Sayfa 2/3 İlkİlk 123 SonSon
23 sonuçtan 11 ile 20 arası

Konu: Bir demet hadis tahlili

  1. #11
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili



    12.İltifat Edilmeyecek Üç Zümre

    İmam Müslim’in rivayet ettiği bir hadîste:

    “Üç zümre vardır ki, Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onları temize çıkarmaz. Ve onlara can yakıcı bir azap vardır. Elbiselerini sürüyerek yürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve malına yalan yeminle revaç verip satmaya çalışan...” 303

    Meal Bir Mirsattır

    Arz ettiğimiz bu Türkçe metin yukarıdaki hadîsin kısacık bir mealidir. Mealler, sadece bir mirsad ve ölçüdürler. Onlarla hakikat aranır ama onlar hakikatın kendisi olamazlar. Kur’ân’ı dahi mealde arayanlar ne büyük bir yanlış ve yalana takılıp kalmışlardır. Çünkü Kur’ân’ın; Allah tarafından indirilen şeklinde, mucizelik vardır. Onu meâl haline getirdiğinizde, derisi yüzülmüş bir nesneye benzetmiş olursunuz. Onun için, esas olan, Kur’ân ve hadîsin bizzat kendi orijinal lafızlarıdır. Binaenaleyh, biz de yukarıda zikrettiğimiz hadîsin lafzı üzerinde bir nebze durarak, anlatılmak istenen hususa, zihni yaklaştırmaya çalışacağız. Zaten, bizim bütün yaptığımız, o nur fevvâresi etrafında dönüp durmaktan ibarettir. Bu, bir seyr-i aklî ve zihnîdir. Dua ve niyazımız, Cenâb-ı Hakk’ın, bizleri seyr-i ruhânîyede muvaffak kılmasıdır.

    “Üç” mutlak olarak bırakılmıştır. İsterseniz siz buna, erkek veya kadın, isterseniz zümre veya cemaat diyebilirsiniz. Ve yine bu üç kişi veya zümreden maksadın, âlimler ya da cahiller olduğunu söyleyebilirsiniz. Burada esas üzerinde durulması gereken husus, bunların kimliklerinden çok, vasıfları olduğu için, hadîste bu mesele tasrih edilmeyip mutlak bırakılmıştır.

    nekre bir kelimedir. Sonundaki tenvin, nekrelik ifade eder. Demek ki bunlar belirsiz ve meçhûl insanlardır. Onlar öyle belirsiz insanlardır ki, onları belli edecek bir kimlikleri yoktur. Onlar hor ve hakir insanlardır. O kadar hor ve hakirdirler ki, onlara değer vermeye değmez. Nasıl ki Cenâb-ı Hakk, onların yüzüne bakıp onlarla konuşmaz; öyle de sizler de, merak edip onlarla konuşmaz ve onları tanımayı değerli bulmazsınız. Onlar, kalıplarıyla değil, kalpleriyle yenik düşmüş.. ve vicdanları, cesetlerinin altında kalıp ezilmiş kimselerdir. Yüce ve yüksek yerlere karşı içlerinde zerre kadar istidat yoktur. Süfliyet çukurunda yuvarlanıp durmaktadırlar...

    Bu “üç” kelimesinin hemen ardından, üç tane de geniş ve gelecek zamana delâleti olan fiil zikrediliyor. Bu üç fiil, bu üç zümre için karanlık bir tablo çiziyor. İnsan daha üç denince hemen, bu “üç”ün sırtına binip, o üç zümrenin karanlık akibetini seyrediyor gibi oluyor.

    Üç Mahrumiyet

    Mukaleme Mahrumiyeti

    İlk fiil, cümlesinin başındaki fiil-i muzaridir. Fiil-i muzarinin ise, hem geleceğe hem de geniş zamana delaleti vardır. Kendisinde hitap çiçeği açan ve Allah’a muhatab olma isti’dadı verilen insanla, Allah konuşmayacaktır. Felaket, işte bu ilk cümle ile başlamaktadır. Rahman Sûresinde; Allah, onda beyanı yarattığını bir nimet, bir minnet olarak söylediği halde, gör ki, şimdi Allah (cc) bu insanla konuşmayacaktır. Halbuki, insanın konuşması, Cenâb-ı Hakk’ın mütekellim oluşunun bir delilidir. Kendi konuşmasına delil olan ve konuşan insan, öyle bir duruma düşmüştür ki, Allah (cc) onu kendisine muhatap kabul edip konuşmamaktadır.

    İnsanın, en çok konuşmaya ve derdini anlatmaya muhtaç olduğu bir günde ona, sözünün dinlenmemesinden daha büyük azap olabilir mi? O, medet istemekte ve çırpınıp durmaktadır. Ancak, onun yardımına koşacak yegane Zât onu hiç mi hiç dinlememektedir. Kur’ân-ı Kerim bu tabloyu anlatırken “kesin sesinizi ve benimle konuşmayın” der (Mü’mi-nûn, 23/108). Çünkü sizin konuşma yeriniz dünyada idi... Orada konuşacak ve “üns billahı” yakalayacaktınız. Dünyada iken Cenâb-ı Hakk’a enîs olmadınız. Bugün de O, sizin enîsiniz değildir.

    Nazar-ı İlâhî Mahrumiyeti

    İkinci tablo ise ,“Allah onlara bakmaz.” Onların, en çok rahmet nazarına muhtaç olacakları o günde, Cenab-ı Hakk, onlara kat’iyen rahmet nazarıyla bakmayacaktır. Bazı yüzler beşaşet içinde pırıl pırıl parlarken, bazı yüzler de o gün asık ve abûs olacaktır. Hiç şüphesiz, Cenab-ı Hakk’ın rahmet nazarıyla bakmadıkları, bu ikinci grup insanlardır.

    Herkes ismiyle çağırılırken, herkes bir vesileyle kurtuluşa ererken, kendilerine bakılmayan bu insanların durumu, ne kadar feci, ne kadar ürperticidir!

    Ka’b b. Malik’in, çok kısa bir süre için cezalandırılarak Allah Rasûlü tarafından böyle bir muameleye tâbi tutulması, hem ona hem de vakayı duyanlara ne kadar giran gelir304. Halbuki sözünü ettiğimiz kimseler bu akibete ebedî olarak müstehak olacaklardır. Aman Allahım! Cehennem dahi bu kadar korkunç olamaz. Rahmeti sonsuz bir Rabbin, insana bir an dahi bakmaması, ne büyük bir azap, ne korkunç bir akıbettir!.

    Ne diyebiliriz ki? İnsanlar, hep yaptıklarının karşılığını bulacaklardır. Hayır yapanlar hayır, şer işleyenler de şerle karşı karşıya kalacaklar.

    Tezkiye Mahrumiyeti

    Üçüncü durum ise, “Allah onları temizlemez. veya temize çıkarmaz.”

    İnsanlar, burada temizlenip, oraya tertemiz gitmelidirler. Temizleme ameliyesi dünyada yapılır. Ahirette ise, insanı ancak cehennem temizler. Onun için Cenâb-ı Hakk, onları tezkiye de etmeyecektir.

    İnsanlar, imtihan turnikesine bir kere girer ve on ikiden vurma imkânını, bir kere elde ederler. Kendisine verilen bu fırsatı değerlendiren kazanır; ihmal eden de kaybeder. Bunun üçüncü bir şıkkı yoktur.

    Hz. Eyyûb’un maddî hastalıklarına bedel ruh, vicdan, latife-i Rabbaniye, sır, hafî, ahfâ, bütün his ve duyguları hırpalanmış, delik deşik olmuş zavallı insan, o gün bu perişan haline bakacak, acaba temizlenebilir miyim diye ümide kapılacak. Ne var ki, bu üç sınıfa ait insanları Cenâb-ı Hakk, orada temizlemeyecektir.

    Akıbet: Azab-ı Elîm

    Ve akıbet: “Onlar için can yakıcı bir azap vardır.”Onlar, hemen bir adım daha attıklarında karşılarına çıkacak tek şey, o korkunç azaptır. Öyle bir azap ki, can yakan, insanın iliklerine kadar işleyen bir azap. İşte onlar, kendilerini böyle bir azabın gayyâ ve girdabında bulurlar...

    Böyle bir akıbete dûçar olacak olan şu üç zümre kimlerdir? Kimdir onlar ki, Allah onlarla konuşmayacak, onların yüzlerine bakmayacak ve onları asla temizlemeyecektir? Ve kimdir onlar ki, onlara can yakıcı bir azap hazırlanmıştır?

    Hadîsin buraya kadar olan kısmını okuyan bir insanda, müthiş bir merak uyanmıştır.. ve şimdi o, bütünüyle dikkat kesilmiş, bu üç meçhul zümrenin kimliğini öğrenmek için, bütün tecessüs gücünü harekete geçirmiştir. Allah Rasûlü sözlerine devamla: “Eteklerini sürüye sürüye gezen.” Bu söz, kibir ve gururdan kinayedir.

    Roma, Yunan ve Grek tarihlerinde, eteklerini sürüye sürüye gezen insanların resimlerini görürsünüz. Mevzu ile alâkalı çevrilmiş filmlerde bu, daha da açık görülür. Ancak, esas olan etek sürümek değil, bu işin bir gurur ve kibir alâmeti olarak simge haline getirilmesidir. Zaten hadîste kasdolan da budur.

    Kibir ve Gurur

    Gurur ve kibirin nasıl kötü bir illet olduğu ve nasıl kötü neticeler doğurduğu birçok âyet ve hadîste ayrı ayrı ele alınıp işlenmiştir. Meselâ, bir hadîslerinde Efendimiz: “Kalbinde zerre miktar kibir bulunan insan cennete giremez”305 buyurmuşlardır.

    Çünkü, kalbinde zerre kadar kibir ve gurur bulunana Allah (cc), hidayet yollarını tıkamıştır. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân’ında şöyle buyurmaktadır:

    “Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri, âyetlerimden uzaklaştıracağım. (Onları anlamayacaklar). Onlar, bütün mucizeleri görseler yine de iman etmezler. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen onu yol edinirler. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir” (A’raf, 7/146).

    Kibir, basireti kör eden bir perdedir. Kibirle meşbu bulunan bir vicdan, kainatta sayfa sayfa yazılmış mucizeleri göremez, idrak edip anlayamaz. Zira, basiret körleşince idrak adına basar da, hiçbir işe yaramaz.

    Büyüklük ancak Allah’a mahsustur. Günde beş defa minarelerden ilan edilen bu hakikatın bir başkasına izafesi nasıl hoş görülebilir ki?

    Bir kudsî hadîste: Cenâb-ı Hakk, şöyle buyurur: “Kibriya, benim ridâm, azamet ise benim izârımdır. Kim benimle bu mevzuda münakaşaya kalkışırsa onu (başaşağı getirir) cehenneme atarım.” 306

    “Kibriya”: büyüklük, ululuk, Cenâb-ı Hakk’ın bir sıfatıdır. İnsan için, iç ve dış elbiseler ne ifade ediyorsa keyfiyeti bizce meçhul, Cenâb-ı Hakk için de kibriya ve azamet, aynı şeyi ifade eder. Bu iki sıfatı Cenâb-ı Hakk’la paylaşmaya kalkanı Allah, hakkıyla paylar ve cehennemine atar.

    Kibirli kalbe iman taht kuramaz. Başka bir ifadeyle, Allah’tan başkasının taht kurduğu bir kalbe, Allah’a iman gelip oturmaz. Hareket ve davranışlarıyla, kibri, gururu temsil eden adamın da durumu budur. Hadîste böyle bir insan, “eteklerini sürüye sürüye yürüyen” olarak ele alınmaktadır.

    Başa Kakma

    İkinci insan veya zümre de, “mennân”dır. Allah (cc), ona mal ve mülk vermiştir ki, bu nimetlerden kendisi istifade ettiği gibi, başkalarına da infakta bulunsun, Cenâb-ı Hakk da, ona, bu infakına mukabil, birine binle karşılık versin. Ancak bu insan, hiç oralı olmamış... İnfakta bulunmadığı gibi, bazan verse de, onu da başa kakmak ve minnet etmekle iptal etmiştir. Oysa ki hem o mal, hem de kendisi Allah’ın mülkü ve memlûkü idiler. Onun bütün vazifesi Cenâb-ı Hakk’ın malını tevzi etmekten ibaret iken o, asıl mülk sahibi gibi insanlara minnet etme sevdasına düşmüştür. Bu, ne büyük bir gaflet, bu ne korkunç bir düşüştür!

    Allah (cc) ona mülk vermiştir. Ancak bu mülkte, başkalarının da hakkı vardır. Halbuki bu insan, cimrilik yapmakta, verdiği zaman da başa kakmaktadır. Kendisini eza takip eden sadakadan ise, hiç vermeyip güzelce savmak daha iyidir ki, Kur’ân-ı Kerim: buyurmaktadır (Bakara, 2/263).

    “Mennan” aynı zamanda cimri insandır. Halbuki cimrilik insanı, Allah’dan, cennetten ve diğer insanlardan uzaklaştırır.. uzaklaştırır ve cehenneme yaklaştırır. Efendimiz bir hadîslerinde cimri hakkında şöyle buyurmaktadır: “Cimri Allah’tan uzaktır.. cennetten uzaktır.. insanlardan uzaktır. Cehenneme yakındır.” 307

    Fiil Cinsinden Ceza

    Hadîste, belagat kaideleri açısından; “Leff-ü neşr-i müretteb” vardır. Yani, ibaresi; “Mennân”a bakmaktadır. Zira ikisi de ortadadır. Birinci ve sonuncu ifadeler de yine birbirlerine bakarlar. Durum böyle olunca, bu hadîsten şöyle bir nükte anlamak da mümkündür. Nasıl ki, mennân, dünyada iken, insanlara rahmet nazarıyla bakmamış, onlarla ilgilenmemiş, bazan verdiğini de başa kakmakla iptal etmiştir; ahirette de, bu yaptıkları cinsinden bir ceza ile karşılaşacak ve Cenâb-ı Hakk da, ona aynı şekilde muamele edecektir.

    Kibir ve gururla yürüyen, eteklerini sürüyen, başkalarıyla konuşmaya tenezzül etmeyen insanlar da, ahirette kendileriyle Cenâb-ı Hakk’ın konuşmayacağını bilmelidirler. Bilmeli ve o cezaya götüren yollarda yürümemelidirler.

    Normal zamanda bile yemin etmek doğru değilken, yalan yere ve sırf dünyevî menfaat temini gibi, hasis bir duyguya kapılarak yemin etmek ve böylece malına revaç kazandırıp onu satmaya çalışmak; bu da insanı yine karanlık akıbete doğru sürükleyen üçüncü tablodur ki tehdidi de bu hususa bakmaktadır.

    Üçüncü zümre ifadesiyle anlatılmaktadır.

    Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bunlar, ticarette yalan söyleyerek, kâr etmeyi hesaplamış, yalan yeminlerle halkı kandıracağına inanmış insanlardır. Evet, azaba müstahak olan üçüncü zümre de işte bunlardır.

    Allah Rasûlü’nün şu “cevamiu’l-kelim”ine bakın ve şöyle deyin: . Her hadîsten sonra böyle söylemek bize bir borçtur ve O’nun her ifadesi, bize “Muhammedü’r-Ra-sulullah”, dedirtmektedir.


  2. #12
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili



    13.Dil Belası ve İffet

    İmam Buhari’nin Sahih’inde rivayet ettiği bir başka hadîslerinde Allah Rasûlü, şöyle buyurmaktadırlar : “Kim bana, iki çene ve apış arası mevzuunda söz verir kefil olursa, ben de ona cennet için kefil olurum.” 308

    Bunu söyleyen, Allah Rasûlü’dür. O, bir insanın neye kefil olup neye olamayacağını herkesten iyi bilir. Cennet’e kefil olacağını söylüyorsa, mutlaka olacaktır. Zira, kardeşim deyip bağrına bastığı Osman b. Maz’ûn gibi bir sahabî hakkında hanımlarından birinin: “Cennet kuşu oldun gittin” demesine karşı çıkmış ve: “Ben Allah’ın Rasûlü olduğum halde bilmiyorum, sen onun cennetlik olduğunu nereden bildin?” 309 demişti.

    Demek oluyor ki, ağzına ve apış arasına sahip çıkacağına dair söz veren ve verdiği sözde duran bir insana, Allah Rasûlü cennet sözü verirken, bunu hevâ ve hevesine göre söylemiyor. Mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın bu mevzuda bildirdiği bir şeye binaen böyle bir vaadde bulunuyor.

    Zaten O, hiçbir zaman Cenâb-ı Hakk’ı kendi hevâ ve hevesine göre konuşturmadı. Böyle bir sükûttan O, her zaman muallâ ve müberrâ bulunmaktadır. Öyle ise dedikleri, aynı hak ve hakikattır, va’dettiği de günü gelince muhakkak olacaktır.

    Eğer sen, iki çene arasındaki dilini koruyabilir ve apış aranı muhafaza ile iffetli yaşayabilirsen, hiç tereddüt etmeden söylüyorum ki şayet ahirette, zebaniler seni derdest edip Cehenneme doğru götürecek olurlarsa, avazın çıktığı kadar bağırıp, Rasûlullah’ın sana kefil olduğunu haykırabilirsin. Senin bu sadâna: Hz. Muhammed Mustafa (sav)’nın şefaat ve kefaleti bir imdad olarak yetişecektir.

    Konuşmak Bir Nimettir

    Aslında insanın ağzı, beyan nimetine mazhar, değer ve kıymeti ölçülemeyecek kadar büyük bir uzuvdur. Ancak böyle mübarek bir uzuv, kötüye kullanıldığı takdirde, insanı helâkete, felakete götüren en zararlı bir âlet haline gelir ve onu mahveder. Ağız ki, insan onunla Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve takdis eder. Ma’rûf’u emir, münkeri nehiy ağızla yapılır. İnsan ağızla, Kainat kitabını ve onun ezeli tercümesi olan Kur’ân’ı tilavet eder, âyât u beyyinâtı ağzıyla okur ve başkalarına anlatır. Bazan, inanmayan bir insanı ifade ve beyanı vasıtasıyla imana getirir.. böylece üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlı bir iş yapmış olur.. ve insan, ağzıyla a’lây-ı illîyîne çıkar, sıddîkiyetin zirvesine taht kurar.

    Ancak aynı ağız, insanın felaketini de hazırlayabilir. Bütün küfür ve küfrana vasıta ağızdır. Allah’a ve O’nun şânı yüce Nebisi’ne ağız dolusu sövenler, bu iğrenç günahı ağızlarıyla işlemektedirler. Yalan, gıybet, iftira hep ağızla yapılır ve insan ağızla, Müseyleme’nin yalan çukuruna düşer.

    İşte Allah Rasûlü, sadece bir kelime söylüyor, bir uzva dikkati çekiyor... İşte bu tek kelimede, daha yüzlerce dile getirilmemiş hakikat ve bizim bir nebze işaret ettiğimiz hususlar bütünüyle matvi bulunuyor. “Ağzı, meşru dairede kullanın ki, ben de size cenneti söz vereyim” diyor. Bu, “ağzınızı kapayıp bir köşede oturun” demek değildir; meşru dairede kullanın demektir.

    Konuşmada Edeb

    Allah Rasulü, mahrem uzvun adını söylemiyor.. onun yerine iki bacak arası tabirini kullanıyor. Bu, O’nun yüce edebinin bir tezahürüdür. Zaten O, her zaman bizler için, gayet tabiî ve fıtrî olan şeyleri ifade ederken dahi, öyle kendine has derin bir edep içinde olmuştur ki, bazılarımızca en sevimsiz gibi görünen şeyler dahi, birden insanın gözünde sevimli birer tablo haline gelivermiştir. O, ahlâk; karakter, seciye ve tabiatıyla güzelliklere programlanmış bir insandı.

    İşte bak, insanlar arasında zikri utandırıcı olan bir uzvu zikredilecekken, Allah Rasûlü, kendine has güzellik içinde bu uzva telmihte bulunuyor, “iki bacak arası”, tabirini kullanıyor. Ne diyeyim, “güzellere peyrev olan elbet güzeldir..”

    Apış Arası

    Apış arası çok mühimdir. Hz. Âdem’in cennetten çıkmasına vesile memnû meyve, onun karşısına bu buudda çıkmıştır. Şu anda âyetin uzun uzadıya tahlili mevzumuz dışı olduğundan, bu hususa temas edemeyeceğim. Ancak iki bacak arasının ehemmiyetine dikkat çekmek için bu kadarcık bir işarette bulunup geçeceğim.

    Neslin devamı bu yolla olduğu gibi, zina ve fuhuşla, neslin harab olması da yine bu yolla meydana gelmektedir. Zira onun su-i isti’maliyle soy-sop birbirine karışır ve bütün hukuk sistemlerinde korunması gereken hususların en önemlileri bu sebeple yıkılır gider.

    Kim kimin babasıdır? Kim kime miras bırakacak, kim kimden hak talep edecektir? Aile nasıl korunacak, millet nasıl ayakta duracaktır? Bütün bu ve benzeri sorular ancak apış arasında iffetli olmaya bağlıdır. Afîf insanlar ve bu insanlardan meydana gelmiş cemiyetler, kendi iç yapılarını kıyamete kadar devam ettirirlerken; zina ve fuhuş bataklığına gömülen fert ve milletler, mevcudiyetlerini, bir batın öteye dahi götüremezler.

    Esasen her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da helâl dairesi geniştir ve keyfe kâfidir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. İnsandaki o arzu, en güzel şekilde helâl dairesinde de tatmin edilebilir. Onun içindir ki, Allah Rasûlü : “Evlenin, çoğalın. Zira ben sizin çokluğunuzla (diğer) ümmetlere karşı iftihar ederim”310 buyuruyor. Zira Allah Rasûlü, diğer ümmetlere karşı kendi ümmetinin çokluğu ile övünecektir. O’nun ümmeti, o kadar çok olacaktır ki, diğer ümmetler ona nisbeten gölgede kalacaktır. İşte ümmetin bu kadar çoğalması, yine apış arasına bağlıdır. Evet o neticeye de ancak bu yolla varılır. Nesebsizler de, neseb-üstü nesebe sahip olanlar da hep o yolla gün yüzüne çıkmaktadır. Ve orası, iki zıdda da açık böyle münbit bir arazidir.

    İnsanın bu mevzuda helâl yol arayışı ona bir vacip sevabı kazandırır. Allah Rasûlü, ashabına bu hususu açıklayınca, sahabi hayretle, bunun nasıl olacağını sordu. Allah Rasûlü de tebessüm ederek şu cevabı verdi: “Eğer helal yolla olmasa idi, haram olmayacak mıydı” 311. Haramı terk ise vaciptir. Öyleyse helâl yolla mübaşeret insana vacip sevabı kazandırır.

    Düşünmeli ki, dış yüzü itibariyle sözü edilince insanları utandıran bu mevzu, nebilerin dahi gelip geçtiği bir yoldur. Eğer Hz. Âdem’e, böyle bir duygu verilmeseydi, Kainatın iftihar tablosu olan Hz. Muhammed Aleyhisselam nasıl vücuda gelecekti? Demek ki, o memnu meyvenin asıl gayesi ve hakikî illeti, Efendimiz’i semere vermesiydi...

    “Eğer, Hz. Âdem, o memnû meyveye el uzatmakla, Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın dünyaya gelmesi arasındaki münasebeti bilseydi, değil el uzatmak o ağacı köküyle yerdi..” sözünü coşkun bir vaizimizden dinlemiştim...

    Amûdî Velayet

    Bilhassa burada çok önemli bir hususa dikkatinizi istirham edeceğim: Allah Rasûlü, iki çene ve apış arası hakkında söz verene, cenneti va’dediyor. Cennetle müjdelenen müstesnâ kametler ma’lum.. demek onların dışında da bazı kimseler ihraz ettikleri makam ve kazandıkları kurbiyet haysiyetiyle böyle bir mazhariyeti elde etmiş oluyorlar. Buradaki mazhariyet, ağız ve apış arasını korumanın zorluğundan geliyor.. ve mümkün de; zira, şehvetin, bütün vücudu sardığı, benliği kavrayıp ruhu sarstığı bir anda, hatta iradenin gevşeyip fenalığın her türlüsüne açık hale geldiği bir zamanda, Hakk’ın hatırı için insanın kendisini frenlemesi o kadar önemlidir ki; insanın amûdî olarak zirveleşmesine vesile olabilir ve böyle bir amele muvaffak olan insan, elbette Allah Rasûlü’nün kefaleti altına girip cennetlere uçabilir.

    Evet, ısrarla söylüyorum; nefsinin taşkınlıklarına gem vurabilen, onun her türlü fenalığa açık olduğu demlerde onu zabt u rapt altına alıp günahlara girmekten alıkoyan ve onlara karşı hep sabırla direnen hattâ bu gibi zaaflara karşı durmadan tahşidat yapan bir insan, başkasının senelerce bir posta oturup postnişinlikle elde edeceği füyûzatı, bir anda elde edebilir. Yine bir başkasının, her gece kıldığı bin rekat namazın ona kazandıracağından daha fazlasını hem de bir anda kazandırabilir. Kazandırır ve dikey olarak velilik noktasına ulaştırır. Bunlarla, nafile namaz ve nafile orucun hafife alındığı zannedilmesin.. onlar, önemli birer kurbet vesilesidir ve hep öyle kalacaktır. Biz sadece insanı, insânî kemalata çıkaracak olan bir diğer vesileyi hatırlatmak istedik.

    Cenâb-ı Hakk’dan dileyelim, bize, beşeriyet itibariyle, beş-on insan kuvveti versin ve insanı “evc-i kemâlât-ı insâniye”ye yükselme esaslarıyla donatsın ama; her türlü su-i istimalatından da muhafaza buyursun! İnsanın tehlikelere açık bir fıtratla, tehlikelere açık bir zeminde çizgisini koruması çok önemlidir. Evet, fehvasınca çekilen sıkıntı kadar ganimet ve tehlike ölçüsünde de yükselme mevzubahistir. Ne kadar tehlike zemininde iyi işler görür ve ne kadar uçurum kenarında sorumluluk alırsanız başarılarınıza da o kadar mükafat verilir.

    Biraz daha açalım:

    Meselâ Allah sizin mahiyetinize bazı muzır maddeler koymuş; gazap, kin, nefret ve şehvet gibi... Ancak, bunların hiçbirisi, hiçbir zaman size hükmedememiş. Aksine siz, daima o müthiş iradenizle onları zabt u rabt altına almışsınız.. almış ve bir irade ve ruh insanı olarak yaşamışsınız. Farz ve sünnetleri yerine getirmiş.. kalb ve ruhun derece-i hayatını takib etmiş.. cehennem yolunun cazibedâr güzelliklerine takılmamış ve cennet yolunun zorluklarına katlanarak rabbâniliğinizi korumağa çalışmışsınız.. ve bir de bakmışsınız ki, nebilerle, sıddîklerle, şehitlerle beraber aynı iklimi paylaşıyorsunuz.

    Zannediyorum, ahirzamanda, şu binbir fitne içinde, din-i mübine sahip çıkmaya çalışan şu ikinci diriliş cemaatına, Hz. Muhammed Mustafa (sav)’ın kemâl-i letâfetle bakmasının arkasında da bu sır vardır... Çarşı pazar, gayyâ gibi insanları içine çekip eritmesine mukabil, varlıklarını koruyan, direnen ve dişlerini sıkıp dayanan bu insanlar, gerçekten hemen sahabinin maiyetinde sayılabilirler. Sahabe, Allah Rasulü’nün arkadaşları, bunlar da O’nun kardeşleridirler. Zira O, asırlar sonra gelecek bu insanlara, kendi yaşadığı devirde iştiyak izhar etmiş, âdetâ “Kardeşlerime selam olsun!” demiştir.312

    Evet, sanki Allah Rasulü, bütün asırlarla beraber, bu asrın insanına da husûsi olarak “kim ağzını ve apış arasını korumaya söz verirse, cennet için ona kefil olurum” demektedir. Bu söz, öyle insanlara söylenmektedir ki, onlar cennete fevkalâde müştak ve arzulu, Allah ve Rasûlü’ne kavuşmaya karşı da alabildiğine sevdalıdırlar. Ve onlar, Allah Rasûlü’nün müjde dolu bu ifadesine muvafık hareket ederek, inşaallah ipi göğüsleme azmi içindedirler.

    İşte Allah Rasûlü, en veciz bir ifadeyle, cennete gidecek yolları bu şekilde izah ediyor ve bu kısacık ifadeyle en ideal fert ve cemiyetin tablosunu resmediyor. Bu kadar uzun bir hakikatı, bu kadar veciz bir ifadeye sığdırabilmek, acaba Fetanet-i Azam sahibi olmaktan başka ne ile izah edilebilir. Evet, Söz Sultanı ancak O’dur ve “cevamiu'l-kelim”de O’nun sözlerine denir.


  3. #13
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili



    14. Hataları Silip Dereceleri Yükselten Ameller

    Müslim’in naklettiği bir başka hadîste yine Allah Rasûlü şöyle buyurmaktadır :

    “Allah’ın, hatalarınızı silip temizleyeceği ve sizi derece derece yükselteceği (önemli) bir hususa delalet edeyim mi? Ashabı: Evet Yâ Rasûlallah dediler. O da şöyle buyurdu: (Şartların alabildiğine ağırlaştığı ve) abdestin zorlaştığı durumlarda, eksiksiz tastamam abdest almak, mescidle (ev arasında gelip) gidip çok yol yürümek ve bir namazdan sonra diğer bir namazı beklemeye koyulmak, işte (sınır boylarında nöbet tutma seviyesinde kendini Hakk’la) irtibatlandırma budur.” 313

    Şimdi, yine gücümüz yettiği ölçüde bu zeberced söz dizisi üzerinde duralım:

    Evvela, Allah Rasulü, kelimesiyle, sözünün başında tenbih yapıyor ve muhatabları uyarıyor. Zira hadîsin devamında anlatılacak olan meseleler, dikkat isteyen meselelerdir. Zaten onların yapılması, ancak dikkat ve uyanıklıkla mümkündür. Bazı davranışlara insan, uyku halinde de muvaffak olabilir. Meselâ, bir insan uyuduğu için zina etmese veya uyuduğu için gıybette bulunmasa, en azından böyle günahlara girmemiş olur. Fakat bizim üzerinde durmak istediğimiz davranışlar, bizzat uyanıklık isteyen ve ancak uyanık olanların yapmaya muvaffak olacakları amellerdendir. Onun için, sözün başına tenbih edatı olan getirilmiştir.

    “Hata” kelimesi de, hadîste dikkat çeken bir kelimedir. Her insan hata işler. Hatta hatası olmadığını söyleyen bir insan, en büyük hatayı yapmış sayılır. Hata işlememek enbiyaya mahsusdur; herkes hata işler, hata işleyenin en hayırlısı da tevbe edendir314. İşte burada Allah Rasulü, insanı gayyâya doğru sürükleyen hatalardan kurtulma çaresini haber vermek istiyor.

    Sadece hatadan kurtulmak yeterli değil, insanın derece derece yükselmesi ve mesafe alması da çok önemlidir. Aslında hatanın silinmesi de onun bir derece yükselmesi demektir. Diğer yapacağı amellerle de o, ayrı derinliklere ulaşacaktır. Böylece insan menfi-müsbet bu amelleri sayesinde nurdan bir helezon içine girecek ve sürekli nâmütenâhîliğe doğru pervaz edecektir. Zannediyorum, Marifet-i İlâhî deryasında yelken açmak da bu olsa gerek...

    Bu amellerden birincisi, en zor şartlarda abdest almaktır. Ancak bu abdest, arızasız, kusursuz olmalıdır. Karda, kışta, soğukta, bazan suyun abdest alınmaz gibi olduğu anlarda...

    İkincisi, mescid yolunda ömür tüketmektir. Böyle bir ömür, bir gün çürüyen bir çekirdek gibi, ahirette cennet meyvesi veren bir ağaç haline gelecektir. Çok uzak mescidlere gitmek ve ayağın hiç mescidden kesilmemesi, bu da ikinci ameldir.

    Hedef: Namaz

    Üçüncüsü ise, bir namazın ardından iştiyak içinde diğer namazı beklemektir. Bu da, bir başka hadîste de ifade edildiği gibi, kalbin mescide bağlı (asılı) olması, demektir.315

    Namaz, ruhun istirahatı, vicdanın tenezzühüdür. Herkesin, birşeye karşı zaaf ve şehveti vardır. Allah Rasûlü’nün şiddetli iştiyak ma’nâsına şehveti ise, namaza karşıdır316. Onun içindir ki, her defasında Bilâl’e seslenir: “Bilâl, bizi biraz rahatlat! (İçimize su serp!)” 317 der. Ve “Namaz, bana gözümün aydınlığı kılındı” 318 buyurarak bu hususa işaret eder. Zannediyorum, bizim cennete girerken duyacağımız arzu ve iştiyakı, Allah Rasûlü, her namaza duruşunda hissediyordu ve onun için de, bir namazdan sonra diğer namazı iştiyakla bekliyordu.

    Hadîste üç ayrı şey anlatılıyor: Ancak, dikkat edilirse bütün bu üç şeyin de namaz etrafında dönüp durduğu hemen anlaşılır.

    Namaz, insan hayatında, ucu miraca dayanan ve insanı, insanî hakikatlara karşı en güzel şekilde uyaran, tenbihte bulunan, önemli bir faktördür ki, mü’minin miracı sayılmıştır.

    Namaz, dinin direğidir319 ve sefine-i dini namaz yürütür. O, olmayınca, dinin uzun süre ayakta durması mümkün değildir. Namaz, nasıl bizâtihi tenbih işidir; öyle de edası da, aynı şekilde bir münebbih olarak yerine getirilmelidir. İnsan, namazını kalbi ve duyguları başka bütün meşgalelerden âzâde olarak edâ etmelidir. Onun içindir ki, insanın abdest için sıkıştığı bir durumda namaza durması makbul sayılmamıştır320. Evet, insan, kafası böyle şeylerle meşgulken namaza durmamalıdır. Çünkü o anda insanın kafası, iki şeyle meşgul olur. Ve bu gibi durumlarda ise, ekseriyetle çok önemli hususlar kaçırılmış olur. Ayrıca, böyle bir vaziyette namaza durmada, namaza da hakaret vardır. Zira o, hemen geçiştiriliverecek kadar basit bir iş değildir. O, hemen aradan çıkarılıversin diye değil, arayı aydınlatsın diye vardır.

    Namaza Hazırlık

    Diğer taraftan, huzur-u kalple namaz kılmak için yapacağı bütün ön hazırlıklar da, aynen namaz gibi insana sevap kazandırır. Onun için evvela, atması gerekli olan şeyleri atacak ve ibadet turnikesine sadece ibadet duygusuyla girecek ve namazda kendisini meşgul edecek bütün tesirlerden kurtularak, namaza öyle duracaktır. Böylece namaza durma anına kadar geçen her merhale, o insana yine sevap kazandıracaktır. Çünkü onun niyeti, huzur içinde namaz kılmaktır ve mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır321. Düşünmeli ki, bir başkası, bu ihtiyacını görürken sadece ihtiyacını görmüş olur; halbuki mü’min ıtrahatında dahi sevap kazanır.. evet onun istincası, istibrası hep sevaptır.

    Aslında ihtiyacın giderilmesi, abdestin alınması, insanı ruhen namaza hazırlamaları itibariyle de, oldukça ehemmiyetlidirler. İster bu abdest uzuvlarının yıkanması esnasında vücuddaki elektriklenmenin mecrâ değişikliğine uğramasından, isterse getirilen başka izahlar sebebiyle olsun, netice değişmez. Aslında mü’min abdest alırken, bu gibi hikmetleri hiç de aklına getirmez. O, abdesti ne için alıyorsa sadece onu düşünür. Düşündükleri arasında en birinci sırayı da namaz alır.

    Abdest için yapılan hazırlık, tenbihin birincisi, abdest ise ikincisidir. Sonra ezan okunur, bu da, üçüncü defa insanı namaz için uyarır. Aslında hem abdest alırken, hem de abdestin sonunda mesnun olan artık suyu içmek, dua okumak gibi sünnetleri yerine getirirken insan, hep metafizik bir gerilime girmektedir. Ardından buna, bir de sünnet olan namazı kılmak eklenir ki, böylece insan farzı kılmaya tam hazır hâle gelir.

    Evet, namaz turnikesinde her şey bize namazı hatırlatıyor. Ta işin başında minarelerden yükselen lâhutî sadâ, gerilimimizi artırabildiğince artırıyor ve biz Allah’ın büyüklüğünü vicdanımızda duymaya başlıyoruz. Gideceğimiz mescide ulaşmak için, adımlarımızı daha da sıklaştırıyoruz.. böylece ezanla, ötelerden gelen bir çağrıya icabet ediyor gibi ritmimizi artırıyoruz. Ezanı okuyan ses, sona doğru erimeye yüz tutarken, biz de, vicdan ve ruhumuzla âdetâ eriyoruz. Sonra mescide gelip nafile namaza duruyoruz. Bu da, bir bakıma bizim için farzın kapılarını zorlama oluyor. Ve sanki nâfilemizle teveccüh ettiğimiz Rabbimize şöyle demek istiyoruz: Allahım istiyorum ki hep Sana teveccüh edeyim.. aradığımı Sen’de bulayım... Seni görüp, Seni duyayım... Ve hep Seni soluklayayım. Çünkü Sen’in dışında başka taraflara bakmak, başkalarını görmek, başka şeylerle meşgul olmak fuzulidir. Ben fuzuli şeylerden kaçıyor, çok önemli bir şeye teveccüh ediyorum.

    Nafilede, kapıyı böylesine zorlamak ve hak kapısının tokmağına dokunmak, farza şuurluca girebilme halini yakalamaya çalışmak, farzla konsantre olmak için önemli vesilelerdir.

    Abdest, yapacağı tesiri yapmıştı... Ezan da yaptı.. ve nafile ile üçüncü adımı da atmış olduk. İşte tam bu esnada, nağmesi sûzişî bir müezzin kalkıyor, kemal-i samimiyetle Allah’a yöneliyor ve kamet getiriyor. Bizim için bu, artık heyecan adına bardağı taşıran son damla oluyor...

    Bu son noktada olsun, vicdan heyecana gelmiyor, Allah’a tam teveccüh edemiyor ve “mihrabım neredesin!” deyip inleyemiyorsa o işte bir noksanlık var demektir.

    Müezzin kamet getirmekle, Allah’tan başka insanı meşgul edecek her şeye son darbeyi indirir ve kul da “Allahü Ekber” deyip namaza bu mülâhaza ile girer, sonra da rükua giderken, secdeye varırken hep bu sözü tekrar eder. Böylece her rükünde Rabbinin büyüklüğünü, kendisinin de küçüklüğünü ilan ederek: “Rabbim, Sen büyüksün, ben de küçük” der büyük azemetiyle durur, küçük de O’nun karşısında tam bir kulluk ve kölelik şuuru içinde serfüru eder, düşüncesiyle kıvranır durur. Siz isterseniz buna, namazla konsantre olmanın umumî serancamesi diyebilirsiniz.

    İnsan, namazda Allah’a ulaşır.. hem öyle ulaşır ki, Hz. Muhammed Mustafa’nın Mirac’ta Allah’a mülaki olup, verdiği selamı, o da tahiyyatta, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’a yöneltir ve o selâmı tekrar eder.

    Hataların Temizlenmesi

    Hadîs-i şerifte hataların mahvedilmesinden bahsedilerek “hataları siler temizler” deniliyor. Burada “mahv” yazılmış birşeyin silinmesi, demektir. Öyle ise, hata bir nüve halinde tabiat-ı beşerde var. İnsan bu nüveyi ya nemalandırır veya gelişmesine fırsat vermez. Allah Rasulü’nün, tavsiye ettiği hususların yapılmasıyla Cenâb-ı Hakk, bu hataları silip süpürür ve kabiliyet-i şerri de kabiliyet-i hayra çevirir.

    âyetinde de bu hakikata işa-ret edilir. Âyet şöyle demektedir: “Allah dilediğini silip, iptal eder, (dilediğini de) isbat edip sabit bırakır. Bütün kitapların aslı O’nun yanındadır” (R’ad, 13/39).

    Demek oluyor ki, hata istidat olarak insan tabiatından ayrılmayan bir araz ve her insan için çok önemli bir husus... Öyle ise, onun temizlenmesi ve silinmesi de mutlaka herkesi ilgilendirecektir.

    Her insan, hata işleyebilir, hattâ hayatını inhiraflar içinde sürdürebilir. Ancak bu hataların silinerek, yerlerine âli derecelerin kaydedilmesi de, her zaman ve herkes için mümkündür. İşte böyle bir bahtiyarlığa mazhar olma yollarından biri de, her şeye rağmen, bütün sıkıntılara katlanarak abdest almaktır.. ikinci olarak ciddi bir arzu ve iştiyakla sürekli mescidlere koşmak, sonra da âdetâ kalbi mescide asılı kalmak ve hayatının diğer parçalarına da nur saçayım diye, yine mescide gelmek niyetiyle mescidden ayrılmak.. ve üçüncü olarak, namazdan sonra başka bir namazı intizar etmek. Bunlar, hem hataları siler, götürür hem de insanı, derece derece arş-ı kemalata uruc ettirir.

    Ribat

    Allah Rasulü, bu amelleri “Ribat” olarak takdim buyurmuş ve bu kelimeyi üç defa tekrarlamıştır.

    “Ribat”, maddî-manevî bereketin, akıp akıp gelmesine denildiği gibi, her türlü belâ ve musibetin geleceği noktalara karşı uyanık olma ve dikkat kesilmeye.. ve kendini bir işe, bir şeye bağlama ve adamaya da denir. Zaten, tehlike noktalarını beklemek üzere, kendini o işe adamış askere de “Murâbıt” denilmektedir. “Murâbıt”ın cem’isi “Murâbitûn” kelimesidir. Bir zamanlar, bu isim adı altında bir devlet de kurulmuştu.

    Kur’ân-ı Kerim : “Ey iman edenler! Sabredin, sebat gösterin ve (ci-had için) hazırlıklı ve uyanık bulunun! Allah’tan korkun ki başarıya eresiniz” (Âl-i İmran, 3/200) buyurarak bize işte bu rabıtayı emretmektedir.

    Başka bir âyette de : “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiğince kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın..” (Enfal, 8/60) buyurulmakla değişik bir zaviyeden “ribât” a dikkat çekilmektedir.

    Ribat, kendini adama, vakfetme ma’nâlarına geldiğine göre, insan, tastamam abdest alır.. mescidle evi arasında âdetâ mekik dokur.. sürekli kalbi mescidde evine veya işine bu düşünce ile dönerse o insan, kendini Allah’a adamış, vakfetmiş demektir.

    Bu ifadesiyle Allah Rasûlü bir cinas kapısı da açıyor ve diyor ki: Aslında ribat, düşman karşısında, askerlerin ülke sınırlarını korumak üzere kendilerini vakfetmelerine denir. Dış düşmanlara karşı hazırlıklı olmak ve onların gelebileceği noktalara tahşidat yapmak, bu bir ribat olduğu gibi, bir de insanın, şeytan ve nefis denen düşmanlara karşı bir kavgası vardır.. ve bu kavga bir ma’nâda o cihattan daha büyüktür. İnsan ise, bu her iki cihadı da yerine getirmekle mükelleftir. Bunlardan biri, küçük cihad, “cihad-ı asgar”, diğeri ise büyük cihad, “cihad-ı ekber”dir. Düşmanla yaka-paça olurken, insan çok defa nefsine ait, aldatıcı şeyleri düşünme fırsatını bulamaz; böyle bir insanın, tenin, cesedin, bedenin altında kalma ihtimali daha azdır. Zira, bütün benliğini cihad düşüncesi sarmış ve onu bütünüyle meşgul etmektedir. Fakat o, rahata, rehavete çekildiği zaman, ruhunu fena şeylerin sarma ihtimali yüksektir. Onlara karşı ruh dünyasını koruma ve kollama mecburiyetindedir. Bu da bir cihaddır ve bu cihadda kullanacağı en mühim silah da namazdır. Cihad, yerine göre farz-ı kifaye, yerine göre farz-ı ayn olur. Maddî cihadla, iç cihad arasında, farziyette de bir benzerlik vardır. Onun içindir ki Allah Rasûlü, bir muharebeden dönerken: “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” buyurmuşlardır. 322

    İnsanın kalbinin camiye asılı olması; yani namazla içli dışlı bulunması ve Nebi’nin anlayışıyla namaza şehvet hissiyle bağlanması âdetâ onun bir namaz âşıkı kesilmesi, kesilmesi ve namazın, o şahıs için göz aydınlığı haline gelmesi, cephede nöbet bekleyen insanın ameline denk ve müsavi tutulmuştur.

    Bu hadisle ilgili mülâhazalarımıza kısa bir hülâsa getirecek olursak: İkisi daha ziyade davranışlarla, diğeri de niyetle alâkalı öyle üç şey ki, duygu ve düşünce itibariyle insanı bir çeper içine alıyor, “Şüphesiz iyilikler kötülükleri siler-süpürür götürürler” inşirah-bahş fermanı gereğince, onu geçmişteki günahlarından arındırıyor ve geleceğin muhtemel hatalarına karşı da, ibadet aşkı, Hakk’la irtibat ve niyet gücüyle techiz edip savaştırıyor.

    Birincisi; su ve hava unsurlarının rahat abdest almaya müsait olmadığı; suyun da, havanın da soğuduğu veya nedretinden dolayı suyun, abdeste sarfedilmeyecek kadar kıymetlendiği durumlarda -tabiî hayatî ve zarûrî ahval müstesna- özene özene abdest almak, çok derin bir hulûs, ciddi bir sevap hırsı ve alabildiğine bir kulluk iştiyakı ister ki, yerine getirebilsin. Eğer bir insan bütün bu derinlikleri göstermenin ifadesi olarak, en ağır şartlar altında abdest alabiliyorsa, gönlü ma’mûr ve O’nunla irtibatlı demektir. Zaten -buradaki “cihet-i câmia” da irtibattır- böyle aydınlık bir dünyada, lekeler kıymık kıymık gidip ruhun derinliklerine saplansalar bile, kat’iyen kalıcı olamazlar. Abdestin, vücudun elektriğini dengelemesi.. insanın abdestle büyük ölçüde streslerini yenmesi.. ve ruhun günde beş defa metafizik güçle yenilenmesi bizim için mahfuz ve müsellem olmakla beraber, mevzûnun çerçevesini aştığı için geçiyoruz...

    İkincisi; bir ma’nâda mirac.. ve Allah’a ulaşma yolunda gidip gelip mescidlerin yollarını aşındırma.. bedenin zindeleşmesi ve fizikî gücün korunması mahfuz.. ruhun, idrakları aşan neşvelerle şahlanması, kalbin, daha namaza girmeden namaz mülâhazalarına dalması, tam Allah huzuru sayılan mühim bir ibadet için gerekli konsantrasyonun sağlanması ve “çokça adım” sözüyle ifade edilen bu uzun yolda ayrı ayrı buudlarda değişik mülâhazalara dalınması, dalınıp başkalaşılması ve bu başkalaşmalar içinde kara geçmişlerin nedametlerle silinip, iniltilerle ak’a boyanıp aklanması, hayrın, yeni hayırlara vesile olması ma’nâsında öyle salih bir dairedir ki -fâsid daire karşılığında kullanıyorum- bu dairede seyahate azmetmiş birinin geç-mişi, “Neticede Allah senin geçmiş günahlarını yarlığayacak” beyanından nebean eden vefaya; geleceği de “gelecek günahlarını da..” hısn-ı hasînine emanettir. Onun içindir ki, bu seyahatin her menzilinde gözler, “ ” ile açılır-kapanır, gönüller de “ ” beşaretiyle coşar...

    Üçüncüsü; âşığın vuslat bekler gibi, namaz vakitlerini beklemesi ve o mübarek vakitleri, tıpkı "evkat cetveli” gibi kullanarak, hayat ve faaliyetlerini ona göre tanzim etmesi, öyle tasavvurları aşan bir zaman anlayışıdır ki; insan o sayede, amellerin belli zaman dilimlerine dağılmasından meydana gelen boşlukları, ancak, böyle bir niyet buuduyla doldurabilir, namazdaki huzuru ve Hakk’a yakınlığı namaz dışına da taşıyabilir ve bütün dünyevî meşgalelerini Allah’la irtibatlandırıp hepsini ibadet haline getirebilir. Bu itibarladır ki, sınırlılığı içinde niyet sayesinde sınırsızlaşan pek çok ibadet gibi, intizar ruhuyla kılınan namaz da, aynen maddî-ma’nevî cihad gibi“ ” sözüyle insanın Rabbi’yle münasebetinin ünvanı olmuştur.

    Bu da, abdest ufkunda tüllenip, namazla semavileşen mü’minin aydınlık dünyasından, küçük bir kesit takdim etme adına, yine O’ndan, alabildiğine kısa fakat derin, oldukça az kelime fakat şümullü bir söz örneği...

    Sözü daha fazla uzatmadan O’nun başka bir nurlu beyanına intikal etmek istiyorum. Bu defaki bir Kudsî Hadîs (mâ’nâsı Cenâb-ı Hakk’tan, lafzı Efendimiz’den olan hadîslere Kudsî Hadîs dendiğini hepimiz biliriz).


  4. #14
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili



    15. Salih Kullara Sürprizler

    Buhari’nin rivayet ettiği bu hadîste Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “Ben salih kullarıma, ötelerde, öyle şeyler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ne de kimsenin hayaline gelmiştir.” 323

    Hadîste bir sürprizden bahsedilmektedir. İnsan orada, beklemediği şeylerle hem de beklemediği bir anda karşı karşıya gelecektir. Gerçi Kur’ân’da,cennete ait bazı nimetler anlatılmaktadır. Ancak bu, onlara sadece ad ve ünvan, yaklaşma ve bir mirsad-ı tefekkürdür. Yoksa dünyada iken onların hakikatını kavramak mümkün değildir.

    İbn-i Abbas (ra) “Onlara, benzer şeyler verildi” (Bakara, 2/25) âyetinin tefsirinde der ki, cennette sizin bildiğiniz nimetlerin sadece adı vardır324. Tattığınız zaman, çeşnisiyle, “bu şuna buna benziyor” diyebilirsiniz ama kat’iyen onun aynı değildir. Çünkü cennet nimetleri de aynen cennetin kendisi gibi, onun ebedî ve bâki oluşuna muvafık yaratılmıştır. Bu dünyaya ait karpuzu, kavunu, elmayı, armutu orada aramak safdillik olur...

    Cennet, sürprizler diyarıdır. Başınızı döndürecek, bakışınızı bulandıracak, sizi mest ve sermest edip kendinizden geçirecek ve âdetâ ne yaptığınızı bilemez hale getirecek içinde her çeşit nimetin dizildiği bir ukba panayırıdır cennet. Ayrıca, binlerce sene cennet hayatı, bir anlık cemalini seyretmeye mukâbil gelmeyen, Cenâb-ı Hakk’ı müşahede de yine Cennet sürprizlerinden. Yani mü’minler cennete girince orada Rabbilerini müşahede edeceklerdir. Yoksa Cenâb-ı Hakk, zaman ve mekandan münezzehtir.. o mekan cennet ve o zaman cennet zamanı olsa bile. Evet, salih kullara, Cemalullah’ı seyretme gibi bir sürpriz de hazırlanmıştır.

    “Salih”; arızasız, kusursuz iş yapan demektir. Salihât ise, arızasız-kusursuz yapılmış işlere denir. Yapılan işlerin salihata dahil olup olmadığı ise, ancak İlâhî kıstaslara vurularak anlaşılır. Yani, Allah’ın ölçüleri içinde, namaz nasıl kılınır, oruç nasıl tutulur, zekat nasıl verilir, cihad nasıl yapılır, iç âlem nasıl kontrol altına alınır, vicdana nasıl bakılır, ruh nasıl şahlandırılır, irade nasıl güçlendirilir, his ve duygular nasıl geliştirilir? Bütün bu “nasıllar”, İlahî ölçü nasılsa öylece bir değere tabi tutulur ve öylece değerlendirilir. Bu itibarla, insanın kendini Allah’ın beyanına göre ayarlaması, akord etmesi ve Cenâb-ı Hakk’ın hoşuna gidebilecek şekilde sesler çıkarmaya çalışması salihat adına ilk adım sayılır.

    Evet, bir sâzendenin çalma faslına geçmeden evvel sazını akord ettiği gibi, siz de, nezd-i Ulûhiyette hoşa gidecek, hora geçecek bir ses çıkarmak istiyorsanız mutlaka kendinizi Kur’-ân’a göre ayarlamalı ve akord etmelisiniz. Tâ sesiniz ötelerde hüsn-ü kabul görsün. Yoksa yüzünüze bakılmaz! Cenâb-ı Hakk, Semî ve Basîr’dir. Her şeyi görür, her sesi duyar. Ancak, eğer sesiniz o makama uygun değilse, sizi dinlemez. Dolayısıyla siz de sesinizi duyuramamış olursunuz.

    Bir diğer ma’nâda Sâlihât; yapılan amellerin, bizzat Cenâb-ı Hakk tarafından gözetildiği ve gözetileceği mülâhazasıyla, özene bezene yapılması demektir. Öyleyse insan, önüne gelen bütün iyilikleri titizlikle yerine getirmelidir. Çünkü hangi amelin, kurtuluşa vesile olacağı belli değildir. Onun içindir ki, Allah Rasûlü buyurmaktadır. “Allah’tan kork ve hiçbir ma’rûfu küçük görme.” 325

    Ayrıca mevzubahis ettiğimiz hadîste: “Benim salih kullarıma” ma’nâsına denilmektedir. Demek ki salihât, onları Allah’a yaklaştırmış ve Allah tarafından sevilen sevgililer haline getirmiştir. Başka bir hadîs-i kudsîde ise Allah tarafından sevilenlerin durumu şu şekilde anlatılmaktadır:

    “Artık onu sevdim mi, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum.!” 326

    Yani, kul, salihatla Allah’a öyle bir yakınlık kazanır ki, tamamen O’nun boyasıyla boyanır.. ve artık o, gassalın elindeki meyyit haline gelmiştir; onu sağa sola evirip çeviren, hep Cenâb-ı Hakk’tır. Bu ne tatlı bir cebirdir ki, Rabb, onu doğruluk istikametinde sevk etmektedir. Gayri böyle bir insanın ilahî bir lütuf eseri olarak Hakk’dan yüz çevirmesi söz konusu olmasa gerek. Çünkü o; “Benim kullarım” denilebilecek noktayı tutmuş ve mukarrebine dahil olmuştur.. ve zaten böyle biri: “Tut beni Allahım! Tut ki, edemem Sen’siz” der, inler.

    O, iyi ve güzel olan hemen her şeyi yapar ve yaptığı her şeyde de kurtuluşuna vesile arar. Zira o, hangi amelin kurtaracağını bilmediğinden dolayı, önüne gelen hiçbir iyiliği kaçırmaz. Yaptığı bütün bu ameller ahirete bir sürpriz paketi olarak gider ve bir gün cennete girdiğinde, bu paketler onun önünde bir bir açılır ve ona gözlerin görmediği kulakların işitmediği sürprizleri yaşatırlar.

    Bazan, bir köpeğe su vermenin dahi insanı cennete ehil hale getirdiği ve getireceği327 bazan da bir kediyi susuz bırakmanın cehenneme sebep olduğu ve olacağı328 hakikatını nazara alarak diyoruz ki; cennet ve cennette verilecek de bütünüyle sürpriz şeylerdir.

    Hem, insan ancak gözünün gördüğü, kulağının duyduğu, hayalinde canlandırabildiği şeyleri bilebilir. Halbuki, insan, sınırlı olduğu gibi bu duyguları da sınırlıdır. Dolayısıyla bu duygular vasıtasıyla ancak sınırlı olan şeyler idrak edilebilir; sınırsız bir âlemdeki nimetleri, bunlarla tartmak mümkün değildir.

    “İdrak-i meâli bu küçük akla gerekmez
    Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.”

    Z. P.

    Diğer bir tevcih de şu olabilir: Cenâb-ı Hakk yapılan iyiliklere bazan on, bazan yüz, bazan yediyüz, bazan yüzbin, bazan bir milyon, bazan da sayısını ancak kendisinin bileceği mükafat verir. Hiçbir kul, kendisine nasıl bir mükafat verildiğini bilemez. Ahirette ise, amellerinin karşılığı böyle tasavvurlar üstü sürpriz olarak önüne çıkınca, şaşırır kalır ki, böylece onun hayalinden dahi geçmeyen şeyler, birer hakikat olur.

    İşte bu kadar derin hakikatı, birkaç kelime ile anlatıveren Allah Rasûlü, bizim idrakımızın kavrayış cidarlarını zorlayan bu sözleri hiç düşünmeden, âniden ve irticalî olarak söylemiştir. Sadece şu söz dahi, O’nun nasıl bir idrak üstü fetânete sahip olduğunu isbata yeter... Ancak biz, O’ndan bahsetmenin verdiği ledünnî hazdan vazgeçemediğimizden hiç olmazsa birkaç sözünü daha nakletmeyi düşünüyoruz.


  5. #15
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili

    16. Cennet Mekârih Cehennem Şehevâtle Kuşatılmıştır

    Yine Buhâri ve Müslim’in rivayet ettiği bir hadîslerinde Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Cennet çepeçevre nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle sarılmış, cehennem de (bedenî arzu ve iştihâları kabartan) şehevâtla...” 329

    Cehennem şehvetlerle örtülü, şehvetler bohçasında dürülü ve şehvetler atmosferine açıktır. Cennet ise, aklın zahirî nazarına göre nahoş şeyler ve mekârih ile perdelidir. Her şeyi maddede arayanların gözüne, cennetlere uzanan yollardakiler hiç de güzel görünecek türden şeyler değildir.

    Esasen, hem cennet hem de cehennem, bizler için nimettir. Zira istikameti bulmada, birisinin teşvik edici, diğerinin de ürkütücü rolü vardır. İnsan, cennetin teşvik edici yüzüne bakınca hep oraya girebilmek için çalışır; cehennemin abus çehresini görünce de, ona düşmeme gayretiyle cennete doğru şahlanır. Böylece, her ikisi de bizim için rahmet olur.

    Ancak, Cenâb-ı Hakk, hem cenneti hem de cehennemi birer bohçaya sarmış, bunları insanların amel pazarına takdim buyurmuştur. İnsan kendisine verilen iradeyle bunlardan birini tercih etme durumundadır. İrade ölçüsünde isteyen, said olur cennete talip çıkar, isteyen de şaki olur cehennem yoluna girer.

    Evet, cehennemin etrafında, şehvetten bir atmosfer vardır ve cehennem böyle bir atmosferle sarılı bulunmaktadır. Bu atmosfer, dıştan çok cazip görünmektedir; yeme, içme, yatma, nefsin hoşuna giden her şeyi elde etme ve cismaniyet itibariyle tatmin olma gibi insanın arzularına seslenebilecek ne varsa, hepsi cehennemi saran bir haliçe ve bir kaneviçe gibidir. Hâsılı, cehennem yolu insanın cismaniyetini gıcıklayan bir şehvet mozaiğidir.

    Cennet ise, etrafı mekârihle sarılı bir sadeftir; abdest almak, namaz kılmak, hacca gitmek, zekat vermek, cihad etmek, Allah yolunda zorluklara katlanmak, yer yer cemiyet içinde bir parya muamelesine tâbi tutulmak, her türlü insanî haklardan mahrum bırakılmak, hapishane hapishane dolaştırılmak, sadece “Rabbim Allah” dediği için dayak yemek, sürgüne gönderilmek ve ademe mahkum edilmeye kadar daha bir sürü aklın zahirine göre kerih görünen şeyler. Evet cenneti de işte bunlar kuşatmış ve o da böyle bir atmosferle muhat bulunmaktadır. Dıştan bakanlar, hep bu perdelere takılır kalırlar. Perdeler itibariyle ise, cehennem iç gıcıklayıcı, cennet de ürperti verici bir durumdadır. Onun içindir ki, insanların çoğu işin dış yüzüne bakmış ve aldanmışlardır. Dolayısıyla cehennemin tâlibi çok, cennetin talibi ise oldukça azdır.

    İnsanların çoğu küçük hesaplar peşindedir. “Namaz iyidir, fakat günde beş defa kılmak bana zor geliyor” diyen bir insan, namazdaki çok küçük meşakkate takılıp kalmıştır. Kışın abdestin zorluğu, bazılarını yolda bırakmıştır. Halbuki, yukarıdaki hadiste gördük ki, aynı abdest, onun bu küçük sıkıntısına katlanan bir başkasını adım adım cennete yaklaştırmaktadır. Oruçta, zekatta, hacda, cihadda da aynı şeyleri düşünmek mümkündür. Akılları, akıllı davranmalarına mani olan niceleri, bu küçük engel ve engebeler karşısında gereken sıçrayışı yapamamakta ve cennetin etrafında seyrettiği mekârih, onların oraya girmelerine mani olmaktadır.

    Cehennem ise, basit hevesleri kendisine tuzak yapmış bir cadıdır. Çoğu kimse, biraz sonra hayatına mâl olacağından habersiz tıpkı sineklerin bala koşması gibi, bu zehire koşmaktadır. Evet, şehvet, onlar için zehirli bir baldır. Bu insanları, etrafında döne döne yanıp mahvolacağı ateşe doğru giden kelebeklere de benzetebiliriz; cehennemin etrafını saran şehevata doğru akılsızca gider ve kendilerini cehennemde bulurlar. Gördükleri perdenin verasını tam kestiremediklerinden cehenneme perde olan şeyler, onların cismaniyetlerini kamçılar ve onları kendine doğru cezbeder.330

    Hayat yolunda, yolların ayırımındaki Zât (sav)’la tanışan, O’ndan aldığı mesaja göre yön ve yol takip eden, kalbi hakikata uyanmış insanlar ise, cennet yollarının sağını-solunu tutan mekarihin içyüzünü anlayıp katiyyen zahirine kanmazlar. Zira onların vicdanlarında bir nüve halinde bulunan cennet her an inkişaf etmekte ve onların ruh dünyalarını sarmaktadır. Başkaları cenneti dışarda ararken, onlar dünyada dahi, içlerinde buldukları bu cennetle âdetâ safâ sürmektedirler. Halbuki, dünyanın maddî cennetinde yaşayanlar, onların vicdanlarında yaşadıkları cennetin tek dakikasını dahi hatta bütün bir hayat boyu yakalayamazlar. İman, içinde cennet taşıyan bir nüve, küfür ise, içinde cehennem taşıyan ayrı bir tohumdur. Bunlar ötede, gelişip dal budak salacak ve hakiki ma’nâda bir cennet ve cehenneme inkılâb edecektir. Demek ki, mü’min dünyada dahi cennet hayatı yaşamakta, ama yaşadığı şeyler zahiren mekârih gibi görünmektedir.

    Cennete ulaşma iştiyakıyla çırpınan ruhlar, her menzili ayrı bir saadet bu yolda, çok defa, ruha rağmen nefsin hoş karşılamayacağı abdest, namaz, oruç gibi bedenî ibadetlerin getirdiği sıkıntılar; zekat, sadaka ve diğer vergi türleri gibi oldukça ağır mükellefiyetler; hac ve cihad gibi malî ve bedenî sorumluluklar bazıları için bu yolu âdeta yürünmez hale getirir.. bu yolda kimileri abdeste, namaza, kimileri açlığa susuzluğa, kimileri mal - can sevgisine, kimileri de bunların birkaçına birden takılır kalır da, dört adım ötede bütün depdebe ve ihtişamıyla onu bekleyen cennete ulaşamaz.

    Evet, cennet, yukarıda birkaçını zikrettiğimiz, yüzlerce mükellefiyet ve sorumluluğun öbür ucunda, dünya kadar engel ve engebelerle muhat, zirve bir dünya ve her türlü mutluluk tasavvurlarını aşan rengârenk bir rüyalar ülkesi ise, ki öyledir; buna karşılık cehennem de, nefsi coşturan, bedenî arzuları şahlandıran yığın yığın istek, iştiha ve şehvetlerle, ebed yolcularının önünü kesmiş; bedene ait her türlü arzu, iştiha ve şehveti köpürten, şişiren, her zaman zayıf ruhların dikkat nazarlarını üzerinde toplayabilen ve kara delikler gibi semtinden geçenleri o müthiş "ile’l-merkez: merkez çekim” gücüyle cezbedip bağrında eriten bir gulyabaniler gayyasıdır.

    Cehennemin o süslü hicab ve fânusuna bakıp büyülenen ve kendini o gayyaya salan, cennetin de sırf perde önünü müşahede edip o ebedî mutluluk diyarından ve o sürprizler âleminden ürküp geriye duran nice insan vardır!

    Evet, işin aslına bakılacak olursa, cenneti duyup bilenlerin ona iştiyaklarının olmaması, cehennemi tanıyanların da ona yaklaşmaları düşünülemez. Ne var ki, sırrı teklif, gaybe îman ve dünyadaki imtihan gerçeğinden ötürü, cennet, mekarihten bir nikaba, cehennem de şehvetten bir fistana bürünüp insanların karşısına öyle çıkmışlardır.

    Şimdi gel, Peygamber sözündeki kuvvet, büyü ve muhtevaya bak ki, upuzun iki muazzam ve müthiş yolu, bütün saadetleri, bütün muhataralarıyla beraber, götürüp ürperten veya inşirah veren iki kat’î neticeye bağlıyor, hem de her işinde olduğu gibi “azamî tasarruf” prensibine uyarak bu devâsâ mes’eleleri anlatmada da sadece dört-beş kelime kullanıyor.

    Burada -istitrâdi olarak- şunu da hemen ifade edeyim ki, biz, mevzumuz itibariyle, Efendimiz’e ait bu mübarek sözlerin, sadece birer söz pırlantası olduğu yönüne işaret etmekle yetinmek istiyoruz. Yoksa, bu ve benzeri hadîslerin, belağat ve dil bakımından bize anlattığı daha nice nükteler var..! Bir de bu yönüyle Allah Rasulü’nün mübarek sözleri incelenebilseydi, kimbilir daha ne ma’nâ hevenklerine şahit olunacaktı! Ancak bu husus, tamamen ayrı ve müstakil bir mevzu olması sebebiyle o kapıyı şimdilik açmayacağız.


  6. #16
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili



    17. Üç Hakk: Allah, Devlet ve Din Hakkı

    Bir başka hadîsi, İmam Tirmizi naklediyor:

    “Size Allah’tan korkmayı tavsiye ediyorum.. ve başınızda bulunan siyahî bir köle dahi olsa, dinleyip itaat etmeyi de. İçinizden ömrü olanlar, ileride pek çok ihtilaflar görecektir. Siz, benim ve raşid halifelerin yolunu yol edinin ve bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun. Bid’atlardan ise sakının. Muhakkak her bid’at dalâlettir.” 331

    Burada Allah Rasûlü, üç haktan bahsediyor. Birincisi, takvâ ki, Allah hakkıdır. İkincisi, dinleyip itaat etmek ki, o da devleti idare edenlerin hakkıdır. Üçüncüsü ise, sünnete sımsıkı sarılma ki, dinin hakkıdır.

    Takvâ, vikaye kökünden gelen bir kelimedir. Bir bakıma o, şeriat-ı fıtriyenin prensiplerine riâyet ederek, Allah’ın himayesine girme ve böylece şeriat-ı fıtriyenin kanunlarına karşı da korunma demektir.

    Başınıza seçtiğiniz insan, yani sizin seçerek başınıza getirdiğiniz kişi, saçları kıvırcık siyahî bir köle dahi olsa, onu dinleyip itaat etmek şarttır. Bu, demokrasiler üstü bir demokrasidir. İnsanların bir türlü ulaşamadığı ve böyle giderse uzun bir süre daha ulaşamayacağı bir demokrasi ki tam on dört asır evvel bu şekilde dile getirilmiştir. Ancak bir nebi eliyle gelen bu sisteme, demokrasi demek de doğru değildir. Zira, dünyada hiçbir demokrasi anlayışı, bu ufka ulaşabilmiş değildir. En modern ve medenî görünen ülkelerde dahi, böyle bir anlayış ve düşünce henüz yerleşmemiştir. Bugün Amerika’da, siyahlar yine ikinci sınıf vatandaş durumundadır. Hâlâ, siyahları insan kabul etmeyen ülkeler vardır. Halbuki İslâm, eğer insanlar, böyle birisini başlarına kendi arzularıyla getirirlerse, ona itaat etmeleri gerektiğini asırlarca evvel beyan buyurmuştur. Ayrıca burada, hilafete giden yolun herkese açık olduğu hususuna da dikkat çekilmiştir. Halk, arzu eder ve isterse, bir siyahiyi de başa getire-bilir. O başa geldikten sonra da herkes ona itaat etmek mecburiyetindedir. Önemli olan, kimin seçildiği değil, sevâd-ı âzamın kimi seçtiğidir.

    “Bugün dininizi tamamladım” (Mâide, 5/3) meâlindeki âyetle din tamamlanmıştır. Artık söylenecek hiçbir söz kalmamıştır. Dinin içine yeni bir şey sokulamaz. Zira dine girecek her bid’at, bir sünnetin öldürülmesi demektir. Onun için de, Allah Rasûlü ve O’nun Raşid Halifelerinin sünnetine sımsıkı sarılmak icap etmektedir. Bu sarılma ellerle değil, dişlerle olacaktır. O’nun sünneti, bir talih kuşudur. Avlanacaksa, o avlanmalı ve elde tutulmalıdır. Ayrıca Allah Rasûlü’nün sünneti, başkalarına ağızla anlatılacaktır. Bir de sünnete dil uzatanlara, diş gösterilecek, onların sünnet hakkında ulu orta konuşmalarına meydan verilmeyecektir...

    Burada derme-çatma söylemeye çalıştığımız bu hususları, O beyan sultanından dinleyip anlama imkânımız olsaydı, kimbilir hayâl dünyamıza ne zenginlikler akacaktı! O’nun sözlerinde açılan her yaprak, bize apayrı ma’nâlar fısıldayacaktı. Biz de O’nun sözünün ardından O’nu tasdik ma’nâsına “Rasûlullah doğru söyledi” diyecektik.. ve diyoruz da.

    Nasıl demeyelim ki, O’nun sözleri, bir adım daha atsa, Kur’ân’ın i’caz semasına yükselecektir.


  7. #17
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili



    18.Bir Delikten İki Kere Isırılmak

    Buhârî ve Müslim’in beraberce naklettiği bir hadîste Efendimiz: “Mü’min aynı delikten iki defa sokulmaz, ısırılmaz.” 332

    Geleceğin siyasilerini çok yakından ilgilendiren bu hadîs üzerinde fazla birşey söylemeyecek ve sadece işaret kabilinden bazı şeylerle iktifa edeceğiz.

    Gelecekte kendi kültürüne uyanmış, kendi dünyasını yine kendi dünyasında arayan aydınlık ruhlar, ışık ordusu, bu hadîs üzerinde tekrar tekrar durup düşünmeli ve bütün iç ve dış siyasetlerini, bu hadîsten alınacak dersler üzerine oturtmalıdırlar; o zaman, muvaffakiyete götüren önemli bir yolu bulmuş sayılırlar. Yoksa siyasî platformdaki aldanma ve aldatmalar, hiçbir zaman eksik olmaz ve insanımız hep aldatılmış ve aldanmış olur.

    19. İnsanlar Madenler Gibidir

    Geleceğin terbiyecileri de, yine Buhâri ve Müslim’in rivayet ettikleri şu hadîs üzerinde çalışmalar yapmalıdırlar. Allah Rasûlü buyuruyor :

    “İnsanlar, aynen altın ve gümüş madenlerine benzerler. Cahiliyede hayırlı olanları, İslâm’a girip onda derinleşip, (onu hazmettiklerinde) yine en hayırlıdırlar.” 333

    Bu ifadeleriyle Efendimiz, sanki bütün pedagog ve psikologları önüne alıyor, onlara şu dersi veriyor:

    İnsanları terbiyede, onların karakterlerini tesbit çok mühimdir. Fizyonomileri, insanların ruh dünyalarını ele verir. Öyleyse evvela, her insanın ruh dünyası anlaşılmalı, daha sonra da her insan eritilebileceği potaya konarak eritilmelidir. Terbiye, bir ma’nâda ona şekil vermektir. Şekil vermek ise, ancak o insanın belli bir potada eritilebilmesiyle mümkündür.

    Bilmeden, gelişigüzel yapılmak istenen terbiyenin, hiçbir faydası olmayacağı gibi, büyük zararlara da yol açabilir. Onun için Allah (cc) bu işin başını çeken Zat’a şöyle buyurmaktadır: “De ki: Bu benim yolumdur. Ben ve bana tâbi olanlar, insanları basiretle Allah’a davet ederiz” (Yusuf, 12/108).

    Evet, bir dava ve düşünceye davet, basiretle olmalıdır. Basiret, yapılan işin; bilerek, kime, neye, ne ölçüde davette bulunulacaksa, bunun belli bir şuurla yapılmasıdır.

    Demek oluyor ki, Allah Rasulü, davetde kendisine şuur yolunu seçmekte, ümmetine de böyle bir yolu yeğlemekte, zaten bunu emreden de, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir.

    Kim, kaç derece hararetle erir, özünü bulur; kim, hangi potada ele alınır; kim, nerede imbiklere atılır; kime mekikler nasıl gider-gelir; bunlar ancak basiretle keşfedilip bilinebilecek şeylerdir.

    Cahiliye devrinde, o günün insanları içinde, şuurlu, basiretli, hakperest ve insaflı olanlar, gözleri hak ve hakikata açılıp İslâm’ı anladıktan ve anlayış itibariyle hakikata uyandıktan sonra da yine en hayırlılardan oldular. Zira, altın, potadan geçtikten sonra yine altın, gümüş ve bakır da, potadan geçtikten sonra yine gümüş, yine bakırdır; ve asla başka madene dönüşmezler. Cahiliye devrinde madeni altın olanlar, İslâm’a geçtiklerinde yine altın olacaklardır; fakat bir şartla ki, ifadesi bunu anlatmaktadır. Dinde fakihleşmeleri, derinleşmeleri kaydıyla...

    Onların bu hâle gelebilmesi için de, elbette bir muallimin, bir mürşidin ve bir ma’nâda bir kimyagerin onlara el atıp, potalarda eritmesi gerekmektedir. Evet, onların vicdanlarına İslâm’ı üflemek, ancak bu şekilde mümkündür; onlar da, fıkha ancak bu şekilde ulaşırlar.

    20. Zulüm Cezasız Kalmaz

    İşaret etmeden geçemeyeceğimiz bir hadis de Efendimizin şu beyanıdır:

    “Allah, zalime mehil verir. Bir de onu yakaladı mı, artık iflah etmez.” Sonra da Allah Rasûlü sözlerine şu âyetle devam ettiler: “İşte Rabbinin yakalaması böyledir. O zalim ahaliyi böyle yakalar. Zira O’nun yakalaması çok can yakıcı, çok şiddetlidir.” (Hûd 11/102) .334

    Allah, zalime mehil üstüne mehil verir. Zulmedeni, kendine baş kaldıranı ve kendisine isyan edeni, hep mehillerle karşılar. Ama bir kere de yakaladı mı gayri onu iflah etmez. Demek ki, yapılan şeyler artık gayrete dokunmuş ve bir son damla gibi bardağı taşırmıştır..

    Cenab-ı Hakk’ın kâinatta câri bazı kanunları vardır. Bunlar asla değişmezler. âyeti de bize bunu anlatmaktadır. “Allah’ın yarattığında değiştirmek yoktur..” (Rûm,30/30). Bu kanunlardan biri de, zalimin Allah’ın kılıcı olma keyfiyetidir. Efendimiz bu durumu bildirirken: “Zalim Allah’ın adaletidir. Onunla intikam alır, sonra da o zalimden intikam alınır”335 buyurmaktadırlar.

    Zalim seyfullah’tır. Haddini bilmezlere Allah, zalimle haddini bildirir. Sonra da zalimden bir intikam alır ki, siz de şaşar kalırsınız. Zalimler, bugünkü halleriyle, gemi azıya almış gidiyorlar. Ancak sakın siz bu duruma bakıp ümitsizliğe düşmeyin. Nice “karye”lere Allah böyle mehil, müddet vermiş, ve âdeta onlara “yiyin, için, yaşayın” demiştir; ama bir de bakmışsınız derdest etmiş ve işlerini bitirmiştir.336

    Şöyle etrafınıza ibretle bir bakıverseniz, arzettiklerimizin müşahhas manzaralarını siz de apaçık göreceksiniz. Sodom, Gomore ve Pompei, bunun sadece üç misali... Kimbilir daha adını bilmediğimiz veya onlar kadar ibret verici olmadığı için unutulmuş daha nice misaller var ki, hepsi de, bu ilâhî kanuna hâl dilleriyle şahidlik yapmaktadır.

    Uzağa gitmeye ne gerek var? Bir zamanlar şu üzerinde yaşadığımız topraklarda bir Devlet-i Aliyye vardı. Onun yıkılması, rüyalarda bile görülecek şey değildi. Kimsenin aklının köşesinden geçmeyen bu yıkılış, bugün ciğerleri sızlatan acı bir duygu olarak tarihin hafızasına kaydedilmekten kurtulamamıştır. Bugün, bir avuç insan, Misak-ı Millî ile hudutları çizilmiş bu küçücük ülkede varlıklarını koruma mücadelesi vermekte... Hatta haricî, dahilî şekâvet cereyanları, onlara bu kadarcık hayat hakkını bile çok görmektedir...

    ... Ve değişmeyen kanun: “ İşte Rabbinin derdest etmesi böyledir..!” Hakiki tarihçi ve içtimaiyatçılar, Cenab-ı Hakk’ın bu değişmeyen kanunundan ve onun tarih mezarlığındaki misallerinden çok istifade edecekler. Belki de bu istifadeleri onların asırlar boyu canlı kalmalarını sağlayacaktır. Biz , yine ufkumuzu süsleyen O’nun söz cevherine birçok meseleyi havale ettiğimiz gibi, bu hadisin şerh ve izahını da havale edip, bir başka hadise intikal edelim. Allah Rasûlü buyuruyor:


  8. #18
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili



    21.Arşın Gölgesinde Yedi Grup

    “Allah yedi kimseyi, kendi zıllinden başka sığınak olmayan (kıyamet) gününde, zılli altında himaye buyuracaktır. (İlki) âdil imam, (ikincisi) ömrünü ibadet neşvesi içinde geçiren genç , (üçüncüsü) mescidlere dilbeste olan kimse, (dördüncüsü) Allah için sevişip, Allah için bir araya gelen ve Allah için birbirinden ayrılan iki insandan herbiri, (beşincisi) makam ve cemal sahibi bir kadının talep ağında (nefsine başkaldırıp) “ben Allah’tan korkarım” diyen adam, (altıncısı) solundakine infak ettiği şeyden, sağındaki birşey hissetmeyecek şekilde sadakasını gizli eda eden, (yedincisi) yapayalnızken Allah’ı anıp da gözleri yaşlarla dolan.” 337

    İşte, her biri insan iradesi açısından başlı başına birer önem arzeden yukarıdaki hususlar ki, bunların bazısı, îfası çok zor ve çetin işler, bazısı da ruha ciddî birer çelme sayılan ağlardır. İnsan bu ağların bazılarından kurtulsa da, her an diğerlerine takılma ihtimaliyle karşı karşıyadır. Ancak Allah’ın himaye ve inayetiyle aşılabilecek olan bu öldürücü tuzaklardan sıyrılabilme ve insan takatini zorlayan hatta bazen onu aşan bu çetin sorumlulukları başarıyla yerine getirebilme de, yine o inayet ve himayeyi celbin en güçlü, en makbul vesilesi sayılan, iradenin hakkını verme ve Allah’la sımsıkı irtibatta bulunma dinamikleri olsa gerek...

    İşte, yukarıya aldığımız Peygamber sözü bize, her zaman iradesiyle var olabilmiş ve Allah’la irtibattaki gücü ortaya koymuş kudsîler cemaatinden böyle bir kesitle, ötedenberi ütopyalarda aranan, aranıp da bir türlü bulunamayan vicdan topluluğunu sunmakta ve onları yakalama mevzûunda içlerimizi arzu ile doldurup gönüllerimizi şahlandırmakta...

    Evet, güneşin bulutların yerini alıp her yanı kavurduğu, beyinlerin kaynayıp terlerin gırtlağa ulaştığı ve sebeblerin bütün bütün iflas edip her şeyin insanın aleyhine döndüğü o gün, Hakk’ın himaye ve inâyetinden başka gölge olmayacak ve olamaz da. Bu gölgenin arş gölgesi veya başka birşey olması önemli değil, önemli olan bildiğimiz düzenin değişmiş, kıstasların altüst olmuş, arz u semânın başkalaşmış olmasıdır.

    Bu müthiş günde, kimsenin kimseye destek olamayacağı, himaye ve iltimasların hiçbir işe yaramayacağı muhakkak. Seslerin kesildiği, canların gelip gırtlaklara dayandığı, başların dönüp bakışların bulandığı o gün, kim kimi koruyabilir ki..?

    Evet, işte böyle bir günde tek sığınak vardır; o da Allah’ın himâyesinin gölgesidir ve bu gölgeden yararlanacak olanlar da:

    a- Dünyada sorumluluğunun şuurunda olan ve uhdesine aldığı emânetlere riâyetle hak, adalet ve istikâmeti temsil eden lider ve devlet reisi.

    b- Nefsânîliğin en azgın olduğu dönemlerde, bedenî ve cismanî arzularına rağmen, kendini Hakk’a kulluğa adamış delikanlı.

    c- Kulluk arzusu ve neşvesi, cismânî isteklerinin önünde ve kalbi sürekli mescidlerde atan ibâdet eri.

    d– Birbirlerini Allah için seven; bir araya geldiklerinde Allah için bir araya gelen, ayrılırken de Allah için ayrılan, Hakk rızasını, Hakk sevgisini mihrâb edinmiş muhabbet fedâileri.

    e– Hayatını hep “mehâfetullah” ve “mehâbetullah” kuşağında sürdürebilen, iffet ve ismetini muhafazada fevkalâde hassas, şehevânî isteklerine karşı alabildiğine kararlı ve nefsin fena tekliflerini, “ben Allah’tan korkarım”düşünce ve çığlıklarıyla savabilen babayiğit.

    f- Allah’a karşı sadâkat ve vefâsının remzi olarak, dişinden, tırnağından artırıp, Hakk rızâsı için infak ettiği malını, kıskançlığa varan bir ruh hâletiyle, Allah’tan başka kimsenin bilmesini arzu etmeyen, hem öyle etmeyen ki, sağına infak ettiğini solundakinden saklamaya çalışan ihlâs ve civanmertlik kahramânı.

    g- Yalnızlık anlarını tefekkür ve murâkabe ile buudlaştıran, yer yer gönlünde bestelediği duygularını gözyaşlarıyla seslendiren, her zaman irâde gücünü Allah’tan alan ve bu bir dalga kıran mahiyetindeki o müthiş irâdesiyle mâsiyet arzularını kırıp darmadağınık eden his ve gönül erleridir.

    Evet, başka hadîslerde de ifade edildiği gibi, adâletle hükmeden hâkimin ötede nurdan minberler üzerine kurulup Hakk’ın ard arda gelen iltifatlarını yudumlaması; gençliğinde, gençliğini aşmış delikanlının Hakk’ın hoşnutluğu ile mükâfatlandırılması; hayatını mescid-ev-işyeri arasında bir dantela gibi örmeye muvaffak olmuş ibâdet erinin ilâhî himayeye alınması; kâinata "mehd-i uhuvvet” nazarıyla bakıp ömürlerini, Allah için severek, sevilerek geçirenlerin mahşerde İlâhî muhabbetle mükâfatlandırılmaları; dünya hayatını mehâbet ve mehâfet atkıları üzerinde örgüleyen gönül insanının ötede korktuğundan emin bulunması; sadakasını, sadâkat nişanesi ölçüsünde te’diye eden vefâ erinin, o en vefâlıdan tasavvurlar üstü mukâbeleye mazhar olması, nihayet, zâhiri ma’nâlı, bâtını derin, âlemin kendisini bildiği yanlarıyla onlara en mükemmel örnek, dostla halvetinde de gözyaşlarıyla O’na içini dökebilen o duygu ve gönül insanının, bütün bâdireleri aşıp umduklarına nâil olması gibi, uhrevî ödüllendirmeleri ifâde etmenin yanında aynı zamanda, ideal bir toplumun kesiti sayılan böyle bir tablo ile mükemmel bir millet olmanın çerçevesi verilmekte ve insanları ona taşıyacak esaslar gösterilmektedir.

    Bilmem, artık böyle ciltlerle anlatılabilecek derin bir muhtevânın birkaç satıra sıkıştırılarak, âdetâ deryânın damla ile ifadelendirildiğini tekrar etmemize gerek var mı..?


  9. #19
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili



    22. Dünya Bir Gölgeliktir

    Bir başka hadis:

    “Dünya ile benim ne alâkam var. Ben, dünyada bir ağaç altında gölgelenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim.” 338

    Dünya nedir? İnsan fâni ve geçici olan şeylere karşı nasıl bir durum ayarlaması yapmalıdır? Hem insan, bu dünyaya niçin gelmiştir ve nereye gitmektedir? İşte felsefenin en birinci mevzuları ve haklarında asırlardır söz söylenen mevzular.. görüldüğü gibi, Allah Rasûlü tarafından çok veciz bir ifadeyle vuzuha kavuşturulmakta. Başkalarının kitaplık çapta eserlerle, kesin ve net bir şekilde ortaya koyamadığı bu ve benzeri mese-leler, Allah Rasûlünün lâl ü güher beyanları içinde, nasıl da en net şeklini almaktadır! Evet, bütün insanlık, O’nun ifadelerindeki vecizliğe hayrandır...

    23. Öncekilere Verilmeyen Beş Şey

    “Bana, benden evvel, hiç kimseye verilmedik beş şey verilmiştir: Bir aylık (gibi uzun) bir mesâfeden (düşmanın kalbine) korku salmakla (ilâhî) nusrete mazhar oldum. Yeryüzü bana namazgâh ve sebeb-i taharet kılındı. Bu itibarla, ümmetimden namaz vaktini idrak eden herkes; (bulunduğu yerde) namaz kılsın! Ganîmet, benden evvel kimseye helâl sayılmadığı halde bana helâl kılındı. Ve bana şefaat (hakkı da) verildi. (Yine, benden evvel) her peygamber sadece kendi kavmine gönderiliyordu; ben bütün insanlığa elçi olarak gönderildim.” 339

    Allah’ın küllî ma’nâda herkese, hususî ma’nâda da her ümmet ve her nebîye ayrı bir lütfu, ayrı bir ihsânı olmuştur: Hz. Âdem ve evlâdına safvet ve esmâya mazhariyet; Hz. Nuh’a, mücadele, kararlılık ve azîmet; Hz. İbrâhîm’e, pek çok nebîye baba olma mazhariyeti, tevhid aşkı ve hillet; Hz. Musâ’ya, tâlim, terbiye, içtimâî ilimler ve içtimâiyyâtta dirâyet; Hz. İsâ’ya, beşerî münasebetlerde yumuşaklık, sabr u tahammül, müsamaha, şefkat ve muhabbet; zaman ve mekânın efendisi Hz. Muhammed (sav) ve O’nun ümmetine ise, enbiyâ-i sâlifeye lütfedilen hususlara ilave olarak irâde, hikmet, muvazene, te’lîf, terkip gibi mükemmellik ve cihanşümûl olmanın özellikleri bahşedilmiştir. Bu itibarla, İslâm dininin, diğerlerine nisbeten daha külfetli, daha mes’ûliyetli olmasına karşılık, daha latîf, daha yüksek, daha bereketli ve daha beşerî olduğu söylenebilir. Bu da O’nun cihanşümûl husûsiyetlerinden biri sayılır.

    Yukarıya aldığımız hadîs-i şerif ise, İslâm Peygamberi ve O’nun âlemşümûl mesajını, daha çarpıcı, daha rengin bir üs-lûpla ele alır ve gözlerimizin önüne serer.

    Bu âlemşümul dîn ve âlemşümul da’vânın şerefli mübelliği ve ilk temsilcileri, bu cihanşümul sistemi dünyanın dört bir yanına taşırken, vazifelerinin şuurunda ve mes’uliyetlerini de müdrik bulunuyorlardı. Topyekun dünyayı teshir için cepheden cepheye koşuyor, Allah yolunda cihâd ediyor, öldürüyor, ölüyor; cennete girmeye ve Cemâlullâhı görmeye liyâkatlarını ortaya koyuyorlardı.. gönül verdikleri da’vâ uğrunda hayatı istihkâr ediyor; en az başkalarının yaşama arzusu kadar, Allah’a mülâkî olma iştiyâkıyla yanıp-tutuşuyor ve yeryüzü hilâfetini gerçekleştirmeye çalışıyorlardı ki, hayatlarını böyle ötelerle irtibatlı bir yörüngede sürdürenlerle savaşmaya kimsenin gücü yetmezdi. Yanılarak bilmeyerek kendilerini böyle muhataralı bir yola atma bahtsızlığına düçar olanlar da, mesâfeleri aşan bir korku ile tir tir titrer ve daha yolun başında felç olur giderlerdi. Hele bir de îman cephesinin Allah’ı ta’zimi dönüp mü’minlerde bir mehâbet hâlini almışsa... Hakîkî îmânı elde edenler için : “ ” ne müthiş bir silâh, ne müstahkem bir kale...

    Arzın, bu dinin müntesiplerine bir mescid hâline gelmesi, isteyen her müslümanın istediği yerde, mâbede, namazgâha ihtiyaç duymadan ibadetini edâ edebilmesi, İslâm dininin cihanşümûl olmasının bir buudu; kıyamete kadar devam edecek olan cihad vazifesinin, hiçbir şeye takılmadan devam ettirilebilmesi için ganîmetin meşrû kılınması ayrı bir buudu.. ötede "şefaat-ı uzmâ” ünvanıyla, belli ölçüde herkesin elinden tutularak belli bir selâmet seviyesine ulaştırılması da ayrı bir buudu.. ve her peygamberin kendi kavmine husûsî elçiliğine mukâbil, O’nun bütün insanlara gönderilmesi de, bu işin sarahat buudu...

    Ayrıca bu hadîs-i şerîften, herhangi bir tekellüfe girmeden şu hususları istinbât etmek de mümkündür:

    a- Peygamberlik ve onunla gelen mesaj, öyle İlâhî bir mevhîbedir ki, kat’iyen cehd ü gayretle elde edilemez.

    b- Bu beş hususiyet tamamen mazhariyet-i Muhammediye olup, başka hiçbir nebî ve mürsele verilmemiştir.

    c- Belli bir mesâfeden düşmanların kalbine korku salma, peygamberâne bir hâlin tezâhürüdür ve ancak o kuşakta yaşayanlara İlâhî bir armağandır.

    d- İbadetin, mâbedlere ve din adamlarına bağlı olmayışı ise340 bu dînin cihanşümûl bir buudunu teşkil ettiği gibi, her yerde, her zaman Hâlık-mahlûk alâkasıyla, ma’budla münasebete geçme kolaylığını da ifade etmektedir. Burada İslâm mesajıyla gelen ve kaydedilmesi yararlı bulunan bir diğer husus da, su gibi toprağın da temizleyiciliği keyfiyetidir. Bilmem ayrıca, İslâm’da yıkanmanın önemi, suyun temizleyicilik ve hayatiyeti, toprağın istihâle ettiriciliği üzerinde durmamıza gerek var mı..?

    e- Ganimetin zâtında haram olmadığı, o mevzûdaki yasağın zamanla alâkalı bir imtihan olduğu, Efendimiz döneminde ise, yasağa esas teşkil edecek hususların aşıldığı veya ortadan kalktığı, husûsiyle de, ganimetin en önemli ve birinci kaynağı olan cihad,“ ”341 fehvasınca, kıyamete kadar devam edecek bir amel olduğu için, ganimet, bu işe kendini adamış olanlara hem bir medâr-ı maîşet, hem müşevvik bir prim hem de düşman cephesini mâli yönden sarsma, zayıf düşürme, toparlanmalarına fırsat vermeme bakımından fevkalâde önemlidir.. ve önemli olduğu için de, vacip olmasa bile, mübah kılınmıştır ve aynı zamanda, i’lâ-yı kelimetullahda önemli bir esas olan ihlâsa da mâni değildir.

    f– Şefaatin hak olduğu.. Allah’ın izniyle herkesin şefaat edebileceği.. ancak, şümulü, ihâtası ve keyfiyeti itibariyle bir ölçüde herkesi alâkadar eden şefaat-ı uzmânın (âhiretteki büyük şefaat) sadece O’na lütfedildiği de yine hususiyet-i Ahmediye’den biri.. tabiî bizim için de iftihâr ve sürur vesilesi...

    g- Önceki peygamberlerin dar dairede, kavim ve kabîlelerine, Peygamberler Sultanı’nın ise, topyekûn insanlığa hatta bütün varlığa elçi olarak gönderilmesi, dolayısıyla da değişik cemaat ve kabîlelere gönderilen peygamberlerin elçiliklerinin, o cemaat ve kabîlelerin devamıyla kayıtlı olmasına karşılık, bütün varlığı alâkadar eden bu büyük risâletin dünya durdukça sürüp gideceğine işaret buyurulmaktadır.

    İşte, muhteva ve ifadedeki güç, rasânet ve şümûl bakımından, çok önemli bir cihet-i câmia etrafında örgülenmiş ışıktan bir söz dizisi daha..!


  10. #20
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili

    24. Mü’min Mesûliyet İnsanıdır

    “Her birerleriniz râî (çoban) ve hepiniz elinizin altındakinden sorumlusunuz: Devlet reisi bir râî ve elinin altındakilerden sorumludur. Her fert, ehl ü ıyâlinin râîsidir ve raiyetinden mes’ûldür. Kadın beyinin hânesinin râîsi ve gözeti-minde olan şeylerden sorumludur. Hizmetçi efendisinin malının râîsi ve elinin altındakilerden mes’uldür. Herbirerleriniz râî ve herbirerleriniz raiyetinden sorumludur.” 342

    Râî, herhangi bir şeyi görüp-gözeten, koruyup-kollayan ma’nâsına gelir. Çobana "râi” denmesi de, kendine emânet edilen hayvanları en emin, en müsâit yerlerde otlatması, onları kurda-kuşa kaptırmaması herhangi bir şeye maruz kaldıklarında onlarla içden alâkadâr olması, bu kudsî vazifeyi îfa ederken de fıtrî safvetiyle, her zaman hasis ihtiraslardan uzak kalabilmesi ve sürüsüne karşı duyduğu derin şefkat, beslediği engin merhamet hissiyle, onların elemleriyle müteellim, lezzetleriyle de mütelezziz olması gibi önemli hususlardan ötürüdür.

    Ve işte, bir ma’nâda devlet reisi ile teb’a arasında da böyle bir münâsebet söz konusudur. Devlet reisi ve derecesine göre değişik dâirelerdeki onun temsilcileri, ellerinin altındakilerini görüp gözetmek, onların elem ve lezzetlerini paylaşmak, onlara mutlu gelecekler hazırlamak ve onların sıkıntılarını göğüslemekle sorumludurlar...

    Hâne reisi ile aile fertleri arasında da aynı münasebet bahis mevzûdur; hâne reisi nafaka, elbise ve onları uygun bir yerde iskân etme gibi hususlarda birinci derecede sorumlu olduğu gibi, ta’lim, terbiye, hüsn-ü muâşeret, dünya ve ukba saadetini te’min gibi mes’elelerde de sorumludur.

    Aynı durum, kadının kocasıyla olan münâsebetlerinde de geçerlidir; kadın evinin işlerini tedvirde, kocasının malını, ırz ve nâmusunu muhâfazada, sürüsünden mes’ul bir çoban gibi sorumludur.

    Hizmetkârın, efendisinin malını, mülkünü; evlâdın, babanın servet, şeref ve haysiyetini koruyup kollamadaki durumları, hep bu "râî" ve "raiyye” mülâhazasıyla alâkalıdır. Denilebilir ki, din nazarında râî ve mer’î olmadık hiçbir mükellef yoktur. Bir yönüyle herkes tıpkı bir çoban, diğer yönüyle de güdülen raiyye mesâbesindedir. Hatta bir râi için güdülecek herhangi bir râiyye olmasa bile o yine sorumludur. Evet, herkes kendi nefsini, aklını ve bütün duygularını, bütün uzuvlarını birer emanet gibi koruyup kollama mecburiyetindedir.

    İslâm, bildiğimiz bütün sistemler ve dinler içinde, devlet reisinden, evlerimizde çalışan hizmetçilere kadar, hem de, henüz demokrasi rüyalarının görülmediği bir dönemde, herkesin sorumluluğunu en ince teferruatına kadar belirleyip ilân eden biricik hayat nizamıdır ve bu mevzûda ona rakîb bir başka sistem göstermek de mümkün değildir.

    İslâm Peygamberi "devlet reisi mes’ûldür”der, onun sorumluluğunu, sorumluluk sınırlarını, vazife ve mükellefiyetlerini bir bir sıralar.. kadın ve erkeğin mes’ûliyetlerini hatırlatır ve ayrı ayrı sahalarda, her ikisine de belli sorumluluklar yükler.. babanın evlâda, evlâdın babaya karşı mes’uliyetlerinden söz eder ve her iki tarafın da hak ve mükellefiyetlerine dikkat çeker.. hatta, bu mevzûda, dünyadaki gelişmeler nazar-ı itibara alınacak olursa, çok erken sayılabilecek bir dönemde, hizmetçi ve işçilerin hak ve mes’ûliyetlerinden bahisler açarak, beşer tarihindeki içtimaî çalkantılardan çok önce sosyal bir probleme çözüm teklif eder.

    İşte size, devlet reisi ve teb’anın karşılıklı haklarından -ki, çoğu Ahkâm-ı Sultaniyelerde beyan edilmiştir- evlâd ve ana-baba haklarına, ondan karı-koca ve işçi-işveren haklarına kadar, fıkıh kitaplarında, ahlâk ve terbiye risalelerinde, içtimâiyat ve hukuk eserlerinde; oldukça hacimli birer yer işgal eden onca mes’elenin üç-beş kelime ile peygamberâne bir ifadesi daha..!


Sayfa 2/3 İlkİlk 123 SonSon

Benzer Konular

  1. Elimizde Bir Demet Gül...
    By İslam-Gülü in forum Hz. Muhammed (S.A.V.)
    Cevaplar: 5
    Son Mesaj: 11.08.09, 12:54
  2. Küfrün bir tahlili
    By BaRLa in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.07.09, 20:33
  3. Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 02.06.09, 20:17
  4. Kirmizi gÜl demet demet,
    By SiLa in forum Serbest Kürsü
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 31.10.08, 10:46
  5. bir demet söz
    By Hakikatbin in forum Hikmetli Sözler
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 05.07.08, 22:59

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •