14. Hataları Silip Dereceleri Yükselten Ameller
Müslim’in naklettiği bir başka hadîste yine Allah Rasûlü şöyle buyurmaktadır :
“Allah’ın, hatalarınızı silip temizleyeceği ve sizi derece derece yükselteceği (önemli) bir hususa delalet edeyim mi? Ashabı: Evet Yâ Rasûlallah dediler. O da şöyle buyurdu: (Şartların alabildiğine ağırlaştığı ve) abdestin zorlaştığı durumlarda, eksiksiz tastamam abdest almak, mescidle (ev arasında gelip) gidip çok yol yürümek ve bir namazdan sonra diğer bir namazı beklemeye koyulmak, işte (sınır boylarında nöbet tutma seviyesinde kendini Hakk’la) irtibatlandırma budur.” 313
Şimdi, yine gücümüz yettiği ölçüde bu zeberced söz dizisi üzerinde duralım:
Evvela, Allah Rasulü, kelimesiyle, sözünün başında tenbih yapıyor ve muhatabları uyarıyor. Zira hadîsin devamında anlatılacak olan meseleler, dikkat isteyen meselelerdir. Zaten onların yapılması, ancak dikkat ve uyanıklıkla mümkündür. Bazı davranışlara insan, uyku halinde de muvaffak olabilir. Meselâ, bir insan uyuduğu için zina etmese veya uyuduğu için gıybette bulunmasa, en azından böyle günahlara girmemiş olur. Fakat bizim üzerinde durmak istediğimiz davranışlar, bizzat uyanıklık isteyen ve ancak uyanık olanların yapmaya muvaffak olacakları amellerdendir. Onun için, sözün başına tenbih edatı olan getirilmiştir.
“Hata” kelimesi de, hadîste dikkat çeken bir kelimedir. Her insan hata işler. Hatta hatası olmadığını söyleyen bir insan, en büyük hatayı yapmış sayılır. Hata işlememek enbiyaya mahsusdur; herkes hata işler, hata işleyenin en hayırlısı da tevbe edendir314. İşte burada Allah Rasulü, insanı gayyâya doğru sürükleyen hatalardan kurtulma çaresini haber vermek istiyor.
Sadece hatadan kurtulmak yeterli değil, insanın derece derece yükselmesi ve mesafe alması da çok önemlidir. Aslında hatanın silinmesi de onun bir derece yükselmesi demektir. Diğer yapacağı amellerle de o, ayrı derinliklere ulaşacaktır. Böylece insan menfi-müsbet bu amelleri sayesinde nurdan bir helezon içine girecek ve sürekli nâmütenâhîliğe doğru pervaz edecektir. Zannediyorum, Marifet-i İlâhî deryasında yelken açmak da bu olsa gerek...
Bu amellerden birincisi, en zor şartlarda abdest almaktır. Ancak bu abdest, arızasız, kusursuz olmalıdır. Karda, kışta, soğukta, bazan suyun abdest alınmaz gibi olduğu anlarda...
İkincisi, mescid yolunda ömür tüketmektir. Böyle bir ömür, bir gün çürüyen bir çekirdek gibi, ahirette cennet meyvesi veren bir ağaç haline gelecektir. Çok uzak mescidlere gitmek ve ayağın hiç mescidden kesilmemesi, bu da ikinci ameldir.
Hedef: Namaz
Üçüncüsü ise, bir namazın ardından iştiyak içinde diğer namazı beklemektir. Bu da, bir başka hadîste de ifade edildiği gibi, kalbin mescide bağlı (asılı) olması, demektir.315
Namaz, ruhun istirahatı, vicdanın tenezzühüdür. Herkesin, birşeye karşı zaaf ve şehveti vardır. Allah Rasûlü’nün şiddetli iştiyak ma’nâsına şehveti ise, namaza karşıdır316. Onun içindir ki, her defasında Bilâl’e seslenir: “Bilâl, bizi biraz rahatlat! (İçimize su serp!)” 317 der. Ve “Namaz, bana gözümün aydınlığı kılındı” 318 buyurarak bu hususa işaret eder. Zannediyorum, bizim cennete girerken duyacağımız arzu ve iştiyakı, Allah Rasûlü, her namaza duruşunda hissediyordu ve onun için de, bir namazdan sonra diğer namazı iştiyakla bekliyordu.
Hadîste üç ayrı şey anlatılıyor: Ancak, dikkat edilirse bütün bu üç şeyin de namaz etrafında dönüp durduğu hemen anlaşılır.
Namaz, insan hayatında, ucu miraca dayanan ve insanı, insanî hakikatlara karşı en güzel şekilde uyaran, tenbihte bulunan, önemli bir faktördür ki, mü’minin miracı sayılmıştır.
Namaz, dinin direğidir319 ve sefine-i dini namaz yürütür. O, olmayınca, dinin uzun süre ayakta durması mümkün değildir. Namaz, nasıl bizâtihi tenbih işidir; öyle de edası da, aynı şekilde bir münebbih olarak yerine getirilmelidir. İnsan, namazını kalbi ve duyguları başka bütün meşgalelerden âzâde olarak edâ etmelidir. Onun içindir ki, insanın abdest için sıkıştığı bir durumda namaza durması makbul sayılmamıştır320. Evet, insan, kafası böyle şeylerle meşgulken namaza durmamalıdır. Çünkü o anda insanın kafası, iki şeyle meşgul olur. Ve bu gibi durumlarda ise, ekseriyetle çok önemli hususlar kaçırılmış olur. Ayrıca, böyle bir vaziyette namaza durmada, namaza da hakaret vardır. Zira o, hemen geçiştiriliverecek kadar basit bir iş değildir. O, hemen aradan çıkarılıversin diye değil, arayı aydınlatsın diye vardır.
Namaza Hazırlık
Diğer taraftan, huzur-u kalple namaz kılmak için yapacağı bütün ön hazırlıklar da, aynen namaz gibi insana sevap kazandırır. Onun için evvela, atması gerekli olan şeyleri atacak ve ibadet turnikesine sadece ibadet duygusuyla girecek ve namazda kendisini meşgul edecek bütün tesirlerden kurtularak, namaza öyle duracaktır. Böylece namaza durma anına kadar geçen her merhale, o insana yine sevap kazandıracaktır. Çünkü onun niyeti, huzur içinde namaz kılmaktır ve mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır321. Düşünmeli ki, bir başkası, bu ihtiyacını görürken sadece ihtiyacını görmüş olur; halbuki mü’min ıtrahatında dahi sevap kazanır.. evet onun istincası, istibrası hep sevaptır.
Aslında ihtiyacın giderilmesi, abdestin alınması, insanı ruhen namaza hazırlamaları itibariyle de, oldukça ehemmiyetlidirler. İster bu abdest uzuvlarının yıkanması esnasında vücuddaki elektriklenmenin mecrâ değişikliğine uğramasından, isterse getirilen başka izahlar sebebiyle olsun, netice değişmez. Aslında mü’min abdest alırken, bu gibi hikmetleri hiç de aklına getirmez. O, abdesti ne için alıyorsa sadece onu düşünür. Düşündükleri arasında en birinci sırayı da namaz alır.
Abdest için yapılan hazırlık, tenbihin birincisi, abdest ise ikincisidir. Sonra ezan okunur, bu da, üçüncü defa insanı namaz için uyarır. Aslında hem abdest alırken, hem de abdestin sonunda mesnun olan artık suyu içmek, dua okumak gibi sünnetleri yerine getirirken insan, hep metafizik bir gerilime girmektedir. Ardından buna, bir de sünnet olan namazı kılmak eklenir ki, böylece insan farzı kılmaya tam hazır hâle gelir.
Evet, namaz turnikesinde her şey bize namazı hatırlatıyor. Ta işin başında minarelerden yükselen lâhutî sadâ, gerilimimizi artırabildiğince artırıyor ve biz Allah’ın büyüklüğünü vicdanımızda duymaya başlıyoruz. Gideceğimiz mescide ulaşmak için, adımlarımızı daha da sıklaştırıyoruz.. böylece ezanla, ötelerden gelen bir çağrıya icabet ediyor gibi ritmimizi artırıyoruz. Ezanı okuyan ses, sona doğru erimeye yüz tutarken, biz de, vicdan ve ruhumuzla âdetâ eriyoruz. Sonra mescide gelip nafile namaza duruyoruz. Bu da, bir bakıma bizim için farzın kapılarını zorlama oluyor. Ve sanki nâfilemizle teveccüh ettiğimiz Rabbimize şöyle demek istiyoruz: Allahım istiyorum ki hep Sana teveccüh edeyim.. aradığımı Sen’de bulayım... Seni görüp, Seni duyayım... Ve hep Seni soluklayayım. Çünkü Sen’in dışında başka taraflara bakmak, başkalarını görmek, başka şeylerle meşgul olmak fuzulidir. Ben fuzuli şeylerden kaçıyor, çok önemli bir şeye teveccüh ediyorum.
Nafilede, kapıyı böylesine zorlamak ve hak kapısının tokmağına dokunmak, farza şuurluca girebilme halini yakalamaya çalışmak, farzla konsantre olmak için önemli vesilelerdir.
Abdest, yapacağı tesiri yapmıştı... Ezan da yaptı.. ve nafile ile üçüncü adımı da atmış olduk. İşte tam bu esnada, nağmesi sûzişî bir müezzin kalkıyor, kemal-i samimiyetle Allah’a yöneliyor ve kamet getiriyor. Bizim için bu, artık heyecan adına bardağı taşıran son damla oluyor...
Bu son noktada olsun, vicdan heyecana gelmiyor, Allah’a tam teveccüh edemiyor ve “mihrabım neredesin!” deyip inleyemiyorsa o işte bir noksanlık var demektir.
Müezzin kamet getirmekle, Allah’tan başka insanı meşgul edecek her şeye son darbeyi indirir ve kul da “Allahü Ekber” deyip namaza bu mülâhaza ile girer, sonra da rükua giderken, secdeye varırken hep bu sözü tekrar eder. Böylece her rükünde Rabbinin büyüklüğünü, kendisinin de küçüklüğünü ilan ederek: “Rabbim, Sen büyüksün, ben de küçük” der büyük azemetiyle durur, küçük de O’nun karşısında tam bir kulluk ve kölelik şuuru içinde serfüru eder, düşüncesiyle kıvranır durur. Siz isterseniz buna, namazla konsantre olmanın umumî serancamesi diyebilirsiniz.
İnsan, namazda Allah’a ulaşır.. hem öyle ulaşır ki, Hz. Muhammed Mustafa’nın Mirac’ta Allah’a mülaki olup, verdiği selamı, o da tahiyyatta, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’a yöneltir ve o selâmı tekrar eder.
Hataların Temizlenmesi
Hadîs-i şerifte hataların mahvedilmesinden bahsedilerek “hataları siler temizler” deniliyor. Burada “mahv” yazılmış birşeyin silinmesi, demektir. Öyle ise, hata bir nüve halinde tabiat-ı beşerde var. İnsan bu nüveyi ya nemalandırır veya gelişmesine fırsat vermez. Allah Rasulü’nün, tavsiye ettiği hususların yapılmasıyla Cenâb-ı Hakk, bu hataları silip süpürür ve kabiliyet-i şerri de kabiliyet-i hayra çevirir.
âyetinde de bu hakikata işa-ret edilir. Âyet şöyle demektedir: “Allah dilediğini silip, iptal eder, (dilediğini de) isbat edip sabit bırakır. Bütün kitapların aslı O’nun yanındadır” (R’ad, 13/39).
Demek oluyor ki, hata istidat olarak insan tabiatından ayrılmayan bir araz ve her insan için çok önemli bir husus... Öyle ise, onun temizlenmesi ve silinmesi de mutlaka herkesi ilgilendirecektir.
Her insan, hata işleyebilir, hattâ hayatını inhiraflar içinde sürdürebilir. Ancak bu hataların silinerek, yerlerine âli derecelerin kaydedilmesi de, her zaman ve herkes için mümkündür. İşte böyle bir bahtiyarlığa mazhar olma yollarından biri de, her şeye rağmen, bütün sıkıntılara katlanarak abdest almaktır.. ikinci olarak ciddi bir arzu ve iştiyakla sürekli mescidlere koşmak, sonra da âdetâ kalbi mescide asılı kalmak ve hayatının diğer parçalarına da nur saçayım diye, yine mescide gelmek niyetiyle mescidden ayrılmak.. ve üçüncü olarak, namazdan sonra başka bir namazı intizar etmek. Bunlar, hem hataları siler, götürür hem de insanı, derece derece arş-ı kemalata uruc ettirir.
Ribat
Allah Rasulü, bu amelleri “Ribat” olarak takdim buyurmuş ve bu kelimeyi üç defa tekrarlamıştır.
“Ribat”, maddî-manevî bereketin, akıp akıp gelmesine denildiği gibi, her türlü belâ ve musibetin geleceği noktalara karşı uyanık olma ve dikkat kesilmeye.. ve kendini bir işe, bir şeye bağlama ve adamaya da denir. Zaten, tehlike noktalarını beklemek üzere, kendini o işe adamış askere de “Murâbıt” denilmektedir. “Murâbıt”ın cem’isi “Murâbitûn” kelimesidir. Bir zamanlar, bu isim adı altında bir devlet de kurulmuştu.
Kur’ân-ı Kerim : “Ey iman edenler! Sabredin, sebat gösterin ve (ci-had için) hazırlıklı ve uyanık bulunun! Allah’tan korkun ki başarıya eresiniz” (Âl-i İmran, 3/200) buyurarak bize işte bu rabıtayı emretmektedir.
Başka bir âyette de : “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiğince kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın..” (Enfal, 8/60) buyurulmakla değişik bir zaviyeden “ribât” a dikkat çekilmektedir.
Ribat, kendini adama, vakfetme ma’nâlarına geldiğine göre, insan, tastamam abdest alır.. mescidle evi arasında âdetâ mekik dokur.. sürekli kalbi mescidde evine veya işine bu düşünce ile dönerse o insan, kendini Allah’a adamış, vakfetmiş demektir.
Bu ifadesiyle Allah Rasûlü bir cinas kapısı da açıyor ve diyor ki: Aslında ribat, düşman karşısında, askerlerin ülke sınırlarını korumak üzere kendilerini vakfetmelerine denir. Dış düşmanlara karşı hazırlıklı olmak ve onların gelebileceği noktalara tahşidat yapmak, bu bir ribat olduğu gibi, bir de insanın, şeytan ve nefis denen düşmanlara karşı bir kavgası vardır.. ve bu kavga bir ma’nâda o cihattan daha büyüktür. İnsan ise, bu her iki cihadı da yerine getirmekle mükelleftir. Bunlardan biri, küçük cihad, “cihad-ı asgar”, diğeri ise büyük cihad, “cihad-ı ekber”dir. Düşmanla yaka-paça olurken, insan çok defa nefsine ait, aldatıcı şeyleri düşünme fırsatını bulamaz; böyle bir insanın, tenin, cesedin, bedenin altında kalma ihtimali daha azdır. Zira, bütün benliğini cihad düşüncesi sarmış ve onu bütünüyle meşgul etmektedir. Fakat o, rahata, rehavete çekildiği zaman, ruhunu fena şeylerin sarma ihtimali yüksektir. Onlara karşı ruh dünyasını koruma ve kollama mecburiyetindedir. Bu da bir cihaddır ve bu cihadda kullanacağı en mühim silah da namazdır. Cihad, yerine göre farz-ı kifaye, yerine göre farz-ı ayn olur. Maddî cihadla, iç cihad arasında, farziyette de bir benzerlik vardır. Onun içindir ki Allah Rasûlü, bir muharebeden dönerken: “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” buyurmuşlardır. 322
İnsanın kalbinin camiye asılı olması; yani namazla içli dışlı bulunması ve Nebi’nin anlayışıyla namaza şehvet hissiyle bağlanması âdetâ onun bir namaz âşıkı kesilmesi, kesilmesi ve namazın, o şahıs için göz aydınlığı haline gelmesi, cephede nöbet bekleyen insanın ameline denk ve müsavi tutulmuştur.
Bu hadisle ilgili mülâhazalarımıza kısa bir hülâsa getirecek olursak: İkisi daha ziyade davranışlarla, diğeri de niyetle alâkalı öyle üç şey ki, duygu ve düşünce itibariyle insanı bir çeper içine alıyor, “Şüphesiz iyilikler kötülükleri siler-süpürür götürürler” inşirah-bahş fermanı gereğince, onu geçmişteki günahlarından arındırıyor ve geleceğin muhtemel hatalarına karşı da, ibadet aşkı, Hakk’la irtibat ve niyet gücüyle techiz edip savaştırıyor.
Birincisi; su ve hava unsurlarının rahat abdest almaya müsait olmadığı; suyun da, havanın da soğuduğu veya nedretinden dolayı suyun, abdeste sarfedilmeyecek kadar kıymetlendiği durumlarda -tabiî hayatî ve zarûrî ahval müstesna- özene özene abdest almak, çok derin bir hulûs, ciddi bir sevap hırsı ve alabildiğine bir kulluk iştiyakı ister ki, yerine getirebilsin. Eğer bir insan bütün bu derinlikleri göstermenin ifadesi olarak, en ağır şartlar altında abdest alabiliyorsa, gönlü ma’mûr ve O’nunla irtibatlı demektir. Zaten -buradaki “cihet-i câmia” da irtibattır- böyle aydınlık bir dünyada, lekeler kıymık kıymık gidip ruhun derinliklerine saplansalar bile, kat’iyen kalıcı olamazlar. Abdestin, vücudun elektriğini dengelemesi.. insanın abdestle büyük ölçüde streslerini yenmesi.. ve ruhun günde beş defa metafizik güçle yenilenmesi bizim için mahfuz ve müsellem olmakla beraber, mevzûnun çerçevesini aştığı için geçiyoruz...
İkincisi; bir ma’nâda mirac.. ve Allah’a ulaşma yolunda gidip gelip mescidlerin yollarını aşındırma.. bedenin zindeleşmesi ve fizikî gücün korunması mahfuz.. ruhun, idrakları aşan neşvelerle şahlanması, kalbin, daha namaza girmeden namaz mülâhazalarına dalması, tam Allah huzuru sayılan mühim bir ibadet için gerekli konsantrasyonun sağlanması ve “çokça adım” sözüyle ifade edilen bu uzun yolda ayrı ayrı buudlarda değişik mülâhazalara dalınması, dalınıp başkalaşılması ve bu başkalaşmalar içinde kara geçmişlerin nedametlerle silinip, iniltilerle ak’a boyanıp aklanması, hayrın, yeni hayırlara vesile olması ma’nâsında öyle salih bir dairedir ki -fâsid daire karşılığında kullanıyorum- bu dairede seyahate azmetmiş birinin geç-mişi, “Neticede Allah senin geçmiş günahlarını yarlığayacak” beyanından nebean eden vefaya; geleceği de “gelecek günahlarını da..” hısn-ı hasînine emanettir. Onun içindir ki, bu seyahatin her menzilinde gözler, “ ” ile açılır-kapanır, gönüller de “ ” beşaretiyle coşar...
Üçüncüsü; âşığın vuslat bekler gibi, namaz vakitlerini beklemesi ve o mübarek vakitleri, tıpkı "evkat cetveli” gibi kullanarak, hayat ve faaliyetlerini ona göre tanzim etmesi, öyle tasavvurları aşan bir zaman anlayışıdır ki; insan o sayede, amellerin belli zaman dilimlerine dağılmasından meydana gelen boşlukları, ancak, böyle bir niyet buuduyla doldurabilir, namazdaki huzuru ve Hakk’a yakınlığı namaz dışına da taşıyabilir ve bütün dünyevî meşgalelerini Allah’la irtibatlandırıp hepsini ibadet haline getirebilir. Bu itibarladır ki, sınırlılığı içinde niyet sayesinde sınırsızlaşan pek çok ibadet gibi, intizar ruhuyla kılınan namaz da, aynen maddî-ma’nevî cihad gibi“ ” sözüyle insanın Rabbi’yle münasebetinin ünvanı olmuştur.
Bu da, abdest ufkunda tüllenip, namazla semavileşen mü’minin aydınlık dünyasından, küçük bir kesit takdim etme adına, yine O’ndan, alabildiğine kısa fakat derin, oldukça az kelime fakat şümullü bir söz örneği...
Sözü daha fazla uzatmadan O’nun başka bir nurlu beyanına intikal etmek istiyorum. Bu defaki bir Kudsî Hadîs (mâ’nâsı Cenâb-ı Hakk’tan, lafzı Efendimiz’den olan hadîslere Kudsî Hadîs dendiğini hepimiz biliriz).