Sayfa 1/2 12 SonSon
11 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: Prof. Dr. M.Es'ad COŞAN (Rh.A) Hoca Efendiden Ahlak Eğitimi

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 4.598, Level: 43
    Points: 4.598, Level: 43
    Level completed: 24%,
    Points required for next Level: 152
    Level completed: 24%, Points required for next Level: 152
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Kahramankentli - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Aug 2009
    Yer
    Edeler Diyarı
    Mesajlar
    0
    Points
    4.598
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    0

    Prof. Dr. M.Es'ad COŞAN (Rh.A) Hoca Efendiden Ahlak Eğitimi

    AZ UYUMAK
    İrfan yolcularının altı esasından biri olan az uykunun faydalarını Ma'rifetnâme kitabı on nevi' ile beyân etmeketedir:
    1. Az Uyuyanların Medhedilmesi
    Ayet-i kerimelerde az uyuyanlar hakkında medh ü senâlar çoktur; gece namazları ve teheccüdler hakkında emirler vardır. Zebûr'da:
    "--Kulum, beni gecenin karanlığında bulursun, ben sana yakın olduğum halde beni istesen bulursun!" denilmektedir.
    Hadis-i kudsîde de:
    "--Ey âdemoğlu! Çok uyumak suretiyle kalp parlaklığını nasıl bulursun? Uykunu kabrine bırak. Kalbinin nurunu az uykuda ve gecenin uyanıklığında iste. Gece olunca benim zikrimden gàfil olarak uyuyanların, bana muhabbet iddia etmeleri yalandır." buyrulmaktadır.
    Nitekim bir şiirde şöyle denmiştir:
    Aceben lil-muhibbi keyfe yenâmü
    Küllü nevmin alel-muhibbi harâmü.

    Mânâsı: "Muhabbet iddiasında olanlar nasıl uyuyabilirler? Halbuki, her uyku, muhabbet sahiplerine haramdır."
    Nazım
    Uyuma sen bir gece ey mehlikà,
    Tâ sana yüz gösterece genc-i bekâ.

    Dil güneşinden gece çün germ ola,
    Bu iki cismin aça ol tûtiyâ.

    Bu gece sabr eyle yere koyma baş,
    Mürg-i saâdet kona tâ başına.

    Gündüz olur kesb ü gece aşk-ı yâr,
    Âşık eder her gece zikr-i Hudâ.

    Halk varıb uykuya düşler görür,
    Bulmuş uyanık kerem-i kibriyâ.

    Hak dedi Dâvud'a: Benim âşıkım,
    Gece uyumaz, bana eyler senâ.

    Âşık olur tàlib-i halvet ki tâ,
    Göstere dildâre dilinden rızâ.

    Hab-ı girân teşneye mümkün değil,
    Uyusa dûşünde görür ayn-ı mâ.

    Hakk, erer er gece Hak'dan hıtâ,
    Kalk, teveccüh bana kıl, bul hüdâ...

    2. Gece Yarısından Sonra Hak Teàlâ'nın Seslenmesi
    Her gece yarısından sonra, Hak Teàlâ semâ-yı dünyâya rahmetini inzâl edip:
    "--Kim bana duâ ederse, ben ona icâbet ederim; kim benden bir şey isterse, ben ona istedğini veririm, kim beden mağfiret dilerse, ben onu mağfiret ederim!" buyurur.
    Beyit
    Nidâ edip gece ervâha der o nûrün-nûr,
    Bana teveccüh eden cân bulur, gönlünde huzûr.

    Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki:
    "--Benim gözlerim uyur, fakat kalbim âlemlerin Rabbinden gàfil olup uyumaz."
    Beyit
    Sağ yanı üzre yatardı, kıbleye istikbâl edib,
    Her nefesde açılırdı ana bin gaybî kapu.

    Sabah olduğu vakit uyumak rızka mânîdir ve gamları getirir. Efendimiz'in müezzini Bilâl-i Habeşî RA, her gece vakt-i seherde aşağıdaki beş beyti okurdu:
    Teyakkazû teyakkazû yâ niyâm,
    Fekad hemezel-fecrü cenûdez-zalâm.

    Yâ nâimen min nevmike f'entebih,
    Leylüke kad esrea f'il-inhizâm.

    Yâ men kad istağraka nevmühû,
    Ente tenâmü ve rabbüke lâ yenâm.

    Rabbüke yed'ûke ilâ bâbihî,
    Fes'elhül-afve bigayri intikàm.

    Sallû alâ seyyidinel-mustafâ,
    Ahmedel-hâdî aleyhis-selâm.

    Meâl-i şerifi:
    "Ey gaflet uykusuna dalanlar, artık uyanınız, uyanınız! Muhakkak sabahın fecri , aydınlığı, gecenin karanlığını giderir.
    Ey uykuda uyuyan, artık uykudan kalk, uyan ve sabaha kadar seni dinlendiren Rabbine teveccüh eyle! Çünkü gecen sür'atle gitmektedir.
    Ey kendisini uyku istîlâ eden zavallı! Sen uyuyorsun fakat iyi bil ki, Rabbin Azze ve Celle kat'iyyen, hiçbir zaman uyumaz.
    Rabbin seni kapısına davet ediyor. İntikam almadan, seni afv buyurmasını ondan taleb eyle!"
    3. Gece İbadeti ve Gàfillerin Uyuması
    Ey azîz! Ehlullah demişler ki:
    "Uykuyu az uyumak, Mevlâ'ya teveccühte ihtimamdır; dikkatle emek çekmektir. Tàlib-i irfân olan kimselere gece uykuları haramdır. Çünkü onun matlûbu, uyumayan Hay ve Kayyûm olan Allah-ü Teàlâ Hazretleri'dir. Avâmın uykusu ise, gaflet ve yokluktur, zâyiattır. Gaflet ise, gönle zulmet, karanlık getirir."
    Bir Arap şâiri diyor ki:
    (Dain-nevme innen-nevme lil-fadli hâdimin) Mânâsı; "Uykuyu bırak, muhakkak uyku faziletleri mahveder." demektir.
    Sakın sen de gàfiller gibi hemen dünyadan, yemek ve içmeye, uykuya râzı olma. Sen geceleri uyanık ol da, yüksek ve àlî mertebeleri Mevlâ'dan iste!
    Âriflerin uykusu, müşâhede ve mürâkabedir. Ervâh ile tanışma, bilişme ve oynaşmadır. Dostlarla muânaka, sarılışma ve buluşmadır. Gece âşıklara nîmettir. Gce uyanıklığı iki hayatın biridir; diğeri de açlıktır. Gece uyanıklığında gönül diridir. Bu uyanıklık ibâdetlerin anahtarıdır. Sabah vakti uyanık olmak, saadet alâmetidir.
    Zikrullah ile beraber gece uyanıklğı, ebrârın ibadetidir. Hürriyet-i hakîkiyeye kavuşanların âdetidir. Zikrullah ve gece uyanıklığı, Hakk'a müştakların sıfatı ve aşıkların devletidir. Zikrullahla birlikte gece uyanıklığı, evliyânın ve asfiyânın kazancıdır.
    Zikrullahla birlikte gece uyanıklığı, nüzhet-i evliyâ ve süadâdır. Zikrullahla beraber olan gece uykusuzluğu, merdlere ahiret ganimeti, ebdâl olan velîlere de fırsattır.
    Zikrullahla geceleri uyanık olmak, Allah'ın has kullarına ve Allah'a yakın olan bahtiyarlara cennet bahçeleridir. Yâni cennet bahçelerine vesîledir. Zikrullahla, uykusuzlukla geçen geceler, âriflere hediyye-i ilâhîdir. Kâmil mü'minlere de birer hazinedir.
    Nazım
    Çün gelir şeb vakt-i halvetgâh olur,
    Kıble-i uşşâk vech-i mâh olur.

    Hâbı koy mehtâb iken ey meh-perest!
    Mahtan âgâh ona hem-râh olur.

    Uyku bahrinde kamu halk olsa "lâ",
    Uykusuzlar vakti "illallàh" olur.

    4. Gece İbadetinin Faydaları ve Faziletleri
    Ey azîz! Ehlullah demişler ki: Saadetimizin yegâne sermâyesi gecelerdir. Nâstan kurtuluş ve uzletimiz, dost ile halvetimiz, gecelerdir. Geceler, âşıkların dert arkadaşı ve àriflerin sırdaşıdır. Gece, âriflerin derdi artar. Gece, àriflerin başı tartar.
    Gece, kâmillerin en bahtiyar ve zafere ulaştıkları zamandır. Kalb semâsına mânevî güneşin inişidir. Her gece bu mânevî güneş doğar ve lâkin halk uyku deryâsına dalıp giderler.
    Her seher vakti, her murad hâsıldır. Ol vakit a'mâ gibi uyumak müşküldür. Seher vakti, mübarek saattir; ol saatte uyanık olan, ehl-i saadettir. Seher vakti âşıklar uyumazlar ve àrifler gönülden ırağa gitmezler. Seher vakti rahmet kapıları açık bulunur. Ol zamanda uyanık olan, zevk-ı cân ve safâ-yı hàtır bulur.
    Nazım
    Ehl-i aşkın dîdesi bîdâr olur vakt-i seher,
    Cân-ı ehl-i dil dolu esrâr olur vakt-i seher;

    Şehr-i dil bî-kesret-i nâ-cins tenhâdır gece,
    Bezm-i cân bî-zahmet-i ağyâr olur vakt-i seher.

    Ref' eder dildâr vechinden nikâbın vakt-i subh,
    Ânı seyr eyler o kim, huşyâr olur vakt-i seher.

    Mürde-dil hâb içre gàfil devlet-i bîdârdan,
    Àrif-i âgâhe devlet yâr olur vakt-i seher.

    Pertev-i hurşîd-i vech-i dilbere àşık olan,
    Ehl-i hâlin gönlü pür-envâr olur vakt-i seher.

    Hak nidâ eyler ki "Hel min sâilin?" her nîm-i şeb,
    Kim ne isterse o berhudâr olur vakt-i seher.

    Bâb-ı ihsân-ı Hudâ feth olmak istersen sana,
    Dil kapısın beklemek hoş kâr olur vakt-i seher.

    Ol ki ekl ü şürb olur şuğlü gece gündüz hemân,
    Uyku lâzımdır ana bîmâr olur vakt-i seher.

    Hakkı, bîdâr ol seher vaktinde, tembel olma kim,
    Uyumak insana ayb ü âr olur vakt-i seher.

    Bu beyitler ne kadar canlıdır. O seher vakitlerinde gözleri uyanık olan bahtiyarlar, hep gönül sahipleri olmakla, içleri esrâr-ı ilâhi ile dolu olduğu halde tefekkür, murâkabe ve zikirle meşgul olurlar. Eğer o esrâr-ı ilâhîden bir nebze de olsa, elbette bizim de gözlerimize uyku gelmez. Fakat, içlerimizi istilâ eden fânî dünya zevk ve muhabbeti, bizleri nâmütenâhî olan saadet-i sermediyeden mahrum bırakmaktadır. Bu gaflet ne unutulur, ne de başka bir şeyle telâfi edilebilir.
    Muradlarına nâil olmayı ve ihsân kapılarının kendilerine açılmasını isteyenlere, muhakkak sûrette seher vakitlerini uyku ile kaçırmamak; Cenâb-ı Hakk'a cân ü gönülden yapılacak ilticâ ve duâların hiçbir zaman boşa gitmeyeceğini iyice bilmek gerekir. Cenâb-ı Hak Sübhànehû ve Teàlâ Hazretleri cümlemizi seher vakitlerinde uyanık olan ve kendisine candan sarılıp yalvaran kullarından eylesin, âmîn...
    Azîz kardeş! Şimdi sen ve ben bunları okuduk ve dinledik. Bir kere de kendi halimize bakacak olursak, bizde şeyhlik nerede, dervişlik nerede?.. Sofuluk, kılık, kıyafet, bilgi, hüner, sanat, edebiyat, belâğât, fesâhat, tasavvuf ve daha sonra insanlık, insanlıkta kemâl, İslâmiyet, İslâmiyet'te kemâl bizden ne kadar uzak!.. Bunları yazarken ne kadar zayıf ve bîçâre olduğumuzu müşâhede etmekteyiz. Cenâb-ı Hak cümlemizin muîni olsun vesselâm.
    5. Az Uyku Kerimlerin Huyudur
    Az uykunun kerîmler huyu ve hasleti olduğunu bildirir.
    Ey aziz! Ehlullah demişler ki: Efdal-i evliyâ Sıddìk-ı Ekber Hazretleri RA, her gece yatsı namazından sonra biraz ev halkıyla oturup sohbet eder, onlar yattıktan sonra kalkıp abdestini tazeler, iki rek'at nafile namaz kıldıktan sonra seccadesinde oturup, huz� ve huşû ile murâkabeye dalar, tâ sabaha bir saat kalınca mübarek başını kaldırıp bir kere âh ederdi. Ol âh ile mübarek ağızlarından bir nûr zâhir olurdu ki, onun aydınlığından evin duvarlarında olan saman çöpleri bile belli olurdu.
    Sonra kalkar, on rekât teheccüd namazı ve üç rek'at da vitir namazı kılar; arkasından evlâd ü iyâlini sabah namazına kaldırırdı. Sabah olunca, sabahın sünnetini evinde kılıp mescid-i şerîfe giderlerdi.
    Bir adam bir câriye satın almış, yatacakları sırada câriye efendisine sormuş ki:
    "--Sizin de bir Mevlânız, efendimiz var mıdır?"
    Efendi cevap vermiş:
    "--Evet benim de bir Mevlâm vardır, ben de onun kuluyum."
    Cariye tekrar sormuş:
    "--Sizin Mevlânız uyur mu?"
    Efendi yine cevap vermiş:
    "--Hayır onun için uyumak, uyuklamak yoktur, Hayyü Kayyûm'dur."
    O zaman câriye efendisine demiş ki:
    "--Yâ sen hiç hayâ etmez misin, hiç bir zaman uyumayan Mevlâ'nın huzurunda nasıl yatıp uyursun?"
    Efendiye bu söz çok tesir edip, bundan sonra gece namazlarını kendine âdet etmiş ve bir daha yatağına girmeyip, ömrü boyunca az uyku ile iktifâ ederek, evliyâlar arasına dâhil olmuş.
    Evliyâ yollarına gidenler, ancak üç haslet sayesinde evliyâ olmuşlardır:
    1) Acıktıkları vakit, ancak açlıklarını giderecek kadar az bir şey yerler
    2) Uykuları gelince hafif bir uyku ile iktifâ ederler
    3) Konuşmak lâzım gelince, ancak zarûret miktarı ve muhtasarca söylerler.
    Kim ki, ekmeği çok yer, uykuyu çok uyur ve sözü de çoktur; iyi bilsin ki, onun canı hastadır, işi dünya ve ahirette çok zordur.
    Nazım
    Ey dîde nedir uyku gel uyan gecelerde,
    Kevkeblerin et seyrini seyrân gecelerde,

    Bak hey'et-i âlemde bu hikmetleri seyr et,
    Bul Sàniini ol ana hayrân gecelerde.

    Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gàfil,
    Koy gafleti, dildârdan utan gecelerde.

    Gafletle uyumak ne revâ abd-i hakîre,
    Şefkatle nidâ eyleye Rahmân gecelerde.

    Cümle geceyi uyuma, Kayyûm'u seversen,
    Tâ hay olasın Hay ile ey cân gecelerde.

    Àşıklar uyumaz gece, hem sen uyuma kim,
    Gönlün gözüne görüne cânân gecelerde.

    Dil beyt-i Hudâdır onu pâk eyle sivâdan,
    Kasrına nüzûl eyler o sultân gecelerde.

    Az ye, az uyu, hayrete var, fânî ol andan,
    Bul cân-ı bekà ol ana mihmân gecelerde.

    Allah için ol halka mukàrin gece, gündüz,
    Ey Hakkı nihân aşk oduna yan gecelerde.

    Gönül Hakk'ın evidir. Sivâyı, Allah'tan gayri, mâsivâ denen her şeyi gönülden çıkar ki, orası Hakk'ın evi olduğu için, orada başka bir şeyin bulunması câiz olmaz. Çünkü Hak Sübhànehû ve Teàlâ Hazretleri, orasını dâimâ gözetlemekte ve oraya bakmaktadır. Orada kendisinden başka bir şeyin olmasını kat'iyyen istemez. Onu temiz ve pâk tutmak, her mü'min ve müvahhidin birinci vazifesidir.
    Bunun için de en güzel çâre, İbrâhîm Hakkı Hazretleri'nin dediği gibi az yemek, az uyku ve az konuşmak, uzlet, zikrullah ve tefekkürdür. Bunlara riâyet eden kimselerin az zamanda kemâlât-ı insaniyeye ulaşacaklarında hiç şüphe olmamalıdır. Bil'akis, bu usûllere riâyetsiz olan kimseler çok bocalar ve yorulur, neticede eline bir şey geçmeden bu fânî dünyaya gözlerini yumup gider.
    Gaflet ona derler ki; insanın her gün gözünün önünde birçok kimseler tabutların içerisinde bu dünyadan vedâ edip giderlerken, bir intibah ve uyanıklık hâsıl olmayıp; hâlâ kendi çıkarı yolunda koşup gider. Cenâb-ı Hak cümlemizi, düştüğümüz bu gafletten kurtarsın. Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn ve sallallàhü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
    Çok Uykunun Zararları
    Ey azîz! Ehlullah demişler ki, çok uyku ve gaflet mezmumdur, tembellik ve şeâmettir. Çünkü gàfilin uykusu, a'zâ-yı bedeni muattal edip, işe yaramaz hâle sokar. Ömrün kıymetli vakitlerini zâyî eder. İnsanın, telâfisi mümkün olan ufacık bir şeyi zâyî olsa, kaybolsa, kıymeti nisbetinde ömrü boyunca acınır durur da; acaba neden bu telâfisi mümkün olmayan, kıymetine de bahâ biçilmesi kàbil olmayan ömrün zâyîatına acımaz?.. Acımamak herhalde akıllıların işi olmasa gerektir.
    Uyku ölümün küçük kardeşidir. Hak'tan kaybolan ehl-i hasrettir. Uyku da ayrıca bir musîbettir. Àrifler dâimâ huzûr-u Hak'ta uyanıktırlar. Bunlara uyku, teveccüh ve lezzettir. Ol uyku ki, huzurdan habersiz gaflet içindedir, ol mûcib-i tard, bu'd ve nedâmettir; hüsrân, cehâlet ve melâmettir; ilm ü hikmetten mahrum olmaya alâmettir. Zîrâ ki, àrifin lezzeti huzûr-u izzettir ve hayatı muhabbettir.
    Mevlâ'yı sevmenin alâmeti de üçtür: Gece uykusuzluğu, güzel konuşma, Hak Teàlâ'ya güzelce hamd ü senâdır. Doğrusu gece uykusu Hak'tan i'râz ve vebâldir. Eğer uyku iyi bir şey olsaydı, cennette de olurdu. Öyle ise, uyku galebe etmedikçe uyuma ve ona iltifat etme. Uykuya îtibar olunmaz; çünkü uyku ile kemâlet hàsıl olmaz ve tahsil olunmaz.
    Nazım
    Azîz bâşın için, gece yâr için uyuma,
    Uğurla leyli felekten, şikâr için uyuma!

    Çün uyudun nice bin gece, hazz-ı nefs için,
    Bir iki şeb ne olur, yâr-i gàr için uyuma!

    Lâtîf yâr ki hergiz uyumaz ânınla,
    Huzûr edip geceler, ol nigâr için uyuma!

    Helâl olur mu ağır uyku hasta sâhibine?
    Terahhum eyle bu kalb-i figâr için uyuma!

    Hudâ demiş ki, "Benim âşıkım gece uyumaz!"
    Hayâ edersen eğer şeb, o âr için uyuma!

    İşitmedin mi ki, şeb kâm alır kamû uşşâk,
    Bu aşk-ı padişah-ı kâm-kâr için uyuma!

    Hezâr kerre dedim Hakkı, Hakk'a gel geceler;
    Yok olduğun bilesin, tâ o var için uyuma!..

    7. Az Uyku Kalblerin Cilâsıdır
    Az uykunun kalblerin cilâsı, gözlerin de kuvvetlendiricisi olduğu hakkındadır.
    Ey azîz! Ehlullah demişler ki: "Mücâhedesiz müşâhede olmaz. Mücâdehe kılmayan müşâhedeyi bulamaz. Gönlünün gözü de açılmaz. Mücâhede eden için, müşâhede hazırdır. İsterse murad etsin, isterse etmesin müşâhedeyi bulur. Öyle olunca, müşâhede hâsıl oluncaya kadar mücâhede lâzımdır.
    Mücâhedeyi murat eden kimse için de, açlık yâni az yemek ve az uyku ile iktifâ etmek gerekir. Zîrâ ki, tâlib-i irfân mücâhede edince, az yemek ve az uyku uyumakla, onun bedeninde eczâ-yı anâsırdan hâsıl olan ahlât-ı erbaa eriyip azalır.
    Zikrullah ile eczâ-yı beden inceleşir, letâfet peydâ eder. Gönlü, hicab-ı anâsırdan müberrrâ ve libâs-ı bedenden muarrâ olur. Uykusu halinde âlem-i berzâha varıp rahat bulduğu gibi, yakaza halinde hem berzaha ve hem de melekûte muttalî olarak, hem rahat ve hem de saâdet bulur. Uykusunun îtidâli, bedenin rahatlığı olduğu gibi, can da rahat eder. Lâkin tâlib-i irfân uyku ve rahatı bırakıp gecenin karanlığında aynı hayât-ı cânı müşâhede ile görmüştür."
    Nazım
    Sulh u salâh oldu bu kavgà-yı şeb
    Oldu çü sahrâ, bize deryâ-yı şeb.

    Şâhid-i gaybın sevgilisi gecedir,
    Âşıka rûz olmadı hem tây-ı şeb.

    İstemez uykuyu kaçar hâbdan,
    Eylese bu dîde temâşâ-yı şeb.

    Çok dil-i pür-nûr u nice cân-ı pâk.
    Oldu kamu bende-i Mevlâ-yı şeb.

    Dîk-i siyahtır göze, şeb zulmeti,
    Tatmasa dil lezzet-i helvâ-yı şeb.

    Gündüz olur gerçi bu sevdâ-yı kâr,
    Başka safâdır dile, sevdâ-yı şeb.

    Bağladı şeb desti, çü her kârdan,
    Hakkı eder subha dek ihyâ-yı şeb.

    Bundan anlıyoruz ki, müşâhede mertebelerine nâil olmak isteyen àriflere ve sâliklere, mutlak ve mutlak mücâhede lâzımdır. Bunun da aslı, az yemek, az uyumak ve az konuşmak olup, halvetle birlikte zikrullaha devamdır. Bunlarsız ne ahlâkta ve ne de insanlarda, matlûb olan kemâli elde etmek mümkün olmaz.
    8. Uykunun Esrârı ve Faydaları
    Ey azîz! Ehlulah demişler ki: İnsan rûhu âlem-i ulvîden âlem-i süflîye garip gelmiştir. Ancak nefs-i hayvânîmizin işlerini tedvirle meşguldür. Nefs-i hayvânînin menfaatlerini celb ve mazarratlarını def için ona taallûk ve bedene teveccüh kılınmıştır. Bu sebeple, bu dar yerde mahpus kalmıştır. Nefse, yâni cisme uyku geldikte, ol rûh-u ulvî kendi âlemine girip, iki türlü fayda bulmuştur:
    Birincisi; darlıktan kurtulup rahat ve serbest olmuş ve beden hizmetlerinden kurtulmuştur; âlem-i likàda ervâh ile mülâkàt edip zevk ve huzur bulmuştur.
    İkinci faydası; rûh-u ulvî kendi vatanına varıp, akl-ı evvelden bazı esrâra muttalî oldukta, bir çok meânî tahsil kılınmıştır. Biz buna rüyâ deriz ki, bu da iki kısımdır: Biri rüyâ-yı sâdıka, diğeri kâzibedir. Eğer rûh berzâhdan geçip akl-ı külle mukàbil geldiyse, vasıtasız müşâhede edip ilhâmât almıştır. Uykusu, yakaza halinde olup, murâkabe ve keşiflere dalmıştır.
    İnsan vücudu bağlanmış bir tahta misâlidir. Uyku halinde rûh-ı revânı, ondan alıp başka yerlere götürürler. Tâ bu altı cihetten başka bir menzil ve bu âlemden başka bir âlem olduğunu görüp anlaya ki, ondan gelmiştir ve yine o âleme dönecektir. Binâen aleyh, bu dünyaya meyletmeyip, o yüksek makàmına, vatanına muhabbet kıla ve ona vâsıl olabilmek için mücâhedelerine devam eyleye ve bin netice ma'rifetullàh mertebesini bula ve muhabbetullàha nâil ola.
    Gerek uyku halinde ve belki de ölüm vaktinde bile âlem-i berzahta kalmayıp, melekûttan içeri gidip gelebile ve saâdet-i üns ve huzur ona müyesser ola.
    Bir kâmil, ziyaretçilerin çokluğundan mütessir olmuş ve demiş ki:
    "--Ey dostlar, izninizle bir saat kadar vahdete varayım!"
    Sonra yatıp, hırkasını başına çekip uyumuş. Zîrâ, gönül gözü açık olan kâmilin cismi uyumak ister, ruhu da kendi âlemine rücû eder. Huzûr-u Hazret'te huşû ve huz� eder, gelip gideceği yer olan akl-ı külle gider.
    Nazım
    Gözlerin yumdu bu cihândan o cân,
    Açtı hüsnü nikàbını cânân.

    Dikti cânân yüzüne cân gözünü,
    Açamaz yummadan cihân gözünü.

    Yine cânında buldu cânânı,
    Yine tahtında gördü sultânı.

    Kalb-i àrifte zâhir oldu o nûr,
    Kıldı evvelki sûret ile zuhûr.

    * * *
    Nevm-i ehli-i dil huzûr-u hazret-i dildâr olur,
    Çünkü her dem arzûsu dilde ol dîdâr idi.

    Àrifin gözü uyur kalbi uyumaz aşk ile,
    Kim ezelden aşk ona her halde yâr-ı gàr idi.

    Hâb hoş olsun helâl o ayne kim düşte görür,
    Anı kim Hakkı anınçün bir zaman bîdâr idi.

    Hâzır ol her dem deminden bir hayât-ı tâze bul,
    Gece, Hakkı hâbı az et, hâbı az et, hâbı az.

    Sen bizi öyle ferâmuş eyledin gûyâ ki sen,
    Bir dahî râci' değilsin aslına gel etme nâz.

    Nîm-şeb kalk, ağla derdinle, teveccüh kıl bana,
    Tâ seni cezb eyleyem, kûtâh ola râh-ı dirâz.

    Uyku gflettir ehl-ü mevt olma, hay ol aşkîyle,
    Dinle her şeb sözlerin, ma'lûmun olsun cümle râz.

    9. Uykunun Hakîkatı
    Uykunun hakîkatini, avâm uykusunun berzahda kaldığını, havâs uykusunun melekûte yol bulduğunu bildirir.
    Ey azîz! Ehlullah demişler ki, uykunun hakikati budur ki, rutûbetli gıdalar, yürek damarlarına rehâvet verip, havâs ve a'za-yı beden, his ve hareketten kalır. Damarlar, ciğer ve bütün beden gıdâlarını alıp beslenir ve büyürler. Uyku ise bedenin bu hâletinden ibarettir. Rutûbet ve gıda, mûcib-i nevm, uyku getirir olduğu için çok su ile uyku ağırlaşır ve balgamla, gaflet ve unutkanlık ziyade olur.
    Eğer uyuyanın kalbi gàfil ve nefsiyle meşgul ise, kendi kemâlini kazanmaktan âciz olur ve âlem-i berzahta hapsolup, hayâlen, rüya, (edgâsü ahlâm) bir takım karışık rüyâlar ile kalır. Eğer uyuyanın kalbi uyanık ve mücerred ise, âlem-i berzah denilen (Ölenlerin ruhlarının toplandığı yer, dünya ile âhiret arasında bir mekân) yerden geçip, kendi asıl âlemine varır. Orada huzur içinde aslâ uyku gelmez ve bedinin uykusu, böyle kalbi hiç bir zaman hareketsiz kılmaz; teveccüh ver terakkîden de bir nefes bile hâlî kalmaz.
    Uyku cahillere atâlet ve gaflettir. Uyku, ruhânî ise, Huzûr-ı Hazret'tir. Cahilin uykusu muvakkat bir ölümdür. Àrifin uykusu ise, hâtıraları açar. Avâmın uykusu perişanlık ve azaptır. Havâssın uykusu ise, Hakk'a tam tevccühdür. Nâkısın uykusu, vakitlerin ziyâıdır. Kâmilin uykusu tâatın özüdür.
    Gönül ehil, kâmil bir zât, on gün kadar bir dergâha misafir olmuş. Çokça yer, çok uyur ve çok da konuşurmuş. Bunu şeyh efendiye şikâyet etmişler. O da o zâtı çağırıp, şikâyetlerini anlatmış. Misafir olan kâmil zât cevaben demiş ki:
    "--Eğer bu şikâyetçilerde biraz irfân olsaydı, şikâyet yerine teşekkür ederlerdi. Zîrâ benim yediklerim nurdur, uykum huzûra gitmektir, sözlerim ise hiç boş değil, hep hikmettir." deyince şeyh efendi bu zâtın kemâlini görerek, onu kendi makàmına oturtup kendisi ona mürid olmuş ve onun işâretiyle bir çok günler açlık ve yemezlik, sükût ve uykusuzluğa devamla, ol dahî nûr-u hikmet ve huzûru bulmuştur.
    Lâkin bu kemâle vâsıl olmayan âşık, çok yemekle ve çok uyku ile, hâib ü hâsir, zarar ve ziyan içinde kalmıştır. Cenâb-ı Hak cümlemizi böyle gaflette bırakmasın...
    Nazım
    Nîm şeb aşk eyledi dilden yana vâfirce nâz,
    Çok itâb etti, dedi: Àşık sen eyle, hâbı az.

    Biz seninle geceler, tâ subha dek söz söyleriz,
    Sen ayağın eylemişsin câmehâb içre dirâz.

    Gündüzün gaflettesin bizden, dahî şeb, hâbda,
    Yâ ne vakt eylersin, ey âşık bize tatlı niyâz?

    10. Uykusuzluğun Kısımları
    Uykusuzluğun kısımlarını, hal ve makamlarını bildirir.
    Ey azîz! Ehlullah demişler ki: Uykusuzluk açlığın neticesidir. Zîrâ midede gıda olmazsa, uyku gelmez.
    Uykusuzluk iki kısımdır: Biri gözlerin uyumaması, biri de kalbin uyumamasıdır. Lâkin kalbin uyanıklğı müşâhedeyi taleb içindir. Aynı zamanda gaflet uykularından intibahtır, uyanıklıktır. Ammâ gözün uyanıklığı, müşâhedeyi taleb için, gönülde olan himmetin bekàsına ve devâmına rağbettir ki, tevfîk-ı ilâhidir. Zîrâ göz uyuyanca, ekseriyetle kalb ameli de bâtıl olup kalır. Eğer göz uyuduğu halde gönül uyumayıp ameli, hâli üzere kaldıysa; ol müşâhede, evvelki gecelerin uykusuzluğunun mükâfatıdır. Bu uyanıklığın faydası, amel-i kalbin hâli üzere istikrârı, bekàsı ve devâmıdır. İnd-i ilâhîde olan menzil ve hazînelerine yükselmeye ve nâil olmaya vesîledir.
    Mübtedî olan sâliklerde ise, uykusuzluk gafletle geçen vakitlerin telâfîsi ve ta'miridir. Kâmil ve muhakkıkînde ise, hallerinin ziyâdeliğine sebeptir ve ahlâk-ı ilâhiye ile ahlâklanmalarına vesîledir ki, inâyet-i ihlâhiyenin esâsı, kökü ve ilkidir. Uykusuzluk makàm-ı kayyûmiyettir. Zîrâ, Esmâ-i ilâhîyede bir isim kalmaz, illâ ki insân-ı kâmil onu hâmildir. Uyanıklığın bir hâssası da, nefsinin bilmeye yaramasıdır.
    Bir efendi bir sevdiğine àşık olduğunu bildirmiş. O da, "Bu gece yarısı ben size gelirim!" demiş. Fakat àşık olan zât gece bir müddet bekledikten sonra uyuyakalmış.
    Sevilen zât eve gelmiş, bakmış ki àşık uyuyor, önüne biraz ceviz döküp, eteğinden de bir parça keserek gitmiş. Àşık sabahleyin uyandığı zaman gördüğü manzaradan çok utanıp, pişman olmuş. Olmuş ammâ iş işten çoktan geçmiştir. Bundan sonra uykusunu tamâmiyle terk edip, huzûr-u ilâhîde ünsiyet nasîbini almıştır.
    Nazım
    Sakın ey yâr-ı mihmandâr uyuma!
    Gelir gönül evine dildâr uyuma!

    Ko hâbı-gafleti şeb-i kalbe sirâyet,
    Nice zâhir olur esrâr uyuma!

    Dilersen Hayy ü Kayyûm'un rızâsın,
    Gece tenhâ otur zinhâr uyuma!

    Çü şebi ikbâlde ferâh buldu uşşâk,
    Gözet sen, sen de bul dîdâr uyuma!

    Edip tazyid-ı evkàt uyusa halk,
    Sen etme zâyî, ol bîdâr uyuma!

    Gam-ı aşk eylese, şeb-i kalbi meksur,
    Gelir tahtına ol Cebbâr uyuma!

    Gaam-ı aşk olsa mihmân, koyma tenhâ,
    Ona ver Hakkı her neyin var, uyuma!

    Mevlâ cümlemizi hakîkî kanâatkârlardan eylesin. Âmin, bihürmeti seyyidil-mürselîn...

    Prof.Dr. M. Es'ad COŞAN (Rh.A)
    لا اله الا انت سبحانك انى كنت من الظالمين


  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 4.598, Level: 43
    Points: 4.598, Level: 43
    Level completed: 24%,
    Points required for next Level: 152
    Level completed: 24%, Points required for next Level: 152
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Kahramankentli - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Aug 2009
    Yer
    Edeler Diyarı
    Mesajlar
    0
    Points
    4.598
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart Cevap: Prof. Dr. M.Es'ad COŞAN (Rh.A) Hoca Efendiden Ahlak Eğitimi

    HİMMET
    Himmet kasd mânâsınadır. Bir şey kasd ve arzu edilmedikçe, meydana gelmeyeceği ma'lûmdur. Hayırlı şeyleri kasd etmek, her ne kadar onu yapmaya muvaffak olamazsa bile, tabii ind-i ilâhide ma'lûm olduğu için, o arzu ve emeli ile me'cûr olur. Bunun aksine kötü şeyleri kasdetmek de her ne kadar onu işlemedikçe defter-i a'mâline günah yazılmasa bile, kalbinin o kötü ve fenâ düşünceler ve emeller sebebiyle vâkî olacak fesâdın iyi neticeler vermeyeceği muhakkaktır. Kalbin fesâdı ise, cevârihin fesâdını müeddî olacağı da tabiidir.
    Onun için kötü ve uygunsuz ve günahı mûcib olacak her hareketten tevakkî edip, iyi ve güzel, makbul ve memduh olan hareketleri seçmek ve yapmak, şüphesiz en a'lâ ve uygun olan bir iştir. Onun için kasd (himmet), ahlâk-ı hamîdelerden biri olarak zikredilmiştir.
    FÜTÜVVET
    Bu kelime cömertlik mânâsını mutazammındır. Bu hususta mümkün olan ma'lûmat, cömertlik bahsinde mevcut olduğundan tekrarına lüzum görülmemiştir. Cûd, müvâsât ve îsâr bahislerine müracaat oluna...
    MÜRÜVVET
    İnsâniyyet, racüliyyet ve âdemiyyet mânâlarını taşımaktadır ki, insanlık yalnız boyla, varlık, bilgi ve benlikle değil, belki İslâm dininin gösterdiği ve bildirdiği güzel ahlâkların, o kimsenin üzerinde toplanmasıyla ve onları tatbîki ile mümtaz olması gerekir ki, bu da, nefse tam bir hâkimiyetin neticesidir. Yoksa lâfların mahsulü olamaz. İstediği zaman iyi, işine gelmediği zaman da her fenâlığı yapmağa müstaid kimselerde, ne insanlaık ne de racüliyyet (yâni erkeklik) ve ne de âdemiyyet denilen güzel huyları bulmak mümkün değildir. Hele servet, şöhret, makam ve mansıb düşkünlerinde bunları aramak ve bulmak mümkün olamaz.
    Asıl erkek ve asıl insan, hiç şüphesiz ki, ilk devrin müslümanlarında pek bâriz bir sûrette temâşâ edilmekte idi. İşte onlar örnek tutulursa, bu güzel ve kıymetli insâniyyet, racüliyyet ve âdemiyyet de bizde o nisbette zuhûr eder.
    Cenâb-ı Hak cümlemizi, râzı olmadığı bütün kötü ahlâklardan emîn ve mahfuz eylesin ve râzı olacağı bütün iyi ve güzel huyları; güzel ahlâkı nasîb ve müyesser eylesin... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn. Allàhümme salli ve sellim alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
    ŞEYHÜL-İSLÂM İMÂDEDDİN EL-VÂSITÎ KS HAZRETLERİ'NDEN İKTİBASLAR
    a. Günde Bir Saat Zikir İçin Ayırmak
    Hergün bizim için geceden ve gündüzden bir saat olsun ki, o saatte biz bütün maksat ve gâyelerimizi huzûr-u Rabbil-Àlemîn'de toplayıp, bizi meşgul eden bütün dünya işlerini kalblerimizden çıkaralım. Hak Sübhânehû ve Teàlâ'dan gayri gönlümüzde bir şey kalmamak üzere gündüzleri bir saat durabilelim. Zîrâ bu saatte insan kendini güzel bir muhasebeye çeker. Kendisinin Rabbiyle olan halini anlar ve bilir.
    Her kimde biraz hal vardır; o hal derhal kendisini o saatten harekete getirir. Pilde cereyan varsa, düğmeye basınca nasıl zil çalar harekete gelirse, kendisinde biraz iman ve İslâm korkusu olan zâtı da, bu yalnızlıkla yaptığı tefekkürü ve düşüncesi harekete getirmeğe kâfîdir. Eğer pil bitmiş ise veya cereyan yoksa, ne kadar düğmeye bassanız, hiçbir ses çıkmadığı gibi, ölmüş gönüllerden de bir şey beklenemez. Hak ile biraz kalan gönülde beliren muhabbet ve ta'zîm ile yükseklere doğru göğsünü kabartarak, kükremeye, şahlanmaya başlar.
    İşte bu hal ki, gözünü yumup da her şeyden, maldan, mülkten, evlât ve ıyalden ayrılıp, kabre girdiği haline örnek ve nümunedir. Yâni bu hali gözünün önüne getirip, bundan ibret almağa çalıştığı zamanda, gönül harekete gelip, istikàmetini düzeltmeğe gayret eder, muhabbet ve ta'zîmi artar.
    Yoksa, dünya işlerinden kurtulamayıp böyle bir saatini Hakk'a ayıramıyorsa, o kimse bilmelidir ki, kendisinde ne ulvî bir rabıta ne de sevmek ve sevilmekten bir nasîb vardır. O halde artık onun, nefsine ağlamaktan başka çâresi yoktur. Zîrâ ne kurbiyyet ve ne de Hak ile ünsiyet nîmetlerinden haberi vardır.
    Fakat bu bir saatlik tefekkür, murâkabe ve muhasebede hàlisâne hareketi sebebiyle. diğer vakitlerde kıldığı beş vakit namazları, huzûr, huşû', muhabbet, ta'zîm ile; secde ve rüku'larını da son derece sevgi ve ta'zîm ile edâ edeceğinden, bu yirmidört satinden bir saatini, kendini bulunmaz nimetlere ulaştıran Vâhid-i Kahhar olan Allah için ayırmakta hiç bahillik etmeğe gelmez. Bu hal devam ettikçe dâimâ terakkî ile hali değişir. Kemâle doğru yükselir ve âşikâre bir şekilde ibadetlerinde dâimî surette muhabbetinin lezzetini duyar.
    Cenâb-ı Hak cümlemize böyle huzû', huşû' içinde ibâdetleri nasib ve müyesser kılsın, âmîn...
    b. Halvetin Lüzûmu
    Ey okuyucu muhterem kardeşim!
    Bütün ulemânın ittifâkıyla halvet, islâmiyette meşrû bir yoltur. Sonradan ihdas olunan bir bid'at değildir. Halvetler muhakkak sûrette hasta ve mariz kalblerin şifâsı için vesîledir ki, bu halvetler sebebiyle Hakk'ın istediği gibi kalb-i selîm sahibi olup, sahibini kıyâmet gününde hesap ve mîzandan necâta ulaştırıp, cennete ve cemâlullahı müşâhedeye nâil eyler.
    Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:
    "O günde ne mal fâide eder, ne de oğullar; meğer ki Allah'a (küfr ü nifâktan) tamamen sâlim bir kalb ile gelenler ola..." (Eş-Şuarâ: 88, 89)
    Halvet ve uzlet, dâimî olan bir şey değildir. Dâimî olanı da makbul değildir. O hayat mücâdelesinden kaçan, bir asker kaçağına benzer. Çeşitli mikroplarla aşılanmış insan, mücâdelede ekseriyâ muvaffak olur. Mikroplarla mücâdeleye alışmamış ve bu gibi aşılar almamış insanların, derhal ve pek çabuk bu hastalıklardan birisine tutulup, mücâdelesinde muvaffak olamayacağı nasıl kâbil-i inkâr değilse, selâmet deyip halvetlere çekilen bahtiyarlara, biraz da olsa acımak lâzımdır. Çünkü hayatın tadı ancak bu mücâdelelerle anlaşılır. Eğer bu mücâdelelere lüzum olmasaydı, Hak Sübhânehû ve Teàlâ Hazretleri hepimizi melek gibi yaratırdı.
    İşte bu muvakkat zamanlardaki halvetlerin müdâvimleri, hastanelerden tedâvi olarak çıkan, sıhhatli, sağlam bünyelerdir ki, bu neş'e ile hayatta daha güzel ve daha lâyık hizmetler yapmağa muvaffak olurlar. Eğer öyle hasta halde kalsalardı, ne kendilerine, ne de cemiyetlerine zarardan başka bir faydaları olamayacağı âşikârdır.
    Halvetlerden sonra kalbi ma'mûr, imanı gür ve kuvvetli olan yakîn ehli, hayatının kıymetini bilir ve hiçbir zaman onu Hakk'ın râzı olmayacağı bir işe ve bir yere bırakmaz. Kahvehâne, gazine, sinema, pilaj ve emsâli yerler ki, en sağlam insanların bile hayatlarını, ruhlarını öldürür, kat'iyyen oralara uğramazlar ve müslüman kardeşlerinin de uğramasını istemezler. Çünkü buralar, ma'nevî bulaşıcı mikrop yuvalarıdır.
    Halbuki bir çok kimseleri görüyorsunuz ki, sıhhatinin iktizası olarak envâ-ı çeşit masraflarla banyolara, denizlere, ormanlara, güzel sulu ağaçlık, meyvalık yerlere giderler, istirahatlarını te'min ederler. Sonra da şu kadar kilo aldım diye övünürler. Heyhât ki heyhât, o kilo aldığı ve hergün dikkat ve ihtimamla baktığı cesedini bir gün musallâ taşında görünce aklı başına bilmem gelir mi?.. Gelse bile ne fayda!
    Her şeyin fâni olduğunu vaktiyle anlayıp, bu gelip gitmedeki hikmeti sezerek, kendisini yaratanı bulmak ve bilmek ve emirlerine riâyet ederek ölüme mahkûm cesedini değil, cennet ve cemâle müştâk; o aziz cânını, rûhunu, gönlünü, kalbini, yaşatmaya, nurlandırmaya yükseltmeye gayret göstermesinin lâzım olduğunu idrak ederek, gönlünün ma'mûr olması için, sessiz, tenhâ halvet yerlerini seçip, Hâlik-ı Zülcelâl olan Allah-u Teàlâ Hazretleri'yle bir müddet beraber kalmayı tercih etse; nefsini kötü ve fena huylardan kurtarıp, Hakk'ın sevdiği ve Peygamberimizin de tavsiye buyurduğu güzel ahlâklarla ahlâklanırsa; şüphesiz ki hem dünyada ve hem de âhiretteki yeri de cennet olurdu.
    Bunu dile getiren şâir pek güzel şöylemiştir:
    Fânî cisminin yaşaması için onu hergün temizler kokularsın da,
    Asıl bâkî olan kalbini marîz, hasta olarak tek edersin!

    İnsan, hakîkat-i İslâm'ı biraz olsun anlasa, bedeni ile beraber kalbinin ve gönlünün de ıslâhına çalaşırdı. Cisim, ceset, nasıl fânî lezzetleri isterse, muhakkak gönül de ebediyyetin mânevî lezzetlerini isteyecektir. Bunu bilmemek kadar büyük gaflet olmaz zannederim.
    Yine bir şâir bunu şöyle dile getirmiştir:
    Ey cismin hizmetkârı, daha ne zamana kadar bu cisme hizmet edeceksin?
    Sen sonu zarar olan şeyden ticâret mi umuyorsun? Bu ne kadar gaflet!.
    Binâen aleyh, hemen fırsat elde iken nefsinin ıslâhı ve fazîletleri kazanmaya ve onu kemâle ulaştırmaya bak!
    Çünkü sen cisminle değil, ruhunla insansın!

    Bundan nâşî, mü'min ve muvahhid olan kimseye bu halvet şarttır. Hem her sene mümkün oldukça, yâni ölünceye kadar devam etmek kendi menfaatleri iktizâsındandır. Zîrâ imanda kemâl, ilm-i yakîn ve ma'rifet- ilâhiye, ancak ve ancak bu suretle mümkün olabilir.
    Hiç şüphe yoktur ki insanda kemâl, imanda kemâl, İslâm'da kemâl, ahlâkta kemâl her müslümanın başlıca vazifelerinden sayılır. Tarîkat, tasavvuf, şerîat bunlar kat'iyyen birbirinden ayrılmaz parçalardır. Aradaki fark yalnız şu kadar ki, herkes hilkatte bir değildir. Kimi zayıf, kimi kavî kimi bilgin, kimi de câhil; kimi zengin, kimi fakir... Buna binâen Hak yolu da buna göre ayarlanmıştır. Kavî bir insan 100 kilo yükü rahatça taşıyor diye, aynı yükü zayıfa da yüklemeyiz. Bunun gibi âhiret yolcularının da, kavîsi olduğu gibi zayıfı da vardır. Bunun için ahiret yolu da, ruhsat ve azîmet diye ikiye ayrılmıştır.
    Ruhsat ile amel zayıflara mahsustur. Azîmet ile amel de, kavîlerin halleridir. Şöyle ki, namaz abdestsiz olmaz. Bir mü'min namaz vakitlerinde abdest aldı mı, ruhsat ile amel eder. Erbâb-ı şerîattır, kat'iyyen muâheze olunmaz. Kavî müslüman-mü'min ise, hiçbir vakit abdestsiz gezmez. Abdesti bozulunca hemen tazeler. Buna da erbab-ı tarîk derler.
    Meselâ, gece yatsı namazından eve gelince uykusu gelinceye kadar oturur, konuşur, sonra yatar; muâhaze olunmaz. Fakat erbâb-ı tarîkat yatsı namazından sonra, zarûret olmadıkça oturmaz. Tâze bir abdest alarak, hiç olmazsa dört rekât namaz kılar. Birinci rekâtta Âyetül-Kürsî ile iki âyet daha ilâve ederek okur. İkinci rekâtta, Amenerrasûlü'nün başından bir âyet daha alarak okur. Üçüncü rek'atta ise, Sûre-i Hadîd'in başından altı veya on âyet okur. Dördüncü rekâtta da, Sûre-i Haşr'in sonundaki üç âyet-i kerîmeyi okuyarak kılar. Sonra uykusu galebe edinceye kadar sessiz bir yerde zikrullaha devam eder. İşte bir fark budur.
    Zuafâ ise sabaha kadar uyur, sabah namazına kalkar. Muâheze olunmaz ise de, efdal ve ekmel ve a'lâyı terk ettiğinden ötürü, elbette iyi hareket etmemiştir.
    Ehl-i takvâ, ehl-i tarîkat, ehl-i tasavvuf ise, gece biraz uyuyup dinlendikten sonra, ses sadâ kesilip herkes tatlı uykuya daldığı zaman, yatağından kalkar. Güzel bir abdest alır. Mevlânın, Hak Sübhânehû ve Teàlâ'nın, Hàlık-ı Kâinât'ın, Rabbül-Àlemîn'in, huzuruna el bağlayıp, gözlerinden de yaşlar akıta akıta, kıldığı namaz ve yaptığı zikrin acaba tadına doyulur mu?.. Her tadın, her zevkin, her neş'enin fevkinde, hem de tasavvur olunmaz derecededir. Şimdi sen hangisini istersen onu seç!..
    Evliyâ-yı izâm hazretlerinin menkıbeleri okundukça, insan bunlara hayran kalır. Onlar da bizim gibi Ademoğulları, fakat Cenâb-ı Hakk'ın onlara ne gibi lütufları ihsan ettiği, herkes tarafından pek âşikâr bir sûrette görülegelmektedir. Ondan dolayıdır ki, o evliyâların isimlerinin bile anıldığı yerlere bol bol rahmet-i ilâhî nâzil olup, kalbler yumuşar, gözler sulanır, gönüller neş'e dolar.
    Bunlar hep azîmet yolunu ihtiyar eden akviyânın, müttekî ve sâlih kulların nâil oldukları devletlerdir. Bunlar hiç bir zaman para ile, mal ve mülk ile elde etmek imkânı olmadığını pekâlâ herkes bilir. Dünyada iken bu lütuflara ve bu ikramlara ve kerâmetlere nâil olan bahtiyarların, ahiretteki nâil olacakları nîmetleri ta'rife ve tasvire gücümüzün yetmez olduğu mâlumunuzdur.
    Onun için, ey azîz ve muhterem kardeşim! sen bu fânî dünyanın kıymetini iyi bil de, o âhiretin bitmez tükenmez ve eşi bulunmaz nîmetlerini, cenneti, cemâl-i ilâhîyeyi müşâhede devletini hep burada kazanacaksın. Bunu boş yere gafletle geçirip, bunlardan mahrum olmak kadar acı bir âkıbet olmaz. Öyle ise, aklını başına al da, fırsat elde iken bu halvetleri, mürebbî ve mürşidlerini ara ve bul da, onlara teslim ol! Hem öyle teslim ol ki, bu halvetlere onların izinleriyle girip, azgın olan nefislerimizi ıslaha gayret edelim. Çünkü asıl olan kalbin salâhı, şifâsı ve kemâl sıfatlarıyla muttasıf olmasıdır.
    Makàmât-ı kalbiyye, tevbe, muhâsebe, recâ, murâkabe, sıdk, ihlâs, sabır ve sâir gibi ki, sâlik ma'rifetullah yolunda bunlarla, ma'rifet-i ilâhiye ve zevkiyeye ve makâm-ı ihsâna vâsıl olur ki, en üstün mertebedir ve mertebesinin hudûdu yoktur. Allah-u Teàlâ ve Tebâreke Hazretleri'ne vâsıl olmanın mânâsı, Allah-ü Teàlâ'yı bilmeye yarayan ilme erişmektir. Yoksa, Allah-ü Teàlâ Hazretleri'ne ittisâl hiçbir sûrette tasavvur olunamaz. O bunlardan münezzehtir.
    Allah'ı (CC) ve àlemi tanımaya yarayan ilim de üç nevi'dir; ilmel-yakîn, aynel-yakîn, hakkal-yakîn'dir. Meselâ bir baklavayı size tarif ederler, siz de anlarsınız ve bilirsiniz ki, baklava böyle olurmuş, buna ilmel-yakîn derler. Bir de baklava yapılırken görürsünüz ve bilirsiniz, buna da aynel-yakîn derler. Bir de yersiniz, o zaman baklavanın ne demek olduğunu hakîkî mânâsıyla anlamış olursunuz ki, buna da hakkal-yakîn derler.
    Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri bizlere yakînî iman nasîb etsin... Cümlemizi afv ü mağfiret buyurup, bütün büyüklerimizin gittikleri güzel ve hakîkî iman ve İslâm yolundan ayırmasın... Nefis ve şehvetin esîri olup, dünyası için âhiretini terk eden veya ihmal eden zavalılardan etmesin... Âmin, bihürmeti seyyidil-mürselîn.
    EK:
    MEHMED ZÂHİD KOTKU RH.A EFENDİ HAZRETLERİ'NİN TAVSİYELERİ
    Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
    Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn. Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
    Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi!..
    Benim çok sevgili ve hakikatli kardeşlerim! Büyüklerimizin nasihatlerinden bazılarını size da hediye etmeyi kendime bir borç saydım:
    1. Her şeye başlarken besmeleyi ve Cenâb-ı Hakk'a hamd ü senâyı ve Peygamber Efendimiz'e salât ü selâmı, kat'iyyen dilinizden bırakmayınız ve gönlünüzden çıkarmayınız!
    2. Cemaate, cumaya, bayramlara, derslere devâm ediniz! Evrâd ve ahdinize, vaadinize dâimâ vefâ üzere olunuz!
    3. Namazı, zekâtı, haccı, orucu, vakitlerinde îfâ edip; emr-i bil-ma'rûf ve nehy-i anil-münkeri ve emâneti edâ ediniz.
    4. Birbirinize kat'iyyen buğz ve hased etmeyiniz ve arka çevirmeyiniz! Dâimâ ihvan olarak kardeşçe yaşayınız!
    5. Dâimâ tahsil-i ilim üzere olup cehilden korkunuz ve nâsa anlayamayacakları ve akıllarının ermediği şeyleri söylemeyiniz!
    6. Kur'an okumasını muhakkak öğrenip, dâimâ okuyunuz ve evlâdınıza da mutlaka okutunuz! Cehil çok fenâdır.
    7. Avret yerinizi hiç bir yerde açmayınız ve kendinizi kadınlara benzetmeyiniz; Avrupalılaşmayınız!
    8. İhtiyacın fevkinde yüksek binalara özenmeyiniz! Yeni binalara kurban kesmeyiniz! Kurbanlarınızı yalnız Allah için kesiniz!
    9. Fâizden, haram yemekten, yetim malını yemekten, çalınan ve zulüm ile alınan malları yemekten sakınınız!
    10. Ulemânın, meşâyihin, vâlideynin kalplerini kırmaktan, onlara en ufak bir eziyeti yapmaktan son derece sakınınız!
    11. Sünen-i seniyyeye ehemmiyetle son derece riâyet edip, kalıp ve kıyafette hiçbir vechile ecnebî âdetlere kendinizi kaptırmayınız!
    12. Büyük ve küçük bilumum günahlardan son derece sakınınız ve sakınmayanlardan uzak olunuz!
    13. İçki içenlerden ve müskîrât kullananlardan olmayınız ve onlardan uzak olunuz!
    14. Ecnebî hatunlardan, bilumum lehviyat yerlerinden ve eğlence yerlerinden korkup kaçınız!
    15. Taamlardaki bid'atlerden, Kur'an ve hadisten gayri şeylerle amel etmekten ve bilcümle israflardan sakınınız!
    16. Bilâd-ı küfürden gelen yiyecek ve giyecek ve içecek şeylerden son derece dikkatli ve ihtiyatlı olup, onlara tenezzül etmeyiniz, kullanmayınız!
    17. Sahàbe-i kirâma ve evliyâ-i izâma sövenlerden ve müçtehidîn-i kirâma, sâdât ve selefe taan edenlerden uzak olunuz!
    18. Muhârebe meydanından kaçmayınız! Tâun ve vebâ hastalıklarının bulunduğu yere girmeyiniz ve şâyet orada iseniz çıkmayınız! Meşâyıh ve ulül-emre itâatsizlikten sakınınız!
    19. Evkaf malından, bey'-i fâsitten, noksan tartmaktan ve meyvaları olmadan satmaktan ve vakfı tebdilden sakınınız!
    20. Elfâz-ı küfürden ve haram sözlerden ve bilhassa yalandan ve efrenç sözlerden; emirlik, imâmlık, kadılık hizmetlerinden sakınınız!
    21. Ayakta bevletmekten, yolları kapamaktan ve pislik dökmekten sakınınız!
    22. Zühd, verâ', velâyet, keşf ü kerâmet, ilham ve rü'yetullah ve rü'yetün-nebî SAS dâvâlarında bulunmayınız!
    23. Bilcümle zînet ve mal zâyiinden sakınınız!
    24. Camilerde son derece edebe riâyet edip, ses çıkarmayınız. Mecnun, dilenci ve bebekleri câmiye sokmayınız.
    25. Mecbur olmadıkça el ve baş ile selâm vermeyiniz, âlimden gayrı kimsenin elini öpmeyiniz!
    26. Evde köpek saklamayınız ve koyunun küçük yavrusunu kesmeyiniz!
    27. Hırsızlardan, hâinlerden, müflislerden, Hak'tan meyleden ulemâ ve müftülerden ve câhil tabiplerden olmayınız!
    28. Bilumum ecnebî adet ve an'anelerinden ve göreneklerinden ve lüzumsuz yere bostan bile kullanmaktan çekininiz!
    29. Hiçbir zaman zulüm işlemeyiniz ve mazluma dâimâ yardımcı olmayı borç ve vazîfe biliniz!
    30. Allah-u Teàlâ'nın varlığına, birliğine kuvvet ve kudretine, her şeyi görür, işitir ve bilir olduğuna; herkesin ona muhtaç olup, onun hiç bir şeye muhtaç olmadığına, doğmadığına ve doğurmadığına ve hiçbir şeyin kendisine benzemediğine; meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hesâba, mîzâna, cennet ve cehennemin varlığına; kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna, öldükten sonra tekrar dirilmeğe inandım ve iman getirdim. Eşhedü en lâ ilâhe illallàh, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû.
    Her gün akşam ve sabah tekrar tekrar okuyunuz.
    31. Ashâb-ı tevâz�dan ve her veçhile sahib-i mahviyetten olup, kendinize varlık ve benlik verecek şeylerden ve üstünlük gibi meziyetlerden kaçının! En büyük meziyet ve şiârınız yokluk olsun ve ölümü gözünüzün önünden ayırmayın! Hiçbir zaman Hak'tan ayrılmayın! Hakk'ı dâimâ zikredip emirlerinden dışarı çıkmayınız ve tesettüre son derece riâyet edip Hakk'ın sevgili ve iyi bir kulu olmaya çalışınız. Dininizin bütün erkân ve usûllerini öğrenip, evlâtlarınıza da öğretiniz!
    Cenâb-ı Hakk'ın selâm ve rahmeti üzerinize olsun, sevgili ve kıymetli kardeşlerim!..
    لا اله الا انت سبحانك انى كنت من الظالمين


  3. #3
    ***
    DIŞARDA
    Points: 4.598, Level: 43
    Points: 4.598, Level: 43
    Level completed: 24%,
    Points required for next Level: 152
    Level completed: 24%, Points required for next Level: 152
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Kahramankentli - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Aug 2009
    Yer
    Edeler Diyarı
    Mesajlar
    0
    Points
    4.598
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart Cevap: Prof. Dr. M.Es'ad COŞAN (Rh.A) Hoca Efendiden Ahlak Eğitimi

    İFFET
    İffet, lügatte, nefsi haramlardan ve menâhîden, yâni yapmamakla emrolunduğumuz bütün yasak şeylerden men etmeye derler. İffet, her insan için lâzım olan en güzel ahlâklardan birisidir. İffet, bizim lisânımızda, namusun muhafazasına da denir. Ahlâkan düşük, kötü huylu ve kötü yollarda bulunan kişilere de, "Ne iffetsiz adam!" dediğmiz ma'lûmdur. İffet aynı zamanda fakirlik ve zaruretini saklayıp, halini ve ihtiyacını muztar kalmadıkça kimseye açmayan kimselere de denir.
    Zaruret sahibi oldukları halde, hallerini ketm edip, açlığa ve zaruretlere tahammül eden, Rasûlüllah SAS Efendimizin talebeleri ve aynı zamanda, fî sebilillah harbe hazır askerleri mesabesinde olan ashab-ı kiramdan, Ashab-ı Suffe denilen ve bazan sayıları 400'ü bulan ve ömürlerinin büyük bir kısmını oruçla ve Peygamber SAS Efendimiz'in hadislerini dinlemek ve ezberlemekle geçiren, bu muhterem zevat hakkında, husûsî ayet nâzil olmuş ve Sûre-i Bakara'nın 273. ayet-i celilesi ile medh ü senâ buyrulmuşlardır. [Yapacağınız hayırlar, kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun! Bilmeyen kimseler iffetlerinden dolayı onları onları zengin zanneder. Sen onları yüzlerinden tanırsın; çünkü onlar yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.]
    Birgün Efendimiz SAS Hazretleri de onların hallerine bakarak, fukaralıklarını ve çekmekte oldukları zahmetleri gördü. Mübarek kalblerini tatyîb için:
    "--Ey Ashab-ı Suffe! Müjdeler olsun ki, her kim sizin şu bulunduğunuz hal ve sıfattan ve bulunduğu halden razı olarak bana mülâkî olursa, o benim refîklerimdendir." buyurarak onları sevindirmişlerdir.
    Yukarıdaki mezkûr ayet-i celilenin hükmü umûma da şâmildir. Binâen aleyh, Allah rızası için medreselerde dirsek çürüterek, veya düşmana karşı koyarak, veya Allah rızası için amme hizmetlerine kendini vakfederek nafakasını kazanmaya vakit bulamayan veya kudreti yetişmeyen fukara-yı müslimîn, hep bu hükme dahildir.
    Binâen aleyh, bunlara verilecek sadaka ve yardımların en makbul ve yerinde olan birer hayır olduğu, merhum Mehmed Hamdi Elmalı'nın tefsirinin ikinci cild 939-941. sayfalarında pek güzel açıklanmıştır. Hattâ zenginler ve cahillerin bu gibi fukarâ-yı sàbirîni, hallerini açıklamadıklarından ötürü zengin sandıkları, yine mezkûr ayet-i celilede;
    "İffetlerinden dolayı, tanımayanlar onları zengin zanneder." buyrularak bildirilmektedir.
    İffetli bir insana --ister kadın, ister erkek olsun-- iffetsizlik isnat etmek de, en büyük günahlardan biridir. Zîrâ iffet, insanın en büyük şerefidir. Bunu ihlâl etmek kadar kötü bir şey olamaz. Kişinin nefsinin esiri olup da hevâ-yı hevesine uyarak yapacağı günahlar sebebiyle iffetinin zâil olması, ne kadar fenâ bir şeydir. Hele hanımefendilerin istikballerinin ne büyük tehlikeye düşeceği de unutulmamalıdır.
    Bundan nâşidir ki, bir iffetli kadına iftira eden, fi'l-i şen'î isnad eden kimse, bunu dört şahitle isbat edemediği takdirde, kendisine şer'an seksen deynek vurulması ve şehadetinin (tevbe etmedikçe) kabul edilmemesi gibi ağır bir ceza verilmesi, şüphesiz pek yerindedir. Her kabahate iki şahit yettiği halde, buna dört şahit istenmesi de şâyân-ı dikkattir. Günah bahsinde, iftiranın nasıl büyük bir günah olduğu da ayrıca bildirilecektir.
    İffetsizlik, hayâsızlığın ta kendisidir. Hayâ ise imandandır. Hayânın olmadığı yerde, imanın da olmayacağı bir çok mu'teber kitaplarda zikr olunmaktadır. Hayâ ile imanın bir karın kardeşi oldukları, imanın bulunduğu yerde behemehal hayânın da bulunacağı ve hayânın bulunmadığı yerde ise imanın da bulunmadığı, yâni o anda imanın, o kimsenin sırtından esvabının alındığı gibi alınacağı da bildirilmiştir.
    Cenâb-ı Hak cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammed'i razı olmadığı bütün kötü ve yaramaz huylardan emin ve mahfuz eylesin ve razı olacağı bütün iyi ve güzel huyları ve ahlâkları nasib ü müyesser eylesin, âmîn...
    İHSÂN
    Bu hususta cömertlik bahsinde geniş tafsilat verilmiş olduğundan onunla iktifâ edilmiştir.
    TESLİMİYET
    Güzel ahlâklardan biri de teslimiyettir. Yâni, Hakk'a mutî ve emirlerine münkàd olup, hayır ve şer bütün hükümlerine razı olmak ve ondan gelen her şeyi hoş görmek; her başına geleni, Allah'tan bilmek, feryad ü figan etmeyip, hemen emrine teslim olmaktır.
    Erbâb-ı tarîkat, teslimiyette pek ehemmiyet vermiş, üstadına tam mânâsıyla teslim olmayan müridleri, müridden saymamışlar ve bunun için kendilerini imtihan etmek üzere bazı ağır işleri kendilerine tahmil etmişler; yapamayanlar kapı dışında kalıp, kendi kendilerini aldatmışlardır. Bunun için Niyazi merhum bir şiirinde:
    Yağma edersin varlığın,
    Gider gönülden darlığın.
    Mahveyle sen ağyarlığın,
    Yar olısar mihmân sana!

    Sermaye bu yolda heman,
    Teslim olur, buna inan.
    Sıdk ile Allah'a dayan,
    Etmez mi gör ihsân sana!

    Bütün sermayenin hemen teslimiyette olduğu pek güzel bir şekilde açıklanmıştır. Teslimiyet, hemen Allah'ı iyi bilmekten neş'et eder. Çünkü, bizi en güzel sûrette ve hiç kimsenin müdahalesi olmadığı halde, ana rahminde, şu güzel sûret ve sıfatla, akıl ve havassımızla en güzel ve en mükemmel bir kul olarak yaratan, Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın emirlerine teslim ve inkıyâdı, hiç şüphesiz, insan kendisine vacib hattâ farz bilir de, çok hem de çok rahat ederek hayatını geçirir ve öylece Mevlâsına rücû eder.
    Erbâb-ı tarîkatta ise teslimiyetin pek büyük ehemmiyeti vardır. Teslimiyeti tam olmayan mürîdânın, bu yolda kat'-ı tarik edip, kemâle ulaşmaları mümkün olmamıştır. Teslimiyet, tevekkül ve tefevvüz, inşâallah tevekkül bahsinde zikrolunacaktır.
    SÜKóT VE AZ KONUŞMA
    İrfan yolcularının altı esasından biri de az konuşma ve sükûttur.
    a. Sükût Hakkında Ayet ve Hadisler
    Birinci nevi': Az konuşma hakkında ayet-i kerimeler ve ehadis-i şerifelerdir.
    Ben yalnız size bir tanesinden bahs edeceğim. Kaf Sûresi'nin ikinci sayfasında, 18. ayette:
    "Siz hiç bir söz konuşmazsınız, ancak o sizin konuştuğunuzu zabt eden, hıfz eden, gözleyen, hazırlanmış gözcü melekler vardır." buyruluyor.
    Bunlar sizin konuştuğunuz herşeyi gerek lehte ve gerek aleyhte, gerek sevap gerek günah, hiçbirini kaçırmadan güzelce zabt ve muhafaza ederler. Tıpkı sizin teyplerinizin, konuşulan sözleri alıp, zabt ettikleri gibi, bir misal olarak zikredilebilir.
    Binâen aleyh, konuşurken çok dikkatli olmak ve lüzumsuz, faydasız sözleri söylememeye, hele gıybet dediğimiz, çekiştirmeyi kat'iyyen yapmamaya gayret etmelidir. Zîrâ hadis-i kudsîde beyan buyrulduğu vechile:
    "--Ey Ademoğlu, eğer sen kalbinde kasavet, vücudunda hastalık, rahatsızlık, rızkında darlık ve zorluk görüyorsan; iyi bil ki, sen boş ve faydasız sözlerle vakitlerini zayi ediyorsun!"
    Ki, onun cezası olarak kalbinin katılığı, vücudunun hastalığı, rızkının darlığı ile uyandırılmak istendiğini anlamak gerektir.
    Bazan insan, ben bu kadar iyi bir kimseyim diye kendine hüsn-ü zan eder de, acaba bu musibetler bana neden ve nereden geliyor düşüncesine kapılır. İşte bunun yegane sebebi, hesaba katmak istemediğimiz veya bilemediğimiz bu sebep, vakitlerimizin de zayiatına yarayan boş laflardır.
    Fakat bunu anlamak ve bundan dönmek kadar da zor bir şey olmadığını göregelmekteyiz. Bu bir alışkanlık eseri olarak, kimbilir ne zamandan beri devam edegelmektedir. Şimdi anladık amma, terki çok müşküldür. Büyük riyazetlere ve mücadelelere ve halvetlere, uzletlere devam neticesinde, belki de Cenâb-ı Hakk'ın inayetine mazhariyetin ve mücahededeki azmin sayesinde kurtulmak mümkün olabilir.
    Bunlar yapılmadıkça öyle kuru kuruya okumakla, dinlemekle veya bilmekle bunları halledip, sükût sahibi, vakar sahibi olarak nefeslerini boşa geçirmeyip, zikrullah ile meşgul olabilmek, kolay bir şey değildir. Herhalde mücahedelere azim ve sebatla devam etmek gerektir.
    Maazallah, bir memleketi işgal eden bir devlet ve ordusu, artık oradan kolayca, "Alın memleketinizi!" deyip bırakıp gider mi?.. Herhalde eğer onu oradan çıkarmak istiyorsak, her hâlükârda, neye mal olursa olsun, kanlı mücadelelerin neticesindeki zafere bağlı olduğunu hepimiz pek iyi biliriz. İşte Çanakkale, işte Anadolu, İşte Filistin ve Kudüs! Bak gürültüye pabuç bırakan var mı? Herhalde mücâhede ve zafer gerekir, yokla lafla hürriyet olmaz.
    Aynı bunun gibi nefsin elinden kurtulup, insanlıkta matlub olan kemâli elde etmek için, nefsi ve şeytanı yenmedikçe ve bunları mağlup edip yere sermedikçe, insan ne dünyada ve ne de ahirette rahat ve huzur bulamaz. Bunlar ise diğer düşmanlar gibi, el ile tutulur, göz ile görülür cinsten olmadıklarından ötürü, bunlarla mücâhede, düşmanlarla yapılan mücâhededen daha zordur.
    Bir de şu var ki, düşman bizi mağlup etse dahi, en nihayet onların idaresinde yine yaşar ve dünyalıklarımız temin ederiz. İşte bugün dahi olduğu gibi, bir çok hristiyan memleketlerinde müslüman tüccar, sanatkâr ve işçiler mevcuttur. Bunlar dünyalıklarını pek a'lâ temin ettikleri gibi, içlerinde dînî ve millî akidelerini muhafaza edenleri de çoktur.
    Fakat bu nefsi emmare ki, şehveti, gazabı, kin ve hırsı, hased ve riyakârlığı, kibir, gurur ve azametiyle şeytanın esiri olup, maazallah bir kere de Allah'ı, zikrini, ibadetini unutturdu mu; tamam, artık bir şey istemez. Bunun için gerek Cenâb-ı Hakk'ın ve gerekse Peygamber SAS Efendimiz'in ve büyüklerimizin sözlerine, nasihatlerine son derece ehemmiyet verip, daha küçük yaşdan itibaren nefsiyle mücadeleye alışmak ve ona hiç bir zaman teslim olmamak, hem İslâmî hem de insânî bir vazifedir.
    Çok yeyip vücudu semizlendirmek ve çok uyuyup ömrü zayi etmek ve çok konuşup vakitleri boş yere harcamak, pis ve günah yerlerde geçirmek, elbette ne müslümana ne de insana yakışır bir şey değildir. Çünkü müslüman öldükten sonraki ahiret àlemînde, bu hayattan sorulacak;
    "--Dünyada hayatını nasıl geçirdin? Paralarını nasıl kazandın, nerelerde ve nasıl harcadın? Ömrünü, gençliğini nasıl geçirdin?" gibi soruların cevabını vermek mecburiyetinde kalacaktır.
    İnsan velev müslüman olmasa bile, hayvan olmadığı için, o da hayatından sorumludur. Çünkü dünyada ona düşen ilk vazife, kendini yaratan yüce Rabbini tanımasıdır. Bundan sonra da, ilâhi emir ve yasakların ışığı altında hayatını geçirmek mecburiyetindedir. Kul, insanlık sıfatını taşıdığından dolayı, mutlaka insana yakışan şekilde yaşaması ve insanlığa zararlı değil, faydalı olarak yaşaması icab ederken, bunu terk ve ihmal ederse, mes'uliyeti ağır olup, cezasının cehennem olacağını unutmamalıdır.
    Evet, insan belki imansız olabilir ve istediği gibi yaşar. Amma, muhakkak ölümle biten bu hayatın arkasındaki ahireti unutmamak gerektir. Buna inanmamak, Allah'ın varlığına inanmamak demektir. Bundan da daha büyük cahillik ve gaflet olamaz. Allah razı olsun, bizleri uyandırmaya sa'y ü gayret gösteren bil-umum büyüklerimizden... Eğer onlar ve onların güzel eserleri olmasaydı, nefis ve şeytanın bizleri bir lokmada yutacaklarından hiç şüphemiz yoktur.
    Şimdi Ma'rifetnâme sahibinin 318. sayfasından itibaren, çok konuşmak hususunda söylediklerini can kulağıyla bir dinleyelim:
    Ey aziz kardeş! Bu vücud sağlığı ve rızık bolluğunun en güzeli, hayvanlarda var. Eyyûb Sultan'daki güvercinlerin yaşayışını sen görmüyor musun? Hele Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere'deki güvercinlerin sayesinde biz insanlar da yaşıyoruz. Sakın ve sakın sen böyle bir hayata özenme! Maddi rızıkların ne kıymeti olur? Onların kıymeti ancak çıkardıklarımız kadardır. Tenezzül edilecek bir şey değildir. Ona ancak hayvanlar özenir.
    İnsanların gayesi, gönüllerinin arzusu olan mânevî rızıklardır ki, ancak bunlarla Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın rızasını ve ahiretin sonsuz nîmetlerini kazanabiliriz. Bu fânî ve sonu gelen nîmetlerin ne kıymeti vardır?
    Öyle ise, sen bu ebedî nîmetlerden bizleri mahrum eden çok laftan sakın ve bahusus kardeşler arasını açan dedikodu ve mâsivâ dediğimiz gıybetler tamamen yasaktır ve haramdır. Zinhar bir müslüman kardeşinin aleyhinde, hiç amma hiç konuşma! Ona bir kırgınlığın dahi olsa, konuşanlara da müsaade ve müsamaha etme! Herkesin kusuru, günahı kendine aittir. Sen dâimâ ayıp örtücü ol!
    Ayıp açmak, kusur, kabahat görmek kendini bilmemek ve görmemekten ileri gelir. Bir kere şöyle dikkatle kendimizi yoklayacak olursak, kimbilir ne kadar yüz kızartıcı hallerimiz olmuştur. Hiçbir şeyimiz olmasa bile gafletimiz yeter. Eğer kendimizi olgun bir insan sanıyorsak, bu da büyük bir hatâdır. Çünkü olgun bir efendi, kat'iyyen kimseyi gıybet etmez, kusur ve kabahatini açmaz.
    İnsanların güneş gibi ammeye faydası olması, geceler gibi de ayıpları örtmesi, yaz gibi herkesi ısıtması, su gibi akıp herkese hayat bahşetmesi gerektir. Böyle olmayıp da ömürlerini boşuna geçirenlerin zararları hem kendilerine, hem de örnek oldukları diğer kimseleredir. Nitekim, Hadis-i şerifin arkası şöyledir:
    "--Ey ademoğlu! Bu kadar çok lafla, sözle, hikmet denilen nîmeti nasıl umarsın?.. Hikmeti, kalbinin ve lisânının sükûnetinden iste! Yâni, hikmeti ancak o zaman bulabilirsin."
    Hikmet bir nîmet ve devlettir ki, her kime verilse, o kimseye hayr-ı kesir verilmiş demektir. Onun için (İnnâ a'taynâ) suresindeki (kevser) kelimesini, hikmet ile tefsir edenler de olmuştur.
    Lügat-i Remzî'de hikmet şöyle tarif edilmiştir: Adl, ilim, hilim, nübüvvet, Kur'an-ı Kerim, esas İncil-i Şerif'e denildiği gibi; Allah-u Teàlâ'nın emirlerindeki gayesini, şek ve şüpheden àrî olarak eşya ve mevcudatı bilmek, hayırlı işler işlemek sıfatı ve eşyanın hakîkatine muttali olmak ve mevcudatın ahval ve keyfiyat-ı hariciye ve batınıyesinden bahs eden ilme hikmet denir.
    Ulûm-u sâire, yâni diğer ilimler onun ecza ve fürûudur. Esas olan ilim, hikmet ilmi olup, sâir ilimler onun fer'idir. Cenâb-ı Hakk'a tâat, fıkıh ilmi, din, dini ile amel, Allah-u Teàlâ'nın emirlerine ittibâ, havf, haşyet, zekâ, idrak, takvâ, akıl, işinde, sözünde ve hareketlerinde isabet ve tefekkür mânâlarını taşır ki, hemen her şey bunun içinde mevcuttur.
    Kevser'in diğer mânâlarıyla beraber, bir de bu mânâda tefsiri yerinde olmuştur. Binâen aleyh, böyle bulunmaz bir nîmetin, çok konuşan kimselere verilmemesi, en büyük bir cezaya çarptırılması demektir.
    Öyle ise ey muhterem kardeş! Sakın nefsine aldanıp da, àleme kendini beğendireceğim diye, ağzına geleni söylememeye alışmanı hem tavsiye, hem de rica ederim. Hem kendi ömrünü ve hem de başkalarının vakitlerini zayi' etmekten kork ve kaçın!
    Hadis-i şerifin üçüncü bölümünde:
    "--Ey ademoğlu, hiç bir kimseyi ebediyyen gıybet etme! Muhakkak her kim gıybeti terk ederse, içinin nuru ve esrarı dışına çıkar." buyurulmuştur.
    Yâni herkes istifade eder demektir. Madenlerin yer altından çıkıp beşeriyetin faydalandığı gibi, esrar hazineleri kerametler zahir olur. Hak Sübhànehû ve Teàlâ'ya muhabbeti zàhir olur, artar ve dâim olur. Kadir ve kıymeti de o derece yüksek ve âlî olur.
    Hadis-i şerifin dördüncü bölümünde de şöyle beyan buyrulur:
    "--Ey ademoğlu, senin lisanın doğru olmadıkça, dinin doğru olmaz; kalbin doğru olmadıkça dilin doğru olmaz; benden hakkıyla utanmadıkça, kalbin de doğru olmaz."
    Az konuşma, günahlardan kaçmak, muradlarına nâil olmak, insanlarla hüsn-ü muaşeret etmek ve esrarı muhafaza etmek gibi bir çok faziletleri hâvîdir. Zîrâ, insanın selâmeti, dilin muhafazasına bağlıdır. Buyrulmuş ki,
    "--Söylersen hayır söyle veya sükût eyle!"
    Dil, vücudun ufak bir parçasıdır; fakat kabahati, günahı hepsinden büyüktür. Alenî hatası çoktur. Cennet de onunla kazanılır, cehennem del. Kim ki sükût eder, her belâdan kurtulur. Kim ki yalan söyler, o kimse zarar ve ziyanda olur. Yalan söylemek, imandan uzaklaşmaktır. Yalanın en kötüsü, iftiradır. Rüyada çok söylemek Allah-u Teàlâ'ya iftiradır.
    Gıybet sözlerin en kötüsüdür ve İslâm'daki zinadan daha eşed ve haramdır. Gıybet olunan mü'mine yardım etmek, yâni onu müdafaa etmek, kıyamette Hakk'ın affına mazhar olmaya sebeptir. Mü'min hiç bir zaman ta'n edici, lanet edici ve hayasız olmaz. İnsanları ayıplayan, kendisi o aybı işlemedikçe ölmez.
    Kur'an'ı erkânına riayet ederek tertib üzere okuyunuz! Ehl-i fıskın okuduğu musikî ve teganni ile okumayınız. Kelime-i tayyibe, yâni güzel söz ve sohbetler sadakadır. Kardeşlerin yüzlerine gülümseyerek bakmak sevabdır. Yemek yedirmek ve gece nafile namazlara kalkmak ve kılmak, güzel, doğru ve edebe riayetle konuşmak, Hazret-i Allah'ın rızâ-yı şerifini celbeder.
    Kalbin safası iki huyda tamam olur: Birisi malının fazlasını vermekte, biri de sözün fazlasını, lüzumsuzunu tutmaktadır. Çok gülmek insan kalbini öldürür. Çok şaka ve latîfe, kişiyi ateşe götürür. "Fâsık medh olunduğu zaman, yâni Allah-u Teàlâ ve Tebâreke Hazretleri'ne karşı isyan edip, tâat-ı ilâhiyeden huruc eden kimse medh olunduğu zaman, Cenâb-ı Hak gazab edip, Arş titrer." buyrulmuştur.
    Mü'mini yüzüne karşı medh etmek, onu kesmektir. Kişi dilini muhafaza etmedikçe, imanın hakîkatini bulamaz. Allah hakkı için, zindanda hapis olmaya, lisandan daha elyak bir şey bulunmaz. Lisanın sükûtu öyle mümtaz bir hikmettir ki, onu işleyen pek azdır. Zikrullahtan gayri kelamı çok etme ki, kalbin katı olur. Halbuki kalbi katı olan Allah-u Teàlâ'dan uzak ve àsî olur.
    Lisânına sahip olana müjdeler olsun ki, evine sığınıp nastan uzlet etmiştir. Her nîmet sahibinin hasetçileri bulunacağından, hacetlerinizin hasıl olması için onları saklayınız, ifşa etmeyiniz.
    Biz cemaat-i enbiya, emrolunmuşuzdur ki, nas ile akılları miktarınca tekellüm edelim. Sen bir kavme akıllarının ermediği sözü söylersen, ol söz onların çoğuna fitne olur. Öyle ise sakın insanlara akıllarının ermediği şeyleri, esrarları söyleme! Çünkü fitne uyur, onu uyandırma! Onu uyandıran tard olunmuştur, kovulmuştur.
    Sırları açmak, ifşa etmek haramdır. İfşa eden pişmandır. Kişi bir kimseye tenhada bir söz söylese, o söz onda emanettir. Onu kimseye söylemesin ki, hıyanetlik etmiş olur. Kâmillerin göğüsleri, gönülleri esrar hazinesidir.
    Sıddık-ı Ekber RA Efendimiz mübarek ağızlarında taş saklarlar, bu suretle çok söz söylemekten korunurlardı. Ancak zaruret zamanı taşı çıkarıp konuşurdu. "Bu dildir ki insanı belâlara ve kabih cefalara salmıştır." diye ahbaplarını uyandırırdı.
    İmam-ı Ali KV Hazretleri de buyurmuşlar ki:
    "--Eğer Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri'nin mübarek fem-i saadetlerinden işittiğim esrarı ben size söylesem, siz benim yanımdan çıkıp dersiniz ki, muhakkak Ali kezzabdır. Çünkü bunları benden başka kim işitmiştir? Kişi bilmediği şeyin düşmanıdır." buyurmuştur.
    Zeynel-Àbidîn KS Hazretleri de bir şiirinde bunu açıklamıştır.
    "--Susmak hikmettir. Fakat ona riayet eden çok azdır. Kimin ki mâlâyâni olarak kelâmı çok olursa, o kimsenin hatası da çok olur."
    Ebüd-Derdâ RA Hazretleri'nin rivayet buyurdukları bu hadis-i şerifdeki hükümden murad, ilimden bir hikmet olduğunu beyan buyurmuşlardır. Sükût, her ne kadar mu'teber bir nesne ise de, bunun tefekkürle birlikte olması matlubdur. Tefekkürsüz sükûtlar, mühim bir mânâ ifade edemezler. Sükûtu işleyenlerin azlığı da bunu müeyyeddir.
    Boş sözlerle vakitlerini geçirenlerin, hata ve günahlarının da o nisbette olacağı beyan buyrulmuştur. Sükûtun faydalarındandır ki, insanı ekseriyetle cehilden, sefihlikten men eder. Sükûta hikmet tesmiye olunmasının sebeblerinden biri de, hikmetlerin; sükût ile beraber olan düşünce ve tefekkürlerden neş'et etmesidir. Kalbde gayet nâfî mev'ızalar ve hükümler îras ettiğinden dolayı (hükmün) buyrulmuştur.
    Başka bir hadis-i şerifte:
    "Sükût ahlâkın başı ve esasıdır." buyrulmuştur.
    Hazret-i Enes RA'ın rivayet ettiği bu hadis-i şerif, bizlere sükûtun ne demek olduğunu pek güzel bir şekilde anlatmaktadır. Sükût olmadıkça, diğer güzel ahlâkların da bulunması çok müşküldür. Zîrâ lisan insanın tercümanıdır ve insanın kemâli, kelâmının altındadır. Binâen aleyh, sükût hâlini muhafaza edenlerin halleri mestur kalır. Ne olduklarının bilinmesi müşküldür. Fakat konuşan kimselerin sözlerinden, kemâl ehli kimseler onların ne kıratta adam olduklarını derhal anlarlar.
    Binâen aleyh sükût, câhilin cehlini örttüğü gibi, aynı zamanda ilim sahipleri için de güzel bir zînettir. Vakar ve sükûnet sahiplerinin konuşmaları da, gayet basîret üzerine olması gerektir. Konuşmalar ekseriyetle insanı, nefsini kontrol etmekten uzaklaştırır. Halbuki başlıca vazifelerimizden birisi de nefsimizi kontrol altında tutmaktır. Nefsini kontrola ve kendisiyle Rabbi arasındaki hallerin muhafazasına, ancak sükûtla imkân bulunabilir. Bu imkânı elden kaçırmamak için, her mü'min ve muvahhide yakışan sükûttur, vesselâm.
    b. Sükût İnsanı Günahlardan Korur
    İkinci nevi': Az konuşmanın günahlardan korunmayı, izzet ve ihtirâmı mûris olduğunu bildirir.
    Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
    Bu zaman sükût zamanıdır, evlere mülâzemet zamanıdır. İnsan iki küçük parçanın idaresi altındadır; bunlardan birisi yürektir, birisi de dildir. Gerçi tekellüm, insanda keramettir; lâkin sükût, her belâdan selâmettir. Lisân, insanın mîzânıdır. O bir arslandır ki, onu bırakmak çok tehlikeli ziyandır.
    Sükût, vakar elbisesidir, özür dilemene lüzum kalmaz. Söylemediğin söz, henüz kendi hükmün altındadır; söylediğin zaman, sen onun hükmü altına girersin.
    Az konuşan, pişmanlıktan emin olur. Kimin ki sükûtu uzundur, onun kadri cemildir. Kim ki her zaman ayıp örtücüdür, onun da ayıpları örtülü kalır; her gönül sahibi tarafından sevilir. Kim ki halkı gıybet eder ve laf taşırsa; o kimse bütün insanların sevmediği, buğz ettiği bir kimse olur.
    Çok kelâm çirkin ve ardır; sükût izzet ve vakardır. Sükût emn ü emândır. Kalbin sükûtu irfanı celb eder. Lisânın tehlikesi çoktur.
    Bu kadar diş, taş gibidir; lisân çakmaktır. Söz ateştir ki, onu söyleyen ahmaktır. Dinleyen, işiten ya pamukçu dükkânı ya baruthànedir. Pamuk ve baruta çakmak çakan divânedir.
    (Bu sözü çok dikkatli dinlemeni ve üzerinde durmanı tavsiye ederim. Çok konuşmayı bir meziyet sanıp da, her mecliste ileriye atılarak, bilgiçlik taslayan insanlara, ne güzel bir derstir. Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri cümlemizin muîni olsun...)
    Alışkanlık çok kötü bir adettir; terki de o nisbette zordur. Onun için, daha küçük yaşta iken sükûta alışabilmek meziyeti elbette çok gereklidir
    Üç nesne vardır ki, bütün âfetleri celb eder: Şaka, latîfe, boş ve mânâsız sözler... Gıybet edenlerin ve laf taşıyanların azabları şedîd olur; insanlardan ve Allah'tan uzak olurlar.
    Çok söz dostluğa zarar verir. Çok söz ayıpların meydana çıkmasına sebep olur, kalblerde adâvet peydâ eder. Acı söz söyleyenlerden ahbapları ve dostları nefret ederler. Dostların gıybeti rezâlet ve her yönden utanç vericidir.
    İnsanların akıllısı kat'iyyen mücadele yoluna gitmez. Ahmağı cezalandırmakta sükût kâfîdir. Kelime-i tayyibedeki fayda, sahibine aittir. Eğer kelâmda belâğat varsa, söylememekte de selâmet vardır. Latîfedeki âfet, korku ve tahkire uğramasına sebep olmasıdır. Söylersen doğru söyle; vaad edersen, îfa eyle!
    Yumuşak konuşmak ve selâmı açıklamak sünnettir. Yumuşak kelâm ve çok selâm, insanların kendisini sevmesine sebep olur. Güzel konuşmayı îtiyad etmek, insanların muradlarının husûlüne sebeptir. Sözde doğruluk, insanın selâmetini mûcibdir. Çok sükût, vakarı mûcibdir. Çok kelâm kulakları rahatsız eder. Bir iş için zorlamak, usandırmak, o işin men'ini mûcibdir.
    Çok gülmek, hafiflik ve utançtır. Çok şaka ve latîfe, töhmeti celb eder. Çok gülmek kalbi öldürür. Çok latîfe, cehil alâmetidir. Çok söz, noksan meânîden ileri gelir. Sükût, aklın zînetidir.
    Güzel sözlü ol, güleryüzlü ol! Aslâ yalan söyleme, kendini rezil eyleme! Sözü tatlı olan, gönüllerde aziz olur. Gülmesi çok olanın heybeti az olur. Kimin ki sözü mülâyimdir, onun muhabbeti lâzımdır.
    Sözleri doğru olanın, güzelliği fazla olur. Halktan şekvâ eden, Hak'tan şikâyet etmiş olur; hiçbir zaman şâkir olmaz. Gizli ayıpları sormak, kâmillere yakışmaz.
    Kendini medheden, kendini kesmiş olur ve kendini zemmeden selâmet bulur. Sözünde sadâkat, işlerinde rıfk, yumuşaklık, hâlinde güzellik, kişinin ind-i ilâhîde kabûlüne sebep ve işarettir. Kişi diliyle, yâni sözüyle insandır. Halbuki lisanı kendine, kendi varlığına düşmandır. Bed cevap, kötü söz söyleyen pişmandır.
    Àkil isana lâzımdır ki, cahile karşı hüsn-ü muamele, rıfk ve müdârâ eyleye... Doktorun hastasına yaptığı muamele gibi mülâyim söyleye...
    Dedikoduyu terk eden, gönül hoşluğunu idrak eder. Sükûtun menfaatleri sonsuzdur. En ednâ faydası, ömrünün selâmetidir. İnsanın canının helâki dilinin ucundadır. Sırrını sen sakla ki, sır emanet olmaz. (Buna çok dikkat etmek gerekir; sır başkasına söylenmez.) Sırrını emanet veren, selâmet bulmaz. Sırrını saklarsan, sırrın selâmet olur. Sırrı ızhârın sonu nedâmettir. Dostundan hiç bir nesne gizleme; lâkin her sırrı ona dahi söyleme!
    Nazım

    Açma râzı ki, zâr olmayasın,
    Mihnet ve kederde yâr olmayasın!

    Sakla sırrını ki, sır selâmet ola;
    Sırrını izhar eden melâmet ola!

    Âşikâre eden şikâr oldu,
    Fikrini fikreden fekkâr oldu.

    Nice sır var ki, ger zebâna gele,
    Nice canlar revâ-yı dünhâne gele!

    Dil kafesi râz-ı mürg-u vahşîdir;
    Mürg-u vahşî kafeste yahşîdir.

    Râh-ı devlette kim ki gence erer,
    Saklamazsa hezâr rence erer.

    Hak olan halka âşikâr olmaz,
    Sayd edeyim derken şikâr olmaz.

    c. Sırları Saklamak
    Üçüncü Nevi': Lisânın, vaktin, amellerin, ahvallerin, hayatın muhâfaza ve âfetlerden selâmetinin, sırları saklamakta olduğunu bildirir.
    Ey azîz! Ehlullah demişler ki, sükût, ilimlerin efdalidir ve Allah-ü Teàlâ'nın hikmetidir. Dil konuşunca, gönül sükût eylese, gönül hikmet söyler. Söz gümüş olsa, sükût altın olur. Çok konuşanlar çok kere pişman olurlar. Lâkin, her sükût eden sâlim olur.
    Lisânın sükûtu, lâfızların, kelâmın terkiyledir. Gönlün sükûtu, i'tirâzı ve i'râzı terk etmektedir. Gönlün sükûtu hayrete, hayret de vâridât ve keşiflerin vukûuna sebeptir. Ârif sükût eylese, hâline sahib olup. Sükût ile gönül gözü açılır, akıl ziyâde rahat bulur. Hemen dilini zabt eyle ki, onun ısyânı ve tuğyanı, diğer a'zâlardan daha eşed ve a'zamdır. Yine dilini bağla ve tut ki, onun fesad ve adâveti bütün a'zâlarınkinden daha zararlı ve umûmîdir.
    Böyle olunca lisânın muhâfazası, cümleden ehem ve elzemdir. Zîrâ lisanın muhâfazasında a'zâların muhâfazası da dahildir. Haberde gelmiştir ki: Âdemoğlu sabaha dâhil olunca cemî a'zâsı diline:
    "--Allah için müstakîm ol! Eğer sen doğru olursan, biz de doğru oluruz; eğer sen yamuk olursan, biz de yamuluruz." derler.
    Sözlerin insan a'zâları üzerinde iyiye de, kötüye de te'siri âşikârdır.
    Ey âdemoğlu, eğer yüreğinde bir berklik, katılık, bedeninde bir zayıflık, rızkında bir noksan buldunsa; anla ki, faydasız, boş sözler söylemişsin! O sözlerin te'sirinden ötürü bu belâlara düşmüşsün!
    Lisânın muhâfazasında, vakitlerin muhafazası da vardır. Çünkü insanın ekseriyâ sözleri boş ve mânâsızdır. Bunların hepsi de, vakitlerin zâyî olmasına sebep olur. Vakit ise nakittir. Hem de bir daha ele geçmesine imkân yoktur. Zâyî olan mal, mülk belki ele geçebilir; fakat kaybedilen vakitleri bulmak mümkün değildir.
    Şâir demiş ki;
    "--Bâtıl ile konuşmayı kasdettiğin zaman, derhal onun yerini tesbihlerle doldur! Kelâmın her ne kadar fasîh dahî olsa, sükûtu tercih etmek konuşmaktan hayırlıdır."
    Lisânın muhâfazasında, vakitler muhâfaza olunduğu gibi, amellerin muhâfazası dahi vardır. Zîrâ çok konuşan gàfil, elbette gıybet eder. Bu da onun hasenâtının, düşmanlarına gitmesine sebep olur. Bir ârif demiş ki:
    "--Eğer gıybet eylesem, kendi vâlidemin gıybetini ederim; tâ ki hasenâtım ona gide!"
    Bu, üzerinde dikkatle düşünülmesi îcâbeden bir husustur.
    Lisânın muhâfazasında, vakitlerin, amellerin, muhâfazası gibi, ahvâlin de muhâfazası vardır. Zîrâ dil, irfân hazînelerinin anahtarıdır. Binâen aleyh, çok sözle gönül, cevher-i hikmetten hâlî kalır ve ehliyetsiz kimselerin yanında zâyî olur.
    Lisânın muhafazasında, dünya âfetlerinden de selâmet vardır. Lisan, pusudaki arslan gibidir. Sükût, ondan emn ü emândır. Lisânın muhâfazası, iki cihanın selâmetidir demek oluyor. Ehl-i irfanın sermayesi sükût olmuştur. En metin kale, gönül ve cândır.
    Lokman Hakîm, Dâvûd Aleyhisselâm'ın huzuruna gelmişler, bakmışlar ki, demir parçaları onun elinde bal mumu gibi yumaşak ve istediği gibi küçük halkalar halinde birbirine eklenmektedir. Hiç görmedği bu sanata, Lokman Hakîm teâccüb edip, bunların ne olacağını sormak istediğinde, onun kalbinde olan hikmet, onu sormaktan men etti. Vaktâ ki, Dâvûd Aleyhisselâm, mucizesini tamamlayıp onu giydi ve Lokman Hakîm'e hitab ederek:
    "--Bu zırh insan için, muharebe esnâsında metin bir kaledir." deyince, Lokman Hakîm ona demiştir ki:
    "--Benim bu sükûtuma ne dersin ki, ben onu senden sormadım?"
    Hazret-i Dâvûd da cevaben:
    "--Sükût bir hikmettir ki, fâili azdır. Sükût, dil ve can için, konuşma sırasında gâyet mükemmel bir kaledir."
    Sükût eden selâmet bulur. Dilin hataları, helâkin en şiddetlisidir. Sırrın iyi bil ki, senin esîrindir ve sen onun emîrisin. İfşâ ettiğin zaman, sen onun esiri olursun. Her sözün bir yeri vardır. Her işte de bir maksat vardır.
    Dert yanmak, içini dökmek, er kişiye yakışır bir şey olmadığı gibi; aynı zamanda gönlün muhâfazası için --ki, hepimize pek lâzım ve mühimdir-- dili tutmamak ve her akla geleni hemen söyleyivermek, çok abes bir şeydir. Sonra insan binlerce defa pişman olsa da faydası yoktur ve olmayacağı da herkesçe ma'lûmdur.
    d. Az Konuşmanın Faydaları
    Dördüncü Nevi': Az konuşmanın faydalarıyla, halinin muhâfazasını bildirir.
    Ey azîz! Ehlullah demişler ki:
    Dilini altın muhâfaza eder gibi, muhâfaza eyle; yâni altınları nasıl saklıyorsan, dilini de öylece tut ki, sonra pişman olmayasın! Dilin iki dudak ve iki diş tabakası arasında yaratıldığının hikmetlerini unutma. O bize her zaman söylüyor ki:
    "--Az söyle, çok dinle!"
    Eğer böyle eder, az konuşur, sükûtu çok edersen, selâmeti bulursun. Kişi, kendi dili altında gizlenmiştir. Her ne ki lisana gelir, o ziyana gider. İnsanın bütün belâsı ve çektikleri, dillerinin belâsıdır. Nice boş sözler, sâhibi için noksanlıktır. Nice dil var ki, sahibine düşmandır. Meclis emânettir; meclislerde konuşulan sözleri dışarıya nakletmek o meclise hıyânettir.
    İnsanın salâhı, lisânının muhafâzasına ve cömertliğine bağlıdır. Evvelâ düşünüp sonra söylemek, en akıllı bir iştir. Akıllı insanın dili kalbinde, ahmak kişinin de kalbi ağzındadır. Hakkı söylemeyi ganimet bil, bâtıldan da sükût ile emîn ol! Her insan lisânıyla muâheze olunacaktır.
    Beyit
    Sükût eyle Hakkı ki, sükût içre var,
    Nice bin lisân ve nice bin beyân.

    Hayırlı söz, lâfzı kısa mânâsı geniş olandır. Nice sükûtlar vardır ki, konuşmaktan çok evlâdır. Çok konuşma, bir çok nîmetlerin elden gitmesine sebep olur. Dil hatâsı, ayak hatâlarından büyüktür. Dil yarası, hançer yarasından daha şiddetlidir. Lisânın muhâfazası, imanın başıdır. Konuşmalar, Allah zikrinin nûrlarını gönülden giderir. Çok söz, kalbi katı yapar. Katı kalbliler ise, Allah Teàlâ'dan ve onun rahmetinden uzak olan kimselerdir.
    Müjde o kimseye ki, lisanı sâkit ve kalbi zâkirdir. Yine müjde o kimseye ki, lisânına mâlik, her haline de şâkirdir. Lisânını muhâfaza eden, nefsine ikrâm eder. Hikmetle konuşan izzet bulur. Nâsa ancak bildiklerini söyle; bilmediklerini ve akıllarının ermeyeceği şeyleri söyleme! Güzel sözlerinle halka yakın ol, fakat gönlünle onlardan uzak ol!
    Bilmem demek ilmin yarsıdır. Ayıp örtmek, tam hilimdir. Fakirliğini halka açıklayan, velev rumuz ile dahi olsa, kendi kadir ve kıymetini yok eder.
    Malınla cömert ol ve lâkin sözlerinle sıkı ol. Malına karşı bahillik eden zelîl olur; sözlerinde sıkı olan, yani az konuşan, azîz olur. Gizli şeyleri saklamayan ahmaktır. Başkasının onu saklamayacağı muhakkaktır. Vâkıf-ı esrâr olmayana sırları açmak ve herkesin, her sualine cevap vermek doğru değildir. Kimseye karşı sakın çirkin hitaplarda bulunma ki, sen de mukàbil çirkin cevaplara muhatap olmayasın.
    Hikmetli sözleri ehli olmayana kat'iyyen söyleme. Haberde vârid olmuştur ki:
    "--İncileri köpeklerin boyunlarına asmayınız, takmayınız. Cevherleri hınzırların boyunlarına asmayınız!"
    Hikmet ise, inci ve cevâhirlerden çok daha kıymetlidir. Onun kadir ve kıymetini bilmeyen münkirlere söylemek, pek büyük hatadır. Eğer nutuk gümüş olsa, sükûtun altın olur.
    e. Gönüllerin Muhafazası
    Beşinci Nevi': Dilin sükûtunun, gönüllerin muhafazasına yaradığını bildirir.
    Ey azîz! Ehlullah demişler ki, âriflerin içinde esrar hazineleri vardır. Sakın bunları ehli olmayan kimselere söylemeyesin! Ehlinden de saklamamalıdır. Hak Teàlâ, bazı has kullarına tahsîs eylediklerini, avam kullarına vermemiştir. Zîrâ liyâkatleri yoktur. Bir hakîm, İlâhî hikmet ve havâssı bir kelime ile veya bir harf ile avamdan bir şahsa verse; o ârif hikmete muhalefet eylemiş ve kendi katlini hazırlamış olur.
    Ebû Hüreyre RA Hazretleri bir rivâyetinde:
    "--Ben Rasûl-ü Ekrem'den SAS iki ilim ahz eyledim. Birini halka ızhar eyledim, diğerini ise sakladım. Eğer onu da ızhar etseydim, benim boynum kesilir, yâni halk onu anlayamazlar ve benim katlime kadar giderdi." buyurmuştur.
    Nitekim, Hallâc-ı Mansûr KS da kendisine verilen hikmeti muhâfaza edemeyip, "Enel-hak!" dedi, başına kıyâmet koptu. Bunun gibileri pek çoktur.
    Cüneyd-i Bağdâdî KS Hazretleri de, bir dervişini esrarları ızhar ettiğinden ötürü tekdir etmişlerdir. Merhum, kitabının 323. sayfasında, irşâd sahiplerini îkàz edip, vasiyyet buyurmuştur ki:
    "--Eğer avamdan bir zât, tevâzû ile bizlere gelip, mutî ve emirlerinize münkàd ve hükümlerinize tam mânâsıyla teslim olarak, varını yoğunu hükmünüze bırakıp, her şeyden geçer. Yânî bütün dünyalığı, hatta çocuklarını da emrinize teslim eder, hizmetinize girerse, o zaman ona lâzım olan hizmeti îfâda kusur etmezsiniz; size kul olduğu kadar siz de ona hâmî ve muhafız olursunuz.
    O kimse ki dünyayı sever, evliyâyı inkâr eder ve câsus, hayâsız, münâfıklara havâssa mahsus hikmetleri söylerse; o zâlim, hikmet ve emânetlere hıyânetlik etmiş olmakla, kendisi de rahmet-i ilâhîden tard olunmuş olur. Zîrâ hikmet-i evliyâ, ilm-i ledünnîdir; ızhârı memnûdur. Havassa mahsus olan esrarın, avâma ifşâsı meşrû değildir. Izhâr edenin sözü dinlenmeye değmez.
    f. Sükûtun Kısımları
    Altıncı Nevi': Sükûtun kısımlarını, hal ve makamlarının neler olduğunu bildirir.
    Ey aziz! Ehlullah demişler ki, lisânın sükûtu gece uykusuzluğunun, yâni geceleri uyanık olup, ibâdet, tâat, tefekkür ve zikrullahla meşgul olmasının neticesidir. Çünkü gerek gece ve gerek gündüzleri uyanık olan zevât-ı muhteremler gönüllerinin şenliğinden canları kat'iyyen konuşmak istemez.
    Sükût iki kısımdır. Biri, dilin sükûtudur ki, Hak'tan gayrı birşey konuşmak istemezler. Gönüllerinin uyanık olması sebeyilme, mâsivâ ile vakit geçirmekten korkarlar ve dâimâ sükûtu ihtiyâr ederler.
    Birisi de, kalblerin sükûtudur ki, gönüllerine hiç bir havâtır gelmez. Zîrâ bilirler ki, gönül Rahmân'ın nazargâhıdır; Arşür-rahmân'dır. Orada mâsivâ ve hâtıralara mahal yoktur. Hem hiç bir kötü huy da kendilerinde bulunmaz. Ne hırs, ne haset, ne kin, ne gazap ve ne de kibir, gurur, azamet, hele riyâkârlığa ve şehvete dair birşey bulundurmazlar.
    O zaman tabiatiyle, gönüller hikmetle dolar. Konuştukları vakit etrafındakileri mest ve hayran edip, feyze gark ederler. Eğer dil ve gönülleri durmadan ağzına geleni konuşacak olursa, o kimse artık şeytan memleketi ve onun maskarası olur.
    Sükût, sülûk ehli için bir menzildir. Bunu geçmedikçe ebrâr denilen bahtiyarlar arasına girmek mümkün olmaz. Kalbin sükûtu ise, şühûd ehlinin sıfatıdır ki, bunlara mukarrebîn denilir. Sükût, mübtedîler için âfetlerden selâmettir. Mukarrebînlerde ise, Hak ile ünsiyete vesîledir.
    O kimse ki, herhalde sükûtu iltizâm eder, onun kimse ile bir sözü kalmaz; ancak Rabbi ile olur. Zîrâ insanın içinde mâsivâ olsa, o kimsenin sükût edip, susması mümkün olmaz. Ne zaman ki mâsivâ konuşmayı terk edip, Mevlâ-yı müteâl Hazretleriyle meşgul ola; o zaman selâmete erişip, mukarrebînden olur. Konuştuğu zaman hak üzere, dâimâ doğruyu konuşur. Bu doğru konuşma ve hak üzere konuşma, sükûtun mükâfâtıdır. Nasıl ki boş ve mânâsız konuşanların hatâlarının çokluğu, mâsivâ ile tekemmülerinin cezâsıdır. Mâsivâ ile konuşmak her vechile hatâdır.
    Sükûtun faydalarından biri ve hattâ en mühimi, kendilerine ma'rifetullahın zuhûrudur. Bu ise saltanatların ve saadetlerin en büyüğü ve en güzelidir. Bir kimse ki, ma'rifet nîmet-i celîlesine mazhar olmuştur; artık onun kadir ve kıymetini ta'rife ve tavsîfe kimsenin gücü yetmez.
    Ehl-i irfânın tasavvuf hakkında yazmış oldukları eserleri okuyup da, kendini bilmeyen cahil sofuların, o kelimelerle ma'rifet iddiasında bulunmaları kadar abes bir şey yoktur. İnsan olan onları okuyup, kendi noksanını anlar ve ıslah-ı hal etmeye çalışır. Bu ise en büyük meziyettir. Her ilim ehlinden okunarak öğrenilir. Bu kalb ilmi, gönül ve ahlâk ilmi ise, okumakla beraber, bu ilmin sahiblerine ihlâs ile yapılan hizmetlerin neticesinde, onlara Hakk'ın lütfu ve ihsanıdır. Onun için demişler ki:
    "--Mürşid-i kâmil olunca, sana mürşid olarak Kitap ve Sünnet-i Resûl yetişir."
    Fakat ne de olsa, dün ve bugün de göregeldğimiz bir şey varsa, o da ehl-i ilmin hemen ekserisi, nefislerinin esîri ve kölesi olup, gönül âlemiyle ilgi kuramamışlardır. Onların bilgileri ve kitaplarının mütâlaası, ömürlerinin sonuna kadar böylece devam edip gider de, gönüllerinden habersiz olarak nihâyet ahireti boylarlar. Bu sebepten olsa gerektir ki, irfan sahipleri, gönül sahipleri, muhabbeti ilâhîye, aşk-ı ilâhiyeye mazhar olan zevât-ı muhtereme, "Bu gibi gönülsüz, dünyaya meyyâl ve muhib olanlara esrâr-ı muhabbeti ifşâ etmesinler!" diye sıkı sıkı tenbihlerde bulunmuşlardır.
    Ancak, hakîkî tevbeye muvaffak olmuş ve dünyayı terk ile cân ü gönülden hakîkî ve tam mânâsıyla teslim olmuş bahtiyarlardır ki, esrâra vâkıf olabilirler. Sen de, fânî bir zâta tâlib olursan ki numûnesi, senin herhangi bir a'zândan kan aktığı vakit, onun da aynı a'zâsından kan arar derecede birliğe ulaşmış kimselerdir. Buna, fenâ fiş-şeyh derler. Tabii bu herkese müyesser olmaz. Ancak ve ancak hakîkî tâliblere nasîb olur.
    Kalb ilmi, ancak hal ilmidir. Tezekkür ve tefekkürler kalbe dolmuştur. Onun için birinin hali diğerine aks etmekte ayna misâlidir. İlm-i zâhir ise böyle değildir. Halbuki, bizlere islâmiyeti ta'rif edip anlatanlar diyorlar ki:
    "--Mü'minler ve müslümanlar bir cesed gibidir. Evet, cesedin herhangi bir tarafında bir ârıza olsa, bütün vücuda sirâyet eder. Bütün vücud, bundan müteessir ve müteellimdir. Halbuki, rahatsızlık, farz edelim ki ayağın parmağında veya tırnağındadır. Fakat bütün vücud bu ağrıya ve sızıya iştirak halindedir."
    İşte hakîkî müslümannın böyle olması lâzım gelirken, bugün bizlerin hali ağlancak derecede acıdır. Bu acıyı da kimse hissetmemektedir ki, bu hal acının daha acısıdır. Müslümanlık bir binâ gibidir. El ele verdikleri takdirde, birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe güzel işler başarırlar. Dinleri de dünyaları da ma'mur olur. Ne zaman ki, bölünürler, fırkalara, partilere ayrılırlar; işte o zaman tıpkı göçmeye yüz tutan bir bina gibi, ansızın yıkılıp giderler de haberleri bile olmaz. Allah muhafaza buyursun, âmîn...

    Azîz kardeş; sen bu sözleri sakın yabana atma! "Bak dünyanın her tarfında bir nizam cârîdir. Bizde de öyle olursa neden yıkılırmış?" deme! Ben yazmayayım, fakat sen düşün ve bul; emînim bulacaksın!
    Bir akşam, iftar vakti, radyoda bir konuşma yapan Diyanet İşlerine mensub bir müdür, konuşmasını, müslümanlıkta tevhîdin, birliğin lüzûmuna dâir yapıyordu. Bu arada şöyle bir de vak'a nakletti:
    Efendimiz SAS Hazretleri'nin zamân-ı saâdetlerinde ashâb-ı kirâm hazretleri, mescid-i şerifte öbek öbek oturmuşlar, muhabbet ediyorlarmış. Efendimiz SAS Hazretleri bunların bu hallerini beğenmedikleri için, bir beyânda bulunarak, bu halin iyi bir şey olmadığına, kötü ve fena âkıbet doğuracağına dâir sözleriyle onları îkàz buyurmuşlardır.
    Evet bu herkesin bildiği bir şeydir ve kàide hiç bir zaman bozulmaz. Ancak bozulan bir şey varsa o da kàideleri bozmaya çalışanlardır. İyi bil ki, sular toplandığı zaman ne kadar çok olursa, faydası da o kadar çok olacağından kimsenin şüphesi olmaz. Bu büyük suları arklara taksim edip dağıttığımız vakit, elbette kuvvetten düşeceği yine herkesce bilinir. Şimdi, şu parti, bu parti, acaba ne demektir? Biz, hep bir milletiz ve aynı dine mensubuz. Buna rağmen neden ayrılıklar yapıyoruz? Bunların zararının umum millete olduğunu halâ anlayamıyoruz.
    Azîz kardeş! Tefrikada azâb, vahdette saâdet ve selâmet olduğunu unutma! Kim ne derce desin, sakın aldanma! Bunu bütün kardeşlere duyurmaya ve birlikten ayrılmamalarını te'mine çalış ve çalıştır. Bak, Efendimiz SAS Hazretleri'nin nasîhatlerinin birinde, ihtilâf anlarında bile dâimâ büyük topluluğu, cemâati tercih edip, ihtilâfçıları kendi başlarına bırakmak sûretiyle cezâlandırdıkları bizlere anlatılmakla, güzel bir ders verilmiş olmaktadır.
    İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin, güzel ahlâklara sahip ve kâmil bir insan olmak isteyen her irfan sahibi için tertib ettiği eserinde, az yemek, az uyumak ve az konuşmak hakkında söyledikleri bütün sözler, hep birer ayn-ı hakikat olduğu, erbâb-ı ilim tarafından takdire şâyândır. Bunların hiç birisi hakkında ufak bir îtirâz dahî mesmu' değildir.
    Bütün kusur kendimizdedir. Biz ne zaman kendimizin ıslâhına gayret edersek, o zaman bumların ne kadar doğru ve lüzumlu olduğunu takdir ederiz. Şimdi ise hep nefislerin adamı olduğumuzdan ötürü, yiyip içmeye ve bol bol uyuyup, çok çok konuşmaya alıştığımızdandır ki, bunların zararını görmekten uzak kalıyoruz.
    Cenâb-ı Hak fazl u keremiyle bu gafleti üzerimizden gidersin ve bizi kâmil, olgun müslümanlar arasına ilhak buyursun, âmîn...
    لا اله الا انت سبحانك انى كنت من الظالمين


  4. #4
    ***
    DIŞARDA
    Points: 4.598, Level: 43
    Points: 4.598, Level: 43
    Level completed: 24%,
    Points required for next Level: 152
    Level completed: 24%, Points required for next Level: 152
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Kahramankentli - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Aug 2009
    Yer
    Edeler Diyarı
    Mesajlar
    0
    Points
    4.598
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart Cevap: Prof. Dr. M.Es'ad COŞAN (Rh.A) Hoca Efendiden Ahlak Eğitimi

    İNSANIN KALBİ
    Üçüncü fasıl; nev'-i evvel: Mevzi-i füyûz u irfan, derûn-u kalb-i insan olduğunu, âyât ü beyyinât ile bildirir.
    Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
    Hak Teàlâ kendi merhametiyle, kullarını kendisinden uzağa atmamıştır. Kemâl-i re'fetiyle, devlet-i ma'rifet ve muhabbeti, saadet, huzur ve kurbiyyeti onlardan esirgememiştir. Mahall-i irfanın gönlün içi ve insanın canı olduğunu ve kendisinin de kalblere rakib olduğunu bildirmiştir.
    Beyit
    İste sen de bu dostunu, sen ha;
    Mâsivâyı koy, anı bul tenhâ!

    İste sen de anı ki, ol ma'nâ,
    Eylemiş cümle àlemi ra'nâ.

    İste sen de anı ki, Rabbindir;
    Hem odur nur-u cümle arz u semâ.

    İste Hakkı anı, bir bâkîdir
    Hàlik u fânîdir kamu eşyâ.

    İkinci nev'i: Mahall-i irfan, kalb-i insan olduğunu ve kalbinden içeri teveccüh eden huzur-u üns bulduğunu bildirir.
    Ey aziz! Ehlullah demişler ki, Hak Teàlâ kullarına mü'min kulunun kalbinin genişliğini duyurmak üzere bir hadis-i kudsîde:
    "--O, bana arz ve semavattan daha geniştir." buyurmuştur.
    Beyit
    Ben matlûbum, kim beni taleb ederse bulur.
    Başkasını arayan kimse beni bulamaz.

    Ancak ben maksûdum; benden başkasını kasdetme!
    Hayrı çok olanlar, beni ararlar ve bulurlar.

    Ben, azabından korkulan, bütün àlemlerin Rabbiyim.
    Ey bütün mahlûkat; beni arayınız, bulursunuz!

    Ben, kendisinden başkasına ibadet edilmeyen tek ma'budum.
    Ben Cebbâr'ım; beni arayınız, bulursunuz!

    Ben, kadri çok yüce olan Melik ve Müheymin'im.
    Mülküm sınırsızdır; beni arayınız, bulursunuz!


    HASENÂTTAN KAÇMAMAK VE ETRAFINI MUHAFAZA ETMEK
    Hasenât bütün iyilikleri ve iyi amelleri içine alan bir kelimedir. Kötülüğün zıddıdır. Bunu bir zaman devam ettirip de sonra terk etmek çok kabihdir. Binâen aleyh, iyilikleri mümkün oldukça, iyi amelleri de ömür boyunca devam ettirmek gerekir.
    İnsanın kendini fenâlıklardan koruyup muhafaza etmesi nasıl lâzımsa, efrâd-ı ailesinin, akraba ve taallukatının, konu ve komşusunun, din ve milletinin de her fenâ cereyandan korunmasına gayret göstermesi de evâmir-i ilâhîler içerisinde ve ahlâk-ı hasenelerdendir.
    EZÂLARDAN UZAK KALMAK VE BElÂLARA TAHAMMÜL
    İnsanın kendisine başkası tarafından eziyyet yapılmasına nasıl içi razı olmazsa, kendisinin de başkalarına karşı, hattâ hayvanlara bile ezâ etmesi ve hattâ yapılan ezâları bile sabır ve tahammül ile karşılayıp mukabele etmemesi, ve hattâ o gibilerin ezâlarına mukabil ikram ve ihsânda bulunması, en büyük ve en güzel huylardan sayılmaktadır. Gayzlarını yutma, kabahat sahiblerini affetme ve üstelik onlara ihsan etmek de Kur'an'ın emirlerindendir. (Âl-i İmrân: 68)
    Belâlara sabır da ayrı bir meziyettir. Hem Hakk'ın kaza ve kaderine teslimiyettir. Hem de ahireti için çok büyük mükafatlar alacağına göre, belâlara sabretmek, onlardan şikayet etmemek de gerekir. Bu hususta yazılacak çok şeyler varsa da, bu kadarla iktifa ediyoruz.
    HAKKI GÖZLEMEK,
    HAK'TAN GAYRİDEN KESİLMEK VE
    KALBİN SÜKóNETİ

    Hakk'ı gözlemek, yâni Hakk'ın rızasını gözlemektir. Hak'tan gayrısından i'raz ise, Hakk'ın rızasını gözlemenin alâmetidir. Yâni açıkça emirlerine itâat ve nehyettiklerinden kaçmaktır. Hakk'ın razı olmadığı işleri yapanların kalblerinde sükûnet bulunmaz. Dâimî bir ızdırap içindedirler. Halbuki kalbin sükûneti, Cenâb-ı Hakk'ın zikriyle mümkündür. Cenâb-ı Hakk'ın zikri ise, emirlerine imtisâl ile, nehiylerinden kaçan kimselere müyesserdir.
    Erzurumlu İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin Ma'rifetnâme adlı eserinden:
    Üçüncü Nevi': Ey aziz! Ehlullah demişler ki, Hazret-i Habib-i Ekrem SAS Efendimiz, ümmetine şefat ve merhametiyle Hak Teàlâ'nın, kullarının kalblerine yakın ve rakip, nazır ve gözleyici olduğunu beşaretle buyurmuştur. Nitekim, ehad-i şerifesiyle işaret buyurmuştur ki:
    "--Rabbimi nûr-u mutlak bulmuşum ve muhakkak ben onu müşahede kılmışım. Gözlerim uyur, kalbim hiç uyumaz. Hazret-i Allah ile dâimâ huzurda bulunurum. Hak Teàlâ ile benim öyle bir vaktim olur ki, anda ne bir mukarreb meleğe itibar edebilirim ne de bir nebiy-yi mürsele iltifat edebilirim. Ancak onunla meşgul olurum. Rabbimin indinde beytûtet eylerim. Yâni, gece onun huzurunda, onunla ünsiyet eylerim; kendisi bana yedirip içirir.
    Kim ki beni görmüştür, hakîkaten o kimse Hakk'ı görmüştür. Kim ki benimle musafaha etmiştir, tahkîka ol kimse Hak ile musafaha etmiştir. Bu yedullahdır ki, onların elleri fevkındadır. Mü'minin kalbi, arz ve semadan geniştir. Mü'min, mü'minin aynası ve gözcüsüdür. Muhakkak Allah-u Teàlâ, mü'min kulunun kalbinde vaaz ve nasihat eyler. Allah-u Teàlâ , mü'minlerin kalblerine muhakkak hayır ilham eder.
    Ey benim ümmetim! Sizden biriniz yoktur, illâ ki, Rabbi onunla tercümansız tekellüm eder. Bir emri işlemek murad eylediğinde, kalbinden fetva iste! Eğer sana nas onunla fetva verirlerse de, onu işleme! Hak Teàlâ her emirde rıfk ve mülâyemeti sever. Hazîn ve rahîm olan kalbe, sohbetiyle nazar eder. Kulların kalbleri, yer üzerinde Hak Teàlâ için kaplardır. Onun indinde, onların en sevgilisi, refîk ve şefîk olandır. Şüphesiz Allah-u Teàlâ , sizin sûretinize ve güzelliğine bakmaz; lâkin kalblerinize ve niyetlerinize bakar.
    Şefkatli bir valide, evlâdının terbiyesinde her ne ise, muhakkak Rabbül-àlemîn andan daha erhamdır. Hiç bir mü'min yoktur ki, onun kalbinde gayb hazineleri olmaya. Hak Teàlâ bir kuluna hayır murad eyledikte, onun için kalbinden bir kapı açıp, acâib nîmetlerini ve garâib-i kibriyâsını ona gösterir.
    Hiçbir mü'min yoktur ki, ancak onun dört gözü vardır. İki gözü başındadır, onlarla zahirî işlerini görür. İki gözü de kalbindedir ki, onlarla gayb işlerini müşahede eder. Hak Teàlâ bir kuluna hayır murad eylese, onun kalbinde olan basiret gözünü açar. Kulların kalbleri, Rahman'ın iki parmağı arasındadır. Yâni, celâl ve cemâl sıfatları arasındadır demektir. Bütün kalbler bir kalb gibidir. Her ne semte murad ederse, o tarafa çevirir. Kalb-i selim, onu taklîb edeni görür."
    Ve dua etmiştir ki:
    (Allàhümme yâ mukallibel-kulûb! Sebbit kulûbenâ alâ dînike ve tâatik, birahmetike yâ erhamer-râhimîn!) [Ey kalbleri değiştiren Allah'ım! Ey rahmet edenlerin rahmet edicisi, rahmetinle bizim kalbimizi dinin ve tâatin üzere sâbit kıl!]
    Beyit
    Şu kalbe nâzil olur pertev-i cemâl-i Habîb
    Görüne can gözüne bedr-i ba-kemâl-i Habîb.

    Ne iltifatı kalır kâinat lezzetine,
    Anın ki canda olur lezzet-i visâl-i Habîb.

    İki cihanı getirmez hayaline aslâ,
    Ol gönül ki, anda olur dembedem hayâl-i Habîb.

    İki cihanda bulunmaz Habîbe misl-i bedel,
    Eğerçi her dü cihandır bize zılâl-i Habîb.

    Tulu' edince gönül meşrikından ey Hakkı,
    Nücûmu mahv eder ol şems-i bî-zevâl-i Habîb.

    a. Kalbin Künhü ve Mâhiyeti
    Dördüncü Nev'i: Ma'rifetullah'ın mahalli olan insan kalbinin künhünü ve mâhiyetini bildirir.
    Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
    "Çünkü kulların kalbleri nazargah-ı ilâhîdir. Öyle ise, o kalbi mâsivâdan pâk etmek, her tâatten evlâdır. Kalbinden fetva isteyen kişi pişmanlıktan uzaktır. Fetvalara muhalefet edenin işi hatâdır."
    İnsanın kalbi Rahmân'ın kapısıdır ki, kulun, Mevlâsı huzurunda duracağı mekândır. Gönül, bedenin emiridir, minnetlerin de esiridir. Gönül, levh-ı kudrettir, nük�ş-u akıl ve ma'rifettir. Gönül surette bir nokta-i süveydâdır. Mânâda, menba-ı ruh ve nazargâh-ı Hudâ'dır. Gönül bir latîfe-i rabbâniyedir ve madeni, bu nokta-i cismaniyedir. Gönül, zâhir akl-i maadidir. Ruh-u insânî onun bir adıdır.
    Gönül, bir şey'-i acîbdir. Onu anlamakta bu akıl garibdir. Kalb ıslah olsa, cesed ıslah olur. Zîrâ, emirin salâhıyle maiyyeti felâh bulur. Emirin bozukluğuyla da, maiyyeti bozuk olur. Gönül hilkatin aslıdır. Onun şanı muhabbettir. Çünkü muamele kalbe müntekil olur. A'zâ ve cevârih rahat bulur. Sanma ki üstünlük söz ve amellerledir; belki üstünlük, kalb ve ahvâlledir.
    Bir kâmil demiştir ki:
    "--İki sene kalbimin muhafazasında oldum. Sonra mahfuz olub rahat buldum."
    Kalb, mâden-i imandır. Gönül nur şehridir. Beden bir deridir ki, tabaklanmaya muhtaçtır. Nefis bir hayvandır ki, riyâzete muhtaçdır. Gönül bir camidir ki, tâmire muhtaçtır. Gönül sermaye-i kabuldür, lâkin zanlar ile meşguldür. Kim ki gönlünün hatıralarına gözcüdür, ol harekât-ı a'zâ-yı cevârihinde ma'sumdur. Ehl-i vahdetin kalbleri, ma'rifet ve muhabbet-i ilâhiye kaplarıdır. Görmek gözlerin, müşahede kalblerin, mükâşefe de sırlarındır.
    Beyit
    Hàb-ı gaflet bağlamış halkın basîret gözünü;
    Yoksa ol hurşîd-i dâim dilde doğmuş bî-sehâb.

    Gönül huzûr-ı ilâhide hazır olsa, hisler ma'mur ve mesrur olur. Dünya yollarını yürüyüp geçmek binekledir. Mânâ àlemlerini geçmek de kalblerledir. Kalb-i selîmin kıblesi Hudâ'dır, adeti kazaya rızâdır.
    Kalbler üçtür: Biri Allah'ın ihsânına nâzır olan kalb; biri Allah'ın rızasına bakan kalb; biri de, Allah-u Teàlâ'nın likàsına nâzır olan kalbdir.
    Gönül bahçelerinde gül ve irfan kokularını koklamak, vahdet bahçelerini seyir ve aşk na'melerini dinlemek, bütün eşyadan daha lezzetli ve tatlıdır.
    Beyit
    Nazargâh-ı Hudâ'dır gönül, anı sen benliğinden sil!
    Gönül olsa aşk ile rûşen, olur ma'şûka hoş mesken.

    O gönül ki dünya iledir, zarar ve ziyandadır. O gönül ki ukbâ iledir ve tıybdir, Mevlâ iledir. Gàfil olan kalb, dünyaya bağlıdır; zâhid olan kalb, ukbâya bağlıdır; àrifin kalbi de Mevlâ'ya bağlıdır. Gönül gayet ince ve parlak, ali ve yüksek bir şeydir; ona havf ve helak çok zordur, yâni mümkün değildir.
    Kalbin Hak ile olsun, kalıbın halk ile kalsın. Kimin ki kalbini Hak istila eder, cemi' halk onun nazarından düşer gider. İnsan kalbinin hayatı, sıfat-ı Hazret-i Rahmân'dır. Mahzâ rahmet-i adl ve ihsandır. Acâib-i kalb havassın idrakinden müberrâdır, àrîdir, hàlîdir.
    Ruhun nîmetlerini artıran hayat-ı eşyâdır. Yâni eşyâdaki hayatı gören ruh, feryad etmeden duramaz. Eşyâda görülen hoş sesler, terennümler melâhî çalgı ve sâir seslerden daha çok tatlı a'lâdır. Muhabbet şarapları her nîmetten daha fazla lezzetli ve faydalıdır. Bu ehl-i muhabbetin, yâni ehlullahın topluluğu, cemiyetleri, her zevk ve safâdan aziz ve evlâdır. Veya gönül topluluğu, dağınık olmayan bir gönlün hali, her zevk ve safâdan izzetli ve evlâdır. Çünkü bu cemiyet her mânâ ve esmâ-i ilâhiyeyi cami' ve nazargâh-ı Mevlâdır.
    b. Kalbin Ahvâl ve Husûsiyeti
    Beşinci Nevi': İrfan mahalli olan insan kalbinin ahval ve husûsiyetini bildirir.
    Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
    "Gönül bir kubbe misalidir. Ona gelip giden, havâtır ve ahvaldir. Gönül dikili bir hedef misalidir. Her taraftan gelen oklarla delinmektedir. Gönül dikilmiş bir aynaya müşabihdir. Bütün eşkâl ve suretler, o aynaya karşıdır. Gönül pek derin ve tertemiz bir sudur. Zâhir ve bâtın havaslarının getirdiği suların döküldüğü bir yerdir.
    Gönül her hikmetin kaynağıdır. Gönülsüz bir gözün görmesinin kıymeti yoktur. Gönül her sanatkârın üstadıdır. Asl olan kalbin uyanıklığıdır. Gönül de beden gibi yorulur. Gayet zarif ve hikmetâmiz, neşe veren sözlerle kuvvet bulur, açılır. Gönlün neşeli zamanlarında olan işler makbul; neşesiz ve melul zamanlarında olan işler de iyi değildir."
    Kalblerin içi gayb ve gizli şeyleri bilmeğe yakındır. Vücudun orucu, mideye bir şey vermemekledir; yemek ve içmek gibi. Lisânın orucu ise, lüzumsuz sözlerden sakınmaktır. Kalbin orucu da, boş fikirlerden ve evhamdan korunmaktır. Kalbin orucu, âdât-ı kiramdandır. Bir gönül ki mâsivâdan hàlîdir, zevk-i huzur-u Mevlâ onun hâlidir. Gönül körlüğü, baştaki gözün körlüğünden daha fenâdır. Gönül uyanık olursa, gözün görmemesi önemsizdir. Çünkü göz teferruatı görür, gönül ise aslı görür.
    O gönül ki Hakk'ı bulur, halkın cümlesinden müstağnî olur. Cismin havass-ı zâhiresi vardır ki, onunla bu àlemîn eşyasının görür ve anlar. Bunun gibi, kalbin de havass-ı bâtınesi vardır ki, onunla gayb işlerini ve eşyâsını görür. Gönlün kulakları da vardır ki, ehl-i gaybın kelimelerini, sözlerini işitirler. Ve yine koku alan iç havasları vardır ki, onunla gayb kokularını koklarlar. Tatmak kuvveti vardır ki, onunla imanın tadını ve irfan lezzetlerini tadarlar ve Halık-ı zü'l-Celâl'in muhabbet zevkini alırlar. Kalb, akıl vasıtasıyla cemi' ma'kulâtın cümlesinden müstefid olur.
    Kalbin àlem-i ervâha açılması, bedendeki havass-ı zàhirenin kapanmasına bağlıdır. Ne zaman ki havass-ı zàhireden uyku ile veya uzlet ve halvetle kendini idrak edip, gördüklerini kapayarak muattal kılarsa; o zaman kalbin iç yolları açılır ve tebdil-i mânevî husûle gelip, o kimsenin kalbinden hikmet menbaları, lisan üzerine cârî olur. Zîrâ gönül, bütün mülk ve melekût àlemînin mânevî çeşmelerinin başıdır.
    Lâkin, havass-ı hamse-i zâhire ile gönle döklen pis ve kirli sular, o güzel gönül havuzunu berbat etmiştir. O su kullanılmaz hale gelmiştir. Artık iyi kötüyü farkedemiyecek durumdadır. Çaresi: Göz, kulak, el, ayak, ağız, burun vasıtalarıyla, gönle dökülen ve orada kokup kalan suları çıkarmak için, evvelâ gönle giden su yollarının kapatılması şarttır. Sonra da, kuvvetli motorlarla, hortumlar ve kovalarla içerdeki suları dışarı akıtıp, havuzu temizlemek ve ondan sonra da, dâimâ gönle temiz ve güzel şeylerin girmesine dikkat etmek gerektir.
    İşte o zaman gönlün içindeki hakîkî kaynaklar fışkırır ve lisân üzerinde hikmetler cereyan etmeğe başlar ki; bu da azim ve sebat sahiplerinin, hiç olmazsa her sene kırk gün bir halvette bulunması ve zikrullaha cân u yürekten devam etmesine vâbestedir.
    Çünkü gönül, beyt-i Hudâ'dır.
    Gönlüne gelmeyen Hudâ'dan cüdâdır.

    Çünkü gönül dergâh-ı Mevlâ'dır.
    Ana teveccüh elzem ve evlâdır.

    Saray-ı lî maallàhi gönüldür.
    Tecellî-hàne vallàhi gönüldür.

    Ne istersen yürü var ondan iste;
    Hudâ'nın ulu dergâhı gönüldür.

    Ey gönül her ne dilersen sensin ol;
    Sen sana gel, sende iste, sende bul!

    Hızır-veş âb-ı hayâtı zulmet-i tende ara;
    Verâını var eyleyen Mevlâ'yı sen sende ara!

    Gàfilin kalbi, karanlık bir zulmet ve zindan, hapishaneden daha korkulu ve dardır. Àrifin kalbi ise, Arş ve Kürsî'den daha geniş olduğu muhakkaktır. Zîrâ, Arş ve Kürsî ve bunların içindekiler, àlem-i cismânîdir. Kalb-i selîm ise, ruh-u insânîdir ki, o emr-i rabbânîdir. Öyle ise, gönül ve can, irfan yeri ve Arş-ı Rahman'dır. Kalbi, mâsivâdan pâk eden, àrif ve kâmil insandır ve sultan-ı cihan, yâni cihanın sultanıdır. Bir milletin veya kavmin değil, cihanın sultanıdır.
    c. Kalbin Cevheri Akıl
    Altıncı Nevi': İnsan kalbinin cevheri olan akl-ı maadın had ve hakîkatını bildirir.
    Ey aziz! Habib-i Ekrem SAS Hazretleri buyurmuşlar ki:
    "--Hak Teàlâ'nın ibadını tezyin eylediği ziynetlerin ahseni, akıldır."
    Davud Aleyhisselâm da buyurmuştur ki:
    "--Akıl odur ki, insana her nesneyi unutturup, ma'rifet-i Hakk'a meylettirir, nâil eder. Ve hevâ odur ki, insana kendi nefsini unutturup, fânîlere mâil eder."
    Ehlullah da demişler ki:
    "--Aklın haddi, fânîden infisaldir, ayrılmaktır ve bâkîye ittisaldir. Hadd-i akıl, kazaya rızâdır. Ma'rifet, nefis ile ma'rifet-i Hudâ'dır.
    Akıl zîndir, güzeldir. Nefis şindir, kötüdür. Akıl şifadır. Hevâ-yı nefis şekàvettir. Akıl bir sıddık-i sàdıkdır, her şeyden ibret alır, fâiktir, üstündür. Aklın şanı teslim ve itâattır. Àkil olan ehl-i saadettir. Kimin ki aklı kâmil olur, onun kelâmı az olur. Àkil odur ki, cahilin rağbet ettiği şeye tenezzül etmez. Şeriata muhalif ve adete mugàyir gitmez. Hak Teàlâ bir kuluna muhabbet eylese, ona kalb-i selim, hulk-u kerim ve akl-ı kavîm ihsan eder.
    Aklın kemâli, gayreti, cehlini itirafdır. Àkilin dili kalbine bağlıdır. Nice zelîli, aklı celîl eder, kıymetlendirir, yükseltir. Nice kabîhi, kötüyü hulku cemîl eder. Aklın yarısı tegàfüldür, yarısı da tahammüldür. Tecâhül gibi akıl olmaz, tegàfül gibi hilim olmaz. Tegàfül, bilerek kendini gàfil, bilmez göstermektir. Tecâhül de böyledir.
    Edebsizin aklı yoktur. Akılsızın da dini yoktur. Àkil Hazret-i Allah'ın hitabını kàbildir, yâni kàbil-i hitabdır. Akıl iki cihan servetinin sermayesidir ve bir nur-u fıtrîdir ki, hikmet nurlarını iktibas ile ziyası artar. Akıl odur ki, işlerinin sonunun ne olacağını gösterir ve kâinat defterini okutur. Àkil odur ki, nefsini şehvetlerden kat' edip, kalbini şüpheli şeylerden uzaklaştırır. Ruhunu halka nazardan, halka bakmaktan men edip, cümleyi huzur-u dâimde cem eder.
    Akıl bir nur-u kâmildir ki, kalbin küllîsine şâmildir. Her şeyi anlamak ve bilmek onunla hasıl olur. Akıl, insanın ruhudur, nurânîdir ve ulvîdir. Akıl ve kalb, melekût-ü semâviyedir. Nefis ve beden, melekiye, arzıye, zulmâniye ve süfliyedir. Kulun aklını veren Hazret-i Hallâk'tır. Seyyid-i ahlâk, hasenelerin başı ve efendisidir.
    Aklın nam ve şanı gayet çoktur. Evvelki namı budur ki, dünya ile bir şuğlü ve işi yoktur. Aklın zâhiri, lisânın sükûtudur. Aklın iç yüzü, sırlarını saklamasıdır. Àkil odur ki, eşyayı Hak ile bulur ve her şeyde Hakk'a rücû eder. Akıl bir alettir ki, ma'rifet-i nasihat eden bir vezirdir. Akıl, yürekte bir nur ve beşarettir. Gönül gözlerinin nurudur. Ona muhalefet zarar, hüsran ve hakarettir. Kim ki sükûta mâildir ve sıdk ile kàimdir, yâni doğru söyleyicidir; o Hak ile alimdir ve hayr-ı halka vâsıldır.
    Àkil odur ki, Hakk'ı mâsivâdan tercih ve ihtiyar eder. Hevâ-yı nefsi koyup, huzur-u ünse gider. Àkil kimse Hakk'ın dostudur. Dosta, kat'iyyen muhalefet olmaz. Aklın selâmeti hüsn-ü ahlâktır ve Hazret-i Hakk'ı tevhiddir. Akıl özlerin özüdür. Rabbül-àlemînin sevdiği ve mahbubudur. Her şeyin hàlisi ve özüdür. Her öz akıl olur, lâkin her akıl öz olmaz. Zeyrek, akıllıdır.
    Akl-ı maadın şanı, Halık'ını sevmek ve halkı irşaddır. Doğru yolu bulup, tutup ondan sapmamaktır. Lütuf, sevgi ve doğruluktur. Alemde iyi kötü her ne varsa, bilcümle eşyayı güzel, hasen görür ve bir araya getirir. Akıl ve dirayeti sayesinde bunları yapar. Çünkü akıl, bârigâh-ı ezelden gelmiştir. İzin, ruhsat, Hudâ-yı lâyezâl'dir. İlim, amel ve nizamlar onunla nizam bulmuştur. Geşmiş ve gelecek umur ve ahvali gösteren akıldır. O, tıpkı bir ayna misalidir. Hak yolunda delil, akıldır. Her zaman ve mekânda dost olarak, akıl kafidir. Güneşin doğumudur, nur-u ezeldir.
    Akıl, kudretli bir padişahtır, àlemde zıllullahtır. Akıl çün sâye-i Hudâ'dır; gölge, sahibinden hiç bir zaman ayrılmaz, ancak sahibine tabi'dir. Akıl, insan ruhunun iç àlemidir. O, bir cevher-i latîf-i rabbânîdir. Akıl gönülde parlayan bir nurdur ve onda hak ile bâtılı ayırır. Akıl, his ve kıyastan a'lâdır. Zîrâ o, Mevlâ'nın sakladığı gizli bir sırdır.
    Akıl, Yezdan'ın veziridir, iki cihanın işlerini görendir. Àkilin hiç bir gamı olmaz; çünkü, kazada bir kusur bulmaz. Akıl, àlemin yapısında, àlemde rahmet-i Hak'tır. Akıl, ademin içinde Hakk'ın huccetidir.
    Beyit
    Akıldır àlim olan cemî eşyâyı ve esmâyı.
    Akıldır àrif olan bir müsemmâyı.

    Akıldır kethüdâ-yı şehr-i beden.
    Akıldır hayrı ve şerri fark eden.

    Akıl sultan ve gayriler hizmetkârdır.
    Zîrâ ki akıl, cümleden a'lemdir.

    Akıl, insan kalbinin hayatıdır. Gayb bâbında tercümandır. Nefs-i nâtıka ile bu akl-ı şerif, ana ve baba gibidir. Bunlara àsî olan mahrum olur. Nitekim, güneş, suyu ve rutubeti yerden alıp göğe çeker. Keza bunun gibi akıl da insanı kendi benliğinden, enâniyetten alıp Mevlâ'ya çeker.
    Hevâ-yı heves küfürdür, akıl dindir. Hevâ körlük, akıl ise àkıbeti görücüdür. Aklın el ve dili kısadır, yâni yaramazlık yapmaz. Murad ve arzu, sermâye-i eblehtir; yâni ahmakların sermayesidir. Beş zâhirî, beş bâtınî, on havas asker gibidir. Akıl da onların kumandanı makamındadır. Emire muhalefet edenler, hor ve hakir olurlar. Vaktâ ki beden uykuya gider, akıl ol zaman kendi àleminde seyahat eder. Akıl, güzel bir göz dürbünüdür; onun nuru, usûl-ü dindir.
    Kim ki gazab ve şehvetine mağlub olursa, onun aklı nursuz, görmeyen bir göz gibidir. Akıl iki cihanda azizdir ve ol ehl-i birr ve ihsandır. Kimin yüzü güzel, aklı azdır; onun ahmaklığı kötü huylarına delildir. Ol güzel ki, akılsız ve hakîkati görmekten uzaktır; onun yüzü bulanık bir yüzdür. Akılsız güzelin gönlü, perakende ve dağınıktır ve kapalıdır; akıl öyle suretlere bakmaz. Akıl kendi sahibini ateşlere yakmaz.
    İmdi, aklıyla bu suretten saray-ı kalbe giren, fânî cihandan geçip asıl cihanı bulur. Akıl, gönülde seyran edip, hüsnüne hayran olur. Ma'rifet devletine erişib, muhabbet kadehleriyle dâimâ kendinden geçip, huzur-u Bârî'de murad alır.
    Beyit
    Akıl hiç mal ü caha meyl etmez.
    Ayıp ve utançların peşinden gitmez.

    Akıl, din iş'arınca ar eyler.
    Yalan işlerden ol firar eyler.

    Akıl kimseyi medh ve zem eylemez.
    Akıl bir kimseye sitem eylemez.

    Çok kötü ve fenâ huylardan, akıl utanır, ar eder. Kötü ve fenâ işler onun harcı değildir. Akıl, din ve ahirete meyleder, dünya işleriyle alâkası yoktur. Akıl, muhakkak bir hocadır; hak ve irfanda müdakkiktir.
    d. Akl-ı Kâmilin Azamet ve Şânı
    Yedinci nevi': İnsan aklının menşei ve ruh-u revânın mebdei olan akl-ı kâmilin azamet ve şânı ve Hak Teàlâ'nın ona olan lütuf ve ihsânını bildirir.
    Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
    Ma'lum olsun ki, Cenab-ı Peygamber'in haber verdiğine göre, Hak Teàlâ, cümle àlemden mukaddem aklı halk eylemiş ve Cenâb-ı Hakk'ın her emrine bilâ kusur ve fütur riayet etmesine mukabil:
    "--Ben senden daha muhterem ve mahbub ve mükerrem bir mahluk halk etmedim ve halk etmem. Ancak seninle bilinir ve seninle kullarımı tezyin ederim, zînetlendiririm ve seninle onlara mükâfatlar ihsân ederim; dostlarımı ihyâ ederim ve senin için àlemleri halk ettim." buyurmuştur.
    İmdi bu akıl, cümleden akdem (önce) ve efdaldir. İnsan ruhunun mebdeidir ve hayat-ı kalb ehl-i irfandır. Bu akılla insan, Hazret-i Allah'ı bilmek kabiliyetini haizdir. Bundan dolayı kainat ve cemî eşya, insanın hàdimi ve hizmetkârıdır. Bu olmasaydı, eflâkde yâni kâinatta bir şeyler olmazdı. Elbette bu ruh-u pâki ta'zim ve tevkir lâzımdır. Zîrâ bu akıl, gölge-i ruh-u izâfîdir. Nur-u Muhammedî ve aşk-ı ilâhidir. İki cihan ki, dünya ve ahiretin illet ve gayesi, yer ve göklerin neticesi ve bütün kâinatın mecmuu, bu hazret-i insandır ki; ruh-u izafiyle kalbi pâk, selîm ve zinde oldukça Allah-u Teàlâ'nın velîsidir, cihanın da canıdır.
    Bu akl-ı külle hep enfüsî ve âfâkî işler görülür. Alemlerin bütün eczâsını, gerek felek, gerek melek, bu ruh-u a'zamın âlât ve a'zâsı misilli hizmetçidir. Bu akıl, akdem olan ruh-u a'zamdan, ecza-yı àlemin ve benî Ademin her biri, kendi istîdadı kadar nasib almıştır. Ruh-u hayvaniyesinden meyyit olan insan, bu ruh-u rabbâniyle hay ve bâkî olmak isti'dadını bulmuştur ve onunla ebedî kalmıştır. Cemî eşyayı hakîkati üzere görüp, geldiği ve gideceği yeri bilmiştir. Dâire-i vücudu tekmil edip, insan-ı kâmil olmuştur.
    Çünkü, ruh-u insan, ibtidâ bu ruhtan tenezzül edip merâtib vücuda gelmiştir ki, eflâk ve anâsırdan nüzûl ve mevâlîd-i selâseden (nebatat, mâdeniyat, hayvanat) uruc ile sûret-i insana gelip, yine bu ruhu kendi kalbinde bulup, tekrar ona vâsıl olmuştur. Bu ruh-u a'zam bir nurdur ki, bir hal üzere dâimdir ve cemî eşya onunla kàimdir. Bu cihana daha bunun gibi milyarlarca insan gelip gitse, bu ruh-u a'zam, anların cümlesine hayat ve can ihsan eder ve kendi hâli üzere bâkîdir ki, ona zerre kadar ziyade veya noksanlık gelmez.
    Meselâ, yüzbinlerce evlerin pencereleri güneşe karşı açılıp, hepsine güneş girerse, güneşe hiç bir noksanlık arız olmayacağı aşikardır. İşte bunun gibi, iç àlemlerine doğan mânevî güneş nuru da aynen böyledir. Onun nur ve ziyâsı dâimîdir. Güneş gece kaybolur fakat nur-u ilâhî gece gündüz gönüllere vâsıl olmaktadır.
    İşte bu ruh ile hayat bulanlar, insan-ı kâmil zümresine dahil olup, "Mü'minler ölmezler!" tebşiratına mazhardırlar. Zîrâ, hayat-ı ebediyye saadetine nâil olarak, ehl-i bekà mertebesine vâsıldırlar.
    Hakkı, ehl-i bekàyı yâd eyle,
    Hàtırın yâdıyla şad eyle!

    İki cihanın bütün esrarları, gelmiş, geçmiş, gelecek neler varsa, hep ruh-u izâfiyle bulunmuştur. Onun için halk olunmuştur. Her kemâl ve ma'rifet, cemâl ve muhabbet bu nurdan istifaze kılınmıştır. Zîrâ, bu ruh-u izafi, kullar için vesile-i kurb-u Mevlâ ve terbiye ve tekâmül için halife-i Hudâ bulunmuştur.
    KALBİN BÜYÜKLÜĞÜ VE KEMÂLİ
    Kalb ve gönül denilen, bazan da can dediğimiz insan kalbinin büyüklüğü, fazl ve kemâlini tarif ve tavsif mümkün değildir. Her ne kadar bu hususta yazılmış ve söylenmiş çok kitablar ve sözler varsa da asıl doğrusunu isterseniz bu öyle anlatmakla, söylemekle bilinecek bir şey değildir. Bu ancak, ehl-i basîretin, kâmil insanların, evliyâullahın anladığı, gördüğü ve bildiği bir şeydir. Amma, anlatmak ve bildirmek çok güçtür.
    Bu hususta merhum Ma'rifetnâme sahibi, kitabının 291. sayfasında ve dördüncü faslında, ayet-i kerimeleri ve ehadis-i şerifleri zikr etmiş ve bu vasıta ile Hak Teàlâ Hazretleri'nin lütuf ve inayetiyle, kullarına kalb ve gönül ahvalini beyan buyurmuş Fakat ancak ilim deryasına dalmış bahtiyarların bundan istifade edebileceği söylenebilir. Bizim gibi acizler de, onların ağızlarının tadından bir parçacık istifade edebilirsek kendimizi bahtiyar sayarız.
    Hazret-i Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz de buyurmuşlardır ki:
    "--Muhakkak insanının vücudunda bir parça et vardır ki, her zaman o ıslah olsa cemî beden ıslah olur. Eğer o fâsid olsa cemî beden de fâsid olur. Agâh olunuz ki o, kalb-i insandır."
    Öyle ise kalbin salâhı cümleden ehem ve elzemdir. Zîrâ gönül, hükmü her tarafa geçen bir sultandır. Bütün a'zâlar onun hizmetkârıdır. Kalbin ıslahı odur ki, onu evsaf-ı zemîmeden sıyırmak ve ahlâk-ı hamîde dediğimiz ve bu kitapta uzun uzun bahsedilen o ahlâklarla ahlâklanmak gerekir. Bu da ancak, ol Rasûl-ü Müctebâ'nın akvâl, ef'al ve ahvâlini, (gidişatını) öğrenip, tamamiyle kendisini ona uydurmakla mümkün olabilir. Çünkü, Peygamberimiz SAS Hazretleri:
    "--Ben ahlâkı tekmil için ba's olundum." buyurmuşlardır.
    Bu buyrukla, insanın ahlâk-ı hamîdesiyle iki cihan saadetine nâil olacağını beyan buyurmuşlardır.
    a. Kalbin Yeri
    İkinci Nevi': İnsandaki kalbin hakîkî mânâsını bulunduğu yeri bildirmektedir.
    "Ehl-i irfan için hakîkat-i kalb-i insânî ve ruh-u revne taallûkunu bilmek gerekir. Kalbin makamı ve merkezi yürektir. Yüreğin ortasında siyah bir nokta vardır ki, o mahall-i süveydâdır. Bu nokta-i süveydâ, iç àlemin güneşi ve ruh-u cihandır. O, insan àleminin arşıdır ki, ismi kalbdir. İnsan ruhunun mebdeidir. Bu noktaya taallûk eden can, nefs-i nâtıkadır ki, beden ikliminde sultandır."
    Akıl, gönlün halifesidir ve bu da gizlidir. Bu gizli noktanın büyüklüğünü, ancak insanlıktan melekliğe geçen ve huzur-u dâimîye erişen bahtiyarlar, o büyük velîler bilebilirler. Yalnız asıl olan ve ahiret àlemîne taalluk eden, akıl dediğimiz cevher işte o noktanın âsârıdır. (El-fi'lü nûrun fil-kalb) "Fiil, kalbde bir nurdur." cümlesi de bunu göstermektedir.
    Güneşin ziyası nasıl yeryüzünü dolduruyorsa, kalbdeki bu nur da mü'minlerin kalbini, dolayısıyla bütün vücudunu doldurur. Havass-ı hamsemiz muattal kalıp uykuya vardığımız zaman bile, ona uyku yoktur. O dâimâ uyanıktır. Gördüğümüz rüyalar da buna şahiddir. İşte bu nurun, gönülden dimağa ziyası aks eder.
    Güneş nasıl yeryüzündeki mahlûkat ve mevcûdata hayat bahş ediyorsa, bu nur da gönül iklimine hayât-ı mâneviyyeyi bahşeder. Her bir a'zâ, bu nurdan aldıkları kuvvet sayesinde vazifelerini ifâya çalışırlar. Gözde görmek, kulakta işitmek, ağızda tad alma, burunda koku alma ve sâir vücudun a'zâları buna göre hareket ederler. Binâen aleyh bu nurun ziyası kesilince, gözdeki görme, kulaktaki işitme, hepsi muattal olup kalırlar. Ondan sonra tabiat kanunları filan kalmaz.
    Şimdi sen, iyi düşün de bu kuvvet ve kudreti sana bahşeden Allah-u Celle ve A'lâ'ya teşekküren, emirlerini dinle ve onun emrinden dışarı kat'iyyen çıkma ki, dünyanın ne cîfe, ahiretin de ne saadet yeri olduğunu güzelce öğrenmiş olasın. (Ma'rifetnâme, s. 293)
    Gel gönül şemsin gözet, bu gökteki mehtâbı koy!
    Der-i derya-yı kademsin, bu geçen seylâbı koy!

    Evet kardeşim, bu gönüldeki güneşi görünce, zaten öteki dünya güneşine hâcet ve lüzum kalmaz. Çünkü dünya güneşi maddelerden mürekkeb, çeşitli madenlerle yanar durur. Yanadursunlar, o da Hakk'ın bir nizamı; o yanmasa àlemde hayat mümkün olmaz. Fakat, gönül güneşi öyle yanan maden veya cisim değil, o varlıkları yaratan, her şeyi yerli yerinde güzelce halk eden, Allah-u Celle ve A'lâ'nın nurudur ki, bütün kainat, felekleri, melekleri, arşı, kürsüsü hep o gönlün içindedir.
    Sen bu gönlü bırakıp da, o fânî olan ve çürüyüp cîfe olacak cisminin, nefsinin esiri, kölesi olup kalmayı nasıl olur da ihtiyar edersin? Elbette akl-ı selim buna kat'iyyen razı olmadığı için, bizi uyandırıp, güneşleri yaratan Allah-u Celle ve A'lâ'ya ve onun gönül güneşine, nuruna, saadetine davet etmektedir.
    Ve der ki, bu yürekte olan mahall-i süveydâ, bir nokta-i sevdâdır ki, hakîkat-ı insaniyyeyi câmîdir. Bu hakîkat-i câmia bir hülâsadır ki, tafsilatı cemî kâinat, ulvî ve süflî hepsi bunun içindedir. Nitekim, her meyvanın içindeki çekirdek, kendi ağacının bir kısaltılmış, hülâsa edilmiş olarak dürülüp içine konulduğunu bize her zaman göstermektedir. Tıpkı bunun gibi, yâni kocaman bir ağaç ufacık bir çekirdeğin içine sokulduğu gibi, bütün kâinat da, bu hakîkat-ı insaniyye câmiası içine konulmuştur. Kâinatta ne varsa hepsi sende mevcut demektir. Sana yeter ki, kendindeki bu cevherden gàfil olmayıp, bunları meydana çıkararak saadet-i uzmâya nâil olasın.
    Nüsha-i nâme-i ilâhî, gönüldür. Bütün esrâr-ı ilâhiyeyi hàmil olan yine gönüldür. Gönlüne sahip olan kimse, bütün zahmetlerden kurtulup, can ve gönül sohbetini bulmuştur. Hak Sübhànehû ve Teàlâ'ya zahmetsiz olarak cezb olunmuştur ve her muradını almıştır. Kalbi, nokta ile ta'rif, bizim bildiğimiz nokta ve harfler gibi değildir. Harfler suretlerdir. Bu anlatılan nokta ise mânâdır. Suretler fenâ bulur, yok olur; mânâlar ise bâkîdir ve kàbil-i taksim değildir, tecrübe kabul etmez.
    Beyit
    Dildir bulan envar-ı celâl ve cemâli,
    Hak'tan dile her anda nazardır mütevâli,

    Dil çü nazargâh-ı refi' hàzır;
    Nâzırdır o sultan ve budur manzar-ı âlî.

    Şu iki beyitte ne güzel belirtilmiştir ki, celâl ve cemâl sıfatlarının nurunu bulan ve bunlara mazhar olan ancak gönüldür. Zîrâ o gönüle, hiç durmadan Hakk'ın nazarı vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, ancak kulunun gönlüne bakar. Onun sâir sıfatlarına ve hallerine bakmaz. Meselâ çok güzel bir beden, göz kamaştırıcı bir servet, çok da güzel bir giyinmek, kuşanmak ve süslenmek; tabii halk bunlara bakar, o kimseye iltifat eder. Lâkin, Allah-u Sübhànehû ve Teàlâ Hazretleri bunların hiç birine bakmaz Onun baktığı yer doğrudan doğruya kulunun kalbidir. O kalb, Allah-u Teàlâ'nın zikriyle meşgul ise, ne mutlu o kula! Eğer zikrullahtan gàfil ise, ibadet ve tâat bilmiyorsa, ona da ne yazık!..
    b. Kalbin Azamet ve Genişliği
    Üçüncü Nevi': İnsan kalbinin azamet ve genişliğini ve Hakk'a yakınlığını bildirir.
    Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki, yürekte olan nokta-i sevdânın bulunduğu yer, hakîkat-i insaniyedir ki, onun ruh-u revânîsidir. Bu ruh-u insani, bir emr-i Rabbânîdir. Bu emrin makamı ve merkezi, ol nokta-i sevdadır ki, iki yüzlü bir ayna gibi yuvarlak ve mücellâdır. Bir yüzü àlem-i gayba, melekût àlemîne, bir yüzü de bu bulunduğumuz àleme müteveccihdir. Bu ayna, parlak, temiz ve cilâlı olursa, onda àlem-i gayb zàhir olur; esrar ve mânâlar onda sûret bulur.
    Her insanın içinde bu ayna mevcuttur. Lâkin, cehil, gaflet ve günahlarla pislenmiş, küflenmiş, paslanmış olduğundan, gazab, şehvet ve dünya sevgisi yüzünden ayna bozulmuştur. Bunun tâmiri, temizlenmesi, ilim, hakîkat, kitâbullah ve sünnet-i Rasûlüllaha tam mânâsıyla ittibâ edip, àleme ibret gözüyle bakmak, hilim, iffet, zühd, tâat, zikr-i kesir ve tefekkürler neticesi, o ayna yine güzelce sana àlem-i gaybdan ve àlem-i şehadetten haberler verir. Ma'budumuz olan Hazret-i Allah'tan gelecek feyizleri almağa kabiliyyet kesb eder ve Halık-ı zü'l-Celâl'in dâimâ kendisiyle beraber olduğunu idrak eder.
    Bu beraberlik keyfiyetini ancak ehlullah bilirler. Ehlullah ise şol kimselerdir ki, nefsini tevâzu ile toprak gibi, kalbini de mâsivâdan pâk edip beytullah etmiş ve Hàlik-ı Zülcelâl'ın kendisine şah damarından daha yakın olduğunu bilmiştir.
    Hak Sübhànehû ve Teàlâ Hazretleri:
    "--Ben yere göğe sığmam ve lâkin mü'min kulumun kalbine sığarım." buyurmuştur ki, bu tabir ile gönlün ne kadar büyük ve geniş olduğunu bizlere duyurmuş oluyor.
    Onun için, gönlün beytullah olduğunu ve arz ve semâdan, Arş ve Kürsî'den daha geniş bulunduğunu, binâen aleyh beytullah olan mü'minin kalbi, başka her şeyden boş kalınca, beytin sahibi kulunun kalbini doldurur ve her haline vâkıf olur. Her dediğini duyar ve dinler ve her şeyini görüp gözetir. Mâdem ki evin sahibidir, evini herhalde yoklayacaktır. Nitekim:
    Gönül sarayın pâk eyle,
    Şâyet gele sultan sana!

    dedikleri de meşhurdur.
    Şüphesiz ki, kul Allah ile olduğu müddetçe, Allah Celle ve A'la da o kul ile olacağı âşikârdır. Binâen aleyh, kul, Cenâb-ı Hakk'ın kahr ile lütuf sıfatları arasnıda olduğunu görür. Rahmân'ın Arş üzerindeki istivâsının ne olduğunu idrak ile, beşeri sıfatları mahvolup melâike evsâfını hàmil olmuş ve bu huzur içinde ebedî hayata nâil olmuş olur.
    Beyit
    Dildedir dildâr, dâim sanma bir dem dûr olur.
    Gerçi dil gafletle andan, dembedem mehcûr olur.

    Hàb-ı gafletten uyansa, dil bulur dildârını.
    Can olur hàzır, huzur eder gönül mesrûr olur.

    Cennet-i erbâb-ı dil, cânân cemâlin seyreder.
    H�r-i gılmân olmaz, ol cennette nûr, nûr olur.

    İstersen bîdar-ı dildârını nazar kıl gönlüne;
    Hazret-i Mûsâ gibi, câna àşık ve dil-i Tûr ol!

    Sen kitâbullahsın ey cân, sendedir cümle ulûm;
    Her ne var iki cihanda, sende hem mestûr olur.

    Àrif oldur kim görür nefsin, bilir Hakk'ı hemen;
    Ol ki nefsin bilmedi, bunda hem anda kör olur.

    Şu beyitler bizlere ne güzel hakîkatleri açıklamaktadır. Birinci beyitte, Hak Teàlâ'nın dâimâ kul ile beraber olduğu; ikinci beyitte, gafletten uyanan gönüllerin onu bulacağı, üçüncü beyitte de gönül cennetinde cemâlullahın seyr edileceği ve bu cennette başka zevke dair şeylerin bulunmayacağı; dördüncü beyitte ise, Cenâb-ı Hakk'ı görmek isteyenlerin gönüllerine hakim olmaları ve onu Hakk'ın hoş görmediği her şeyden temiz ve pâk tutması gerektiği; beşinci beyitte ise, "Sen kitabullahsın!" diyerekten, insanın ne büyük şan ve mevkî sahibi olduğu ve bütün ülûmun, iki cihanda olanların hepsinin senin gönlünde yazılı ve hazır bulunduğu beyan edilmektedir.
    İyi bil ki, sen ne kadar muhterem, âlî-cenab ve çok kıymetli ve bahtiyar bir mahlûksun. Onun için arif ol, nefsini bil. Altıncı beyitte nefsini bilmeyenin bu dünyada ve yarınki ahiret àleminde kör olacağını açıklamış bulunmaktadır.
    c. İnsan Kalbinin Şerefi
    Dördüncü nevi': İnsan kalbinin fazl, kemâl ve şerefini bildirir.
    Ey aziz! Ehlullah demişler ki: "Her feyiz, àlem-i lâhutdan àlem-i ceberûta ve ondan da àlem-i melekûte, --ki ervah àlemidir-- oradan da bu bizim àlemimize nâzil olur. İnsanın kalbi ne zaman mâsivâdan tàhir olursa, bunda acâib-i melekût zàhir olur ki, işte insan aklı bunun vasfından acizdir. Kalbin mahalli, her ne kadar yürek dediğimiz et parçası ise de, lâkin kendisi mahal ve mekândan, ayıp ve noksandan berîdir. Kalbin kılıfı olan vücud, bu àlemdendir. Lâkin kendisi lâhûtîdir.
    Beyan buyrulduğu vechile:
    "Benim için Arş'tan büyük, Kürsî'den geniş, melekûttan daha zînetli, cennetten çok daha tıyb bir hazinem vardır ki, onun yeri iman, siması da ma'rifet, güneşi şevk, mehtabı muhabbet, yıldızları havâtır, bulutları akıl, yağmuru merhamet, nehirleri hizmet, ağaçları tâat, meyvaları da hüsn-ü ahlâktır. Köşkleri kulun himmetine bağlıdır. Bu hazinenin dört erkânı vardır. Biri tevekkül, biri tefviz, biri sabır, birisi de rızâdır. Âgâh ve mütenebbih olunuz ki, işte bu vasf olunagelinen hazinem, kâmil ve àrif kulumun kalbidir."
    Bundan da anlaşılıyor ki, ehl-i irfanın kalbi, kainatın en büyüğüdür, Hazret-i Hak'tan gelecek feyizleri almağa müsaiddir ve beyt-i Hazret-i Rahmân'dır. Kalbin kemâl ve fazlını bilip, nefsine àrif olursa, kendisinde ma'rifetullah istidadını bulması için bu kadar kâfîdir.
    Şüphesiz ki, koca deryaların bir dağa çıkamayacağı herkesin ma'lûmudur. Binâen aleyh, insan kalbinin ahvali yazmakla bildirilmesi mümkün olmayan bir hakîkattir. Ne zamanki zikrullaha devamla gönül aynası parlar ve saf olur, o zaman gönüle içdeki nur güneşinin aks-i zıya ettiğini kendinde görür.
    Binâen aleyh, kalbini bilen, söylemez, söyleyen de bilmez. Şimdi anlaşılıyor ki, arif olan kimseler tay-yı mekan, semâvâtı seyir ve mi'râc-ı rûhânî, cân ü cânân, fakrü fenâ, likà ve bekà ne imiş, bunları anlar ve bilir de, "İki cihan, dil (kalb) ve can (ruh) insan gönlünden bir nişan imiş." der.
    Beyit
    Àlem-i dilde Hakk'ın cennet ve bağı vardır.
    Cân-ı uşşakın o gülşende durağı vardır.

    Ehl-i dil, dilde bulur, ol gül-i gülzârı müdâm.
    Mest olur hoş kokudan, ol ki dimâğı vardır.

    Var iken dilde bu devlet, feleğe yok minnet.
    Àrifin taşrada yok meyli, ferağı vardır.

    Kalb ayağıyla bir an içre cihânı devr et;
    Başka seyyahtır ol, başka ayağı vardır.

    İbrâhim Hakkı (Rh.A) bu beyitlerinde de, kalb gönlünü ne güzel tavsif etmektedir. Bir gönül ki, Hakk'ın cennet ve bağı vardır, artık aşıklar o gülistandan tabii ayrılmak istemezler. O gönül aşıkları, o gülistan bahçesine devamla beraber, oradan aldıkları hoş kokulardan mest olurlar. Fakat, o kokuyu alacak kabiliyetlerin olması şarttır. Gönülde böyle bir devlet varken, artık insan başka şeye minnet eder mi? Onun için àriflerin gönüllerinden başka yerlere iltifatları yoktur. Zîrâ bu gönül, ayaklarıyla bir anda cihanı dolaşır. Artık senin füzelerin bunun yanında ne kalır bilmem?..
    d. Kalbin Yedi Tavrı
    Beşinci Nevi': İnsan kalbinin yedi tavrını bildirir.
    Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
    Kalb-i insan, nefs-i nâtıka, rûh-u insan, hakîkat-ı insâniye ve latîfe-i Rabbâniye, akl-ı mead, cümlesi bir candır ki rûh-u revândır. Bu isimlerle müsemmâ olan kalb-i insan, akl-ı kâmil olan o rûh-u izâfîyi birler; ol zaman hayat-ı cavidani bulur ki, hayvan ve melek mertebelerini aşıp, insan-ı kâmil mertebesine vâsıl olur. Nitekim, Hazret-i İsa Aleyhisselâm buyurmuş ki:
    "--Bir kimse iki kere doğmadıkça melekût ve semâvâta ve zümre-i melekûte dahil olamaz. Birinci doğuşu, ana rahminden bu dünyaya gelişidir. İkinci doğum odur ki, mezmum ahlâklardan ve zulmet-i nefsâniyeden kurtulup melek hasletli olmasıdır."
    Nitekim, gönül àlemine gelip, zümre-i melâikeden olarak meclis-i ünse yol bulur. Ol àlem-i mânâda ehl-i dil olup, kalbin turlarını birer birer görüp geçer. Birinci turunda, hakkı batıldan fark ve temyiz kılıp, mü'min olursun. İkinci turunda, inşirâh-ı sadır hasıl olur. Üçüncü turunda, gam ve neşâtı unutup, rahat edersin. Dördüncü turunda, ilham-ı cemâli ve celâl-ı nefsânî bulup, ferâset ve dirâyetle farkını bilirsin. Beşinci turunda, cezbe-i Rahmâniye kendisini alır ve dünyadan bil-külliye göçüp gidersin. Altıncı turunda fuad diye yad olunur ve mazhar-ı cemâl olursun. Yedinci turunda, sıddıklar zümresinde dahil olursun ve kalbin mir'at-ı cemâli ve nazargâh-ı Zülcelâli olursun ve ebedil-ebed huzur ve zevk içinde olursun.
    Beyit
    Gönül tez eyle vedâ, cihan kevn-i fesad.
    Semâ-yı rûha sefer kıl, sefer-ii mübarek bâd.

    Muhakkak kitâb-ı Hudâdır, derûnun ey Hakkı,
    Zehî sahàyîf-i tâbân, zehî beyâz ü sevâd!

    Anladığımıza göre insandaki kemâlatın son noktası, bu altı devri atlattıktan ve yedinci devreye eriştikten sonra kemâlini bulur. Fakat şu birinci tur, devir bile bizim için çok şâyân-ı dikkattir. Daha birinci devredeki mü'minin Hak ile bâtılı tefrik etmesi lâzım gelirken, maalesef bugünkü müslümanlık davasını eden ve camiden çıkmayan nice müslümanlar vardır ki, din düşmanlarını destekler ve onların neşriyatını muntazaman alır. Böylece bâtılı destekler de, sonra mü'minlikten dem vururlar, heyhât...
    e. Kalbin Tasarrufâtı
    Altıncı Nevi': İnsanın nail olduğu irfanı, tasarrufâtı ve kemâle ulaştıktan sonra teslim ve rıza halinde kaldığına dairdir.
    Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki:
    İnsandaki kalb, melâike cinsinden bir kudrete mâliktir ki, sâir hayvanlarda bu yoktur. Meselâ, Cebrâil Aleyhisselâmın, Lût kavminin bulunduğu yeri alt üst etmesi ve diğer bütün eşyadaki tasarrufları, gerek kendi vücudlarımızda ve gerekse mahsulatımızın yetişmesinde ve çocuklarımızın ana rahminde iken bile meleklerin terbiyesinde oldukları bilindiği gibi; insandaki kalb de, melâike cinsinden olmakla, aynı tasarrufa ve belki daha fazlasına sahiptir.
    Yine, insanın kendi tasarrufâtındandır ki, kalemi eline aldığı vakit istediği gibi yazabilmesi ve diğer işleriyle anlıyoruz ki, kişi kendi a'zâlarına tasarrufa kàdirdir. Her gönül kendi cisminde tasarrufa mâhirdir. Cemî a'zâ, kalbe mutî ve müsahhardır. Bir gönül ki, tabiat adetlerinden kurtulmuş ve melek misli hayvânî ve habis hallerden pâk ve münezzeh olmuşsa, melaike-i tıybe ahlâkıyla dolmuştur. Bu cismin sahibi, başka cisim üzerine tasarrufa da kadir olur.
    Meselâ, ol gönül sahibi, arslana bile şöyle heybetiyle bir baksa, her biri bir kedi gibi bir kenara büzülüp kalırlar. Hastalara muhabbetle bir baksalar, şifâ ve sıhhat bulurlar. Sağlam kimselere de hışım ve gazabla baksalar, derhal hasta ve mariz ve dertli olurlar.
    Bu haller bir çok tecrübelerle sabittir. Kars'taki Ebül-Hasen-i Harkànî KS Hazretleri'nin arslanlara yük yüklediği gibi emsâlleri pek çoktur. Sihirbazların habis olan nefesleriyle nasıl tasarruf ettikleri de görülegelmektedir. Hàsidlerin göz değmesi (halk dilinde nazar) denilen nazarlar da böyledir.
    Kalbin tasarrufu üç vech iledir. Birincisi, rüya iledir; cemî nâsa keşfolur. İkincisi, ilimdir ki, umum nâsa ta'lim ve taallüm ile hasıl olur. Lakin, enbiyâ ve evliyâda taallümsüz, Hak tarafından ilham ile, nice ulûm ve sanatları meydana koymuşlardır. Buna ilm-i ledünnî veya ilhâm-ı Rabbânî denir. Üçüncüsü ise, kalbin tesiridir ki, kendi bedeninde tasarruflar eder. Amma, enbiya ve evliyâ hem kendilerinde, hem de başkalarında tasarrufa kàdirdirler.
    Lâkin, gönül àlemîne girenler ve huzûr-u Mevlâ'da edeple oturanlar, makàm-ı tevekkülde teslim ve razı olup, tedbir ve tasarruftan el çekerler. Herhangi kâmilde bu üç tasarruf hassası bulunursa, ona havass-ı evliyâ derler. Rüya ile ilm-i ledünnî ve ecsâm üzerine tasarruf onların alâmetidir.
    Beyit
    Vasf-ı lisân seninledir, vasf edemem gönül seni.
    Nutk-u beyân seninledir, vasf edemem gönül seni.

    Fikrin olsa ber Hudâ, kalmaya sende mâsivâ;
    Emn ü emân seninledir, vasf edemem gönül seni.

    Olmasa kibr ile riyâ sensin ol beyt-i Kibriyâ.
    Genc ü nihân seninledir, vasf edemem gönül seni.

    Binâen alâ zâlik, Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri'nin biz kullarına olan ikram ve ihsânının ne kadar büyük, had ve hududa sığmaz derecede olduğunu görünce, bu halimize acımamak mümkün olmuyor. Bu fânî olan dünyaya ve nihayet cîfe olacak bir vücuda ne kadar kıymet veriyoruz da; asıl lâzım olan gönlümüzden habersiz kalıyoruz.
    Halbuki bütün saadet ve selâmet, hep bu gönlün temizliğindedir. Onun temizliği yıkanmakla değil, belki kötü ve fenâ ahlâkları çıkarıp iyi ahlâklarla doldurmakla olacağından, kötü ahlâkları öğrenip onlardan sıyrılmak ve kezâ, iyi ahlâkları da öğrenip onlarla ahlâklanmak, her mü'min için en güzel bir yoldur.
    f. Kalbin İlhamlar Alması
    Yedinci nevi': İnsan kalbinin kendi àleminden, gerek uyku halinde ve gerekse tasfiye-i kalb ile ilhamlar aldığına dair ma'lûmatı bildirir.
    Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
    Gönülden àlem-i berzaha pencereler açıldığı iki delil ile sabittir. Birisi uyku halinde gördüğümüz rüyalardır ki, bazen aynı çıkar, bazan da misallerle gösterilir ve tabirlere muhtaç olur. Bu havas, pencereleri uyku ile kapatıldığı zaman, gönül aynasına umur-u gaybiye aks eder. Eşkâl-i acîbe ve ahval-i garîbeyi seyr eder. Lakin, mevt esnasında havass-ı beden, bil-külliye münkatı' olduğundan ve hicablar da ortadan kalktığı için gönül, àlem-i melekutu gayet parlak bir şekilde seyr edebilir.
    İkinci delil de şudur ki, hiç bir kimse yoktur ki, onun havâtır-ı kalbiyyesi olmasın. Yâni herkes görüp işitmediği nesneleri ilham tarikıyla idrak edebilir. Lakin, gönül àlem-i melekûtte iken her şeyi güzelce seyrediyordu, ondan i'raz edip, bu àlemdeki cismiyle ve zàhirî havaslarıyla meşgul olarak veya hayvânî sıfatlarla kirlendiğinden ötürü, kendi àleminden mahcub ve asıl geldiği vatanını seyirden men edilmiştir. Onun için insana layık olan şey, dış havaslarla beraber iç havaslarını da kullanabilmek ve iç àlemini, gönül àlemini temiz tutup, Hakk'ın ilhamlarını alabilmektir.
    Arifin kalbi musaffâ görünür.
    Vech-i dildârî ol aynada peydâ görünür.

    g. Ruhun Tedennî ve Terakkîsi
    Ondördüncü Nevi': İnsan ruhunun tedenni ve terakkisini ve kemâlini bildirir.
    Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
    Ruh-u insânî olan emr-i Rabbânî, a'lâ-yı ılliyîndir. Bu àlem-i esfele, yâni melekût àleminden dünya àlemine ve bedenimize nâzil olmuş o nûraniyet bu zulmetle, o istîdat bu nisyâna tebdil olmuştur.
    Bunun neticesi insan evvelâ hayvan mertebesinden, sonra canavarlar mertebesinden, daha sonra şeytanlar mertebesinden ve daha sonra melekler mertebesinden, ondan sonra da mertebe-i nefsâniyeden geçmedikçe, insan-ı kâmil mertebesini bulamaz. Bu da kendinden fânî olmadıkça, ruh-u izâfi ile bâkî olamaz. Tezhib-i ahlâk etmeyen, yâni kötü huyları bırakıp, iyi huylarla ahlâklanmayan, hayvan mertebesinde kalarak insan mertebesine yükselemez ve àrif-i billâh olamaz.
    Azîzim, insanda üç ruh vardır ki, sâir hayvanat ile müşterektir. Birisi, ruh-u tabiîdir. İkincisi, ruh-u nebâtîdir. Üçüncüsü de, ruh-u hayvânîdir. İnsana mahsus bir de dördüncü ruh vardır ki, buna nefs-i nâtıka derler ki, onun taallûk ettiği yer, ancak yürekte olan nokta-i sevdada bulunan ruh-u hayvânîdir. Eğer ruh-u hayvânî, bu ruh-u insan üzerine gàlip gelip gazab ve şehvete esir olduysa, ol kimse hayvan bilinmiştir. Zîrâ, hüküm gàlibindir. Madem ki, ruh-u insânî mağlub olmuştur, o zaman idare ruh-u hayvânînindir. O kimsenin kalbi ölü; cesedi ve nefsi diridir. Diridir amma, gönülsüz bir ceset halindedir.
    Eğer Cenâb-ı Hakk'ın inâyetiyle ruh-u insânî, ruh-u hayvânîye galip gelirse, gazab ve şehvetine mâlik ve sahip olursa, o kimsenin nefsi ölü, ruhu diridir. Rûhâni ve belki insan-ı kâmil olup, makamından daha a'lâ makamlara vâsıldır.
    Ruh-u izâfînin bir çok adları vardır. Akl-ı kül, akl-ı evvel ve bu sıra ile 30 kadar isim saymışlar ve en son bütün ruhların neş'et ettiği, sultan-ı hakîkat ve sırr-ı ilâhîdir demişlerdir. Bu arada ruh-u kudsî, ruh-u Muhammedî ve nur-u Muhammedî demişlerdir.
    Şimdi, sen kendinin hangi mertebeden olduğunu bilmek istersen, kendi hallerine iyice bak! Eğer muradın yeyip içmek, uyumak ve şehvet arzularını görmekse; iyi bil ki, behâim denilen hayvan mertebesindensin.
    Eğer yeyip içip, şehvet arzularıyla beraber gazab, kavga, gürültü, şiddet, adâvet, kahır, zulüm ve şerirlikle halkı incitip, makam peşinde isen; canavarlar mertebesinde olduğunu anlarsın.
    Eğer bununla beraber; yeyip, içip, uyuyup, eğlenip ve şehvetinin esiri olmakla beraber, yalan, hiyle, hıyanetlik ve çeşitli düzenlerle aldatıp, münafıklık da ediyorsan; bil ki mevkiin şeytan mertebesidir.
    Eğer az yeyip, az uyuyup, yalan ve hile bilmez ve cemî halka rıfk ile muamele eder, insanlara hayırlar yapıp dualarını alır ve mülâyim konuşursan; muhakkak ki, melâike-i kiram mertebesine nâil olmuşsundur.
    Eğer îtidal ile hareket edip, yemek ve içmek ve uyumakta mûtedil bulunur, gazab ve şehvetine mâlik olursan, ma'rifet ve muhabbetullah yoluna da gönülden gidersen, kendi sıfatında fânî ve hàlik olursan iyi bil ki, hem àrif ve hem ma'rufsun. Ahlâk-ı hamide ile mevsufsun. Allah-u Teàlâ'nın katında da, insanlık mertebesinde kâmil insansın. Makàm-ı âlîye vâsılsın. Cenâb-ı Hak cümlemizi böyle kâmiller zümresine, fazl u keremiyle ilhak buyursun... Âmîn, bihürmeti seyyidl-mürselîn vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.
    Aziz kardeşim! Ruh ve kalb hakkında İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin Ma'rifetnâme'sinde yazmış olduğu ve ekserisi Arabî ve Fârisî ile karışık cümleleri, hem ihtisar hem de mümkün mertebe anlayabileceğiniz şekilde yazmağa çalıştım ise de, onu kitabından okumanın daha iye, daha a'lâ ve daha faydalı olacağını bildiğim için, mümkün olursa oradan okumanızı tavsiye ederim. Fakat bu, muhtasar da olsa, bizler için faydadan hàlî olmayacağını umarım.
    Bu gönül işi, evvelce de arz ettiğim vechile, laf ile, dinlemekle veya söylemekle veya yazmakla veya okumakla olacak bir şey değildir. Ne kadar güzel yazı yazanlar, ta'rif ve tavsif edenler vardır ki, kendilerinde ise hiçbir şey yoktur. Cenâb-ı Hak bizleri öyle laf ebesi dedikleri gibi, gönülsüz sözlerden muhafaza buyursun ve gönüllerimizi iman nuruyla doldurup, ahlâk-ı hamîde sahibi ve her halimizle Peygamber SAS Efendimiz'in izi ve yolu üzerinde giden sevgili, bahtiyar kullarının zümresine ilhak buyursun ve o yoldan hiç bir zaman ayırmasın...
    Gönüllerini unutup, şehvetlerinin esiri, cisimlerini besleyip, ahlâk-ı zemîmelerle mülevves oldukları halde, kemâlat-ı insaniyeye ulaşamadan gözlerini bu dünyaya yuman ve ahirete de eli boş, yalnız günahlarıyla birlikte, şirk ve küfür üzerine yuvarlanıp gidenlerden etmesin... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn.
    Yine merhumun, bu, gönülleri uyandırma hususundaki asıl tâkib ettiği yol, Peygamberimiz'in (SAS) gösterdiği bir yoldur. Fakat tatbiki, tabii bu günün biz müslümanlarına hiç de kolay değildir. Çünkü bizler, hep göregeldiğimiz bir an'anenin kurbanlarıyız. Dünya telâşelerinden kendimizi kurtarıp, şöyle bir düşündüğümüz de yok. Düşünsek de faydası yok. Çünkü önümüze kattığımız bir sürü işler vardır ki, bunlardan ayrılmamız, dünyadan ayrılmamızdan daha çok zordur.
    Halbuki, hepsi fânî ve boşuna kürek çekme dediğimiz nev'iden boşuna bir faaliyettir. Nihayet hepsinin sonu olan ölümden kimsenin kurtulmasına imkân olmadığını herkes pek iyi bilir. Fakat insan bir kere kendini kaptırmış olmakla kurtulması da mümkün olmuyor. Ancak Cenâb-ı Hakk'ın lütfedip esirgedikleri müstesnâ... Cenâb-ı Hak cümlemizi bu esirgediği kullarından eylesin, âmin...
    لا اله الا انت سبحانك انى كنت من الظالمين


  5. #5
    ***
    DIŞARDA
    Points: 4.598, Level: 43
    Points: 4.598, Level: 43
    Level completed: 24%,
    Points required for next Level: 152
    Level completed: 24%, Points required for next Level: 152
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Kahramankentli - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Aug 2009
    Yer
    Edeler Diyarı
    Mesajlar
    0
    Points
    4.598
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart Cevap: Prof. Dr. M.Es'ad COŞAN (Rh.A) Hoca Efendiden Ahlak Eğitimi

    KANAAT
    Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
    Elhamdü lillâhi Rabbil-àlemîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn...
    Kanaat tükenmez bir hazinedir. Kanaatsız insanlar her zaman çok zahmet çekerler. Büyüklerimiz dünyaya iltifat etmeyip dâimâ kanaatle, güzel ve hoş vakit geçirmişlerdir. Hele o İbrâhim Edhem Hazretleri'nin, sayısız saray nîmetlerini ve saltanatını terk edip, ehl-i kanaatın arasına girdikten sonra aldığı zevk-i mâneviyi anlatabilmek mümkün değildir.
    Bâhusus Peygamber Efendimiz SAS Hazretleri'nin ve ehl-i beytinin kanaatleri bütün ümmete büyük bir ders-i ibrettir. Hane-i saadetlerinde çok kereler ocak yanmaz ve yemek pişmezdi, su ve hurma ile iktifa ederlerdi. Arpa ekmeği ile dahi, birbiri üzerine her gün mübarek karınlarını doyurmazlardı. Bir kaç gün aç olup Hakk'a tazarru ve niyaz etmeyi, bir gün de bir miktar yiyip Hakk'a şükretmeyi severlerdi. Bazan aç oldukları halde bile oruç tutarlardı. Dâimâ ümmetini de böylece, kanaatkârlığa teşvik ederlerdi.
    "Şeref-i nimet tevaz�da; izzet takvâda, hürriyet de kanaatte bulunur." buyurmuşlardır. (3/1)
    Ve yine Efendimiz SAS buyurmuşlar ki:
    "Cenab-ı Hak beş şeyi, yine beş şey üzerine koymuştur: İzzet taatte; zillet ma'siyyette; heybet, gece namazlarında; hikmet, boş midede; zenginlik de kanaattedir." demişlerdir.
    Ey sâlik! Tamaı ve tûl-i emeli kökünden kes, at! Ancak büyüklerden biri:
    "--Tilki olup da kendini arslana besletmektense, arslan olup tilki gibileri beslemek daha iyidir." demiştir.
    Bunlardan da anlaşılıyor ki, kanaat tenbellik demek değildir. Bu ders, hakikate güzel bir misâl teşkil eder.
    Abdülvehhab namındaki bir zat diyor ki:
    Ben Cüneyd KS'in yanında oturuyordum, bir çok da misafirleri vardı. O arada bir zat beşyüz dinar getirip:
    "--Bunu lütfen kabul buyurun!" dedi.
    Cüneyd Hazretleri de:
    "--Daha başka paranız var mı?" dedi.
    O da:
    "--Evet, var." dedi.
    Cüneyd KS:
    "--Paranızın daha fazla olmasını ister misiniz?" diye bir sual daha sordu.
    O zat da:
    "--Evet isterim." deyince;
    "--Öyle ise, sen bunlara daha ziyade muhtaçmışsın!" diyerek, parayı kabul etmemişlerdir.
    Bayezıd-i Bestâmî KS Hazretleri'ne sormuşlar:
    "--Sen bu mertebeye nasıl vasıl oldun?"
    Cevâben:
    "--Esbâb-ı dünyayı cem edip, kanaat ipine bağlandım." buyurmuş.
    Kanaata münâfi huylardan biri de hırs ve israftır. Bilhassa yeme, içme ve giyimde israfı mutlaka bertaraf etmek lazım gelir. Nitekim mühim tasavvufî eserlerden olan Ma'rifet-nâme'nin, en çok üzerinde durduğu şeylerden biri de açlıktır. Ona çok önem vermiş olması, insanlarda matlub olan kemâlin tahsili, her şeyden evvel açlığa vâbeste olduğundandır. Açlıktan muradı, az yemeyi tavsiyedir.
    Hakîkaten bugünün insanı, bütün gücünü ve ömrünü yemek, içmek için feda etmektedir. Bu hal bizlere tabii gibi görünürse de, hakîkat-i insaniye sahipleri, zeki ve akl-ı kâmil insanlar için adeta şaşılacak kadar gayr-i tabiidir. Zira bu hayattan murat, ancak Allahu Celle ve A'lâ'yı tanıyıp, lazım gelen kulluğu yapabilmektir. Bunun için de fazla bir şeye ihtiyaç yoktur. Ev ve sâir eşyalar da buna göredir.
    Onlar dünyaya ve dünya ziynetlerine kat'iyyen iltifat etmezler. Çünkü onların gönüllerinde bunların en iyisi ve en güzelleri vardır; hem de külfetsiz olarak, her mevsimde her çeşidi bulunur. Lakin onlar, bunlara da iltifat etmezler. Gayeleri, Hak Sübhànehû ve Teàlâ ve onun rızasıdır.
    Gönül alemine erişen bahtiyarlar, Cenab-ı Hakk'ın nâmütenâhi nimetlerine mazhariyetlerinden nâşi, fâni olan bu dünyanın alâyişine kapılmazlar ve fâni olacak olan bu kıymetli hayatlarını hiçbir zaman boşa geçirmek istemezler. Olana kanaat edip, hemen Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın zikrine dalarlar. Bu esnada her şeyi de unuturlar.
    Şimdi sen, bizim gibi dünyaya mübtelâ olanları görüp, herkesi de öyle zannetme. Ma'rifetnâme sahibinin sözleri bize göre değil, o ehlullah olan hak yolun yolcularına, o bahtiyarlara göre söylenmektedir. Eserin 304. sahifesinde, irfan yolcularının az yemesi hususunda geniş ma'lûmat vardır ve bu mevzuyu altı fasılda izah etmektedir.
    Birinci fasıl sekiz bölüme ayrılmıştır. Onun da birinci bölümünde, az yemenin fayda ve hassaları beyan olunur.
    "Yiyiniz, içiniz ve lakin israf etmeyiniz; muhakkak Allah-u Celle ve A'lâ müsrifleri sevmez." fermân-ı ilâhisinde ne güzel buyrulmuştur.
    İsraf her şeyde mezmum olduğu gibi, yemek ve içmekte de câiz olmadığı bildirilmektedir. Tabii bu israflar, bizim dünya için fazla çalışmamıza, fazla kazanmamıza ve dolayısıyle fazla yorulmamıza sebep olmaktadır. Bu ise, en kıymetli metâımız olan ömrümüzü ve daha doğrusu ahiretimizi elimizden almaktadır. Bu yol akıllıların yolu değil, ancak cahillerin yoludur. Akıllı insan, o baha biçilmez kıymetli ömrünü fâni dünyanın fâni lezzetlerine elbette feda edemez.
    Bir hadis-i kudsîde, Cenâb-ı Hak:
    "--Ey Ademoğlu! Ben izzet denilen devleti, bana yapılacak tâatin içine koyduğum halde, insanlar o izzeti, sultanların kapısında (yâni memuriyetlerde) arıyorlar. Halbuki ona orada kat'iyyen bulamıyacaklardır." diyerek, gayet açık bir lisanla hakîkatleri beyan buyurması ne kadar şâyân-ı dikkattir.
    Bugün ise iş tam tersinedir. Zira bugün bütün gençlerimizin yaptıkları tahsillerin gayesi, hep birer memur olabilmek ve bu suretle istikballerini temine çalışmaktır. Bu ise, çok yanlış bir harekettir. İnsan okumalı; okumalı amma devlete memur olmak ve milletin başına yük olmak için değil, başka sahalarda memlekete faydalı olabilmek için okumalıdır. Bu, daha çok mümkündür. Baksana, bugün memlekette ticaret sahası üç-buçuk yahudinin elinde; bu bizim için ne kadar acıdır. Gençlerimiz bu hususta acaba ne düşünüyorlar? Bunun için okumalı, fakat memlekete daha faydalı olmağa çalışmalıdır.
    Hem de ne olacak memur olup da, nihayet muayyen bir maaş sahibi olacaksın. Halbuki ticaret ve sanayi, Hak kapısıdır. Kul kapısına iltica edip sığınacağına, Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın kapısına sığınmak elbette evlâdır. Onun vereceği rızık az bile olsa, herhalde memuriyetten alacağın çok maaştan daha hayırlıdır.
    Bir kere Hakk'a dayanmak yeter. Sonra bugün servet sahiplerinin çoğu hep erbab-ı ticaretten olduğu hepimizin gözü önündedir. Ben bildiğim bir kardeşten bahsedeyim: Şimdi merhum olan bu zat, kafasını çalıştırıp ufak çapta bir kaba kağıt fabrikası kurdu. Fakat çok borçlanmıştı. Ömrü vefa etmeyerek --sizlere ömür-- dünyasını terkedip ahirete gitti.
    Geride kalan üç evladı fabrikaya sahip çıktılar. Az zamanda babalarının bıraktığı bir milyonun üstündeki borcu ödediler. Hem de bugün çok müreffeh bir hayata sahiptirler. Mütemâdiyen de fabrikalarını tevsi' etmektedirler.
    Şunu da yazmadan geçemiyeceğim, hepimize bir ibret levhası olsa gerek; bu fabrikanın katibi bir Ermeni vatandaştır. Tabii her gün pahalılık biraz daha artmaktadır. Çocuklar bu Ermeninin maaşını artırmak istedikleri vakit, bu Ermeni bakın ne demiş:
    "--Efendiler, sizin fabrikanızın çok borcu var, şimdi benim maaşımın artırılacak zamanı değil! Siz ne zaman borçtan kurtulur ve para kazanmaya başlarsanız, zammı da o zaman yaparsınız."
    Ben, bunları duyunca tüylerim ürperdi. Böyle bir fedakârlığı, maalesef bizler gösteremiyoruz. Bugün milletimizin hali ma'lûm, maaş alan memurlar hiçbir türlü kanaat edip yeter diyemiyorlar. Her sene zam, her sene zam. Yalnız bu sene 22 milyar, bütçedeki memur maaşlarının karşılığı... Bu ne demek? Onun için bizim memleketimiz bir türlü kalkınamıyor. "İşden artmaz, dişten artar." dediklerini unutmamalıyız.
    İnsan ne kadar çok kazansa, harcadıktan sonra bir şey artmaz. Onun için "Kanaat tükenmez bir hazinedir." demişlerdir. Şimdi israfın neden haram olduğunu bilmem anlayabiliyor muyuz?..
    Saadet ve selamet, çok kazanıp israf ile harcamakta değil, belki kanaat ile iktisad edip, devlet ve milletin kalkınmasına hizmet etmektedir. Bu, her vatandaşın başlıca vazifelerinden biridir. Biz, Avrupalının yaşadığı gibi yaşamaya özenirsek, hiçbir zaman kölelikten kurtulup hakiki hürriyetimize kavuşamayız.
    Allah-u Teàlâ dünyanın hemen en güzel yerini bizlere ihsan etmiş. Elhamdü lillah her şeyi ne kadar bol; bol amma biz yine yiyeceğimiz ekmeğin ununu vesair bir çok ihtiyaçlarımızı hep dışarıdan, dış yardımlardan temin etmeye çalışıyoruz.
    Halbuki gözümüzün önünde iki devlet var ki, bunların ne arazileri var ne de bağ ve bahçeleri; her şeylerini ticaretleri vasıtasıyla dışarıdan bol bol getirip yaşıyorlar. Eğer bizim bu arazilerimiz onların elinde olsa, emin olun ki, dışarıdan bir şey almadan çok müreffeh geçinirler, belki de dışarıya çok da ekin ve sâir hubûbat satarlar; keselerini ve hazinelerini altınla doldururlar. Bunun yerine bizim köylü kardeş, köyünü, tarlasını, işini, gücünü bırakır, okuyup nihayet memur olmaya çalışır.
    Evvelce de arz ettiğim gibi, bizim kendi tarlamızdan aldığımız velev az da olsa, kanaat ettiğimiz takdirde bizim için daha çok iyidir. Bir kere israftan korkar ve kaçarız. İkincisi, bol paralar İslami bakımdan iyi yetişmemiş insanları haram yerlere ve haram işlere sürükler. Allahü Zülcelâl'e, artık boyun bükmesi ve ibadet etmesi zor gelir. Biraz da şöhretlerin verdiği azamet, kibir ve gururu buna eklerseniz, israfın neden haram olduğunu daha güzel anlamış olursunuz. Netice olarak, mevzuumuz olan izzet, memuriyetlerde değil, belki Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne yapılan taatlerdedir. Sen bu izzeti bırakıp da, izzeti memuriyette ararsan çok aldanırsın!
    Bak, İbrahim Edhem KS adlı bir veli vardır ki, bu zat Horasan ilinde bir padişah iken, izzetin padişahlıkta değil, belki tâatte olduğunu anlamış, o canım sarayını ve saltanatını terk edip, kendisini irşad edici birini, bir veliyi aramak üzere memleketini terk ederek Arabistan çöllerine düşmüştür. O terkine mukàbil adı dillere destan bir velî olmuştur. Öyle padişah olarak kalsaydı bugün çoktan unutulmuş gitmişti.
    İster unutulsun; ister unutulmasın da ismi tarihlere altın yazıyla yazılsın, mezarı da altından yapılsın, ne çıkar, Allah-u Teàlâ'nın sevmediği bir kul olduktan sonra... İşte Mısır'da da, ne firavunlar yatmaktadır; fakat yerleri hiç şüphesiz cehennemin ta dibi... Öyleyse o muvakkat saltanat ve saadet artık neye yarar?
    İzzet'e dair hükümleri hâvî olan hadis-i şerifin ikinci kısmında:
    "--Ben hakîkî ilmi aç kimselere nasib kıldım, halbuki insanlar onu toklukta arıyorlar; bulmalarına imkân yoktur." buyuruluyor.
    Aya gitmek, göklerde uçmak, füzeler yapmak ve çeşitli teknik icadlar da birer ilme vâbestedir. Fakat din ve ahiret için matlub olan ilim, bu ilim değildir. Bunlara dünya ilmi, ilm-i zàhir, ilm-i mâaş derler. Cenab-ı Hakk'ın yarattığı bütün mahlûklar, hatta o ufacık, gözle görünmeyen mikroplar bile hayatlarının idamesi için çalışırlar; vücutlarımızı hiç acımadan tahrib ederler, hatta ölümümüze bile sebep olurlar. Bunlar gibi, tok insanın da kafası, ancak dünya işlerine çalışır, bu alemin arkasında olan ahireti ve Hak rızasını düşünemez.
    İşte bak bütün zenginler ekseriyetle faizden korkmaz ve kaçmazlar. Üstelik bir de, "Onsuz bugün ticaret olmaz, mümkün değildir." derler. Böylece belki İslâmiyet'ten bile çıkarlar da, haberleri bile olmaz. İşte bu, tokluğun verdiği bir afettir. Böyleleri açlığa tahammülü ve kanaate yüzü olmadığından, büyük günahların altında ibadet ve taatten de bir lezzet almadan bir gün Azrail Aleyhisselâm'ın pençesine düşer giderler vesselâm.
    Hadis-i şerifin üçüncü kısmında ise, Cenab-ı Hak:
    "--Ben kalbin cilâsını, parlaklığını, sabahın seherinde, gecenin uykusuzluğunda ve gece ibadetlerinde kıldığım halde; insanlar o gönül cilâsını, gönül uyanıklığını, Hak aşıklığını uykuda aramaktadırlar. O takdirde nasıl bulabilirler?" buyurmaktadır.
    Heyhat ne mümkün! Aziz kardeş, mutlaka iyi bil ki, insanlık bu gönül uyanıklığına bağlıdır. Karnı tok, merhametten uzak, bir sürü emellerin peşinde dolaşan; yalan, hile ve faizlerle halka zararlı olan kimselerin gönülleri nasıl cilâlanır? Geceleri uyumasalar bile, işleri ya günah veya zevk u safâ ardında koşmaktır. Kâr, hesap-kitap peşinde, ne namaz, ne cemaat var; ezan seslerini işitir fakat, çok kere gururu onu camiye çıkarmaz. Bazan, camiyi beğenmez, pistir der. Bazan da imam veya müezzini beğenmez, çünkü onlar, ona nazaran seviyesiz kimselerdir. Allah bu gibilerin şerlerinden ümmet-i Muhammed'i kurtarsın...
    Elbet bir gün canı ve malı elinden gidince, kimin seviyeli, kimin seviyesiz olduğu meydana çıkacaktır. Yine, teneşir tahtasında ve musallâ taşında, o beğenmediklerinin eline düşecektir. Fakat ne yazık ki, ibret alan yok, vesselâm.
    Hadis-i şerifin dördüncü kısmı da şöyledir:
    "--Ben hikmeti sükûta koydum, halbuki insanlar onu çok konuşmada arıyorlar. Çok konuşma ile beraber hikmet nasıl bulunur?"
    Hikmet, öyle bir devlettir ki, işlerinde, hallerinde, sözlerinde isabetli hareket edip, eşyanın hakikatlerine muttalî olmaktır. Hikmet, ilim, zekâ, fehim, idrak gibi, bütün hasletlerin aslı olup, diğer ilimler fer'idir. İşte bu ilim, çok konuşan kimselerden umulmaz. Hak ile ünsiyet yerine, onun mahlûku olan insanlarla ünsiyet eden kimselerde bulunmaz. Allah-u Teàlâ'nın sevgisi, dünya sevgisiyle bir arada bulunmaz.
    Öyle ise sen, ilim ile ameli açlıkta, kalbin cilâsını gece uykusuzluğunda, hikmeti sükûtta, Allah'la (CC) ünsiyeti ve ona mülâkî olmayı halvette ve uzlette, onun sevgisini ve rızasını da, terk-i dünyada bulabilirsin. Dünyayı ancak ahiretin bir geçidi olarak görür ve bilirsen, onun sevgi ve rızasını kazanabilirsin.
    Terk-i dünya demek, dünyayı bırakıp gitmek demek olmadığını herkes bilir. Bu dünyada bulundukça, yeme, içme, giyinme ve barınma ihtiyaçlarımız zaruridir. Bunların tedariki de, elbette çalışmaya bağlıdır. Yalnız bütün bunlara rağmen, insan Mevlâsını unutmasın ve onun emirlerinden dışarı çıkmasın. O zaman dünya o kimseye hiç bir zarar vermez. Kul, ahiretini burada kazanacağına göre, dünya onun için bir nîmet olmuş olur.
    İki cihan serveri, başlarımızın tâcı, Allah'ın sevgilisi, dostu, Peygamber SAS Efendimiz, yemek hususunda bizleri irşad ederek buyururlar ki:
    "--Ademoğlu, karnından daha şerli bir kab doldurmamıştır."
    Bu irşada göre, ona bir kaç lokma yeter ki, vücuduna kuvvet ve kıvam ola. İmdi herkim şehvetle yemeğe müptelâ olup karnını doldurmak isterse, bari midesinin üçtebirini yemeğe, üçtebirini içmeye, yani suyuna ayırsın. Geri kalan üçtebiri de nefesi için kalsın.
    Tok iken yemek hem marazdır (derttir), hem de mezmumdur. Hırs ile yiyenin kalbi katıdır, hikmet ve ilimden de mahrumdur. Hak Teàlâ'nın velîsi olanlar, açlık ve susuzluğa tahammül ve sabredenlerdir. Bunları inciten şakî olur, yerleri de ateştir. Kim onlara hor bakıp incitirse, Azizün züntikàm olan Allah-u Teàlâ Hazretleri onlara çeşitli hastalıklar verip, bütün aleme rüsvay eder ve hayatını, yaşayışını haram eder.
    Kimin ki kalbi yumuşak, karnı aç, gönlü Hakk'ı gözetici ve dili zikredicidir, onun, Allah'ın sevgili ve yakın kullarından olduğunda şüphe yoktur. Muhakkak ki şeytan, ademoğlunun damarlarında kan gibi akmaktadır. Bunun önüne geçmek için, yolların açlık ve susuzlukla daraltılması gerekmektedir. Bu da ancak Allah dostlarının işidir.
    Açlıkları uzun olan kimseler, ind-i ilâhîde, dereceleri en yüksek olanınızdır. Muhakkak sizin en gazaba uğrayanınız, çok yiyenlerle, çok uyuyanlar ve tenbellerinizdir. Kimin karnı aç olur, kalbinde nur-u ma'rifet parlar. Açlığa tahammül edenlerin, içlerinden hikmet kaynar, bedenleri sıhhat ve afiyet üzere olur.
    Hak Teàlâ'ya halkın en yakını, ahlâkı en güzel olanıdır; iman ve İslâm üzere olmak şartıyla... Karnı aç, yüreği susuz olanların kalbleri mahzun olur. Hak Teàlâ kullarını doyurur, lâkin evliyasını aç ve susuz eyler. Nefsinizi aç ediniz, tâ ki kalbiniz nur-u irfan dolsun. Böylece kalbiniz hikmet menbaı ola ki, yer ve gök ehli sizinle ferah bula...
    Hazret-i Ömer RA, günde bir kere taam yerdi ve onbir lokma ile iktifâ ederlerdi.
    Oburluğa düşmeyin ve aç gözlü olmayın ki, deveyi yardan aşağı uçuran bir tutam ottur.
    Nazım:

    Habîbullah mübarek karnına taş bağladı yâni,
    Taam isterse batnın ver ana taş, verme sen nânı!

    Şikomperver ki, pür-hâk eylemiş divâr-i a'zâsın,
    O kalmış hàne-i muzlimde görmez şems-i tâbâni.

    Şikâyet eyleyen üç günlük açlıktan, değil àrif,
    O nâdân kâr ü kesb etsin ki, yoktur Hakk'a tüklânı.

    Desen açlıkta var za'f, ol keseldir mâni-i tâat,
    Deriz açlıktadır üns-ü Hak, oldur k�t-ı rûhânî.

    Taàm-ı Hak'tır, açlık onu mahsûs-u havâs etmiş,
    Bulur cû' ehli vecd ü hâl ü zevk u cezb-i Hakkànî.

    Bulan açlıkta bulumuştur, fenâdan devlet-i fakrı;
    Duyan açlıkta duymuştur, rumûz-u sırr-ı Sübhàn'ı.

    Gören açlıkta görmüştür, eğer aşkı eğer ravhı;
    Alan açlıktan almıştır, künûz-u nefs-i insânı.

    Eren açlıktan ermiştir, huzur-u Hazret-i Hakk'a;
    Bilen açlıkta bilmiştir, ulûm-u bahr-i irfânı.

    Kamu açlıktadır devlet, saadet, izzet ü lezzet;
    Bulur cû' ehli ilm ü hilm, olur ahlhak,ı Rabbânî.

    Zaif et nefsi, tâ kim kuvvet-i kudsî bula rûhun;
    Hayât-ı candır açlık, hem memât-ı nefs-i şehvânî.

    Gel ey Hakkı bu ehl ü nevmi koy, fakr u fenâ iste!
    Ki, viran olsa ten köşkü, bulursun genc-i pinhânı.
    لا اله الا انت سبحانك انى كنت من الظالمين


  6. #6
    ***
    DIŞARDA
    Points: 4.598, Level: 43
    Points: 4.598, Level: 43
    Level completed: 24%,
    Points required for next Level: 152
    Level completed: 24%, Points required for next Level: 152
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Kahramankentli - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Aug 2009
    Yer
    Edeler Diyarı
    Mesajlar
    0
    Points
    4.598
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart Cevap: Prof. Dr. M.Es'ad COŞAN (Rh.A) Hoca Efendiden Ahlak Eğitimi

    NEFİSLERİ ŞEHVET VE LEZZETLERİNDEN
    MEN VE ARZULARINA MUHALEFET

    Yüce Rabbimiz Nâziàt Sûresi'nin 40 ve 41. ayetlerinde şöyle buyurur:
    "Her kim Rabbinin makamından korkmuş ve nefsini şehevâttan alıkoymuşsa, muhakkak cennet, onun varacağı yerdir."
    Efendimiz SAS Hazretleri'nin ümmeti üzerine en çok korktuğu şey, hevâsına uyması ve uzun emeller beslemesi olmuştur. Zîrâ, nefsinin hevâsına uymak, mü'mini Hak'tan uzaklaştırır ve men eder. T�l-ü emel ahireti unutturur. "Muhalefet-i nefs, ibadetlerin başıdır." denilmiştir.
    Bazı meşâyihtan;
    "--İslâm nedir?" diye sormuşlar.
    "--Muhalefet kılıcıyla nefsi kesmektir." demişlerdir.
    Zünnûn-u Mısrî (Rh.A) Hazretleri:
    "--İbadetin anahtarı düşüncedir (tefekkürdür)."
    Tefekkür demekteki isabetinin alâmeti de, nefs ü hevâsına muhalefet ve şehvetlerini terktir. Nefis haddi zatında tînet ve cibilliyet iktizâsı sû-i edeb üzerinedir. Kul da, bunda edebe devamla memurdur. Nefis, tabiatı iktizası kötülüklere meyyal olup, mü'min kul da bunu iyi yollara çevirmekle görevlidir. Her kim, nefsin arzusuna uyarsa, fesat işlerde müfsitlerin ortağı olur. Her kim nefsini devamlı olarak itham etmez ve onun arzularına muhalefet göstermezse, nefis onu kötü yerlere ve işlere sürükler ve helâkine sebep olur. Akıllı bir insana nefsinden razı ve hoşnud olması nasıl mümkün olur ki, Yusuf Aleyhisselâm bile, nefs-i emmârenin kötülüğünden şikâyette bulunmuştur.
    Cüneyd (Rh.A) der ki:
    Bir gece virdimi yapmak için kalktım. Fakat bir tad ve halâvet bulamadım. Yatmak istedim, olmadı. Oturdum, olmadı. Kapıyı açtım, dışarıya çıktım. Bir de baktım ki, bir adam abasına bürünmüş olduğu halde, kapının önünde duruyordu. Benim çıkışımı görünce dedi ki:
    "--Yâ Ebel-Kàsım! Bir dakika konuşmama müsaade eder misiniz?"
    Ben de:
    "--Bu vakitte hayır ola!" dedim.
    Adam:
    "--Ben kalbleri tahrik eden Allah'tan senin kalbini de tahrik edip dışarıya çıkmanı istedim." dedi.
    Ben:
    "--Peki muradın hasıl oldu, hacetin nedir?" dedim.
    Dedi ki:
    "--Nefsin derdine devâ nasıl olur?"
    Dedim ki:
    "--Nefsin hevâsına muhalefet edince, dertlere deva olur."
    Bunu işiten adam, nefsine dönüp:
    "--Duydun mu?" dedi. "Ben sana tekrar tekrar söylemedim mi? Sen illa Cüneyd'den duymak istedin, işte duydun." diyerek ayrıldı gitti.
    Nîmet-i uzmâ, nefsin arzılarına karşı koymaktır. Çünkü nefis, kul ile Hàlik arasında büyük hicabtır, yâni, mâniadır.
    Sehl ibn-i Abdullah KS Hazretleri, "Nefs-ü hevâya muhalefetten daha a'lâ bir şeyle ibadet olunmadı." demiştir.
    Cenâb-ı Hakk'ın gazabına insanı yaklaştıran şey de; "Nefsin ef'al ve harekatına razı olmaktır." demişlerdir.
    İbrâhimü'ş-Şeyban KS Hazretleri, nefsine muhalefet kasdıyla kırk sene her tarafı kapalı bir yerde yattığını söylemiştir.
    Sırri-i Sakati KS Hazretleri, "Otuz veya kırk seneden beri nefsim istediği halde, eti yağda pişirip de yemedim." demiştir.
    Ceddimden işittim ki: "Kulun afeti, nefsinden razı oluşudur."
    Yusuf-u Belhi KS Hazretleri, Hatemü'l-Esam KS Hazretleri'ne bir şey göndermişler. O da kabul etmiş, "Neye kabul ettin?" diye sormuşlar. Cevaben, "Almakla kendimin zilletini, onun izzetini gördüm. Geri çevirmekte ise kendi izzetimi, onun zilletini buldum. Bunun için onun izzetini izzetime, zelilliğimi onun zelliliğine tercih ettim." demişlerdir.
    Bir zat demiş ki: Ben hacca yalnız gitmek istiyordum. Bana dediler ki:
    "--Evvelâ kalbini dünya muhabbet ve sevgisinden temizle! Nefsini hevâiyattan, dilini de boş laflardan koru; sonra istediğin yere, istediğin gibi git!"
    "Gecesini ibadet ve tâatle geçirenlerin gündüzleri; gündüzlerini ibadet ve tâatle geçirenlerin geceleri, çok güzel ve hoş olur." buyurmuşlardır.
    Her kim şehvetinin terkinde sadakat gösterirse, Cenâb-ı Hak, onun ihtiyaçlarına kâfî olur. Allah için şehvetini terk edenler, Cenâb-ı Hakk'ın azabından emin olurlar.
    Cenâb-ı Hak, Dâvud Aleyhisselâma vahiy buyurmuşlar ki:
    "--Yâ Dâvud! Ashabını, arzu ettikleri şeyleri yemekten sakındır! Çünkü, dünya şehvetlerine bağlı olan kimselerin akılları, beni idrakten uzaktırlar."
    Bir kimse havada oturur halde görüldü de;
    "--Sen buna nasıl nail oldun?" diye sordular.
    Dedi ki:
    "--Arzularımı terkettim. Cenâb-ı Hak da bana bu kudreti müsahhar kıldı."
    Bir mü'mine şehvet arz edilse, kendisini rıza-yı ilâhiyeden uzaklaştırırlar korkusuyla, onların hiç birini istemez. Hiç bir zaman işlerini, nefsinin isteklerine bırakmak mümkün olmaz. Ancak, şiddetli bir korku veya son derece aşk ve muhabbet sayesinde mümkün olur.
    Her kim kötü arzularını terk eder de onun mukabilinde tad bulamazsa, o adam davasında kâzibdir.
    Ca'fer ibn-i Nâsır isminde bir zatı muhterem, Cüneyd KS Hazretleri'ne bir dirhem vermiş, "Bununla bana sultani incir al" demiş. O da alıp getirmiş. İftarda bir tanesini ağzına koymuş, hemen geri çıkarmış ve ağlamış. Yemesi için ısrar etmişler. Cevaben:
    "--Kalbime bir ses geldi ki, 'Bizim rızamız için terk ettiğin arzuna uymaktan utanmıyor musun?' denildi.' buyurmuştur.
    Bunları okuyup anlıyoruz ki, kemâlât-ı insaniyye bizim bildiğimiz gibi kolay bir şey değildir. Çünkü nefis, haddi zatında insanları kötülüğe doğru götürmeğe memurdur. İnsana yakışan şey, nefsin davet ettiği kötü yollara girmemektir. Nefis bizim için bir binektir. Bununla ahiret yolculuğu yapmak için bu dünyaya gönderilmiş bulunuyoruz. Buna şeriat gemlerini vurmazsak, o bizi helâke götürür ve sonunda yerimiz cehennem olur.
    Binâen aleyh, bu kötü àkıbetten kurtulmak için Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine son derece sarılıp, yasaklarından da böylece korumak üzere hareket ederlerse, inşaallah bu gibilerin yerleri de cennet olur. Zîrâ, ömür bir cevherdir. Kıymetine baha biçilmez. Bunu ibadetlerle geçirebilirsek bize ne mutlu!
    Bu sebepten dolayı büyüklerimiz ve ashab-ı kiram hazretlerinin mücahedelerinden ve nefislerine muhalefetlerinden biraz bahs edelim:
    Kırkıncı müslüman Hazret-i Ömer RA, gece ibadetlerini yaparken, nefsi bazen atalet gösterirmiş de mübarek ayaklarını kırbaçla dövermiş. Bir gün, her nasılsa ikindi namazının cemaatini kaçırdığı için, ikiyüzbin dirhem kıymetindeki bahçesini tasadduk etmiştir.
    Gene, Talha RA Hazretleri de bahçesinde meşgul iken, cemaatle namazı kaçırınca, o da bahçesini Rasûlüllah'ın emrine tasadduk etmiştir.
    Hazret-i Ömer RA'ın oğlu da, kaçırdığı bir cemaatın sevabını kazanabilmek için, yirmibeş vakit namaz fazla kılarmış. Hattâ bir akşam namazını iki yıldız görünceye kadar tehir ettiğinden dolayı iki köle azad etmiştir. (İhyâül-Ulûm, c. 3, s. 367)
    ALLAH'TAN KORKU VE RECÂ
    "Hikmetin başı Allah korkusudur." Hàif, şeytandan daha ziyade nefsinden korkandır. Davud Aleyhisselâm'ı insanlar hasta diye ziyaret ederlerdi. Halbuki, Allah korkusundan ve ondan hayâsından dolayı hasta gibi olur, herkes de onu hasta zannederdi.
    Ağlayıp gözlerinin yaşını silene hàif denmez, asıl hàif azab olunmak korkusundan kötülükleri terk edendir.
    Hàif, ancak Allah'tan korkana denir. Havf ile recâ, erkek ile kadın gibidir. Hakîkat-ı iman bundan doğar. Korkudan, rahmet, ilim ve rızâ hasıl olur. İmanın kemâli ilimle, ilmin kemâli ise Allah korkusuyladır. İlim, imanı kazandırır, korku da, ma'rifet-i ilâhiyeyi. Muhabbet şerbetini ancak Allah'tan korkanlar içebilir.
    "Allah'tan korkar mısın?" sualine susmak lhazımdır. Çünkü, "Hayır!" desen, küfre gidersin; "evet!" dersen, yalan söylemiş olursun. Zîrâ sıfatlarımız, Allah'tan korkanların sıfatlarına benzememektedir.
    Allah'tan korkanların ulemâ-i billâh olduklarını ve bu korkunun kalbdeki bütün kötü ahlâkları yakıp, beden ve cevâriha sirayet ettiğini ve bu suretle de bütün maâsîlerden uzaklaşıp, tâat-ı ilâhiye ile meşgul oldukları bir gerçektir. Çünkü bir şeyden korkanın ondan kaçtığı gibi, Allah'tan korkanların da günahlardan kaçması tabii bir şeydir. Zîrâ, bütün kötülüklerin bir zehir olduğunu bilir de, onlardan uzak kalır. Bütün a'zay-i cevarih, huzu' ve huşu' içerisinde evamir-i ilâhiyeye teslim olurlar.
    Murakabe, muhasebe, mücâhede, hep Allah korkusundaki kuvvete bağlıdır. Allah'tan korkanın kuvveti, kulun Cenâb-ı Hakk'ın celâl ve azametine ma'rifeti nisbetindedir.
    Korkunun en küçük derecesi, mahzurattan kendisini men etmesidir. Hattâ, işlenmesinde mahzur olmayan şeyleri terk etmesi dahi, kendisinin korkusundaki sıdkına delildir. Onun için, bu gibi zevat dünyanın hiç bir şeyine iltifat etmezler ve ellerindeki mal ve mülkü ve hattâ nefeslerinden hiç bir nefesi bile Allah-u Teàlâ'nın razı olmayacağı bir yere harcamazlar. Bu korkudaki sıdkları sebebiyle sahib-i iffet olup, şehvetlerinin arzularına tâbî olmazlar.
    Bu korku, ahirette insanın saadet-i uzmâsıdır. Kul için en büyük saadet de Mevlâsına mülâkî oluşudur. Halbuki, bu saadete ulaşmak, ancak Hakk'ın muhabbetini kazanmakla olur. Bu muhabbet de, ma'rifet-i ilâhiye ile hasıl olur. Ma'rifet-i ilâhiye ise, ancak devamlı bir tefekkür ve zikrullah ile hasıl olur. Buna nâiliyet ise, ancak dünya muhabbetinin kalbden çıkmasıyla olur. Bu da ancak dünya lezzet ve şehvetlerini terk ile mümkündür. Bunun için de, ancak şehvetleri yıkıcı hakîkî bir korku lâzımdır. Bu korku, öyle bir fezàili cami'dir ki, iffeti, takvâyı, vera'ı, mücahedeyi ve Allah-u Celle ve A'lâ'ya sevgili olan amelleri yapmasına ve Cenâb-ı Hakk'a tekarrübe vesîle olur.
    Hidayet ve rahmet-i ilâhiye, Hak'tan korkanlar için olduğu gibi, Allah-u Teàlâ'nın kullarından ve kullarının da Allah-u Teàlâ'dan razı olmaları, bu korkuya bağlıdır. Hak'tan korkanlar, Refikul-A'lâda peygamberlere arkadaş olurlar. Refikul-A'lâ en büyük makamdır ki, Resul-ü Ekrem SAS Efendimiz ölüm hastalığında iken, dünyada kalmakla, ahirete göçmek hususunda muhayyer bırakıldıkları zaman, bu makamı istemişlerdi.
    "Allah-u Teàlâ'nın indinde, sizin en ekreminiz müttakîlerinizdir." buyrulmuştur. (Hucürât: 13)
    Onun için hiç bir mü'minden Hak korkusunun ayrılması tasavvur olunamaz. Hak korkusunun za'fiyeti, iman ve ma'rifet-i ilâhiye zayıflığından ileri gelir. Hakîkî korkucular cennât-ı âliyata hesapsız dahil olurlar.
    Bu sebebledir ki, Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz, İbn-i Mes'ud RA'a:
    "--Benden sonra bana mülâkî olmayı istiyorsan, Allah'tan korkmayı çoğalt, kuvvetlendir! Allah korkusu, insanları hayırlara sevk eder. Zikrullah da yine Allah korkusu olanlarda bulunur. Bunlara iki cennet va'd olunmuştur. Allah'tan gayrisinden korkanı ise, Allah her şeyden korkutur. Allah'tan çok korkmak, aklın kemâline alâmettir." buyurmuşlardır.
    Yahyâ ibn-i Muaz (Rh.A) buyurmuş ki:
    "--Ademoğlu fakirlikten korktuğu gibi ahiret ateşinden de korksaydı, şüphesiz cennete girerdi."
    Zünnûn-u Mısri KS Hazretleri de:
    "--Allah'tan korkanın kalbi erir ve Allah'a muhabbeti artar. Saadetin alâmeti şekàvetten korkmaktır." buyurmuşlardır.
    Çünkü korku, Allah ile kul arasında bir râbıtadır. Korkunun yokluğu ile o vasıta ortadan kalkar ve kişi helâke gider. Kıyamet gününde halkın emniyette olanlarının, bugünkü korku sahipleri olacakları da bildirilmiştir.
    Sehl ibn-i Abdullah RA Hazretleri:
    "--Helal lokma yemeyenlerin içlerinde Allah korkusu bulunmaz." demiştir.
    Süleymân-ı Dârânî KS Hazretleri de, korkudan àrî olan kalblerin harab olacaklarını beyan etmiştir.
    Hazret-i Aişe RA Validemiz, Rasûlüllah SAS Efendimiz'e sormuşlar ki:
    "--Allah-u Teàlâ'nın verdiklerini tasadduk edenlerin kalblerindeki korku nedendir? Bu adam hırsızlık mı yaptı, yoksa zina mı işledi?"
    Efendimiz SAS Hazretleri buyurmuşlar ki:
    "--Hayır, ne zina ve ne de hırsızlık yapmıştır. Belki bu adam, oruç tutar, namaz kılar ve tasadduk da eder. Bununla beraber kabul olunamamak korkusu içerisindedir. Hiçbir kul yoktur ki, Allah korkusundan dolayı gözlerinden bir damla yaş çıkarsa, onun yüzüne cehennemin ateşi değmeyecektir. Ve yine mü'minin kalbinin Allah korkusundan titremesi ile, yaprağı kuruyan ağaçların yapraklarının döküldüğü gibi, onun da günahları dökülür."
    Bu suretle Allah korkusundan dolayı ağlayan gözlerin sahibi kimselerin cehennem'e girmeyeceği de bildirilmiştir.
    Ukbe ibn-i Âmir'e:
    "--Necat ne ile mümkündür?" diye sormuşlar.
    Cevâben:
    "--Dilini tut, evinde otur, yâni fitnelere karışma ve hatalarına ağla!" demiştir.
    Hazret-i Aişe Validemizin:
    "--Yâ Resulallah, ümmetinden cennete hesabsız girecekler var mıdır?" sualine cevaben Efendimiz SAS:
    "--Evet, günahlarını hatırlayıp ağlayanlardır." buyurmuşlardır.
    Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne en sevgili damlalar, fi sebilillah şehidlerin kanları ile, Allah korkusundan ağlayanların göz yaşlarıdır.
    Kıyamet gününde, Arş'ın gölgesinden başka hiçbir gölgeliğin bulunmadığı zamanda, ancak Allah korkusundan göz yaşları akıtanlarla, gizli olarak Allah'ı zikr edenler, Arş'ın gölgesinde gölgeleneceklerdir. Yâni, ancak onlar istirahat-ı kâmile sahibidirler.
    Ebu Bekrini's-Sıddık RA Hazretleri de:
    "--Ağlamaya gücün yeterse ağla! Ağlayamazsan, ağlar gibi hüzünlü ol!" buyurmuşlardır.
    Bazı büyükler ağladıkları vakitte, göz yaşları ile yüzlerini mesh ederler ve "Göz yaşlarının değdiği yerlere cehennem ateşi değmeyecektir." derlermiş.
    Ka'bül-Ahbar (Rh.A) Allah-u Teàlâ'ya kasem ederek, buyurur ki:
    "--Allah korkusundan dolayı gözlerinden yaşların akması, bana, bir dağ altının tasaddukundan sevgilidir."
    Abdullah ibni Ömer RA:
    "--Allah korkusundan dolayı gözlerimden bir damla yaşın damlaması, bana bin dinar tasadduk etmekten sevgilidir." buyurmuştur.
    Allah korkusu insanları güzel amellere sevk etmekle beraber, şehevânî ve nefsânî meyillerden ve dünyaya bel bağlamaktan uzaklaştırır. Onun için kula lâyık olan, Cenâb-ı Hakk'a korku, recâ ve muhabbet üzerine ibadetine devam etmektir ki, bunlara hakîkî muvahhid derler. Zîrâ Cenâb-ı Hak, Davud Aleyhisselâm'a:
    "--Beni kullarıma sevdir!" diye vahy etmiş.
    O da:
    "--Nasıl sevdireyim?" deyince;
    "--Benim nîmetlerimi, ihsanlarımı onlara hatırlat!" buyurmuştur.
    Çünkü, saadetin en büyüğü onu bilmekle olur. Onu bilmek de, dünyayı kalbden çıkarmakla olur.
    Efendimiz SAS Hazretleri de, Cenâb-ı Hakk'a şöyle yalvarmışlar:
    (Allàhümmerzuknî hubbeke, ve hubbe men ehabbeke, ve hubbe mâ yukarribünî ilâ hubbike, vec'al hubbeke ehabbe ileyye minel-mâil-bârid.)
    Mânâsı; "Ya Rab, beni seni sevmekle ve seni seveni (dostlarını) sevmekle ve beni senin sevgine yaklaştıracak şeylerle (amellerle) rızıklandır ve senin muhabbetini bana soğuk sudan daha sevgili kıl!" demektir.
    a. Korku Nasıl Elde Edilir?
    Korku, imanın kuvveti ve yakînin kendisinde zuhur etmesidir. Allah-u Teàlâ'ya, kıyamet gününe, cennet ve cehennem'e, hesab ve teraziye, kabir azabına yakînen inanmakla beraber, günahı mucib hareketlerden nefsine hakim olmak ve cennete lâyık olmak için de, ibadet ve tâatte dâim olmak gerektir.
    Hazret-i Ali KV Efendimiz:
    "--Cennete müştâk olanlar, şehvetlerinden uzaklaşırlar. Cehennemden korkanlar da, haramlardan kaçarlar." buyurmuştur.
    Bunun için insana düşen, dâimî surette nefsiyle mücâhede ile, zikrullah ve tefekküre devam ederek Hakk'a olan ma'rifetini kemâle ulaştırması lâzımdır. Ma'rifetten sonraki makam ancak muhabbet makamıdır. Mahbûbunun işlerine razı olmak ve ona itimad edip tevekkül etmek de muhabbetin icabındandır. Bunun da iki yolu vardır. Meselâ, bir çocuk odasında otururken bir yılan gelse, çocuk ondan korkmaz. Belki onunla oynamak ister, hattâ elini ona uzatır. Lâkin onun yanında babası varsa yılan görünce kaçar. Çocuk da, babasının kaçışından korkarak o da kaçar. Çocuğa korku ancak, o zaman gelir. Babanın korkusu yılanın zehirli ve öldürücü olduğunu bilmesiyledir. Çocuğun korkusu ise, babasını taklid iledir. Babasına olan itimadından dolayı, o da korkmuştur.
    Cenâb-ı Hakk'ın azabından hakkıyle korkmak, ulemâ-i billah ve erbâb-ı kulûb olan kimselere mahsustur. Cehennemden korkmak ve Hak'tan ayrılmak korkusu ise, àrif-i billâh için bahis konusu ise de, diğerlerinin korkuları taklid iledir; çocuğunki gibi. Çocuk kemâle geldiği vakit, nasıl bizzarûre korkarsa, bilerek korkar. İşte halk da ibadet ve tâate devam ve isyanlardan uzun müddet uzak kalarak, ma'rifet-i ilâhiye zirvelerine yükselirse, o da kemâle gelen çocuk gibi bizzarûre korkar. Yırtıcı hayvanlardan korkmak, onların gaddar pençesine düşmek tehlikesinden korunmak, idrakten ileri gelir.
    Bir kimse, Allah'ın hudutsuz kudretini ve kahhâr sıfatını ve istediğini yapmakta muhtar ve kàdir olduğunu bilince, bizzarûre o da Allah'tan korkacaktır. Hàlik-ı Zülcelâl'e ma'rifeti kemâle erince, ne hayvandan ne de sâir korkunç şeylerden korkar. Zîrâ bilir ki, her şey Allah-u Teàlâ'nın emrine müsahhardır. Asıl korkulması lâzım olan, bunların yaratıcısı olan ve bunlara o kuvveti veren, Halik-ı Zülcelâl'den korkmanın lüzumu tezâhür eder. Gözlerden perde kalkınca bilir ki, canavarlardan korku, Allah'tan korkunun aynıdır. Çünkü, bu durumda Halık-ı Zülcelâl'in kahhâr sıfatının tecellisi o hayvan vasıtasıyladır. Binâen aleyh, korkmak lâzım gelirse, varlıkların sahibi Hazret-i Allah'tan korkmak lâzımdır.
    b. Sahabe-i Kiram ve Selef-i Sàlihînin Korkuları Hakkında
    Ebûbekr-i Sıddîk RA Hazretleri, bir uçar kuşu gördüğü zaman:
    "--Ah ne olur ey kuş, ben de senin gibi olaydım da, beşer olarak yaratılmayaydım!" dermiş.
    Ebu Zer RA de, kesilen bir ağaç olmasını istermiş.
    Hazret-i Talha ve Osman RA da, öldükten sonra ba's olunmamalarını isterlermiş. Hazret-i Ömer RA da, Kur'an'dan bir ayet işittikleri vakit bayılarak yere düşerlermiş ve bu hastalığından nâşi dostları ziyaretine gelirlermiş. Bir gün yerden bir saman çöpü alarak:
    "--Keşke ben de böyle bir unutulan bir şey olsaydım ve keşke anam beni doğurmasaydı." diye müteaddid sözlerle, Allah korkusunun kendilerine verdiği verdiği dehşeti ifade etmişlerdir.
    Hazret-i Ömer RA'ın, ağlamaktan yüzlerinde iki siyah çizgi peyda olmuştu. "Eğer kıyamet günü olmasaydı, bizi başka türlü görürdünüz." derlermiş. Bir gün:
    "(Herkesin işlemiş olduğu amellerin tesbit edildiği) defterler (hesap için) açıldığı zaman." ayetine gelince düşmüşler. (Et-Tekvîr: 10)
    Yine bir gün, namaz kılan birinin evinin yanından geçerken adam Tur Sûresi'ni okuyormuş.
    "Ki Rabbinin azabı muhakkak vuku bulacaktır." (Et-Tûr: 7) ayetine gelince, Hazret-i Ömer RA merkebinden inip, uzun müddet duvara dayanarak öylece kalmış; evine döndüğü zaman bir ay hasta yatmıştır. Ashab-ı kiram onun neden hasta olduğunu bilememişler.
    Hazret-i Ali KV de, sabah namazından sonra kendilerini bir hüzün istilâ eder, ellerini oğuşturarak, ashab-ı Rasûlüllahın yokluğundan, onların yerine gelenlerin onlara benzemediklerinden üzüntü duyar, ashab-ı kiramın namazlarını, secdelerini, tilâvetlerini hatırlar; sabah zikirlerinde, rüzgarlı havalarda ağaçların yatıp kalktığı gibi sallanır ve aynı zamanda elbiseleri ıslanıncaya kadar gözlerinden yaşlar akıtırlardı. Halbuki, bulundukları kavmin gafletine üzülerek, ta şehid oluncaya kadar güler yüzle görülmemiştir.
    İmran ibn-i Hüseyn ise, kendisinin çok ince savrulan kumlardan olmasını, Ebû Ubedye ibn-i Cerrah RA de, kendisinin bir koyun olup, ehlinin kesib yemesini istermiş. Ali ibn-i Hüseyin RA da, abdest aldıkları zaman sapsarı kesilirlermiş de, ailesi tarafından hali sorulduğunda: "Ben kimin huzuruna çıkmağa gidiyorum biliyor musunuz?" derlermiş.
    Musa bin Mes'ud, İmâm-ı Sevrî'nin huzurlarında oturdukları vakitte, onun korkusundan ve feryadından nâşi kendilerini de bir ateş ihàta edermiş.
    Abdülvâhid bin Zeyd RA bir gün okunmakta olan;
    "İşte (içine amellerinizi yazdırdığımız) kitabımız, yüzünüze karşı hakkı söylüyor. Çünkü sizin yaptıklarınızı hep (meleklere) yazdırıyorduk." (Câsiye: 29) ayet-i kerimesini işitince bayılmış, ayılınca:
    "--Yâ Rab izzet-i celâlin hakkı için sana kasden isyan etmedim. Bana tevfikın ile tâatın üzerine yardım eyle!" diye yalvarmıştır.
    Sevr bin Mahreme, ayetleri dinlemeğe takat getiremediklerinden, harf-harf okur, yine öyleyken, sayhalar atıp bayılırlar ve günlerce kendilerine gelemezlerdi. Bir gün kendilerine;
    "Takvâ sahiplerini elçiler gibi Rahmân'ın huzuruna toplayacağımız gün, mücrimleri susuz olarak cehenneme süreceğiz." (Meryem: 85, 86) ayet-i kerimesi okununca;
    "--Ben müttakîlerden olamayan bir mücrimim!" diyerek, bu ayetin tekrar okunmasını istemiş ve o sırada sayha atarak Hakk'a mülâkî olmuştur.
    Bunun gibi korku ayetlerinin okunduğu zaman tahammül edemeyip bayılanların sayısı pek çoktur. Bunlar gibi sabahlara kadar ağlayıp, sızlananları da yazmağa güç yetmez.
    İbn-i Abbas RA'dan, haifînin (korkanların) hallerinden sorulmuş, buyurmuşlar ki:
    "--Kalbleri korkudan yaralanmış, gözleri de ağlamaktan... Nasıl sevinebiliriz ki? Ölümün arkamızda, kabrin önümüzde, kıyametin de en son varacağımız yer, yolumuzun da cehennem üzerinden geçtiğini ve huzur-u Rabbil-àlemînde durulacağını bilen kimseye sevinmek nasıl mümkün olur?"
    Gülmekte olan bir gence demişler ki:
    "--Ey genç, sen sıratı geçtin mi? Cennete mi cehenneme mi gideceğini biliyor musun?"
    Genç:
    "--Hayır!" demiş.
    "--Öyle ise bu gülmek nedendir?" demişler.
    Hatemül-Esam KS Hazretleri:
    "--İyilerin arasında bulunduğuna mağrur olma; çünkü, cennetten daha iyi bir yer yokken, Adem Aleyhisselâm'ın başına gelen ma'lûm. Çok bilgine de mağrur olma, çünkü Bel'am İsm-i Azam'ı da bilirdi. Onun da àkıbeti ma'lûm. Sàlihleri gördüm diye de mağrur olma, zîrâ Rasül-ü Ekrem SAS Efendimiz'den daha büyük kimse var mıdır ki, onu hergün gören akrabalarının ve Ebû Cehil gibi düşmanlarının da hali ma'lûm." demişlerdir.
    Ma'siyetten korkuya, sàlihler korkusu; Allah'tan korkmaya da, sıddıklar ve muvahhidlerin korkusu denir. Bu korku Allah-u Teàlâ'yı ve onun sıfatlarını bilmekten neş'et eder. Bundan nâşi hiçbir kusur ve kabahatleri olmadığı halde, azamet ve celâlinden korkarlar.
    Àsîler Cenâb-ı Hakk'ı lâyıkı veçhile bilmiş olsalardı, günahlarından değil, Hakk'ın kendisinden korkarlardı ve bu da yerinde olurdu. Zîrâ Cenâb-ı Peygamber Efendimiz SAS Hazretleri'ni Cenâb-ı Hak, a'lâ-yı ılliyyîne, bigayri vesîletin çıkarmış, Ebu Cehl'i de, min gayri cinayetin esfel-i sâfilîne indirmiştir. İşte bunu ve emsâlini iyi düşünmek lâzımdır.
    Dâvud Aleyhisselâm'a olunan vahiyde:
    "--Yâ Dâvud, yırtıcı hayvanlardan korktuğun gibi, benden de kork! Çünkü bu hayvanlardan korkmak, yapılan bir cinayetin sebkat etmesinden değil, belki o hayvanın satvet ve heybetinden ileri gelip, katlinden müteezzi olmaz, kalbi incinmez ve bir şey yapmazsa, o da onun şefkatinden değildir."
    İnsanlar bu gibi canavarlardan nasıl korkarlarsa, sekerâtil-mevt ve onun şiddeti, münkereynin suali, kabir azabı, huzur-u Rabbil-Àlemîn'de duruş ve intizar, ayıpların meydana çıkışından utanma, bütün hesapların ortaya dökülüşü, sırat köprüsünde yedi yerde duruş, sorgu ve cevapları, köprünün inceliği, cehennem'in şiddeti, cennet nîmetlerinden mahrumiyyet, cemâl-i ilâhîyi müşahede mahrumiyetinden dolayı olacak korkular, acaba hayvandan korkma ile mukayese edilebilir mi?..
    Hàiflerin en a'lâ rütbesi, ayrılık ve Allah'tan hicablanmalarıdır. Bu ise ancak àriflerin korkusudur. Allah-u Celle ve A'lâ'ya olan ma'rifetleri kemâle ulaşmamış kimselerin basiretleri kapalı olduğundan, vuslat lezzetini, ayrılık ve uzaklık elemini idrak edemedikleri gibi, bütün lezzetleri hayvânî ve şehevânî olmaktan kendilerini kurtaramazlar.
    Allah korkusu bahsinde pek çok şeyler yazılabilirse de, Hazret-i Ömer RA'ın bir kıssasını da zikr ederek bahse son vermek isteriz:
    Abdullah ibn-i Dinar RA Hazretleri, Ömer ibnil-Hattâb RA ile Mekke'ye giderken, dağdan inen bir çobana:
    "--Bu koyunlardan bize satar mısın?" demişler.
    Çoban:
    "--Ben köleyim, satamam!" demiş.
    "--Efendine, kurt yedi dersin." demişler.
    Çoban mukabeleten:
    "--Ya Allah'a ne söyleyeyim?" demiş.
    O zaman Hazret-i Ömer RA kendini tutamayarak ağlamaya başlamış ve köleyi efendisinden satın alarak, azad etmiştir.
    "--İşte Allah korkusu seni dünyada nasıl kölelikten kurtardıysa, ahirette de cehennem azabından öyle kurtaracağını ümid ederim." demiştir.
    RECÂ VE ÜMİD
    Recâ, sâlikin makamlarından biridir. Makam demek, sabit olan şey demektir. Sabit olmayana ise hâl denir. Bunu anlatmak için şu misâl sanırım kâfidir. Meselâ, korkudan veya hastalıktan neş'et eden benzin sararmasına hâl denir ki, korku veya hastalık gidince eski hâle avdet eder. Bir de altın sarısı gibi bir sarılık vardır ki, hiç bir zaman evsafını kaybetmez. İşte recânın da böylesi lâzımdır.
    Erbâb-ı kulûb bilirler ki, dünya ahiretin tarlasıdır. Kalb arz misali, iman da tohum misalidir. Tâatler, arzın sürülüp ıslah edilmesi ve suların kanallarla sevki mesâbesindedir. Dünya mihnet ve meşakkatleriyle boğulmuş bir kalb, çorak tarlaya benzer Ona atılan tohumlar boşa gider ve ahirette biçecek mahsul bulamaz. Halbuki, insan ne ektiyse onu biçecektir.
    Binâen aleyh, ahlâk-ı mezmumelerle dolu olan bir gönül, tıpkı bir şey bitmeyen çorak arazi gibidir. İşte böyle bir yerden mahsul ummak aptallık ve ahmaklıkdır. Bu nasıl ahmaklıksa, temiz kalblilerin ibadet ve tâati de, verimli ve bakımlı bir araziden umulan mahsuldür ki, buna da recâ derler.
    Kul iman tohumunu toprağa serper ve onu tâat sularıyla sular ve kalbini ahlâk-ı mezmûme dikenlerinden temizlerse, Allah-u Teàlâ'nın fazlını beklemesine hakîkî recâ denir. Eğer iman tohumlarını tâat sularıyla sulamaz ve kalbi ahlâk-ı rezîlelerle dolu olduğu halde dünyanın lezzetlerine kendini kaptırır, sonra da mağfiret beklerse; işte buna da ahmaklık denir.
    Efendimiz SAS Hazretleri, ahmağı tarif ederken, "Nefis ve hevâsına tabi olup, Allah'tan kurtuluş umanlardır." buyurmuşlardır. İbadet ve tâatte çalışanlar ve maàsîlerden sakınanların, Allah-u Teàlâ'nın fazlını beklemeleri ve nîmetlerin tamamına ulaşmalarını istemeleri yerinde bir haktır. Nîmetin tamamı da ancak cennete girmekle kemâle erer.
    Yahyâ bin Muaz RA Hazretleri:
    "--Benim indimde en büyük gurur ve aldanma, günahların devamıyla beraber nedâmetsiz olarak Allah-u Teàlâ'dan af ummaktır."
    Korku hiç bir zaman recânın zıddı değil, belki onun arkadaşıdır. Kişiye hayatında her ne kadar korkulu olmak yakışırsa da, ahirete göçüş sırasında recâsının, ümidinin gàlip gelmesi yerindedir.
    Hazret-i Ali KV bir günahkâra:
    "--Senin Allah-u Teàlâ'nın rahmetinden ümitsizliğe düşmekliğin, günahından daha büyüktür." buyurmuşlardır.
    Bir adam, insanlara ödünç para verir, sonra vakti gelince veremeyen zenginlere müsamaha gösterir, fakirlere de alacağını bağışlarmış. Bu yüzden Allah-u Teàlâ'ya mülâkî olduğu zaman bu hali, onun affına sebep olmuştur. Böylece, insanları ümidlere sevk etmek, korkutmaktan daha evlâ olduğu bildirilmiştir.
    Cenâb-ı Hak Davud Aleyhisselâm'a:
    "--Beni sev, beni seveni de sev ve beni mahluklarıma sevdir!" buyurmuşlardır.
    O da:
    "--Yâ Rab, seni kullarına nasıl sevdireyim?" deyince;
    "--Beni hüsn ü cemil ile zikret! Nîmetlerimi ve ihsanlarımı onlara sayarak hatırlat!" buyurmuşlardır.
    Hayat, ilim, görme, işitme ve daha sayılamayacak kadar çok olan bu nîmetleri tefekkür, elbette insanı bu nîmetleri verene karşı şükran borcunu yapmağa mecbur eder.
    Efendimiz SAS Hazretleri bile, çok namaz kılmaktan mübarek ayakları şişince, ashab-ı kiramın şefkatlerine karşı ve onların;
    "--Evvel ve ahir bütün günahlarınız mağfiret edilmiş olduğu halde, bu kadar kendinize zahmet vermeseniz!" yollu rcâda bulunmalarına mukàbeleten;
    "--Cenâb-ı Hakk'ın bu kadar nîmetlerine karşı şükredici bir kul olmayayım mı?.." buyurmuşlardır.
    İbadet ve tâatten mahrum ve isyanlara boğulan bir kimsenin, Allah-u Teàlâ'nın geniş ve nâmütenâhi rahmet deryalarından, merhamet ve af ümid etmesi, gurur ve ahmaklık alâmetidir. Zîrâ, balın şifa olduğu herkesce ma'lûmdur. Fakat, kendisinde hararet galip olanlar için bir semm-i katildir, öldürücü bir zehirdir. Bunun gibi Hak'tan i'raz eden kimselerin merhamet-i ilâhiyeye ilticâlarıyla birlikte, onun azamet ve heybetinden ve kahhâr sıfatından korkarak, ümidleriyle korkularını müsâvi bir hale getirmeleri lâzımdır.
    Çünkü matlub olan, bütün ahlâk ve maksatlarında adalete riayet etmektir.
    (Hayrül-umûru evsâtühâ.) "Amellerin hayırlısı, orta olanıdır." buyrulmuştur. Bu kaideden dışarıya çıkmamak lâzımdır. Zîrâ, korku ile reca (ümid) bir kuşun iki kanadı gibidir. Her zaman denk olurlarsa, kuş, rahat rahat uçar.
    Cenâb-ı Peygamber SAS Efendimiz'e vahiy buyrulmuş ki:
    "--Senin ümmetinin hesabını sana bırakacağım."
    Efendimiz SAS Hazretleri:
    "--Hayır yâ Rab, sen ümmetime benden daha hayırlısın!" demişler.
    O zaman, Cenâb-ı Hak da:
    "--Biz seni ümmetin hususunda hiç bir zaman mahzun etmeyiz." buyurmuşlardır. Nitekim,
    "İleride (kıyamet günü) Rabbin sana (şefaat makamını) verecek de, sen hoşnud olacaksın!" mealindeki ayet-i kerime de buna şahittir. (Ed-Duhà: 5)
    Yine bir vahiylerinde:
    "--Senin ümmetin benim kullarımdır. Ben onlara senden daha merhametliyim ve onların hesabını başkalarına bırakmam. Çünkü onların kusurlarını ve günahlarını, ne senin ne de başkalarının görmesini isterim."
    O zaman Efendimiz SAS Hazretleri:
    "--Benim hayatım da, ölümüm de sizler için hayırlıdır. Hayatımda sünnetim ve şeriatimle sizlere hayat veren hakîkat yollarını açtım. Ahirete göçtükten sonra da, amelleriniz bana arz olunur. Hasenatınızı görünce Cenâb-ı Bâri'ye hamd eder; seyyiatlarınızdan dolayı da Rabb'imden mağfiret dilerim," buyurmuşlardır.
    Bazı haberlerde bildirildiğine göre, kulun günahları göklere kadar ulaşsa dahi, mağfiret dilediği müddetçe ve tevbesinin kabul olunacağını umdukça, mağfiret-i ilâhiyeye mazhar olacağına dair bir çok tebşirat vardır. Şu da muhakkak ki, günah işleyince kulun defterine derhal yazılmaz. Altı saat kendisine tevbe etmesi için mühlet verilir. Bu müddet içinde tevbe ederse, hiç yazılmaz. Tevbe etmediği takdirde, ancak bir günah yazılır. Halbuki, kulun işlediği bir haseneye karşılık derhal on sevab yazılır. Sağdaki melek, soldaki günahları yazan meleğe der ki:
    "--Sen o bir günahı sil, ben de hasenatından bir eksik yazayım!"
    Rasûlüllah SAS Hazretleri'ne gelen bir zat:
    "--Yâ Rasûlüllah! Ben Ramazan orucunu tutar, başka ziyade yapmam. Beş vakit namazımı kılar, başka ziyade yapmam. Malımdan verilecek zekât, hac ve tatavvuum da yoktur. Öldüğüm zaman halim nice olur?" demiş.
    Efendimiz SAS Hazretleri tebessüm buyurarak:
    "--Kalbini iki şeyden (ki buhül ve haseddir) ve gılden (yâni ganîmet malına hıyanet); lisânını iki şeyden (ki, gıybet ve yalandır), gözünü de iki şeyden (ki, harama bakmak ve müslümanı hakir görmektir) uzak tuttuğun, yâni bunları yapmadığın takdirde benimle cennete girersin!" buyurmuşlardır.
    Cenâb-ı Hak, Kâbe-i Muazzama'yı çok şerefli kılmıştır. Eğer bir kimse bunun taşlarını birer birer yıksa, sonra da yaksa, Allah-u Teàlâ'nın velîlerinden bir velîyi istihfaf edişinin günahına erişemez.
    Bir a'rabî Efendimiz SAS Hazretleri'ne gelip dedi ki:
    "--Allah'ın velîleri kimlerdir?"
    Efendimiz Hazretleri de:
    "--Bütün mü'minler Allah'ın velîleridir." buyurdular. Ve şu ayet-i celileyi okudular:
    "Allah iman edenlerin yardımcısıdır. Onları dalâlet karanlıklarından (kurtarıp) hidâyet nuruna çıkarır." (El-Bakara: 257)
    Bazı haberlerde, mü'min-i kâmillerin Kâbe'den efdal olduğu, tıyb ve tàhir olan mü'minin Allah-u Teàlâ'ya meleklerinden ekrem olduğu bildirilmiştir. Cenâb-ı Hak Celle ve A'lâ Hazretleri, fazl ve rahmetiyle kullarını cennete sevk etmek için, cehennemi kamçı mesabesinde yaratmıştır. Çünkü;
    "--Ben halkı benden faydalansınlar diye yarattım, yoksa ben onlardan yararlanayım diye değil." buyurmuştur.
    Yine Efendimiz SAS Hazretleri buyuruyorlar ki:
    "--Nefsim yed-i kudretinde olan Allah-u Teàlâ'ya kasem ederim ki, Cenâb-ı Hak mü'min kuluna müşfik bir ananın evlâdına olan şefkatinden daha erhamdir. Kıyamet gününde Cenâb-ı Hak kullarına öyle bir mağfiretle tecelli buyuracaklar ki, hattâ hiç kimsenin tahayyül edemeyeceği bu mağfiretten, iblis dahi nasib umacaktır. Cenâb-ı Hakk'ın yüz rahmetinden birisiyle, dünyanın evvelinden sonuna kadar bütün mahlûkat müstefid olacaklardır. Anaların evlâtlarına, hayvanların yavrularına acıması, hep bu rahmetin eseridir. Halbuki kıyamet günü, bu bir rahmet de doksandokuz rahmete katılarak, tam yüz rahmetle mahlukatına tecelli buyuracaklardır."
    "--Sizden hiç biriniz cennete amelleriyle giremez, cehennemden de kendini kurtaramaz!" diyen Efendimiz SAS Hazretleri'ne, ashab-ı kiram RA:
    "--Sende mi yâ Rasûlallah?" dediler.
    Cevaben:
    "--Evet ben de..." buyurdular. "Ancak Allah-u Teàlâ beni rahmetiyle ihàta ve muhafaza buyurmuştur. Kının kılıcı sakladığı gibi, ben de şefaatimi ümmetimin büyük günahları için kıyamet gününe saklıyorum." buyurdular.
    Bir gece şiddetli bir yağmurla havanın kararması sebebiyle tavaf mahalli boşalmıştı. İbrâhim ibn-i Edhem KS Hazretleri diyorlar ki: "Ben mültezem kapısı önünde durdum ve dedim ki:
    '--Yâ Rab, sana ebediyyen isyan etmemek üzere beni ma'sûmînden kıl!"
    Hatifden bir ses kulağıma geldi:
    '--Yâ İbrâhim, sen benden ismet istiyorsun, bunu bütün kullarım da istiyor. Ben herkesi ma'sum edince, kime mağfiret edeceğim?..'"
    Benî İsrail devrinde iki kişi ahiret kardeşi olmuşlar. Fakat bunlardan biri àbid, diğeri de günahkâr imiş. Àbid olan dâimâ günahkâr kardeşine nasihat edermiş. Bir gün günahkâr, abid olana demiş ki:
    "--Allah seni bana gözcü mü gönderdi?"
    Ve yapmakta olduğu büyük bir günahtan dolayı àbid ona kızarak:
    "--Cenâb-ı Hak sana mağfiret etmez!" demiş.
    Halbuki Cenâb-ı Hak'tan, "Kıyamet gününde benim rahmetimi kim önleyebilir?" diye fermân-ı ilâhi tecelli etmiş. Neticede günahkâr affedilmiş; àbidin ise, rahmet-i ilâhiyeyi esirger şekilde sözleriyle dünya ve ahireti mahv olmuştur.
    Buna benzer bir kıssada şöyle denilmektedir:
    Beni İsrail devrinde bir adam kırk sene yol kesicilik yapmış. Bir gün İsâ Aleyhisselâm havârîleriyle beraber oradan geçerken eşkiya, "Allah'ın nebisi havârîleriyle birlikte geçiyorlar, ben de onlara katılsam!" hevesiyle bulunduğu yerden inmiş, bir yandan onlara yaklaşmakta ve aynı zamanda da nefsini hakir görüp;
    "--Benim gibi bir günahkârın bunların arasında yer alması doğru mudur?" diyerek nefsini küçültmekte imiş.
    Onun bu halini hisseden bir havârî, "Böyle bir adamın bizim aramızda ne işi var?" gibi düşünmüş ve İsâ Aleyhisselâm'ın yanına sokularak şakîyi geride bırakmıştır. Bu hal Cenâb-ı Hakk'ın hoşuna gitmediğinden, İsâ Aleyhisselâma bildirmiş ki:
    "--Ben onların amellerini mahvettim, yeniden başlasınlar! Havârînin hasenatını, kendini beğendiği için; ötekinin de seyyiatını nefsini hakir gördüğü için mahvettim." buyurmuştur.
    Bu vak'alar delalet ediyor ki, recâ üzerine ibadet efdaldir. Zîrâ, recâda muhabbet vardır.
    Bir mecûsî İbrâhim Aleyhisselâm'a misafir olmak istemiş. İbrâhim Aleyhisselâm da:
    "--Müslüman olursan, misafir ederim!" demiş.
    Bunun üzerine mecûsi ayrılıp gitmiş. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, İbrâhim Aleyhisselâm'a:
    "--Bu kulumu dinini değiştirmeyince it'am etmedin. Ben ise onu yetmiş seneden beri it'am etmekteydim. Bir gece de sen misafir etsen ne olurdu?"
    Bu hitab-ı ilâhî üzerine İbrâhim Aleyhisselâm koşa koşa mecûsîyi bulup geri çevirmiş ve misafir etmiş. Bunun üzerine mecûsî:
    "--Ne sebeple fikrinden döndün?" diye sormuş.
    İbrâhim Aleyhisselâm da hadiseyi anlatınca, mecusi:
    "--Cenâb-ı Hak benim için böyle mi dedi? İslâmiyet'i öğret bana!" diyerek, İslâm'la müşerref olmuştur.
    Bir zat uşağına dört dirhem para vererek meyva almasını emretmiş. Uşak giderken Ammar ismindeki bir zâtın va'zını dinlemek için bulunduğu yere gitmiş. Vaiz de vazında:
    "--Bir fakirin dört dirheme ihtiyacı var, bu miktarı kim verirse ben de dört duada bulunacağım!" deyince, uşak hemen elindeki dört dirhemi uzatarak:
    "--Buyurun!" demiş.
    Vaiz:
    "--Ne duası istiyorsun?" diye sormuş.
    Uşak da:
    "--Evvelâ ben köleyim, azadımı istiyorum! İkincisi, verdiğim paranın karşılığını Allah'tan istiyorum! Üçüncüsü, Allah-u Teàlâ'nın efendime tevbe nasip etmesini istiyorum!"
    "--Daha ne istiyorsun?" deyince;
    "--Allah-u Teàlâ'nın beni, efendimi, seni ve kavmimi mağfiret etmesini istiyorum!" demiş.
    Vaiz de bunları Cenâb-ı Hakk'a dua ile arz etmiş.
    Köle efendisinin yanına döndüğünde, efendisi neye geç kaldığını sormuş. O da hadiseyi anlatmış.
    "--Evvela nefsimin azadını istedim." deyince, efendisi, "Hemen seni azad ettim!" demiş. İkincisini sormuş.
    "--Verdiğim paraların mukabilini Allah'tan istedim." deyince, hemen çıkarıp dört dirhem yerine dörtbin dirhem vermiş. Üçüncüsünü sormuş.
    "--Sana Allah'ın tevbe nasib etmesini istedim." deyince, hemen tevbekâr olmuş. Dördüncüyü sormuş. O da:
    "--Allah-u Teàlâ'nın, beni, seni, vaizi, cemaati mağfiretini istedim." demiş. O zaman efendisi:
    "--Ben bana düşeni verdim. Buna benim gücüm yetmez!" diyerek ayrılmışlar.
    O gece efendiye rüyasında hitab edilmiş.
    "--Ey kulum sen yapabileceklerini yaptın; ben de bana düşeni yapayım mı?" denilmiş ve hepsinin mağfireti müjdelenmiştir.
    Korku ve recâ bahsinde yukarıdan beri zikredilen müteaddid vak'alar, hadiseler, haberler, ayet-i kerimeler gösteriyor ki, Allah'tan korkan ve ümidlerini kesenlere recânın ruhu celb edici olduğu gösterilmiş; ahmak ve mağrur kimseler ise bunlardan lâzım gelen ders-i ibreti almaktan mahrum olup, bu gibilere recâdan ziyade havfi mûcib vakaları ve sebepleri zikretmek daha yerinde olurdu. Çünkü insanların çoğu, recâdan ziyade korkudan ıslah olurlar. Kötü hayvan, kötü kul ve yaramaz çocukların recâ ile değil ancak sopa ile ve şiddet ile yola geldikleri bilinen hakîkatlerdendir. (İhyâül-Ulûm, c. 4, Recâ bahsi; Risâle-i Kuşeyrî, Korku ve Recâ bahsi.)
    لا اله الا انت سبحانك انى كنت من الظالمين


  7. #7
    ***
    DIŞARDA
    Points: 4.598, Level: 43
    Points: 4.598, Level: 43
    Level completed: 24%,
    Points required for next Level: 152
    Level completed: 24%, Points required for next Level: 152
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Kahramankentli - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Aug 2009
    Yer
    Edeler Diyarı
    Mesajlar
    0
    Points
    4.598
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart Cevap: Prof. Dr. M.Es'ad COŞAN (Rh.A) Hoca Efendiden Ahlak Eğitimi

    RIZA
    Hak Celle ve A'lâ'nın hükümlerine, kazâ ve kaderine teslîmiyettir. İster ekşi, ister tatlı olsun hükm-ü ilâhîyeye rızâ ve inkıyaddır. İnsanlık derecelerinin en üstünü ve ahlâk-ı hamîdenin de en mühimidir.
    Şu kıssa bunu pek güzel anlatır:
    Sa'd ibn-i Ebî Vakkas RA'ın ihtiyarlık sebebiyle gözleri görmez olmuş. Halbuki, duâsı da pek müstecâb olan bir zât imiş. Dostları kendisine, gözlerinin görmesi için Cenâb-ı Hakk'a duâ etmesini ricâ etmişlerse de, cevâben demiş ki:
    "--Ben Hakk'ın kazâ ve kaderini, gözümün nûrundan daha çok severim de, onun hikmetlerine îtirâz etmem!"
    Bu büyüklük ve kemâl alâmetlerinden başka bir şey olmadığı ma'lûm bir hakikatir.
    Rızânın evveli, insanın sa'yi ve gayreti eseri, sonu da Cenâb-ı Vâcibül-Vücûd'un bir mevhibesidir. Cenâb-ı Peygamber SAS Efendimiz de;
    "Allàhümme innî es'elüke nefsen bike mutmeinneten, tü'minü bilikàike ve terdâ bikadàike ve takneu biatâik." duâsıyla ümmetine ne güzel bir ders vermiştir. [Ey Allahım, ben senden sana mülâkî olacağına inanan, kazâna râzı olan ve nimetlerine kanaat eden, itmînâna ermiş bir nefis istiyorum!]
    Makàm-ı mutmainneye ulaşmış olan hakîkî zâkir, her an Hakk'a mülâkî olacağına inanan, kazâ-yı ilâhiyeye râzı olan ve hiç bir vechile îtirâz ve şekvâda bulunmayan, her zaman ihsân-ı ilâhîye ve atâ-i sübhânîye kanaat eden, başkalarının mal ve servetinde gözü olmayan tok gözlü insanlar, hem Hâlik'ın hem de kullarının sevdiği makbûl kimseler olduğunda şüphe yoktur.
    Fakat bu güzel ahlâkın ve benzerleri diğer ahlâkların, insanlarda yer alabilmesi ve bulunması, tabiatiyle kötü ahlâklardan kurtulmasına, nefsânî ve şehevânî temâyüllerinin tamamiyle kesilip kırılmasına bağldır. Azgın nefislerde yâni, nefis ve şehvetlerinin esiri olan zavallılarda rızâ ve diğer huyların bulunmasına imkân yoktur.
    Onun için rızâ sahipleri dünyada dahi cennette imiş gibi rahattadırlar. Zîrâ rızâ, "Allah'ın en büyük kapısıdır, dünyanın cennetidir." buyrulmuştur. Halbuki kulun Hàlık'ının hükümlerine râzî oluşu, Hàlik-ı Zülcelâl'in o kulundan razı oluşundan sonradır. Nasıl ki, yerdeki otların bitişi ve mahsûlâtın oluşu, gökten gelen yağmurlara ve güneşin hâraretine bağlıdır. Yağmur yağmaz, güneş de bulunmazsa, bütün emeklerin boşa gideceği herkesin bildiği bir şeydir.
    Kadınların sultanı Râbiatül-Adeviyye KS'nun sözleri ne kadar kıymetlidir. Mübârek kadın buyuruyor ki:
    "--Bir kimse nâil olduğu nîmetlere sevindiği gibi, belâ ve musîbetlere de sevinmedikçe rızâ sahibi olamaz."
    Efendimiz SAS Hazretleri de:
    "--İmanın tadını Allàh-ü Celle ve Âlâ Hazretleri'nin hükümlerine râzı olanlar ve onu hakîkî mürebbî ittihaz edenler tadabilir." diye beyân buyurmuşlardır.
    Bu sebeptendir ki, duâlarında evvelâ nefs-i mutmainneyi istemelerinin sebebi pek güzel anlaşılır. Çünkü nefs-i mutmainne makàmına erişilmedikçe güzel ahlâk elde edilemez.
    Mûsâ AS Hazretleri Cenâb-ı Hakk'a:
    "--Yâ Rab! Beni öyle bir amele delâlet et ki, ben onu işlediğim zaman sen benden râzı olasın!" demişler.
    Cevâben:
    "--Yâ Mûsâ, sen ona tâkat getiremezsin!" buyrulunca, hemen secedeye kapanıp tazarru' ve niyâzda bulunmuş, bunun üzerine:
    "--Yâ ibn-i İmrân, muhakkak benim senden râzı olmaklığın; senin, benim verdiğim hükümlere, kazâ ve kadere râzı olmana vâbestedir." diye vahiy buyrulmuştur.
    İşte çeşitli rûhî buhranlar ve muhtelif sinir hastalıkları ve hattâ --Mevlâ cümlemizi muhâfaza buyursun-- intiharlar, tetkik edilirse hep hükm-ü ilâhiye, kazâ ve kadere rızâsızlıktan neş'et etmekte olduğu müşâhede edilmektedir. Bu sebeptendir ki rızâ, ahlâk-ı hamîdenin ve fezâil-i insâniyenin en mühimlerindendir.
    Cenâb-ı Hak cümlemizi hükm-ü ilâhiye münkâd, râzı ve tslim olan kullarından eylesin... Âmîn, bi-hürmeti seyyidil-mürselîn, salevâtullàhi ve selâmühû aleyhim ecmaìn.
    "Rabbin hakkı için onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden nefisleri hiçbir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar." (En-Nisâ: 65)
    ŞÜKÜR
    Sahâbe-i kirâmdan bazıları Hazret-i Âişe Vâlidemiz'e, Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri'nden, görmüş olduğu acâib şeylerden bazılarını söylemesini ricâ etmişler. Vâlidemiz de ağlayarak anlatmaya başlamış:
    "Onun her hâli taaccübe şâyândı. Bir gece benim yatağıma dahil olmuşlardı, hattâ cildi cildime değmişti. Sonra buyurdular ki:
    '--Yâ Ebâ Bekr'in kızı, Rabbime ibâdet etmek için beni bırakmaz mısın?'
    Dedim ki:
    '--Ben senin Hakk'a kurbiyetini severim. Evet izin veririm.'
    Rasûl-ü Ekrem kalktılar. Abdest aldılar, fazlaca su dökündüler, namaza durdular. Baktım ki, ağlıyorlardı, gözyaşları göğüslerine dökülüyordu. Sonra rükû ettiler, yine ağlamakta idiler. Sonra secde ettiler, yine ağlıyorlardı. Başlarını kaldırdılar, hâlâ ağlamakta idiler. Bu hâl devâm etmekte iken, Hazret-i Bilâl RA sabah ezânını okumağa başladı. Ben:
    '--Yâ Rasûlallah, neye ağlıyorsunuz? Cenâb-ı Hak sizin geçmiş ve gelecek bütün günahlarınızı affetmedi mi?' dedim.
    Cevâben:
    '--Allah-ü Teàlâ'nın nîmetlerine karşı şükredici bir kul olmayayım mı?' buyurdular."
    Şükür hakkında söylenen sözler pek çoktur. Şükrün hakîkati, mün'im-i hakîkî olan Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'nin vermiş olduğu nîmetleri ta'zîm üzere îtirâf edip, muhsin-i hakîkî olan Allah-u Teàlâ'yı ihsânından dolayı senâ etmektir. Bu da üç nev'îdir. Dil ile şükür, beden ile şükür ve kalb ile şükürdür.
    Cüneyd KA Hazretleri'nden, daha çocuk iken, şükür hakkında fikri sorulmuş. Cevâben:
    "--Cenâb-ı Hakk'ın nîmetleriyle tene'um ederek, ona isyân etmemektir." buyurmuştur.
    Şiblî KS Hazretleri de:
    "--Şükür, nîmeti değil, nîmeti vereni görmektir." demiştir.
    Mûsâ AS münâcâtında:
    "--İlâhî, Âdem'i yed-i kudretinle halk ettin. Ona sayısız ni'metler verdin. O sana nasıl şükretti de bu ihsâna nâil oldu?"
    Cevâben:
    "Onların hepsinin benden olduğunu bilmesi onun şükrüdür." buyruldu.
    Sehl ibn-i Abdillâh KS Hazretleri'ne bir adam, evine hırsız girip eşyalarını çaldığından bahsedince, demiş ki:
    "Allah'a şükret; eğer o hırsız kalbine girip de tevhidini ifsâd etseydi ne yapardın?"
    Her a'zânın ayrı ayrı şükürleri vardır. Gözün şükrü, dostunun ayıbını görmemektir. Kulakların şükrü de, ayıpları işitmemektir.
    Serrîy-yi Sakatî KS Hazretleri'ne de şükürden sorulmuş. Buyurmuş ki:
    "--Allah-u Celle ve A'lâ'nın nîmetlerinden faydalandığın şeylerle, meâsîye cür'et etmemendir."
    Hazret-i Ali KV'nin oğlu demiş ki:
    "--Yâ İlâhî! Nîmetlerini verdin, beni şâkir olarak bulmadın. Sana şükretmediğimden dolayı nîmetlerini elimden almadın. Sabırsızlığımdan dolayı da iptilâlarımı artırmadın. İlâhî, Kerîm'den umulan ancak keremdir."
    Dört amel vardır ki, hiç bir faydası yoktur:
    1. Sağırla konuşmak.
    2. Nîmeti, şükretmeyene vermek,
    3. Tuzlu ve çorak yerlere tohum atmak,
    4. Güneş varken ışık yakmak.
    Haber-i sahihte bildirildiğine göre, Allah-u Teàlâ'nın nîmetlerine hamd edenler, cennete ilk girenler olacaktır.
    Cenâb-ı Hak cümlemize verdiği maddî ve mânevî nîmetlerine lâyıkıyla şükredebilmek devlet ve şerefini ihsân buyursun... Âmîn, bi-hürmeti seyyidil-mürselîn ve sallallàhü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn...
    SADÂKAT
    [Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sàdıklarla beraber olun!] (Et-Tevbe:119)
    Bu fermân-i İlâhî karşısında başka bir söz söylemeğe hakkımız yoktur. Yalnız ikaz sadedinde bazı hadis-i şeriflerle, büyüklerin sözlerini nakletmeyi uygun bulduk.
    Sıdka devam eden ve sıdkı arayan insan, ind-i ilâhîde sıddîk olarak yazılır. Sıdk her işin temeli ve direğidir. Sâdakat nübüvvet derecesinden sonra gelir. Sıdkın en azı, iç ve dış birliğidir. Sâdık, söylediğini doğru söyleyen; sıddîk da bütün akvâl, ef'âl ve harekâtında sadâkatten ayrılmayandır. Sıdk, tehlikeli yerlerde hakkı söylemekten kaçınmamak olduğu gibi, haramların yenilmesini de men eder. Nefsinin esiri olan, sıdkın kokusunu koklayamaz. Başkalarına müdâhene eden de böyledir.
    Bir zâtın annesi ölmüş, elli dînâr mîras kalmış. Bununlu hacca gitmeye niyet etmiş. Giderken yolda eşkıyâlarla karşılaşmış:
    "--Neyin var?" diye sormuşlar.
    O zât diyor ki: Nefsimde biraz düşündüm. Doğruyu söylemenin hayırlı olacağına inanarak:
    "--Elli dînarım var!" dedim.
    "--Ver!" dediler.
    Verdim. Adamlar saydılar. Baktılar ki para tamam, geri verdiler ve dediler ki:
    "--Senin doğruluğun bizi böyle yapmaya sevk etti".
    Sonra reisleri atından inerek zorla beni atına bindirdi. Gideceğim yere kadar arkamdan yürüyerek geldi. Ertesi sene bizim meclisimize katılarak ölünceye kadar hizmetimizden ayrılmadı.
    Cüneyd KS:
    "--Asıl sadâkat, yalandan başka bir şeyle kurtulmak imkânı olmadığı yerde, doğruyu söyleyebilmektir." buyururlar.
    Zünnûn-u Mısrî KS Hazretleri:
    "--Sadâkat Allah'ın kılıncıdır, nereye konsa onu keser" buyurur.
    Feth'el Mevsilî KS den sıdkı sormuşlar. Elini demircinin ateşine sıkarak; "İşte sadâkat budur!" demiştir.
    Sâdık kimseden üç hal hiç ayrılmaz. Sözlerinde halâvet, hal ve tavrıyla herkesin hürmetini celb etmek ve nurlu bir yüz.
    Demişler ki:
    "--Farz-ı dâimîyi edâ etmeyenin vakitli farzları kabul olunmaz!"
    Farz-ı dâimiyi sormuşlar;
    "--Sıdktır." diye cevap verilmiş.
    Yine demişler ki, Allah'ı sıdk ile istediğinde sana bir ayna verir ki, onunla dünyânın ve âhiretin acâib şeylerini görürsün.
    Sana zarar vereceğinden korktuğun yerde sıdkta sebât et; muhakkak fayda bulursun. Fayda bulacağını ümid ettiğin yalanı da terk et; muhakkak zarar görürsün. Bunlardan anlaşıldığına göre, Cenâb-ı Hak cümlemizi içi dışı daimî surette doğru olan kullarından eylesin... Âmîn, ve sallallàhü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
    Sıdk yalancılığın zıddı olan doğruluktur. Cenâb-ı Vacibül-Vücud Hazretleri doğruluğu ve doğrularla birlikte olmamızı tavsiye buyurmuştur. Bir insan daimâ doğruluğu ve doğru olmayı kasd ve arzu ettiği ve aradığı müddetçe, Cenâb-ı Hak indinde nihâyet sıddîk olarak yazılır. Bil'akis yalanı ve yalancılığı ve kaçamak yolları aradığı müddetçe de, nihâyet ind-i ilâhîde yalancı olarak yazılır.
    Doğruluk her işin gereği, kökü ve esasıdır. Bütün işlerde muvaffakiyet doğruluğun neticesidir. Nübüvvet derecelerinden sonra gelen bir derecedir.
    Sıdk, sözde, işte ve ahvalde olur. Yalnız sözde olursa sàdık denir. Söz ve işlerinde, hâl ve hareketinde de sıdkı muhafaza edebilirse, o zaman kendisi sıddîk denir. Allah-ü Teàlâ'nın yardım ve nusreti, hıfz ve himâyesi kendisiyle beraber olmasını isteyen her kişiye, sıdka devam tavsiye olunur. Zîrâ Allah-u Teàlâ Hazretleri daima sàdıklarla beraber olduğunu beyan buyurmaktadır. Sàdıkların kalbleri de o kadar nurlu ve feyizli olur ki, bu hâli tavsîfe lisânen imkân yoktur.
    Asıl doğrulukta hüner, tehlikeyi mûcib olan bir yerde, yâni yalanla kurtulmak imkânı olduğu halde doğruluktan şaşmamaktır.
    Yine doğruluk, iç hâlinin dış hâliyle uygun olmasıdır. Yâni içi dışına muvâfık olması gerekir. Bâhusus doğruluk, her şeyden evvel insanların haramlardan ve haramı mûcib olan her şeyden uzak kalmasıyladır. Yâni haramları irtikàb edenlerin sözlerindeki doğruluğun kıymeti olmaz. Bunun için doğruluk, bütün iş ve amelleriyle Allah-u Celle ve A'lâ'ya karşı vefâsını gösteren kimsenin hâlidir.
    Doğruluğun kokusunu bir kul koklayamaz, nefsine esir ve köle olduğu müddetçe. Bundan dolayı derler ki: "Sàdık kimse ölüm geldiği vakitte bütün sırları meydana çıkarılsa dahi, kendisini utandıracak bir hâli bulunmayan kimsedir."
    Sàdıkların sözleri bir oktan daha ziyâde te'sirlidir. Ölmek istedikleri vakite bile, istekleri olan bir şeyi reddedilmeden, derhal vaktinde yerine getirilir. Bu hususta pek çok vak'alar zikredilmiştir. Meselâ:
    Birisinin annesi vefat etmiş. Kendisine elli dinar miras isabet etmiş. Bununla hacca gitmeyi murad etmiş. Yolculuğu esnasında önüne çıkan bir adam, ne kadar parası olduğunu sormuş. O da tereddütsüz, doğruluk hayırdır diyerek, "Elli dinarım var!" demiş. Soran adam bunları istemiş. O da kesesiyle beraber teslim etmiş.
    Alan adam paraları saymış; tamam çıkınca kendisine gelen bir halet-i rûhiyye karşısında paraları sahibine iade etmiş ve "Ben senin doğruluğunun üzerimde bıraktığı tesirin altında kaldım." diyerek, atından inmiş ve yolcuyu zorla atına bindirmiş; kendisi de arkasından bir seyis gibi Hicaz'a kadar götürmüş. Sonra da onun hizmetine girerek, ölünceye kadar hasr-ı nefs etmiştir.
    Onun için sâdıklar, öyle boş şeylerle kat'iyyen uğraşmazlar. "Onları yâ farzların edâsında veya Allah için yapılan hayırlı işlerde görürsünüz." demişlerdir.
    Sâdıklar, sözlerindeki halâvet, yüzlerindeki melâhat, tavır ve hareketlerindeki heybetle zînetlendirilmişlerdir. Yüzdeki melâhat, gece namazlarına devamın mükâfatıdır. Heybet de Allah-u Celle ve A'lâ'nın hoş görmediği yerlerden ve işlerden uzak kalmalarının neticesi, kendilerine verilen bir ilâhî lütuftur. Lisanlarındaki halâvet ise, hakkı rıfk ve sühûletle konuşmalarının neticesi olarak verilmiştir. Bu hasletler her kimde bulunursa, hiç şüphesiz onlar, çok bahtiyar kimselerdir.
    Dâvûd AS'a olunan vahiyde buyrulmuştur ki:
    "--Yâ Dâvûd! Her kim beni içinden, gizli bir halde tasdik ederse, ben de onu mahlûklarımın arasında alenen sâdık olarak zikreder, anarım."
    Bu iç tasdîki çok mühimdir. Allah-ü Teàlâ'ya tam mânâsıyla teslim olan insanların hâlidir. Bu hâle canlı bir misâl verelim:
    İki arkadaş bir yola çıkmışlar. Sıdkı kâmil olan zât yanındakine demiş ki:
    "--Dünyalık neyin varsa hepsini bırak, hattâ ayakkabının tasmasını dahi..."
    Öteki diyor ki: "Ben de onun sözünü tutarak neyim varsa hepsini terk ettim. Fakat yolda ayakkabımın tasmaları kopdukça yenisini hazırca buluyordum." Arkadaşım bana dedi ki:
    "--Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'yle sıdk ile muamele edenlerin hâli böyle olur. Onu hiç bir yerde mahrum bırakmaz."
    Zünnûn-u Mısrî KS Hazretleri:
    "--Doğruluk Allah'ın kılıncıdır; nereye dokunursa, nereye konursa, derhal keser." buyurmuştur.
    Her fenalık üzerinde olan bir kimse müslüman olmak istemiş; fakat senelerden beri mûtâdı olan kötü huyların hepsini birden bırakamayacağını da söylemiş. Ona:
    "--Sen yalnız yalanı terk et ve doğruluktan ayrılma!" denilmiş, o da kabul etmiş.
    Sonra içki içmek istemiş; fakat yakalandığı takdirde doğruyu söylemek mecbûriyetinde olduğu için, cezâlanacağını düşünerek içkiyi terk etmiş. Hırsızlık yapacak olmuş, tutulursa yine doğruyu söyleyeceği için cezâ göreceğini hatırlayınca ondan da vaz geçmiş. Nihâyet yalanı terk etmekle bütün fenalıklardan kurtulmuş; bu sûretle de hem kendine, hem de cemiyete faydalı bir müslüman olmuştur.
    Sıddîkların kendiliklerinden söyledikleri nefsânî sözler, sadakata hıyânet addedilmiştir. Zîrâ, sıddîklık makamına ulaşan kimselerin, sözlerinin de nefsânî değil rûhânî olması gerekir.
    Fethul-Mevsilî KS adındaki zâttan sıdk hakkında sormuşlar, yâni sıdkın mahiyetini öğrenmek istemişler de; o mübârek zât, yanında bulunan bir demircinin ateşinde kızarmış olan demiri eliyle tutarak ateşten çıkarmış ve avucunun içine alarak; "İşte evlâdım sıdk buna derler." demiştir.
    Tabiî bu, pek şaşılacak bir şey değildir. Zîrâ bütün eşya Cenâb-ı Vâcibül-Vücûd Hazretleri'nin yed-i tasarruflarındadır. İbrâhîm AS'ı yakmayan ateş nasıl yakmadıysa, Allah'ın sevgili kullarını da yakmayacağı şüphesizdir. Bunun gibi, Mûsâ AS'ı ve kendisiyle beraber olan kavmini, Kızıldeniz'den geçerken su boğamamıştı. Bir de her şeyi kesen bıçak, İsmâîl AS'ı kesememişti. Daha bir çok misaller varsa da, bu kadarı kâfîdir.
    Yâni Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'yle muâmelesi dürüst olanların hàfızı, hàmîsi, yardımcısı her yerde ve her zaman Allah CC olduğunu unutmamalıdır. Yeter ki biz, o sadâkate sahip olan kullardan olalım!
    Bundan dolayı Yûsuf ibn-i Isbat KS:
    "--Benim bir gecelik Allah ile sıdk üzere muâmelem, düşmanla fî sebîlillâh dövüşüp boyunlarını vurmaktan, bana daha sevgilidir." diyerek sıdkın lüzumunu ve ehemmiyetini belirtmiştir.
    Ebû Ali ed-Dekkâk KS Hazretleri de:
    "--Sıdk, yâni doğruluk, ya göründüğün gibi olmak, veya olduğun gibi görünmektir." buyurmuşlardır.
    Sàdıklarda, halkın gönlünde yer alma hevesi kat'iyyen bulunmaz, insanların iyi amellerine muttalî olmalarını istemedikleri gibi, kötü hallerine de muttalî olmalarını kerîh görmezler. Çünkü kötü amellerinin bilinmemesini istmek, onların yanlarındaki kıymetlerinin ziyâdeliğini istiyor demektir. Bu ise sıddîklara yakışmayan bir ahlâktır.
    Bazı büyükler buyurmuşlar ki:
    "--Dâimî olan bir farzı edâ edemeyen bir insanın, vakitli farzları kabul olunmaz."
    Bunun üzerine;
    "--Dâimî farz nedir?" demişler.
    Bu suâle;
    "--Sıdkdır, yâni doğruluktur." diye cvvap vermişlerdir.
    Bundan da anlıyoruz ki, doğruluk her müslümanın dâimî ve ebedî bir borcudur. Bundan ayrıldığı zaman muvakkat olan vakitlerdeki, muayyen saatlerdeki ibadetlerin de kabul olunamayacağına da işâret olunmuştur.
    Binâen aleyh, Allah-ü Teàlâ'yı sıdk ile isteyenlere Allah-u Teàlâ Hazretleri bir ayna verir ki, o aynada dünya ve ahiretin bütün acâibini pek aşikâr olarak görürsün. Zannederim, bu ayna da gönül aynası olsa gerektir.
    Azîz kardeş, öyleyse sen sıdktan ayrılma! Her ne kadar korkulu yerlerde sana zarar verecek gibi olsa bile, asla korkma! Doğruluk hiçbir zaman zarar vermez, dâimâ sana fayda verir. Yalanı kat'iyyen bırak! Her ne kadar sana faydalı gibi görünse de, muhakkak sana zarar verecektir. En büyük zararından birisi de, artık gönlünün tamamiyle kararıp hiçbir şeyi görmesine imkân kalmamasıdır.
    Zîrâ doğruluk kişiyi iyiliklere ve hayırlara sevkeder. Hayırlar da dolayısıyle cennete götürür. Kişinin gâyesi sadâkat olunca, ind-i ilâhîde sıddîklar defterine yazılır. Yalancılık ise, muhakkak insanları kötülüğe sevkeder. Kötülükler de, tabiatiyle kişinin cehenneme girmesine sebep olur. Yine kişi yalancılığa alıştığından dolayı, bu kötü huy, nihayet ind-i ilâhîde onun yalancı olarak yazılmasına sebep olmuştur. Sıddîk veya kezzâb olarak yazılmanın ne demek olduğunu artık sizler düşününüz.
    İlâhî kitabımızda bütün Peygamberler övülürken sıddîkiyet sıfatlarıyla övülmüşlerdir. İbn-i Abbâs RA buyururlar ki:
    "--Dört şey her kimde bulunursa, muhakkak en büyük kazancı elde etmiş olur. Bunlar; sıdk, hayâ, şükür ve güzel ahlâktır."
    Allah-u Teàlâ Hazretleri'yle muâmelesinde sadâkat üzere hareket edenler, insanlardan tabiatiyle tevahhuş ederler. Onun için senin bineğin sadâkat olsun, hak da kılıncın, Allah-u Celle ve A'lâ da gâyen ve talebin olsun.
    Bir adam, hakîm bir zâta:
    "--Ben senin dediğin gibi sàdık bir kimse göremedim!" demiş.
    Bu hakîm zât da:
    "--Eğer sen sàdıklardan olsaydın, sàdıkları bilir ve tanırdın." demiştir.
    Allah-ü Teàlâ'nın dini, üç erkân üzerine kurulmuştur: Hak, sıdk, adâlet.
    Hak olan, a'zâ-yı cevarih üzerine görülür. Adâlet ise, kalblerde; sıdk da, akıllar üzerinde tezâhür eder.
    Bir kişi ki, Allah-u Teàlâ'yı severim iddiâsında bulunur ve bu iddiâsında sàdık olmazsa, kıyâmet gününde yüzleri kapkara olacağı bildirilmiştir. Bütün ulemâ ve fukahânın ittifakıyla, bir kimsede üç haslet sahîh olursa onun kurtuluşu mümkündür. Fakat bunlar birbirinden ayrılmazlar:
    Birincisi; bid'at ve hevâdan ârî halis bir İslâmiyet.
    İkincisi; amellerinde Allah-ü Teàlâ'ya sıdkını göstermesi.
    Üçüncüsü de; yeyip içmesinde tıyb (helâl ve güzel) olanı aramasıdır.
    Her ne zaman ki yaptığı iş ve amellere nefsinin hazlarından bir şey karşıtırıyorsa, o zaman bu amel, sıdktan àrîdir. Ma'lûmdur ki sıdkın olmadığı yerde ihlâs da olmaz. Sıdkın ve ihlâsın bulunmadığı iş, amel ve harekâtta da hayır, bereket olmaz vesselâm.
    Bazı kitaplarda kurtuluşun şartlarından olarak zikr olunan aşağıda yazılı 22 ufak, fakat mânâları çok derin olan kelime ve cümleler üzerinde titizlikle durulması tavsiye olunur:
    1. İlimden daha faydalı bir hazîne olamaz.
    2. Hilimden daha ziyâde kârlı mal olmaz.
    3. Gazabını yenmekten daha iyi hesap olmaz.
    4. Amelden daha ziynetli dost olmaz.
    5. Cehâletten daha kötü refîk (arkadaş) olmaz.
    6. Takvâdan daha azîz şeref olmaz.
    7. Hevâsını terketmekten daha iyi kerem olmaz.
    8. Tefekkürden efdal amel olmaz.
    9. Sabırdan a'lâ hasene olmaz.
    10. Kibirden beter, fenâ günah olmaz.
    11. Rıfktan daha makbûl ilâç olmaz.
    12. Akılsızlıktan daha acı dert ve musibet olmaz.
    13. Haktan daha adâletli elçi olmaz.
    14. Sadâkatten daha iyi nasîhatçi ve delîl olmaz.
    15. Tama'dan daha zelil fakirlik olmaz.
    16. Şekâvetle toplanan maldan zenginlik olmaz.
    17. Sıhhatten daha güzel hayat olmaz.
    18. İffetten daha tatlı maîşet olmaz.
    19. Huşû'dan daha güzel ibâdet olmaz.
    20. Kanâatten daha hayırlı zühd olmaz.
    21. Sükûttan daha ziyâde muhafaza eden bekçi olmaz.
    22. Ölümden yakın da gàib olmaz.
    Şimdi bunları birer birer inceleyecek olursak, beşerin saadet ve selâmetinin nerede olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz, sanırım.
    Ebûbekir el-Verrâk KS:
    "--Kendinle Hak arasındaki sıdkı ve halk ile kendi arandaki rıfkı muhafaza edebilmek, kişinin saâdet ve selâmetinin îcâbıdır." buyurmuştur.
    Hayattaki selâmet ve saadet yollarının doğruluk, sehâ ve şecâatte olduğunu, bir de bunlara ilâveten, ittikâ, hayâ ve gıdanın tıybi olarak bildirmiştir.
    İbn-i Abbâs RA der ki:
    "Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz'den kemâl denilen şey soruldu.
    '--Hak sözü söylemek ve sadâkatle amel etmektir.' buyurdular."
    Sıdkın altı mânâda müsta'mel olduğu da ayrıca zikredilmektedir:
    1. Sözde sadâkat.
    2. İrâde ve niyette sadâkat.
    3. Azminde sadâkat.
    4. Ahdine vefâda sadâkat.
    5- Amellerinde sadâkat.
    6. Muâmelât-ı dîniyyenin hepsinde sadâkat.
    1. Sözde Sadâkat
    Yalnız çocukların terbiyesinde ve bazen de hanımların terbiyesinde, karı koca arasını ıslâhta, kardeşlerin aralarını ıslâh ile barıştırmakta, harp esnasında ve usüllerinde ihtiyaç ve zaruret miktarı söylenen sözlerin kizib denilen yalandan sayılamayacağı belirtilmiştir. Bu ise ne kadar dikkate şâyândır.
    Şu mezmûm olan ve herkes tarafından da hiç beğenilmeyen yalanı görüyorsunuz ki, iki kardeş arasını veya karı koca arasındaki dargınlık ve münâfereti gidermek için, bu fena olan yalana cevaz verilmiştir. Müslümanların ve âilelerin birbirine karşı dargınlık ve küslüğü, demek ki, yalandan daha fena bir şey olduğundan, onları barıştırmak için bu gibi yalanlara cevaz verilmiştir.
    Meselâ, "O benim için şöyle, şöyle söylemiş. Yâni iğrenç, kötü, fena sözler sarf etmiş." diyene, siz de inkâr sadedinde: "Hayır birader, ben de ordaydım, o adam sizin için kat'iyyen öyle söylemedi, size yanlış anlatılmış, belki şöyle şöyle dedi" diyerek onun hoşuna gidecek bir ifade kullanmak gibi...
    2. İrâde ve Niyette Sadâkat
    Niyyet ve irâdesinde Hakk'ın rızâsından gayrı bir şey düşünmemek ve istememektir.
    3. Azminde Sadâkat
    "Cenâb-ı Hak şöyle bir servet verirse, ben onun şu kadarını hayırlara harcayacağım!" dediğinde ve buna mümâsil bütün yapacağı işlerdeki azminden sadâkatini bilfiil dediği gibi göstermesidir. Bunlarda gösterceği zaaf, azminde sadâkatsizliğe delildir.
    Meselâ: "Cenâb-ı Hak bana para ve kuvvet verirse hemen hacca gideceğim!" diye azmeden insanın, bilâhare çeşitli bahânelerle bunu tehir etmesi azminde sadâkatsizliğe alâmettir.
    4. Ahdine Vefâda Sadâkat:
    Ahdinde vefâ da böyledir. Bir şeyi va'd etmek kolaydır. Fakat va'dini zamanında yapmak hünerdir. Meselâ, Enes RA'ın amcasının oğlu Enes RA. Bedir muharabesine iştirak edememiş ve buna çok üzülmüş;
    "--Nasıl olur da ben Rasûlullah'ın bulunduğu bu ilk muharebede bulunamayayım?" diyerek çok acınmış ve "Bir daha muharebe olursa bakın ben kendimi nasıl göstereceğim ve Bedir'de bulunamadığımın acısını çıkaracağım!" diye söz vermiş. Vaktâki Uhud muharebesi başlıyor, Sa'd ibn-i Muâz RA bu zâta, Uhud meydan muharebesine giderken rastlıyor ve soruyor:
    "--Hayır ola nereye böyle?" deyince, cevâben:
    "--Cennet kokuları burnuma gelmektedir." diyor ve muharebe meydanına atılıyor. Öyle aşkla cenk ediyor ve dövüşüyor ki herkes hayrete düşüyor. Nihayet şehâdet şerbetini içip rûhunu teslim ediyor. Muharebe bitince bir de bakıyorlar ki, tanınacak hali kalmamış, yalnız kardeşi elbisesinden tanıyabilmiş. Aldığı ok ve kılıç yaralarını saymışlar, seksenden fazla yara almış.
    Cenâb-ı Hak cümlemizi böyle sözlerinde ve ahidlerinde vefâkâr olan bahtiyar insanların şefâatine nâil eylesin ve onları da radiyallàhü anhüm ve rad� anh sırrına mazhar buyursun, âmîn.
    5. Amellerinde Sadâkat
    Bu da pek ince ve dikkate değer bir iştir. Yaptığı amellerde, dışı nasılsa içi de öyle olmalıdır. Meselâ, dışından pek güzel namaz kılan insanın, o andaki iç harekâtı dışının göründüğü gibi değilse, aranan sadâkat bunda bulunmaz. Namazda herkes dışını, duruşunu ve kıldığı namazı pek beğenir. Fakat onun içi gönlü, kalbi, evde, işte, çarşıda, pazarda, olup da bu harekâtıyla içi dışına uymadığından ötürü, hareketlerinde ve amellerinde sadâkat bulunmamaktadır.
    Elbette bu pek kolay bir şey değildir. İçimiz her ne kadar dışmıza uymasa dahî biz yine vazîfemizi yapmakla me'muruz. Kendimizi ıslâha sa'y ve gayretle beraber gönlümüzü de Hakk'a tam mânâsıyla çevirmeye çalışıyoruz ve Cenâb-ı Hakk'ın yardımını ve tevfîkını da mütemâdiyen isteriz. Çünkü bizim aczimiz mâlûmdur. Onun lütfu ve ihsânı olmazsa, hiç bir şeyde muvaffak olmayacağımız tabiîdir.
    Peygamberimiz SAS Efendimiz bir duâsında şöyle buyurmuşlardır:
    "--Yâ Rab! Benim sırrımı âşikâr olan amellerimden hayırlı kıl ve âşikâr, alenî amellerimi de sâliha kıl!"
    Bir mü'min de dâimâ böyle duâ etmelidir. İçle dış müsâvî olursa, o vakit yarı yarıya demektir. Asıl iç dıştan efdal olursa, o zaman makbûl ve memdûh olur. Bunun aksine, dış içten üstün ve gösterişli olursa, o makbûl değildir. Onun için bazı büyükler, sadâkat "İç ve dışın Hakk'a muvâfık olması gerektir." demişlerdir.
    6. Muamelât-ı Dîniyyenin Hepsinde Sadâkat
    Mü'minin sırrı zâhirine uyarsa, Allah-u Teàlâ o kulu ile meleklerine mübâhât edip, "İşte benim bu hak kulumdur!" buyurur.
    Sıdk, derecelerin en a'lâsı ve azîzidir. Din makamlarında Allah'tan korkudaki, recâdaki, ta'zîm, zühd, rızâ, tevekkül, sevgi ve sâiredeki sadâkatini göstermesidir. Hiç şüphesiz ki, bunların başlangıcıyla sonuna ulaşanlar bir olamazlar. Bunlardaki korku, ümid, ta'zîm, rızâ, tevekkül ve sevginin herkesteki tezâhürü bir olamaz. Burada zaaf ve kuvvet nisbetinde, herkeste ayrı ayrıdır, derece derecedir ve galebe nisbetindedir.
    Allah-u Teàlâ'ya iman eden herkes Allah'tan korkar. Fakat bu korku, herkeste bir değildir. İmanın kuvveti nisbetinde korkarlar ve severler. Ta'zîm ve tevkîr de böyledir. Meselâ Efendimiz SAS Hazretleri, Cebrâil AS'ı hılkat-i asliyesiyle, şark ile garb arasını doldurmuş olduğu vakitte görünce, bayılır gibi olmuştu. Cebrâil AS:
    "--Yâ İsrâfil AS'ı görseydin ne olacaktı? Onun büyüklüğü ta'rife sığmaz derecededir. Halbuki, o kadar büyük olmasına rağmen huzûr-u Rabbül-Àlemîn'de korkusundan ufacık bir kuş gibi kalır." buyurmuştur.
    Allah'tan gayrisinden korkanlar hakîkat-i imana ulaşamazlar. Fakat cibilliyet-i insaniye iktizâsı, insanda zaaf ve acz vardır. Yırtıcı canavarları görünce korkmaması, sultandan, zâlimlerden, eşkiyâlardan korkmamak herkese müyesser değildir. Filvâkî bazı büyük zevat, bu canavarlara da sözlerini geçirebilmişlerdir. Ammâ bunlar pek mahdut bahtiyarlardır. Yoksa bizim gibi àcizlerin işi değildir.
    Sıdk derecelerinin sonu yoktur. Herkes nasîbi kadarını alır. Tevhîdde sadâkat, tâatte sadâkat, ma'rifet-i ilâhiyede sadâkat, sıdkın esaslarındandır. Tevhîddeki sadâkatte bütün ehl-i iman müsâvîdir. Tâatteki sadâkat ise ehl-i ilme mahsustur, denilmiştir.
    Ca'fer-i Sâdık RA Hazretleri'ne göre sıdk, mücâhede ve Allah'tan gayrisini ihtiyar etmemektir. Sıdkın alâmeti olarak da, tâatlerin ve müsîbetlerin tamamen saklamaktır demişlerdir.
    Şu da şâyân-ı dikkattir ki, Sûre-i Münâfik�n'da bildirildiği vechile münâfıkların Rasûlüllah SAS Hazretleri'ne gelip:
    "--Biz senin, Allah-u Teàlâ'nın hak rasûlü olduğuna şehâdet ederiz!" demelerine mukàbil, Cenâb-ı Hakk'ın onların yalan söylediklerini ve kâzibînden oldukların bildirmesi ne kadar güzeldir. (Münâfik�n: 63)
    Çünkü söylenen söz hakikatte pek doğru, fakat bu söz dilin sözüdür. Hakîkatte ise gönülleri ona inanmış olarak söylemedikleri için, Cenâb-ı Hak da onların yalancılıklarını meydana koymuştur. Bundan pek güzel anlıyoruz ki, sözlerin muhakkak sûrette özlerine uygun olması gerektir.
    Kur'an-ı Kerim'de Bakara Sûresi'nin ikinci sayfasında bu yalancı münâfıkların halleri pek güzel ve açık bir sûrette tasvîr edilmiştir. O günün yalancı, müfteri, aldatıcı münâfıklarının hâli, her devirde her zaman görülegelmektedir. Bunlar bâtıl akîdelerince, yalanlarıyla insanları aldattılarını zannederlerse de hakikatte kendilerinin aldandıklarını ve bu iki yüzlü olmaları ise beyinsiz ve akılsız oldularının alâmeti olduğunu pek açık bir lisan ile belirtmişlerdir.
    Pek azîz ve muhterem kardeşim! Şu okuyagelmiş olduğun sıdk bahsi hakkında her halde gönlünde birtakım belirtler hâsıl olmuştur. Mahlûkların en mükemmel ve efdali olan insana dâimâ her yerde ve her zaman sadâkatin yakışacağına kanâatin mevcuttur. Bugünkü insan câmiası, herhangi bir kavim ve miletten veya dinden olursa olsun, doğruluğun, sadâkatin lüzumunu hiçbiri inkâr edemez. Doğruluğun lüzumuna herkes kàil fakat, doğru olmak ve doğru olabilmek kolay bir mesele değildir. Herkesin sevdiği ve istediği bu doğruluk, oldukça zor bir iştir. Zira, her kıymetli şey gibi o da pahalıdır. Herkes alamaz, ancak büyük zenginler alabilir. Meselâ, yâkut ve plâtin cevherleri olsa da çok değil, birazcıktır.
    Halbuki doğruluk, hiç bir cevherle ölçülemeyecek kadar üstün ve kıymetildr. Oun elde edebilmek için çok kuvvetli ve üstün, sağlam bir imana sahip olmalıdır. Sàdık, doğru, düzgün, tam, kâmil bir müslüman olması da pek kolay bir şey değildir. Bunun için Hazret-i Celle ve Âlâ, bizlere dâimâ sàdıklarla yâni, tam, kâmil, olgun müslümanlarla beraber olmamızı tavsiye etmiş ki, onların güzel ahlâkları, kemâlleri, tedricî bir sûrette temas ettiği insanlara, müslümanlara da sirâyet eder, geçer ve bir gün bakarsınız ki, o da güzel, kâmil, olgun bir müslüman olmuştur.
    Kötü ve yaramaz kimselerin kötülükleri, nasıl kendileriyle temas eden kimselere geçerse, iyilik de böyledir. Hattâ bu kàide nebatlarda da böylece cârîdir. Meselâ, beyaz kabağın yanına ekilen bir karpuz, bir müddet sonra kırmızı rengini kaybeder. O da kabağın rengine boyanır. Bu haberi çiftçilerden dinlemiştim. Bizde de şu atalar sözü meşhur değil midir? "Üzüm üzüme baka baka kararır."
    Yerin güzelinden, güzel mahsûl alındığı da ma'lûmdur. Çorak ve çöl arazide ise ne kadar uğraşsanız, güzel mahsul alamazsınız. Çiftçiye güzel yeri aramak nasıl lâzımsa, müslümanlara da güzel müslümanları aramak ve onlarla hem dem ve hem âhenk olmak mutlak sûrette lâzımdır. Zirâ, dünya ve dünyanın her çeşit nîmeti ne kadar güzel ve kıymetli de olsa, sonu yoktur, bekàsı yoktur, fânîdir. İman ve İslâmiyet'te kemâl ise, hiç de böyle değildir. Onlar hep ebediyet yolunun meyveleridir; ne biter, ne de tükenir. Her lokmasının tadı ayrı ayrıdır, birbirinden üstün lezzetleri vardır.
    Sert bir demiri hemen şöyle bir kızdırmakla, onu istenilen şekle sokmak mümkün olmaz. Belki ateş gibi kıpkırmızı olacak ki, istenilen şekle sokulabilsin. İnsan da tıpkı böyledir. İyileri görmek, onlarla sohbet etmek veya onlara biraz hizmet etmekle, onların hallerini tam mânâsıyla almak mümkün olmaz. Demirin tam mânâsıyla kızarması nasıl lâzımsa; kâmil, olgun müslümanların arasında uzun zaman bulunup onların hallerini tam almadıkça, insanda kemâl tezâhür etmez ve edemez.
    Bu hususta ne kadar büyük ve devamlı bir mücâdelenin lâzım olduğuna inanmak gerekir. Küçük muharebeden büyük muharebeye dönüşün ne demek olduğunu herkes pekâlâ bilir. Binâen aleyh, böyle mücâhedelere alışmamış ve hazırlanmamış kimseler için, imanda kemâl, ahlâkta kemâl, insanlıkta kemâl, İslâmlıkta kemâli ummak âdeta muhaldir, derseniz pek hata etmiş olmazsınız sanırım.
    Büyüklerin atasözleri de buna delildir: "Kötü huyu teneşir temizler." derler ya, evet, yerleşen ve kökleşen kötü huyların değişmesi ve terki çok zordur. Onun için, "Dağı yerinden söküp kaldırmışlar denirse inan; fakat, alışılan kötü huyların bırakıldığını söylerlerse, inanma!" dedikleri de meşhurdur. Fakat ne yazık ki henüz küçük yaşlarda, iyisini alıp kötüsünü bırakmak, hele bu devirde ne kadar müşküldür. Sinemaler, tiyatrolar, televizyonlar, radyolar, gazete ve mecmualar, deniz ve kara banyoları, artık kimde can bırakır bilmem?..
    Böyle sefâhatlara, israflara haramlara alışan insanlarda, artık ne insanlık ne de İslâmlık aranabilir. O gibiler, ahireti çoktan unutmuş, tam bir dünya adamı olmuştur. Amma ecel şerbetini içip de, ahiret âlemine intikal edince, nasıl yanlış yolda olduğunu anlayacak, fakat iş işten geçmiş, her şey bitmiş olacaktır. Nedâmet, pişmanlık kimseye fayda vermez.
    Onun için, ey aziz kardeşim; sen bu fakîr-i pürtaksîr, günahkâr kardeşinin sözlerine iyi kulak ver ve onu kabul et de, bir an evvel tevbe ve nedâmet edip İslâm'ın yoluna dön! Namaz kıl, cemaate devam et, vaaz ve nasihat dinle! "Ben ondan daha iyisini bilirim!" deme! Zekâtını fazlasıyla ver, yardımdan ve sadakalardan sakın kaçma!
    Elinden gelirse her sene hacca git, orda akümülâtörünü doldur! Sonra memleketine faydalı olarak dön! Medine-i Münevvere'yi de ziyaret etmeyi ihmal etme! Rasûlüllah SAS Efendimiz'in huzurlarında gözyaşlarını dökerek çok çok salât ü selâm getir! Sakın kimseyi hakir ve hor görme, herkesi her bakımdan kendinden iyi ve üstün görmeye bak! Servete, bilgiye, varlığa, sağlığa sakın güvenme!
    Kimseyi incitme ve kimseden yardım bekleme; elinden geldiği kadar herkese yardımcı olmaya çalış! Kat'iyyen sert konuşma ve çok da konuşma! Yüksek sesle hele hiç konuşma; gayet yumuşak ve tatlı konuşmaya dikkat et! Bâhusus, zuafâ ve fukarâya karşı gayet mülâyim ol, kimsenin gönlünü kırma! Kat'iyyen bilgiçlik taslama, makamlara göz dikme, onların parlaklığına hiç aldanma! Mümkün olduğu kadar devlet kapılarından uzak ol; oradan bir şey bekleme!
    İhtiyar dahi olsan, sakın genç kadınlarla hatta yaşlı kadınlarla dahi sohbete alışma! Yazlık diye deniz kıyılarında ev tutma, günah yerlerinden kaç! Çocuklarını da öyle yerlere bırakma ve onları günahlara alışmaktan koru! Dünya için zinhar dinini zâyî etme! Ölümü unutma, gözünün önünden ayırma! Dâimâ Hakk'ın rızasını kazanabileceğin hayırlı ibadetler ve amellerle meşgul ol!
    Bid'atlardan sakın, hevâ ve nefsinin arzularına uyma. İyi, sàlih, sàdık, àbid, zâhid kişileri ara bul, onlardan ayrılma, hizmetlerine devam et! Kat'iyyen kimsede kusur ve kabahat görme ve arama; kendi kusur ve kabahatlerini ara ve onlar gidermeye sa'y ü gayret eyle!
    Komşularınla son derece güzel geçinmeye bak, onları mümkün oldukça hediyelerle taltîf et! Çocuklarına da hediye vermekten geri kalma! Onların kusurları olursa, örtmeye çalış! Kimsesiz ve yardıma muhtaç olanlarını ara bul, hizmetlerinde kusur etme! Güler yüz ve tatlı dilden ayrılma!
    Boş vakitlerinde Kur'an-ı Kerim'i oku ve zikrullah ile meşgul ol! Boş ve faydasız dedikodulardan son derece uzak ol! Hakk'ı unutma ve Hak'tan zerre kadar ayrılma!
    Lokmalarına son derece dikkat et, onların dâimâ helâlinden olmasına çalış! Şüphelilerden sakın! Faizlere kat'iyyen karışma; hırs ve tama' hiç bir zaman iyi bir şey değildir. Dünya zînet ve süslerine iltifat etme, fuzûlî masraflardan sakın! Haramlardan milyonları kazanacağını bilsen, katiyyen tenezzül etme!
    Kızlarını ve hanımını sakın memure etme ve ticaret yapmalarına izin verme, son derece zaruret olmadıkça... Fakr ü hale rızâ ve kanaat ile geçinmek ve hür türlü sıkıntılara sabır ve tahammül etmek, hiç şüphe yoktur ki dünyanın müreffeh hayatlarının hepsinden daha iyidir. Ahiretteki mükâfatı da o nisbette büyük ve hesapsızdır. Sabır bahsini mütalâanızı tavsiye ederim.
    AHDE VEFÂ
    "Ahdi (yapılan sözleşmeyi) yerine getirin, çünkü verdiği sözden cayan (kıyamet günü) sorumludur." (El-İsrâ: 34)
    İslâm ahlâkının en mühimlerinden biri de ahde vefâdır. Ahde vefâ husundaki âyet-i kerimler on taneden fazladır. Sözünde duran kimseleri, ahidlerini, vaadlerini, verdikleri sözü yerine getirenleri, hem Allah-u Celle ve A'lâ sever, hem de insanlar sever. Sözlerinde ve vaadlerinde durmayan kimseleri, Allah-u Celle ve A'lâ sevmediği gibi, kulları da sevmez.
    Emânete riâyet etmeyenin imanı olmadığı gibi, ahde riâyet etmeyenin de kâmil bir dini olmadığı Hazret-i Enes RA'den rivâyet edilmiştir. (Et-Tergîb, c. 4, s.11)
    Müslim RA'ın rivâyet ettiği bir hadisin sonunda, bir müslümana gadr ve ahdini nakzedenler, "Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti üzerlerine olsun!" diye çok açık bir şekilde tehdit edilmişlerdir.
    Bu tehdit hiç şüphesiz ki, ahde vefânın çok mühim olduğunu güzelce bildirmektedir. Esâsen münafıklığın başlıca üç alâmetinden birini de, ahdini bozanlar teşkil etmektedir. İsmail AS'ın vaadinde sebâtı, Kur'an-ı Azîmüşşan'da övülmüştür. Efendimiz SAS Hazretleri peygamberliğinden önce, birisine vermiş olduğu sözden nâşî üç gün orada beklemişti.
    EMÂNETE RİÂYET VE HIYÂNETİ TERK
    [Gerçekten Allah size, emânetleri ehline vermenizi emreder.] (En-Nisâ: 58)
    Emânete riayet şeâir-i İslâmiyedendir. Mukàbili hıyânettir. Emânet sahipleri, ind-i ilâhîde ve insanlar yanında makbul ve memduh kimselerdir. Ondan dolayı Cenâb-ı Peygamber de, emânete riâyet edenleri cennetle tebşir buyurdukları gibi, mukàbili olan hıyânetliği de o kadar mezmûm ve kötü olarak bildirmiştir.
    Hattâ, muharebe meydanlarında şehid olanların bile, bütün günahları affolduğu halde, emânetsizlikten dolayı olan günahlar üzerinde kalır. Bunu ödemesi kendisine teklif olunur. Tabii o günde mal ve mülk bulunup da ödenmesi mümkün olmayacağından --Allah korusun-- cehenneme sürüklenir. Namaz, abdest, ölçü, tartı, ve buna benzer bir çok şeyler emânetten addedilmiştir. Bundan dolayı, abdesti olmayanın namazı sahih olmadığı gibi, emânete riâyeti olmayan kimselerin de imanı kâmil olamaz.
    Hazret-i Ali KV'nin rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte buyuruyorlar ki:
    "Biz Rasûlüllahla beraber oturuyorduk. Ehl-i Âliyeden bir racül geldi:
    '--Yâ Rasûlallah, bu dinin en şiddetlisinin ve en yumuşağının neler olduğunu haber verir misiniz?'
    Buyurdular ki:
    '--En kolayı kelime-i şehâdettir. (Eşhedü en lâ ilâhe illallàh ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû) En şiddetlisi de ey Âliyenin kardeşi, emânettir."
    Muhakkak emânete riâyet etmeyen kimsenin dini de yoktur. Yâni kâmil değildir. Onun namazı ve zekâtı da makbul değildir.
    Bunun için devrin en iyisi, Efendimiz SAS'den sonra ashab-ı kirâmın, daha sonra tâbiîn ve tebe-i tâbiînin devridir. Ondan sonra gelen insanlarda şekàvet, hıyânet ve emânete riâyetsizlikle beraber, nezirlerini îfâ etmeyen bir takım insanlar gelecektir ki, onların bütün gàyeleri hayat-ı dünya olup, leziz taamlar ve içkilerle karınlarını doldurmaktan başka düşünceleri olmayacaktır.
    Münafıkın alâmetlerinin de; konuştuğu zaman yalan söylemek, va'dinden hulf etmek, emânete hıyânet etmek olduğu, Buhârî ve Müslim hadislerinde belirtildiği gibi, bu husus herkesçe de ma'lûmdur.
    Efendimiz SAS Hazretleri de, açlık ve hıyânetlikten Cenâb-ı Hakk'a ilticâ etmişlerdir.
    Cenâb-ı Hak cümlemizi emânete riâyet eden sevgili kullar arasına ilhak buyursun... Âmîn, ve sallallàhü alâ sevyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
    KOMŞULUK HAKLARININ MUHÀFAZASI
    Komşuluk hakkı, İslâm haklarından ayrı bir haktır. Hak üçe bölünürse, bir hak komşunundur. Bunda din ve millet farkı gözetilmez.
    İkincisi, İslâm komşu hakkıdır. Bunda, hem müslümanlık hakkı, hem de komşuluk hakkı vardır.
    Üçüncüsü de, komşu akrabadan olursa, onun da üç hakkı vardır. Biri komşuluk, biri müslümanlık, biri de akrabalık hakkıdır. Güzel komşuluk yapmak, olgun müslümanlık alâmetidir.
    Cebrâil Aleyhisselâm, Efendimiz SAS Hazretlerine komşu hakkında o kadar çok vasiyette bulunmuşlar ki, Efendimiz SAS Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
    "--Allah'a ve kıyamet gününe inanan, koşusuna ikram etsin!"
    Ve yine:
    "--Bir kulun kâmil bir mü'min olmsına imkân yoktur; ancak komşusu, onun şerrinden emîn olmadıkça. Hattâ komşunun köpeğini bile taşlamak ona ezâdır." buyurmuşlardır.
    Efendimiz SAS Hazretleri'ne demişler ki:
    "--Filân kadın oruç tutar, gece namazı kılar; bununla beraber komuşlarına ezâ eder."
    Efendimiz SAS bu kadının cehennem ehli olduğunu beyan buyurmuşlardır. Komşuluğun, her evin dört tarafından kırkar eve şâmil olduğu da ayrıca bildirilmiştir. Komşu hakkı yalnız ezâ etmemek değil, belki aynı zamanda ezâlara da tahammüldür. Hattâ bu da kâfi değildir; komşuya rıfk ile muamele etmekle beraber, ona hayırlarını ulaştırmakla da memurdur.
    Onu, her gördükçe, ondan önce selâm vermek de komşu hakkından sayılmıştır. Hâl hatır sorarken sözü çok uzatmamak, hâlinden çokça soru sormamak, hastalığında ziyaretine gitmek, musîbet zamanında tâziye etmek, sevinç halinde tebrik etmek, sevincine ve musîbetine iştirak etmek, hatalarını affetmek; pencerelerden veya damdan evine bakmamak, evinin duvarları üstüne bir şey koymamak, evinin içerisine su akıtmamak, evine getirdiği şeylere dikkatle bakmamak, gördüğü veya duyduğu ayıplarını örtmek, yokluğunda evini muhafaza etmek; aleyhinde konuşulanları dinlememek, kadınlarına, genç kızlarına, hatta hizmetçilerine dahi bakmamak; çocuklarını güzel sözlerle okşamak, din ve dünyadan bilmediklerini öğretmek; yardım isterse yardımda bulunmak, borç isterse vermek, borcunu ödemekte zorluk çekerse müddeti uzatmak; vefatında cenazesinde bulunmak, ondan izin almadan evini onun evinden yüksek yapmamak; hiçbir hususta ona eziyet etmemek, bahçeden topladığın veya çarşıdan aldığın meyvalardan onlara hediye etmek; kendi çocuklarını ellerine mevya ve sâir yiyecek şeylerle sokağa çıkarmamak, komşu haklarındandır.
    Abdullah ibn-i Ömer RA bir gün bir koyun kesmişler ve kölesine, koyunu yüzdükten sonra evvelâ yahudi komşudan dağıtmaya başlamasını emretmişler ve unutmasın diye ısrarla tekrarlamışlardır. Dinimizde, kurban etlerinden yahudi ve hristiyan komşulara da vermek, komşu hakkı olarak sayılmıştır.
    Hazret-i Âişe RA, mekârim-i ahlâkı şöyle sıralamış: Sözlerinde doğruluk, insanlara sû-i zan etmemek, sıla-i rahim yapmak, emâneti muhafaza etmek, komşu ve dostlarının haklarını müdâfaa etmek, misafiri barındırmak... Bütün bu iyi huyların başı da hayâdır. Komşuların senin için iyi derse iyisin; kötü derse bu senin kötülüğünün alâmetidir.
    Allah-u Teàlâ Hazretleri hayır murad ettiği kimseleri komşularına sevdirir. Bizleri de komşu hakkına riâyet edenlerden etsin, âmîn.
    Komşu Hakları Üzerine İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin Beyânları
    Komşunun komşu üzerine olan hakları sekizdir:
    1. Eğer senden bir nesne istese, veresin.
    2. Eğer seni dâvet ederse, dâvetine gidesin.
    3. Eğer senden yardım isterse, yardım edesin.
    4. Eğer bir hayra ulaşırsa, tehniye edesin.
    5. Bir musîbet erişirse, tâziye edesin.
    6. Hasta olursa, ziyaret edesin.
    7. Eğer ölüm erişirse, cenâzesine gidesin.
    8. Eğer gàib olursa, onu ve ehl-i ıyâlini muhâfaza edesin.
    Komşu üç kısımdır. Bazısının üç kat hakkı vardır. Bazısının da bir hakkı vardır. Üç hakkı olan komşun akraban ve müslüman olan olan komşudur. Bunun birisi akrabalığı için, birisi müslümanlığı için, birisi de komşuluk hakkı içindir. İki kat olan komşu hakkının birisi müslümanlığından, birisi de komşuluk hakkıdır. Bir kat olan hak ise, hristiyan zimmînin komşuluk hakkıdır.
    Cennetteki köşkler, saraylar o mü'minler içindir ki; onlar it'âm-ı taâm, ifşâ-i selâm ederler ve gündüzleri sàim, geceleri kàimdirler.
    Nitekim, İbrâhim Aleyhisselâm, taam yemek istedikleri vakitte, kendisiyle beraber yiyecek bir misafir olmazsa, iki mil kadar yol gidip misafir arardı. Evinin dört kapısı vardı. Herbirinde misafir, arzusuyla beklerdi. Onun için İbrâhim Aleyhisselâm'a Misafirler Babası diye isim verilmiştir.
    Bu bir dindir ki, size lâyık görmüşümdür. Halbuki, kim bunu ıslah eylemez, illâ iki haslet eyler; birisi hüsn-ü hulkdür, birisi de sehâdır. Bunlarla bu dine ikram eylemek lâzımdır.
    Mü'mine helâl olmaz ki, üç geceden ziyade küs (dargın) olup hicret eyleye. Birbirlerine mülâkî oldukta, yülerini döndürüp îrâz ederler. İkisinin hayırlısı, evvelâ selâm verip konuşandır. Az bir sadakada çok fazilet vardır. Kim ki iki mü'minin arasını ıslâh eyler, Hak Teàlâ Hazretleri ona her bir kelime için bir köle âzâd etmiş kadar savap bahşeyler.
    Bir mil mesafe gidip, bir hastayı ziyaret eyle! İki mil mesafe yürüyüp, bir mü'min kardeşini ziyaret eyle! Üç mil mesafe yürüyüp, iki mü'minin arasını ıslâh eyle!
    Sultana yakın olan, rahmetten uzak olur. Etbâı çok olanın şeytanı da çok olur. Malı çok olanan kaygı ve kederi hesapsız ve şiddetli olur. Hükümdarlar ve ümerâ, ilim ve hikmeti size terketmişlerdir. Siz de onların mülkünü onlara bırakın!
    Kim ki kadı nasb olunur, ol bıçaksız zebh olunur. Zenginlerle komşuluktan, umerâ ile muâşeretten ve ulemâ-i dünyadan sakınınız. Mütevâzîleri görürseniz, onlara tevâz� eyleyiniz. Mütekebbirleri görünce, onlara tekebbür eyleyiniz. Bu onlara mezellettir, sizlere tasadduk ve izzettir.
    Kim ki papucunu dikip, elbisesini yamarsa ve Mevlâ'ya sücûd yüzünü tozlarsa, muhakkak o kimse kibirden berîdir. Kim ki ıyâliyle arpa ekmeği yiyip, sofu elbisesiyle na'lini giyip, koyunu sağarsa; miskinlerle oturup, merkebine binip, yoluna giderse; o kimsenin kalbinden kibir mahvolmuştur.
    Dört şey orucu ve abdesti bozup iyi amelleri yıkar ki, bunlar; yalan, gıybet, nemîme ve mahremi olmayana bakmaktır. Bu dört şey her kötülüğün aslıdır, su her ağacın sulanmasında asıl olduğu gibi.
    Hazret-i İsâ Aleyhisselâm ashâbına demiştir ki:
    "--Bana haber veriniz ki, eğer siz bir uyur kimsenin üzerine gelseniz de, rüzgâr onun avret yerlerini açmış bulsanız, siz onu örter misiniz?" deyince;
    "--Evet örteriz" demişler.
    O Hazret bunlara:
    "--Hayır, belki kalan yerlerini de açarsınız!" deyince;
    "--Sübhânallah, biz o açılmayan yerleri nasıl açarız?" demişler.
    Ol Hazret bu söze cevaben demiştir ki:
    "--Bir kimse sizin yanınızda kötülüğüyle zikrolunduğu zaman, siz onu müdafaa edecek yerde onun kötü hallerini söylemez misiniz?" diye onları îkaz buyurmuştur.
    لا اله الا انت سبحانك انى كنت من الظالمين


  8. #8
    ***
    DIŞARDA
    Points: 4.598, Level: 43
    Points: 4.598, Level: 43
    Level completed: 24%,
    Points required for next Level: 152
    Level completed: 24%, Points required for next Level: 152
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Kahramankentli - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Aug 2009
    Yer
    Edeler Diyarı
    Mesajlar
    0
    Points
    4.598
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart Cevap: Prof. Dr. M.Es'ad COŞAN (Rh.A) Hoca Efendiden Ahlak Eğitimi

    SEHÀ
    Cûd ve Sehà, lügatte aynı mânâya gelir; yâni, cömertlik demektir. Sahî diye, malının bir kısmını fî sebillilâh verip, bir kısmını da kendisine alıkoyan kimseye denir. Cûd ise, çoğunu verip, azını kendine alıkoyandır. Îsâr ise, meşakkat ve zaruretlere tahammül ile bil-kuvve cömertlik edendir. Bunun için îsar, mertebelerin en yükseğidir. Cenâb-ı Hak bir ayet-i kerimesinde bunları övmüş ve medh ü sena etmiş, müflihûndan olduklarını beyan etmiştir.
    Sahî Allah'a yakın, kullara da yakın, aynı zamanda cehennemden uzak olandır. Bahil ise, bunun zıddıdır. Yâni, Allah'tan da kullardan da uzak, cehenneme yakın olandır.
    Îsar hakkında tarihte canlı bir misal: Cüneyd KS müridleriyle beraber idama mahkum olunup, infaza sıra gelince, Nûri isminde bir gencin celladın önüne fedâi olarak müteaddid defalar atılması sonunda, durum tekrar mahkemeye aksettirilerek, tedkik neticesinden günahsız oldukları meydana çıkmış, hepsinin kurtulmasına sebep olmuştur. Nûri'nin bu fedâkâr hareketinin, kendini arkadaşları uğruna fedâ etmesinin mükâfatı kurtuluş olmuştur ki, işte îsârın delâlet ettiği mânâ budur.
    Cömertliğiyle meşhur Abdullah ibn-i Ca'fer RA bir hurma bahçesine girmişler. Siyahi bir köleninin orada çalışmakta olduğunu görmüşler. O sırada bahçenin sahibi de gelmiş, köleye üç parça ekmek verip gitmişti. Bu üç parça ekmek kölenin günlük ücreti idi. Neredense oraya bir köpek geldi, köleye yaklaştı. Köle ekmeğinin birini ona verdi. Hayvan onu yedi, fakat doymadı. Bir parçasını daha verdi. Onu da yediği halde, yine bekliyordu. Köle son parçayı da verdi. Hayvan onu da yiyince gitti.
    Bu hali merak eden Abdullah bin Ca'fer RA köleye sordu:
    "--Günlük ücretin nedir?"
    Cevâben:
    "--Hergün şu gördüğün üç parça ekmektir." dedi.
    "--O halde niçin bütün gıdanı köpeğe verdin?" dedi.
    Köle de dedi ki:
    "--Bizim buralarda köpek bulunmaz. Anladım ki, bu hayvan uzaklardan gelmiştir ve açtır. Onu kovmak hoşuma gitmedi."
    Bunun üzerine:
    "--Peki sen ne yiyeceksin?" dedim.
    "--Yarına kadar karnımı sıkar ve sabrederim" dedi.
    O zaman anladı ki, bu köle kendisinden de cömerttir. Bunun üzerine Abdullah ibn-i Ca'fer RA o bahçeyi bütün âlât ve edevâtıyla beraber satın alıp, köleyi azad ederek, bahçeyi de ona hediye etti.
    Bir üçüncüsü de, bir adam bir dostundan dört yüz dirhem borç istemiş. Dostu ağlayarak parayı getirip vermiş. Karısı da parayı verdiğine üzülüp ağladığını sanarak:
    "--Madem ki üzülecektin, bir özür dileyip vermeyeydin!" deyince, cevaben demiş ki:
    "--Ben dostumun halini daha evvel araştırmadığımdan dolayı ağlıyorum ki, muhtaç olup da benim kapıma gelinceye kadar gelip halini beyan etmesine meydan verdim." demiştir.
    Bir diğeri de, Mutraf isminde bir zat, ihtiyaç sahiplerine:
    "--Hacetlerinizi bana yazılarınızla bildirin! Çünkü ben, hacet sahibinin yüzündeki zelilliği görmekle üzülürüm." dermiş.
    Ebu Mürşid isminde bir zata bir şair gelerek onu medh etmiş. O da:
    "--Sana verilecek bir şeyim yok. Git beni kadıya dava et, benden on bin akça alacağın olduğunu bildir! Kadı beni mahkemeye celb eder, ben de borcu kabul ederim. Fakat parayı vermeyince, beni hapse koyarlar. O zaman benim ehl ü ıyâlim bu parayı sana vererek kurtarırlar." demiş.
    İmâm-ı Şafii RA Hazretleri, San'a ile Mekke arasında giderken, Mekke'ye yakın bir yerde çadır kurub, yanındaki onbin dinarının hepsini öğleye kadar dağıtmış. Halbuki, bunu kendisine bir bahçe alması için vermişlerdi.
    İhtiyacı olduğu halde, tok gözlülük ederek insanların ellerindekine göz dikmemek, mevcut parasını dağıtmaktan daha efdal olduğu bildirilmiştir. Çünkü, cömertlik yalnız varlıkta vermek değil, yoklukta iken de vermektir ve bunun daha efdal olduğu bilinen bir hakîkattır. (Câmiül-Usûl, s. 126)
    Fakirlik halinde insana lâyık olan kanaattir. Varlık halinde de lâyık olan cömertlik ve hayırlar işlemek ve daha yüksek olarak, kendi muhtaç olduğu halde kardeşlerinin ihtiyaçları için fedâ-yı can ve mal etmek ve hasislikten, cimrilikten son derece uzak kalmaktır. Zîrâ cömertlik, enbiyâların ahlâkı olmakla beraber, kurtuluş esaslarından biridisidir. Cömertlik cennette bir ağaç olup dalları dünyaya yayılmıştır. Her kim dallardan birisine yapışırsa onu cennete götürür.
    Bu din, Allah-u Teàlâ'nın razı olduğu bir dindir. Buna yakışan ise cömertlik ve güzel ahlâktır. Gücünüz yettiği kadar bu iki şeyle dininize ikram ediniz ve zînetlendiriniz. Cenâb-ı Hak bütün velîlerini ancak cömertlik ve güzel ahlâklarla cibilliyetlendirmiştir.
    Amellerin en efdalının sabır ile cömertlik olduğu da ayrıca beyan edilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın iki huyu sevdiği, iki huya da buğz ettiği bildirilmiştir. Sevdikleri huylar, güzel ahlâkla cömertlik; buğz ettikleri ise, kötü ahlâkla hasisliktir.
    Allah-u Teàlâ bir kuluna hayır murad ederse onu, insanların ihtiyaçlarını görmeye memur eder. Cennete girmeye sebep olacak amellere delâletini isteyenlere, Efendimiz SAS Hazretleri:
    "--Bol bol selâmı açıklayın, güler yüzle konuşun ve yemek yedirin!" diye buyurmuşlardır.
    Cömertlerin kusur ve hatalarıyla ilgilenmeyiniz. Çünkü onlar kusur yaptıkça Allah-u Teàlâ onların ellerinden tutar. Yâni affedilmelerine vesileler kılar. Yemek yedirenlerin rızıkları ve kısmetleri, deve hörgücüne vurulan bıçaktan daha çabuk gelir, ulaşır.
    Allah-u Teàlâ, yemek yedirenlerle, melâikelerine iftihar eder. Kendisi cömert olduğundan, cömertleri ve güzel ahlâkları sever. Sözlerin âdîsini hoş görmez.
    Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz, İslâm üzerine kendisinden ne istenirse onu muhakkak verirdi. Hattâ bir kere bir adama, iki dağ arasındaki bütün koyunları vermiştir. Adam kavmine varmış:
    "--Ey kavmim hemen müslüman olun! Muhammed SAS Hazretleri, fakirlikten korkmayan insanlar gibi ihsan etmektedir." demiştir.
    Allah-u Teàlâ Hazretleri, kullarının faydalanması için bazı kullarını memur etmiştir. "Menfaatlere hasislik eden kimselerden memuriyetlerini alıp başkasına verin!" buyrulmuştur. Yâni, "Kulların menfaatine yaramayan hasislerin elinden servetini alıp, başkasına verin!" demektir. Cömertlerin yemeği derdlere deva, bahillerin yemeği de dertlere sebep olur.
    İsâ Aleyhisselâm:
    "--Ateşin yiyemeyeceği şeyleri çoğaltınız!" buyurmuştur.
    "--O nedir?" diye sormuşlar.
    "--Ma'ruftur; yâni, hayırlar, ikramlar, ihsanlardır." demiştir.
    Cennet cömertlerin yeridir. Cahilin cömerdi bile, hasis olan alimden iyidir. Efendimiz SAS Hazretleri:
    "--Ümmetimin evliyâları, cennete fazla oruçlarıyla ve fazla namazlarıyla değil; belki nefislerindeki cömertlik, içlerinin temizliği ve müslümanlara nasihatlariyle girerler."
    İkram ve ihsanlarını kullardan esirgemeyen insanlara, Allah'ın rahmeti öyle erişir ki, çorak yerlere düşen yağmurlarla nasıl oralar hayat bulursa, bunlar da öyle bir hayata kavuşurlar. Her ma'ruf bir sadakadır. İnsanının nefsine ve ehline olan infakı da sadakadır. Irz, namus ve şerefin muhafaza ve müdafaası için verilen şeyler de sadakadır.
    Kişinin infak ettiği sadakaların mukàbilinde Allah-u Celle ve A'lâ tarafından kendine karşılığının verileceği bedîhîdir. Bütün hayırlar sadaka olduğu gibi, hayırlara delalet eden de sadakayı veren gibidir.
    Mûsâ Aleyhisselâm'a Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri, Samiri'yi cömertliğinden dolayı katl etmemesini emretmiştir.
    Hazret-i Ali KV buyurmuşlar ki:
    "--Dünya sana ikbal edince, ondan dâimâ infak et ki, tükenmesin. Dünya senden yüz çevirince, yine infak et ki, bu hal devam etmesin!"
    Hazret-i Ali'nin oğlu, Hazret-i Hasan RA'e keremden sormuşlar:
    "--İstemeden önce hayırları ve iyilikleri işlemek ve mahallinde yemek yedirmek ve isteyince vermekle beraber ona acımaktır."
    Yine Hazret-i Hasan'dan bir kimse mektup yazarak bir hacet istemiş. Mübarek, mektubu okumadan uşağına, "İsteklerini verin!" diye emr etmiş.
    "--Mektubu okusaydınız da sonra verseydiniz!" diyenlere;
    "--Mektubu okuyuncaya kadar onu zillet makamında tutmak istemedim." buyurmuştur.
    Yine buyurmuşlar ki:
    "--Bir malı isteyene vermek sehàvetten sayılmaz. Asıl sehà, hukuk-u ilâhiyeye riayetle beraber, tâat ehline şükrünü beklemeksizin vermektir."
    Hasan Basri KS Hazretleri de, sehàdan yâni cömertlikden sorulduğunda:
    "--Malını Allah yolunda vermekten ibarettir." demiştir.
    Yine israftan sormuşlar:
    "--Riyaset sevgisiyle vermektir." demiş.
    Ca'fer-i Sadık RA Hazretleri de:
    "--Akıldan iyi yardımcı bir mal olmaz; cehilden de, büyük musibet olmaz." buyurmuştur.
    Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri:
    "--Ben cömerdim, kerimim, bana leîm olanlar yaklaşamazlar!" buyurmuştur.
    Leîm, hasis ve soyu bozuk mânâsınadır. Bu hal de küfürdendir. Küfrün yeri ise cehennemdir. Cömertlik ve kerem, imandandır. Ehl-i imanın yeri de cennettir.
    Hazret-i Huzeyfe RA; dininde Hak'tan uzaklaşan, maişetinde bilgisi olmayan, akılsız olup bir işe veya sanata muktedir olmayan kimselerin bile cömertlikleri sebebiyle cennete gireceklerini bildirmiştir.
    Kays'ın oğlu Ahnef, bir adamın elinde para görmüş:
    "--Bu para kimindir?" diye sormuş.
    Adam:
    "--Benimdir." deyince;
    Cevaben:
    "--Hayır, o senin elinde oldukça senin değildir. Ne zaman infak edersen o zaman senin olur!" demiştir.
    Hazret-i Hasan RA, kardeşi Hazret-i Hüseyin RA'a yazdığı bir mektupta, şairlere verdiği paralardan dolayı onu tenkid etmiştir. Kardeşinden aldığı cevapta;
    "--Malın hayırlısı, ırz, namus ve şerefin muhafazası için harcanan paradır." denilmektedir.
    Uteybe'nin oğlu Süfyan'a:
    "--Cömertlik nedir?" diye sormuşlar.
    Cevaben:
    "--Din kardeşlerine yapılan iyilikler ve mallarıyla yapılan cömertliktir." demiştir.
    Ubey Hazretleri, ellibin dirhem mirasa erişmiş. Bunları keselere koyup ihvanlara dağıtmıştı.
    "--Niçin böyle yapıyorsun?" diyenlere;
    "--Ben kardeşlerime baha biçilmeyen cenneti, namazda iken istiyorum da, mal cihetinden onlara hiç bahillik edebilir miyim?" demiştir.
    Bazı Sahîlerin Halleri:
    Hazret-i Muaviye, Hazret-i Aişe RA Validemiz'e, yüzseksenbin dirhem para hediye göndermiş. Hazret-i Aişe RA validemiz ise, cariyesini çağırıp, bunların hepsini fukara ve muhtaçlara dağıttırmıştır. O gün oruçlu oldukları için, akşam iftarda ekmek ve zeytinden başka bir şey olmayınca cariyesi:
    "--O paranın bir dirhemiyle et alsaydık da, iftar etseydik olmaz mıydı?" deyince, buyurmuşlar ki:
    "--Önceden söyleseydin öyle yapardık." demiş ve hareketiyle kendisinin aza kanaat ederek, gelen hediyenin hepsini muhtaçlara dağıtmakla örnek bir sehà göstermiştir.
    Enes RA'den: Efendimiz SAS Hazretleri'nin, Zübeyr ibn-i Avvam Hazretleri için buyurdukları şu hadis-i şerif şâyân-ı dikkattir. Meali:
    "--Yâ Zübeyr! Sen bil ki, muhakkak kulların rızıklarının anahtarı, Arş'ın hizasındadır. Cenâb-ı Hak, her kula infakı nisbetinde rızık verir. Çok verene çok, az verene az ihsan eder. Sen de bunları bilirsin." buyurmuşlardır.
    Basra alimleri, İbn-i Abbas RA'a gelerek, çok oruç tutan ve gece ibadeti yapan komşularından bir zâtı medh ü senâ etmişler. Bu zat kızını kardeşinin oğluna tezvic etmiş, fakat fakirliğinden dolayı ona verecek bir şeyi olmadığı için üzülüyormuş. Bu sözleri dinleyen İbn-i Abbas RA Hazretleri, bunlara çok para vermek istediği halde demiş ki:
    "--Bizim bu àbidi böyle paralarla meşgul etmektense, onun kızının cihazını biz tekeffül ediyoruz. Onun Rabbine olan ibadetine mâni olmak keremden değildir. Biz Allah'ın evliyâlarına hizmet etmekle iftihar ederiz." buyurmuşlardır.
    Hazret-i Hasan ve Hüseyin RA ile, Abdullah İbn-i Ca'fer RA birlikte hac dönüşlerinde aç ve susuz kalmışlar. Kendilerine ikramda bulunan bir ihtiyar kadından gördükleri ikrama karşı, yurtlarına vardıklarında, Hazret-i Hasan ve Hüseyin RA biner koyunla, biner de dinar; Hazret-i Abdullah RA da ikibin koyun ve ikibin dinar göndermek sûretiyle ikram ederek, bir öğün yemek ve bir parça suya mukabil, mürüvvetlerinin derecesini göstermişlerdir. Cenâb-ı Hak cümlemizi bunların şefaatlerine nâil eylesin, âmîn.
    Abdullah ibn-i Amir RA camiden yalnız başına evine dönerken, bir genç yanına sokulmuş. Abdullah RA:
    "--Bir hacetin mi var?" diye sormuş.
    Genç:
    "--Hayır, yalnız sizin iyiliğinizi isterim. Sizi yalnız gördüm de bir zarara düçar olmanızdan korkarak, sizi korumak üzere geldim." demiş.
    Abdullah RA gencin elinden tutarak evine götürmüş, kendisine bin dinar ikramda bulunmuş ve bu terbiyesinden dolayı da onu takdir etmiştir.
    Arabdan bir kavim, bazı cömertlerin kabirlerini ziyaret etmişler ve orada yatmışlar. Çünkü çok uzaklardan gelmişlerdi. İçlerinden biri, rüyasında kabrin sahibini görmüş ve kendisinin güzel bir devesiyle, gelen misafirin devesini değişmek üzere anlaşmışlar. Bunun üzerine kabir sahibi değiştiği deveyi kesmiş. Tam bu sırada uyanan adam kendi devesinden kanlar aktığını görünce, hemen kesimi tamamlayıp etini taksim etmiş ve pişirip yemişler.
    Ertesi gün memleketlerine giderlerken yolda bir adamla karşılaşmışlar. O adam:
    "--Sizin içinizde falan adam var mı?" diye sormuş.
    Devesi kesilen adam:
    "--Benim..." diye cevap vermiş.
    "--Senin deveni biri kesti mi?" deyince, adam:
    "--Evet" demiş.
    "--O halde ben onun oğluyum. Bu gece rüyamda babamı gördüm, bana dedi ki: 'Eğer sen benim oğlumsan, benim güzel devemi götür, falan oğlu falana ver!" diye bana tenbih etti. Buyurun devenizi!" demiş.
    Buhikayeler garib görülmemelidir. Gönül gözü açık olanlar, bunlardan çok dersler alabilirler.
    Zayıf bünyeli bir adam, kendisine verilen paraların çokluğundan dolayı ağırlığını kaldıramayınca ağlamaya başlamış.
    "--Niye ağlıyorsun? Yoksa verdiğimizi az mı buldun?" diyenlere cevaben:
    "--Hayır, ancak sizin gibi hayır sahiplerini bu toprağın nasıl yiyeceğini düşündüm de, onun için ağlıyorum." demiştir.
    Abdullah ibn-i Amir (Rh.A) Ukbe'nin oğlu Hàlid RA'den, doksanbin dirheme evini satın almış. Akşam olunca, komşusu olan Halid'in evinden çoluk çocuklarının, evlerinin satılmasından dolayı ağladıklarını duyunca, derhal hizmetçisini yollamış ve demiş ki:
    "--Git onlara bildir ki, verdiğim parayı da, evlerini de tamamıyla onlara bağışladım!" diyerek şerfat ve merhametinin derecesini cihana duyurmuşlardır.
    Harünür-Reşid (Rh.A) Hazretleri Mâlik ibn-i Enes (Rh.A) Hazretlrine beşyüz dinar vermelerini hazinedarına emretmiş. Hazinedar ise bin dinar vermiş. Harun buna kızmış:
    "--Beşyüz dediğim halde, sen niye bin veriyorsun? Halbuki, sen benim memurumsun!" deyince, o zat:
    "--Yâ emirel-mü'minîn, benim her günkü kazancım bin dinardır. Ondan daha az vermeğe hayâ ettim de, o sebeple bin dinar verdim." demiş.
    Hakîkaten bu zatın hergün bin dinar geliri olduğu halde, kendisine zekât vacib olmayan, tarihin pek az kaydettiği müstesna simalardan bir zât imiş.
    Bir kadın bu zattan (El-Leys ibn-i Sa'd Rh.A.) biraz bal istemiş. O da bir tulum bal vermiş.
    "--Neden böyle yapıyorsun? Bir miktar versen kâfiydi." diyenlere cevaben:
    "--O ihtiyacı kadar istedi. Bize lâyık olan da kerem ehli olmaktır." demiş.
    Bu zat hergün üçyüzaltmış miskine tasadduk etmedikçe konuşmazmış. (İhyâül-Ulûm, c. 3, s. 217)
    Kays ibn-i Sa'd RA hasta olmuş, fakat ziyaretçileri gelmediğinden üzülmüş. Üzüntüsünün sebebini bilenler onu teselli için:
    "--Sana borçlarından dolayı utandıkları için gelmiyorlar" demişler.
    Cevaben:
    "--Allah-u Teàlâ, ihvanlarımın ziyaretime gelmesine mâni olan malı yok etsin!" demiş ve hemen bir dellal çıkararak:
    "--Kays İbn-i Sa'd, kimde alacağı varsa helâl etmiştir. Alâkalılar bilsinler!" diye ilan etmiştir.
    İşte bu devir, cömertlik sahasında örnek teşkil edecek bir çok misallerle doludur.
    Ebû İshak (Rh.A) diyor ki: Ben Kûfe'de, Eşas'ın mescidinde sabah namazını kıldım. Bir zat benim önüme bir kumaş kaftanla, bir çift papuç bıraktı. Ben adama buralı olmadığımı söyledim. Fakat o adam bana:
    "--Caminin sahibi akşam Mekke'den geldi. Camisinde sabah namazı kılanlara, kim olursa olsun, bu hediyelerin verilmesini emretti." dedi.
    İşte bu da cömertliğin bir başka örneği.
    Mekke'de mücavir olan İmam-ı Şafii RA Hazretleri'nden işitilmiştir ki: Mısır'da fukaranının hizmetine amade, ma'ruf bir zat varmış. Fakir bir adamın bir çocuğu dünyaya gelmiş. Fakat hiçbir şeyleri olmadığından ve kimseden de yardım görmediklerinden bu zata gitmişler. Halbuki o da o tarihte rahmet-i Rahman'a kavuştuğundan mezarına gitmişler. Hallerini arz etmişler.
    O gece rüyalarında cömertliğiyle ma'ruf o zatı görmüşler. Onlara:
    "--Bütün dediklerinizi duydum. O zaman cevaba izin olmadığından, şimdi bildiriyorum. Evlatlarıma gidin, söyleyin. Falan yeri kazsınlar, oradaki bir kavanoz içindeki beşyüz dinarı size versinler!" demiş.
    Adam o zatın evlâtlarına gitmiş, söylemiş. Hakikaten parayı çıkararak adama vermişler. Adam demiş ki, bununla hüküm olunmaz. İçinden bir dinar almış, gerisini olduğu gibi derhal fukaraya dağıtmış. Bu da başka bir örnek.
    Bu hali duyan Kays ibn-i Sa'd (Rh.A):
    "--Bu adam bizden daha cömerttir." demiş.
    Bu hadise ayrıca cömert insanların ölmediğine bir işarettir.
    İmam-ı Şafii RA Mısır'da ölüm hastalığına tutulduğu vakitte:
    "--Beni falan yıkasın!" diye vasiyyet etmiş.
    Vefatında o zatı çağırmışlar. Vasiyyetnâmesini istemiş. Bakmış ki yetmişbin dirhem borcu var, hemen bu borcu kendi üzerine alıp ödemiş ve:
    "--Kendini bana yıkatmaktan maksadı, borçlarını ödetmek içindi." demiş.
    Bu zatın zürriyetleri de halen bu cömertlik sıfatlarıyla muttasıflarmış. Halbuki Şafii RA Hazretleri San'a'dan Mekke-i Mükerreme'ye gelirken on bin dinarı bulunuyormuş. Bunların hepsini, daha Mekke'ye girmeden evvel, sabahtan öğleye kadar bir müddet içinde tasadduk etmiştir.
    Bir zât halife Me'mun'a gitmiş. Me'mun ona yüzbin dirhem ikramda bulunmuş. Fakat adam bunları derhal tasadduk etmiş. Me'mun'a bu durumu bildirmişler. Adam tekrar yanına gelince, Me'mun onu azarlamış. Adam cevaben:
    "--Yâ emirel-mü'minin! Mevcud olanı vermemek Ma'buda su-i zandır".
    Bu cevap üzerine Me'mun da ikiyüzbin dirhem daha ikramda bulunmuştur.
    Yine bir adam Sa'd İbnil-As (Rh.A) Hazretleri'nden ihsanda bulunmalarını rica edince, yüzbin dirhem ikram etmişler. Bu büyük ikramı gören adam ağlamağa başlamış. Sebebi sorulunca:
    "--Bu toprağın sizin gibilerini nasıl yiyeceğini düşünüyorum da, onun için ağlıyorum!" demiş.
    Bu söze mukabeleten yüzbin dirhem daha ikramda bulunmuşlar.
    Hazret-i Osman RA'ın, Talha RA'dan elli bin dirhem alacağı varmış. Bir gün, Hazret-i Talha RA:
    "--Paranızı getirdim buyurun!" demiş.
    Fakat Hazret-i Osman RA:
    "--Onların hepsi senindir." diyerek almamışlar ve mürüvvetlerini izhar buyurmuşlardır.
    Halbuki Hazret-i Talha RA'ın kendisinde bir gün çok hüzün görülmüş.
    "--Bu hal nedir?' diye sorulunca, cevaben:
    "--Elimdeki malların çokluğu beni hüzne sevk ediyor." demiş.
    Buna cevaben de:
    "--O halde kavmini çağır, mallarını dağıt!" demişler.
    O da bu tavsiyeye uyarak mallarını kavmine dağıtmıştır. Ne kadar tasaddukta bulunduğunu hizmetçisine sormuşlar, cevaben:
    "--Dörtyüz bin dirhem dağıttık." demiş.
    Bir a'rabî, Hazret-i Talha'ya RA gelip bir yardım istemiş. Herhalde mevcud parası yokmuş ki, üçyüzbin dirhem kıymetindeki arazisini ona vermek istemiş ve demiş ki,
    "--İstersen bu araziyi al, istersen satıp parasını vereyim!" demiş.
    Adamın araziye ihtiyacı olmadığından parasını istemiş; o da satıp, parasını vermiş.
    İşte yukarıdan beri sıralanan cömertlik örnekleri, bugünkü ölçülerle havsalamıza sığmayacak kadar büyük, büyük fedakârlıklardır. Bunlarla aramızdaki farkın mukayesesini okuyanlarımızın ferâsetine bırakmaktan başka çare görmedik. Çünkü, bunları dile getirip anlatabilmek ne kafamızın, ne de kalemimizin harcıdır.
    İşte bir daha: Hazret-i Ali KV Efendimiz'i birgün ağlarken görmüşler.
    "--Hayır ola, ağlamana sebep olan ne diye?" sormuşlar.
    Cevaben:
    "--Ben, yedi gündenberi evime misafir gelmediğinden, Cenâb-ı Hakk'ın kahrına uğradım korkusuyla ağlıyorum." buyurmuşlar.
    Binâen aleyh, her evin bir misafirhane odası, hattâ, bir de mescid odasının bulunması şeair-i islamiyedendir. Hem de bunları eski tâbir ile, harem ve selâmlık olması gereklidir. Zîrâ, gelen misafirlerin istirahatlerine ev sahiplerinin mânî olmaması ve ev sahiplerinin de rahatsız olmamaları icab eder. Fakat bugün yapılan apartmanlarda bu hususlara, hiç de riayet edilmediği görülmektedir. Halbuki, evin zekâtı, onun misafirhanesidir. Misafirhanesi olmayan evler zekâtı verilmeyen paralara benzer.
    ÎSAR
    Sehà derecelerinin en yükseğine îsâr denir ki; kendisi muhtaç olduğu halde, malıyla, canıyla başkasına cömertlik etmek demektir. Sehà ise, muhtaç olana ve olmayana ihsan etmektir. Kendisinin ihtiyacı olduğu halde başkalarını tercih etmek, elbette daha a'lâ ve daha zordur. Bahil; ihtiyacı olduğu halde yemeyen, hasta olduğu zaman tedavi olmayan ve arzularını bahilliği sebebiyle yerine getirmeyen ve bedava bulduğu zaman da yemekte tereddüt etmeyendir. Buna mukabil, kendi ihtiyacı varken başkalarını nefsine tercih edip, onların hacetlerini görmek ve onları doyurmak, giydirmek ve sair ihtiyaçlarına bakmak, ne büyük bir fazilettir. İkisi arasındaki fark, apaçık meydandadır.
    Cenâb-ı Vâcibül-Vücud Hazretleri, eshab-ı kiram RA hazretlerini, bu yüksek vasıflarından dolayı, Kur'an-ı Azimüşşan'da övmüştür. Efendimiz SAS Hazretleri de; her kim ki, arzularından herhangi birini reddeder de başkasını nefsine tercih ederse, mağfiret-i ilâhiyeye mazhar olacağını beyan buyurmuşlardır.
    Hazret-i Aişe RA Validemiz, Rasûlüllah SAS Efendimiz Hazretleri'nin üç gün birbiri üzerine karınlarını doyurmadıklarını ve bunun dünyadan ayrılıncaya kadar böyle olduğunu bildirmiş ve "Eğer isteseydik, Cenâb-ı Hak her şeyi emirlerine amade kıldığı halde, biz yine başka ihtiyaç sahiplerini nefsimize tercih ederdik." buyurmuşlardır.
    Bir gün Efendimiz SAS Hazretleri'ne bir misafir gelmişti. Aileleri yanında misafire ikram edilecek bir şey olmadığını öğrenince, ensardan bir zat (Talha RA olduğunu sanırım) evine götürmüş. Onun da evinde ancak kendilerie yetecek kadar yiyecekleri olduğundan, onu misafire ikram etmişler ve sofrada bir şey yemediklerini misafire göstermemek için ışık yakmamışlar, ellerini boş olarak yemeğe uzatıp çekmişlerdir. Sanki yiyorlarmış gibi yaparak misafiri doyurmuşlardır. Sabahleyin Rasûlüllah SAS Efendimiz, bu hareketlerinden Cenâb-ı Hakk'ın razı olduğunu kendilerine tebşir etmiştir. Şu ayet-i kerimenin de bu sebeple nazil olduğu bildirilmiştir:
    "Muhacirlerden önce, Medine'yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinde ihtiyaç bile olsa, onları nefisleri üzerine tercih ederler. Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte bunlar, felâha kavuşanların tâ kendileridir." (El-Haşr: 9)
    Cömertlik ahlâk-ı ilâhiyeden bir ahlâktır. Îsâr ise, sehànın en yüksek derecesidir. Rasûlüllah SAS Efendimiz'in edeb ve usülleri de böyleydi. Onun için Cenâb-ı Hak:
    "Muhakkak sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin!" diye övmüşlerdir. (El-Kalem: 4)
    Sehl ibn-i Abdullah KS Hazretleri buyururlar ki, Mûsû Aleyhisselâm, Peygamberimiz SAS Efendimiz'in ve ümmetinin bazı derecelerinin kendisine gösterilmesini istemiş de, Cenâb-ı Hak Celle ve A'lâ Hazretleri buyurmuşlar ki:
    "--Yâ Mûsâ sen buna takat getiremezsin. Lâkin sana cennetteki menzillerinden bir menzili göstereyim de, senin ve bütün halkın üzerine onların faziletlerini anlayasın!"
    Melekût-ü semâvat açılarak cennetteki menzilleri gösterilmiştir. Hazret-i Mûsâ, oradaki nurun ve Hakk'a yakınlıkların yüksekliğinden adeta hayran olarak demişler ki:
    "--Yâ Rab, bu keramete bunlar ne sebeple ulaştılar?"
    Cenâb-ı Hak da buyurmuşlar ki:
    "--Sizlerin arasından ona vermiş olduğum hususî bir ahlâk iledir ki, o güzel ahlâk da îsar denilen, sehànın yüksek derecesidir. Yâ Mûsâ, bu güzel ahlâkla her kim huzuruma gelirse, onu hesaba çekmekten hayâ ederim ve cennetimi de onun arzusuna terk ederim."
    Abdullah ibn-i Ca'fer RA'ın yukarıda zikr edilen hikayesi de îsarın canlı bir misalidir. Kendi günlük yiyeceği ekmekleri aç bir köpeğe vererek, ertesi güne kadar açlığa sabretmeyi göze alan kölenin hikâyesi.
    Hazret-i Ömer RA, ashab-ı Rasûlüllah'tan bir muhtaca, pişmiş bir koyun başı ikram etmişler. Bu zat ise, "Falan kimse benden daha muhtaçtır." diyerek başı ona göndermiş. O da kendisinden daha muhtaç olan bir diğerine... Böylece baş, yedi ev dolaşmış, her biri "O benden daha muhtaçtır." diyerek diğerine göndermişler. Bu suretle de kerem ve kanaatlerini, àlem-i İslâm'a kıyamete kadar örnek vermişlerdir.
    Efendimiz SAS Hazretleri, Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye hicretleri esnasında, düşmanların kurmuş oldukları tuzaktan, Cenâb-ı Hakk'ın vahyi ile haberdar olunca, Hazret-i Ali KV'yi kendi yataklarına yatırarak, düşmanlarla muhasarada olan evin içinden çıkıp, düşmanlarının üzerine bir avuç toprak serptiler. Onları gaflet uykusu bastığı sırada aralarından rahatça geçerek, Hazret-i Ebûbekir RA'ın evine gidip, oradan birlikte hicret yolculuğuna çıktılar.
    Bunun üzerine Cenâb-ı Hak Teàlâ ve Tekaddes Hazretleri, Cebrâil ve Mikâil Aleyhisselâm'lara:
    "--Ben sizi birbirinizle kardeş ettim ve birinizin ömrünü diğerinden fazla kıldım. İmdi hanginiz kardeşinin ömrünün daha uzun olmasını istemekte ise söylesin; sizleri muhayyer kıldım." buyurdu.
    Fakat bunların ikisi de birbiri için tercih yapamayıp, her ikisi de uzun ömüre talip oldular. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bunlara vahyetti ki:
    "--Ebu Tàlib'in oğlu Ali KV kadar olamadınız. Onu ben, habîbim Muhammed SAS ile kardeş ettim de, o Habibimin hayatını kendi hayatına tercih etti ve nefsini fedâ ederek onun yatağına yattı. Şimdi siz yere inin ve onu düşmanlarından muhafaza edin!"
    Cebrâil Aleyhisselâm, Hazret-i Ali KV başı ucunda, Mikâil Aleyhisselâm da ayak ucunda bekledikleri halde, Cebrâil Aleyhisselâm, Hazret-i Ali için:
    "--Ne hoş, ne hoş yâ Ebâ Tàlib, (babasının adı ile zikredilmiştir.) Sana benzer kim olabilir ki, Cenâb-ı Hak bugün seninle meleklerine mübâhat etmektedir." buyurdu.
    Bunun üzerine;
    "İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, Allah'ın rızasını isteyerek nefsini Allah'a ibadet yolunda sarfeder. Allah ise kullarına çok merhamet edicidir." ayet-i celilesi nâzil olmuştur. (El-Bakara: 207)
    Ebül-Hasenil-Antâkî'den rivayet olunur ki: Otuz küsur kişi onun evinde toplanmışlar. Bunlar Rey'e yakın köylerdendiler. Yanlarında bir miktar ekmekleri varsa da hepsine kâfî gelmiyordu. Bu ekmekleri parçaladılar ve ışığı da söndürüp yemeğe oturdular. Vaktâki yemekten kalktılar ve ışığı yakınca gördüler ki, ekmekleri doğradıkları gibi duruyor. Herbiri arkadaşını kendine tercih edip, o yesin diyerek hiçbir şey yememişlerdir.
    Onların bu halleri o günkü mü'minlerin, kardeşlerini kendilerine tercih hususundaki yüksek ahlâk ve sehà örneğini gösterir. Onların bu hallerini düşünürsek, kendi durumumuzun ne kadar düşünmeğe değer olduğu açıkça görülür.
    Huzeyfetül-Adevî RA Yermük Muharebesi'nde, hasta ve yaralılara yardımda bulunmak üzere harb meydanına gitmişlerdi. Evvela amcasının oğlunu yaralı olarak bulmuş ve ona biraz su ikram etmek istediği sırada, yakınlarından duyulan bir iniltiye işaret eden amcasının oğlu, o sesin sahibinin yardımına koşmasını söylemişti.
    Huzeyfe RA diyor ki: Gittim, gördüm Hişam ibn-i As yaralı yatıyor. Ona, "Sana su getirdim!" dediğim sırada, yanı başından bir "Ah!.." sesi geldi. Bunu işiten Hişam, onun yardımına koşmamı istedi.
    Gittim, bir de ne göreyim: Zavallı rahmet-i Rahman'a kavuşmuştu. "Hiç olmazsa Hişam'ın imdadına yetişeyim!" diye geri döndüm ve gördüm ki, o da Mevlâsına kavuşmuştu. Hemen amcamın oğluna koştum. Ne yazık ki, o da rahmetlik olmuştu. Rahmetullàhi Teàlâ aleyhim ecmaîn...
    Abbas ibn-i Dehkan (Rh.A) buyuruyor ki:
    "--Dünyadan kimse geldiği gibi çıkmamıştır, yalnız Bişr ibn-i Hasr müstesnâ. Çünkü ona hastalığı halinde bir kişi gelmiş, ihtiyacından şikâyet etmişti. O mübarek hasta haliyle, sırtındaki gömleği çıkarıp ona vermiş ve kendisi ödünç bir esvab alarak onun içindeyken vefat etmiştir.
    Bazı sofîlerden şöyle nakledilmiştir:
    Biz Tarsusta bulunuyorduk, bir cemaat olarak cihad kapısından çıkmakta idik. Şehrin köpeklerinden biri arkamıza takıldı. Biraz sonra bir hayvan ölüsüne rast geldik. Onu görünce yüksek bir yere çıktık. Güzelce bir yer bularak oturduk. Arkamızdan gelen köpek, hayvan ölüsünü görünce derhal şehre doğru geriye döndü. Biraz sonra arkasına taktığı yirmi kadar köpekle leşin yanına geldi. Onları getiren köpek bir kenara durmuş, ötekilerin yeyişlerini seyr ediyordu.
    Köpekler doyduktan sonra gittiler. O vakit kendisi de geride kalan kırıntıları yemek üzere leşe yaklaştı. İşte bu hal, hayvanlarda bile tercihin bulunabildiğini bize göstermektedir.
    CÖMERTLİĞİN HUDUDU
    Bahillik şer'an mühlikâttandır, yâni helak edicilerdendir. Tabii bunun bir hududu vardır. İnsan ne zaman hasis olur? Bunu bilmek herkese nasıl borçsa, sehànın da hududlarını bilmek ve insan ne zaman sahî olabilir, onu da bilmek şüphesiz her müslümana lâzımdır. Bazan insan kendini cömert görebilir, fakat onu başkaları da bahil görebilir. Onun için hudutlandırılması lâzımdır.
    Meselâ, bir insan yemek yerken başkaları geliyorsa; hemen yemeği ortadan kaldırıvermek hasislik alametidir. Cömertlik hakkında çok sözler söylenmiştir. Onlardan bazılarını, bir fikir vermek için arzedelim. Cömertlik, sâili görünce sevinmek, verirken de ferahlık duymaktır. Çünkü, mal Allah-u Zülcelâl'indir. Kul da onundur. Allah'ın malını, Allah'ın kullarına, bahillikten korkmayarak bol bol vermektir.
    Bir kısmını verip, bir kısmını alıkoymaya sehà; çoğunu verip azını kendine bırakmaya da cömertlik derler. Başkasını kendisine tercih etmeye de, hepsinden üstün olarak îsâr derler.
    Mal, bir hikmete ve bir maksada mebnî yaratılmıştır. O hikmet de, hacet sahiplerinin ıslahı için sarf olunan kısımdır. İstenilen yere verilmemesi veya istenilmeyen yere verilmesi doğru olmayan bir şeydir. Onun için tasarrufa çok dikkat edilmek gerekir. Hıfz olunacak yerde hıfz etmek, verilecek yere vermek; işte tasarrufta adalet budur. Verilmesi vacib olan yerde vermemek nasıl bahillik ise, lüzumsuz ve gayr-i meşrû yerlere vermek de israftır. İşte bu ikinin ortası arzu edilen şeydir. Sehà ve cömertlik bundan ibarettir. Ve bunda kalbin hoşnud olması da şarttır. Hattâ, kalbin mal ile fazla alâkası olmaması lâzımdır.
    İnsan üzerine vacib olan vergi ise iki kısımdır. Birisi zekât gibi hudutlandırılmış bir borçtur. Diğeri ise, mürüvvet ve âdât üzere hudutsuz borçtur. Eğer cömert, şer'an ve mürüvveten vacib olan şeyi yapabiliyorsa ne a'lâ. Eğer, bunlardan birini yapıyor da diğerini yapmıyorsa; ona o zaman cömert demek caiz olmaz. Belki, bahil dahi denebilir. Eğer, zekâtını da vermiyorsa, o zaman buna bahilin bahili, ebhal derler.
    Mürüvvette vacib olan etrafındakilerin yardımına yetiştiği gibi, ev halkını da muzâyakaya sokmamaktır. Dinin muhafazası, malın muhafazasından daha mühimdir. Binâen aleyh, mallarını ve zekâtlarını saklayanlar dine karşı olan, sıyânet vazifesine ihanet etmiş olur. Bunlar mal sevgisi dolayısıyla, mürüvvet perdelerini yırtmağa cesaret göstermişlerdir.
    Bazan da insan, zekâtını vermiş olabilir ve mürüvvet icaplarını da yapmış olabilir. Lâkin, malının çokluğu sebebiyle, eğer bunları tasadduk ve muhtaçlara lüzumu kadar vermiyorsa, bu haller de büyük zekâ ve akıl sahipleri indinde bahillikten addedilmişlerdir. Avam her ne kadar buna cömertlik dese de, kıymeti yoktur. Her kim, şer'an ve mürüvveten kendisine lâyık olan ikram ve ihsanları yapmış olduğu için, her ne kadar kendisine hasis denmezse de, sahî ve cömert de denemez; tâ ki, malının ziyadesini bezl etmedikçe. Bir de bunlara karşı hiç bir hizmet ve karşılık, şükür ve senâ beklememesi lâzımdır. Yoksa, hayırlarını medih mukabilinde satmış olur.
    Cömertlik bir şeyi karşılıksız bezl etmektir ki, bu haslet de insanoğlunda pek az mümkün olan bir haldir. Verilen ihsanların karşılığında ahiret sevabı ve fazilet kazanmak için ve nefsini bahillik rezaletinden temizlemek kasdıyla verilirse, o zaman bu rızâ-yı Bârî'ye uygun bir cömertlik olmuş olur.
    Bazı abide hanımlar demişler ki:
    "--Sehà, hemen parada ve pulda mıdır?"
    "--Ya nededir?" diye sormuşlar.
    Cevâben:
    "--Asıl sehà, bizim nazarımızda can fedâîliğidir" demişlerdir.
    Nefislerde fedâîlik, dinde sehànın en yüksek mertebesidir ki, bizde buna şehidlik derler. Bundan beklenen, dünya ve ahiret sevablarını kendi ihtiyarına bırakıp, Mevlâ'sına tevekkül etmektir. Et-Tergîb vet-Terhîb adlı hadis-i şerif kitabında bu hususta yüzyetmişiki adet hadis zikredilerek, sadaka ve sehà hakkında geniş ve uzun izahta bulunulmuştur.
    Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri cümlemizi tevfik, hidâyet, sehà ve kerem gibi nîmetlerle müzeyyen ve müşerref kılsın... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn, sallallàhu teàlâ aleyhi ve sellem, ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
    NASÎHAT
    (Ed-dînün-nasihah) Dinin nasihatle kàim olacağı, her akl-ı selim sahibi için ma'lûmdur. Efendimiz SAS Hazretleri, dinin nasihatle kàim olacağına işareten üç kere, "Din nasihattir." buyurmuşlardır. Yâni, dinin nasihatle kàim olduğunu bildirmiş olmaları bizim için kâfîdir. Nasihat hususunda bir çok büyüklerimiz, pek çok eserler yazarak bizlere yâdigâr bırakmışlardır. Bunların hepsini toplayıp yazmanın da kolay bir şey olamayacağı aşikardır. Biz şimdi, gayet kısa ve veciz olarak şöylece hülâsa etmek istiyoruz:
    Nasihat, haddi zatında kitab-ı ilâhiyeye ve Rasûlüllah SAS Efendimiz Hazretleri'nin buyruklarına ve fiilerine uymaktır. Tabii bunları herkesin bilmesi ve yapması pek de kolay değildir. Onun içindir ki, büyüklerimizin yapmış oldukları nasihatlerden bazılarını siz kardeşlerimize duyurmağa çalışmayı bir borç biliriz.
    Mezhebimizin sahibi, İmâm-ı A'zam Ebû Hanife (Rh.A) Hazretleri'nin evlâdı Hammad KS Hazretleri'ne yazdığı nasihatı, biz de sizlere bildirmek isteriz. Evvelce de Gümüşhaneli üstadımız Ahmed Ziyâeddin (Rh.A) Hazretleri'nin de vasiyyetlerini yazmıştık.
    Hazret-i Ali KV Efendimiz Hazretleri'nin ve daha bir çok büyüklerin, zamanlarına göre yaptıkları vasiyyetler ve nasihatler ma'lûm olanlardandır.
    İmâm-ı A'zam (Rh.A)'in Nasihatleri:
    Ebû Hanife RA, evlâdına:
    "--Ey benim oğlum, Allah-u Teàlâ seni irşad etsin ve sana yardım eylesin! Sana bir takım vasiyetler edeceğim ki, sen onları beller, muhafaza eder ve onlarla amel edersen, inşaallah-u teàlâ, dininde senin için saadetler umarım:
    1. Takvâya riayet eyle! Takvâ demek, a'zâ-yı cevârihini, Allah korkusundan nâşi isyan ve günahlardan korumak, yâni yapmamak ve evâmîr-i ilâhiyeye ittibâ ile, ubûdiyette dâim olmaktır.
    2. İlmine muhtaç olduğun hiç bir şeyde, cehl üzerinde kalma! Yâni, gerek dünya ve gerekse ahiretin için, bilinmesine muhtaç olduğun bütün ilimleri öğrenmeye sa'y ü gayret et!
    (Bunların içine atom, füze ilimleri gibi bugünün, hattâ yarının bütün ilimleri de girer. Bunları öğrenip, yenilerini de keşif sadedinde çalışmak. Çünkü, hürriyet diye tepinip bağırdığımız davanın kökü ilme dayanmaktadır. Bu ilimlerle mücehhez olmayan insanlar, elbette bilenlerin mahkûmu olurlar.)
    3. Yaşama hususunda, din ve dünyada muhtaç olduğun kimselerden ayrılma!
    4. Nefsine ancak zaruret miktarı insaf göster! Nefsin için zaruret olmadıkça kimseden intikam almaya kalkma!
    5. Gerek müslim, gerek gayri müslim, kimseye adavet besleme! Bilhassa din kardeşlerini sev!
    6. Allah-u Teàlâ'nın, mal ve makamdan seni merzuk ettiğine kanaat et! Çünkü kanaat tükenmez bir hazinedir. Kanaatin zıddı hırstır. Hırs ise gayet tehlikeli ve mezmum bir huydur.
    7. Allah-u a'lem, nastan müstağni olduğun zaman, sana fayda verecek işlerde çare ve tedbirini güzel eyle!
    8. İnsanlardan kimseyi hor görme! Hiç kimsenin de seni hakir görmesine meydan verme!
    9. Nefsini fuz�lî sözlerle hor ve zelil etme; yâni, mâlâyâniden uzak ol! Çünkü her nefes bir ömürdür, onu boş yere harcama!
    10. İnsanları evvelâ selâmla karşıla! Onlara güzel sözler söylemekle, hayır sahiplerini sevindirici ve şerirleri de idare eder şekilde sözlerini ayarla ve sözlerini güzelleştir!
    11. Allah-u Teàlâ'nın zikrini ve Rasûlüllah SAS Efendimize salat ü selâmı çok eyle.
    12. Seyyidül-İstiğfar ile çok meşgul ol! Seyyidül-İstiğfar ise şudur:
    (Allàhümme ente rabbî, lâ ilâhe illâ ente halaktenî, ve ene abdük, ve ene alâ ahdike ve va'dike mesteta'tü, e�zü bike min şerri mâ sana'tü ebûü leke binîmetike aleyye ve ebûü bizenbî, fağfirlî fe innehû lâ yağfiruz-zünûbe illâ ente.) [Allahım, sen benim Rabbimsin, senden başka ilâh yoktur. Sen beni yoktan yarattın. Ben senin kulunum, sana verdiğim sözde gücümün yettiği kadar duruyorum. Yaptığım günahların kötülüğünden sana sığınırım. Bana verdiğin nimetleri ikrar ederim, kusur ve günahlarımı da itiraf ederim. Benim suçlarımı ört, bağışla; senden başka günahları bağışlayacak yoktur, ancak sen varsın.] (Zübdetül-Buhàrî, 1377; Şeddâd ibn-i Evs RA'den.)
    Her kim Seyyidül-İstiğfar'ı, akşam üzeri söyler de o gece emr-i hak vaki olup göçerse, cennete gireceği ve keza her kim bu istiğfarı sabah vaktinde yaparsa ve o gün emr-i hak vaki olur da ahirete göçerse, onun da cennete gireceği bildirilmiştir. Onun için gaflet edilmeyip, sabahta ve akşamda ve hattâ fırsat buldukça her zaman dilden bırakılmaması tavsiye edilir.
    Ebüd-Derdâ RA bir yangın dolayısıyla evinin de yandığını bildirenlere:
    "--Hayır benim evim yanmaz. Çünkü, benim Rasûlüllah SAS'den işittiğim bazı dualar vardır ki, her kim o duaları günün evvelinde okusa, ona hiçbir musibet etmeyeceğini bildirmiştir:

    (Allàhümme ente rabbî, lâ ilâhe illâ ente, aleyke tevekkeltü, ve ente rabbül-arşil-azîm. Mâ şâallàhu kâne ve mâ lem yeşe' lem yekün, lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm. İ'lem ennellàhe alâ külli şey'in kadîr, ve ennellàhe kad ehàta bikülli şey'in ilmâ. Allahümme innî e�zü bike min şerri nefsî, ve min şerri külli dâbbetin, ente âhızün binâsıyetihâ, inne rabbî alâ sırâtın müstakîm.)
    Bu duaların faydalarını yazmaya hiç lüzum görmeyiz. Bir müslümanın Cenâb-ı Hakk'a candan ilticaları sebebiyle umulmadık şeylerin meydana geldiği bir çok vakalarla sabittir. Hemen Cenâb-ı Hak cümlemizi kendisine boyun büküp candan yalvaran, hakîkî abid ve zahid ve muhlis kullarından eylesin, amin.
    13. Her gün Kur'an-ı Azimüşşan'ın kıraatine devam eyle! Sevaplarını da Rasûlüllah SAS Efendimiz'e ve valideynine ve üstazlarına ve sâir müslümanlara hediye eyle ve bunu hiç bir zaman bırakma!
    (Bu nasihatten bizlerin de hissemize düşeni alıp, Kur'an-ı azimüş-şanın kıraatine devam etmemizi, Cenâb-ı Hak cümlemize müyesser kılsın, âmîn.)
    14. Düşmandan daha ziyade dostlarından sakın! Zîrâ, insanlarda fesad çoğaldı. Düşmanın, dostundan istifade edeceğini unutma! Şu sözleri de unutma:
    "--Sırrını söyleme dostuna, o da söyler dostuna." (Câmiül-Usûl kitabından alındı.)
    Bu nasihatler tabii pek çoktur. Hepsini yazmak belki insanı usandırır diye bu kadarla iktifa etmek münasib görülmüştür. Sırası geldikçe de başka nasihatler yazılır inşaallah.
    لا اله الا انت سبحانك انى كنت من الظالمين


  9. #9
    ***
    DIŞARDA
    Points: 4.598, Level: 43
    Points: 4.598, Level: 43
    Level completed: 24%,
    Points required for next Level: 152
    Level completed: 24%, Points required for next Level: 152
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Kahramankentli - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Aug 2009
    Yer
    Edeler Diyarı
    Mesajlar
    0
    Points
    4.598
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart Cevap: Prof. Dr. M.Es'ad COŞAN (Rh.A) Hoca Efendiden Ahlak Eğitimi

    TEVEKKÜL
    Allah-u Teàlâ Hazretleri şöyle buyurdu:
    "Kim Allah'a tevekkül ederse, o ona kâfîdir." (Et-Talâk: 3)
    "Artık gerçek mü'minlerseniz, Allah'a tevekkül ediniz!" (El-Mâide: 23)
    Tevekkül, vekâletten müştaktır. Meselâ, "Falanı vekil tayin ettim, işlerimi ona terk ettim." demektir. Vekîlinin ilim, kudret ve kuvvetine ve sâir hallerine olan îtimadına mukàbil, Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'nin de gücünün, kuvvetinin, ilminin lütuf, ihsan ve inâyetinin hudutsuzluğunu ve kemâlini bilip de, onun kuvvet, kudret ve kemâlinin üstünde, hiçbir kuvvet ve kemâl olmayacağını ve fâil-i hakîkînin de ancak Hak Sübhânehû ve Teàlâ olduğunu bilip, idrak eden her ehl-i basîret için, her umur ve hususta, Allah-u Celle ve A'lâ'yı vekîl ittihaz etmesinden daha makbul bir şey olamayacağı pek âşikârdır.
    O zaman insan, ne kendi kuvvet ve kudretine, ne de başkasının kuvvet ve kudretine iltifât etmez. Bilir ki, bütün güç ve kudret ancak Allah'ındır. Şüphesiz bu hal, ancak imanın kuvveti ve kalbin mâsivâdan temiz olmasına bğlıdır. Tabiidir ki, imanı ve Hakk'a îtimadı zayıp olan bîçârelerin, Hakk'a tevekkülleri de o nisbette zayıftır. (İhyâul-Ulûm, c. 4, s. 233)
    Tevekkülün üç mertebesi vardır: İlki, kişinin vekîline olan îtimadı gibi ki, iyi bir vekîli olan insan, ona îtimat ile rahat eder.
    İkincisi, çocuğun anasına olan itimadı gibi ki, hemen anasına sığınır ve eteğini bırakmaz. Hatta çocuk, yemek ve temizlik vakitlerinde ihmal etse, anne kendiliğinden çocuğunu çağırıp doyurur ve temizler.
    Üçüncüsü ise daha kuvvetlisi ve a'lâsıdır ki, Allah-u Celle ve A'lâ'nın huzurunda, cenazenin yıkayıcıya teslimiyeti gibi teslîm olmasıdır. Yâni, Hak Sübhànehü ve Teàlâ Hazretleri'ne ve her emir ve irâdesine teslim ve râzı olup, îtirâzı terk etmesidir ki, imanın kuvvetine alâmettir.
    Bu mertebeye eren insanlar, duâ ve isteme yapmazlar. Bilirler ki, kendilerini yaratan Hak Celle ve A'lâ Hazretleri, kulunun her işine âgâhtır. Onun muhtaç olduğu şeyleri, o istemeden ihsan edeceğine kanâat-i kâmileleri vardır. Nitekim hadîs-i şeriflerde, bir kimse zikrullah ve Kur'an-ı Azîmüşşân'ın tilâveti, tetebbûu ile meşgul olursa, Cenâb-ı Hak da o kulun muhtaç olduğu şeyleri, istemeden vereceğini beyân buyurmuştur.
    Tevekkülün aslı, hakîkat-ı imana bağlıdır. Yâni, kişi Allah-u Teàlâ'ya bilgisi, ma'rifeti nisbetinde tevekkül edebilir. "Lâ ilâhe illallah" demek, "Lâ fâile illallah" demektir. Kâinatta fâil-i hakîkî, yalnız Allah-ü Teàlâ ve Tekaddes Hazretleri'dir. Binâen aleyh, mevcûdattan hiçbir zerre, ne yerde ne de gökte, izn-i ilâhî olmadıkça kendi başlarına harekete muktedir değildirler. Güç ve kuvvet Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne mahsustur.
    (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) bunun yegâne delilidir. Allah-ü Teàlâ'ya iman ise, onun Esmâ-i Hüsnâ'sına iman ile tamam ve kâmil olur. Rahmân ve Rahîm olan Allah-u Teàlâ Hazretleri, aynı zamanda mülkünün sahibidir. Evveli ve âhiri olmayan Allah-ü Teàlâ Hazretleri, ihyâ edip yaratan ve dirilten; sonra öldüren, ifnâ edip yok eden; kıyamet gönünüde tekrar ba's eden, diriltip hesaptan sonra cennet veya cehennemine koyan, envâ-ı nîmetlerle --ki, akıl, fikir ihâta edemez-- ikram ve ihsan eden ve cemâlinin müşâhedesini lütfeden; ve yerlere gömülenleri, konanları, girenleri ve yerden çıkanları, gökten inenleri, göklere çıkanları ve dâimâ kullarının bütün iç ve dış âlemlerini bilen; hattâ, gönüllerinden geçirdikleri saklı ve gizli olan her şeyi de bilen ve her cihetten kendilerini muhît olduğunu; Hazret-i Allah Celle ve Şâne'nin, kullarının rızıklarını da daha onları yaratmadan evvel takdir ve tayin etmiş olduğunu, kendisinden başka her şeyin ona muhtaç olup, emrine müsahhar olduğunu iyice bilerek ona göre hareket etmeliyiz.
    Yüce Rabbimiz:
    "Allah'a tevekkül et, işini onun vekâletine bırak! Sana bütün işlerinde vekil olarak Allah yeter." (El-Ahzâb: 3)
    "Dâimâ diri olup, hiçbir zaman ölmeyen Allah'a tevekkül et." (El-Furkàn: 58)
    "Kim Allah-ü Teàlâ'ya tevekkül ederse, o ona kâfidir." (Et-Talâk: 3)
    "'Allah bize kâfidir; o ne güzel vekildir.' dediler." diye buyurmaktadır. (Âl-i İmran: 173)
    Buna benzer bir çok âyet-i celîlelerde beyan buyrulduğu gibi Zât-ı Ecell-ü A'lâ'sına tam bir tevekkülle bağlanıp, Allah'tan gayrı her şeyden ümid ve alâkasını keserek, lâyık olduğu vechile kullak vazifesini yapmağa çalışması gerektir.
    Bunun için. îmânın mertebelerini beyân etmek mecburiyeti hâsıl olmuştur. Çünkü herkesin böyle kâmil olmasına gayret etmesi lâzımdır.
    İmana dört mertebe ta'yin etmişlerdir: Birinci mertebe, içi inanmamış olduğu halde, itikadı yokken veya şüphe üzerinde olan imandır ki, buna münâfık imanı derler. Bu ancak dünyada müslüman mezarlığına gömülmüş olabilir; lâkin bunların hiçbir faydası olmadığı gibi, ahiretteki azâbı da o kadar şiddetli ve devamlı olur. Bunlara şerîat dilinde münâfık denir.
    Münâfıklık da iki kısımdır: Biri itikadda, diğeri ameldedir. Amelde olanın imanı vardır, fakat ameli muntazam değildir; ki, bu diğerlerinden hafifdir. Lâkin, itikadda münâfık ise, dilinde tevhid var amma kalbinde bir şeyi olmayandır ki, bunlar hakkında zikredilen âyetlerden hazılarına işaret edelim:
    "Ey yüce Peygamber! Kâfirlere karşı silâhla, münâfıklara delil ve hüccet getirerek muhârebe et! Onlara karşı çetin ol! Onların barınağı cehennemdir ve o ne kötü bir dönüş yeridir!" (Et-Tevbe: 73)
    Diğer bir âyet-i celîlede de:
    "Ey Rasûlüm, o münâfıklar için ister mağfiret dile veya mağfiret dileme! Onlar için yetmiş defa mağfiret dilesen de, yine Allah onları aslâ bağışlamayacaktır. Bu mağfiretten mahrum edilişleri şundandır: Çünkü onlar, Allah'ı ve Rasûlünü tanımadılar, inkâr ettiler. Allah ise öyle fâsıklar topluluğuna hidâyet etmez." (Et-Tevbe: 80)
    Başka bir âyet-i kerîmede de:
    "Münâfıklardan ölen hiçbir kimse üzerine, hiçbir zaman namaz kılma! Kabri başında (gömülürken veya ziyâret için) durma! Çünkü onlar Allah'ı ve Rasûlünü tanımadılar ve kâfir olarak can verdiler." (Et-Tevbe: 84)
    Cenâb-ı Vâcibül-Vücûd Hazretleri, küffâr ve münâfıklar hakkında nasıl mücâdele yapılması ve onlara gösterilecek gılzat ve sertliği beyân buyururken, neticede onların karargâhlarının en kötü yer olan cehennem olacağını bildirmiş ve onlara yapılacak istiğfârın velev yetmiş defa dahi olsa, küfürlerinden kinâye olarak, ne kadar çok olsa dahî fayda vermeyeceğini ve şâyân-ı mağfiret olmayacaklarını; çünkü onların, Allah ve Rasûlünü tekzîb etmeleri, kâfir olmaları sebebiyle Allah-u Teàlâ'nın fâsık kavimlere hidâyet etmeyeceği bildirilmiş ve aynı zamanda bu gibi münâfıkların, aslâ ve kat'â cenaze namazlarının kılınmaması için emir verilmiş, kabirlerini ziyâret etmeye müsaade edilmemiştir
    Çünkü, bunlar Allah ve Rasûlüne düşman olup, fısk üzere, fâsık oldukları halde ölmüşlerdir. Binâen aleyh, ne namazları kılınr, ne de onlara okunur. Ne yazık, bunların başlarına dikilip okuyanlara ve bunlara çelenkler koyarak saygı duruşu yapanlara!.. Artık bunların ne kadar kötü adam oldukları pek âşikâr bir şekilde anlaşılmaktadır. Dünyâda iken böyle rezil ve rüsva olanların, âhiretlerinin de ne kadar acı ve müşkül olacağı da mâlûmdur.
    Bu iman, cevizin üst ve yeşil kabuğuna benzertilmiştir. Bu kabuk nasıl bir işe yaramazsa, münafığın da imanı böyle hiçbir şeye yaramaz. Cenâb-ı Hak, cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammed'i münâfıklıktan muhâfaza buyursun... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn, salavâtullàhi ve selâmühû aleyhim ecmaîn.
    İkinci imana gelince: Bu da bil-umum avam mü'minînin imanlarıdır. Bunların imanları gelişmemiş ve olgunlaşmamış ve kemâle ulaşmamış olan kimselerin imanıdır ki, bunu da son nefesine kadar muhâfaza edebilirse, ebedî âhiret azâbından inşâallah kurtulur ve cennete de kavuşurlarsa da, erbâb-ı müşâhede ve mükâşefe sahipleri gibi olamayacakları tabiidir. Bu imanı da ehl-i tasavvuf, cevizin yeşil kabuğunun altındaki sert ve katı olan kabuğa benzetmişlerdir.
    Halbuki, bu da yeşil kabuk gibi bir işe yaramaz. Yalnız olsa olsa bir odun gibi yakılır, bir ısıtma yapılabilir. Halbuki, cevizden murad, ne o yeşil kabuğu, ne de bu sert kabuğudur. Bunlar en nihâyet cevizin içindeki özü muhâfazaya memur kabuklardır. Maksad cevizin içidir. Bunu elde edemeyenlerin, kendilerini nasıl aldattıkları görülünce, bu kıymetli ömrün, şu fânî dünyanın çeşitli ve yine fânî lezzetlerine aldanıp, ahiret saadetlerini zâyi etmeleri ne kadar acıklıdır!
    Cevizi yemeden veya yiyemeden ölmek; onları, "Benim de cevizim var!" diye yanında taşıyıp ve onun ağırlık zahmetine katlanıp, kendisinden istifâde edemeyen kimsenin; kesesinde bir çok paraları ve anbarında bir çok zahiresi olduğu halde, aç kalıp ölen insandan ne farkı olabilir? Tabii huzûr-u Rabbil-Àlemîn'de de:
    "--Kulum, ben sana bu kadar nimetler vermişken niçin onları yiyip bana şükretmedin?" diye acaba sorulmaz mı?
    Bu ikinci imanın hali, sahibi tevhid-i hakîkîye ulaşmadığı için dâimâ kesret âleminde perişan bir halde yaşar. Şöyle ki, gâyet dalgalı ver fırtınalı havada gemisini yürütmeye çalışan kaptan gibi, bir dalgadan kurtulup diğerine tutulur ve böylece, bocalaya bocalaya, sâhilden uzak olduğuna göre, pek çok defalar batar çıkar.
    Bazıları yakayı kurtarıp, zorluk ve müşkülât içinde sâhil-i selâmete ulaşabilirlerse de, pek çoğu da, denizin derinliği içinde, dibine giderek mahvolurlar. Allah CC cümle ümmet-i Muhammed'i ve bizleri de muhâfaza buyursun, âmîn.
    Bu kesret içerisinde ve esbâb âleminde dolaşan zavallılar bilmezler ki, kâinatta hiç bir zerre kendi başına, hiç bir harekete kàdir değildir. Bütün eşyâ ve mevcûdat, küçük, büyük hepsi, Hàlik-ı Kâinat ve Mâlikül-Mülk olan Hak Celle ve A'lâ Hazretleri'nin emir ve iradesine müsahhardırlar. Kendi başlarına hareket etmelerine imkân yoktur.
    Bir beyaz kağıda yazılan yazılara, hal diliyle sorsanız ki:
    "--Sizi kim böyle karaladı? Sen beyaz temiz bir kâğıttın."
    Cevap verir, der ki:
    "--Bilirsiniz, ben kendimi karlayamam. Beni bu hale sokan mürekkebe sorun!"
    Mürekkebe sorsanız, o da der ki:
    "--Bilirsiniz ki benim kendi başına bunu yapmaya gücüm yetmez. Binâen aleyh, benden alıp kâğıda karalayan kaleme sorun!"
    Kaleme de sorulunca, o da tabii şöyle cevap verir:
    "--Efendi! Bilirsin ki, ben sulak yerlerde biten bir nebatım. Oradan beni kesip, kalem haline getirerek, o kâğıda bu yazıları yazan parmaklara sorun! Benim hiç bir kabahatim yok." diyeceği tabiidir.
    Parmaklara sorsanız ki:
    "--Niçin böyle yaptın?" diye, o da der ki:
    "--Ben de kemik ve deriden ibaretim, canlılar kadar ölülerin de ellerinde bulanan bir parmağım. Kendi kendime hiç bir şey yapmaya kudret ve tâkatim yoktur. Binâen aleyh, onu bana emreden irâdeden sorun!" der.
    İrâde de bunu ilme, akla ve kalbe havâle eder. Nasıl ki, otmobilin yürümesi her ne kadar tekerlekler vasıtasıyla ise de, bunu tekerlekten sorsanız, aynen kâğıdın verdiği cevap gibi silsile-i merâtible, tekerler dingile, dingil dişliye, o pistona, o da benzine ve cereyana havâle edecekleri gibi, en nihâyet iş şoförün anahtarı açmasına ve ceryanın benzini ateşlemesine nasıl bağlanıyorsa; bunların hiçbirisinin kendi başlarına fâil-i muhtar olmadıkları anlaşılıyorsa, kâinâtta bütün zerrâtın dahi hareketleri böyledir.
    Lâ ilâhe illallàh'ın mânâsı "Lâ fâile illâ hû" demek olduğu tezâhür eder, yâni meydana çıkar. Şeytan ve nefis bizi aldatmasın. Cenâb-ı Hak, bizleri mes'ûl etmesi için, bize de bir irâde-i cüz'iyye vermiştir ki, bununla cennet veya cehennem kazanılabilir. İrâdelerimizi hayırlara sevk edersek, bundan Cenâb-ı Hak da râzıdır; cennet kazanılır. Kötü ve günah yerlere harcarsak, şüphesiz bundan da cehennem kazanılır ve sahibi mes'ul olur. Yine ikisinin de, hayrın da, şerrin de hàlikı Allah-u Zülcelâl Hazretleri'dir. Bunların işlenmesine kuvvet ve kudret veren yine kendisidir. Hàlikıdır ve lâkin, o kötü fiillerden de râzı değildir. Bundan dolayı sahibi mes'uldür. Cezâî sebeplerdendir. Âmentü billâhi'de, (hayrihî ve şerrihî) dediğimiz işte budur.
    Ne zaman ki bu kesretten kendimizi kurtarır, müsebbibül-esbâb olan Allah-u Teàlâ'nın fiilini görüp, müşâhede ve mükâşefeye erersek, işte o zaman fâil-i hakîkînin, Allah-u Teàlâ ve Tekaddes Hazretleri olduğu tezâhür eder ki, buna "Lâ fâile illâ hû" denir.
    "Halbuki sizi de. yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır." (Saffât: 96) âyet-i celîlesinde bunu apaçık beyân etmektedir. İşte o zaman insan kendini kesretten kurtarıp, gayet durgun bir deniz, fırtınası da yok, gemi de sağlam, hava da güzel olunca, o seyahatin tadına doyum nasıl olmazsa, bu iman sahiblerinin keyfine ve saltanatına da öylece doyum olmaz. Lâkin bu makama ulaşan bahtiyarların sayısı da pek azdır. Btüün insanlar hemen hemen kesret âleminden çıkamadan ve dünyanın lezzetine doyamadan ahireti boylarlar.
    Şerîat ma'lûm olduğu gibi 54 farzın îfâsıyla tamam olur. Fakat sahibi, yine kesret âleminden çıkamaz ve imanın tadını bulamaz. Nitekim, bir hadis-i şerifte buyrulmuş ki:
    "Üç şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa imanın lezzetini tadar:
    1. Allah ve Rasûlünün sevgisi, her şeyin sevgisinin üstünde olmalıdır.
    2. Kişi, sevdiğini ancak Allah için sevmelidir.
    3. Kul, Cenâb-ı Hakk'ın kendisine iman nûru nasib ettikten sonra, cehenneme atılmayı kerîh görmesi gibi küfre dönmeyi kerîh görmesidir." (Buhàrî ve Müslim, Enes RA'dan.)
    İmanın tadı ancak üçüncü iman mertebesi olan, hakîkat âleminde iken anlaşılır. Erbâb-ı tarikatın merâtibi ise kırktır. Ancak insan bunları atlatınca hakîkate erişebilir. Yoksa her tarîka giren için bu mümkün değildir. Çok mücâhede lâzımdır. Yalnız verilen ve yapılan evrâd ve zikir kâfî gelmez. Her halde, ferâiz, vâcibât ve sünnet-i nebevîye son derece, harfi harfine riâyetle beraber, imdâd, lütuf ve ihsân-ı ilâhînin de inzimâmı şartıyla hakîkate ulaşması mümkün ise de, bu da pek kolay olamayacağı âşikârdır.
    Çünkü, günahların her cinsinden sıyrılabilmek ve yapılacak işleri de insanın kendi başına yapabilmesi, her halde tevfîkât-ı samedâniyye ile olacağını, her mü'min ve muvahhid tasdîk eder. İşte bundan nâşî, bizlere dâima (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) dememiz tavsiye edilmektedir ki, bunda ne kadar haklı oldukları açıkça görülmektedir.
    İnsanın kesret âleminden kurtulabilmesi ve saadete kavuşabilmesi için, nefsin emmâre ve levvâme ve mülhime denilen şu üç devresini atlatıp, nefs-i mutmainneye ulaşması ve hatta, onu da geçerek râzıye ve merzıye derecelerini bulabilmesi gerektir. Lâkin bunları atlatmak öyle kolay bir şey de sanılmamalıdır. Zîrâ bu devrelerin atlatılması öyle memuriyetlerdeki gibi, üç-beş senede bir yapılan terfiler gibi değildir. Her birisi için uzun zamanlar mücâhedelere ve muvaffakiyetlere bağlıdır.
    Bu mücâhedelerde de dâimî bir sebat ister, yoksa ufak bir ihmal veya nefsin arzusuna muvâfakat, insanın çok yükseklerden bile düşmesine sebep olabilir. Onun için mücâdele ve mücâhedeyi tâ ölünceye kadar bırakmamaklıdır. Zîrâ, Hak Sübhânehû ve Teàlâ'nın kitâb-ı mübîni olan Kur'ân-ı Azîmüşşân'ında;
    "Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" buyurduğu ma'lûmdur. (El-Hicr: 99)
    Buradaki yâkinden murad, tâ ölüme kadar ibadete devamı beyân eder. İbâdette tekâmül ise, o da yine mücâhede ve mücâdeleye bağlıdır. Çünkü, nefsin kölesi ve esîri olan kimselerin ibâdetinin, takliçilikten ileri, geçmediği herkesin gördüğü ve bildiği bir şeydir. İbâdet yalnız Allah-ü Teàlâ'nın istediği, meselâ, namaz, oruç ve sâire gibi, ibâdetleri yapmakla bitmez. Muhakkak yasak olan, yine Allah-u Teàlâ'nın men ettiği ufak, büyük bilumum kötü, mezmûm ve menhî olan, yeme, içme ve giyinme, oyun ve sâir âdât ve an'anelerinden tamâmiyle sıyrılması ve bunlardan kurtulup kaçması hem de arslandan kaçar gibi lâzımdır.
    Nefs-i emmâre, dâimâ kötülükle emreden, tevbe ve istiğfarı bilmeyen ve yapmayan bir nefs-i anûddur. Islâhı ancak tevbe, istiğfar ve salevât-i şerîfelerle ve tevhîd zikrine devamla ve üstâdından alacağı ta'lim ve terbiye ile mümkündür.
    Konuşurken yalan söylemek, vaadinde durmamak, emânete hıyânet etmek münâfıklık alâmetidir. Aynı zamanda gıybet, iftirâ, riyâ, şöhret meyli, kibir, ucüb, hased, hırs, kin, adâvet, namaza ve cemâate devam etmemek; alenî ve âşikâr Ramazan-ı Şerif'te --velev özürlü dahî olsa--Êoruç yemek, zekâtını vermemek, kudreti varken hacca gitmemek, müslüman kardeşinin ihtiyacı halinde yardımına koşmamak, cihaddan ve harbden kaçmak, düşmanla, küffârla, münâfıklarla mücadeleyi terk etmek ve sâire gibi şeyler, hep nefs-i emmârenin ve münâfıklığın alâmetleridir.
    Hele kendini beğenip, kendi kendine insanların irşâdına hizmet edeceğim diye, esaslara dayanmayan uydurma ve kendi düşüncesine uygun kitap yazmalar, çok konuşmalar ve makam düşkünlükleri gibi hallerin sahipleri bir türlü kendilerini emmârelikten ve münâfıklıktan kurtaramazlar. O takdirde, çok azgın bir denizde ve fırtınalı havada denizlerin dibine gömülen gemilerden hiç farkı olmadan maâzallah imansız olarak ahireti boylamak, ne kadar acı bir sonuçtur.
    Kâinâta ibret nazarıyla bakıp, tefekküre dalarak, bu mülkün sâhibine teslîm ve inkıyâd eder, tevbekâr olur da birer ikişer mübtelâ olduğu kötülükleri terk ederek, ibâdet ve ezkâra devam ederse, nefs-i emmâresi, nefs-i levvâme'ye döner. Artık yaptığı her kusur ve günahtan hemen nedamet edip, ağlaya, sızlaya tevbeler eder, yaptığına derhal pişman olup, bir daha yapmamağa çalışır ammâ, yine kendini selâmet sahiline atamamıştır. Yine kesret âleminde bocalayıp durur, her şeye karışır, neden, niçinmiş diye kendini yer bitirir, hırslanır, sinirlenir, bir türlü vahdet hâline geçemediği için, kesret âleminde boğulur, gider. Bu gibilerden pek az kurtulan olur.
    Nefs-i levvâmelikten kurtulmak, nefs-i mülhimeye atlayabilmek için de, emr-i ma'rûf ve nehy-i anil-münker icrâsıyla beraber, sünnet-i Rasûlüllah'ın icrâsına sa'y ü gayretle, ferâiz ve vâcibâtı, sünen ve müstehâbâtı bil-fiil işleyip, bütün münkerâttan, yâni yasak olan her şeyden, son derece sakınmakla beraber, nefs-i levvâmenin elinden kurtulmak mümkün ise de, iç ahlâkları, yâni ahlâk-ı mezmûmeler, istenmeyen, beğenilmeyen kötü huylar bâkî kalır ve bu sebeple kendisinden istenilen tevekkül meydana gelemez. Zirâ, henüz nefis ve şeytanın tasallutundan kendini kurtarabilmiş değildir. Bu sebepten Hakk'a teslim olup tevekkül edemez.
    Buraya kadar, terfî-i derecât, insanın kendi s'ay ü gayretiyle mümkünse de; ne kadar zâhid, ehl-i takvâ ve mutasavvıfînden ve ulemâ-yı zevil-ihtirâmdan olsalar bile, bundan ileriye kendi başlarıyla terakkî mümkün değildir. Ancak, üstâd-ı kâmillerinin hizmetine ve onlara teslîmiyete vâbestedir. Hizmeti ve teslîmiyeti nisbetinde nefs-i mutmainneye ayak basmaları ve erişmeleri mümkündür.
    Lâkin, nefs-i mutmainne kendisine hal oluncaya kadar da yine uğraşmak lâzımdır ki, velâyet kademesine ayak basabilmiş olsun. Bu da ancak tarîkat ehline nasib olan ilk makamdır. Bütün ahlâk-ı zemîmeleri artık, ahlâk-ı hamîdeye tebdil olmuş pek muhterem insanlardır. Bunlar şöhretten de çok sakınan ve mahviyet şiârları olan kimselerdir.
    İnsana lâzım olan da bu makamdır. Zîrâ kişi nefs-i mutmainneye ermeden yaptığı bütün vaaz ve nasihatlerde onu dinleyenler için bir fayda temin edemez. Yabânî meyvaların, nasıl insanlara bir zevk-i tabiî vermedği gibi, bunların nasihatleri de böyle olur.
    Nefs-i mutmainne sahiplerinin ef'âlleri, ef'âl-i cemîleye ve ekserî ahlâkları da, ahlâk-ı hamîdeye tebdil olmuş bahtiyarlar olduklarından, bilâ irâde tevekkül-ü tam ile Cenâb-ı Hakk'a mütevekkil olurlar. Yine bilâ irâde Hakk'a teslim-i tam ile teslim olup, zerre kadar dünya cihetinden olan şeyleri düşünmez ve gam da yemezler. Gerek cennet arzusu ve gerekse cehennem korkusu kendilerinden alınmış olup gussa çekmezler. Bütün işleri, Allah rızâsı için ibâdet ve taate devamdan ibârettir. Teveccüh ve mürâkabelerinde huzûr-u maallah kendilerine hâl olup, bir nefes gaflet üzere olmayıp, dâimî zâkir ve uyanık bulunurlar. Çok ümid olunur ki:
    "Biliniz ki, Allah'ın velîleri için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır." sırrı haklarında sâdır olmuştur. (Yunûs: 62)
    İşte tevekkülün başlangıcı nefs-i mutmainnedir. Tabii kuru ve boş lâflarla, söz ebeliğiyle bu işler tahakkuk etmez. Tevekkül alâmetlerinden biri de, sabırdır. En az beş günlük açlığa sabrı olmayan kişilerin tevekkülden bahs etmesini abes görmüşlerdir.
    Bütün ahlâk-ı zemîmelerin başı, benlik ve enâniyet, varlık ve dünya sevgisidir. Bütün kötü huylar bundan neş'et eder. Bunun için varlık, benlik büsbütün selb olunmadıkça, mahvolmadıkça, kötü ve mezmûm ahlâkların da, memdûh ahlâk-ı hamîdeye tebdîl olunmasına imkân yoktur. Şu halde, bu gibi kimselerden tevekkül beklemek de doğru olmasa gerektir.
    Yalnız şu kadar var ki, levvâme ve mülhimede olan zâtların, dâimâ düşmelerinden korkulur; velâkin, mütmainne sahibi için böyle bir şey olmaz ve korkulmaz. Bununla beraber şöhret âfâtından da o kadar sakınırlar ve kaçarlar ki, insan hayretlerde kalır.
    Meselâ; bir büyük zât, şehre gireceği sırada kendisini karşılamaya gelen insanların ellerinden kurtulmak için hırsızlık yapmayı ve sonra da çaldığı şeyi sahibine verip helâllaşmayı, fitnelerden kurtulmanın çâresi olarak uygun bulmuştur. Bazıları da, Ramazan'da herkesin gözü önünde orucunu yemeye ve sonra 61 gün kefâret orucu tutmaya nefislerini mecbur etmişler.
    Bütün bundan maksatları, halkın gözünden düşmek içindir. Hakk'a tam mânâsıyla bağlanabilmeyi kendilerine gàye edinmiş âlîcenâb insanların halleri böyle olur. Hattâ bir adam, böyle bir zâtın kemâlini anlayabilmek için onu evine yemeğe davet etmiş, tam evin önüne gelince, adamı bir bahâne ile geri çevirmiş ve bu harekâtını dört-beş defa tekrarlamış. Zavallı adam hiç itiraz etmeden her davetine, pekiyi deyip icâbet etmiş ve "Sen beni kaç defadır aldatıyorsun, ayıptır, günahtır, hadi şuradan, ben artık senin davetine gelmem, bu kaçıncı oldu, ben senin eğlencen miyim?" dememiş.
    Bunun üzerine, o davet eden zât:
    "--Ben sizi tecrübe için böyle yaptım, kusurumu affedin ve beni de mânevî evlâtlarınız arasına kabul buyurun!" diyerek her ne kadar ricâda bulunduysa da;
    "--Evlâdım, o gördüğün hiç de kemâl alâmeti değildir, çok aldanmışsın. Görmez misin ki, köpeği ne kadar kovarsan kov, o yine çağırınca kuyruğunu sallayarak gelir. 'Demin kovdun, şimdi gelmem!' demez. Binâen aleyh, biz de gördüğün o huy da, ancak bir köpek sıfatından ve huyundan başka bir şey değildir." diyerek tevâzu gösterip, ızhâr-ı acz eylemekten çekinmemiştir.
    Tevekkül sahiblerinden birisi, gàyet kıymetli bir atını yanına bağlayıp namaza durmuş. O sarad bir hırsız gelip, atı alıp kaçmış. Adam da hiç sesini çıkarmamış. Kendine:
    "--Niçin böyle yaptın?" diyenlere,
    "--Namaz bana atımdan çok kıymetlidir. Bir at için huzûr-u Rabbil-Àlemîn'den nasıl ayırılabilirdim?" demesi üzerine; orada bulunanlar hırsızın aleyhinde bedduâ, yâni "Allah onu kahretsin!" gibi duâlar etmeye başlamışlar. Atın sahibi onlara:
    "--Aman susun, ne yapıyorsunuz? O zavallı bir kere büyük bir günaha girdi, şimdi bir de siz onun üzerine bir yük daha yüklüyorsunuz. Yazık ona, onun o at sebebiyle haram yememesi için ben ona hakkımı helâl ettim. Belki onu, kendine bir sermaye eder de, bir daha böyle şeyler yapmaz." diye etrafındakilere lâzım glen nasâyihi vermiştir. Bunların emsâli pek çoktur.
    İşte diğer bir misâl: Bir zât, bir arkadaşıyla bir odada yatmışlar. Sabahleyin, arkadaşı parasının zâyî olduğunu görmüş ve:
    "--Bunu sen aldın, çünkü burada senden başka kimse yoktur." demiş.
    O güzel insana bak ki, hiç itiraz etmeden:
    "--Ne kadar paran vardı?" demiş ve hemen hepsini ödemiş.
    Biraz sonra başka arkadaşları gelmişler, vaziyeti anlamışlar ve demişler ki:
    "--O paraları sana şaka olsun diye biz aldık, çok yazık; böyle oluşuna da çok üzüldük. Haydi şimdi hep beraber gidip arkadaşımızdan özür dileyelim!" diyerek arkadaşlarının evine gitmişler. Ona:
    "--Efendi, kusura bakma biz bir hatâ ettik, affedin, hem de sizin paralarınızı getirdik, özür dileriz!" diye her ne kadar ricada bulunmuşlarsa da, o efendi parayı kabul etmemiş ve nihayet çocuğunu çağırıp, verdiği çokça parayı tamâmiyle tasadduk ettirmiş. (İhyâül-Ulûm, c. 4, Tevekkül bahsi.)
    Cenâb-ı Hak hepimizi lütfuyla böyle insanlar zümresine ilhâk buyursun... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn.
    Sehl ibn-i Abdullah KS Hazretleri:
    "Mütevekkilin üç alâmeti vardır:
    1. İstemez,
    2. Reddetmez,
    3. Saklamaz." buyurmuşlardır.
    Yine, "Tevekkülün ilk makamı kulun, Allah-u Teàlâ'nın hüküm, irâde ve kazalarına karşı, ölünün yakayıcıya teslîm olduğu gibi teslîm olmasıdır." buyurmuştur.
    Tevekkülün yeri kalbdir. A'zâların hareketli, kalbin tevekkülüne mânî değildir. Şöyle ki, kulda takdîr-i ilâhînin cereyanına tahakkuk hâsıl olur. Zorluklar ve darlıkların onun takdiri ile, ikrâm, ihsân ve bollukların da yine onun takdiri, ihsânı ve ikrâmı olduğunu bilmesiyledir.
    Hamdûn SA Hazretleri de:
    "Tevekkül, Allah-u Teàlâ ve Tekaddes Hazretleri'ne tam mânâsıyla sarılmaktır." buyurmuştur.
    Enes ibn-i Mâlik RA Hazretleri'nin rivâyetine göre, bir adam devesiyle birlikte gelmiş:
    "--Yâ Rasûlallah, devemi bıraktım ve Allah'a tevekkül ettim!" demiş de, Efendimiz SAS Hazretleri:
    "--Onu bağla da sonra tevekkül et!" buyurmuşlardır.
    Bişr-i Hafî KS Hazretleri de: "Allah'a tevekkül ettim diyen insan yalan söylemiş olur. Zîrâ, tevekkül eden insan, Cenâb-ı Hakk'ın kendisi hakkındaki işlerine ve hükümlerine râzı olur." buyurmuşlardır.
    Yahyâ ibn-i Muâz RA Hazretleri'nden:
    "--Kişi ne zaman mütevekkil olur?" diye sormuşlar. O da cevâben:
    "--Allah-ü Teàlâ'nın vekâletine râzı olduğu zaman." buyurmuştur.
    Ebû Türâb en-Nahşî KS'ya göre tevekkül: "Kişi kendini ubûdiyete hasredip, kalbini Mevlâ'ya bağlar, verdiğine râzı olur ve şükreder; vermezse sabr eder." buyurmuştur.
    Zünnûn-u Mısrî KS Hazretleri de, tevekkül hakkında; "Kul ne zaman bilirse ki, Allah Sübhânehû ve Teàlâ Hazretleri, kulunun her halini görüp, bilmektedir. O zaman kendi tedbirinden vazgeçip, Hakk'a teslîm olur." buyurmuştur.
    Tevekkülün kemâli, İbrâhîm Aleyhisselâm'da tahakkuk etmiştir. Cebrâil Aleyhisselâm'ın yardımını istemeyip, benim halimi Rabbimin bilmesi bana kâfîdir buyurması gibi.
    Ömer ibn-i Sinan KS Hazretleri, bir rivâyette kendilerine Hızır Aleyhisselâm mülâkî olmuşlar ve beraber yolculuk murâd etmişler de, Hakk'a tevekkülüme mânî olursun diyerek istememişler.
    Ebû Aliyyinid-Dekkâk KS Hazretleri:
    "--Tevekkül üç derece üzerinedir: Evvelâ tevekkül, sonra teslîmiyet, daha sonra tefvizdir." Mütevekkil, Allah-ü Teàlâ'nın vâdine sâkin ve emîn olur. Rahat ve sükûnet sahibidir. Teslîmiyet, Cenâb-ı Hakk'ın hâlini bilmesiyle iktifâ ve tefvîz, hükmüne râzı olmasıdır. Tevekkül bidâyet, teslimiyet ortası, tevfîz de nihâyeti demişlerdir.
    Sehl bin-i Abdullah KS Hazretleri de:
    "--Tevekkül, Peygamberimiz SAS Hazretleri'nin halidir." buyurmuşlardır. Kisb de onun sünnetidir. Çalışanlara karışmak, sünnet-i Rasûlüllaha ta'n; mütevekkîle ta'n ise, imana ta'n demektir. Yâni zemmetmektir.
    İbrâhîm el-Havas KS Hazretleri, tevekkülde en ileri derecede gösterilen zât idi. Bununla beraber iğnesi, ipliği ve su ibriği yanında eksik olmadı. Soranlara da, "Fakîrin başka elbisesi olmaz ki, yırtılınca nasıl namaz kılacak? İbriği olmazsa, tahâreti mümkün olmaz." derlermiş.
    Ca'fer el-Haddâd KS Hazretleri, yirmi seneye yakın, tevekkülüne binâen çalışır, kazandığını fukaralara dağıtır, o kazancından ne bri şu parası ne de başka ihtiyçaları için bir şey ayırmazmış.
    Mütevekkil insan; ancak bir çocuğun anasının memesinden başka bir şey bilmediği gibi, kulun dâimâ Mevlâsına mürâcaatı ve ondan başka bir kapı bilmemesi gerekir.
    Bir rivâyette; bazı kimseler, bir kâfilenin önüne gitmekte olan bir hatuna, onun ağır ağır gidişinden dolayı, yorulmuş olduğunu ve yardıma ihtiyacı bulunduğunu zannederek, kendisine bir miktar yardım etmek istemişse de, hanımefendi ellerini hava kaldırmış, avuçları altın ile dolu olarak:
    "--Siz paralarınızı ceplerinizden çıkardınız, biz de işte böyle min tarafillâh gayb hazînelerinden harcarız." diyerek herkesi hayretlere düşürmüştür.
    Tevekkül, Allah-u Teàlâ'nın hazinelerine güvenip, nâsın ellerindekilerin ümidini kesmektir.
    Ebû Alî Ruzbârî KS Hazretleri:
    "--Beş gün açlığa tahammül edemeyip, açlığını ızhar eden kimsenin tasavvufta yeri yoktur!" demiştir.
    Ebû Türâb en-Nahşî KS Hazretleri, üç gün açlıktan sonra, bir karpuz kabuğuna elini uzatan s�fî bir dervişi görünce, ona:
    "--Sana tasavvuf gerekmez, lâyık değildir; çalış, kazan, ye!" diyerek onu aralarından uzaklaştırmıştır.
    Hasan el-Hıyât KS Hazretleri:
    Ben Bişril-Hafî KS Hazretleri'nin yanında bulunuyordum. Şâm-ı Şerif'ten hacca gitmek üzere bir kafile gelip selâm verdiler ve kendisine beraberlerinde götürmek istediklerini söylediler. Onlara teşekkürden sonra:
    "--Sizlere ancak üç şartım vardır. Kabul ederseniz, kafilenize iltihak edebilirim. Yanınıza yiyecek, içecek, giyecek bir şey almamak, kimseden bir şey istememek, verirlerse de almamak sûretiyle sizinle yolculuk yapabilirim!" demesi üzerine;
    "--Pekiyi almayalım, kimseden de bir şey istemeyelim; fakat verilince almamayı yapamayız!" demişler.
    Bunun üzerine:
    "--Öyle ise Allah'a tevekkül değil, hacıların vereceklerine güvenerek yola çıkmış bulunuyorsunuz; beni mâzır görün!" diyerek hakîkî mütevekkil olduğunu göstermiştir.
    Hasan Basrî KS Hazretleri de buyurmuşlar ki: "Fukarâ üç kısım üzeredir:
    Birincisi; istemez, fakat verilince de almaz; bu ruhâniyyûn kısmındandır.
    İkincisi; istemez, fakat verilince kabul eder. Bunlara da mükâfâten cennet bahçelerinde, envâ-i çeşit sofralar vaz' olunur.
    Üçüncüsü; ister, verilince kifâyet miktarı alır. Bu istemesine keffâret olarak açlığında sadık olduğuna, ancak zaruretini giderecek kadar alması alâmettir."
    Bu haller mütevekkilînin derecelerini îzâh etmektedir.
    İbn-i Mübârek KS Hazretleri de:
    "--Bir dirhem haramdan bir pâre alan mütevekkil olamaz!" buyurmuşlardır.
    Ebû Hamza el-Horasânî buyururlar ki:
    Bir kimse hacca giderken, yolda boş bir kuyuya düşmüş. Kurtulmak için ordan geçenlere bağırmak istemiş, fakat tevekkülü buna mânî olup, "Hak Sübhânehû ve Teàlâ Hazretleri sana herkesten daha yakın iken, onu bırakıp da kullarına ilticâya sıkılmaz mısın?" diye içinden gelen bu sese hak verip, tecelî-i ilâhînin zuhûrunu beklemeye karar vermiş.
    Tam o sırada ordan geçenlerden bazı kimseler, kuyuya birisi düşer düşüncesiyle ağzını kapatmışlar. Bu mütevekkil zât da hiç sesini çıkarmadan beklemiş. Fakat, az bir zaman sonra bir hayvan glip, kapanan kapağı eşeleyerek açmış ve ayaklarını da uzatıp, sanki bana tutun diye homurdanmış. Bu hali gören zât, hayvanın ayaklarına sarılıp, kuyudan çıkmış.
    Bu da gösteriyor ki, Cenâb-ı Hak, çeşitli ve akla hayâle gelmez işlerle, kuvvet ve kudretini izhâr buyurmalarından ibâret hâdiselerle mütevekkil kullarının imdâdına yetişir. Hemen Cenâb-ı Hak ve Tekaddes Hazretleri, bu iman kuvvetne sahip ve mâlik olan kullarının arasına bizleri de ilhak buyursun... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.
    Hülâsa: İşte bunlar hepsi şu duânın, kullar üzerindeki tecellîsinden ibârettir:
    "Allàhümme innî es'elüke nefsen bike mutmeinneten, tü'minü bilikàike ve terdà bikadàike ve takne'u biatàike."
    Mânâsı: "Yâ Rab, senden öyle olgun ve kâmil bir nefis isterim ki; seninle rahat bulur, kendisinde sükût hâsıl olur ve sana mülâkî olacağı o ahiret gününe inanıp iman eder ve senin bütün hüküm ve kazàlarına râzı olup, ikram ve ihsanlarına az veya çok, zayıf veya kavî, sağlam veya dertli, senden gelen her nesneye hem râzı ve hem de kanâatkâr olsun!"
    İşte bu kulun imanı, ind-i ilâhîde pek makbuldur ve o tam mütevekkil bir kimsedir.
    ŞECÂAT
    Bu bir güzel huydur ki, diğer iyi huyları da, arkasından çekip getirir. Yalnız şu kadar var ki, şecâat, cesurluk, bahâdırlık, îtidâl üzere olmazsa, zulüm ve taaddîye yol açar. Bununla beraber bir de gurur ve kibir gibi bütün hasletler ârız olabilir ki, tabiatiyle bunlar da pek mezmumdur. Nasıl ki, şecâat icab eden yerde sükût, korkaklığın iktizâsıdır.
    Peygamberimiz SAS Hazretleri de, bir çok hadislerinde korkaklık demek olan cübün'den Cenâb-ı Hakk'a sığınmışlardır. İman ve İslâm'ın bekàsı şüphesiz ki, mücâdele ve muhârebedeki muvaffakiyyetlere vâbestedir. Korkak ve sabırsız insanların muvaffak olmaları mümkün değildir.
    Her zaman görülmektedir ki, bir çok bâtıl işlerde bile, muvaffak olmak için insanlar, kendi çıkarları ve menfaatleri iktizâsı, pek çok mücâdele ve muhârebelere azim ve metânetle devam etmektedirler. Halbuki, bu hususta ne bir sevap ve mükâfatları vardır, ne de şehâdet gibi bir mertebeye ulaşabilirler; belki zulüm ve haksızlıklarının cezâsını çekmek üzere, büyük azâb ve felâkelere uğratılırlar.
    Halbuki bir müslim-muvahhid, gerek gaza, gerek cihad ve gerekse her hangi bir haksızlığa karşı mukavemeti neticesinde ölecek olursa, buna şehid rütbesi verilir. Makamı cennet olur. Günahları da, daha kanının ilk damlasıyla silinir, sorgu ve sual de olunmazlar. Bu güzel haslete sahip olan fertler ve cemiyetler dâimâ bahtiyardırlar.
    Mü'minin imanı öyledir ki, ecel gelmedikçe hiçbir kimseye ölüm erişmez. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın ezeldeki takdiri ile verilmiştir. Değiştirmek kimsenin elinden gelmez. Binâen aleyh, korkaklık insana hiçbir fayda te'mîn etmediği gibi, bir çok hak ve hüriyetin de ziyâına göz yummasına sebep olur. Yine ölüm hiç kimsenin yakasını bırakmış değlidr. Şan ve şerefle ölmek, elbette zuafâ ve kadınlar gibi korkup evlerinde saklanarak ölmekten bin kat evlâdır.
    İman ve İslâm'ın teâlî ve terakkîsi ve intişârı için, rahat ve huzurlarını, iş ve güçlerini bırakıp da, küffâr ile cenk ede ede, tâ buralara kadar gelmiş ve İslâm sancak ve bayraklarını bir taraftan bir tarafa ulaştıran ve İslâm'ı yayan, o büyük ecdadımızın saymakla bitmez fütûhâtları, hep bu yüksek sevginin eseri değil midir? Şüphesiz bu da imanın kuvvetine ve Hakk'ın rızâsını kazanma emelini taşıyan kimselere mahsustur.
    Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak'ın Kur'ân-ı Kerim'inde, Sûre-i Feth'in sonundaki bir ayet-i celîle pek çok faydaları şâmil olduğundan, imâmımız, İmâm-ı A'zam KS Hazretleri'nin de virdidir. Bu âyet-i celîle, bütün (elifbâ) harflerini câmi'dir:
    Meâli: "Muhammed SAS Allah'ın peygamberidir. Onun beraberinde bulunanlar (ashàb-ı kiram) kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler. Onları rükû ve secde eder halde (namaz kılarken), Allah'ta sevap ve rıza istediklerini görürsün. Secde eserinden (çok namaz kılmaları yüzünden meydana gelen) nişanları yüzlerindedir. İşte onların Tevrat'taki vasıfları budur.
    İncil'deki vasıfları da şu: Onlar filizini çıkarmış bir ekine benzerler Derken o filizi kuvvetlendirmiş de kalınlaşmış, nihayet gövdeleri üzerine doğrulup kalkmış; ziraatçilerin hoşuna gidiyor.
    (İşte ashàb-ı kiram da böyle olmuştur. Bidâyette sayıları azdı. Sonra çoğalıp kuvvetlendiler ve güzel bir cemiyet meydana getirdiler.)
    Bu teşbih, kâfirleri ashab ile öfkelendirmek içindir. Onlardan iman edip salih amel işleyenlere, Allah bir mağfiret ve büyük bir mükâfât vaad etmiştir." (El-Fetih: 29)
    Bu ayet-i celîleyi her kim murad ettiği bir şey için oniki kere okursa; duası ind-i ilâhîde kabul olup, şifâlar, bereketler hasıl olacağını erbâb-ı ilim beyan etmişlerdir.
    Başka bir ayet-i kerîme:
    Meâli: "Sonra o kederin arkasından üzerinize Allah bir emniyet, bir uyku indirdi. Öyle ki içinizden bir zümreyi (hakîkî mü'minleri) o uyku sarıyordu. (Münafıklardan ibaret) bir zümreyi de, nefislerini can kaygısına düşürmüş, gözlerini uyku tutmaz olmuştu. Allah'a karşı cahiliyyet zannı gibi haksız bir zan besliyorlar ve 'Bu zafer işinden bize ne?' diyorlardı.
    Rasûlüm de ki:
    '--Bütün iş Allah'ındır.'
    Onlar, nefislerinde sana açamadıkları bir şey gizliyorlar;
    '--İş elimizde olsa, zorla savaşa çıkarılmasaydık, burada öldürülmezdik.' diyorlardı.
    Rasûlüm de ki:
    '--Evinizde de olsaydınız, üzerlerine ölüm yazılmış bulunanlar yine dışarı çıkacak, düşüp kaldıkları yerleri çaresiz boylayacaklardı.'
    Allah Uhud Savaşı'ndaki bu olayları, kalblerinizde olan ihlâs ve nifakı meydana çıkarmak ve yüreklerinizdeki niyetleri pak ve öz yapmak için meydana getirdi. Allah kalblerde olanı pek iyi bilir." (Âl-i İmran: 154)
    Bu ayet-i celîle ondokuz kere okunduğu takdirde, dertlere deva, hastalara şifa, gönüllere deva olduğu da kezâlik beyan buyrulmuştur.
    Zikrettiğimiz ilk ayet-i celîlede, Cenâb-ı Hak pek açık olarak mü'minlerin, yâni Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'ne ve Rasûlü SAS Hazretleri'ne inanıp iman eden kimselerin, düşmanlara karşı gayet şedît, cesur, azimli, şecaatli, methanetli, bahadır, korkmaz ve yılmaz kimseler olduğunu beyan ederken; aksi halde birbirlerine karşı da son derece şefîk ve merhametli olduklarını bildirmesi, şecâatin ancak yerinde ve bâhusus din düşmanlarına karşı amansız bir halde yapılması lüzumunu da bildirmiştir.
    Düşmana karşı kuzu gibi olup da, birbirlerine ve bilhassa ev halkına karşı lüzumsuz olarak kızıp bağırmalar, hattâ onları döğmeye kalkarak çeşitli korkulara sokmak, hiçbir zaman şecâat alâmeti değildir. Çünkü erkeğin iyisinin, dış hayatında sert, evde ise yumuşak ve mülâyim olmasını tavsiye etmişlerdir. Lâkin, bunları sû-i istîmâle meydan vermeyerek tatbik etmeye çalışmalıdır. yoksa onların İslâmî esaslara uymayıp da, asrın her türlü rezâletine uymalarına göz yummak ve mülâyim davranmak hiç de câiz değildir.
    Hubb-u fillâh ve buğz-u fillâh kàidesini elden bırakmamak ve her işte gerek sevgi icâbı mülâyimlik ve gerekse isyan ve günahlar halinde buğz, şiddet ve adâvet, îcab ederse şecaat ve cesaretini Allah için göstermek, selâmet-i hâssa ve âmme için pek yerinde olsa gerektir.
    Cenâb-ı Peygamber SAS Hazretleri bir hadis-i şeriflerinde, yakın ve uzak akrabâlar arasında, hiç bir lâimin levmine bakmayarak mücâhedeye devam edilmesini işâret buyurmuşlardır. Hudûd-u ilâhînin, yâni şerîatin vâcib kıldığı bütün emirleri, gerek hazarî ve gerekse seferî halinde (misâfirlikte) îfâsına, ikàmesine sa'y u gayret gösterilmesini ve fî sebîlillâh mal ve canla Hak yolunda cihâd edilmesini beyân ve tavsiye buyurmuşlar. Cihâdın, cennet kapılarından en büyük bir kapı olduğu gibi, Cenâb-ı Hakk'ın bu sebeple bu mücâhidlerin dünya ve ahiret gam ve kederlerini gidereceğini de bildirmişlerdir. (Râmûzül-Ehàdîs, 133/10)
    لا اله الا انت سبحانك انى كنت من الظالمين


  10. #10
    ***
    DIŞARDA
    Points: 4.598, Level: 43
    Points: 4.598, Level: 43
    Level completed: 24%,
    Points required for next Level: 152
    Level completed: 24%, Points required for next Level: 152
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Kahramankentli - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Aug 2009
    Yer
    Edeler Diyarı
    Mesajlar
    0
    Points
    4.598
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart Cevap: Prof. Dr. M.Es'ad COŞAN (Rh.A) Hoca Efendiden Ahlak Eğitimi

    YEDİRMEK, İÇİRMEK VE SELÂM VERMEK
    İslâm'ın güzel huylarından biri de, yemek yedirmek, susuzları sulamaktır. Bu hususta gerek Cenâb-ı Hakk'ın ve gerekse Cenâb-ı Peygamber'in bir çok emirleri ve teşvikleri vardır:
    [Onlar içleri çektiği halde, yiyeceği yoksula, öksüze ve esire yedirirler.] (El-İnsân: 8)
    Bu konuda Hazret-i Hasaneyn RA Efendilerimizin şu hareketleri güzel bir misâl teşkil eder:
    Bu iki muhteremden biri hasta olmuşlar. Peder ve vâlideleri de, çocukları sıhhatine kavuştuğu takdirde üç gün oruç tutmağı nezretmişler. Hazret-i Ali KV Efendimiz'in mâli durumları pek müsâid olmadığından, iftar ve sahur için biraz ödünç yiyecek almışlar. Akşam iftar edecekleri sırıda kapıya bir miskin gelip, Allah rızası için bir yiyecek istemiş. Bu durum karşısında o akşamki nafakalarını ona vermişler. Kendileri su ile iktifâ etmişler.
    Ertesi akşam tam iftar vakti oluca, bir yetim gelmiş. O akşam da iftarlıklarını ona vermişler ve kendileri yine su ile iktifâ edip, ertesi günün orucuna niyetlenmişler.
    Üçüncü gün de bir esir gelerek, "Allah rızası için açım..." demiş. Bu akşam da yiyeceklerini o esire vererek iman-ı kâmilin en yüksek derecesini fi'len göstremşilredir. Bu yüzden Cenâb-ı Hak onları Kur'an-ı Azîmüşşân'ında, kıyamete kadar gelecek Muhammed ümmetine örnek olarak bildirmektedir.
    Allah-u Zülcelâl vel-Kemâl Hazretleri, bizlere de bu güzel hallerden birer parçacık ihsan buyursun, âmin...
    Aç bir mü'mine doyuncaya kadar ikram eden bir mü'mini, Cenâb-ı Hak cennet kapılarından hangisini isterse, oradan onu cennetine koyar ve o kapıdan da ancak onun gibileri girer.
    Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri, kullarını doyuran (it'am eden) kimseler ile meleklerine mübâhât eder.
    Yemek yedirmenin faziletleri sayılamayacak kadar çoktur. Bu yemekler sebebiyle insanların birbirlerine karşı sevgi ve saygıları, bağlılıkları artar. Kuvvet ise müslümanların birbirine sıkı bağlılıklarıyla olacağından Cenâb-ı Vâcibül-Vücûd Hazretleri, miskîn, yetim ve esirlere sevgi ile yemek yedirenleri medh ü senâ buyurmuştur.
    Cenâb-ı Peygamber'e İslâm'daki hayırlardan sorulunca; yemek yedirmek, tanıyıp tanımadığına selâm vermek olduğunu bildirdiğini, Buhârî ile Müslim beyan etmişlerdir.
    Ebu Hüreyre RA'in bir rivayetinde, Efendimiz SAS Hazretleri'ne bir adam:
    "--Bana bir şey bildir ki, onu işlediğim vakit cennete gireyim." demiş.
    Efendimiz SAS cevâben:
    "--Yemek yedir, selâmı açıkla, akrabana sıla yap, gece herkes uyurken sen namaz kıl! Bunları yaparsan cennete girersin." buyurmuş.
    Diğer bir rivayette de:
    "--Sıla-i rahme devam edin, taam yedirin, selâmı açıklayın; selâmetle cennete girersiniz." buyrulmuştur.
    Ve yine Efendimiz SAS Hazretleri:
    "--Cennette bir köşk vardır ki, içinden dışı, dışından da içi görülür."
    Ebû Mûsâ el-Eş'arî RA Hazretleri:
    "--Bu kimin içindir?" diye sormuş.
    Buyurmuşlar ki:
    "--Edeble konuşan, taam yediren ve herkes uyurken gece namazı kılan kimsenindir." buyurmuşlardır.
    Sizin hayırlınız yemek yedirendir. Mağfiret-i ilâhîyeyi mucib olan şeylerden biri de, aç müslümanı doyurmaktır ve bunun cennete girmeyi mucib olduğu da bildirilmiştir. Sizin birinizin bir aç kimseye verdiği bir hurma veya bir lokma öyle büyütülür ki, sizin tay ve danalarınızı ve deve yavrularını büyüttüğünüz gibi... O bir lokmanız da Uhud dağı gibi olur. Bundan dolayı şu üç kişinin cennete gireceği bildirilmiştir: Biri, kazanan ve emreden; ikincisi, yapıp meydana getiren; üçüncüsü de, onu miskin veya fakire götürendir.
    Bir Arabi gelmiş:
    "--Yâ Rasûlallah, bana bir amel bildir ki, benim cennete girmeme vesile olsun!" demiş.
    Cevaben:
    "--Bir canlıyı azad et, bir köleyi kurtar; bunlara gücün yetmezse, açı doyur, susuzu sula!" buyurmuşlar.
    Bir kimse müslim kardeşine doyuruncaya kadar yemeğini, kanıncaya kadar suyunu verirse, Cenâb-ı Hak onu cehennemden yedi hendek boyu uzak kılar. Her hendeğin arası beşyüz senedir. Yâni cehennemden uzak edip, cennetinde karar ettirir. Bunun için en efdal sadaka, aç bir canlıyı doyurmaktır.
    Herhangi bir mü'min, bir mü'mini açlığından kurtarırsa, Cenâb-ı Hak da onu kıyamet gününde cennet meyvalarıyla it'am edecektir. Herhangi bir mü'min, susamış bir mü'mini sularsa, Cenâb-ı Hak da kıyamet gününde onu ağzı mühürlü cennet şaraplarıyla sulayacaktır. Yine hangi bir mü'min, çıplak bir mü'mini giydirirse, Cenâb-ı Hak da kıyamet gününde ona cennet elbiseleri giydirecektir. Kıyamet gününde bütün insanlar çıplak, aç, susuz oldukları halde haşr olunacaklar; ancak kim Allah için yedirdi, giydirdi veya suladı ise, Cenâb-ı Hak da onları yedirip, içirip, giydirecektir.
    Bir gün Rasûlüllah SAS Efendimiz sormuşlar:
    "--Sizlerden bu gün oruçlu olanınız kimdir?"
    Ebûbekir RA:
    "--Benim yâ Rasûlallah!" demiş.
    Tekrar sormuş:
    "--Bugün sizden kim bir miskine yemek yedirdi?" demiş.
    Yine Ebûbekir RA:
    "--Ben..." diye cevap vermiş.
    Efendimiz SAS sormuş:
    "--Bugün sizden hanginiz bir cenazeye gitti?" demişler.
    Yine Ebûbekir RA:
    "--Ben..." demiş.
    Tekrar sormuşlar:
    "--Bugün hanginiz bir hasta ziyaretine gitti?" demişler.
    Yine Ebûbekir RA:
    "--Ben..." diye cevap vermiş.
    "--Bugün hanginiz sadaka verdi?" diye sormuşlar.
    Yine Ebûbekir RA:
    "--Ben yâ Rasûllülah!" demiş.
    Efendimiz SAS buyurmuşlar ki:
    "--Bu huylar kimde toplanırsa, o ancak cennete girer." buyurmuşlardır.
    Üç şey kimde varsa, Allah-u Teàlâ onu himayesi altına alır ve cennetine idhal eder. Bunlar; zaife rıfk, valideyne şefkat, kölelerine ihsandır.
    Yine üç şey vardır ki kimde bulunursa, Cenâb-ı Hak onu himayesi altına alır; rahmetini eriştirip azabından uzak eder. Bunlar da; soğuk havalarda abdesti tam almak, karanlıkta mescide gitmek ve açları doyurmaktır.
    Fukaralara ve miskinlere yardım edenlere ve iyi davrananlara vaad olunan bu mükafatlar karşısında, din kardeşlerine yapılan ziyafetler de köle azadından sevgili olduğu gibi; bir din kardeşine bir lokma ile bile yaptığı ikramın bir miskine verilen bir dirhemden ve yine bir kardeşine verdiği bir dirhemin, miskine yapılan yüz dirhemden daha sevgili olduğu bildirilmiştir. Bu tasaddukların mükâfatı olarak yarınki kıyamet gününde, vermiş oldukları zuafa, fukara ve abidlerin de ayrıca şefaatlerine nâil olacaklarına dair bir çok rivayetler mevcuttur.
    Bir kişi hararetin şiddetli olduğu bir zamanda yolda bir kuyuya rastladı. Kuyuya indi, su içerek çıktı. Tam o sırada kuyunun ağzında bir köpeğin susuzluktan, ıslak toprakları yalayıp durduğunu gördü. Kendi kendine, "Benim gibi bu zavallı da çok susamış." dedi. Tekrar kuyuya indi, mestini su ile doldurdu, dişleriyle tutarak çıkıp köpeği suladı. Bunun bu hareketini beğenen Cenâb-ı Hak, onun bütün günahlarını mağfiret etti. Her canlı için bu mükâfatın cârî olduğu ve bir rivayette cennete idhal olunacağı beyan buyrulmuştur.
    İbn-i Mübarek'in rivayetinde; bir adamın dizlerinde çıkan bir çıban, yedi sene devam etmiş. Yapılan ilaçlar fayda etmediği gibi, doktorlar da aciz kalmış. Ebû Abdurrahman diyor ki:
    "--Git, halkın suya muhtaç olduğu falan yerde bir kuyu kazdır! Umarım ki, oradan çıkacak su sebebiyle senin yaran şifa bulur."
    Adam bunu yaptı. Cenâb-ı Hak da ona şifasını verdi. Bunlar bize insanların hemcinslerine faydalı olmalarının, Cenâb-ı Hak tarafından mükâfatsız bırakılmayacağına dair kuvvetli delilerdir.
    Şimdi bizim bir Ramazanımız vardır. Bu mübarek ayda yapılan her ibadet ve hayırlar, yetmiş mislini yapmış gibi oluyor. Ramazan sabır ayıdır. Sabrın mükafatı da cennettir. Ramazan ihsan ayıdır. Mü'minin rızkı arttırılır. Her kim bir oruçluyu iftar ettirirse, onun günahlarına keffaret ve mağfirete sebeb olduğu gibi, cehennemden de azad olur ve oruçlunun ecri kadar da ecir verilir. Oruçlunun ecrindense bir şey eksilmez.
    Her kim Ramazan ayında helâl kazancından bir oruçluya iftar ettirirse, ona bütün Ramazan geceleri, rahmet melekleri mağfiret dilerler ve Cebrâil Aleyhisselâm da, Kadir gecesinde onunla musafaha eder. Her kimle ki, Cebrâil Aleyhisselâm musafaha ettiyse, onun kalbi rakik olur, imanı artar, Allah'tan korkusu çoğalır. Amel-i salihini arttırır. Bunun için herkesin elinden geldiği kadar, bir lokma, bir yudum su ile de olsa, bu büyük nimetlere ve ihsanlara kavuşabilmesi için çok gayret göstermesi ne kadar gereklidir. (Et-Tergîb, c. 2, s. 65)
    AHİRET SEVGİSİ VE DÜNYAYA BUĞZ
    Ahiret sevgisi her mü'min ve muvahhid için en önemli bir vazifedir. Zîrâ ahiret bâkî, dünya ise fânîdir. Binâen aleyh, bâkî olan ve her türlü arızalardan àrî, nimetleri tükenmez, her zaman istediğine nâil olmak, hastalık, fakirlik ve ölüm gibi hallerin de olmayacağı ve en a'lâsı ise, varlıkların sahibi, bütün nimetleri bize bahş eden Allah-u Zülcelâl Hazretleri'nin cemâlini de müşahede etmek, nîmet-i uzmâsına mazhariyet de ahirette olacağına göre, fânî olan dünyaya, ahiret sevgisini tercih etmek elbette en akıllıca bir iştir.
    Dünyaya buğza gelince; ahiret yolu olan bu dünyada, imana ve ahiret sevgisine zarar verecek, kötü ve yasak olan fenâlıklardan uzak kalma demektir. Dünya sevgisiyle ahiret sevgisi bir arada imtizac edemeyeceğinden, bunlar terazinin iki kefesine benzetilmiştir. Dünya tercih edilince, ahiret kefesi boş kalır. Ahiret tarafı tercih olunsa, dünya kefesi boş kalır. Binâen aleyh, îtidal ile kullanabilmek ve yaşayabilmek en akıllıca bir iştir. Çünkü, dünya sevgisinin bütün günahların başı olduğu herkesin ma'lûmudur.
    Cenâb-ı Hak cümlemizi dünya fitnelerinden muhafaza buyursun ve ahiretin, gözlerin görmediği, kulakların da işitmediği, hatırlara bile gelmeyen güzel nîmetlerine de nâil eylesin... Âmîn, ve sallallàhu alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
    DÜNYANIN KEYFİYETİ
    (Erzurumlu İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin Ma'rifetnâme'sinden)
    a. Dünya Nedir?
    Üçüncü kısım: Dünyanın keyfiyyeti, mihnet ve meşakkati, ona meyl edenlerin şekàvetini, terk edenlerin de saadetini bildirir.
    Ey aziz, ehlullah demişler ki: "Dünyanın misali, uyku ve gölgeler gibidir. Dünya dar-ı fenâ, yorgunluk ve meşakkat yeridir. Şimdiye kadar kimsenin elinde kalmamıştır. Dünya, meşakkat, mihnet yeri ve günahlara vesile olan bir yerdir. Aynı zamanda intikal yeridir. Akıllı ve zeki insanlar dünyayı boşamışlar, yâni, ona iltifat etmemişlerdir.
    Dünyanın terki büyük bir saadet ve devlettir. Dünyaya rağbet ise, Halik-ı Zülcelâl'in gazabını mucibdir. Dünya tıpkı bir bulut gölgesi gibidir. Uykuda görülen rüyalar ve aldanmalar gibidir. Dünya, bir zıll-i zâil ve uykuda olanın halidir. Ona meyleden gàfil, elbette pişman olacaktır. Dünya, dâimâ değişen ve bir hal üzere olmayan bir yerdir. O seninle kalsa da, sen onunla kalmazsın, kalamazsın.
    Dünya, mü'minin zindanıdır. Ölüm, onun emniyet yolculuğunun ve yerinin başlangıcıdır. Cennet, onun mekanıdır. Kim ki dünyayı terk eder, onun ayıplarını anlamıştır. Dünyadan cesedin çıkmazdan önce, sen onu kalbinden çıkar. Zîrâ, dünyanın Allah-u Teàlâ yanında hiçbir kıymeti yoktur. Ona muhabbet, her belânın esasıdır. Dünya lezzetlerini terk eden, cennet nimetlerini bulur; iki alemde aziz ve muhterem olur.
    Dünya harabdır, şarapları seraptır, nimetleri azabdır, safâsı kederdir. Dünya, bedenleri yok eder, emelleri tazeler. Kendini sevenlerden yüz çevirir, sevmeyenlere de ikbal eder. Dünya kuşları ve balıkları tutan bir ağdır. Ona meyleden àkil değildir. Dünya, zehirli bir helvaya benzer. Ona aldanıp yiyenin hali ma'lûmdur. Dünya nimetleri elden ele dolaşır. Ahvali daim değişiktir. Sen ona aldanmadan dünyadan çıkarsan, selâmete erişirsin.
    Dünya ve ehline îtimad ve îtibar olunmaz. Zîrâ, dünyada ve ehlinde vefâ ve safâ bulunmaz. Allah'ı isteyenler, buradan geçer gider. Ahirete râgıb olanlar, onu sevenler ve isteyenler, buradan kaçarlar. İmdi, fânîyi terk edip bâkî olan ahireti alasın!
    Dünya sevgisi, bütün fitnelerin başı, mihnetlerin aslıdır. Dünyayı terk ise, bütün necatların başı ve felâha sebeptir. Fânîyi terk, bâkîyi almak hünerdir. Ne taaccüb olunacak şeydir ki, kendini ve nefsini bilen kişi bu dünya ile nasıl ünsiyet edebilir? Dünyanın sonu fenâdır. Dinin gayesi ise, rızaullahtır. Eşkiyaların rağbeti dünyayadır. Saidlerin, mes'ud olanların rağbeti de ahiretedir. Dünyanın çokluğu, ahiret için zarardır. İzzeti de, nihayet zillettir (yâni ahirette, belki dünyada da.) Dünyaya aldananlar cahillerdir. Akıllılar ise, onu kabul etmekten kaçmışlardır.
    Eğer cihânı gönlünden cüdâ edersen sen;
    Huzur-u zevkle zikr-i Hudâ edersin sen!

    Dünya işlerinde cahil ve lâin, din işlerinde àkil ol. Bedeninle dünyada ol, kalbinle ahireti bul. İlm-i yakîni sahih olan, bâkîyi bırakıp fânîyi almaz. Şehvetleri terk eden pak olur. Afetlerden selâmet bulur. Dünyayı anlayan zühd eder. Daima Hak'la beraber olmak isteyen yalnızlık arar. Kıble-i hâcât, Hazret-i Hak'tır. Hakk'ı bırakıp, halktan isteyenler zarardadır.
    Allah-u Teàlâ'yı çok zikr edenler, dünyaya aldanmazlar. Kim ki Allah için bir nesneyi terk eder, Hak Teàlâ ona, ondan daha hayırlısını ihsan eder. Rahat ve selâmet isteyen, dünya ile kalmaz ve meşgul olmaz. Kim ol Mevlâsını bulmuştur. Mevlâsını bilene dünya hizmet eder. Her doğurduğunuz, netice itibariyle toprağa girer. Her yaptığınız da, nihayet harab olur, yıkılır gider. Dünyada kanaat tükenmez bir hazinedir.
    Bu dünya, ibadet edenler için bulunmaz bir ganimettir. İbretle bakanlar için bin hikmet yeridir. Mânâsını anlayanlar için selâmet evidir. Dünya dar bir yer ve meşakkatle doludur. Ahiret ise, hem bâkî hem de çok geniş, sonsuz saadet ve selâmet yeridir. Cenâb-ı Hak'la ünsiyet ve huzur yeridir. Artık hangisini istersen, beğenirsen, onu almak senin elindedir buna ihtiyar-ı cüz'î derler. Mükâfat ve mücâzatlar da buna göre olacaktır.
    b. Dünya ve Ahiret
    Dördüncü Kısım: Nelerin dünyadan ve nelerin ahiretten olduğunu bildirir.
    Ey aziz, Ehlullah demişler ki, her nesne ki insan için ölümden evveldir, (hayır olsun, şer olsun) dünya cümlesinden ma'duddur. Habîb-i Ekrem SAS Hazretleri, dünyayı bize anlatırken, hayırlı şeyleri ayırıp, ibâdât, tâat, Kur'an-ı Kerim okumak, dini sözler, ameller ve hallerin, mezmum olan dünyadan olmayıp, ahiret amellerinden sayıldığını bildirmiştir. Halbuki, bunlar da yine bu dünyada kazanılmaktadır. Zîrâ, kul öldükten sonra, bu hayırlı işlerini yanı başında bulacaktır.
    Bundan anlaşılıyor ki, her lezzet kesilir; insan öldükten sonra onun semeresi bâkîdir. O lezzetler bu mezmun olan dünyadan değildir. Vâkıa o lezzetler, yine bu alemde ve bu dünyada hasıl olmaktadır. Fakat bunların semerelerinin ahirette bulunmasından nâşi, bunlar da ahiretten sayılmıştır. Dünyada yapılmış, fakat ahiret için yapıldığından ötürü, ahiretten addedilmiştir. Zîrâ dünya ahiretin tarlasıdır.
    Ahiret için olan şeylerin hepsi, ahiretten bilinmiştir; makbul ve memduh, medh ü sena kılınmıştır. Amma ol eşya ve ameller ki, öldükten sonra onların hiç bir faydası olmayacaktır; maâsi, günahlar ve emsâli, hacetten fazla mübahlar ile iştigal vs. bunların hepzi mezmum olan dünyadan ma'duddur.
    Ahirete yardımı olan ve onlarsız yaşamak ve ibadet etmek mümkün olmayan, yeme, içme, uyuma, kazanma, ticaret, sanat ve zîrâat gibi şeyler de yine dünyadan sayılmayıp, ahiretten sayılmıştır. Şu kadar var ki, bunları yaparken günahları ve haramları irtikâb etmeyip, ibadetlere de noksanlık vermemek şarttır. Meselâ; yerken öyle aç gözler gibi karnını tıka basa doldurmak, envâ-i çeşit meşrubatı israf edercesine içmek ve sabahlara kadar uyumak, süslü, saltanatlı, zînetli evlerde oturmak; süslü, kıymetli, zînetli elbiselere iltifat etmek, doğrusu ahiret yolcusu bir müslümana hiç yakışmaz.
    Daha iyisi, bunlardan yapılacak iktisatla muhtaçların yardımına koşmak ve onları sevindirmek, onların dualarını almak ve bunun için herhalde iktisada riayet etmek mecburiyetinde olduğumuza inanarak, Peygamberimiz SAS Hazretleri'nin ve ashabının yolunu yol edinmek en doğru ve en akıllıca bir iştir.
    Hattâ bu hususta biraz da sözlerinde iktisad eder, fazla ve lüzumsuz şeyleri konuşmamağa dikkat ederse daha iyi olur. Ma'lûm ya insan, bir şeyle meşgul iken diğer işlerden gàfil olursa, bu sefer gönülde asıl maksad ve gaye olan huzurdan mahrum kalacağını düşünerek, sözleri muhakkak terk etmek gerektir.
    Dünyada bizlere verilen her çeşit mal, mülk, hayvanat, bağ ve bahçelerin, tabiatiyle hiçbir kabahati yoktur. Kabahat, yalnız bunları kullananlarındır. Bu nimetleri, ahiretimizi kazanabilmek için kullanırsak, bunlar ahiretten sayılır. Hatta muharebelerde kullanmak için bu hayvanlara, atlara verilen yemler, sular ve hattâ bunların gübrelerinin bile kişinin terazisine konulacağı muhakkaktır.
    Şu halde bunlar, dünya nimetlerinden olmakla beraber, ahiret saadetini kazanmaya vesile oldukları için, ahiretten sayılmışlardır. Bil'akis bunları kullanan zât, iman ve İslâm'dan uzak, sırf kendi menfaati iktizası iftihar ve gurura, diğer günahlara ve israflara vesile olarak kullanırsa, elbette o zaman bu mallar ve mülkler, servetler mezmum olan ve insanı huzur-u Hak'tan alıkoyan, dünyadan addolunmuştur.
    Bu sebepten, mal ve mülk, iyi ve sàlih kimseler için ne kadar güzelse, sàlih olmayan kişiler için de o kadar kötüdür vesselâm. Binâen aleyh, yemek ve içmekte, Peygamber yoluna gidip, iktisada riayet ederek, boş sözleri de bırakarak, hayır ile konuşsa ve ilm-i halini de öğrenip bilse, muhakkak o kimse, dünya lezzetleri ile beraber Mevlâ'nın rızasını da bulmuş olur.
    Bunlardan anlıyoruz ki, mezmum olan dünya öyle bir şeydir ki, seni ahiret amellerinden mahrum ve Hak'tan meşgul eder, alıkor. Her ne ki, Hak Teàlâ'ya teveccüh etmek, O'na dönmeye, tâat ve ibadetine yardımcıdır, o şeyin aynen ahiret ameli olduğu, ehli indinde sabittir. Hakikatte din umurundan sayılmıştır. Bir kâmilin dediği gibi, "Seni Mevlâ'dan uzaklaştıran her şey dünyaya aittir."
    Halbuki, cemî insanlar, ibadet için halk olunmuşlardır. İbadetlerdeki esrarlar da, mâsivâdan fâriğ olan kalb-i selim ile, celâl ve cemâl-i Ma'bud'u zikir ve fikir edinmek bilinmiştir. Binâen aleyh, seni bundan alıkoyan her şey, mezmum olan dünyadan olup, işçi, amele ve hizmetkârlarla, mal ve mülkünün kesreti ile avunarak, iftihar ve gururlar, kibir ve ucübler, hırs ve hasedlerle ve şehvetleriyle meşgul olarak, Rabb'ine teveccüh edemeyen zavallı insana ne kadar yazıktır dersek azdır. Çünkü, asıl özü, cevheri bırakmıştır, posası ile meşgul olmaktadır. Bu, elbette akıllılar işi olmadığı cümlece ma'lûmdur.
    Onun için, Peygamber Efendimiz SAS Hazretleri buyurmuşlar ki:
    "--Benim indimde, gıbta olunacak, imrenilecek evliyâ, şol mü'mindir ki, yükü hafif, namaz ve orucundan fazlasıyla nasibini almış, gizli ve aşikâr, Rabbine gerçek ibadet kılan ve nas içinde kendisi meşhur olmayıp, gizli bulunan ve herkes tarafından bilinmeyen, miktar-ı kâfî rızıkla geçinen ve her haline sabredendir."
    Sonra onun hüsn-ü halinden, malının azlığına, dünya ziynet ve saltanatlarına kıymet vermediğinden ve çok sevinç ve aynı zamanda korku ve hüznü olmadığına taaccüben; "Her arzusu hazır ve her safâsı tebrik olunmağa şayeste bir kimsedir, bir mü'mindir."diye medh ü sena buyurmuşlardır.
    Nazım
    Bu vücûdun mülkü elinden çıkmadan,
    Devr-i eyyâm ol hisarı yıkmadan,

    Sûret ü mânâ ikisi yar iken,
    İki alem de elinde var iken,

    Hubb-u dünyayı içinden gider;
    Ta alasın àlem-i candan haber.

    Nûr u zulmetten yoğurmuşlar seni.
    Canını nûr anla, zulmet bu teni.

    Ten, murad ı ekl ü şürb, mülk ü mal;
    Can temennâsı, cemâl-i Zülcelâl.

    Lâ cerem ednâ yeri ednâ sever.
    Yâni, ten dünya ve can Mevlâ sever.

    Àriyet gömlektir on günlük tenin;
    Besle canı àriyet nendir senin?

    Àlemin hem cânı hem sultanı sen;
    Yazıktır kim olasın mağlûb-u ten.

    Mecmaul-bahreyn sensin, aç gözün;
    Câm-ı cemsin, hiçe sayma kendüzün.

    Son beyit pek canlı bir şekilde insanın ne demek olduğunu ve onun kemâlini pek açıkça anlatmaktadır. (Mecmaul-bahreyn), iki derya yâni, sen dünya ve ahiretin en makbûlü bir mahlûksun. Aynı zaman yine sen (câm-ı cem) öyle bir aynasın ve öyle bir meta'sın ki, mahlûkat içinde emsâlin bulunmaz ve sende Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın celâl ve cemâli, kudret ve azameti, pek aşikâr bir surette görülür.
    Binâen aleyh, kadr ü kıymetini bil de, kendini yok yere ve boşu boşuna zayi' edib, topraklar içinde çürüyüp gitme! Bu dünyada gelen sayısı belirsiz insandan hiç kimse kalmamış, vaktini dolduran, bu misafirhaneyi bırakıp gitmiştir. Sen de bunu unutma!
    Ey aziz ve sevgili evlâd! İnaddan bir şey elde edilmez. Firavunluktan da bir şey hasıl olmaz. Gel, iyi düşün, Hakk'a yönel. Ölümden sonra başa gelecek cennet nimetlerini bırakıp, cehennemi satın alma!

    c. Dünyanın Kandırması
    Beşinci Kısım: Dünyanın insanları kandırmakta, aldatmaktaki hünerlerini ve saadet sahiplerinin de kanaatle, onun hilesinden emin olup, rahat ve selâmete erdiklerini bildirir.
    Ey aziz! Ehlullah demişler ki: Dünya, bir sâhire sihirbazdır ki, kendisini dâimâ seninle sakin gibi gösterir. Sen öyle zannedersin ki, ol seninle ebedi kalır. Halbuki, gece ve gündüz o senden firar üzeredir. Dünyanın ömrü, bir gölgenin durmayıp gittiği, bir suyun aktığı gibi akıp gitmektedir. Öyle ise bunda nasıl ikàmet olunur.
    Bu dünya bir gaddar, bir zalimdir ki, sana sadakatler arzeder, muhabbetler gösterir ve seni kendine meyil ve muhabbet ettirdiği zaman, derhal yüz çevirip katline kasd eder. Yine bu dünya öyle bir ihtiyar kadına benzer ki, kendini gayet zînetli altın, gümüş, yakut, inci gibi şeylerle süsleyip, seni kendisine rağbet ettirerek evine misafir edince, hemen senin canına kasd eder. Evinde soyunduğu vakit, kendisinin bütün ayıpları meydana çkar. Sen pişman ve nâdim olarak kaçacak yer ararsın amma, bir kere kafese tutulan kuş gibi çıkacak hiç bir yer bulamaz, onun elinde helâk olursun.
    Nitekim, feyiz kaynağı olan İmam-ı Gazali KS Hazretleri de, şöyle izah eder:
    "Bu dünya misafirhanesinde misafirliğini, kendini ve Rabbini unutan adamın misali şöyledir: Şol hacı kafilesine takılıp hacca giden gàfil kişi gibidir ki, bazı güzel gördüğü çöllerde, hayvanını besler ve onu tımar eder; bazan da hayretlere düşüren güzel manzaraları temaşa ederken, kafilesini unutup kaçırır ve o çöllerde yalnız başına kalır; yırtıcı canavarlar tarafından parçalanarak mahvolur."
    İşte dünyanın nefis yemeklerine ve süslü, zînetli elbiselerine, muhteşem konak ve saraylarına aldanıp, ibadet ve tâati unutan, iman ve İslâm'dan mahrum kimselerin hali de tıpkı böyledir. O kafilesini kaçırıp yalnız başına kalarak, canavarlara yem olan gafil kişi gibi, Cenâb-ı Hak cümlemizi dünyaya aldanıp, bu acı akıbetlere düşmekten muhafaza buyursun, âmin...
    Şüphesiz akıllı ve uyanık o kimsedir ki, kendi nefsî işlerinde ve dünyası hususunda bir gam ve keder çekmez. Emelini mümkün mertebe kısaltıp, yarını düşünmez. İbadette kuvvet bulacak ve àrifler yoluna sâlik olacak miktardan ziyade maişet düşüncesi yapmaz.
    Bundan anlaşılıyor ki, saîd odur ki, niçin halk olunduğunu bilip, ona göre hazırlanır ve ondan başkasını terk edip, istemez. İşleriyle, ancak zaruri ihtiyaçları kadar meşgul olur. Şakî de o kimsedir ki, şehvet ve gafleti kendisine gàlip olur. Nefsi ve dünyası için çalışır, yiyip, içip şehvetiyle lezzetlenir. İbâdât ve tâati bırakıp ticarete gider.
    Gider ama bu dünyadan gözlerini yumunca, ahirete de eli avucu boş olarak gider. Lâ havle ve la kuvvete illâ billâh... Yâ Rab, bizi ve kardeşlerimizi, senden ayıran her şeyden muhafaza eyle... Hak yolunda hidâyetler nasib eyle ve bizleri dàl ve mudıl olanlardan etme yâ Rab!.. Ve sallallàhu alen-nebiyyi muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...
    Ey gönül gafletten agah ol, hazer kıl zinhâr;
    Mekr eder, bidâr-ı hasm olmuş sana bu rüzgâr.

    Kısmet-i mîras-hordur, mülk ü mal sandığın;
    Hubb-u mülk ve cem'-i mâlı koy, hiç etme îtibâr.

    Bu cihan dârül-belâdır, ol cihan dârüs-sürûr.
    Bu cihan bi'sel-karîn, ol cihan ni'mel-karâr.

    Zahmet-i dünyâ kadardır, nîmet-i ukbâ sana.
    İzzinin cevri kadar lezzet verir, dâr-ı diyâr.

    d. Dünya Mü'minin Düşmanıdır
    Yedinci Kısım: Dünya, ehl-i dünya ve nefs-i hevânın mü'mine düşman ve tâatlerine ve Hakk'ın huzuruna mani' olduğunu bildirir.
    Ey aziz! Ehlullah demişler ki: Mü'min kulunu ibadet ve huzur-u Mevlâ'dan alıkoyan mânîlerden sakınmak, en mühim işlerden biridir. Halbuki, tâat ve huzur-u Hak'tan kesilenlerin, ya dünya ile, ya halk ile veya nefsiyle meşgul oldukları mücerreb ve meşhurdur. Amma dünya sana lâzımdır. Ancak andan zühd edip sakınca üzerine olasın.
    Zîrâ, emir üçten hali değildir: Ya sen basiret ve fıtnat ehlindensin; bu sana kifayet eder ki, dünya senin dostun ve habibin olan Rabbinin düşmanıdır. Yahut sen, ibadete himmet ehlindensin; sana bu da kifayet eder. Veya, sen cehil ve gaflet ehlindensin, ne basiretin var ki, Hak ile olasın ve ne himmetin var ki, ona ibadet kılasın, tâ ki huzur-u ünsü bulasın; o da sana kifayet eder.
    Muhakkak dünya bâkî kalmaz, ya sen dünyadan ayrılırsın veya o senden ayrılır. Eğer sen onunla kalsan, o seninle kalmaz. Dünya böyleyken, onu talep etmekte ve ömr-ü azizi telef etmekte ne fayda vardır?
    Amma halk sana lâzımdır ki, bunlardan uzlet edesin. Eğer sen halk ile ihtilat edip, âdât ve hevâlarında onlara muvafakat edersen, kalbin halini ifsad ve ahiretin umûrunu berbad ederler. Eğer onlara muhalefet edersen ve doğruyu söylersen, cefalarıyla müteezzî olursun. Sonra şerlerinden emin olmayıp, düşmanlıkları, adâvetleri fikrinde kalırsın.
    Eğer seni medh ve ta'zim etseler, senin için ucüb ve fitneden korkulur. Eğer seni zem ve tahkir etseler, o zaman sende ya hüzün ya gazab bulunur. Öyle ise gerek medh ve gerek zem, âfât-ı mühlikedendir. Böyle olunca, bu vefasız kalble ömrünü zayi edersin ve Mevlâ'ya dönüp ibadet eylemezsin ki, àkıbet ona rücû edip gidersin.
    İnsan, şehvet halinde korkunç bir deli gibidir. Gazab halinde, yırtıcı bir canavar kesilir. Musibet halinde, çocuk gibi korkak olur. Nîmet halinde, Firavun misalidir. Aç kalırsa feryad ve figanı basar. Tok olduğu zaman, boş sözler söyler. Böyle bir dünyaya akıllıca bakan bir insan, elbette bundan kaçmaktan başka çare bulmaz. Hem bekàsı yok, hem de kalbi meşgul eder ve bedeni zahmetlere, zararlara sokar.
    Binâen aleyh, sen dünyada zâhid olursan, ondan ancak ibadette kuvvet bulacak miktarını alırsın. Sâir nimetler ve zînetlerden kaçarsın. Böylece de selim bir kalb ile huzur-u Hakk'a gidersin.
    İyi bil ki, halkın asla vefası yoktur. Sana olan zahmet ve sıkıntıları, yardımlarından daha çoktur. Sana yakışan, halktan kaçıp, hayırlarıyla intifâ, şerlerinden uzak kalmandır. Nâs ile ateşe olan ihtiyaç kadar muamele edersin. Ateşe yakın olursan, seni yakacağı muhakkakdır. Öyle ise, senin muinin olan ve senin halikın olan Allah'ınla ol. Halktan uzak olduğun kadar, Hakk'a yakın olursun, saadet bulursun.
    Yine iyi bil ki, nefs-i emmâre, gayet şerli ve bir hilekârdır. Akl-ı külle àsî ve ehl-i ahirete büyük bir düşmandır. Öyle ise, az uyumak ve az konuşmakla beraber, gàfil insanlardan da uzak kalırsan, nefsini kendine mutî eder ve onun düşmanlığından ve şerrinden halâs olup huzur-u Mevlâ'ya gidersin.
    Ebû Tàlib-i Mekki (Rh.A) demiştir ki:
    "--Evliyalar evliyâ olmadılar; ancak açlık, uykusuzluk, sükût ve uzletle oldular."
    Bu zat Mekke-i Mükerreme dağlarında, on veya daha ziyade seneler, otlarla gıdalanıp, uzletle yaşamıştır. Sonra şehre inip, K�tül-Kulûb ismindeki kitabını yazmıştır.
    Bir kâmil der ki:
    "--Sermaye-i saadetimiz açlıktır. Yâni, bizim için hasıl olan zevk ve mağfiret, şevk ve muhabbet, ilim ve hikmet, neler varsa, hepsi açlıkla bulunur."

    Kevn ü fesad àlemînin şanıdır fenâ.
    Bu şeş cihette gayre taallûk nedir ınâ.

    Nûr-u Hudâ olur, çü gıdâ ruha dem bedem;
    Bu nânı, âbı yüklem olmaz ona gıda.

    Dil verme bu hayata, sakın kılma îtibar;
    Kim sende àriyettir, onu hem alır Hudâ.

    Ver Hakk'a bu emâneti, sen zinde ol ebed;
    Âb-ı bekà ile doludur kâse-i fenâ.

    Birdir iki cihan ve bir aynadır hemen;
    Zahri bu àlem oldu, yüzü àlem-i bekà.

    Hakkı, cihân-ı fânîye dil verme, fânî ol.
    Tâ àlem-i bekàda bula cân ve dil bekà.

    e. Dünyadan Uzak Olmak
    Sekizinci Kısım: Dünyadan ve ehlinden uzak olmayı ve nefsini koyup, gönülden içeri Mevlâ'ya rücû edip gitmeyi bildirir.
    Ey aziz! Ehlullah demişler ki: "Kim ki dünyadan zühd ve i'raz edip Mevlâsına teveccüh ve rağbet eder; Hak Teàlâ ona inayet edip, ma'rifet ve muhabbetini i'tâ ve ihsân eder. Bu hak ile ünsiyette şad edip ondan razı olur ve ahiretteki yerini rıdvan bahçeleri eder. Kim ki, Mevlâsını unutup, zikir ve fikirden, ibadet ve tâatten i'raz ile dünyaya ve ehl-i dünyaya meyil ve muhabbet eder ve nefsine uyup, heva ve arzusunca giderse, Hak Teàlâ ondan i'raz edip, ona olan lütuflarını alır ve onu kendi hevasına bırakıp, ahirette cehennem'e odun olur.
    Nitekim, Hazreti Musa Aleyhisselâm zamanında Erzurum'un cenup tarafında büyük ve meşhur bir alim, oradaki dağın tepesinde inziva halinde bulunmaktaydı. Büyük velîlerden Bel'am ibn-i Bağur ismiyle şöhret bulan bu zat evliyâ makamlarının en üstününe ulaşmıştı. Buna rağmen hatası, dünyaya ve ehl-i dünyaya meyledip, Hazreti Mûsa Aleyhisselâm'a isyan ile muhalefete düşmüştü. Hak Teàlâ onu kahredip, ma'rifetini almış ve huzurundan tard edip bir kelb misâli kılmıştır. Bu zatın ilk devirlerinde, vaaz meclislerinde, onikibin kişi divit ve kalem ile bunun sözlerini dinler ve yazarlarken, son zamanda bu dünya sevgisi sebebiyle helâk olup gitmişti.
    Artık sen bu dünyayı kıyas eyle ki, ona meyil ve rağbet eden ulemâ ve sulehàyı ne belâlara düşürüyor. Hemen Rabb'ine ibadet kıl ki, Ol sana Hadi ve nasırdır. Dünyayı ve ehlini terk et ki, afatları pek çoktur.
    Öyle ise ey kardeş, Kerîm olan Allah CC için hulûs ile àmil ve rızasına mâil ol ki, amelin makbul ve sa'yin meşkûr ola ve senden razı olup, sana muhabbet kıla ve seni cümleden müstağni kılıb, sana avn ü inayetiyle kifayet ede ve seni herhalde hıfzı ile sıyânet ede... Eğer irade ve sa'yini Allah için etmeyip, kulların rızasını murad edersen, o Allah kalbleri senden i'raz ettirir, kullar da senden nefret ederler. O zaman çok pişman olursun. Gel bu vefasız insanları unutup, ol Rabbine ibadet kıl ki, seni yok iken var eden odur. Sonra seni güzelce yetiştirip, sana hesapsız nimetleriyle berhudâr etmiştir. Zîrâ dünyayı ve halkı terk edip hevâ-yı nefsinden geçen, kalbinden Mevlâsına gitmiştir.
    Li külli şey'in izâ faraktehû ivezun,
    Ve leyse lillâhi in farakte min ivezin.

    Mânâsı: "Allah için terk ettiğin şeyin bir karşılığı bir mükafatı, Allah'ın cenneti, cemâli vardır. Lâkin Allah'ı bıraktığın vakit sana hiçbir şey yoktur; belki, azab ve ıkàbı vardır." Bunu iyi bilmek lâzım!
    Sana ey dil, felekler gerçi zâhir sâyebân olmuş.
    Velî sen, sende seyr et kim makamın arş-ı can olmuş.

    Bir ayak cisme bas, ol bir kademde can zuhur eyler.
    Anınla dilde sâkin ol ki, cism ehl-i revân olmuş.

    Tevaz� eyle mahlûk-u Hudâ'yı senden a'lâ bil.
    Ki zül ve ihtikar evc-i a'laya nerbüdan olmuş.

    Namaz olmuş anınçün mü'minin mi'râcı her sâat.
    Ki re'si arza vaz' etmek urûc-u âsumân olmuş.

    Namaz ve ravza-i arif ki, hıfz-ı Hak'tır ol sanma.
    Salâtı hırz-ı can olmuş, sıyamı hıfz-ı nân olmuş.

    Rızâ-yı Hak içindir dâimâ ef'al ve akvâli.
    İbâdullàha ikrâmı, kamu bi imtinân olmuş.

    Kitab ve sünneti hıfz et, amel tohmun zîrâat kıl.
    Ki mahsûl-ü cihan, cânı mezra' bu cihân olmuş.

    Çü buldun nûr-u Kur'an'ı, ne hàcet ilm-i yunânî.
    Ki ol aşkı ıyân etmiş, bu eşyâyı beyân olmuş.

    Ölüm aşk ile yek zinde olmaktan bu akl ile.
    Ki aşkın şânı irfandır, bu akl andan zemân olmuş.

    Eğer irfan ve burhânın dilersen farkın, andan bil.
    Ki àrif dostunu bulmuş, o àkil nâm ü hân olmuş.

    Gözün bend eyle, tâ her kıl dibinden bir göz açılsın;
    Lisânın bağla bak kim, her sırrın bir lisan olmuş.

    Tealluk kes kamu hâheşten, âzâd ol cehennemden!
    Gözün yum kendine bak kim, cânânın çok cinân olmuş.

    Ko, sûret-i zînetin, kalbin güzel huylarla tezyîn et!
    Ki sûret-i zînetin, mânâda mâr-i cânsitân olmuş.
    (Ma'rifetnâme, s: 281, 282; İst. 1330)


    Prof.Dr.M.Es'ad COŞAN (Rh.A) hoca efendi hazretlerinin Ahlak Eğitimi kitabından.
    لا اله الا انت سبحانك انى كنت من الظالمين


Sayfa 1/2 12 SonSon

Benzer Konular

  1. Mahmut Efendiden nasihatlar....
    By ArzuNur in forum Nasihatlar
    Cevaplar: 3
    Son Mesaj: 12.07.09, 21:01
  2. Güncel Meseleler M. Esad Çoşan
    By BaRLa in forum İslami sorular
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 23.06.09, 23:14
  3. Es'ad b. ZurÂre
    By ACİZKUL in forum Sahabeler Tarihi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 14.06.09, 22:04

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •