4 sonuçtan 1 ile 4 arası

Konu: Osmanlı'yı Zirveye Taşıyanlar...

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Osmanlı'yı Zirveye Taşıyanlar...

    Barbaros Hayreddin Paşa




    Çağında yeni keşfedilen Amerika‘ya sefer düzenlemeyi düşünen denizci...



    Barbaros Hayreddin Paşa, 1533 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından bir hatt-ı Hümâyûn ile İstanbul’a çağrıldı ve aynı yılın sonlarında büyük merasim ve şenliklerle İstanbul limanına geldi. Paşa, İstanbul’da yaşadıklarını daha sonra şöyle anlatır:

    “Güzel bir kış günü İstanbul’a vardık. (28 Aralık 1533) Soğuğa rağmen İstanbul’un zarif ve bahtiyar halkı, göz alabildiğine sahillere yığılmıştı. Belki 200.000 kişi vardı. Toplarımı saatlerce ateşleyerek Cihan Hakanı’nı, cihanın taht şehrini ve bu şehrin bilgi, nezaket ve efendilikleri dünyaca meşhur halkını selamladım.

    Ertesi sabah, ben ve on sekiz reisim Cihan Hakanı Kanunî Sultan Süleyman Han Hazretleri’nin huzur -ı Hümâyûnlarına kabul olunduk. Süleyman Han, bana ve on sekiz reisime teker teker el öptürmek suretiyle bize görülmemiş bir iltifatta bulundu. Bunun ne kadar büyük bir iltifat olduğunu anlayabilmek için, Avrupa krallarının ancak Osmanlı’nın vezir-i âzamını etekleyebildiklerini hatırlamak gerekir.

    Cihan’ın Hakanı, getirdiğim âcizane hediyelere teşekkür etmek tenezzülünde bulundu. Bana ve reislerime muhteşem hıl’atler giydirdi. Sonra da:

    -Baka Paşa, dedi; seni kapdân-ı deryâ yapmak isterim. Göreyim donanmay-ı Hümayûnumu nasıl idare eder, ne zaferler kazandırırsın! Cezâyir beylerbeyliğini de senden almıyorum. Dilediğin kimseyi vekil yap, Cezâyir’i senin adına idare etsin. Ancak bütün bu işleri Halep’te bulunan vezir-i âzamım İbrahim Paşa ile görüşmek gerek. Tez ata atla, Halep’e git. Avdette yine görüşürüz!”

    Halep’e at sırtında 10 günde varıp 12 günde dönerek, çağına göre rekor sayılabilecek bir sürede geri gelen Hayreddin Paşa, vezir-i âzam İbrahim Paşa tarafından Kaptân-ı Deryâlık görevine tayin edildi.


    Amerika’ya sefer düzenlesek!


    İstanbul dönüşü Haliç tersanesine koşan Hayreddin Paşa gördükleri karşısında hem çok mutlu, hem de şaşkındır. Düşüncelerini şu sözlerle ifade eder:

    “Dünyanın en büyük donanmasının başına geçtiğim için sonsuz bir sevinç içindeydim. Bu öyle bir donanmaydı ki, cümle Frengistan’ın ( Avrupa’nın) donanmaları birleşse alt etmesi kabil olmazdı. Devletin bir çok liman tersanesi vardı. Fakat en büyüğü Haliç üzerindekiydi ki, dünyada eşi yoktu. Hiçbir tersane burası kadar gemi kızaklayamazdı. Burada istenirse bir yıl içinde, Venedik donanmasının bir eşini inşa etmek ve donatmak mümkündü. Gerçi İstanbul tersanesinin şöhreti dünyayı tutmuştu. Venedik kâfiri bile, hakanımızla sulh içinde olduğu demlerde bu tersaneye kadırga sipariş ederdi.

    Tersanede çalışanların sayısı 20.000’den az değildi. Burada akla gelebilecek her türlü sanat erbabı mevcuttu. İşçilerin çoğu hıristiyan esirlerdi. Ama bedava değil, ücretle çalıştırılıyor, ücretlerini biriktirenler değerlerini ödüyerek memleketine hür olarak dönebiliyordu.

    Böyle bir tersane ve bu kadar zengin bir devletle, Allah’ın izniyle her şeyi başarmak mümkündü. İbrahim Paşa’ya, henüz keşfedilen Yeni Dünya (Amerika) ‘ya sefer düzenlesek istifade edeceğimizi anlattım. Fakat o, uzak denizlerle işimiz olmadığını, Akdeniz’i ve Hint denizlerini tutmamızın kâfi olduğunu söyledi.”



    ‘Hızır Reis hayrüddindir!’

    Osmanlı Devleti’nin büyük denizcisi Kaptân-ı Deryâ Hızır Hayreddin Paşa, kesin tarih olmamakla birlikte 1466’da Midilli’de doğdu. Babası Vardar Yenice’sinden Yakup Ağa’ydı. Oraya kale muhafızı olarak gönderilmişti. Hızır Hayreddin, kardeşleriyle beraber deniz ticareti yapardı. Bir ticari sefer sırasında ağabeyi Oruç Reis, Rodos şövalyelerine esir düştü, kaçıp kurtulduktan sonra ise korsanlığa başladı. Kısa bir sürenin ardından Hızır da ağabeyine katıldı. Şöhretleri kısa zamanda bütün Akdeniz’i sardı. Cezâyirli bazı Arap kabile ve şeyhlerinin, İspanyol ve Cenevizlilere karşı yardım talebi üzerine imdatlarına koştular. Böyle başlayan büyük gayretlerin sonunda Kuzey Afrika’da bir devlet kurmayı başardılar.



    * * *

    1519 Ekim’inde Hızır Reis, Yavuz Sultan Selim’e elçi göndererek elindeki toprakların Osmanlı’nın bir eyâleti olarak kabul edilmesini arz etti. Padişah,
    -Hızır Reis nasrüddindir, hayrüddindir’ diye memnuniyetini ifade ederek, kandisine onun Cezayir Hâkimi olarak tanındığını belirten bir hatt-ı şerif gönderdi. Anadolu’da gönüllü asker toplama imtiyazı verdi. Ayrıca, yeniçeri ve topçulardan oluşan 2000 kişilik bir yardımcı birlik gönderilmesi kararlaştırıldı.







    Bundan böyle artık o, ‘ Hayreddin Paşa’ diye anılacaktı.


    * * *

    Hızır Reis’e Avrupalılar ‘Barbaroşo’ dediler. Bu ‘Kızıl Sakal’ demekti. Onlar Akdeniz’in her köşesinde Barbaroşo’ya lanet okuyarak kaçarken, bu isim gaziler arasında ’Barbaros’ şekline dönüştü. Allah Barbaros’u sanki düşman donanmasını korkutmak için yaratmıştı. Bu korkudan olsa gerek, ‘eyvah Barbaros geliyor!’ diye kaçışıp ağlarlardı.


    * * *

    Barbaros, 1520-1529 yılları arasında İspanyollar’ın elinde bulunan küçük bir ada dışında bütün yörenin hâkimi oldu. Mevcudu otuz beş gemiye yükselen filosu ile Akdeniz sahillerinin korkulu rüyasıydı. Zulme uğrayan Gırnata (Granada) müslümanları Barbaros’un şahsında büyük destek buldu. Yurtlarından ayrılmak zorunda kalan muhacirler, Hayreddin Paşa’nın gemileriyle Cezayir’e taşındı. Öyle ki, oraya yerleşen Endülüs müslümanlarının sayısı 70.000’i buldu.


    Seherde Görülen Rüya

    Bütün Avrupa kralları, Barbaros’u bertaraf etmenin çaresini arıyordu. Sonunda 1538 Eylül’ünde, Andrea Doria komutasında ve 230 civarında gemiden oluşan
    Haçlı donanması Korfu’da toplandı, sonra da Preveze’ye yöneldi. 122 parçadan meydana gelen Osmanlı filosu ise Arta körfezindeydi. Kısa süre sonra Barbaros da düşman donanmasının bulunduğu Preveze limanına yelken açtı. Düşman az ötedeydi. Limana varan Paşa, akşama kadar orada beklemeyi uygun gördü. Sonra namazını kıldı. Zafere ulaşmak için Allah’a niyaz etti ve yardım istedi. Gecenin geç vaktiydi. Bir müddet dinlenmek için uykuya vardı.

    Hayreddin Paşa, seher vaktinde gördüğü anlamlı rüyayı hatıratında şöyle anlatır:

    “Yattığımız limanın kenarında, karaya bir çok ufacık sardalya balığı çıkmıştı. Onların arasında iki tane de karnı yarık balık vardı. Bunları seyrederken, al ata binmiş bir şahıs doludizgin yanıma gelip durdu. Bir peştamal dolusu ufacık balığı elime verip:

    – Al bunu Hayreddin! Halife-yi ruy-i zemin olan şevketlü Sultan Süleyman’ın hediyesidir! Dedi. Sonra da elime bir mektup tutuşturup gözden kayboldu. Mektubu açıp baktım. Gördüm ki, beyaz bir kağıt üzerine yeşil hat ile ‘ Nasrun min Allahi ve fethun karîb ve beşşiril mü’minine yâ Muhammed’ diye yazılmış. Bunu okuyup yüzüme gözüme sürdüm. ‘Sana hamd ve şükürler olsun ya Rabbî’ derken uyandım.

    Rüyayı şöyle yorumladım:

    ‘Allahu âlem o ufacık balıklar kâfir donanmasının firkateleridir. Karaya vurmaları ise erzak ve ganimetlerle İslâm askerinin doyacağına işarettir. Karnı yarık balıklar ise kâfir kadırgalarıdır. Nedendir bilinmez ama, içindeki kâfirler firar etmiştir. Hediye verilen peştamal dolusu balık da inşallah, Süleyman Han’ın Boğdan’ın fethi haberinin geleceğine işarettir. İçinde zafer âyetleri yazılı mektup ise, inşallah Allah’ın yardımı, Peygamberin mu’cizesi ve enbiyaların himmetiyle düşmana mansur ve muzaffer olmamıza işarettir, diyerek hamd ü senalar ettim.”

    Hayreddin Paşa, donanmasındaki her türlü tedbiri almıştı. Limanda beklemeyip, düşman donanmasına hücum etmesi gerektiğine inandı. 28 Eylül’de Haçlı donanmasının üzerine giderek yarma hareketine girişti. Sonunda sayıca kendinden çok üstün olan bu donanmayı bozguna uğratmayı başardı, Andrea Doria kaçtı. Dünya tarihinin en ünlü deniz savaşlarından biri olan Preveze’de, düşmanın 36 parça gemisi ele geçirildi, 2000’ den fazla askeri esir alındı.


    * * *

    Ömrü denizlerde geçtiğinden Rumca, Arapça, İspanyolca, İtalyanca ve Fransızca gibi Akdeniz dillerini çok iyi bilen Hayreddin Paşa, 5 Temmuz 1946’da 80 yaşında (civarında) vefat etti ve sağlığında Beşiktaş’ta yaptırdığı medresesinin yanındaki türbesine defnedildi. Barbaros Hayreddin Paşa zamanında Osmanlı denizciliği gücünün zirvesine ulaştı. Allah rahmet eylesin!


    Seni çok Özledim Annem

  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Osmanlı'yı Zirveye Taşıyanlar...

    Pîrî Mehmed Paşa



    Sultan Fâtih gibi, gemileri karadan yürüten ikinci devlet adamı...



    --------------------------------------------------------------------------------


    Bir gece, yakınlarından biri, sohbetlerinin kızıştığı bir anda eşsiz hükümdar Yavuz Sultan Selim’e sordu:

    “Hünkârım, Pirî kulunuzu neden böyle herkesten üstün tutarsınız, sebebi n’ola?”

    Sultan Selim birden ciddileşti, kaşları çatıldı ve şöyle söyledi:

    “Vakit şimdi gece yarısıdır; aklımdan geçen ise Mısır’ı almak için girişilecek hazırlıklardır. Şimdi bak, Pirî paşayı çağırtayım, bir de onun düşüncesini öğrenelim. Böylece aklını neden üstün tuttuğumuzu sana gösterelim.”

    Sultan, vakit geçirmeden paşaya bir ulak gönderdi ve onu huzuruna çağırttı. Alelacele hünkârın huzuruna getirilen Pirî Paşa’ya büyük bir ciddiyetle:

    “Pirî! Rumeli’nin bir yerinde eşsiz bir cami yaptırmayı murad ediyorum, bu konuda senin de fikrini almak isterim, ne düşünürsün?”

    Pirî Sultanı sessizce süzdükten sonra, büyük bir saygı içinde:

    “Ferman Sultanımındır! Camiyi bilmem ama, Anadolu içlerinde bir iki köprü vardır ki tamire çok muhtaçtırlar. Onların onarılması daha isabetli olur.”

    Hünkâr hiddetle:

    “Bre Pirî, ben Rumeli’den söz ediyorum; sen Anadolu diyorsun. Yoksa senin başka bir fikrin mi var?

    “Evet Sultanım, farklı bir düşüncem var; ama huzurunuzdaki kişinin bunu öğrenmesi mahzur getirebilir!”

    “ Lala, onun ne haddi var? Sırrı açıklarsa başından olacağını bilir!”

    “ Padişahım, şimdi cami zamanı değildir. Benim aklıma Mısır ülkesini alma tutkusu düşmüştür. Anadolu yollarında askerin geçmesine yarayacak köprüleri tamir edelim. Mısırlı âlimlere kalplerini bize yaklaştıracak nameler gönderelim. Bizim şeriata ne kadar uyduğumuzu cümlesine inandıralım. Âlimleri ve kumandanları Kansu Gavri’den nefret edip, bizim tarafımıza geçsinler. İlkbaharda Safevîler üzerineymiş gibi yürüyüşe geçelim!”

    Sultan Selim tebessüm edip, memnuniyetini belirtti.

    “ Berhüdar olasın Pirî!” dedi ve Paşa’yı hil’atlerle mükafatlandırdı. (1)

    “Merhum Sultan Selim tahta geçince, devlet büyükleri arasında Pirî Paşa’dan kabiliyetlisi, sözde ve tedbirde ondan daha kâmili olmadığını gördü. Bu vasıfları dolayısıyla onu yanına aldı, vezir yaptı. Gerçekten ondaki kavrayış ve zekâ, ülke işlerini yoluna koymadaki başarı, Osmanlı’da hiçbir vezire müyesser olmamıştır.“ (2)


    Osmanlı Devleti’nin Maliye Bakanı

    Babası Şeyh Mehmed Çelebi’nin Konya’daki uzun süren tahsili, Pirî Mehmed’in “Karamanî” yâni Konya doğumlu olduğu iddiasını kuvvetlendirir. Doğum tarihi ise ihtilaflıdır. Ancak 1463’den önceki yıllarda olduğu kabul edilir.

    Paşa çok iyi tahsil görür; medreseyi bitirdikten sonra da kendisini yetiştirmeyi sürdürür. Çağının sosyal ve fen bütün bilimlerini öğrenir. Medrese tahsilinden sonra Amasya şer’i mahkemesine kâtip olarak girer, kısa zamanda başkâtip olur. Daha sonra Sofya, Silivri, Siroz ve Galata kadılıklarında bulunur. Sultan Bâyezid’in son yıllarında, görevlerindeki dürüstlük ve çalışkanlığı dikkate alınarak hazine defterdarlığına getirilir, Anadolu Defterdarı olur. (3) Sultan Selim’in tahta geçmesinden sonra Rumeli Defterdârı, yâni Başdefterdar, (şimdiki deyişle Maliye Bakanı) olan Pirî’nin hizmetlerinden pek memnun kalan Yavuz, O’nu Çaldıran seferi sırasında vezirliğe yükseltir.


    Hazine iki, belki de üçtür!

    Yavuz Sultan Selim, bir gün Pirî Mehmed Paşa’ya sorar:


    “Lala, hazinenin durumu nasıldır?”

    “Sultanım, hangi hazineyi soruyorsunuz?”

    Sultan Selim Han, bilmiyormuş gibi davranarak:

    “Paşa! Hazine iki midir?”

    “Hazine iki, belki de üçtür! Biri sultanımın iç hazinesidir, buradan dışarıya hazine çıkarılamaz, koruyucusu hazinebaşıdır, padişahımızın hususi ödeneğidir. Diğer hazine Divanhane’de bulunur, vezirlerin gözetimindedir; dış hazinedir. Üçüncüsü Yedikule’dedir, iki yıldan beri bakıcısı başvezir olan kulunuzdur. Bir başka hazine ise edilecek dualardır. Siz hangisini emir buyuruyorsunuz?

    Cihan Padişahı bu cevabı pek beğenir, ve Paşa’yı mükafatlandırır.


    Sultan onu gece

    bile denetlerdi


    Sultan Selim, 1516 Haziran’ında Mısır Seferi’ne çıkarken, Pirî Mehmet Paşa’yı dördüncü vezir olarak İstanbul’un korunmasıyla vazifelendirir. Bu makam Osmanlı Devleti’nde padişah nâibliği gibi kabul edildiğinden sıradan insanlara verilmezdi. Paşa’nın, Yavuz’un Mısır Seferi sırasında böyle bir göreve tayini, padişahın kendisine çok güvendiğinin en açık göstergesidir. Sultan Selim, bu sefer sonunda paşayı sadrazam olarak tayin eder.

    Pirî Mehmet Paşa, Osmanlı sadrazamları arasında ilmiyle de şöhret bulur. Çünkü vezirlik makamına müderrislik, kadılık ve defterdarlık görevlerinden sonra gelmiştir. Paşa aynı zamanda bir hukukçudur. Galata kadısı iken, “Semendire Eflâkleri Kanunnamesi”ni hazırlayarak bu konudaki bilgisini de ispatlamıştır.

    Paşa, ülkesi için çalışmayı ibadet telakki ederdi. Bu sebeple sadrazamlığı sırasında, gece gündüz demeden çalışır, ortaya çıkan problemlere çözümler getirirdi. Sabah erkenden padişahın huzuruna çıkar, gece aldığı karar ve tedbirleri sunardı. Devlet işlerini takipte ondan daha hassas olan sultan, buna rağmen bazı geceler çeşitli bahanelerle kapıcıları iki üç defa evine gönderir, çalışmalarını kontrol eder, fakat onu her defasında çalışma halinde bulurdu.

    Belgrad Seferi sırasında, Tuna nehrinde bulunan gemileri Sava nehrine geçirmek gerekiyordu. Zor işlerin adamı olan Pirî Paşa, donanmayı Tuna’dan Sava’ya karadan geçirmeyi başararak, Osmanlı tarihine Fâtih’ten sonra gemileri karadan yürüten ikince devlet adamı olarak geçti.


    Yerini tutacak adam

    bulunmaz!


    Pirî Mehmed Paşa, bütün üstün meziyetleri kendisinde toplamış olmasına rağmen, zaman zaman Sultan’ın kendisini hırpalamasına maruz kalırdı. Yavuz bir defasında, bir sözü sebebiyle başına okla vurup yarmıştı. Pirî Paşa, hükümdarın böyle sert muamelelerine rağmen, doğru bildiğini söylemekten çekinmezdi. Sultan Selim, devrinde ondan daha zeki, akıllı ve tedbirli bir devlet adamı bulamadığı için, onu hep sevmiş, görevden almayı hiç düşünmemişti.

    Bununla birlikte Paşa, her an başının gideceği endişesini taşımış, hatta bir gün yarı şaka, yarı ciddi, kendisinde Sultan’a şöyle söyleme cesaretini bile bulmuştu:

    “Padişahım, biliyorum ki sonunda bir sebep bulup beni öldürürsünüz! Bari şu işi bir an önce yapsanız da, beni şu dünya hayatından kurtarsanız!”

    Sultan, onun bu sözüne çok güldü ve gülümseyerek şunları söyledi:

    “Bu düşünce benim çoktan hatırımdadır. Lâkin yerini tutar adem yoktur, vezaret hizmetini hakkıyla eda edecek kimse bulunmaz. Yoksa seni muradına kavuşturmak kolaydır.”


    Koca sadrazamı oğlu zehirledi


    Pirî Mehmed Paşa, Kanunî döneminin üçüncü yılında sadrazamlıktan uzaklaştırıldı ve iki yüz bin akçe ile emekliye ayrıldı. İstanbul’dan ayrılarak Silivri’deki Celâliye Çiftliğine çekilip burada yaşamaya başladı. Oğlu tarafından, Edirne’de bulunduğu bir sırada 13 Kasım 1532’de zehirlenerek öldürülen bu büyük sadrazamın cesedi, Edirne’den Silivri’ye nakledilerek burada yaptırdığı külliyenin haziresine gömüldü.

    Pirî Mehmed Paşa, İstanbul, Silivri ve Konya başta olmak üzere ülkenin bir çok yerinde cami, medrese, zâviye, imâret, tabhane, han, hamam ve dükkan vakfetti. İstanbul Zeyrek’te Haliç’e hâkim bir tepeye inşa ettiği cami, medrese ve mektepten oluşan Soğukkuyu Külliyesi’nden zamanımıza, cami ve medresesinin dış duvar kalıntılarıyla, minare tabanından başka bir şey kalmamıştır.


    --------------------------------------------------------------------------------

    Dipnotlar: 1) Bostanzâde Yahya Efendi’nin Duru Tarihi. 2) Sehî Bey Tezkere’si. 3) Osmanlı Devleti’nde malî işlere bakan yüksek dereceli memur.


    Seni çok Özledim Annem

  3. #3
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Osmanlı'yı Zirveye Taşıyanlar...


    II. Kılıçarslan ve Uçan Adam

    İlk uçma girişimi, Hezarfen Ahmet Çelebi'den çok önce gerçekleşti.


    --------------------------------------------------------------------------------


    1155 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı I. Mesut’un vefatı üzerine yerine oğlu Kılıç Arslan geçti. Musul Atabeyi Nureddin Zengi de dahil olmak üzere ülkenin bütün düşmanları, Selçuklular’ın bu zayıf durumundan istifade etmek gayesiyle birleştiler. Sultan II. Kılıçarslan bu ittifakı dağıtmak zorundaydı. Aksi halde ülkesini koruması mümkün değildi. En azından Bizans’ın tarafsız kalmasını sağlamalıydı. Sultan, divan reisi olan Bizanslı Christofer’i İstanbul’a göndererek, İmparator Manuel’i ziyaret etmek istediğini bildirdi. Bu talebi Bizans tarafından kabul edilerek, Sultan’ın güvenliği konusunda teminat verildi.

    Sultan Kılıçarslan, 1162 yılında müttefiki Emir-i Mirân Nusretüddin’i de yanına aldı ve 1000 civarında bir süvari birliği korumasında İstanbul’a hareket etti. Heyet İstanbul’a ulaştığında, Bizans imparatoru Macaristan üzerine düzenlediği seferden henüz dönmüştü.

    Selçuklular Bizans tarafından, sanki dost ilişkiler içindeymişler, aralarında hiçbir düşmanlık yokmuşçasına sıcak bir ilgiyle karşılandı. Kılıçarslan şerefine İstanbul dışında büyük bir tören yapıldı. Sultan’ın rahat etmesi için gereken bütün gayret gösterildi. Hakan ve maiyyeti, İstanbul’un güneyindeki Büyük Saray’da gezdirilip, şereflerine at yarışları ve ateş gösterileri tertiplendi. Onurlarına büyük yemek ziyafetleri düzenlendi.


    Bu kadar ilgi de neyin nesi?


    İstanbul’da kaldığı bir hafta süresince, Sultan’a her gün altın ve gümüş tabaklar içinde yemek gönderiliyor, bu kaplar sonradan kendisine hediye ediliyordu. Ayrıca imparator, sarayın bir salonuna, Sultan’a verilmek üzere bir çok altın ve gümüş para, gümüş vazolar, altın kadehler, değerli mücevherler ve nadide kumaşlar yığdırdı.

    Ziyaretin son günü İmparator, Sultanla aynı sofrada yemek yedi. Muhteşem yemeğin ardından sofradaki bütün altın ve gümüş takımlar yine Sultan Kılıçarslan’a hediye edildi. İmparator bununla da yetinmedi. Sultan’a refakat eden heyete, süvari birliği mensuplarını da ihmal etmeksizin çeşitli hediyeler takdim etti.

    Bizans imparatoru bütün bu ikramları elbette karşılıksız yapmıyordu. İmzalanan saldırmazlık paktı şartlarına göre, Sultan bir çok önemli şehir ve kaleyi Bizans’a bırakıyor, ayrıca gerektiğinde Bizans’a askeri yardımda bulunmayı, hatta emrine askeri kuvvet vermeyi bile kabul ediyordu.


    Haydi artık aç yelkeni!


    Sultan’ın, İstanbul’da kaldığı süre içinde ilgisini en çok çeken gösteri araba yarışlarıydı. Bunlardan birinde çok enteresan bir hadise meydana geldi. Sultan II. Kılıçarslan’la İmparator Manuel’in, başbaşa yarış izledikleri bir sırada, meydandaki kulelerden birinin üzerine çıkan bir Türk, gür bir sesle hipodrom üzerinde uçacağını haykırdı. Halk şaşırmıştı. Herkes önce onun bir sihirbaz olduğunu zannetti. Fakat üzerindeki elbiselerden ve uzun süre orada beklemesinden sihirbaz olmadığı kanaatine vardılar. Bu Türk, Bizanslılar’ın Sultan’a sergiledikleri gösterilere farklı bir cevap vermeyi düşünüyor, görülmemiş bir gösteri yaparak değişik bir marifet sergilemeyi planlıyordu.

    Gösterici çok uzun, oldukça bol ve içine takılan çemberlerle şişirilmiş beyaz bir tulum giymişti. Kısacası paraşüte benzer bambaşka bir kıyafet içindeydi. Öne doğru eğilmiş, rüzgârın uçuş için uygun yönde esmesini bekliyordu. Herkes kendisinin kuleden atlamak istediğini anlamıştı. Bir süre hayret ve merak içinde bütün nefesler tutuldu. Fakat biraz sonra, aşağıdaki seyirci kalabalığı arasından yoğun tezahürat sesleri yükselmeye başladı. Bizanslılar hep bir ağızdan:

    -Haydi uç! Haydi uç! Diye bağırıyorlardı.

    Sabırsız çığlıklar giderek artıyor,

    -Haydi artık, aç yelkeni! avazeleri meydanda dalga dalga yankılanıyordu.

    İmparator, bir adamını göndererek uçmak isteyen Türk’ü bu niyetinden vazgeçirmeğe çalıştı. Ama faydasızdı, adam atlamakta kararlıydı.

    Bizanslı seyirciler yarış izlemeyi bırakmış, gözler uçma gösterisi yapacak olan Türk’e çevrilmişti. O sırada halkın arasından kalın bir ses duyuldu:

    -Bizi daha ne kadar bekleteceksin?

    Bir başkası öfkeyle bağırdı:


    -Yeter artık, atlayacaksan atla!


    Uçan Türk’ün şanssızlığı


    Gösterici bekliyordu, çünkü uçmasına yetecek kadar rüzgar yoktu.

    İzleyiciler arasında bulunan Sultan, bir taraftan adamı için endişe ediyor, bir taraftan da gururlu bir beklenti içinde, işin sonucu görmek için sabırsızlanıyordu. Gösterici, kollarını bir kuşun kanatlarını çırpması gibi aşağı yukarı hareket ettirerek rüzgarın yeterli olup olmadığını bir defa daha ölçtü, rüzgar azdı. Fakat aşağıdan yükselen uğultular onu serseme çevirmişti.

    Bütün hipodrom,

    -Uç, uç, uç! haykırışlarıyla inliyordu.

    Gösterici bu çılgınca tezahürata daha fazla dayanamadı. Kollarını bir iki defa aşağı yukarı salladıktan sonra kendisini boşluğa bıraktı. Ancak uçuş denemesi başarılı olmadı, olamadı. Cesur gösterici hipodromun pisti üzerine bir taş gibi düştü ve oracığa yığılıp kaldı, ölmüştü!

    Sultan II. Kılıçarslan, hem bu cesur Türk’ün ölümünden, hem de Bizanslılar huzurunda yapılan bu uçuş denemesinin başarısızlıkla sonuçlanmasından büyük bir üzüntü duydu. Oysa ki bu uçuş denemesini yapan Türk, gösterisini daha önce bir çok defa denemiş ve hepsinde başarılı olmuştu. Burada Sultan’ın huzurunda, Bizanslılar’a karşı gösteri yaparak, ülkesinin itibarını arttırmak istemişti. Uçuş için yeterli rüzgârın olmayışı ve Bizans halkının atlayışın hemen gerçekleşmesi konusundaki sabırsızlığı genç Selçuklu’nun bu denemesini başarısız kılmıştı.

    Görülüyor ki Türkler 17. Asırda, Osmanlılar zamanında değil, daha 12. asırda Selçuklular zamanında uçuş denemelerinde bulunmuşlardır. Bu olay, Türk ve Dünya Bilim Tarihi açısından son derece önemli bir olaydır.


    Hezârfen Ahmed Çelebi


    Bilindiği gibi tarihimizdeki ilk uçuş denemesi, Osmanlı hükümdarı Sultan IV. Murat zamanında Hezârfen Ahmet Çelebi tarafından gerçekleştirilmişti.

    Çeşitli fen ve sanatlardan anladığı için, “ bin fenli “ anlamına gelen Hezarfen unvanıyla anılan Ahmed Çelebi, uçmayla ilgili denemelerini Okmeydanı’nda yaptı. Rüzgarın şiddetli olduğu bir sırada, “ Kartal Kanatları “ olarak nitelendirdiği aletleriyle defalarca uçtu. Daha sonra Galata Kulesi’nden lodosa karşı kanat açarak Boğaz’ı geçti, Üsküdar’ın Doğancılar meydanına indi. Bu olayı Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa köşkünden seyreden Sultan IV. Murat, Ahmed Çelebi’ye bir kese altın ihsan etti. Sonradan kendisini çekemeyen bazı kimselerin,

    “ Bu âdem pek havf edilecek ( korkulacak ) bir âdemdir. Her ne murat edince elinden gelir, böyle kimselerin bekası câiz değil “ diyerek, Hünkâr’ı korkutmaları üzerine, Cezâyir’e sürgüne gönderildi.

    Çağdaş bir tarihçinin, ilgi çekmek amacıyla bazı tarihi olayları inkar etmesine rağmen; Evliya Çelebi, ünlü Seyahatnamesi’nin I. cildinde bu olaydan uzun uzadıya bahseder. Olay, günümüz aerodinamik biliminin ışığı altında incelendiğinde, bu uçuşun hava akımlarından faydalanarak yükselip ilerleyebilen, yekpare kanatlarla havada kalıp süzülme esasına dayanan bir çeşit basit planör olabileceği tahmin edilmektedir.



    --------------------------------------------------------------------------------


    Kaynakça:
    *Abdülhaluk Çay, II. Kılıçarslan, Ankara 1987.
    *Süryani Patrik Mihail’in Vekayinamesi, Ankara 1944.
    *Mustafa Kaçar, “ Hezârfen Ahmed Çelebi ”, DİA XVII, 297.


    Seni çok Özledim Annem

  4. #4
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Osmanlı'yı Zirveye Taşıyanlar...


    Fetih düşüncesini Fâtih’in gönlüne yerleştiren âlim: Ak Şeyh


    İstanbul Fâtihi Şehzade Mehmed Manisa’da çocuk validir; bir gece Akşeyh’in önünde ders okumaktadır. Ansızın içeriye giren bir haberci, bir haçlı ordusunun İslâm yurtları olan Akkâ, Sayda ve Beyrut kalelerini zaptettiğini duyurur. Akşeyh’in öğrencisi, bu beldeler Memlüklere ait olmasına rağmen, adı geçen müslüman şehirlerinin düşmesine çok üzülür, gecenin sessizliğinde uzun uzun ağlar. Fakat hoca talebesini nasıl teselli edeceğini çok iyi bilmektedir.

    -Elem çekme begüm! Günün birinde sen de İstanbul’u alacaksın. O zafer gününde bütün gazilere adaletle muamele etmelisin, der. Sonra başından sarığını çıkararak küçük şehzadenin başına koyar, ısrarla fethi müjdeler, fetihle ilgili âyet ve hadisleri okur.

    Artık başbaşa verip fetihle ilgili uzun hayallere dalmaktadırlar. Bizans prensleri, ceset ve ruhlarını oyun ve eğlence içinde çürütürlerken, Akşeyh ve öğrencisi kağıt üzerinde fetih harekatına çoktan başlamışlardır. Küçük Mehmed uykusuz gecelerin sonunda, İstanbul’un her fethinde sevinç naraları atar, masaları yumruklar, “Ben bu şehri mutlaka alacağım!” der.


    * * *

    Asıl adı Şemseddin Muhammed’dir. Ancak Akşemseddin veya kısaca Akşeyh adıyla şöhret bulmuştur. 1390 yılında Şam’da doğan Akşeyh, büyük İslâm Âlimi Sühreverdî’nin torunlarındandır. Baba tarafından soyu büyük İslâm halifesi Hz. Ebubekir’e kadar uzanır. Yedi yaşlarında iken babasıyla birlikte Anadolu’ya gelerek, o zaman Amasya’ya bağlı Kavak beldesine yerleşir. Kur’an hıfzını aynı yaşta tamamlayan Akşeyh iyi bir tahsil görür, temel ilimleri tam bir vukufla öğrenir, bir çok ciddi kaynağı inceler. Üstün zekası ve harika kabiliyetiyle dinî ve aklî ilimlerde kısa zamanda çok yüksek seviyelere ulaşır. Değerli bir âlim olarak genç yaşında Osmancık Medresesi’ne müderris olur.


    * * *

    İlmin ve fennin nuru sadece aklını aydınlatıyordu. Ya gönlü, iç dünyası! Eriştiği bu ilmi seviye kendisini tatmin etmiyor, bir tarafının sanki boşlukta kaldığını görüyordu. Buna bir çare, bir yol bulmalıydı. Daha yirmi beş yaşındaydı. Ankara ve bütün İç Anadolu kendisine içten alaka duyuyor, derslerine bütün halk merak ve ilgiyle koşuyordu. Böyle bir dönemde, kendisine mürşid aramak üzere, müderrislik makamını ve medreseyi terkederek bütün İran illerini dolaştı, Maverâünnehir’e gitti. Ancak arzusunu gerçekleştiremeden geriye döndü.

    Her nedense kazandığı sınırsız bilgi ve maharet Şemseddin Muhammed’i tatmin etmiyor, gönlüne aradığı deva ve şifayı vermiyordu. Ondaki bu hali ve fıtratında tasavvufa olan içten yakınlığı gören bir kısım hal ehli, kendisine şu tavsiyede bulundular:

    -Kazandığın şu bilgini aşkla, aklını kalple, zahiri ilmini mânâ ilmiyle tamamlaman gerek! Bu yalnız olmaz, sana bir mürşid gerek. Kalk Ankara’ya git, Hacı Bayram Veli’ye müracaat et, o seni tamamlasın!


    * * *

    Kul olmadan hür, köle olmadan azad olunmuyordu. Toprağa düşmeden, çürümeden, kendinden geçmeden filizlenme ve sünbüllenme olamıyordu. Bu işareti alan Akşeyh, Hacı Bayram’a intisap için Ankara’ya gitti. Fakat orada gördüğü manzara hiç hoşuna gitmedi. Şeyhi arkasında kalabalık bir dervişler cemaatiyle birlikte, ilahiler söyleyip davullar ve nekkareler çalarak, yardım ve para toplar vaziyette görünce ondan yüz çevirdi. Başkalarından yardım dilenen birinin kendisine mürşid olamayacağını düşündü, ama yanılmıştı. Veliler Sultanı Hacı Bayram’ın sadece dış yüzüne bakmıştı. Şeyhin bütün bu yaptıkları kendisi için değildi; nice çaresizlerin dertlerine deva ve şifa olabilmek, nice fakir ve muhtaçların ihtiyaçlarını karşılamak içindi.


    * * *

    Zamanın öteki önemli mürşidi Zeyne’l Hafî Halep’te yaşıyordu. Şemseddin bu defa oraya yöneldi. Şehre indiği gece rüyasında gördü ki; boynunda bir tasma vardır, ucu da Hacı Bayram’ın elindedir. El Hafî’yi görmeden gerisin geriye Ankara’ya döndü. Hacı Bayram’ı kalabalık dervişler cemaatiyle birlikte zikir yaparak mercimek biçerken buldu. Onlara katılarak biçti, ayıkladı, bağladı, topladı, yoruldu ise de kimse onunla ilgilenmedi. Yemek vakti gelip çattı. Herkese yemek dağıtıldı, ona verilmedi. O da bunun üzerine köpeklerle beraber yemek artıklarını yemeye kalkışınca Hacı Bayram, o zaman içlere işleyen sesiyle:

    -Beri gel bakalım Köse! Gene bizi kolay avladın, diyerek onu yanına aldı.

    O andan itibaren Şemseddin, Hacı Bayramlı oldu. Zincire vurularak getirilen misafirin ancak böyle ağırlanacağını orada öğrenmişti.


    * * *
    Çok büyük gayretler gösterip, akıllara durgunluk verecek derecede çalışarak, çarçabuk, dergah ve cemaat içinde öne geçti. Sık sık, sadece sirke ile iftar ederek riyazette bulunması ve çile çıkarması dillere destan oldu. Bu derin gayretin devamı ve azimkâr sebatı ile ak pâk kesilmiş ve Akşemseddin diye anılır olmuştu.
    d219s052r1.jpg

    Bir gün şeyhi ona:

    -Ya Köse! Riyazette bu kadar ileri gitme. Büsbütün nuraniyet kazanacak, bir nur olup uçup gideceksin. Seni mezarında da bulamayacaklar, diyerek takdir etti.

    Ona “Ak” lakabının verilmesi fazla riyazetten, ten ve yüzünün ak pâk olması sebebiyledir, denilmiştir. Ak elbise giyerdi, saçı ve sakalı aktı. Kısa zamanda şeyhinin halifesi oldu. Az yemek, az konuşmak, az uyumak, sonraları kendisinin de tavsiye ettiği riyazetinin esaslarındandır.


    * * *

    Kaynaklarda devrinin iyi bir hekimi sıfatıyla da şöhret kazandığı belirtilir. “Kitabü’l Tıp” ve “Maddetü’l Hayat” adlı eserleri meşhurdur. Tıp tarihinde ilk defa mikrop meselesini ortaya atıp, hastalıkların bu yolla bulaştığı fikrini öne sürmekle, mikrobiyoloji alanında kesin bilgiler veren Fracastor adlı İtalyan hekiminden en az yüz yıl önce bu konuya ilk temas eden tabip olduğu kabul edilir.


    * * *
    İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya’da kılınan ilk Cuma namazında hutbeyi “O” okudu. İslâm ordularının daha önceki kuşatmalarından birinde şehid olan sahâbeden Ebu Eyyüb el Ensârî’nin kabrini de Fâtih’in isteği üzerine yine “O” keşfetti. Fetihten sonra padişahın, tac ve tahtını terkedip bütünüyle şeyhe bağlanmak ve ondan tarikat ahkâmını öğrenmek istemesi üzerine büyük bir dirayet göstererek, Fatih’in arzusuna engel olmaya çalıştı. Bunu başaramayacağını anlayınca da İstanbul’dan adeta kaçarak ayrıldı.

    Akşemseddin, Risaletü’n Nuriye isimli eserinin başlarında şöyle der:

    -Ben yüzleri nurlu olanları severim, çünkü bunların yolu kitap ve sünnettir.

    Bu beyanı şeriatsız tarikat olamayacağının kesin bir ifadesidir. Onun tasavvuf yolu tamamıyla Kitap ve Sünnet’e bağlıdır. Şeriatte olmayan bir şey merduttur, reddedilir.

    * * *

    Halife olduktan sonra göze fazla batmamak, gösteriş hatasından korunmak için, Ankara’dan ayrılarak Beypazarı’na yerleşti. Burada bir mescid ve bir değirmen inşa etti. Akşeyh’in ünü çabucak yayıldı, çevresinde büyük cemaatler toplandı. Şöhret âfetinden korunmak zorunda olduğunu biliyordu. Bunun için önce İskilip’in Evlek köyüne, oradan da Bolu’nun Göynük kasabasına (şimdi ilçesi) göçtü. Hayatının son yıllarını orada geçirdi. Yıl 1459’du. Bir gün şöyle dedi:

    -Bu tıflü sagir oğlum (küçük evladım) Muhammed Hamdi yetim, zelil kalur; yoksa bu mihneti (sıkıntısı) çok dünyadan göçerdim, dedi.

    Bu sözü çeşitli vesilelerle sıkça söylemeye başlayınca Muhammed Hamdi’nin annesi bir keresinde kendisine şöyle cevap verdi.

    -Göçerdim dirsin, yine göçmezsin!

    Bunun üzerine Şeyh “o halde göçelim!” dedi. Göynük kasabasında inşa ettiği mescitte dostları ve çocuklarını topladı. Vasiyetini tamamladı, helalleşti, vedalaştı. Sure-i Yasin okunmaya başlandı. Sünnet üzere yatıp tertemiz canını Yüce Mevlâsına teslim etti. 70 yaşında idi. Türbesi, vefatından beş sene sonra Göynük’ün doğu tarafındaki Gazi Süleyman Paşa Camii ile dere arasındaki meydana yaptırıldı.

    Allah şefaatlerine nail eylesin...


    Seni çok Özledim Annem

Benzer Konular

  1. Güzelliği yüzünde taşıyanlar
    By Reyhani in forum Hikmetli Sözler
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 17.07.09, 23:33

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •