".... Muhakkak ki Namaz, Hayasızlıktan ve Kötülükten Alıkoyar." (Ankebût, 29/45)
İnsan, namazını kıldığı ve kıldığı namazın da kendisini fuhşiyat ve münkerattan uzaklaştırdığı halde onun bazı hatalar yapması da her zaman melhuz ve mukadderdir. "Bütün insanlar hataya açıktırlar. Ne var ki hata yapan bu insanların en hayırlısı da hatalarından çabucak dönüp, tövbe edenlerdir" hadisi bu hakikati ifade adına fevkalade önemlidir.
Bir insan, namazını kâmil mânada eda ederse, onun hayatındaki nurlu zaman dilimleri alabildiğine genişler; zulmetli ve karanlıklı anları da daralır. Bast halleri daha münkeşif hale gelir; kabz halleri ise adeta ortadan kalkar. Onun iç dünyasında şeytanlığa, nefsaniliğe açık menfezler daralır; melekliğe, ruhaniliğe açılan kapılar da ardına kadar açılır. Ancak bütün bunlar, namazın şuurluca idrak edilip, eda edilmesine bağlıdır.. evet kalbin hoplaması, duyguların şahlanması, içten içe bir ürpetinin duyulmasına bağlıdır. Bu bakımdan "Gerçekten namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar" âyetinin resmettiği namaz, kâmil mânada bir namazdır. Böyle bir namaz ufkunu yakalayamayanların hata yapması ise kaçınılmazdır.
Bir namazın insanı münkerattan alıkoyması ve onu meâliye yönlendirmesi ciddi bir konsantrasyona bağlıdır. Şöyle ki, gündüzlerin onaltı-onyedi saat sürdüğü yaz aylarında, açlık ve susuzluk çekerek tuttuğumuz Ramazan orucunun iftarı anında, içtiğimiz bir bardak suyu vücudumuzun her hücresinde hisseder ve adeta her yanımıza yayılışını duyarız; aynen öyle de namaz anında söylediğimiz her kelime, eda ettiğimiz her rükün o ölçüde vicdanımızda duyulmalı, ürperti hasıl etmeli ve bize Allah önünde olduğumuzu hatırlatmalı ki, o namaz münkerattan uzaklaştıran bir namaz olabilsin. Öyleyse burada şöyle diyebiliriz; biz ancak namaz ile elde ettiğimiz seviye ve dereceye göre, kötülüklerden uzaklaşabiliriz. Yani namazı eda etmenin derinliği zamanla davranışlarımızı belirleyen önemli bir âmil haline gelebilir.
Yeri gelmiş iken, istidradî olarak bir hususu daha arzetmek istiyorum: İnsan kendi nefsi hakkında ye'se düşmeme kaydıyla daima sorgulayıcı olmalıdır. Hep "yaptığım ibadetler, kıldığım şu namazlar ya âhirette benim suratıma paçavra gibi çarpılırsa" endişesini taşımalı; taşımalı ama bunu başkaları hakkında değil, sadece kendi nefsi için düşünmeli. Aksi takdirde sû-i zanna girer ve apaçık bir haramı irtikab etmiş olur. Evet, çok tekrar ettiğimiz bir vecizeyi bir kere daha hatırlatalım: İnsan her zaman kendi hakkında bir savcı, başkaları hakkında da bir avukat gibi davranmalıdır.. evet o, nefsi adına en küçük inhirafları bile yılan-çıyan gibi görmeli ve başkalarının büyük hataları karşısında da şefkatli bir anne gibi davranmalı, suçluyu uyarmaya çalışırken dahi hep gönlünün diliyle konuşmalıdır. Aslında Kur'ân'ın üslubu da budur. Onun içindir ki Allah (cc) "Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı dosdoğru kıl" (Ankebût/45) diyerek her düşünce, her tavır ve her davranışımızda bizi Kur'ân'ın rehberliğine çağırmaktadır.
Sadede dönelim; emredildiği ve Allah'ın hoşnutluğu için eda edilen bir namaz, diğer bir tabirle ihlas yörüngeli, rıza hedefli kılınan bir namaz, bir de devam gözetilirse bugün olmasa yarın mutlaka insanı fuhşiyat ve münkerattan alıkor. Onu fuhşiyat ve münkerattan alıkoyan bir ibadet, evleviyetle şirk ve şirki işmam eden şeylerden, dalalet ve dalalete sürükleyen saiklerden uzaklaştırır; uzaklaştırır zira namaz baştan sona kadar kavlî, fiilî ve hâlî zikrullah ile örülmüş bir ibadettir. Böyle bir zikir şekli çok büyüktür ve Allah'ın ululuğuna münasib bir keyfiyet arzetmektedir ki Kur'ân-ı Kerim de "Hiç kuşkusuz Allah'ı zikir en büyüktür.. ve Allah sizin yapageldiğiniz her şeyi bilmektedir." (Ankebût/45) fermanıyla bu espriyi hatırlatmaktadır.
Fethullah Gülen - Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar