanın malının ve canının masun olabilmesi için müslüman olması veya İslâm devleti ile anlaşma yapmış olması gerekir Bir harbî gizlice ve emân dilemeden darü'l-İslâm'a girip de yakalandığında kanı ve malı mübah sayılır Darü'l harb'te müslüman olan bir kimsenin ise hicret etmeden evvel, bulunduğu bölge fethedildiğinde, elindeki mallar kendisine kalır, ancak gayr-i menkul malları ganimet hükmündedir (Maverdî, el-Ahkamu's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak, İstanbul 1976, 57 vd; WWHunder, İA, Dârü'l-Harb md)
    Dârü'l-harb'te ikamet edip İslâm ülkesine gelmemiş olan müslümânlar İslâm ülkesinde yaşayan bir fert gibi görülürdü Dârü'l-İslâm'a hicret etmek istediğinde engellenmezdi İmam-ı Azam'a göre sadece müslüman olmakla masun sayılmıyor; İslâm devletinin otoritesine girmekle can ve malını emniyete alabiliyordu Bir müslüman, Dârü'l-harb'te işlediği suçlarından dolayı cezaya çarptırılamaz Çünkü İslâm devletinin otoritesi oralarda geçerli değildir Dünyada had cezası verilmemesine rağmen, o suçların cezası Allah'a aittir (AbdulKadir Udeh, İslam Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk, çev A Nuri, İstanbul 1976, I, 520) Ancak bu hususlarda çeşitli ictihadlar vardır Meselâ İmâm Şâfiî'ye göre, "Dârü'l-İslâm'da helâl olan şey Dârü'l-harb'te de helâldır; haram olan orda da haramdır Bir suçun Dârü'l-harb'te işlenmesi cezayı düşürmez" (es-Serahsî, el-Mebsut, IX, 100; İmâm Şâfiî, el-Umm, VII, 322)
    İmâm-ı A'zam ise "Dârü'l-harb'te hadler uygulanmaz" hadisine göre amel etmiştir Dârü'l-harb'te bulunan askerlerden biri haddi gerektiren bir suç işlese, Ebu Hanîfe'ye göre oradaki kumandanın haddi uygulama yetkisi olamaz, ancak dârü'l-İslâm'a dönülünce devlet başkanı veya kadı'nın vereceği hüküm geçerli olur İmâm Mâlik ve İmâm Şâfiî ise haddin hemen uygulanabileceğini savunmuşlardır (İbn Kudame, el-Muğnî, IV, 46)
    Bir müslümanın Darü'l-harb'te bulduğu define kendisine aittir Ancak İslâm devleti adına Dârü'l-harb'e girmiş bir heyet veya askerî birlik bir define bulacak olursa, bunun humus'u Beytü'l-Mâl'e aittir (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye Kamusu, IV, 103)
    İslâmî hükümler kesin nass ile sabit ise bunlar hakkında ihtilaf sözkonusu değildir Cumhur-ı fukahâ'ya göre müslümanların dârü'l-harb'te harbîlerle veya kendi aralarında faizle alış-veriş yapmaları haramdır Faiz, kesin nass ile haram kılınmıştır Ebu Hanife ile İmâm Muhammed bu konuda dârü'l-harb'te müslüman ile harbî arasında faiz muamelesini caiz görerek Cumhur'dan ayrılırlar Onlara göre, faizi müslümanları almalıdır; ama harbîye faiz verilmesi haramdır (İbn Abidin, Bulak 1272, IV, 188) Bu ictihada rağmen, müslümanların takvaya sarılmaları ve bundan kaçınmaları evlâdır Cumhur, "Dârü'l-harb'te müslüman ile harbî arasında faiz yoktur" hadisini delil almaz Onlar, böyle mürsel* ve garib* derecesinde bir hadisle amel edilemeyeceğini söylemişlerdir Harhî'nin malı ancak ganimet yoluyla helâl olup, alış-veriş akidleri yolu ile helâl olmaz (İbn Kudame, IV, 46)
    Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
    "Ey iman edenler, mümin kadınlar muhâcir olarak geldikleri zaman onları imtihan edin Allah onların imanını daha iyi bilir Fakat sizde mümin kadınlar olduklarına bilgi edinirseniz onları kâfirlere döndürmeyin Bunlar onlara helâl değildir Onlar da bunlara helâl olmazlar" (el-Mümtehine, 60/10) Bu ayetten nikâh akdinin bozulmasında ülke ayrılığı değil de din ayrılığının etkili olduğu anlaşılmaktadır Hanefîlere göre ise, karı veya kocadan birisi dârü'l-harb'ten dârü'l-İslâm'a müslüman veya zimmî olarak hicret edecek olursa, aralarında nikah ayrılığı sözkonusu olur
    İslâm'ın önemli bir ibadeti ve vazgeçilmez bir prensibi olan Cuma namazı konusunda Hanefî fukahası "Cuma namazı ulu'l-emr'in iznine bağlıdır" der İzin, Cuma'nın edasının şartlarından sayılmıştır Ulu'l emr'in bulunmaması halinde Cuma namazı farz değildir Dârü'l-harb'te Cuma namazının kılınıp kılınmayacağı hususunda diğer mezheplerin görüşü, "Cuma'nın hiçbir surette terkedilemeyeceği" doğrultusundadır Zira bu, Kur'anî bir nass ile sabittir Diğer taraftan hanefîler, ulu'l-emr'in bulunmaması halinde, müslümanların, aralarından birini tayin ederek Cuma kılabileceklerini de söylerler (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4983 vd)
    Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Nefislerine yazık eden kimselere canlarını alırken melekler: "-Ne işte idiniz?" dediler (Bunlar): "-Biz, yeryüzünde aciz Düşürülmüştük"diye cevap verdiler Melekler dediler ki: "-Peki Allah'ın arzı geniş değil miydi ki onda göç edip İslâm'ı rahatça yaşayabileceğini;, bir yere hicret edeydiniz" İşte onların durağı Cehennem'dir, ne kötü bir gidiş yeridir " (en-Nisa, 4/97) Bu ayetten anlaşıldığına göre müslümanın öz yurdu, İslâm'ın yaşandığı ve Allah'ın hükümlerinin hâkim olduğu -dârü'l-İslâm'dır Müslüman, dârü'l harb'te küfrün zulmü ve işkenceleri altında sıkıntılı bir hayat sürüyor, dininin emirlerini yerine getiremiyor, farzlarını ifa edemiyor ve kendisinin veya neslinin küfre girmesi için zorlanıyor ya da zorlanmaktan korkuyorsa böyle bir yerden hicret etmesi farzdır: Bu genel hükme göre Hanefiler hangi durumda olursa olsun, bir müslümanın mutlaka dârü'l-harb'ten dârü'l-İslâm'a hicret, etmesinin farz olduğunu öne sürerken; Şâfiîler, müslümanın bulunduğu yerde açıkça dinini yaşayabiliyor ve tebliğini yapabiliyorsa orada kalmasının gerektiğini savunmuşlardır (Said Havva, İslâm, I, 309)
    Ancak yeryüzünün muhtelif diyarlarında, küfür ülkelerinde yaşayan müslümanların hicret edebilecekleri bir dârü'l-İslâm mevcut değil ise veya mevcut olsa bile Halife bunların hicretlerine gerek görmeyip orada kalmalarını isterse, artık, bulundukları bölgelerde İslâm'ı hâkim kılmak için gerekli çalışmaları yapmak onların önemli bir görevi olacaktır Çünkü müslümanların İslâm devletini kurmaları, toprakları İslâmîleştirmeleri, zâlim ve kâfir yöneticilerle mücadele etmeleri, yeryüzünde fitne ve zulüm kalmayıncaya kadar gayret sarfetmeleri farz-ı ayndır Bu görüşleri savunan İslâm fukahası, Mekke'de kâfirlerin zulmüne uğrayan müslümanların gidecekleri bir dârü'l-İslâm'ın olmadığını belirtmektedirler Necaşî'nin ülkesi Habeşistan'a veya Medine'ye yapılan hicrette Hz Peygamber'in emri belirleyici olmuştur Bu da müslümanların yaşadıkları bir dârü'l harb'ten daha rahat bir şekilde İslâm'ı yaşayabilecekleri bir başka dârü'l harb'e hicret etmeleri hususunda yol gösterici bir sünnettir Kur'ân-ı Kerim'deki âyetlerden birtakım belirleyici nitelikler tespit etmekle, bir ülkenin nasıl dârü'l-harb olabildiğini ortaya koyabiliriz Ülkenin zalim yöneticileri, mustaz'afları baskı ve zulüm altına alır, gayr-i müslimler her fırsatta müslümanlara eziyet eder, inançları yüzünden yurtlarından Çıkarılırlar ve müslümanların dârü'l-İslâm dışında bir yerde güvenlik içinde bulunmaları sözkonusu olmayıp, düzen onlara rahat vermez ise, o zaman hicret etmek zorundadırlar (en-Nisa, 4/75, 91, 92)
    Demek ki İslâm hukukçularının savunduğu gibi, dârü'l-harb'te yaşayan müslümanların orada kalıp mücadele etmeleri, orayı dârü'l-İslâm haline getirmeye çalışmaları gerekmektedir Ancak böyle bir durumda kâfir yönetimin müslümanlara eziyet ve zulümde bulunacağı, onları şehid edeceği ve bunun çok zulümlere neden olacağından hicret yolu daha uygun olmuştur Zaten nasslardan ve tarihi gelişmelerden de bu anlaşılmaktadır
    Dârü'l-harb terimi, müslümanlarla savaş halinde olan ülkeye denildiğinden; harb ülkeleri, Allah'ın otoritesi yerine başka otoriteye bağlanıp bu batıl otoritelere itaat ettiklerinden ve her zaman müslümanlara karşı savaş durumunda bulunduklarından dolayı bu adı alırlar İslâm'ın sürekli savaşı temel aldığı şeklinde ileri sürülen yanlış kanaatin aksine, onlar eğer barış istiyorlarsa müslümanlar bazı şartlara bağlı olarak anlaşma yapabilirler Böyle ülkelere, o zaman, anlaşmalı ülke anlamında darü'l-ahd* denilir ki, bu ülkeler harb ülkelerinden ayrı bir hukuka tabi olur İslâm'da zorlama yoktur, ama din yalnız Allah'ın oluncaya kadar cihat vardır Kâfirler emân dilerse, ülkeleri cizye karşılığında dârü'l-İslâm'a dahil edilir ve kendilerine hak ve hürriyetleri verilir İslâm devleti yeryüzünden fitneyi kaldırmak için cihadı temel siyaset yaptığı gibi, barış isteyenlere de şartlarına uydukları müddetçe asla dokunmaz
    İmâm Kâsânî, "Dâr'ul İslâm ve küfre izafesinden kasıt, bizzat İslâm veya küfrün mahiyeti değildir Kasıt, emniyet ve korkudur Eğer emniyet mutlak surette müminlere, korku da mutlak surette kâfirlere aitse o belde dârü'l-İslam'dır Korku mutlak surette müminlere aitse orası da dârü'l küfür'dür Hükümler, emniyet ve korkuya bağlıdır" demektedir (İmam Kâsâni, el-Bedâiü's-Sanâyi, Beyrut 1974, VII 131)
    Dârü'l-İslâm'ın dârü'l-harb'e dönüşmesi meselesi, ilk müctehidler zamanında teorik plânda tartışılırken; Haçlıların Filistin ve Moğolların diğer İslâm ülkelerini istila etmeleriyle birlikte İslâm fukahası bu meseleyi geniş olarak ele almıştır Ebu Yusuf ile İmam Muhammed, bir İslâm ülkesinde İslâm dışı hükümlerin hâkim olması durumunda oranın darü'l-harb olacağını söylemişlerdi Ebu Hanîfe de, İslâm ülkeşinin dârü'l-harb'e dönüşmesi için üç şartın gerçekleşmesi gerektiğini belirtmişti Bunlar, 1) Ülkede açıkça İslâm dışı kanunların icrası, 2) Ülkenin, aralarında bir başka İslâm ülkesi olmaksızın harb ülkesine bitişik hale gelmesi, 3) Müslüman ve zimmîlerin can ve mal güvenliğinin kalmaması
    Bu hususta İbn Kayyim el-Cevziyye şöyle demektedir: İslâm hükümlerinin uygulanmadığı sürece hiçbir yer dârü'l-İslâm'a bitişik de olsa dârü'l-İslâm olmaz İşte Tâif şehri Çok yakın olmakla birlikte darü'l-İslâm olmadı Kızıldeniz sahilinde olan bölgeler de öyle Yemen'e gelince; zaten orada İslâm yayılmış bulunuyordu Yemen'in bütün bölgeleri ise, ancak Hz Peygamber'in vefatından sonra halîfelerinin döneminde İslâm'a sarılmışlardır "Bir ülke, coğrafî bakımdan İslâm ülkesine yakın olmakla ya da halkı arasında İslâm dinini kabul etmiş kimseler vardır diye "dârü'l-İslâm" olarak nitelendirilemez" (İbn Kayyım el-Cevziyye, Ahkâmu Ehli'z zimme, I, 366) İslâm'ın egemen olmadığı her yer -daha önceleri istediği kadar uzun dönemler İslâm'ın egemenliği altında kalmış olsun ve bu egemenliğin maddî ve beşerî belgeleri istediği kadar çok bulunsun- İslâm diyarı olarak nitelendirilemez Olsa olsa buralarda bir zamanlar İslâm egemen olmuştu, şu gördüğümüz maddî eserler ve onların soyundan gelen müslüman ismini taşıyan bu kimseler de onların kalıntılarıdır, denilebilir İmâm A'zam'ın üç şartından yola çıkılarak bugün îçin hiçbir İslâm ülkesinin dâru'l-harb şartlarını taşımadığını savunanlara karşı, bir zamanlar İslâm diyarı olan beldelerin küfür diyarına dönüşüp dönüşmediklerini şöyle sıralamak mümkündür: 1) Bu ülkelerde İslâm ahkâmı değil, beşerî kanunlar ve hükümler yürürlüktedir 2) Dârü'l-harb'e hem siyasal ve ekonomik paktlarla, antlaşma ve sözleşmelerle, hem de coğrafi olarak bitişik ve iç içedir; 3) Bir zamanlar İslâm diyarı olan bu ülkelerde insanlar, yani hem müslümanlar ve hem de kâfirler İslâm'ın emanı ile mi emindirler; yoksa tâğutların İslâm'ı yaşamayı yasak kılan ve en büyük cürüm sayan kanun ve hükümleriyle mi tehdit altındadırlar? Soru, ayrıca cevap vermeyi gerektirmeyecek kadar açıktır (bk M Beşir Eryarsoy, İslâm Devlet Yapısı, İstanbul 1988, 67 vd)
    İslâm ülkeleri Doğu'dan gelen barbar saldırılarıyla yıkılınca, imamlar şöyle diyordu: "Bugün kâfirlerin elinde bulunan ülkeler İslâm ülkeleridir İdareciler kâfirse de cuma ve bayram namazlarını kılmak caizdir İlletin bir parçası kaldıkça, ona bağlı olan hüküm de kalır Herkes açıkça namaz kılıyor, fetvalar veriliyor Bu ülkelere harb ve küfür ülkesi demenin mesnedi ve delili yoktur Ezan ve cemaatle namaz gibi ibadetler icra edilebildikleri sürece, yönetim kâfirlerde de olsa böyle bir ülke dârü'l-İslâm'dır" İmameyn, kıyasa başvurarak "dârü'l-harb, İslâm ahkâmının icrâsiyle İslâm ülkesi oluyorsa, İslâm ülkesinde küfür hükümlerinin ve küfrün hâkimiyeti ile dârü'l-harp olması lazımdır, demektedir İmameyn'i destekleyen müctehidler, müslümanlar emniyette olsalar da, bunun o ülkenin darü'l-harb olmasını engellemediğini, hâkimiyet ile emniyet kavramlarından önceliği hâkimiyete tanımak gerektiğini söylemişlerdir
    İmam Azam Ebu Hanife ise, hükmün bir illetle sabit olması durumunda, illetten bir şey kaldığı müddetçe hükmün de onunla birlikte kalmaya devam edeceğini söylemek istemiştir Onun görüşünü benimseyen fakihler; "İslâm üstündür, ona üstünlük olmaz " şeklindeki hadisi (Buharî, Cenâiz 79) delil almışlar; hâkimiyeti "itibarî" bir tarzda yorumlamışlardır Onlara göre, istila edilmiş bir dârü'l-İslâm'da mal ve can emniyetine sahip müslim ve zimmîler bulunabilir ve o durumda orası dârü'l-harb olmaz Bu görüşe karşı çıkan fukaha ise; istila edilmiş, hâkimiyeti elinden alınmış bir ülkede müslümanların mal ve can emniyetinin var olabilmesini imkansız görmüşlerdir Kuşkusuz, müctehidlerin bu görüşlerine tesir eden tarihi şartlar mevcut olmuştur Ondokuzuncu yüzyıldan sonra meydana gelen dünya ülkeleri konjonktüründe, iki büyük dünya savaşı ardından oluşan dengelerden sonra, İslâm hukukunun bazı içtihatlarının aynen geçerli olması mümkün görülmemektedir Nitekim, Ebu Hanîfe'den bir-iki asır sonra bile bu ictihadlar şöyle değerlendirilmiştir: "Zannediyorum ki, Ebu Hanîfe'nin bu şartı (Dârü'l-harb'e bitişiklik) kendi zamanında müslümanların ehl-i şirkle cihadlarındaki vaki duruma dayanarak söylenmiştir Dârü'l-İslâm ortasında bir ülke halkının irtidad edip de, vatandaş ve sultan tarafından orduların kuşatması olmaksızın orada kendilerini korur halde kalabilmeleri ona imkânsız görünmüştür Ama bu zamanda olanları; halkın cihâda karşı "isteksizliğini" ve geri kalmaları onların işlerini yüklenen idarecilerin fesadını İslâm ve "müslümanlara düşmanlıklarını", cihad ve cihadın gereklerine önem vermemeleri gibi durumları görseydi, böyle bir ülke hakkında Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşünü benimserdi"
    İmam Ebu Hanîfe'nin, ictihadında "emân" kavramına yüklediği anlam çok geniştir Ancak itibari olarak bir ülkede İslâmî hükümlerin yaşıyor olması, o hükümlerin kaynağının ve icrasının esas dayanağı olan hakimiyet anlayışını geçersiz kılamaz Müslümanların sadece ibadet bölümünde muhtar kaldıkları, ukubat ve muamelat konularında karşı düşüncenin hukuk kurallarına bağlandıkları bir düzen görüşü, bu hususta laik-demokratik ve aynı zamanda da İslâmî ülke anlayışını çağrıştırmaktadır "Şekk ile yakin zail olmaz" kuralından hareketle, "Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır" denilerek, belirli tarihi şartlarda hüküm verilebilse de, aynı ictihadın bugüne uygulanması mümkün görünmemektedir: Aksine; İmameyn, Maliki ve Hanbeli âlimlerinin görüşleri tutarlıdır ve yukarda zikredilen çelişkiyi de ortadan kaldırmaktadır Yani eğer bir dârü'l-harb'te İslâm uygulandığında orası dârü'l-İslâm oluyorsa bunun tersi de geçerlidir Yani bir dârü'l-İslâm'da küfür ahkâmı uygulanıyorsa artık orasının da dârü'l-harb sayılması gerekmektedir Diğer taraftan yeryüzünde istilâ ve işgal altında birçok İslâm ülkesi bulunmaktadır ve böyle ülkelere hâlâ dârü'l-İslâm diyebilen yerli ve yabancı (müsteşrik) hukukçular bulunmaktadır Şu bir gerçektir ki; eğer bir İslâm ülkesinde İslâm ahkâmı yürürlükten kaldırılmışsa, o ülkedeki müslümanların muhayyer bırakılmalarını beklemek en azından saflık olur Yaşananların gösterdiği gerçek şudur: Hangi çağda olursa olsun, eğer ülkelerinde İslâmî hükümlerin tatbik ve kontrolü müslümanların ellerinden alınıp yerine beşerî ahkâm geçirildiyse ve iktidar İslâm'ın dışındaki bir güce verildiyse, artık o ülkede müslümanların rahat etmeleri, yani dinlerini bütün yönleriyle yaşamaları imkânsızdır Yani onlar asla karşı düşünce tarafından rahat bırakılmazlar Ya zulüm görürler, ya yurtlarından çıkarılırlar, yahut kendileri de düzene uyumlulaştırılırlar Oysa İslâm'ın, başka herhangi bir hukuk düzeniyle uyuşması mümkün değildir Bir başka deyimle,
    "Siyer" adı altında kurumlaştırılan İslâm devletler hukuku ile, çağdaş devletler hukuku arasında herhangi bir benzetme de yapılamaz Dârü'l harb kavramına bu bağlamda bakmak ve diğer İslâmî kavramlarla birlikte mütâlaa etmek lâzımdır (Ayrıca bk Dârü'l-İslâm)
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  5. #85
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    DARÜ'L-HARB,DARÜ'L-İSLAM'A VE DARÜ'L-İSLAM, DARÜ'L-HARB'E NASIL DÖNÜŞÜR? Hanefi mezhebine göre, darü'l-İslam, darü'l-Harb'e dönüşebilir Yalnız Hanefi alimleri dönüş şartlarında ihtilaf etmişlerdir:
    İmameyne göre bir İslam ülkesine küfür düzeni hakim olduğu takdirde darü'l-harbe döner İmam-ı A'zam'a göre, bir İslam ülkesinin darü'l-harbe dönüşmesi için üç şart vardır: üçü bir arada bulunduklarında (Allah korusun) o vasıf ile vasıflanır (darü'l-harbe dönüşür) Bu şartlar şunlardır:

    1- darü'l-Harb ile bitişik olması,
    2- İçinde İslam ahkamının tatbik edilmemesi,
    3- Ahalisinin emniyet ve güvenliklerinin kalmaması

    Cuma ve bayram namazlarının hükmü hiç bir mezhebe göre değişmez Yani, mesela: Cuma namazının bir takım şartları vardır o şartları vardır o şartlar oluşduktan sonra, onun farziyeti terettüp eder Yer ister darü'l-İslam olsun, ister darü'l-Harb olsun, hiç faark etmez Şafii mezhebinde cuma böyle olduğu gibi, her şey böyledir Yani hiç bir hüküm değişmez Ama Hanefi mezhebine göre bazı hükümler değişir: bunlar şunlardır:

    1- Darü'l-Harpte içki, zina, hırsızlık gibi haddi gerektiren bir günah veya kısası gerektiren bir katil cinayeti işleyen bir kimse, darü'l-İslam'a döndüğünde, Şafii'ye göre ceza ne ise uygulanacaktır Hanefi mezhebinde ise uygulanmayacaktır
    2- Bir kimse darü'l-harpte ribevi (faizli) bir akitte bulunsa, İmam-ı Ebu Hanefi ve Muhammed'e göre caizdir İmam-ı Şafii ile Ebu Yusuf'a göre caiz değildir (Beda'iu's Sana'i)
    3- Bir kimse müslüman olup darü'l-Harpten çıkarak İslam diyarına hicret ederse, zevcesi orada kaldığı takdirde, Hanefi'ye göre boşanır; Şafii'ye göre ise boşanmaz
    4- Bir kimse darü'l-Harpte müslüman olur, mal ve servetini bırakarak İslam diyarına hicret eder; bilahare, müslümanlar darü'l-Harp olan o ülkeyi istila ederek malınıalsalar Hanefi'ye göre malı ganimet olur Şafii'ye göre ise malı ma'sundur; kendisine iade etmeleri gerekir
    5- Bir kimse darü'l-Harpte müslüman olur ve orada kalırsa bir müslim bir zimmi tarafından kasden öldürülürse, Şafii'ye göre kısas gerekir, Hanefi mezhebinde ise günahkar da olsa kısas gerekmez
    6- Kafirler müslümanlara karşı harp ilan edip mallarını ganimet olarak alsalar; sonra müslümanlar güçlenip o ganimeti tekrar geri elde etseler, Hanefi mezhebine göre dağıtacaktır Şafii'ye göre sahiplerine iade edilecektir (Te'sisu'n Nezar)










    DARÜ'L-HARB VEYA DARÜ'L-KÜFÜR OLAN BİR ÜLKEDE BİR MÜSLÜMAN GAYR-I MÜSLİMDEN VEYA BANKALARINDAN FAİZ ALMASI CAİZ MİDİR? İmam-ı A'zam ile İmam Muhammed'e göre müslüman olmayan bir memlekette bulunan bir müslümanın müslümanları aldatıp mallarını çalması veya gasb etmesi caiz olmadığı gibi gayr-i müslimlerin mallarını da çalması veya zayi etmesi caiz değildir Çünkü İslam dini müsamaha ve fazilet dini olduğu için hiyaneti, aldatmayı, gayr-i ahlaki ve çirkin şeyleri her yerde yasaklamaktadır Ancak küfür diyarında yaşayan bir müslümanın gayr-i müslimden faiz almasında beis yoktur Çünkü onlara göre faiz almak hiyanet sayılmaz, normaldır (el-Fıkhu ala'l-mezahibel arba'a)
    Şafii ile Ebu Yusuf'a göre faiz her yerde yasaktır Ne İslam diyarında ne de küfür diyarında onu almak caiz değildir Alış verişte, ölçüde, tarıda müslümanlara gösterilen mu'ameleyi gayr-i müslimlere de göstermek icab eder (al-Fetva'l-Kübra)
    Hatta bir kimse mesela Avrupa'ya giderse, orada devlete veya şahsa ait bir şey bulursa onu sahibine vermeye mecburdur (Hidaye)
    Küfür diyarında gayr-i müslimlerden faiz almak caizdir diyen İmam-ı A'zam ile Muhammed'in sözü daha racıhdir Çünkü bir müslüman parasını mesela bir Alman bankasına yatırsa (ki yatırması doğru değildir) onlar, parasını çalıştırıp bol bol kazanacaklar, para sahibi faizini almadığı takdirde cebine hiç bir şey girmeyecek, üstelik de gayr-i müslimlerin istihzalarına ma'ruz kalacaktır
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  6. #86
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    DARÜ'L-İSLAM VE DARÜ'L-HARB NE DEMEKTİR? Yüce İslam dinine göre yer küresi ikiye ayrılır:

    1- Darü'l-İslam,
    2- Darü'l-harb veya Darü'l-küfr

    Darü'l-İslam; müslümanların feth ettikleri veya ahalisi kendi isteğiyle müslüman olmuş olan yerdir Darü'l-harb ise İslam hakimiyyeti altına girmeyen yerdir
    Darü'l-İslam'ın darü'l harba dönüp dönmeyeceği hususunda ihtilaf vardır Şaffi mezhebine göre İslam hakimiyyeti altına bir defa giren bir ülke artık hiç bir surette darü'l-harb olamaz Ebedi olarak İslam diyarı kalır(tuhfetü'l-Muhtaç)Buna göre daha önce Endhülüs, Filistin, Rusya'nın bir kısmı ve Çin gibi müslümanların eline geçmiş ve bugün istilaya uğramış olan müslüman toprakları İslam toprağı sayılır Müslümanlar bunları geri almak için çalışmadıklarından dolayı Allah'ın indinde sorumludurlar
    Hanefi mezhebine göre ise darü'l-İslam, darü'l-harbe dönüşebilir Şöyle ki: Ebu Yusuf ile Muhammed'e göre, bir İslam ülkesi içinde İslam ahkamı tatbik edilmezse darü'l-harbe döner İmam-ı A'zam'a göre ise bir İslam ülkesinin darü'l-harbe dönüşebilmesi için üç şartın bir arada bulunması gerekir Bu şartlar şunlardır:

    1- Darü'l-harb ile bitişik olması,
    2- İçinde İslam ahkamının tatbik edilmemesi,
    3- Ahalisinin emniyet ve güvenliklerinin kalmamasıdır (Bedayı' al-Senayı)

    Daha önce darü'l-İslam olan bir ülke şayet darü'l-harb ile bitişik olmazsa veya orada İslam ahkamı tatbik edilirse ya da ahalının emniyeti varsa darü'l-İslam olarak devam eder











    DÂRU'L-İSLÂM'IN DÂRU'L-HARB'E DÖNÜŞMESİ

    İslâm devletinin ayakta durabilmesi ve gerçek "İslâmî devlet" olma özelliğini taşıyabilmesi için, belirli bir toprağının, ona bağlı halkının ve siyasî iktidarının olması gerekir Bu üç özellikten biri olmadığı takdirde İslâmî devlet olma özelliğini kaybeder Belli bir toprağı ve sınırları belirlenmiş bir ülkesi olmadıkça İslâm devleti adını alamaz Devletin, İslâm'ın devlet şeklini kabul eden sakinleri olmalı ve sakinlerin siyasî otoriteyi tanımaları, devletin de sakinlerini iç ve dış düşmanlarına karşı koruma imkânı bulunmalıdır İslâm hukukuna göre bir ülkenin İslâmî ülke olmaktan çıkması, ancak ülke topraklarının bir parçasının düşman işgaline uğraması; İslâm devletinin tümünün veya bir bölgesinin irtidat etmesi veya zımmîlerin, bulundukları bölgede isyan edip İslam devletinin otoritesini kabul etmemeleriyle olur (Bilmen, age, III, 370; Özel, 96-97)
    Bu gibi durumlarda İslam devletinin siyasî iktidarının sona erip yerine Allah'ın otoritesini tanımayan kimselerin hakimiyeti ellerine geçirmesi ve tâğutî hükümlerle hükmetmesiyle ülke, dâru'l-harb'e dönüşür Küfür ahkâmının yürürlükte olması, bunun açık ve yaygın olması müslüman kadılarının hiçbir fonksiyon icra etmemeleriyle orası dâru'l-harp olur Bu görüşü ileri süren İmam Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre; İslâmî hükümlerin uygulandığı bölgeye ihtilâfsızca dâru'l-İslâm dendiğine göre, küfür hükümlerinin uygulanıp İslâmî hükümlere son verildiği bölgeye de darü'l-harp adı verilmelidir ve bunun dışında bir şarta gerek yoktur İmam Ahmed b Hanbel ve İmam Mâlik de bu konuda aynı görüştedirler (Özel, age, 9 vd) Gerçekten nitelik açısından bu iki ülke arasını ayıran ve her birine ayrı özellik ve isim veren ölçüler, yönetim ve hükümet şeklidir Bir ülkenin, İslâmî veya gayr-i İslâmî oluşunun tek delili orada İslâm'ın mı yoksa küfrün mü otoriteşinin sözkonusu olduğudur
    İslâm hukukçularının bazıları ise; "ülke, İslâmî hükümlerin uygulanmasıyla dâru'l-İslâm olduğuna göre, orada İslâmî ahkâm ve eserlerden bir şeyler olduğu müddetçe orası dâru'l-İslâm'dır Hattâ müslümanlar dâru'l-İslâm'daki siyâsî otoritelerini kaybetseler bile İslam ahkâmından bir eser kaldığı müddetçe orası dâru'l-harb'e dönüşmez" kanaatini savunmuşlardır Ancak daha evvel dâru'l-İslâm olup da sonraları isyan veya irtidat etmekle İslâm'dan uzaklaşırsa ve bu bölge dâru'l-harb'e bitişik olursa orası dâru'l-İslâm olmaktan çıkıp dâru'l harb olur
    Ebû Hanife'nin diğer bir görüşüne göre de, bir ülkenin İslâm veya küfür ülkesi olması bizzat İslâm veya küfrün kendisinin hakim olmasıyla ilgili değildir Burada, "emniyet" ve "korku" sözkonusudur Eğer bir yerde mutlak anlamıyla müslümanlar güven içinde, kafirler de korku içinde iseler orası dâru'l-İslâm'dır Ama durum bunun tersine ise, yani müslümanlar inanç ve ibadetlerini Allah'ın emrettiği şekilde icra etmekten korkuyorlarsa orası dâru'l-harb'tir Aynı şekilde, bu emniyet o bölgenin dâru'l harb'e bitişik olmasıyla ortadan kalkar ve o bölgede müslüman kimseler yaşasa bile orası dâru'l-harb'tir
    Şafiî fakihlere göre ise, bir ülke müslümanların eline geçer ve orası kısa bir müddet de olsa müslümanların otoritesi altına girerse, orası artık ebediyyen müslümanlarındır ve sonuna kadar dâru'l-İslâm kalacaktır Bu ictihâdî görüşle Şafiîler, meseleye ayrı bir noktadan bakmaktadırlar Müslümanların olan yerler, düşman tarafından işgal edilse bile, orasının yine dâru'l-İslâm olduğu ve buraların tekrar küfür otoritesinden kurtarılmaları gerektiği ileri sürülür Ayrıca kâfir düşman kuvvetlerinin müslümanların mallarını ve ülkesini işgal ettiklerinden dolayı aralarında harp ortamı doğmuş demektir Dâru'l-İslâm'ı tekrar geri almak ve düşman istilasından kurtarmak için onlarla savaşmak vacip olmuş oluyor Bu görüş, cihat anlayışını sürekli ve zinde tutmaktadır
    Şafiîlerin dışında kalanların görüşleri, müslümanların otoritesinin olmadığı yere dâru'l-İslâm denmeyeceği anlayışını; Şafiîlerin görüşü ise, İslâm ülkesini istilâ eden küfür kuvvetleriyle savaşmanın bilincini müslümanlara kazandırmaktadır
    Dâru'l-İslâm'ın dâru'l-harb'e dönüşmesi ile bu bölge, İslâm devletinin otoritesinden çıkmış ve kâfir bir yönetimin altına girmiş demektir Düşman istilasına uğramış bir bölgeyi kurtarmak için yapılacak bir savaşta, normal şartlarda İslâm harp hukuku uygulanır Şayet bu bölge düşman istilasına değil de bir iç ayaklanma ile mürtedlerin istilasına uğramışsa; fukaha arasında statüsünde ufak tefek değişikliklerin olması sözkonusu edilmişse de netice itibariyle orası dâru'l harb'tir Çünkü orada İslâm hükümleri değil de, küfür hükümleri uygulanmakta ve İslâmî hükümlere hayat hakkı tanınmamaktadır Dâru'r-ridde* ile savaşılıp orası tekrar ele geçirildiğinde İslâm'a dönenler özgürdürler Dönmeyenler esir alınamaz, hemen öldürülür Malları yeni fethedilen dâru'l-harb gibi işlem görür; Humus'*u, Beytü'l-Mal'*e aktarılıp geri kalanı muhariplere dağıtılır Daru'r-ridde ile asla sulh yapılmaz, savaş yapılır Ancak daru'l-harb ehli ile sulh yapılabilir (Mâverdî, Ahkâmü's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak, İstanbul 1976, 63 vd)
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  7. #87
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    DAYI, TEYZE, AMCAOĞLU GİBİ AKRABAMIZLA AİLECEK OTURABİLİR MİYİZ? Kadınların süslerini, dolayısıyla süs yerlerini, yani; el, kol, yüz, kulak, saç, boyun ve bacaklarını kime gösterip kime gösteremeyecekleri Kur'ân'ı Kerim Nûr Suresi 31 ayetinde açıklanmıştır Buna göre kadın, sayılan yerleri açıkken dahi ayette adı geçen erkeklerin yanında oturabilir, konuşabilir Mezkûr ayette amca ve dayının sayılmaması dikkat çekicidir Halbuki onların da mahrem oluşu Nisa Suresi 23 ayette zikredilmektedir Diğer yönden kadının zinet yerlerini sayılan kimselere, mahrem (nikahı kendisine ebediyyen haram) oldukları için gösterebildiği de bir gerçektir Öyleyse amca ve dayı da mahremdir ve öyleyse onlara da gösterebildiği de bir gerçektir Cumhurun görüşü budur(Kurtubî, XN/233) Ama yine de bu ayette sayılmamaları anlamlı olmalıdır Müfessirler bunu irdelemiş ve çeşitli şeyler söylemişlerdir Bu konuda en makul olan izah şudur: Ayette sayılan erkeklere kadının zinet yerleririni göstermesi caiz olmakla beraber, bu konuda hepsi eşit değildir Bu yüzden en önce kocası zikredilmiştir ki, ona her yerini gösterebilir Ondan sonra kadınlarının kendi babaları, sonra da kocalarının babaları sayılır ki, bunların ikisi arasında da fark vardır Çünkü insanın fıtratı akraba ve hısım olarak kendine en yakın olana en az cinsel ilgi duyacak şekilde ayarlanmıştır Bu izaha göre amca ve dayı "mahrem" olmakla beraber, sanki mahremlik hududunun sonunda yer almakta ve kadının onların yanında bir derece daha dikkatli olması istenmektedir Buna: "Amca, baba makamında sayıldığından"(Aclûni, Kesfu'1-Hafâda "Amca, babadır (vâlid)" hadisini Sahid b Mansûr'un mürsel olarak zikrettiğini söyler meşhur olan "Amca pederdir (eb)" hadisidir, der N/90 (1770); Yakın anlamda hadisler için bk Müslim, Zekat N; Tirmizî, Menâkib 28; 28; Kurtubî, agy), dayı da amca gibi olduğundan zikredilmelerine gerek kalmamıştır Binanaleyh, zinetini gösterme konusunda babadan farkları yoktur, diye de cevap verilebilir Ama Tabiîn Müfessirlerinden Sa'bî ve Ikrime'nin amca ve dayıyı mahrem saymamaları da birinci görüşü destekler Onlara göre amca ve dayı ayette zikredilmemiştir, çünkü onlar kendi oğulları mesabesindedirler(Kurtubî, agy) Bunu böylece tesbit ettikten sonra bilinmelidir ki, müslümanlardan istenen şey kadınlarının zinetlerini bu ayette sayılanların dışındakilere göstermemeleridir Şimdi sorunuza dönersek; amcaoğlu kadın için mahrem sayılmadığından zinetlerini onun yanında açamayacağı anlaşılır Ama zinetlerini, dolayısı ile zinet yerlerini, ayet ve hadislerin istediği ölçüler içerisinde ve özellikle de el-Ahzâb 59 (cilbâb ayeti) gereği kapadıktan sonra, kadınların, erkeklerin yanında, halvet de değillerse, oturamayacaklarını söyleyen bir nas yoktur Ama bu yine de kötü duygulara sebep olmuyorsa kaydına bağlanmış, heryönüyle cazip ve latîf bir varlık olan kadında, koku, teberrüc (süs) vb bulunmaması şartıyla caiz görülmüştür Bunların yanında ayetle tesbit edilen çok önemli bir nokta da, kadının sesiyle dahi dikkat çekecek tavır almasının, nazu-nesve ile, kadınsı kadınsı, kırıla-döküle konuşmasının dahi mahremi olmayanlar yanında haram olmasıdır Çünkü böyle bir ses hasta kalpleri tahrik edebilir (el-Ahzâb 32) Bütün bunlara riayet edildikten sonra kadının, yanında yakınları varken, yabancılarla aynı sofrada yemek dahi yiyebileceğine fetva verilmiştir Ancak buna gerek olup olmadığı ayrı bir konu olduğu gibi, takvaya uygun olan da elbette, tabiîliği aşmayan "haremlik—selamlık" uygulamasıdır, denebilir










    DEDİ-KODU Gıybet diye bilinen kötü huyun Türkçe'deki karşılığıdır Bir insanın bazı kusurlarını ele alarak kötülemektir Bir adamın arkasından işittiği zaman hoşlanmayacağı şeyleri söylemektir Bu haram bir davranış olup ahlâk dışı bir harekettir
    Dedi-kodu, başkalarında kusur arama alışkanlığının sonucudur Bazıları kendi kusurlarını görüp düzeltecekleri yerde, başkalarının eksiklerini araştırıp etrafa yaymaya çalışırlar Bu davranışın kötülüğünden söz edilince, yalan söylemediklerini ifade ederek kendilerini savunurlar Aslında gıybet eden, yalancı değildir Zaten yalan söyleseydi, yaptığı iş, dedi-kodu değil, iftira olurdu (el-Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhib, Mısır 1962, V, 157)
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  8. #88
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    DEF ÇALMAK

    Def; kadınların düğün ve bayram gibi sevinç günlerinde, toplu bulundukları sırada çaldıkları, yuvarlak kasnağa gerilmiş deriden ibaret bir eğlence âletidir
    İslâm'ın evrensel mesajı, insan hayatının bütün devrelerini kapsar Doğum öncesi, çocukluk, gençlik, evlenme, aile yuvası içinde sevinçli veya üzüntülü bütün yaşama devreleri hakkında İslâm'ın öğretimi vardır Üzüntülü ve kara günlerde kadere teslimiyetle teselli olan müslüman, sevinç günlerinde de bunun tezâhürü olan nezih eğlentiye meyillidir İnsan hayatında sevincin sembolü olan iki vakit önemlidir: Evlenme merasimi ve bayramlar Sahabe devrinde de bu iki sevinç zamanında önceki alışkanlıkların görüntüsü olarak def çalınması üzerine, konuyla ilgili hadîsler vârid olmuştur:
    "Nikâhı ilân edin Onu mescidlerde kıyın ve onun üzerine defler çalınız" (Tirmizî, Nikah, 6)
    Hz Âişe, Es'ad b Zürâre (ö 1/622)'nin yetim kalmış kızı Fâriga'yı himayesine alıp büyütmüştü Büyüdüğünde onu Ensar'dan Nebît b Câbir ile evlendirdi Gelini, koca evine götürenler arasında bulunan Hz Âişe şöyle der: "Döndüğümüzde Rasûlullah (sas) bize şöyle dedi: Ya Âişe damad* evine gidince neler konuştunuz? Âişe dedi: Selam verdik ve evliliğin hayırlı olmasını diledik Allah Rasûlü buyurdu: Ya Âişe, sizin çalgınız yok mu? Ensar, çalgıdan cidden hoşlanır" Başka bir rivâyette:
    "Def çalacak, şarkı söyleyecek bir câriye gönderdiniz mi?" buyurdu Hz Âişe, "Ey Allah'ın Rasûlü o ne söyleyecek?" dedi Hz Peygamber: "Size geldik, size geldik Bize selâm verin, biz de size selam verelim " desin " buyurdu (et-Tâc, II, 275)
    Rubeyye binti Muavviz'den şöyle dediği nakledilmiştir: Düğünümüz olduğu sabah, Hz Peygamber (sas) evimize teşrif etmişti O sırada küçük kız çocukları deflerini çalıyorlar ve Bedir harbinde şehit düşen atalarımızı dile getiriyorlardı Onlardan biri,
    "Aramızda yarını bilen Peygamber vardır, susalım" deyince, Allah Rasûlü, ona şöyle buyurdu: "Bu gibi sözler söyleme Daha önce söylediklerine devam et" (Tirmizi, Şerhi Tuhfetü'l-Ahvezî, Kahire 1967, IV, 211-212)
    Başka bir hadiste, "Helâl ile haramın arasını def ve ses ayırır" (Tirmizî, Nikâh, 6; Nesâi, Nikâh, 72; İbn Mâce, Nikâh, 20: Ahmed b Hanbel, III, 418) buyurulur
    Diğer yandan bayram günü şarkı söyleyen câriyelere Hz Peygamber (sas)'le birlikte bulunan Hz Ebû Bekir (ra)'in: Mescid-i Nebevî'de mızrak oyunu oynayan Habeşlilere de Hz Ömer'in engel olmaya kalkışması üzerine, Hz Peygamber (sas) buna gerek olmadığını bildirmiş ve kendisi de mesciddeki Habeşlileri seyretmiştir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, III, 203, 204) Kız çocuklarının defle şarkı söylemesi Kurban Bayramı günlerinde olmuş ve Allah Rasûlü, Ebu Bekir'e: "Ey Ebû Bekir, her kavmin bayramı vardır Bu da bizim bayramımızdır Onları bırak" demiştir (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, III, 151-157)
    Yukarıda zikredilen hadisler ve benzerleri, müslümanların sevinç günlerini, bazı meşrû müzik aletleri ve müstehcen olmayan türkü ve şarkılarla kutlayabileceklerini gösterir Ancak bu, nefsi tahrik eden ve beraberinde içki gibi meşru olmayan şeyleri getiren bir tarzda olmamalıdır Ayrıca, çalınacak defler, zilsiz olmalıdır














    BİR KİMSE EVİNİ MESELA BİR MİLYON LİRAYA SATAR VE PARASINI ALMADAN ÖNCE YÜZDE YİRMİ NİSBETİNDE PARADA DEVELÜASYON OLURSA BU ALIŞVERİŞİN DURUMU NASIL OLUR? Bir ülkede altın ve gümüş değil, kağıt veya tunç para tedavülde bulunursa onunla alışveriş yapmak tabidir Fakat soruda zikredilen durum vaki olursa yani birisi mesela evini bir milyon liraya satar ve parasını almadan evvel yüzde yirmi nisbetinde develüasyon olursa İmam-ı A''am'' göre her ne kadar bedel değer kaybedip, bir milyon, sekizyüzbin hükmüne iniyorsa da alışveriş sahihtir ve satıcı bir milyondan başka bir şey de hak etmez Şafii mezhebi de böyledir (al-Havi) Ebu Yusuf'a göre ise, alışveriş vaki olduğu günde bir milyon liranın değeri ne ise evi satan da o kadar hak eder, müfta bih bu kavldir (Resail İbn Abidin) Ama misalimizde para yürürlükten kaldırırlırsa İmam-ı A'zam'a göre alışveriş batıl olur İmameyn'e göre batıl olmaz Ama Ebu Yusuf'e göre alış-veriş vaki olduğu gündeki kıymetine ise onu hak eder Muhammed' göre, yürürlükten kaldırdığı günün son anında değeri ne ise onu hak eder (İbn Abidin)
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  9. #89
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    DEYYÛS" NEYE DENİR ? Deyyûs Arapça bir kelime olup, karısının ve yakınlarının namuslarına halel getirecek davranışlarına karşı gayret (kıskanma) duymayan, onların irzlarm sakınmayan kimse demektir Bu kelimenin Süryânice'den Arapçaya geçtiği de söylenmiştir(Ibnü'I-Esîr, en Nihâye N/47) Türk Dil Kurumunun sözlügünde; "Karısının veya kendisine çok yakın bir kadının iffetsizliğine gözyuman kimse" anlamında sövgü sözü, diye tanımlanır Devellioğlu; karısının namussuzluğuna gözyuman ve katlanan kimse, kurumsak, diye anlatır Kâmus'a göre: "Bî-gayret'u namus, kaltaban ve kurumsağa denûr"Lisânül'arap'ta; kelimenin aslının yumuşatma, zelil kılma anlamına geldiği söylendikten sonra "deyyûs"un terim olarak, kendi ehli (karısı ve yakınları) için "kavvâd"lik yapan, yani başkalarının onlarla buluşmasına aracılik eden ve ehlini kıskanmayan kimse olduğu anlatılır: "Deyyûs" ve "deybûs" gözü önünde başka erkeklerin mahremlerinin yanına girdiği kimsedir Bu tavırla o, sanki nefsine bunu yumuşatmış, ikna etmiş ve onu zelil kılmış demektir Yani kelimenin aslıyla irtibatı budur(Ibn Manzûr, Lisânü'1-Arap, "De-ye-se" md) Ne bu kelime, ne de bundan türetilmiş başka bir kelime Kur'ân-ı Kerimde geçmez Hadîslerde ise pek az rastlanır Nesâî ve Ahmed'de geçen bir hadîste şöyle buyrulur: "Üç kimse vardır ki, Kıyâmet günü Allah onların tarafına bakmaz; Anne-Babasına âsî olan çocuk, erkeğe benzemeye çalışan kadın ve deyyûs"(Nesâi, zekât 69; Ahmed N/134) Ibnü'1-Esîr de yukarıda verdiğimiz kaynakta: "Cennet deyyûsa haram kılınmıştır" anlamında bir hadîs nakleder: Aynı hadîs Lisânü'1 Arab'in yine işaret edilen maddesinde de vardır Bu tariflerden sonra "deyyûs" kelimesinin "kavvâd" ile es anlamlı olarak, çok ağır bir manaya gelen büyük bir hakaret sözü olduğu, ehlini bizzat namussuzluga iten veya gitmelerine göz yuman anlamı taşıdığı anlaşılmış oldu Binaenaleyh, karısını, kızınıkapatmayan, eğer bunu bizzat isteyerek yapıyorsa, günah işliyor olmakla beraber, deyyûs değildir Bu ayrı bir günahtır, deyyûsluk ise ayrı bir şeydir Karısını, kızınıaçmakla beraber, deyyûsluk yapmayan birisine deyûs ya da kavvâd diyen, Islâm ceza hukukuna göre ta'zir cezasıyla, belki de "hadd-i kazıf" ile cezalandırilir











    DİLENCİYE PARA VERME: Öncelikle dilenme ‚Islâm nazarında çok kötü bir kazanç yoludur Rasûlüllah Efendimiz (sav): "Kişi ister, ister nihayet kıyamet gününe yüzünde bir parçacık et yokken gelir", "Ihtiyacı yokken dilenen, ateş topluyor demektir"(E1-Hindî, VI/495; Ibn Hacer, Bulug'1-Meram, (Serhi) N/144) buyururlar Kur'ân-ı Kerim; iffetlerinden ötürü ihtiyaçsız sanılan, insanlardan israrla istemeyen fukarayı över ve verilecek olanların onlar olduğunu bildirir (K Bakara (2) 273) Dilenmenin kötülügü konusunda ayrıca çok ve açık hadisler mevcuttur (bk el-Hindî, agk)
    Ancak bazı Kur'ân ayetlerine, Rasûlüllah (sav)'in fiiline ve sözlerine baktığımızda dilenene verilmemesini ve onun reddedilmesini değil, aksinin olması gerektiğini görürüz: Kur'ân'da iyıliğe (birre) ulaşma yolları sayılırken, akraba, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlarla beraber dilenenlere de malı gönül hoşnutlugu ile vermekten söz edilir (K Bakara (2) 177) Aynı ayette arkasından zekât da zikredildiğine göre, onlara verilen zekâtın dışında bir verme olacaktır Ayrıca iki ayette daha takva ehli ve cennet ikramına lâyık insanların özellikleri sayılırken "onlar ki, mallarında dilencinin ve mahrumun bir hakkıvardır" ifadesi kullanılır (bk K Zâriyât, (51) 19; Me'câric, (70) 25) Demek ki, hakikaten mahrum olana da, mahrum olup olmadığı bilinmeyen dilenciye de vermek gerekir
    Ayrıca Kur'ân'da: "Isteyeni (dilenciyi) de azarlama" diye bir ayet daha vardır (K Duhâ 10) Gerçi bunu "dilenen" değil de "soran", yani dini öğrenmek için soru soran şeklinde anlayanlar da olmuştur (bk Kurtubî XX/101)
    Ama ilk akla gelen mânâ dilenendir ve bunda diğer mânâ bulunsa dahi dilenci mânâsını da içermediğine dair hiçbir işaret yoktur
    Rasûlüllah Efendimiz fiili hayatı boyunca kendisinden kibarca isteyenlere verdiği gibi, kabaca isteyenleri de boş çevirmemiş ve "bunlar ya çirkin sözlerle benden mal istemek ya da beni cimri göstermek arasında beni muhayyer bıraktılar Ben cimri değilim" buyurarak onlara da vermiştir(bk Müslim, Zekât,127 (Davudoğlu V/479 vd)),
    Efendimizin sözlerinden anlaşılan da budur: "Sizden biriniz (kendisinden) dileneni boş çevirmesin ve istediğinde vermemezlik etmesin, hatta kolunda iki altın bilezik görse dahi"(Kurtubî, XX/101), "Eğer miskin (dilenciler) yalan söylemiyor olsalardı, onları boş çeviren iflah olmazdı"(E1-Hindî, VI/362) "Dilenciyi az (da olsa) bir şeyle ya da güzellikle geri çevirin Çünkü insan ve cin olmayan (melek) size uğrayıp Allah (cc)'in bahşettiği nimetler konusunda nasıl davrandığınıza bakıyor olabilirler"(Kurtubi, agek; Benzer hadis için bk el-Hindî, VI/390 (5) E1-Hindî, VI/363) "Kimden Allah (cc) için diye istenir de verirse ona yetmiş hasene yazılır"(5) "Allah (cc) için, deyip dilenen mel'undur, Allah (cc) için diyerek dileneni boş çeviren de melundur, yeterki bir kötülük istemiş olmasın", "Allah (cc) için diye, sadece cennet istenir"(E1-Hindî, VI/502-503) Bu hadislerin sihhat derecelerini tek tek araştırmış değiliz Ancak çok ve aynı anlamda oluşları aksi yönde de bir hadisin bulunmayışı dilencilere de vermenin uygun olduğunu gösterir
    Ibrahim b Edhem: "Dilenciler ne iyi adamlardır; ahirete bizim için azık taşıyorlar" demiş Ibrahim en-Nehâi de: "Dilenci ahiretin postacısıdır Kapınıza kadar gelir ve yakınlarınıza bir şey göndermek istiyor musunuz? diye sorar" dermiş (Kurtubî, XX/101)
    6 Ancak kişi yollarda oturup herkese el uzatanlara birşey vermek zorunda değildir Bizzat kendisinden dilenen olur ve "Allah (cc) için, Allah (cc) rızası için" diye dilenirse ona az da olsa mutlaka bir şey vermeli ve öyle diyerek dilenmesinin çok kötü olduğunu ona uygun bir dille anlatmalıdır Cami içlerinde dilenenlere ise bir şey vermemesi -Allah'u a'lem- daha uygun olur Çünkü böylece bir bidatin önüne geçmiş olur Ihtiyacı olmadığı halde dilenmeyi bir meslek haline getirdiğini bildiği kişilere de -bizzat kendisinden istemedikçe- vermemesi daha uygundur Ama her halûkârda dilenciyi azarlamamak bir Allah emridir Dilenciye hem verip, hem de onu inciten bir davranışta bulunmaktansa güzel bir sözle onu savmak da Allah (cc) emridir(bk K Bakara (2) 263)
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

  10. #90
    ***
    DIŞARDA
    Points: 25.810, Level: 96
    Points: 25.810, Level: 96
    Level completed: 46%,
    Points required for next Level: 540
    Level completed: 46%, Points required for next Level: 540
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    mihrab - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    May 2009
    Mesajlar
    4.559
    Points
    25.810
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    21

    Standart Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi

    DİLSİZ VE SAĞIR OLAN MÜSLÜMANA NAMAZ VE ORUÇ FARZ MIDIR? Dilsiz ve sağır olan müslüman, akıllı ve bülüğ çağına girmiş ise, mükellef olmanın şartlarını taşıdığı için, diğer ibadetler gibi, namaz ve oruçla da mükelleftir
    Ancak dilsizler, namaza kalben niyyet ederek başlarlar Namazın içindeki farzlardan olan kıraat yani Kur'an okumak ise bu halleri özür olduğu için onlara farz değildir













    DİNDE ZORLAMA VAR MIDIR? İmam fiili değil, kalbi bir iştir Yani kalb ile Allah'a ve ondan gelene inanıp tasdik etmektedir Binaenaleyh bir kimse kalbiyle tasdik etmeden hayatı boyunca inananlar gibi kelime-i şehadeti getirip Allah'a kulluk ederse mü'min sayılmaz
    Bu itibarla müslüman olmayanları zorla İslama getirmek için çalışmak fayda vermeyeceği gibi nifakın ve iki yüzlülüğün çoğalmasına sebeb olacağından fayda yerine zarar verecektir
    Ensar'dan, Huseyn'in hıristiyan iki oğlu vardı Bir türlü müslüman olmadılar, bunun üzerine Huseyn nasıl benim bir parçam Cehennemde yansın deyip onları zorla müslümanlaştırmak istedi, bu vesile ile "dinde zorlama yoktur" mealıkindeki ayet-i celile nazil oldu
    Tarih boyunca müslümanlar, zimmilerin (İslam hakimiyeti altında yaşayan gayr-i müslimler) namus, can ve mallarını muhafaza etmişler ve onlara dokunmamışlardır Onları inanç ve ibadetlerinde serbest bırakmışlardır Tabii ki kanun dışı ferdi olaylar müstesnadır Yalnız İslam dinini kabul eden kimse dinin icabı yerine getirmeğe mecburdur ve bunun için dinen zor kullanılır Mesela namaz kılmayan kimsenin –Şafii'i mezhebine göre tevbe etmezse- cezası idamdır Hanefi mezhebine göre hapistir Oruç tutmayan kimse her iki mezhebe göre hapsedilir İçki içen kimseye ceza olarak seksen değnek vurulur, görüldüğü gibi İslama göre İslamiyet dairesine girmeden evvel zora baş vurulmaz Fakat İslamiyeti kabul ettikten sonra İslam'ın icabını yerine getirmek için zor kullanılır
    Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır





    hasretin rüzgarında savrulan bir hayat

Sayfa 9/26 İlkİlk ... 7891011 ... SonSon

Benzer Konular

  1. Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.....İNDİR
    By BuRaK in forum E-kitap bölümü
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 12.06.09, 08:23

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •