3 sonuçtan 1 ile 3 arası

Konu: İnanmayandan Teberriye ve Onun Hakkında Ağır Sözler Söylendiğine Delil Babı

    Share
  1. #1
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart İnanmayandan Teberriye ve Onun Hakkında Ağır Sözler Söylendiğine Delil Babı

    Ebu'l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyri (Rahimehullah) der ki:
    «Sırf Allâhın yardımiyle (işe) başlar; ve bize ancak Onun kifayet bu*yurmasını niyaz eyleriz. Muvaffakiyetimiz yalnız Allah (Celle Ceîâîuh) iledir.»

    1- (8) Bana Ebu Hayseme Züheyr b. Harb rivayet etti (Dedi ki): Be Vekî' Kehmes'den o da Abdullah b. Büreyde'den o da Yahya b. Ya'mer'den naklen rivayet etti. H.
    Yine bize Ubeyduliah b. Muâz el-Anberî rivayet etti. Bu hadis onun-Idur. (Dedi ki): Bize babam rivayet etti. (Dedi ki): Bize Kehmes, İbni Bü-reyde'den o da Yahya b. Yâmer'den naklen rivayet eyledi. Yahya şöyle de*lmiş:
    «Basrada kader hakkında ilk söz eden, Ma'bed el-Cühenı olmuştu. I Bir ara ben ve Humeyd b. Abdirrahman el-Himyeri hacc —yahud Umre __ yapmak üzere yola çıktık. Ve (kendi aramızda):
    — Resulüîlah (Sailallahii Aleyhi ve Seliem) in ashabından bir kimseye rastlasak da şu heriflerin kader hakkında söylediklerini ona sorsak, dedik. Az sonra mescide girmekte olan Abdullah b. Ömer b. el-Hattab'a tesadüf ettik. Ben ve arkadaşım, birimiz sağından birimiz solundan olmak üzere hemen etrafını çevirdik. Ben arkadaşımın sözü bana havele edeceğini an*layarak:
    «Yâ Ebâ Abdirrahman! Bizim taraflarda bir takım insanlar türedi. Bunlar Kur'anı okuyor ve ilmi araştırıyorlar.» dedim. (Kavi diyor ki):
    — Yahya bu adamların hâllerini, kader diye bir şey tanımadıkla*rını hâdisât Allah'ın hiç bir takdir ve malûmatı olmaksızın yeni yeni husule gelir, iddiasında bulunduklarım anlattı. Abdullah (R A.) şun*ları söyledi. O halde sen onlarla görüştüğün zaman kendilerine he*men haber ver ki, ben onlardan beriyim. Onlarda benden beridirler. Ab*dullah b. Ömer'in kendisine yemin ettiği Allaha and olsun ki, onlardan bi*rinin Uhuıî dağı kadar altım olsa da onu infak etse kadere inanmadıkça Allah onun infakını kabul eylemez. Abdullah (R.A.) sonra şöyle devam etti:
    «Bana babam Ömerü'bnü'l-hattâb rivayet etti. Dedi ki:
    — Bir gün Resûlüllah (Sailallahii Aleyhi ve Seliem) 'in yanında bulun*duğumuz bir sırada anîden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bizât çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor; bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğru Peygamber (Sailallahii Aleyhi ve Sellemfın yanı*na oturdu; ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzeri*ne koydu. Ve:
    «Yâ Muhammedi Bana Islâmın ne olduğunu haber ver!» dedi. Resu-lüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem)
    «İslâm: Allah'dan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Re*sulü olduğuna şehâdet etmen; namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ra*mazan orucunu tutman ve yol (külfetleri) cihetine gücün yeterse Beyt'i hacc etmendir.» buyurdu. O zât:
    «Doğru söyledin.» dedi. Babam dedi ki:
    «Biz buna hayret ettik. (Zira) hem soruyor hem de tasdik ediyordu.
    «Bana imandan haber ver!» dedi. Resûlüllah (S.A.V.):
    «Allah'a, Allah'ın Meleklerine, k'rtablanna, Peygamberlerine ve âhiret ' gününe inanman, bir de kadere; hayrına şerrine inanman dır.» buyurdu.
    O zât (yine):
    «Doğru söyledin.» dedi. (Bu sefer):
    «Bana ihsandan haber ver!» dedi. Resûlüllah (S.A.V.):
    «Allah'a: Onu aörüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü her ne ka*dar sen Onu görmüyorsan da O seni muhakkak görür.» buyurdu.
    O zât:
    «Bana kıyametten haber ver!» dedi. Resulûiİah (S.A.V.):
    , «Bu mes'elede sorulan sorandan daha âlim değildir.*» buyurdular.
    «O halde bana onun alâmetlerinden bari haber ver!» dedi. Peygam*ber (S.A.V.):
    «Cariyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul
    koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yanş ettiklerini görmendîr.» buyurdu. Babam dedi ki:
    — Bundan sonra o zât gitti. Ben hayli bir müddet (bekledim) durdum. Nihayet Resûlüllah (S.A.V.) bana:
    «Yâ "Ömer! O sual soran zâtın kim olduğunu biliyor musun?» dedi. .
    «Allah ve Resulü bilir." dedim.
    «Gerçekten o Cibril'di. Sîze dininizi öğretmeğe gelmiş.» buyurdular.

  2. #2
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: İnanmayandan Teberriye ve Onun Hakkında Ağır Sözler Söylendiğine Delil Babı

    Hadisin Îzahı


    Hadis-i şerifdeki kader hakkında konuşmadan maksad, kaderin aley-Ihinde konuşmak, onu- kabul etmeyerek ehli Hakk'ın doğru yolundan ay*rılmaktır. Bu işi ilk yapan Ma'bed-i Cuh'eni, olmuştur. Maa-mafih daha evvel Mekke'de Kaderîlerin bulunduğunu söyleyenler ' vardır. Derler ki Abdullahi'bnü'z-Zübeyr'in ordusu Mekke'de Yezid tarafından muhasara edildiği zaman Kabe -i ıMuazzame yanmıştı. O zaman bazıları bunun bir takdir-i İlâhi -ol*duğuna kail olmuş; bir takımları takdirle yanmamıştır diyerek kaderi in*kâr etmişlerdir.
    «Kader» kelimesi, dâhn fethile okunduğu gibi sükûnîyle yani (kadr) şeklinde de okunabilir.
    Lügatde: mikdar, meblâğ, tazim, kuvvet, kudret ve bir şeyi kısmak ma'nalanna gelir.
    Şeriatde: Vücuda gelecek şeyleri ve o şeylerin ne zaman nerede, ne gibi evsaf ve hususiyetlerle meydana geleceğini Allahü Teâ1â'nın tahdid ve takdir etmesidir. Takdir buyurduğu şeyleri, zamanı gelince birer birer icâd etmesine de kaza denir. Binaenaleyh kader ilim ve irâde sıfatına, kaza da tekvine râcî' olduğundan kaza ve kadere İnanmak haddi zatında Allahü Teâla'ya imanda dâhil ve bütün sıfatlariyle A11ah'a iman eden bunlara da inanmış olursa da ehemmiyetine bi*nâen kaza kader meselesi kelâm ilminde ayrıca ele alınmıştır.
    Bâzı kelâm uelrnası bizim kader dediğimize kaza, kaza diye ta'rif et*tiğimize kader demişlerse de bu ta'rif netice i'tibariyle davayı değiştirmez. Kaza kelimesinin lügat ma'nalarından biri de hükmetmek olduğundan bir hükme benzeyen takdire onlar kaza demişler; icraya benzeyen icada da kader itlak etmişlerdir.
    Mühim olan şudur ki, bu mesele etrafında gerek feylesoflar, gerekse din erbabı arasında ötedenberi pek çok münâkaşalar cereyan etmiştir. Ha-kikatde kaza ve kaderin mahiyetini hakkıyla anlamak insan kudretinin haricindedir. Bundan dolayı müslümanlara kaza ve kadere inanmaları emrolunmuş; bu meseleyi derinden derine inceleyerek kaderin sırrını bul*mağa çalışmaları yasak edilmiştir. Hz. Ebu Hüreyre (R.A.)'ın ri*vayet ettiği bir hadis bu bâbda nassdır. Fakat ne yazıkdır ki müslüman-lar yinede bu nâzik meseleyi kurcalamakdan geri kalmamış; neticede ara*larında ihtilâflar zuhur etmiş; bir takım fırkalar meydana gelmiştir. Bun*ların içinde hak olan mezheb Ehl-i Sünnet vesl-Cemaattir ki o da S e 1 e -fiyye, Mâtürîdiyye ve Eş'arîyye olmak üzere üçe ay*rılır. Geri kalan fırkalar çeşidli bid'at ve dalâletlere saptıkları için onlara: «Ehl-i bid'at ve dalâlet» derler. Bunların içinde biri ifrat, diğeri tefritde olmak üzere bilhassa kader meselesinde dikkati çeken iki fırka vardır; bi*ri Kaderiyye diğeri Cebriyye
    Kaderiyye, kaza ve kaderi tamamiyle inkâr ederler. Ancak bunu sırf şer-i şerifi ta'zim maksadıyla yaptıkları için küfre nisbet edil*mezler, Bunlar:
    «Kul kendi fiilini kendisi yaratır.» diyecek kadar ileri gitmiş; ve bu sebeble Ehl-i Sünnet uleması tarafından pek şiddetli hücumlara ma'ruz kalmışlardır. Bahusus Mâ vera-ün'Nehir uleması bu bâbda pek şiddet göstermiş ve:
    «Mecûsilerin halleri Kaderiyyenin halinden daha iyidir.» demişlerdir. Hadis-i şerif de de beyan olunduğu vecihle Basra'da ilk defa kade*re dil uzatan Ma'bed-i Cüheni 'dir. Ma'bed :
    «Vücuda gelecek şeyler evvelce mukadder olmaz, Allah olacak şeyleri bilmez. O yalnız olanları bilir, insan doğduktan sonra said veya şaki olur.» derdi. Onun bu görüşü eski feylesofların mezhebidir ki sonraları Basralı-ların da mezhebi haline gelmişti. Kula yaratıcılık isnad etmekle onu âdeta Allah olmak derecesine yükselten bu bâtıl görüş son derece ifrat ha*lindedir. Bu sebeble çabuk inkıraz bulmuş; ehl-i kıble müslümanlar ara*sında ona sâlik kimse kalmamıştır. Kaderiyye mezhebinde olanlar sonra*ları A11ah 'in kaderine inanmağa başlamışlarsa da hayırm Allah'dan, şerrin başkasından geldiğine inandıklarından Mecusilere benzemek-den yine kurtulamamışlardır. Filhakika Resulüllah (S.A.V.)'de:
    «Kaderîler bu ümmetin Mecoısi! eridir. Hastalanırlarsa onları dolaşma*yın! Ölürlerse cenazelerinde bulunmayın!» buyurarak onları Mecusîlere ben*zetmiştir. Bu hadîsi Ebû Hazım Hz. îbni Ömer (RA.)'dan rivayet et*miştir.
    Hadîsi Ebu Davud «Sünen» inde, Hâkim de « e 1 -Müstedrek» inde tahriç etmişlerdir. Hâkim:
    «Eğer Ebû Hâzimin İbni Ömer'den işittiği doğru ise; bu hadîs Şey-hey'nin şartı üzere sahilidir.» demektedir. Hattâbı diyor ki:
    «Peygamber (S.A.V.)'in Kaderiyyeyi Mecusilere benzetmesi mezhep*leri, nur ve karanlık aslına kail olan Mecûsilerin mezhebine benzediği içindir. Zira Mecusüer hayrı yaradanın nur, şerri yaradamn da karanlık olduğuna kaildirler. Böylelikle onlar iki ilâha taparlar. Kaderiyyenin ha*li de Öyledir. Onlar da hayrı Allah'a, şerri başkasına izafe ederler. Halbu ki hayır ve şerrin her ikisini yaratan Allahü Teâiâ'dır. .
    Cebriyye'ye gelince: Bunlar tamamiyle kaderiyyenin zıddına olarak: «Her şey kaza kadere bağlıdır. Kulun elinde hiç bir şey yoktur. Fiili, ihtiyar ve kudreti yaratan Allah'dır.» derler. Kula irâde-i cüz'iyye tanı*madıkları için onlarca kul kendiliğinden iman etmeğe bile kâadir değildir. Allah kime iman ettirirse o mü'min, kime iman ettirmezse o da kâfir olur. Görülüyor ki bunlar da Allah'ı tenzih edelim derken müthiş bir tefrite saplanıyor ve farkına varmadan ona (hâşâ) zalimlik isnâd edi*yorlar. Öyle ya! Kulun hiç bir ihtiyarı yoksa Ebu Cehil:
    «Benim ne kabahatim var yâ Rabbi? Beni sen kâfir yarattın, küfrüm de bana değil sana aittir. Çünkü benim elimde hiç bir şey yoktu. Sen na*sıl diledinse öyle halkettin. O halde beni niçin azâb ediyorsun? Bu bir zü*lüm değil midir?» diye A11ah'a i'tiraz etmez mi?
    Hattabi Cebriyyeyi kasdederek şunları söylemiştir: «Bİr çok insanlar kaza ve kaderin ma'nası: Allahü Teâlâ'nın, takdir ve kaza buyurduğu hususlara kulunu kahr-u icbar etmesidir sanırlar. Hal*buki mesele onların zannettiği gibi değildir. Kaza ve kader, kulun ne amel*de bulunacağını AHahu Teâlâ'mn evvelden bildiğini bu amellerin onun takdiriyle meydana geldiğini, onların hayır ve şerrini Allah'ın halk etti*ğini haber vermekten ibarettir.»
    Bu gün Cebriyye fırkası mevcud değildir. Zâten az bir taife*den ibaret olan cebrîler ehl-i Hakk'm karşısında fazla dayanamayarak da*ha dördüncü hicri asrm başında inkıraz bulmuşlardır. Hâsılı Ehl-i sünne*tin -mezhebine göre kaza ve kader haktır. Bunun ma'nası yukarıda da ar-zettiğimiz gibi, Allahu Teâlâ 'nın mevcudatı ezelde takdir ve tahdid buyurması, ma'lum zamanlarda vücûda geleceklerini bilmesi; mev*cudatın da hakikaten onun takdir buyurduğu şekil ve zamanda vücûd bul*masıdır.
    Kaza ve kadere dair bir çok eserler yazılmıştır. Bunların içerisinde en
    güzeli Beyhakî 'nin eseridir. cümlesinin ma'nası, «Ben ve arkadaşım onun etrafını çevirdik; dolayladık» demektir. Arap*lar kuşun kanatlarına (Kenefatü't-tayr) derler. Bu cümle, büyük bir zâtla birlikde yürürken cemaatin terbiyeli davranarak onun Önünde değil, sağ ve soluna geçerek kendisini dolaylamaları gerektiğine bir tenbihtir.
    «Arkadaşımın sözü bana havale edeceğim anladım» cümlesinden mu-rad: i'tizardır. Yani sözii benim almam arkadaşımı saymadığım için değil, ben daha yaşlı, cesur ve konuşkan olduğum için arkadaşımın konuşmaya*cağını ve sözü bana bırakacağını anladığımdandır. demektir. Filhakika hadîsin bir rivayetinde:
    i«Çünkü ifâde itibariyle ben ondan daha kuvvetli idim.» denilmiştir.
    kelimesi şeklinde de rivayet olunmuştur. Birinci şekli daha meşhurdur, ve araştırıp soruşturmak ma'nasma gelir. İkinci rivayete göre ma'nası: Mübhem ve muğlâk bir şeyi inceden inceye araş*tırmak, onu meydana çıkarmaktır. Bu kelimeyi Müslim 'den başka
    hadîs imamları şeklinde rivayet etmişlerdir. Bu da araştırmak ma'nasma gelir. Ebu Yâlâ el-Mavsılî 'nin rivayetinde dır; ve anlamak ma'nasını ifâde eder. Kaadî İyâz ayni kelimenin rivayetini de gördüğünü ve bunu (Dibini araştırmak yani muğ*lak tarafını derinden derine araştırmak) diye tefsir ettiklerini söyler.
    «Onların hallerini anlattı» cümlesi Yahya b. Ma'mer'in sözü değildir. Bu söz râvîlerden birinin ve galiba Yahya 'dan rivayet eden İbni Büreyde 'nin olacaktır. İbni Büreyde bunun*la Ya'mer'in sözlerini nakletmiştir.
    «Allahm ilmi ve kaderi olmaksızın yeni yeni meydana gelen» demek*tir ki Kaderiyyenin bâtıl inançlarına göre Allah onun mevcudiyetini — hâşâ— vukuundan sonra öğrenir. Bu kavil yukarıda da görüldüğü ve-cihle, Kaderiyyenin pek ziyade ileri giden bir kısmının saçma ve iftirâîa-rmdandır.
    İbni Ömer (R.A.)'m yeminini kinaye yolu ile etmesi ismulîahı ta'zîm içindir. Çünkü (Vallahi) diyerek yemin eüe ihtimal bu şekil ye*min âdet olur kalır; buna kendisi sebebiyet vermiş olurdu:
    «Ben onlardan beriyim; onlar da benden beridirler ilâh...» diye konuş*ması, Kaderilerin küfrüne kail olduğuna delildir. Kâadi Iyâz bu sözün kaderi inkâr eden eski kaderiyye hakkında söylendiğine kaildir. O böyleleri için: «Hilâfsız kâfirdirler.» diyor. "Ulemâdan bazıları:
    «İbni Ömer (R.A.) bu sözü ile dinden çıkaran tekfiri kasdetmeroiş ola*bilir.» diyorlar. Bu takdirde onların küfran- ni'met ettiklerini ifâde etmiş olursa da UhudDağı kadar altın infâk etseler, yine kabul oluna*mayacağını söylemesi, bazı ulemaya göre yine küfürlerine hükmettiğine delâlet eder. Çünkü amellerin hükümsüz kalması, ancak küfür sebebiyle olur. Şu var ki, amelin haddizatında sahîh olmakla beraber günah sebebiy*le kabul edilmemesi müsîümanlar hakkında da vâriddir. Nitekim gasbedilen bir yerde kılınan namaz her ne kadar sahih ise de mekruh olduğu için makbul değildir; hiç bir sevabı yoktur.
    Hz. İbni Ömer 'in sözündeki infakdan murâd Hak yolunda ibâdet için edilen tasadduktur. Hadîsin bir rivayetinde bu cihet tasrih de edilmiştir.
    cümlesini hadîs hafızlarından Ebu Hâzini ile Ebu Yâ'lâ el-Mavsıli: şeklinde rivayet etmişlerdir. Bu cümlenin ma'nası:
    «Üzerinde yolculuk eseri görmüyorduk.» demek olduğundan her iki rivayet de sahihtir.
    «Ellerini uylukları üzerine koydu» cümlesindeki zamir Neveviye göre gelen zata aiddir. Yani o zat bir talebe gibi diz çökerek oturmuş; ve ellerini kendi uylukları üzerine koymuştur. Fakat Buhâri sarihlerin*den Bedrüddîn Ayni bunu doğru bulmuyor; ve Zamirin Pey*gamber (S.A.V.)'e aid olduğunu söylüyor. Delil olarakda hadîsin Süleyman-ı Temimi rivayetinde
    Sonra ellerini Peygamberin dizleri üzerine koydu» denilmiş olmasını gösteriyor. Filhakika hadîs ulemasmdanB egavî ile İsmail et-Teymî kesinlikle buna kail olmuşlar; Tıybî dahi bunu tercih et*miştir. Aynî diyor ki;
    «Nevevî'nin Süleymaa rivayetini görmediği anlaşılıyor. Bundan do*layı araştırma neticesinde o kavli tercih etmiş olacak, Nevevî: «et-Tenbih» nâm eserde Resulüllah (S.A.V.)'in huzuruna gelen zât için:
    —«Talebenin hocası karşısında oturduğu gibi oturdu, denilmesine ba*karak zamiri gelen zâta vermiştir: Zira edep terbiye bunu iktizâ eder. Lâ*kin Süleyman'ın rivayetine göre Cibril, kim olduğunu mübalâğalı bir şe*kilde gizlemek ve oradakilere kendisinin yüzde yüz kaba saba bir çöl ara-bı olduğu zannını vermek için bunu bililtizam yapmıştır. Zâten cemaatin üzerlerinden adımlayarak Peygamber (S.A.V.)'in yanına varması da bun*dandır...»
    Cibri1'in «Ya Muhammedi» diye hitab etmesi de kendisini kaba göstererek büdirmemek içindir.
    Bu hadîsi az çok lâfız değişiklikleriyle muhtelif râvüerden bütün
    «Kütübü Sitte» sahipleri yani, Buhârî Müslim, Ebû Davûd' Tirmizî, Nesaî ve İbni Mâce tahriç ettikleri gibi, Ebû Avâne imam Ahmed b. Hanbel, Bezzâr Taberânî ve İbni Huzeyme gibi nice hadîs imamları da rivayet ve tahriç eylemişlerdir.
    Rivayetlerin mecmu'nundan da anlaşılıyor ki Cibril (A.S.) o gün kendisini tanıtmak istememiştir. Hatta Süleyman-ı Teymî 'nin rivayetinde Peygamber (S.A.V.) Hz. Cibrî1'i oradan ayrıl*madan tanıyamadığım ve o âna kadar onu hiç bir zaman bu kadar yadır*gamadığım yeminle beyan etmiştir.
    Hadis-i şerifteki namaz, zekât, oruç ve hacdan murad mezkûr ibadet*lerin farz olanlarıdır. Nitekim Müslim'in bir rivayetinde farz namaz diye tasrih edilmiştir. Nafile ibâdetler de islâmî birer vazife iseler de islâ-mın şartlarından değildirler.
    «İman: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine ve âhiret gününe inanmandır.»
    Bahsimizin başında uzun uzadıya izaha çalıştığımız iman, bir tanesi*ni bile istisna etmeden bir çok şeylerin mecmuuna inanmakla tahakkuk ettiğinden kolaylık olmak üzere hadîsin bu cümlesinde inanılması gereken şeyler nevi itibariyle hulâsa edilmiştir. Lisanımızda (Sıfat-ı îman) nâmıy-la şöhret bulan bu altı nev'İ şunlardır:
    1- Allah Teâlâ'yat iman farzdır. Bu iman A11âh'm varlığını ve hakkında gerek vâcib, gerek mümteni', yani; imkânsız, gerekse caiz olan bütün sıfatları bilerek tasdik etmekle hâsıl olur. Allahü Teâ1â nın sıfatlan on dörttür. Kelâm ulemasından bazıları bu sıfatları;
    1 - Selbiyye ve
    2- Sübûtiyye olmak üzere ikiye ayırırlar. Sıfat-ı selbiyye; altıdır:
    1- Vücud,
    2- Kıdem,
    3- Baka,
    4 - Muhalefettin li'l-Havadis,
    5- Kıyam Bizâtih,
    6- Vahdaniyet.
    Vücud: A11ah'm varlığı,
    Kıdem: Ezelî olması yani varlığının evveli olmaması;
    Baka: Ebedi olması yani varlığının sonu bulunmaması;
    Muhalefettin li'1-Havâdis:A11ah’ın mevcûdatdan hiçbir şeye benzememesi;
    Kıyam Bizâtih: Varlığının kendisinden olması;
    Vahdaniyet: A11ah'in bir olmasıd-. Sîîât-ı Sübûtiyye sekizdir :
    1-.Hayat;
    2- İlim, '
    3- İrâde,;
    4- Kudret,
    5- Semi'
    6- Basar
    7- Kelâm,
    8- Tekvin.
    Hayat: Alîahü Teâlâ 'mn diri olması;
    İlim: Bilmesi;
    İrâde: Her mümkünü caiz olan bir şekle ve vakte tahsis etmesi;
    Kudret: Muktedir olması; Semi': İşitmesi; Basar: Görmesi,
    Kelâm: Ses ve harfe muhtâc olmadan konuşması;
    Tekvin: Var etme, yok etme, yaşatma, ve öldürme gibi fiillerin baş*langıcı olan bir sıfattır.
    2- Meleklere îman farzdır. Bu, A11ah'm melek denilen nur*dan yaratılmış ve istediği şekle girebilen bir takım mâsûm kulları olduğu*na inanmaktır. Melekler pek çoktur; sayılarını ancak Allah bilir. Bunlar ikametgâhları itibariyle Yer melekleri, Gök melekleri ve Arş melekleri gibi kısımlara ayrıldıkları gibi gördükleri vazifeler 'itibariyle de Müdebbirât ve Hafaza gibi muhtelif kısımlara ayrılırlar. Cibril (Cebrail) Mikâil, Azrail ve İsrafil gibi isimleri ma'lûm olanlara adıyla şanıyla; isimleri bilinmeyenlere icmâlen iman etmek lâzımdır. Melekler yemez; iç*mez, evlenmez ve ölmezler. Onlarda rekeklik dişilik yoktur. En büyük iş*leri yapmaya ve en kısa bir zamanda en uzak mesafelere gitmeye mukte*dirlerdir.
    Bazı cihetlerden az çok meleklere benzeyen diğer bir takım görün*mez mahlûklar vardır ki bunlara (cin) ler derler. Cinler saf ateş alevin*den yaratılmışlardır. Melekler gibi onlar da ağır işleri yapabilir ve iste*dikleri şekillere girebilirler. Yalnız bunlar melekler gibi ma'sum değil, insanlar gibi mükellef olup bir kısmı mü'min bir takımı kâfirdirler. Daima yerde yaşar ve insanlar gibi yer içer ürer ve ölürler.
    3- Kitaplara iman farzdır: Allah Teâlâ Hazretleri Peygam*berlerinden bazılarına bir çok hakayık ve ahkâmı bildiren bir takım iba*re ve lâfızlar indirmiştir ki; bunlara kitab denir. Büyük kitablar dörttür. Bunlardan Tevrat Hz. Mûsâ (A.S.)'a, Zebur Hz. Dâvud (A.S.) 'a, İncil Hz. İsâ (A.S.)'a Kur'an-ı Kerim'de Peygamberimiz Muhammed Mustafa (S.A.V.)'e indirilmiştir. Mezkûr dört kitapdan başka muhtelif peygamberlere 100 aded suhuf indirilmiştir. İşte bu k-sapların Allah tarafından indirilmiş birer hak kitap olduğuna inanmak her mü'mine farzdır. Ancak Kur'an-ı Kerim inmekle her birinin hükmü kalkmıştır. Zâten Kur'an-ı Kerîm 'den evvelki kitapların bu gün asılları bile kalmamıştır. Bu gün gerek Musevilerin gerekse Hiris-tiyanların ellerindeki Tevrat ve İncil 'ler birer tarih mecmuası durumundadırlar.
    4- peygamberlere iman farzdır.Yani Alla fr.ih-.Teâ1â Haz*retleri kullarına doğru yolu göstermek için bir takım mümtaz zevata pey*gamberlik vermiş; onları kullarına dîni, ahkâmı götürmek için elçi ola*rak göndermiş; ve peygamber olduklarını kavimlerine isbât için de ken*dilerine mu'cizeler ihsan etmiştir. Peygamberlerin bir kısmına ayrıca ki*tap ve şeriat verilmiştir. Bunlara «Rusüliı - Kiram» yahud «Mürselin» derler. Bir kısmı da başka bir peygamberin şeriatıyla amel ve onun hü*kümlerini insanlara bildirmeye me'mur olmuşlardır. Peygamberlerin sa*yışım ancak Allah bilir. Hepsinin evveli Hz. Âdem: sonu da Peygamberimiz Muhammed Mustâfa (S.A.V.)'dir. İkisinin arasında bir çok peygamberler geçmiştir. Bir kısmının ismi Ku r'an1 Kerim'de beyan buyurulmuştur. Cümlesini tasdik ederek hakların*da hörmet ve mahabbet göstermek müslümanlara farzdır.
    5- Âhiret gününe îman farzdır. Âhiret günü haşirden, bütün ölen*lerin diriltilmesinden başlayan sonsuz bir gündür. Kıyametin kopması, sûrun üfürülmesi, ölülerin diriltilmesi, kitapların verilmesi, mizanın ku*rulması, kulların sorguya çekilmesi, havz-ı kevser, şefaat, sırat, Cennet ve Cehennem, âhiret gününün müştemilâtından olduğundan bunlara inan*mak farzolduğu gibi âhiret gününden önceki kabir ahvali, berzah âlemi ve kıyamet alâmetleri dahi sahih naslarla sabit olduğundan cümlesine inanmak farzdır. Hâsılı Kur'an-ı Kerim'in haber verdiği her şeyi Peygamber (A.S.V.)'in Sahîh hadisleriyle sabit olan her be*yanı tasdik etmek lâzımdır. Bu bâbta fazla malûmat için kelâm kitapları*na müracaat edilmelidir.
    6- Kadere iman farzdır. Bu hususta yukarıda izahat verildi. Resû1ü11ah (S.A.V.)in:
    «Birde Kadere inanmandir.» diyerek, kadere imanı hassaten zikret*mesi, bu bâbta ümmetinin ihtiâlfa düşeceğini bildiğine delâlet eder. , Ashab-ı Kiramın gelen zâta şaşmaları, Peygamber S.A.V.)'e
    hem sorup hem tasdik ettiği içindi. Çünkü câhil bir kimsenin sorması böy*le olamazdı. Bu zâtın konuşması âdeta soruyu bilenlerin konuşmasına ben*ziyordu. Halbuki o zaman bu suâli Peygamber (S.A.V.)'den başka
    bilecek yoktu.
    «ihsan, Allah'a, sanki onu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir.»
    İhsan: îfâl babından ahsene fiilinin masdarıdır. Aslı hüsündür. Hü*sün, Kubhun zıddıdır. Yani Kubuh çirkinlik, hüsün de güzellik ma'nasına-dır. îhsân harfi cerli ve harfi cersiz olmak üzere iki türlü müteaddi' olur. Burada harfi cersiz kullanılmıştır; ve güzel ibâdet etmek, A11ah'm hakkına riayet, onu murakabe ma'nasma gelmiştir. îmam Nevevî bu cümlenin Hz. Peygamber (S.A.V.)'e mahsus olan «Cevâmiu'l-Kelim» yani içinde pek çok kelimelerin ma'nasını toplayan az sözlü, çok ma'nalı hadîslerden biri olduğunu söylüyor; ve sözüne şöyle devam ediyor:
    «Çünkü bilfarz bizden birimiz Rabbi Teâlâ Hazretlerini, göre göre ibâdet etmeğe kalksa gücünün yettiği kadar huzû', huşu göstermek, kendini çekip çevirmek ve o ibâdeti en iyi şekilde tamamlamak için hâli*nin içini dışına uydurmak gibi şeylerden biç birini terk etmemeğe çalı*şır. İşte Resulüllah (S.A.V.):
    «Butun İbâdet hallerinde Allah'a onu görerek yaptığın ibâdet gibi ibâ*det eyle!- diyor.
    Zira A İlahı görerek o şekilde ibadeti tamamlamak ancak Allah'ın gör*düğünü bildiği içindi. Bu sebeble kul, o halde kusur etmeğe cesaret gös*teremiyordu. Ayni ma'nâ Allahı görememe hâlinde de mevcuddur. Bi*naenaleyh muktezasraca amel etmek lâzım gelir. Hâsılı bu sözden mak-sad, İbâdetde samîmi olmaya ve kulu huşu', huzû' ve saireyi testekmU îfa hususunda Rabbi Teâlâ hazretlerini murakabe etmeye teşviktir. Filvaki ehl-i hakikat olanlar sulebâ ile düşüp kalkmayı meudup görmüşlerdir; tâ-ki bu hâl onlardan utandığı ve hürmet ettiği için kendisine bir hangi nok*sanlık gelmesine mâni olsun. Sulehâ ile düşüp kalkanın hâli böyle olursa gizlisinde aşikârında Allah kendisiyle beraber olup yaptıklarım gören kim. senin hâli ne olur!»
    Hadis-i Şerif murakabe ve müşahede makamlarına şamildir. Ve:
    «Sen Onu görmüyorsan da O seni muhakkak görür.» cümlesi müşahe*de makamından murakabeye iniştir. Ulema ibâdetlerde üç makam oldu*ğunu söylerler.
    Birinci makam: Teklif sakıt olacak surette erkân ve şeraite riayetle ibâdeti îfâ makamıdır.
    İkincisi; Bu şartlarla birlikte A11ah'm gördüğünü murakabe.
    Üçüncüsü: Ayni şartlarla birlikte Allah'ı görüyormuş gibi îfâ makamıdır. Bu makam Peygamber (S.A.V.)'in makamıdır. Bun*ların üçü de ihsan ise de ibâdetlerin sıhhati için şart olan ihsan birinci*sidir. Diğer ikisi havassın sıfatıdırlar.
    Kaadi Iyâz dahî şunları söylemiştir:
    Bu hadîs, zahirî ve bâtını bütün ibâdet vazifelerini, iman akideleri*ni, âzânın amellerini kalplerin ihlâsmı ve amellerden doğacak âfetlerden korunma yollarını şerh ve izaha şâmildir. Hatta şer'î ilimlerin hepsi bu hadîse râci' ve ondan mülhemdir. Biz de «el-Mekaasidü'1-Hisân fimâ Yel-zemu'l-tnsân» adlı kitabımızı bu hadîse ve onun üç kısmına istinaden te'-lif ettik. Çünkü gerek vâcibler, sünnetler, müstehablar; gerekse haram ve mekruhlardan hiç biri bu hadisin üç kısmından hâriç değildir. Allahu a'lem.»
    «O halde bana saatten haber ver.»
    Saat: Muayyen olmayan bir mikdar zamanıdır. Şeriat ulemasına gö*re kıyamet günüdür. Riyaziyecilere göre de gece ile gündüzün yirmi dört-de biridir.
    «Sorulan sorandan daha âlim değildir...» cümlesi, âlim ve müftü gibi zevatın, bilmedikleri suâle «Biliniyorum» diye cevap vermeleri ge*rektiğine; bu türlü cevab onları küçültmeyeceğine, bilakis böyle bir ce*vapla kendilerinin çok âlim ve ehl-i takva olduklarına istidlal edileceğine delildir.
    «Cariyenin kendi sahibesini doğurmastdır.» cümlesi :« ve şekillerinde de rivayet olunmuştur. îkinci rivayete göre mana;
    «Cariyenin, erkek öten sahibini doğurması» üçüncü rivayete göre ise: -Cariyenin kendi kocasını doğurması- demek olur.
    Çünkü rabb: Sâhib ve efendi; rabbe sahibe ve hanımefendi, bal da*hi sâhib, mâlik ve koca ma'nalarma gelir. Maamafih bu cümleden mura*dın ne olduğu hususunda ulemadan bir kaç vecih na'kl'olunur. Şöyle ki:
    1- Hattâbî'ye göre bundan murâd: islâmiyetin yayılması ve müslümanîann küfür diyarını istilâ ederek ahâlisini esir almalarıdır. Bir adam bir cariyeye mâlik olur da ondan bir çocuğu doğarsa, çocuk hür do*ğacağı için annesinin sahibi mesabesinde olur. Çünkü çocuk cariyenin sa*hibinin oğludur. Nevevî ile diğer bazı ulema bunun ekseri ulema*nın kavli olduğunu söylemişlerdir.
    2- İbrahim- Harbî'ye göre nıurâd: Cariyelerin hükümdar*ları doğurmasıdır. Bu suretle hükümdarın annesi olan câriye de sair ahâli gibi o hükümdarın tebaasından biri olur.
    3- Bazılarına göre manâ Âhir zamanda mal çoğalarak ümmü veled cariyelerin çok satılmasıdır. Böylelikle câriye satıla satıla günün birin*de bilmeden oğlunun eline geçer; ve oğlu annesinin sahibi olur. Fakat bu kavil yalniz ümmü velede mahsus değil her nevi' cariyelere şâmildir. Zi*ra caizdir ki bir câriye nikâh şüphesiyle sahibinden başka birisiyle cima" eder de o adamdan hür bir çocuk dünyaya getirir. Sonra câriye elden ele satıla satıla doğurduğu çocuğun eline düşebilir. Bu takdirde meselenin kıyamet alameti sayılan tarafı Ümmü veîed cariyelerin satılanı adı ğı m bi*len kimse kalmamış olmasıdır.
    4- Bir kavle göre bu cümleden maksad: Ümmü veled cariyenin ço*cuğu doğurmakla âzâd olmasıdır. Doğurmak sebebiyle âzad olduğu için onu âdeta doğurduğu çocuk âzad etmiş gibi olur. Ancak bu te'vil mecaz yolu iledir; mecazın alâkası da sebebiyyet müsebbeb'yyettir.
    5- Diğer bir kavle göre murad: Anneye babaya itaatsizliğin çoğal-masıdır. Bu sebeple evlâd annesine, bir kimsenin cariyesine reva gördüğü muameleyi ^yapacaktır. Bu teVilde dahi cariyenin oğluna mecazen sâhib denilmiştir. Bazıları hadîsdeki (Rabb) kelimesini mürebbi ma'nasma ala*rak hakikat ma'nada kullanmak istemişlerse de bu vecih pek zaif görül*müştür.
    Ulemadan bazılarına göre hadîsin bir rivâyetindeki «ba'l» ta'bîri ko*ca ma'n asma dır. Bu takdirde cümleden murâd:
    «Cariyenin kendi kocasını doğurması» olur ki, üçüncü şıkta zikre*dilen, cariyelerin çok satılması manasına dahil olur. Yani anne satıla satıla bir gün oğlu annesiyle evlenir de haberi bile" olmaz.
    -Bir de yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının binaları yükselt* mekte birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir.»
    İşte hadis-i şerifde beyan buyrulan kıyamet alametlerinin ikincisi budur. Yani bedeviler ve fakirler zengin olarak, apartmanlar yaptırmakta birbirleriyle yarış edeceklerdir. Bazıları bu iki cümleden islâmiyetin ya*yılacağına işaret görmektedirler. Kirmanı şöyle diyor:
    «Hasılı kıyametin alametlerinden biri de müslümanîann sasr mem*leketleri ve milletleri idareleri altına almalarıdır.»
    cümlesi bazı rivayetlerde şeklinde tesbit edilmiştir. Bunların ikisi de sahihtir. Yalnız birinci rivayete göre mana:
    «Ben uzun zaman durdum.» İkinciye göre:
    «Gelen zât uzun zaman durdu.» demek olur. Ebu Davud ile Tirmiz i'nin rivayetine göre Peygamber (S.A.V.)in Hz. Ömer'e : «Yâ Ömer bu soranm kim olduğunu biliyor musun'Ndiye sorması hâdisenin üzerinden üç gün geçtikten sonradır. Zahirine bakılırsa bu riva*yetle Ebu Hüreyre rivayeti arasında muhalefet olduğu göze çarpı*yor. Çünkü Ebu Hüreyre rivayetinde bu hadîsin nihâyetinde;
    «Sonra o zat dönüp gitti. Arkasından Resulü İlah (S.A.V.);
    — Şu adamı bana getirin; dedi.
    Ashâb ona getirmeğe gittiler; fakat hiç bir şey göremediler. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.):
    — O Cibril'di! buyurdu.» deniliyor.
    «O Cibril'di size dininizi öğretmeğe gelmiş.» cümlesi iman ile islâm ve ihsanın hepsine din denilebileceğine delildir.
    Bu hadîs islâmm aslıdır. Ulema ondan bir çok hükümler çıkarmış*lardır, kî bazıları şunlardır:
    1- İslâm: Allah 'dan. başka ilâh olmadığına, Muhammed (S.A.V.)'in onun Resulü olduğuna şehâdet getirmek, beş vakit namazı k 1-rnak, farz olan zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak, malî kudreti olursa hacc etmektir.
    2- îmân: A11ah'a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, âhiret gününe ve kadere inanmaktır.
    3- İmanla isîâmın başka başka şeyler olduğunu söyleyenler bu ha*dîsle istidlal etmişlerdir.
    4- İhsan: Allah'a, onu görür gibi ibâdet etmektir.
    5- Yukarıda zikredilen şeylere iman etmek farzdır.
    6- İslamın ta'rifinde zikri geçen erkânın mertebeleri pek büyüktür,
    7- Ramazan ayma sadece Ramazan denilebilir.
    8- İhlâs ve murakabenin mevki'leri pek büyüktür.
    9- İnsanın bilmediği bir şey için bilmiyorum demesi ilimdir. Bı onun kıymetini düşürmez; bilakis ilim ve takvasına delildir.
    10- Melekler diledikleri şekillere girebilirler. Cibrî1 (AS.] ekseriya Dihy et ü'l-Kelbi (R.A.) suretinde görünürdü. Ken*di suretinde Peygamber (S.A.V)Je yalnız iki defa görünmüştür.
    11- Bu hadîse «ÜmmüVsünne» yanî sünnetin esası denilebilir.
    12- All'ahü Teâ1a'yi dünya gözü ile gören olmamıştır. Sahih rivayete göre Hz. İmrân b. Husayn (R.A.) meleklerin seslerini işitirmiş.
    Resul-ü Ekrem (S.A.V.)'in görmesi dünyada değil Melekût âle*minde vaki* olmuştur.
    13- Hz. Cibri1'in kıyameti sorması, dinleyenleri sormaktan
    men'etmek içindir.
    14- Güzel bir şeyi sormaya ilim ve ta'lim denilebilir.
    15- Bir âlimin yanında bulunanlar, kendilerine lâzım olan bir mese*leyi ona sormazlarsa başka birisinin sorması gerekir. Böylelikle sevapta müşterek olurlar.
    16- Sual soranın nezaketli, âlimin de sorana karşı lûtufkâr davran*ması gerekir.
    Faide : İmam Buhar i'nin kitabı, Müs1im'in sahihinden da*ha mu'teber ve faydası daha çok ise de Müs1im'in de kendine mah*sus öyle bir letâifi ve isnad san'atları vardır ki bunları başka hiç bir kitap-da bulmak mümkün değildir. Meselâ imam: Müslim:
    «Bana tahdîs etti» ile «Bize tahdis etti» ta'birleri arasında ve keza: «Bana haber verdi» ile «Bize haber verdi» ifâdeleri arasında fark gö*zetir. Ve:
    «Bana tahdis etti» tâ'birini, şeyhinden yalnız kendisi dinlediği zaman kullanır. Şayet hadîsi şeyhinden başka bir râvî ile birlikte dinlemişse Bize tahdis etti» tâ'birini kullanır, şeyhine yalnız kendinin dinlettiği bir hadîs hakkında: «Bana haber verdi» der. Şeyhine bir hadîsi Müs1im'in yanında başkası okumuşsa: «Bize haber verdi» tâ'birini kullanır. Hatta «Bana tahdis etti» ve «Bize tahdis etti» ta'birlerini yalnız şeyh hadîsi din*letmek için söylediği zaman kullanır. Dinletmek için söylememişse:
    «Şeyh dedi» Tahdis etti» veya «Şeyh söylerken işittim» gibi ta'birler kullanır. Bir evleviyet kaidesi olmakla beraber imam Müs1in'in bu*na pek ziyâde riâyet etmesi onun son derece vera' ve takva sahibi, müdak-kik bir âlim olduğuna delil gösterilmektedir. Diğer hadîs uleması bu ta'bir*leri çok defa birbirinin yer'inde kullanmışlardır.
    İmam Müslim yukarıdaki hadîsin isnadında da büyük bir ince*lik göstermiştir. Şöyle ki:
    Hadîsin birinci tarîkinde:
    «Bize Vekî' Kehmes'den o da Abdullah b. Büreyde'den o da Yahya b. Ya'mer'den naklen rivayet etti» demiş; ikinci tarikde Kehmesin Abdullah b. Büreyde 'den onun da Yahya 'dan rivayetini
    tekrarlamıştır. Çünkü Ve k i ' rivayetinde: «Kehmes'den» tâ'birini kullanmış; Muâz ise:
    «Bize Kehmes rivayet etti» demiştir. Yanî Vekî' rivayeti mu-an'an, m u â z'ınki muttasıldır. Halbuki muan'an hadisle ihticac mese*lesi ulemâ arasında ihtilaflı fakat muttasıl hadîsle ihticac büittifak caizdir. îşte bu cihet anlaşılsın, ht.n rivayet, işitildiği lâfızla edilmiş oisutî diye İmam Müslim, her iki rivayeti, işittiği lâfızlarla nakletmişdir. S a -hîh-i Müslim'de bunun emsali çoktur. Sonra burada ikinci bir mak-sad yardır ki şudur:
    Müslim, Veki 'in rivayetinde: «Abdullah b. Büreyde'den» de*miş; Muâz'in rivayetinde ise: «İbni Büreyde'den» ta'birini kullan*mıştır. Zira her iki tarik'de bu ta'birlerin yalnız birini zikretmiş olsa ma'-na bozulurdu. Meselâ Abdullah b. Büreyde yerine îbni Büreyde dese "bu zâtın Abdullah b. Büreyde' mi? Yok*sa kardeşi Süleyman mı, olduğu anlaşılamazdı. İbn-i Bü*reyde yerine Abdullah b. Büreyde'yi koysa bu sefer Muaz'a iftira etmiş olurdu. Çünkü Muâz'ın rivayetinde Abdullah zik-redilnıemiştir.
    Hadîsin iki tarîki İbni Büreyde 'de birleştiği için birinci ri*vayette Yahya b. Ya'mer'in zikredilmesi yek nazarda faydasız gibi görünür. Çünkü her iki rivayetin ondan geldiği, ikinci rivayetten an*laşılıyor. Böyle yerlerde imam Müs1im'in âdeti râvîyi yalnız ikinci % rivayette zikretmektir. Ancak Nevevi bazı nüshalarda birinci ri*vayette yalnız «Yahya'dan» ikincide «Yahya t>. Ya'mer'den» denilmiş ol*duğunu bu takdirde İbni Büreyde meselesindeki gibi burada da bir fay*da bulunduğunu söylüyor.
    «Bize Ubeydullah b. Muâz rivayet etti» dedikten sonra: «Bu hadis onun*dur» kaydını ilâve etmesi, iki rivayetin ma'nada bir, bazı lâfızlarda ayrı olduklarım göstermek içindir. Yani buradaki lâfız filânındır; ötekinin ri*vayeti de bu ma'nadadır; demek istemiştir.
    Birinci rivayette: Yahya b. Ya'mer' den sonra görülen (H) bir isnaddan başka bir isnada geçiş alâmetidir. Buna tahvil (H) sı derler. Hadîsi okuyan buna geldi mi (H) diyerek ikinci rivayete geçer.

    2 (...)- Bana Muhammed b. TJbeyd el-Guberi ile Ebu Kâmîî el-Cahde-rî ve Ahmed b. Abde rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Hammad b. Zeyd, Matar b. el-Verrak dan o da Abdullah b. Büreyde'den o da Yahya b. Ya'mer'den naklen rivayet etti. Yahya şöyle demiş:
    __ Ma'bed kader hakkında söylediklerini söyleyince biz bunları red*dettik. Sonra «Ben ve Humeyd b. Abdirrahman el-Himeyrî birer bacc yap*tık.» Râvîler hadîsi, Kehmes hadîsinin ma'na ve isnadiyîe riva*yet ettiler. (Yalnız) bu hadîsde biraz fazlalık ve bir kaç harf noksanlığı vardır.
    Haccetmek ma'nasma gelen «hicce» kelimesi hakkında imam Nevevî şunları söylüyor:
    «Bu kelime (hâ)mn fetih ve kesrîle (Hacce) ve (hicce) okunabilir. Araplardan işitilen şekli hicce'dir. Fakat kaidenin icâbı (darbe) kelime*siyle emsalinde olduğu gibi (hacce) okumaktır. Bunu lügat ulemâsı da böy*le söylemişlerdir.»

    3 (...)- Bana Muhammed b. Hâtım rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yahya b. Saîd &l-Kattân rivayet etti. (Dedi ki): Bize Osman b. Gıyâs rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdullah b. Büreyde, Yahya b. Ya'mer ile Humeyd b. Abdirrahman'dan rivayet etti. Şöyle demişler:
    «Abdullah b. Ömer'le karşılaştık; ona kaderi ve kader hakkında söy*lenenleri anlattık. Bunun üzerine Abdullah bu hadîsi râvîlerin anlattık*ları şekilde- Ömer (RA.)*dan, o da Peygamber (S.A.V.)'den naklen hikâye etti. Hadîsde bîr parça fazlalık vardır. Ama Abdullah onun bir kısmını da eksik bıraktı.»

    4 (...)- Bana Haccâc b. eş-Şair rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yûnus b. Muhammed rivayet etti. (Dedi ki): Bize el-Mu'temir, babasından o da Yahya b. Ya'mer'den, o da İbni Ömer'den, o da Ömer'den, o da Pey*gamber (S.A.V.)'den naklen bu râvilerin hadîsi gibi bir hadis rivayet etti.

    5 (9)- Bize Ebu Bekir b. Ebî Şeybe ile Züheyr b. Harb beraberce, İbni Uleyye'den rivayet ettiler. Züheyr d&di ki: Bize tsmâil b, İbrahim Ebû Hayyan 'dan, o da Ebû Zür'ate'bni Arar b. Cerir 'den o da Ebu Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebu Hüreyre şöyle demiş:
    — Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir gün halk arasına çıkmış*tı. O sırada ona bir adam gelerek:
    — Ya llesûlâllah! İmân nedir? diye sordu. Resûlüllah (S.A.V.):
    -Allah'a, Allah'ın Meleklerine, Kitabına, Allah'a kavuşmaya ve Peygam*berlerine, bîr de son dirilmeye inanmalıdır.» buyurdu. Adam: «Ya Resûlallâh! İslâm nedir?» dedi. Resûlüllah (S.A.V.):
    «İslâm: Allah'a ibâdet etmen, Ona hiç bir şeyi şerik koşmaman, farz namazı ikaame etmen, farz olan zekâtı vermen ve Ramazanı tutmandır» buyurdu. Adam:
    «Ya Resulâllah! İhsan nedir?» dedi. Resûlüllah (S.A.V.):
    «Allah'a, Onu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü sen Onu görmüyorsan da O senî muhakkak görür.» buyurdu.
    «Yâ Resulâllah!. Kıyamet ne zaman kopacak?» diye sordu. Resûlüllah (S.A.V.):
    «Bu meselede sorulan sorandan daha âlim değildir. Ama ben sana onun alâmetlerini söyleyeyim : Ne zaman câriye, kendi sahibini doğurursa İşte bu kıyamet alâmetle tindendir. Ne zaman çıplak, yalın ayak takımı, insanlara baş olurlarsa bu da onun alâmeti erindendir. Ne zaman kuzu, oğlak çobanları yüksek bina yapmakta birbirleriyle yarış ederlerse işte bu da onun alâmet-lerindendir. Kıyametin ne zaman kopacağı Allah'dan başka kimsenin bil*mediği beş gâib şeyde dahildir.» buyurdu.
    Bundan sonra Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şu âyeti oku*du:
    «Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek şüphesiz ki Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir, rahimlerde olanları O bilir. Hiç bir kimse yarın ne kaza*nacağını bilemez; hiç bir kimse de nerede öleceğini bilemez. Muhakkak Allah hakkıyla bilen ve haberdar olandır.»
    Ebu Hüreyre demiş ki:
    «Sonra o adam dönüp gitti. Arkasından Resûlttllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) — O adamı bana geri çevirin! dedi.
    Bunun üzerine ashab geri çevirmeye kalktılar; fakat hiç bir şey gö-. remediler. (O zaman) Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
    — O Cibril'dir. İnsanlara dinlerini öğretmek içîn geldi,» buyurdular.
    Hadis-i şerifde Allah'a kavuşmaya imanla, dirilmeye iman, bir arada zikredilmiştir.
    Bundan muradın ne olduğu ulema arasında ihtilaflıdır. Bazılarına'gö*re Alîaha'a kavuşmak âhirete göçmekle olur. Dirilmek ondan son*radır. O kıyamette olacaktır. Diğer bazılarına göre Allah'a kavuş*mak dirildikten sonra hesap verirken clacaktır. Ancak Nevevi'nin beyanına göre bu kavuşmadan rnurad Allahü Zül Celâl' 'görmek değildir. Çünkü hiç bir kimse Allah'ı göreceğini yüzde yüz kestiremez. Onu görmek mü'minlere mahsustur. İnsan son nefesde imanı*nı kurtarıp kurtaramayacağını bilemez.
    Dirilmenin «son» diye vasıflanması, bazılarına göre beyan ve izâhda mübalağa ve bu meselenin son derece mühim olduğunu göstermek içindir. Bir takım ulemaya göre ise dünyaya gelmek birinci defa dirilmek, mah*şere gitmek için dirilmek de ikinci defa dirilmektir. Son dirilme diye ka*yıtlanması bundandır.
    «İslâm : Allah'a ibâdet etmen, ona hiç bir şeyi şerik koşmaman... ilâh* cümlesi, hadîsin birinci tarikindeki, ta'rifin ma'na i'tibariyle naklidir.
    İbâdet: tevazu' ile yapılan tâattir. Bir ihtimâle göre burada ondan murad: Allah'ı bilmek ve birliğini ikrardır. Bu takdirde namaz, ze*kât ve orucu onun üzerine atfetmek, bunları da islâmın ta'rifine almak içindir. Çünkü namaz, zekât, oruç ve emsali henüz ibâdetde dâhil değil*diler. İbâdet namına yalnız bu üçünün zikredilmesi islâmm erkânı ve en büyük şeâiri oldukları içindir. Sair ibâdetler bunlara mülhaktır.
    Diğer bir ihtimâle göre ibâdetten murâd: mutlak surette tâattir. Bu takdirde bütün islâmî vazifeler ibâdette dahildir. Namaz, zekât ve orucun ibâdet üzerine atfı, şeref ve meziyyetlerine tenbih için hâssı âmin üzerine atıf kabilindendir. KurJan-ı Kerim'de ve ehâdis-i Nebeviyyede bunun emsali çoktur.
    Fahr-ı kâinat (S.A.V.) efendimizin, Allah'a ibâdetten sonra: *Ona hiç bîr şeyi şerik koşmaman...» buyurması, kâfirlerin ibâdetini redd içindir. Zira kâfirler sûret-i zahirede Allah'a ibâdet ederler; fakat putları da ona ortak sayarlardı.
    Namazın ikamesi: bazılarına göre, onu devam üzere kılmaktır. Diğer bazılarına göre ise ikaameden murâd: onu gerektiği gibi kılmaktır. Zâten ikaame: doğrultmak, dikmek ma'nasma gelir. Namazı doğrultmak veya dikmek ise ta'dil ve erkânına riâyet ederek kılmakla olur. Namaz hakkın*da kullanılan «Mektûbe» ile zekât hakkında kullanılan «Mefrûza» keli*meleri müteradiftirler. İkisi de «Farz olan» manasına gelir. Ayni lâfzın tekrarı hoş karşılanmadığı için müteradifi kullanılmıştır. Bir de şeriat ör*fü âdetinde namaz hakkında daima «Kitab» ve «Mektûbe» zekât hakkın*da ise ««Mefrûza» kelimeleri kullanıla gelmiştir.
    Zekât hakkında «Mefruza» veya «Farz» kelimelerinin kullanılması, onda bir çok takdirler bulunduğundandır.
    Hadis-i şerifte namazla zekât farz kaydıyla zikredildiğine göre, nafi*leler imanın müsemmasma dahil olmazlar. Maamafih bu meselenin ihti*laflı olduğu söylenir.
    Ramazandan murad: Bu ayda oruç tutmaktır. Hadîsin bu cümlesi cura-hur-u ulemaya delildir. Çünkü onlara göre Ramazan ayı için yalnız «Ramazan» demekte hiç bir kerahet yoktur. Bazıları bunu mekruh görmüş ve «Ramazan ayı» denilmesini lüzumlu addetmişlerdir. Mesele inşallah, de*lilleriyle birlikte Oruç bahsinde görülecektir. Resûlüllah (S.A.V.)'-in burada haccı niçin zikretmediği dahi ileride görülecektir.
    Bir hadis, burada olduğu gibi iki tarikden rivayet edilir de rivayetle*rin arasında bir birine münâfât ve zıddiyet görülürse, yapılacak iş müna-sib bir şekilde onların arasını bulmaktır. Burada da zahiren bir münâfât göze çarpmaktadır. Şöyle ki:
    Birinci rivayette kıyamet alâmetlerini soran Cibril (A.S.)'dir. İkincide ise bunları Peygamber (S.A.V.) hiç sorulmadan söylemiş*tir- İki rivayetin arasını bulmak için deriz ki: Cibril (A.S.) sormuş; Resûlüllah (S.A.V.)'de: -Sana onun alâmetlerini söyleyeyim» demiştir.
    Ama birici rivayette suâl zikredilmiş; ikincide suâl tekrarlamaya lü*zum görülmeden yalnız cevap rivayet olunmuştur.
    Hadisde geçen «Eşrât» kelimesi «Şarat»ın cem'i olup alâmetler mana*sınadır. Bazıları:
    «Eşrât: Kıyamet alâmetlerinin mukaddimeleridir.» demiş; bir takım*ları kıyametin küçük alemetleri olduğunu söylemişlerdir. Bu ma'naların hepsi bir birine yakındır.
    «Behm» koyun ve keçi yavruları demektir. Bazılarına göre yalnız ko*yun yavrusu; diğer bazılarına göre yalnız keçi yavrusudur. Hatta her hay*vanın iki aylık doğan yavrusuna «Behm» denildiği rivayet olunur. Müfre-di «Behme» gelir. Buhârî'nin rivayetinde bu kelime «Bühm» diye zabt edilmiştir. Bu takdirde müfredi «Behim» gelir ki, kara manasınadır. Hal1âbi'ye göre ise «Biihm» meçhul demektir. Sonra ayni kelimenin mîmi hem kesre hem de zamme hareke ile rivayet olunmuştur. Kesre ile harekeîendiğine göre kelime, üst tarafındaki «lbil»in sıfatı olur ve kara develer manasına gelir. Zamme ile okunursa «Riâ»m sıfatı olur, ki kara ço*banlar demektir.
    Bazılarına göre bu kelimeyi çobanlara sıfat yapmak onların yoksullu*ğundan kinayedir. Hatta bununla bütün araplarm kasdedilmiş olması ih*timalinden bahsedenler bile vardır. Çünkü araplarm renkleri ekseriyetle
    esmerdir.
    Resûlüllah (S.A.V.)'in okuduğu âyet sure-i Lokman'm sonun-dadır. Bu ayetde zikredilen beş şeyi Allah 'dan başka bilecek yoktur. Bunlara «Mugayyebat-ı Hams» derler mezkûr beş şey:
    1- Kıyametin ne zaman kopacağı,
    2- Yağmurun ne zaman yağacağı,
    3- Hamilelerin,ne doğuracağı,
    4- Yarın kimin ne kazanacağı,
    5- Kimin nerede öleceği meseleleridir. Bu bâbta Ebu Bekir îbn'İ- Arabi şunları söylemiştir.
    «Hiç bîr kimse bu mugayyebâtm birini bildiğini iddia edemez. Bir kimse:
    — Yarın yağmur yağacak, yahud,
    __Yarın şu olacak, derse kâfir olur. Ve lev ki yağmur meselesinde bir
    emareye istinâd etsin. Çünkü Allahü Teâlâ bunlardan kıyametten maada hiç birine emare halk etmemiştir. Rahimde ne olduğunu bilirim iddiasın*da bulunmak da böyledir. Meğer bu hususta tecrübeye istin a d eyleye. Me*selâ doktor: "Eğer ağırlık sağ tarafta ise yahud memelerin uçları siyah ise, çocuk erkketir; aksi halde kız doğar" demiş ola: Ama.
    Yann güneş tutulacak, demek bu kabilden değildir. Zira güneşin tu*tulması hesapla bilinir. Bununla beraber avam tabakasına şüphe getireceği içîn ulemamız:
    Böyleleri te'dib olunur, demişlerdir.»
    Hasılı ilim ve tecrübeye dayanan tahminlere mugayyebâtı bilme hük*mü verilemez. "!

    6 (...) Bize Muhammed b. Abdillâh b. Nümeyr rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muhammed b. Bişr rivayet etti. (Dedi ki);
    — Bize Ebû Hayyân et-Teymî bu isnadla bu hadisin benzerini rivayet etti. Ancak onun rivayetinde: « Eme kocasını doğurduğu zaman,» cümlesi vardır ki, cariyeleri kasdeder.
    Serâriy yahud serarî: Seriyyenin cem'idir. Serîyye: Cima' için tahsis edilen câriyedir.

    7 (10)- Bana Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Cerir, Umâ-ra'dan — ki İbni'l-Ka'kaa'dır o da Ebu Zür'a'dan, o da Ebu Hüreyre'-den naklen rivayet etti. Ebu Hüreyre şöyle demiş:
    KesulüHah (SalîaîîahU Aleyhi ve Seîİem): «Sorun banal» dedi. Ashab ona bir şey sormaktan çekindiler. Derken bir adam geldi; ve Resûlüllah (S.A.V.)'in iki dizinin dibine oturarak:
    «Ya Resulâllah! İslâm nedir?» dedi, Resûlüllah (S.A.V.):
    «Allah'a hiç bir şeyi şerik koşmazsın; namazı dosdoğru kılarsın; Zekâtı verirsin ve Ramazanı tutarsın.» buyurdu. Adam:
    «Doğru söyledin» dedi (tekrar
    «Yâ Resulâllah! İmân nedir? diye sordu. Resûlüllah (S.A.V.):
    «Allah'a, Meleklerine, Kitabına, Allah'a kavuşmaya ve Peygamberlerine, bir de öldükten sonra dirilmeye inanman, bir de bütün kadere inanmandır.» buyurdu. Adam:
    «Doğru söyledin.» dedi. (ve):
    «Ya Resulâllah! thsan nedir?» diye sordu.,Resûlüllah (S.A.V.):
    -AHah'dan, Onu gorüyormuşsun gibi korkmandır. Çünkü her ne kadar en Onu görmüyorsan â& O muhakkak seni görür.» buyurdu, O zât (yine):
    «Doğru söyledin» dedi. (Bu sefer):
    «Ya Resulâllah! Kıyamet ne zaman kopacak?» dedi. Resûlüllah (S.A.V.):
    «Bu meselede sorulan sorandan daha âlim değildir. Ama ben sana onun alâmetlerini söyleyeyim : Kadının efendisini doğurduğunu görürsen işte bu kıyametin alâmetlerinden biridir. Yalın ayak, çıplak, sağır, dilsiz takımını yer yüzünün hükümdarları olmuş görürsen bu da onun alâmetlerinden d ir. Kuzu oğîak, çobanlarını binalar yapmakta yarış ederken görürsen bu da onun alâmetlerindendir. Kıyametin ne zaman kopacağı AHah'dan başka hiç bir kimsenin bilmediği beş gâib şeyde dahildir.» buyurdu. Bundan sonra Hesûlüllah (S.A.V.) şu âyeti okudu: «Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek şüphesiz ki Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir; rahimlerde olanları O bilir. Hiç bir kimse yarın ne ka*zanacağını bilemez. Hiç bir kimse de nerede öleceğini bilemez. Muhakkak Allah en iyi bilen ve haberdar olandır.» Ebu Hüreyre demiş ki:
    Sonra o zât kalkıp gitti. Arkasından Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seîiem): «O adamı bana geri getirin.- dedi.
    Derhal adam araştırıldı. Fakat onu bulamadılar. Bunun üzerine Resû*lüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seltem):
    «O Cibril'dir. Sizin öğrenmenizi diledi. Çünkü siz sormadınız.»buyutdu. Resûlüllah (S.A.V.)'in: «Bana sorun!» buyurması ashaba ca*nı sıkıldığı içindi.
    Çünkü ashab bir çok sualler sormuşlardı. Hatta Peygamber (S.A.V.) bazılarının kendisini müşkül mevki'de bırakmak için sual sor*duklarını hissederek gadaba gelmiş; yüzü kıpkırmızı olmuştu. İşte bu tees*sür ve iğbirar haleti içerisinde onlara:
    «Sorun bana, sorun! Vallahi şu yerimde bulunduğum müddetçe bana ne sorarsanız size ondan haber veririm...» buyurmuşlardı. Hadisin tamamı ileride gelecektir.
    Ashab bundan korktular. Sual hususuna dair bir de âyet nazil oldu. Ar*tık kimse sual sormaz oldu. Teâlâ Hazretleri, Cibril (A.S.)'ı in*sanlara dinlerini öğretmek için o zaman göndermiştir.

  3. #3
    ACİZKUL
    ACİZKUL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: İnanmayandan Teberriye ve Onun Hakkında Ağır Sözler Söylendiğine Delil Babı

    1- Âlim bir zât, halkın muhtaç olduğu bilgileri kendisine sormala*rını emredebilir.
    2- Sormadıkları takdirde kendisi onlara talimde bulunabilir. Çün*kü Cibril (A.S.) öyle yapmıştır.
    Hadisde zikri geçen sağır ve dilsizlerden murâd: El ayak takımı, câ*hil ve ahlâksızlardır. Zira böyleleri A11ah'm kendilerine ihsan ettiği kulak ve dil gibi âzâdan faydalanmasını bilmedikleri için âdeta sağır ve dilsiz gibidirler. Ma'nâ şudur:
    «El ayak takımının hükümdar olması kıyamet alâmetlerinden biridir.» Bazıları bunu:
    «Hükümdarın dünya zevklerine dalarak el ayak takımı seviyesine düş*mesi kıyamet alâmetlerindendir.» şeklinde tefsir etmişlerse de birinci ma'-na daha doğrudur. Çünkü hadisde hükümdarın sonradan bu sıfatı takın*dığına delil yoktur.
    Müs1im'in üç tarikten rivayet ettiği bu hadis «Cibril hadisi» nâ-mıyle me

Benzer Konular

  1. Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 30.07.09, 03:50
  2. Hıyanetin Ağır Şekilde Haram Kılınması Babı
    By ACİZKUL in forum Hadis Bahçesi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.07.09, 21:22
  3. Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 11.07.09, 17:33
  4. Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 05.07.09, 21:33
  5. Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.07.09, 21:13

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •