İSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜ
İslâm dünya görüşü, insan müfekkiresi için akla gelebilen, her suale cevabı olan görüş demektir. Her suali cevaplaması da yetmez, bir de bu cevapların, kendi içinde tezatsız, mantıkî bir teselsül hâlinde, sistemli, ahenkli olması lâzımdır. Yoksa izahlarında kendi temel prensiplerine sadık kalmayan bir görüş, dünya görüşü olamaz. Dünya görüşü, insan ve kâinât için mevzubahis olan hiçbir mes’eleyi hâriçte bırakmamalı, hepsi hakkında bir görüş ve îzâh getirmelidir. Müşâhede edilen ve edilemeyen âlemlere ait, insan aklına gelebilen her suale cevap vermelidir. Meselâ “Müşâhede edemediğimiz âleme âit olan bir melek hakkında da dünya görüşümüz vardır ve şöyledir.” diye bir mütâlaasının bulunması lâzım gelir.
Dünya görüşü, bütün dünyaya yayılmış olan, dünyada pek çok taraftarı bulunan bir görüş mânâsına gelmez. Zîrâ birtakım bâtıl telakkîler ve hurâfeler bile âlem-şümûldür ama bir dünya görüşü değildir. Meselâ, uğursuzluk inancı bütün insanlık âleminde vardır. Bir Rus da İngiliz de, herhangi bir uğursuzluktan, şeâmetten bahsederken yere vurur, “Şeytan kulağına kurşun.” der.
Bir insanın Müslüman olmak haysiyetiyle İslâm’ı bir dünya görüşü olarak kavraması zarûrîdir. İslâm’ın ana prensipleri itibarı ile hayat, kainat ve insanın mâhiyetini nasıl îzâh ettiğini bilmesi gerekir. İslâm’ı öğrenmekte en ehemmiyetli mes’ele budur.
Bir çocuk, etrafında cereyan eden hadiseleri henüz kavramaya başladığı anda babasına basit kelimelerle mücerred ve hikemî sualler sorar. “Namaz nasıl kılınır, abdest nasıl alınır?” demez; “Allâh kimdir, nerdedir, nasıldır?” der. Çünkü insan müfekkiresi bir takım mücerred suallere alâka duyar. Düşünmeye başladığı anda bir çocuk aklı çoğu ana-babaları âciz bırakan sualler sorar. Bu bakımdan öncelikle, hayat ve kainat ile ona hakim olan, onun içinde meknûz bulunan mücerred hakikatlerin kavranması daha çocuk yaşta insan beyninin tatmin edilmesi için lâzım gelen ehemmiyetli bir mesele olarak karşımıza çıkar.
Baba veya anne kendine göre bir izahatta bulunur, çocuk da kavramış görünür. Söylenenlerle o mes’elenin mücerred hakikati arasında fersah fersah mesafe olsa da bu îzâh hoş görülür. Ama münevver bir adam eğer bu meseleleri çocuk seviyesinde biliyorsa, bu hiç de hoş karşılanmaz.
Esâsen, münevverin dimağı tatmin olmaz. Hele İslâm’ı dâvâ eden bir münevverse karşısına seviyeli bir münkir çıktığı zaman onu ilzâm edip, iknâ edecek seviyede bu meselelere vâkıf olması gerekir.
Tüm bu faâliyetler İslâm dâvâsını felsefî bir zemîne oturtma ve felsefî dayanaklarla izâh etme arayışı şeklinde anlaşılmamalıdır. Zîrâ İslâm’da felsefe yoktur. Çünkü felsefe akla, İslâm ise nakle dayanır. Naklî olandaysa felsefe yoktur. “İslâm felsefesi” sözü ile İslâm âleminde, İslâm tefekkürü içinde yetişmiş filozoflar kastedilir. Yoksa İslâm felsefeye müsâittir mânâsında değildir. Meselâ İslâm da rasyonalisttir, yâni akılcıdır. Fakat İslâm’ın akılcılığı rasyonalistlerin aklı mâbud yapan, onun hudutsuz kudretine inanan görüşten farklıdır. İslâm’ın felsefî prensipleri derken, mücerred prensipleri mânâsı kastedilir. Yâni amelî, tatbikî değil; mücerred ve nazarî prensiplerdir. Felsefeye sırf akıl hakimdir. Fakat İslâm aklı son noktasına kadar kabul etmenin yanında aklın istiâb edemeyeceği âlemleri de kabul ettiğinden onu yegâne hâkim görmez. Sırf akıl, tüm hâdisât ve mevcudâtı idrâk ve izâhta noksan kabul edilir. Nitekim bu hakîkati şâir şöyle nazmeder: