Sayfa 1/3 123 SonSon
23 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: Bir demet hadis tahlili

    Share
  1. #1
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Bir demet hadis tahlili


    BİR DEMET HADİS TAHLİLİ

    Efendimiz’e ait bütün sözlerde en bariz hususiyet, konuşulan mevzuya ait en câmi sözü söylemiş olmasıdır. Bu ma’nâda, dediklerimizi müşahhaslaştıracak binlerce misal mevcuttur. Ancak biz, bunlardan, herkesin, her devirde “Cevamiu’l-kelim” dediği bazılarını nakledeceğiz. Fakat şunu ısrarla ifade etmeliyim ki, Efendimiz’in sözlerinin hepsi bu ma’nâya dahildir. İşte O’na ait sözlerden bazıları:

    1. Tevhidde Zirve Birkaç Söz

    Tirmizi, İbn-i Abbas’tan rivayet ediyor:

    “Ey delikanlı! Sana birkaç kelime öğreteyim: Sen Allah’a ait hakları koru ki, Allah da seni muhafaza etsin. Evet Allah’ı gözet ki, O’nu karşında bulasın. İstediğin zaman Allah’tan iste. Yardımı isteyecek olursan yine Allah’tan iste ve bil ki; bütün ümmet toplanıp sana bir menfaat dokundurmaya çalışsalar, ancak senin için Allah’ın yazdığı bir şeyin menfaatını dokundurabilirler. Yine bütün insanlar toplansa, sana zarar vermeye gayret etseler, zerre kadar zarar veremezler; ancak Allah’ın takdir edip yazmış olduğu şey müstesna. Artık kalemler kaldırıldı, yazılar kurudu.” 268

    İşte bu kadar kısa, öz cümleler içine; kadere, teslimiyete ait en girift, en zor meseleler sığdırılmış ve en sade bir üslupla, bu derin mevzu vüzuha kavuşturulmuştur. Aynı zamanda aksiyon ve hamle adına; ibadet ma’nâsını da dahil ederek söylenebilecek pek çok şey bu birkaç cümlede hülasa edilmiştir.

    2.İnsan Bir Yolcudur

    Yine Tirmizi İbn-i Ömer’den rivayet ediyor : “Dünyada garip gibi yaşa. Veya bir yolcu gibi ol. Kendini (ölmeden önce) kabir ehlinden say!” 269

    İşte üç cümlelik bir söz. Zühd ve takvâya ait, dünya ve ahiret muvazenesini koruma, kollamada söylenebilecek sözlerin en vecizi, en ma’nâlısı... Ancak bundan daha veciz bir ifade varsa, hiç şüphesiz bu da yine O’na aittir. Bunda kimsenin şüphesi olmasın!.

    İnsan, zaten dünyada gariptir. Mevlânâ’nın ifadesiyle; insan, kamıştan koparılmış bir ney gibidir. Gerçek sahibinden uzaklaştığından dolayı da hep inlemektedir. Onun bu iniltisi, bütün bir hayat boyu devam eder.

    İnsan bir yolcudur. Ruhlar âleminden başlayan yolculuğu, anne karnına, dünyaya, çocukluk dönemine, gençlik çağına, yaşlılık hengamına, kabir ve derken cennet veya cehenneme kadar devam eden bir yolculuktur. Ama acaba insan, bu yolculuğunun ne derece farkındadır? Eğer o, daima kendini bir yolcu gibi görse, yürüyüşünü zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacak olan dünyanın çeşitli güzelliklerine takılıp sendelemeden yürüyüp gidecektir.

    İnsan kendini kabir ehlinden saymadıkdan sonra, yani eskilerin; “Ölmeden evvel ölünüz” 270 diye anlatmaya çalıştıkları husûsu, fiil ve yaşantıya dökmedikden sonra, şeytanın hile ve desiselerinden bütünüyle korunması, kurtulması mümkün değildir. Evet, insan nefsaniyet, cismaniyet itibariyle ölmelidir ki, vicdan ve ruh itibariyle dirilmiş olsun. Zaten her şeyi cesede bağlayanlar, cesedlerinin altında kalıp ezilmiş olan zavallılar değil mi?


  2. #2
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili

    3.Doğruluk ve Yalanın Neticeleri

    Buhari, Müslim ve Ebû Davud, Abdullah b. Mesud (ra)’-dan rivayet ediyor:

    “Size doğruluk yaraşır. Doğruluk insanı iyiliğe, o da cennete çeker, götürür. İnsan, kendini bir kere doğruluğa verip, o yola yöneldi mi, hep doğru söyler, doğruyu araştırır. Böylece o insan, Allah katında “Sıddîk” olarak yazılır.

    Yalandan sakınınız. Yalan insanı fücura, bataklığa, o da cehenneme ulaştırır. Bir insan, kendini bir kere yalana kaptırdı mı, daima yalan söyler, neticede Allah katında yalancı olarak yazılır...” 271

    Doğruluk, peygamberler şiarı, yalan ise kâfir ve münafık sıfatı. Doğruluk, bugünü, yarını kucaklayan önemli bir esas; yalan, zamanın çehresine çalınmış siyah bir leke. Yalan ikliminde mes’ut yaşamış ve ebedî mutluluğa ermiş bir tek fert gösterilemez.. doğruluğun, ebedî saadet istikâmetinde uzayıp giden aydınlık yolunda ise, dünya ve ukbâ kaybına uğramış bir tek tâlihsize rastlanmaz.

    Yalan, küfrün en önemli esası, nifakın en bâriz alâmeti, Allah’ın bildiğine muhalif iddiada bulunmanın adıdır. Bilhassa günümüzde yalan, bütünüyle ahlâkı tahrip etmiş, dünyayı yalancıların harası haline getirmiş öyle korkunç bir içtimaî hastalıktır ki, hayatın kapılarını ona açıp yurtta-yuvada, çarşıda-pazarda, parlamentoda-kışlada ona “serbest dolaşım” hakkı tanıyan hiçbir millet iflâh olmamıştır ve olamaz da. Buna karşılık İslâmiyetin en ehemmiyetli esası, îmanın en bariz hassası, Muhammedî ahlâkın temel taşı, enbiyâ ve evliyânın en mümeyyiz vasfı, maddî ve manevî terakkinin biricik mihveri de doğruluktur.

    Biri meleklerin, diğeri şeytanların; biri Hakk’ın mükerrem kullarının, diğeri habis ruhların, biri insanlığın iftihar tablosu O en müstesna varlığın -aleyhi ekmelü’t-tehâyâ- diğeri de deccalların sıfatıdır.

    Metinde karşılıklı zikredilen kelimelerden ( ) bütün hayırları ihtiva eden, bütün salihata açık olan öyle şümullü bir kelimedir ki, doğru düşünce, doğru söz, doğru niyet, doğru davranış ve doğru yaşayış gibi pek çok mevzuyu o başlık altında toplamak ve bütün hayırları ona irca etmek mümkündür. İkinci kelime olan ( ) ise evvelki kelimenin aksine, bilumum şerleri ihtiva etmesi, bilumum sâlihata kapalı olması bakımından her türlü sapık düşünce, sapıkça söz ve sapıkça davranışlara ana başlık olabilecek mahiyette, âdetâ bir cehennem çekirdeği gibidir.

    Hadîs metninde, ile arasında da bir mukabele bahis mevzuudur. Bunlardan ilkini, doğruluk onda ikinci bir fıtrat haline gelmiş dosdoğru insan şeklinde tercüme edeceksek, ikincisine, tabiatı yalanla bütünleşmiş profesyonel yalancı demek uygun olur zannederim. Her iki kelimede de mübalağa sığası kullanılmış ki; o da, kendini doğruluğa adamış, doğru düşünen, doğru konuşan, doğru davranan ve doğru oturup-doğru kalkan birinin, bugün olmasa da yarın mutlaka, göklerde ve yerde doğruluk ve Hakk’a yakınlığın remzi; kendini yalana salmış, yalan düşünen, yalan konuşan, yalanla oturup-yalanla kalkan birinin de er-geç yalancılığın sembolü haline geleceğine işaret buyurulmuştur.

    Bu alabildiğine uzun ve kısa, bir hayli aydınlık ve sisli, oldukça tehlikeli ve güvenli ayrı ayrı yolların son durakları da cennet ve cehennem. Bu yollardan birinde, her menzilde ayrı bir avans, ayrı bir teşvîk primi, yol gidip cennetle noktalanıyor, yolcu da cennete ulaşıyor.. diğerinde ise, yol boyu onca dezavantaj, onca handikaptan sonra gidilip ebedî hüsrana kapaklanılıyor.

    Bu hadîsi, Efendimiz’in “sıdk”ını anlattığımız yerde de zikretmiştik. Ancak burada dikkatle üzerinde durmak istediğimiz husus, doğruluğun dünya ve ahirete ait neticelerini; yalanın, hem ferdî hem de içtimaî hayata getirdiği zararları bu kadar kısa ve özlü cümlelerle ifade edebilmedeki Efendimiz’e ait muvaffakiyettir. Evet sadece şu hadîsi inceleyen adam, kat’iyen bilecek ve anlayacaktır ki, bu kadar uzun, tafsilatlı meseleleri, bu kadar kısa ve can alıcı şekilde anlatma, ancak Allah Rasûlü’ne has bir mazhariyettir. Başkasının, bu mevzuları, bu şekilde ifade edebilmesi mümkün değildir.


  3. #3
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili



    4.Kişi Sevdiği ile Beraberdir

    Buhari ve Müslim, yine Abdullah b. Mes’ud’dan rivayetle şu hadîsi naklediyorlar: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” 272

    Eğer bu hadîs, şerh ve izah edilmeye kalkılsa, en azından bir ciltlik kitap olur. Yürürken yolda kalan.. rehberini tam takip edemeyen.. istediği halde yapılması gerekenleri layıkıyla yapamayan nice münkesir ve kırık kalbe bir bardak kevser hatta âb-ı hayat sunan bu hadîs, insanın, müsbet veya menfî her iki kutupta da daima sevdikleriyle beraber olacağına işaret etmektedir. Kişi, burada da orada da hep sevdikleriyle beraberdir. Öyle ise, nebilerle, sıddîklerle, şehidlerle beraber olmak isteyen, evvela onları sevmelidir ki, orada onlarla beraber olabilsin. Veya başka bir ifadeyle, ahirette nebilerle, sıddîklerle, şehidlerle beraber olacak olanlar, burada iken onları sevip maiyetlerinde bulunanlardır. Kötülükleri temsil edenler için de, yine aynı hadîsin hükmü ve ma’nâsı geçerlidir. İşte tek cümlelik bir hadîs, böyle binlerce ma’nâ ve ifadeyi hem de bu derece veciz bir şekilde ifade etmektedir ki; böyle bir söz söylemek ancak vahye, ilhama açık bir fetanetin kârı olabilir.

    Nuayman, bazan içki içiyor ve Allah Rasûlü de, ona hadd-i şer’îyi tatbik ediyordu. Yaptığı bu şey bir günahtı. Dolayısıyla da sahabeden biri, ona kınayıcı bir söz sarfedince, Allah Rasulü, kaşlarını çattı ve: “Kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın. Allah’a yemin ederim o, Allah ve Rasulü’nü sever” 273 buyurdu. Allah ve Rasulü’nü sevme, onlarla beraber olmayı netice vereceğinden, böyle bir insan, her ne kadar günah da işlese, kötü söze muhatap olmaya müstehak değildir; çünkü o Allah ve Rasulü’nü sevmektedir... Bu sevgi ise farzlarını yapan, büyük günahlardan kaçınan birisi için Rasulullah’la beraber bulunmaya yeter. Zira kişi sevdiğiyle beraberdir...

    5.Takvâ

    Ahmed b. Hanbel, Muaz b. Cebel’den naklediyor: “Nerede olursan ol, Allah’dan kork! Günahın arkasından hemen iyilik yap onu siliversin. İnsanlarla muamelende güzel ahlâkdan ayrılma!” 274

    İnsanı, güzel ahlâkı kadar yükselten ikinci bir unsur yoktur. Güzel ahlâk ki, o bir Allah ahlâkıdır ve güzel ahlâk, insanın Allah ahlâkıyla ahlâklanması demektir.

    Ciltlerle ancak anlatılabilecek, takvâ, takvâyı muhafaza ve devamlı surette bu anlayış içinde yaşayabilme yollarını izah eden bir hadîsle karşı karşıya bulunuyoruz. Ancak burada, sadece misal vermek için zikrettiğimizden bu yüce hakikatların şerh ve izahına girmiyoruz...


  4. #4
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili

    6.Nasılsanız Öyle İdare Edilirsiniz

    Bir başka hadîslerinde de Efendimiz şöyle buyurur : “Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz.” 275

    Keyfiyetiniz ne ise, başınızdakilerin keyfiyeti de o olur. Siz nasıl bir kaynak iseniz, başınızdakiler de o kaynağın mahsulüdür. Bu söz, öyle bir sözdür ki, idare adına kâmuslar meydana getirir. İsterseniz, sadece bu hadîs üzerinde kısaca duralım:“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden mes’ul-sünüz” 276 fehvasınca, herkesin bir mes’uliyet sınırı vardır ta devlet reisine kadar... Devlet reisi de, idare ettiği dairenin bütününden mes’uldür. Ancak, “siz nasıl olursanız, başınızdaki idareciler de öyle olur” ifadesi, bu hususa, içtimâî hukuk açısından apayrı bir buud kazandırmaktadır.

    Evvela, bu hadîs, idare edilenlere diyor ki, siz çok önemlisiniz. Çünkü, başınıza geçecekler, hangi yoldan olursa olsun, sizin kapınızı çalmak zorundadırlar. Yani onlara şekil verecek olan sizlersiniz.

    İçtimâînin de kendine göre değişmeyen prensipleri vardır. Nasıl ki, bir fiziğin, kimyanın, astronominin kendine göre değişmeyen ve adına “şeriat-ı fıtriye” kanunları denilen prensipleri var, öyle de içtimaînin de kendine göre prensipleri vardır ve bunlar kıyamete kadar da değişmeyecektir. Onun içindir ki, insanlar, şerre, şirretliğe yol veriyor, bağırlarında kötülüklerin barınmasına açık yaşıyorlarsa, o insanları kötüler ve şirretler idare edecektir. Bu Cenâb-ı Hakk’ın değişmeyen kanunudur.

    Evet, şirretlik, insanların bünyelerinde neşv ü nemâ buluyor mu? Bu bünyelerde fenalıklar yeşeriyor mu? O zaman Allah (cc), onların başına, aynı çamur ve aynı hamurdan insanlar getirir, onları işte bu insanlar idare eder.

    İkincisi: Yine bu hadîs ifade ediyor ki, kanunlar, nizamlar, satırlardaki şeylerdir. Ve bunların çok tesiri de yoktur. İnsanlar kafa kafaya verip, en muhkem kanunnameler dahi hazırlasalar, önemli olan onun ihtiva ettiği hususlara riayet edilip edilmemesidir. Binaenaleyh, esas olan, idare edilen insanların ahlâkî yapılarıdır. Eğer onlar, ahlâklı, kendilerine düşen problem ve meseleleri halletmiş insanlarsa, onların başına geçecek kimseler de asla problem insanı olmazlar.

    Burada yeri gelmişken vâki bir hâdiseyi nakledeyim:

    İlk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi adında bir zat vardır. Bu zat, ulemadan, fuzeladandır. Diğer milletvekilleri meydanlarda nutuk atarken, Tahir Efendi, bir köşede hep susmayı tercih etmektedir. Ancak taraftarları ısrar eder ve Hocayı da bir miting meydanına çeker ve bir meydanda konuşmaya ikna ederler. Ancak Tahir Efendi, az fakat öz konuşan bir insandır. Onlara az-öz şunları konuşur:

    “Ey cemaat, şunu biliniz ki, siz; “müntehib”siniz. Ben ise; “müntehab”ım. Gideceğimiz yer ise; “müntehabün ileyh”dir. Sizin yaptığınız işe de “intihab” denir. İntihab ise “nuhbe”den gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, birşeyin altında ne varsa kaymağı da o cinsten olur. Yoğurdun üstünde, yoğurt kaymağı, sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur...”

    İfadelerdeki Arapça terimleri belki anlamayanlar için, istifadeli olur diye kısaca açıklamak gerekirse; “Müntehib” seçen; “Müntehab” seçilen, “Müntahabün ileyh” kendisi için seçim yapılmış yer, meclis; “İntihab”, seçmek, demektir. Bu kelime ise; “Nuhbe” kelimesinden türemiştir.

    Ve bir istidrat daha:

    Haccac’a, Hz. Ömer’in adaletinden bahseden şahsa, Haccac’ın verdiği cevap, meselemize vüzuh kazandırması bakımından mühimdir. Haccac, cevabında şöyle demektedir:“ Siz Ömer zamanındaki insanlar olsaydınız, hiç şüphesiz ben de Ömer olurdum...”

    Üçüncüsü: Her insan suçu kendinde aramalıdır. Herkes kendinin avukatı olduğu, suçu hep dışarda aradığı müddetçe, müsbet ma’nâda mesafe katetmek mümkün değildir... İnsanlar, iç âlemlerinde, özlerinde kendilerini değiştirmedikçe, Cenâb-ı Hakk onları değiştirmez277. Eğer içte bir bozulma olursa, bu mutlaka, zirvelere kadar her tarafa yansır. İnsanların iç istikameti için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Demek oluyor ki, idare edilenlerin durumları, idare edenlerin durumlarına, âdetâ sebep-netice münasebeti içinde bir müessiriyeti var. Ve bu söz cevherinin ruhunda kimbilir daha neler mündemiç?. Ve erbabı daha neler ve neler seziyordur... Evet toplum plânında iyi bir yapı ve yapılanmayı bu kadar veciz izah ve ifade eden; aynı zamanda iyi ve güzel yapılanmaya yol gösteren, başka bir beşer sözü bulmak mümkün değildir. Fetanet-i azam sahibi Hz. Muhammed (sav)’dır ki, her sözü böyle beyan semasının bir üveykidir...

    Evet, O, bütün insanlar arasında, beyan hususunda en mümtaz ve seçkin bir yere sahiptir. Hiçbir edibin O’na yetişmesi mümkün değildir. Sözleri, Kur’ân değildir ama; bütünüyle ilham yüklüdür. O’nun içindir ki konunun başında da temas ettiğimiz gibi, bütün edipler ve edebiyattan anlayanlar söz söylemede ancak O’nun halâiki olabilirler.

    Hassan b. Sabit, büyük bir şairdir. Allah Rasulü’nün hususî dua ve iltifatlarına mazhar ve Cibril’in teyid ettiği bir şair. Buna rağmen, Hansâ, onun dört mısralık şiirinde tam sekiz yanlış bulmuştu. İşte şiirde böyle devleşen bu kadın, Allah Rasulü’nü dinledikten sonra İslâm’a girmiş ve artık bütün işi, Söz Sultanı’nı dinlemek olmuştur. O’nu dinlerken öyle büyülenmiş, öyle kendinden geçmiştir ki, cahiliye devrinde, kardeşinin ölümü üzerine yazdığı mersiyelerle, dünyayı yasa boğan bu kadın, Kâdisiye’de dört oğlunu şehid verirken şikayet ifade edecek tek kelime söylemediği gibi sadece şunları demişti: “Ne mutlu bana ki, dört şehidin anası oldum. Allahım Sana hamdolsun!” 278

    Hansâ mülhemundan, “ilhama mazhar” bir kadındır. Çocuklarından her biri düştükçe, oku bizzat, kendi sinesinde hissediyor gibi kıvranmıştır. Fakat Efendimiz’e olan bağlılığı da o denli kuvvetlidir ki, şikayet ifade eden tek kelimelik bir söz dahi, o ilhamla açılıp kapanan dudaklarına misafir olmamıştır.


  5. #5
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili



    7. Ameller Niyetlere Göredir

    Buhâri, Müslim ve Ebu Davud, Hz. Ömer’den naklediyor:

    “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur. Kimin hicreti, Allah ve Rasulü (rızası ve hoşnutlukları) için ise, onun hicreti Allah ve Rasulü’ne müteveccih sayılır. Kim de nâil olacağı bir dünya veya nikahlanacağı bir kadından ötürü hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye göredir.” 279

    Bu sözlerin, Allah Rasulü’nden şerefsüdur olmasına, hicret sebep olduğu için, bu sözde ana tema hicrettir. Zira, rivayete göre İki Cihan Serveri bu sözü şu hâdiseye binaen ifade buyurmuşlardır:

    Mekke’den Medine’ye herkes Allah için hicret ediyordu. Ancak ismini bilemediğimiz bir sahabi, sevdiği Ümmü Kays adındaki bir kadın için hicret etmişti280. Şüphesiz bu zat bir mü’mindi ama, niyet ve düşüncesi davranışlarının önünde değildi...

    O da bir muhacirdi ama, Ümmü Kays’ın muhaciriydi. Ancak Allah için katlanılabilecek bunca meşakkate o, bir kadın için katlanmıştı. İsim zikredilmeden, bu hâdise, Allah Rasû-lü’nün yukarıda zikrettiğimiz mübarek sözüne mevzu olmuştur. Sebebin husûsiyeti, hükmün umûmiyetine mâni değildir. Onun için bu hadîsin hükmü, umumidir, her işe ve herkese şâmildir.

    Niyet

    Evet, sadece hicret değil, bütün ameller niyete göredir. İnsan hicret etmek istediğinde niyeti, sadece Allah ve Rasûlü olursa, bunun karşılığı olarak Allah ve Rasûlü’nü bulur. Bu namazda da, oruçta da, zekatta da hep böyledir. Yukarıda zikrettiğimiz bir hadîste de ifade edildiği gibi, Allah’ın hakkını gözeten insan, Rabbini hep karşısında bulur. Bu buluş, O’nun rahmet, inayet ve keremi şeklinde olur. İnsan, bunları bulduğunda coşar, kendinden geçer ve secdeye kapanarak Rabbine yakınlığını arttırmaya çalışır... Ve Rabbine yaklaştıkça da bütün amellerine bu duygu, düşünce hakim olur. Bu hakimiyetin gölgesinde, her şeyin değişip başkalaştığı âleme geçtiğinde, yani kabirde, berzahta, haşirde, sıratta da yine Rabbini hep karşısında bulur. Şayet amelleri, onu Livâü’l-Hamd’e ulaştırabilirse, orada da İki Cihan Serveri’ne mülâki olur ve tasavvurlar üstü bir maiyyete erer.

    Halbuki, niyeti Allah olmayan bir insan, bütün sa’y ü gayretine rağmen, eğer hicretten maksadı bir kadınsa, bütün o meşakkatler cismaniyete ait zevkler için çekilmiş.. ve bir ma’nâda katlandığı her şey hebâ olup gitmiş sayılır.

    Hep cismaniyetini yaşayan, hep bedenî hayatla oturup kalkan, hiçbir zaman vicdan ve ruhunun sesine kulak asmayan bir insan, boşa oturup kalkacak, şurada-burada ömrünü beyhude tüketecek ama, kat’iyen hayatını Cenâb-ı Hakk’ın rızasına göre ayarlayan insanların elde ettiği neticeyi elde edemeyecektir. Zaten başka bir hadîslerinde de Efendimiz: “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır” 281 buyurmaktadır. Zira insan, ne kadar gayret ederse etsin, niyetindeki ameli yakalayamaz. Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetidir ki, yapılan amelden ziyade, içteki niyete göre muamele etmektedir. Dolayısıyla, insanın niyetinin, ona kazandırdığı elbette yaptıklarından daha fazla olacaktır. Evet işte bu yönüyle de mü’minin niyeti amelinden daha hayırlıdır.

    Mevzuyla alâkalı olması yönünden şu hadîs’e de dikkatinizi rica edeceğim. Efendimiz bir hadîslerinde:

    “Dikkat edin! İnsanın bünyesinde bir et parçası vardır. Eğer o salah bulursa bütün ceset salah bulur; eğer o bozulursa bütün ceset bozulur. Dikkat edin o, kalptir” 282 buyurmaktadır.

    İhlasınız olursa zemini bulup serptiğiniz bütün tohumlar hayattar olur. Başlangıçta rüşeymler gibi zayıf ve çelimsizdirler ama, zamanla salınan selviler haline gelirler. Ve siz, ötede onların gölgesinde yaşarsınız. Evet, onlar, sizin niyetlerinizin sıhhati ölçüsünde serpilir gelişir ve cennet meyveleri halinde karşınızda arz-ı endâm ederler.

    Niyetle insanın âdet ve alışkanlıkları, birer ibadet hükmüne geçer. Akşam yatarken gece ibadetine niyetli olan bir insanın, uykudaki solukları dahi zikir yerine geçer. Zaten böyle olmasaydı, bu kadar az zamanda, bu kadar az amelle cennet nasıl kazanılırdı ki?.. Evet, eğer mü’mine ebedî bir hayat verilecekse, bu onun ebedî kulluk niyetine bahşedilmiş bir lütuf olacak ve dolayısıyla da ona ebedî cenneti kazandıracaktır. Diğer kutupda kâfir için de durum aynı şekildedir. Yani o da ebedî cehenneme müstehak, demektir.

    Evet biz, niyetimizdeki ebedî kulluk düşüncesiyle cennete hak kazanıyoruz. Kâfir de niyetindeki ebedî nankörlük azmiyle. Evet, amellerin en küçüğünden bila-istisnâ, en büyüğüne kadar bütününe değer ve kıymet kazandıran ve âdetâ onlara hayatiyet kazandıran ancak ve ancak niyettir.

    Hatta, iyiliklerde sadece niyetin kazandırdığı çok şey vardır. Meselâ bir insan, bir haseneye niyet etse de onu yapamasa yine bir sevap alır. Eğer onu yaparsa, durumuna göre bazan on, bazan yüz, bazan da daha fazla sevap kazanır. Halbuki kötülükler, niyette kalsa günah yazılmaz, yapıldığı zaman da sadece bir günah yazılır283. Elbette ki her kötülüğün günahı da kendi cinsinden bir cezayı gerektirir.


  6. #6
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili



    Hicret

    Bu arada hadîste, hicrete ayrı bir ehemmiyet verildiği de gözden kaçırılmamalıdır. Gerçi husûsi ma’nâsıyla hicret bitmiştir. Zira Allah Rasûlü: Mekke fethinden sonra hicret yoktur” 284 buyurmaktadır. Fakat umûmi ma’nâsıyla hicret devam etmektedir ve kıyamete kadar da devam edecektir. Çünkü, hicret, cihadla ikiz kardeştir, beraber doğmuşlardır ve beraber yaşayacaklardır. Cihadın kıyamete kadar devam edeceğini de bildiren yine bizzat Efendimiz’dir. O, bu mevzuda şöyle buyurmaktadır: “Cihad kıyamet gününe kadar devam edecektir.” 285

    Evet, anadan, babadan, yardan, yârandan ayrılıp, muhtaç bir gönüle, hak ve hakikatı anlatabilme uğruna memleketini terkedip, diyar diyar dolaşan her dâvâ adamı, her inanmış insan, hiç bitmeyen bir hicret salih dairesi içindedir ve bunun sevabını da mutlaka görecektir.

    Diğer taraftan, Allah ve Rasûlü yolunda yapılan hicrete lütfedilecek belli ve muayyen bir sevaptan bahsedilmemektedir. İhtimal ki bu türlü amellerin sevabı ötede birer sürpriz olarak verileceğine işaret içindir. Melekler bu ameli, aynıyla yazarlar; mükafatını da Cenâb-ı Hakk, bizzat kendisi takdir buyurur.

    Hadîsin başındaki hasr’ı ifade eder. Böylece ma’nâ; ancak ameller, niyetle amel haline gelir.. demek olur ki, bu da niyetsiz hiçbir ibadetin makbul olmadığı ma’nâsına gelir. Nitekim insan, niyetsiz bin rekat namaz kılsa, senelerce aç kalsa, malının hepsini sarfetse, hacca ait rükünlerin hepsini niyetsiz olarak ve haccı kasdetmeden yerine getirse, bu insan ne namaz kılmış, ne oruç tutmuş, ne zekat vermiş ne de hacca gitmiş olur. Demek ki bütün bu hareket ve davranışları ibadet haline getiren insanın niyetidir.

    Günahlardan Hicret

    Mevzua bir kere daha göz atacak olursak görürüz ki, Allah Rasulü, evvela, niyet gibi şümullü bir mevzuyu üç kelime ile izah etmiş; ardından da hicret gibi, çok muhtevalı bir hususa iki üç cümleyle işarette bulunmuştur.. günahları terk etme ma’nâ-sına gelen hicretten başlayarak, kıyamete kadar cereyan edecek olan, hak yolundaki bütün hicretleri, bütün muhaceretleri, “sehl-i mümteni” bir üslupla hem de bir iki cümleye sıkıştırarak ifade etmek, ancak beyanı lal ü güher o Zat’ın işi olabilir. Şu hususu da açmak yararlı olacak; en büyük muhacir günahlardan uzaklaşan ve Allah sevgisinin dışında kalan bütün sevgileri kalbinden silip atandır 286. Bir gün İbrahim b. Edhem, Rabbine şöyle dua eder: “Ya Rabbi, Sen’in aşkına tutuldum. Sen’den gayrı her şeyi terk edip huzuruna geldim. Seni gördükten sonra, bakışlarım başka şey görmez oldu...”

    O, tam bu dualarla dopdolu olduğu ve bu duanın manevî atmosferi içinde bulunduğu bir sırada, Kâbe’nin kenarında oğlunu görür. Oğlu da onu görmüştür. Senelerin verdiği hasret, ikisini birbirine koşturur. Tam sarmaş dolaş olurlar ki, hâtiften bir ses gelir: “İbrahim, bir kalpte iki sevgi olmaz!”

    İşte o zaman İbrahim ikinci çığlığı basar: “Muhabbetine mani olanı al, Allahım!” Ve oğlu ayaklarının dibine yığılıvermiştir..a287

    Rahmet-i İlâhîye Hicret


    Günahlardan kaçıp Rabbin kapısını çalma, O’ndan af fermanı gelinceye dek, kapıdan ayrılmama, bu da bir hicrettir. Şu yakarış bunu ne güzel ifade eder:

    “İlâhî, günahkâr kulun sana geldi.
    Günahlarını itiraf edip sana yalvarıyor.
    Eğer affedersen bu Sen’in şanındandır.
    Eğer kovarsan, Sen’den başka kim merhamet edebilir.”

    Daha önceleri işleyip durduğu günahları terkettikten sonra, bir daha aynı günaha dönmeyi, cehenneme girmekten daha ızdırap verici bulan bir insan, hep hakiki ma’nâda hicret yolundadır.

    Helâl hudutlarının son sınır taşlarını, mayınlı bir tarla gibi görüp oralara yanaşmayan; eline, ayağına, gözüne, kulağına, ağzına, dudağına dikkat eden bir insan, ömrünün sonuna kadar hep hicret ediyor demektir. Bu insan, ister insanlar arasında bulunsun, isterse bir köşede uzlete çekilsin, mukaddes göç gönlünün derinliklerinde onun sadık yoldaşıdır. Ancak uzlette, hicretin ayrı bir buudu vardır. İnsan orada “Üns billah”a ulaşır ve İlâhî nefehatla serfiraz kılınır.

    Meseleyi özetleyecek olursak: Ayrıca, hadîs-i şerif şu hususlara da delâlet, hiç olmazsa, îmâ ve işarette bulunmaktadır:

    a-Niyet, amelin ruhudur; niyetsiz ameller ölü sayılır.

    b-Niyet, hasenâtı seyyiâta, seyyiâtı da hasenâta çeviren nurlu ve sırlı bir iksirdir.

    c- Amelin amel olması niyete bağlıdır; niyetsiz hicret, turistlik; cihad, bâğîlik; hac, aldatan bir seyahat; namaz, kültür fizik; oruç da bir perhizdir. Bu ibadetlerin, insanı cennetlere uçuran birer kanat haline gelmesi ancak niyet mülâhazasıyla mümkün olur.

    d- Ebedî cennet, ebedî kulluk niyeti, ebedî cehennem de ebedî inkâr ve ebedî küfür kastının neticesidir.

    e- İnsan niyeti sayesinde, çok küçük bir cehd ve az bir masrafla çok büyük ve çok kıymetli şeyler elde edebilir.

    f- Niyet kredisini iyi kullanabilenler, onunla dünyalara talip olabilirler.

    g- Dünya ve kadın, nîmet olmaya müsait yaratıldıkları halde, o nîmetlerin sû-i istimâli veya onlarla olan münâsebetlerin şer’î kıstaslara göre ayarlanamaması neticesinde, bu nîmetler Allah ve Resûlünün hoşnutluğuna alternatif olabilir. Dolayısıyla da kazanç kuşağında insana her şeyi kaybettirebilirler...

    İşte, bunlar ve bunlar gibi daha nice mes’eleler var ki, herbiri başlı başına birer kitab mevzûu olduğu halde zerrede güneşi gösterebilen ve deryayı damlaya sıkıştırmaya muktedir olan bir Söz Sultanı’nın beyanında, bu koskoca muhtevayı ifade için üç-beş kelime yetmiştir.


  7. #7
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili

    8.El ve Dil Belası

    Yine cevâmiu’l-kelim’den, Buhâri’nin naklettiği bir hadîste Efendimiz, şöyle buyurmaktadır : “Gerçek müslüman, elinden dilinden müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir. Hakiki muhacir de, Allah’ın yasak ettiği şeylerden uzaklaşıp onları terk edendir.” 288

    İdeal Mü’min

    Şimdi bu hadîsi kısaca tahlil edelim:

    “ ” kelimesinin başında, bir lam-ı ta’rif vardır. Ayrıca, kelimesi de, lam-ı tarifle zikredilmiştir. Bu iki lam-ı tarifin, bize anlattığı bir ma’nâ vardır. İdeal mü’min, gerçekten silm, selâmet ve güvenlik atmosferi içine girip, o atmosferde kendini eritebilmiş.. ve yine kendisi gibi tam ve hakiki mü’min-lere, eliyle veya diliyle kötülüğü dokunmayan mü’mindir. Öyle görünen, öyle olduğunu iddia eden veya nüfus cüzdanında müslüman yazan kimseler değil; bütün zihinlerde tersim edilen hakiki ve ideal mü’minden bahsediliyor. Biz lam-ı tarifin “ahd-i zihnî” ma’nâsına gelişinden, bunu teşemmüm ediyoruz. Yani, “mutlak zikir, kemaline masruftur” kaidesinden çıkış yaparak, mü’min denince ilk akla gelen, en kâmil ma’nâdaki mü’mindir ve hadîste kasdolunan mü’min de işte budur.

    Bir insanın, normalde dildeki bu inceliği bilmesi mümkün değildir. Zira, işin bu tarafı, ancak mektep, medrese veya bir üstadın rahlesi önünde diz çökmekle öğrenilebilecek dilbilgisi veya gramer bilgisiyle mümkündür. Allah Rasûlü için, böyle bir tedris söz konusu değildir. Demek ki, O’nun konuştukları kendinden değil; O, Muallim-i Ezeli’nin konuşturduklarını konuşmaktadır. Onun içindir ki, Allah Rasûlü’nün ifade ve beyanlarında, dile ait bütün nükteler mevcud olmakla beraber dile ait bir tek kusur dahi mevcut değildir.

    Biz yine yukardaki hadîse dönelim: Hakiki müslüman, emniyet ve güven insanıdır. Öyle ki, diğer bütün müslümanlar, zerrece herhangi bir kuşku ve tereddüte düşmeden ona sırtlarını dönebilirler. Zira bilirler ki, ondan kimseye zarar gelmez. Ailelerini birine emanet etmeleri icap etse, gözleri arkada kalmadan ona emanet edebilirler. Çünkü onun elinden ve dilinden asla kimseye zarar gelmez. Onunla bir mecliste beraber bulunduktan sonra, o meclisten ayrılan insan, arkasından emindir; zira bilir ki, arkada kalan o insan, ne kendisi gıybet eder, ne de yanındakilerinin gıybetini dinler. O, kendi haysiyetine, şerefine düşkün olduğu kadar, bir başkasının haysiyetine, şerefine de o kadar düşkündür. Yemez, yedirir. İçmez, içirir. Yaşamaz, yaşatır. Ve bir başkası için füyûzat hislerinden dahi fedakârlıkta bulunur. Biz, bütün bu ma’nâları, lâm-ı tarifin aynı zamanda “hasr” ifade etmesinden çıkarıyoruz.

    Silm ve Müslüman

    Diğer taraftan, bu ifadelerde cinas da vardır. “Müslim” kelimesiyle, “selime” fiili, ikisi de “silm” kökünden gelir. Bazı harflerindeki benzerlikten dolayı, aralarında gayr-ı tam bir cinas mevcuddur. Ancak bu iki kelimenin babları, ayrı ayrıdır. Bu benzerlik ve ayrılık, bize şöyle bir ma’nâyı dahi hatırlatır: Müslüman; her meselesi, silm, selamet ve müslimlik çizgisinde cereyan eden insandır. O, kendisini öyle İlâhî bir cazibeye kaptırmıştır ki; artık bütün hareketleri bu kuvve-i ile’l-mer-keziye çevresinde cereyan eder.

    O, tanıdığı-tanımadığı herkese selam verir. Böylece kalplerde onun için bir sevgi vaz’edilir.289

    Namazını bitirirken, selamla bitirir. İns, cin, melek, bütün şuurlu varlıklar, onun selamını alır. O, görmediği bu varlıklarla da selamlaşır. Mü’minin dışında hiç kimse, şimdiye kadar selamlaşmayı, bu denli yaygın hale getirmiş değildir.

    İslâm’a; namaz, oruç, zekat, hac ve kelime-i şehadet gibi rükünleri yerine getirmekle girilir. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın “Topluca silme giriniz” (Bakara, 2/208) emrine ittiba ile, silm ve selamet deryasına yelken açmak demektir. O deryaya kendisini salan insanın ise, her hali silm ve İslâm kokar. Bu duruma gelmiş bir insandan da, hiç kimse iyiliğin dışında bir hareket ve bir mukabele görmez.

    Niçin El ve Dil

    Efendimiz’in her ifadesinde olduğu gibi, söz konusu ettiğim ifadesinde de kullanılan her kelime, dikkatle seçilmiştir. Görülüyor ki burada da yine elden ve dilden bahsedilmektedir. Diğer azaların değil de sadece bu iki uzvun zikredilmesinde elbette birçok nükte vardır. İnsan bir başkasına vereceği zararı iki türlü verir. Bu, ya vicâhî, yüz yüze veya gıyabî yani arkadan olur. Vicâhî zararı el, gıyabîyi de dil temsil eder. İnsan karşısındakine ya bizzat tecavüzde bulunur ve onun hukukunu çiğner, ya da, gıyabında onun gıybetini yaparak, hakir ve küçük düşürerek hukukuna tecavüz eder. Bu iki çirkin durum da mü’minden hiçbir zaman sadır olmaz. Çünkü o, ister yüz yüze olduğu insanlara, isterse hazır bulunmayanlara karşı hep mürüvvetle davranır.

    Ayrıca Efendimiz, lisanı elden önce zikrediyor. Çünkü, elle yapılacak zarara, karşı tarafın mukabele imkânı ihtimal dahilindedir. Halbuki, arkadan yapılan gıybet veya atılan iftira, ekseriyetle karşılıksız kalır. Dolayısıyla, rahatlıkla böyle bir hareket, fertleri, cemiyetleri hatta milletleri birbirine düşürebilir. Dille yapılabilecek zararların takibi, vicâhî olarak yapılmak istenenlere nisbeten daha zordur. Onun içindir ki, Efendimiz, dili, ele takdim etmiştir. Diğer taraftan, bu ifadede, müslümanın Allah katındaki değer ve kıymetine de işarette bulunulmuştur. Müslüman olmanın Allah katında öyle bir değer ve kıymeti vardır ki, bir başka müslüman ona karşı elini ve dilini kontrol altında bulundurması gerekmektedir.

    Cihanşümul emniyet ve esenlik düşüncesiyle gelen İslâmiyetin önemli bir ahlâkî buudu, müslüman ferdin, maddî-ma’-nevî kendine zarar veren şeylerden uzaklaşması ise, diğer ehemmiyetli bir derinliği de, az dahi olsa, başkalarına zarar vermemektir. Zarar vermek bir yana, toplumun her kesiminde, emniyet ve güveni temsil etmektir. Evet, müslüman, sînesinde taşıdığı emniyet duygusu ve yüreğinin güvenle atması ölçüsünde hakîkî müslümandır.. ve hakîki bir müslüman da gezip-dolaştığı; oturup-kalktığı hemen her yerde “esselâm”kaynaklı bu hisse tercümandır: O, mü’minlere uğradığında selâm verir, emniyet soluklar.. onlardan ayrılırken esenlik diler, ayrılır.. namazın tahiyyatlarını selâmlarla süsler.. ve Hakk’ın huzurundan ayrılırken de mü’minleri selâmlayarak ayrılır. Artık, bütün hayatını böyle selâm yörüngesinde sürdüren bir insanın, kendi temel düşüncesine rağmen, emniyete, güvene, sağlığa ve maddî-ma’nevî, dünyevî-uhrevî selâmete ters bir yola girmesi, kendine ve başkalarına zarar vermesi herhalde düşünülemez...

    Hadîsle alâkalı bu kuşbakışı ilk mülâhazadan sonra, yine onun ruhundan fışkıran şu hususlara da bir göz atıp geçelim:

    a- Hakiki müslüman, yeryüzünde cihanşümul sulhün en emin temsilcisidir.

    b- Müslüman, ruhunun derinliklerinde yaşattığı bu yüksek duyguyu her yerde soluklar-gezer.

    c- O, ezâ, cefâ etmek ve zarar vermek bir yana, hatırlandığı her yerde emniyet ve selâmetin remzi olarak hatırlanır.

    d- Onun nazarında, elle yapılan tecâvüz ile gıybet, bühtan, tahkîr, tezyîf gibi dil ile yapılan tecavüz ve çekiştirme arasında fark yoktur. Hatta bazı durumlarda, ikincisi birinciden daha büyük cürüm sayılır.

    e– Bir mü’min bu günahlardan bazılarını irtikap etse de yine mü’mindir ve dinden çıkmış sayılmaz. Yani akîdemizce küfür-îmân arası bir mevkî söz konusu değildir.

    f- Her mes’elede olduğu gibi, îmân ve İslâm mes’elesinde de, himmetler âli tutulup kemâlât-ı insaniyyeye yani herhangi bir müslüman değil, kâmil müminliğe talip olunmalıdır gibi pek çok şey o mu’ciz beyân lisanda tek bir satıra sığdırılmıştır.


  8. #8
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili



    9. Mâlâyaniyatı Terk İslâm’ın Güzelliğindendir

    Hadîsin, muhacirle ilgili bölümüne yukarıda kısaca temas ettiğimiz için o kadarla iktifa edip, Efendimiz’e ait bir başka nurlu beyana intikal edelim. İki Cihan Serveri buyuruyor ki: “Müslümanın İslâmiyetine ait güzelliklerindendir malayaniyi terketmesi...” 290

    Elbetteki, sadece böyle bir tercüme ile Efendimiz’e ait bir sözün derinliğini anlamak, bu kısa ifadenin şumûlünü kavramak mümkün değildir.

    Hadîste; mü’minin İslâmiyetinin, ihsan ve itkana ulaşabilmesinin sırrından bahsedilmektedir. Yani pratikte ve dış yönü itibariyle, sağlam, arızasız ve kusursuz bir seviyeye; iç yönü itibariyle de ihsan sırrını temsile ulaşmış bir mü’min, mutlak surette, mâlâyaniyatı terk etmelidir.. terkeder de...

    İçteki Ciddiyet Dışa Akseder

    Ciddiyetsiz ve lâubâli insanların, ibadetlerinde de ciddiyet yoktur. Böyle bir insan, belki namaza durduğu zaman ciddi gibi görünebilir; fakat eğer, iç dünyasında, kalb ve vicdanında ciddiliğe ulaşamamışsa, o sadece yıldız görünme sevdasında bir ateş böceğidir. Uzun zaman da böyle görünebilmesi mümkün değildir. Karakterler gizlenemez. Her insan, er veya geç karakterinin muktezasını mutlaka yerine getirir. Meğer ki ciddiyet onda değişmeyen bir karakter haline gelmiş olsun! Temrin ve sıkı kontrolle bu seviyeyi yakalamak mümkündür. Eğer böyle bir temrin ve kontrol varsa “olma”, “ görünme”nin önüne geçer.. bir serçe uzun müddet tâvûs kuşu olarak arz-ı endam edemez. Yani insan şuurunun ve zihin-altının çocuğudur. Onlardan kaçıp kurtulamaz.

    Meseleyi şöyle toparlayabiliriz: İçte ihsan olmalı ki, dışta itkan olsun! Dış, daima içten destek almalıdır. İnsanın iç dünyası ciddi olmalı ki, bu onun dış dünyasına da sirayet etsin.

    Hz. Ömer, hilafet makamına tavsiye edilen büyük bir sahabi için şöyle demiştir:“ Denilen kişi her yönüyle hilafete layıktır. Ancak şakası biraz fazladır. Halbuki hilafet, bütünüyle ciddiyet isteyen bir meseledir.”291

    İnsanları idare durumunda hilafet, ciddiyet ister de, yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın temsilcisi olma ma’nâsına hilafet ciddiyet iktiza etmez mi?

    Allah huzurunda, O’nun boynu tasmalı bir kulu olma mevzuunda gerekli ciddiyeti elde edememiş bir insan, diğer hususlarda nasıl ciddi olabilir ki?

    İhsan Şuuru ve Ciddiyet

    Cümlenin başındaki “Min” harf-i cerri “hasr” ifade eder. Bununla, müslümanın, ihsan sırrına ermesi için gerekli olan bir yoldan bahsedilmektedir. O da laubaliliği terk etmektir. Ciddiyet kazanılıp, laubalilik terk edilmedikçe, bir insanın ihsan şuuruna sıçraması mümkün değildir.

    Cibril hadîsinde, ihsan mertebesi en son merhale olarak ele alınmaktadır. Allah Rasûlü’ne gelen Cibril, evvela imanı, sonra İslâm’ı sormuş ve bunlara Allah Rasûlü’nün verdiği cevapları tasdikten sonra da, “İhsan nedir?” diyerek ihsanı sormuştur. Efendimiz de O’na şu cevapla mukabele etmiştir: “İhsan, senin Allah’ı görüyor gibi O’na kulluk yapmandır. Her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” 292 (*)

    Bu mertebeyi yakalama da, ancak azami takva, zühd ve velayet ile olabilir. İnsan, evvela o noktaya ulaşmayı bir ideal ve gaye haline getirmeli; sonra da, oraya götüren yolları bir bir denemelidir.

    Allah, insana şah damarından daha yakındır. Bir şairin dediği gibi, insan, O’nu taşrada ararken, O, can içinde candır. “Ben taşrada ararken, O can içinde can imiş.” Bir başka şairimiz de şöyle der:

    “Maveradan bekliyorken bir haber
    Perde kalktı öyle gördüm ben beni.”

    Evet, insan her şeyi ile, O’nun kudret elinde evrilip çevrilmekte.. ve her şey, O’nun tecellilerinden ibaret bulunmaktadır. O’nu dışta aramak beyhude yorulmaktır. Zira O, insana kendinden daha yakındır; bu sırrın inkişafı da ihsandır.

    Her İşte İtkan

    İnsanın vicdanını, böyle bir ihsan şuuru sardığında, artık onun davranışlarına itkan hâkim olur. Zaten Cenâb-ı Hakk da, işin sağlam yapılmasını istemekte ve sağlam işi sevmektedir.

    O, Kur’ân’da diyor ki :

    “De ki: Amel edin! Amelinizi Allah da, Rasûlü de, mü’minler de görecektir. Sonra görüleni de görülmeyeni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O da size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (Tevbe, 9/105).

    Yani yapılan bütün ameller, Allah’ın, Rasûlü’nün ve vicdanları hüşyar mü’minlerin teftişinden geçecektir. Onun için her amel, teftişe göre yapılmalıdır ki, sahibini utandırmasın. Bu da, yapılan amelin çok sağlam yapılmasını zarûri kılmaktadır. Böyle bir amele muvaffak olabilmek de, ancak içten “ihsan”a ulaşmakla mümkündür. İnsan, iç âlemi itibariyle böyle derinleşebildiği ölçüde, davranışları da çok mükemmel olacak ve bu insan, asla laubâliliklere düşmeyecektir. Böylece de İslâm’ın güzelliklerini elde etmiş, başka bir ifadeyle, güzel olan İslâm’ı yaşamış, zatında güzel olan İslâmiyetin güzelliğine uygun bir kemalat arşına taht kurmuş olacaktır.

    “Malayani”, insanı hiçbir zaman alâkadar etmeyen, gereksiz ve onun ne bugünü ne de yarını için hiçbir faydası olmayan lüzumsuz şeylerle meşgul olması demektir. Öyle ki, meşgul olduğu şeylerin, ne şahsına, ne ailesine ne de milletine hiçbir faydası yoktur. İşte İslâmiyetteki güzellikleri yakalayabilmiş biri aynı zamanda laubalilikten de uzaklaşmış demektir. Öyleyse bu hadîs, aynı zamanda insana, ne yapması gerektiğini de öğretmektedir. İnsan daima, yüce ve yüksek meselelerle meşgul olmalı, uğraştığı her mesele ya doğrudan doğruya, ya da dolayısıyla, hem kendine, hem ailesine hem de cemiyete faydalı bulunmalıdır. Bir cihetle, ciddi insan olmanın tarifi de budur...

    Sözün burasında, hadîste teşemmüm ettiğim ince bir meseleyi de arzetmeden geçemeyeceğim:

    Mâlâyaniyat Nedir?

    “Mâlâyaniyat” ile meşgul olan bir insan, fırsat bulamaz ki “Mâya’nî:kendisini ilgilendiren” şeylerle meşgul olabilsin. Devamlı surette, hiç kendisini ilgilendirmeyen iş ve ve düşüncelerle dopdolu olan bir insan, kendisi için gerekli ve onu yakından ilgilendiren meselelere vakit bulamaz ki onlarla meşgul olsun...

    Henüz kendi çizgisini bulamamış ve frekansını tutturamamış bir insanın, o frekansta doğru bir şeyler yapması düşünülemez. Malayanilerle dolu olan bir insanın, “mâya’ni”ye açık olması mümkün değildir. Evet kalbi ve kafası, sakat şeylerle memlû bir insan, nasıl ulvî ve sağlam şeylerle meşgul olabilir ki?

    İşte Allah Rasûlü, bütün bu ma’nâları üç-dört kelimelik bir cümlede ifade ediyor. Ben, onu izah ederken fazla birşey söylemiş sayılmam. Sadece, o granit yapılı söze, birkaç ifade kazması indirdim. Size gelip ulaşan da ondan kopan bir iki parça oldu. Belki onları da, vicdanlarınıza sindirecek ölçüde beyan edemedim. Ancak, benim ve benim gibilerin bu acizliği dahi, Allah Rasûlü’nün ifade ve beyandaki gücünü isbat etmektedir. Çünkü bizler, Efendimizin söylediği bir sözü anlamaktan dahi aciz bulunuyoruz. Halbuki O, bu sözleri hiç düşünmeden söylüyordu. Bizim düşünce dünyamızı zorlayan bu muhteva ve bu ma’nâ yüklü sözler, O’nun normalde konuştuğu sözlerdi. Bu mazhariyet, acaba, fetanetten başka ne ile izah edilebilir? Deha kelimesi böyle bir hasleti anlatmanın yanında ne kadar sönük kalmaktadır!.


  9. #9
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili



    10. Sabır

    Buhârî ve Müslim müttefikan şu hadîsi naklederler: “Sabır ilk toslamada olandır.” 293

    Kabir Ziyareti

    Efendimiz, kabristanlarda cahiliyyeye ait bazı âdetlerin devam ettirildiğini görünce, müminleri kabristanlara gitmekten men etti. Fakat daha sonra bu yasağı kaldırdı ve :“Ben, sizi kabir ziyaretlerinden men etmiştim. Bundan böyle kabirleri ziyaret edin!” 294 buyurarak, kabir ziyaretini teşvik etmişlerdi. Çünkü insanları tûl-i emelden kurtaracak en müessir nasihat, kabirlerde saklıdır. Zaten o mürüvvet abidesi de, sık sık kabir ziyaretinde bulunur ve her hafta hiç olmazsa bir kere Uhud şehidlerini ziyaret ederdi. Kabir ziyaretlerinden birinde, bir kadının evladının kabri başında, feryad u figan edip ağladığını, üstünü başını yırtıp, uygunsuz sözler sarfetmekte olduğunu gör-dü.. gördü ve kadına yaklaşarak nasihat etmek istedi. Kadın Efendimiz’i tanımıyordu. “Git başımdan” dedi, “Sen benim başıma gelenleri bilmiyorsun!.” Efendimiz de hiçbir şey söylemeden kadının yanından ayrıldı. Orada bulunanlar, kadına onun Allah Rasûlü olduğunu söyleyince, kadın daha müthiş bir sarsıntı ile sarsıldı. Çünkü bilmeden Allah Rasûlü’ne karşı saygısızlık etmişti. Koşarak Efendimiz’in hanesine geldi. Kapıyı vurmadan içeriye girdi, Efendimiz’den özür diledi. Allah Rasûlü de ona, cevab-ı hakîm olarak şunu söyledi: “Sabır, musibetin ilk şokunu yediğin zamandır.” 295

    Allah Rasûlü, şu dört kelimelik ifadesiyle, ciltlerle ancak anlatılabilecek bir meseleyi, mucizevî bir belagatla anlatmış oluyordu.

    Sabrın Çeşitleri

    Musibete karşı sabır, günahlara karşı direnmede sabır ve ibadet üzere ısrarda sabır...

    Hergün beş vakit namaz, senede en az bir ay oruç, muayyen miktarda zekat ve kulluğa müteallik diğer bütün emirler, ancak sabırla yerine getirilebilir. Bunlar, insan ömrünü disipline eder ve ötelere göre bir boya çalar. Böyle bir hayat, bütünüyle nuranilik çizgisinde geçer; ömür bereketlenir ve cenneti semere verir. Onun için insan, dişini sıkacak, ibadetler üzerine sabredecek, ve böylece hayatını ışıl ışıl nurlandıracaktır.

    Sabır kelimesiyle “Sabir otu” aynı kökten gelen kelimelerdir. Sabir otunun zehir gibi acı olduğu söylenir. Tıbta ilaç sanayiinde de kullanılmaktır. İşte sabır, bu sabir otunu yutmak kadar acıdır. Ancak bu acılık, işin başlangıcı itibariyledir. Neticesi her zaman tatlı olmuştur.

    Durum Değiştirmek

    Sabretme, dişini sıkma, dayanma, metanet gösterme, sarsılmama, irkilmeme, irade felcine uğramama, hergün zehir-zemberek hâdiseleri sineye çekme ve dayanma elbette kolay bir iş değildir. Ancak, bütün bunlar ilk musibet şoku anında yapılmalıdır. Çünkü, yer değiştirme, başka bir vaziyete intikal etme, psikolojik olarak her zaman insanın ruh haletinde değişiklik hasıl eder ve onu sarsan hâdiseleri unutturur.

    Diyelim ki, başımıza bir musibet geldi. İlk bakışta, bu musibete dayanabilmemiz mümkün değil gibi... Hemen bu şoku atlatmanın çaresine bakmalıyız. Bu da ya bulunduğumuz durumu değiştirerek ki, ayakta isek oturarak, oturuyorsak yatarak veya yapmakta olduğumuz işin keyfiyetini değiştirerek; meselâ, abdest alarak, namaz kılarak veya en azından konuştuğumuz mevzudan uzaklaşarak.. veyahut da bulunduğumuz mekandan ayrılarak, başka bir atmosfere sığınmakla olur. Bazan da bir nebze uyumak, şoku atlatmamıza yetebilir. Hangi şekilde olursa olsun, hâl, durum veya mekanda yapılan bu değişiklikler, şokun tesirini kırar ve tahammül edilemez gibi görünen musibeti az dahi olsa hafifletir.

    Sabır, ibadetlere devam etme hususunda da çok lüzumludur. İlk anda, yeni namaza başlayan bir insan için, bu ibadet çok ağır gelebilir; fakat biraz sabreder de ruhu namazla bütünleşirse, artık bir vakit namazı kılamama, o insan için dünyanın en büyük ızdırabı haline gelir. Oruç, zekat, hac gibi ibadetler için de aynı şeyleri söylemek mümkündür.

    Düşünün ki, hac gibi meşakkatli bir ibadeti, bir kere ifâ edenler, her sene gitmek için âdeta kendilerini yerler. Hatta bazan konulan tahdid, onları çılgına çevirir. Bu denli ibadet sevgisi bir bakıma onun ilk ağırlık şokunu atlatması demektir. Bu hemen bütün ibadetlerde de böyledir.

    İnsan, harama karşı da aynı sabırla mukabele etmelidir. Günah ilk tosladığında gösterilecek mukavemet, ondan gelecek kötü şerareleri kırar, insan da o şoku böylece atlatmış olur. Onun içindir ki Efendimiz, Hz. Ali’ye “ilk bakış lehine gerisi aleyhine” 296 buyurmaktadır. Yani, insanın gözü günaha kayabilir. Ama o, hemen gözünü kapar, yüzünü çevirirse, bu onun için günah olarak yazılmaz. Hatta harama bakmadığı için kendisine sevap bile yazılabilir. Fakat ikinci ve daha sonraki bakışlar, zehirli birer ok gibi insanın kalbine ve ruhuna saplanır, insanın hayalinde bulantılar meydana getirir.. iradesi manevî gerilimini kaybeder. Zira her harama bakış, bir yönüyle harama girme yollarını kolaylaştıran birer davetiye hükmündedir. Dolayısıyla da her bakış, bir başka bakışı davet eder.. artık o insan, harama yelken açar ve dönüşü çok zor bir yolculuğa açılır. İşte bu duruma gelmeden, haramın ilk tosladığı anda, sabredip haramdan yüz çevirme, harama karşı gözlerini yumma, Allah Rasûlü’nün bize tavsiye ettiği altın öğütlerdendir.

    Epiktetos’un bir sözü vardır: “Fena hülyalar, seni hayallerinde yakalayınca, ilk fırsatta hemen uzaklaşmaya çalış. Sonra götürüldüğün yerden geriye dönemezsin” der. Onun bu ifadesi de ilham yüklüdür. Eğer, Allah Rasûlü’nden sonra yaşamış olsaydı, mutlaka ilhamını Allah Rasûlü’nden aldığını söyleyebilirdik...

    İnsan, harama karşı böyle davrana davrana, bu onda bir huy, bir karakter haline gelir. Zira, yaptığı egzersizlerle kalbinde hasıl olan imanın nuru, cehennemden bir kıvılcım durumunda olan günahlara karşı âdeta bir sütre olur. Öyle ki artık harama bakmama, onun asıl ve fıtrî davranışları arasına girer. Aksi bir durum aklına gelse, hemen parmağını, gönül peteğindeki iman balına batırır ve bu sağlam mülâhaza sayesinde tattığı aşkın tadıyla kendini bu manevî atmosferden uzaklaştıran her şeyden kaçar. Bu durumda olan bir insanın, iradî olarak günaha girmesi pek düşünülemez.

    Her musibetin kendine göre bir şoku vardır. O atlatıldığı zaman, musibet rahmete, elemler lezzete, dertler de zevke inkılâb eder... Böyle bir sînede artık ızdırap dinmiş, yerini de sonsuz bir neşeye terk etmiştir. Ancak bütün bunlar, ilk şok anının başarıyla atlatılmasına bağlıdır. Bu kadar tafsilatlı, derin bir mevzuyu Allah Rasulü, sadece dört kelime ile ifade buyurmaktadır. “Sabır, ilk toslama anında olandır.”


  10. #10
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Bir demet hadis tahlili



    11. Yüksek El (Veren) Olmak

    Buharî, Müslim ve Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bir hadîste de Efendimiz şöyle buyuruyor: “Yüksek el, aşağı elden daha hayırlıdır.” 297

    Yed-i ulyânın, veren ve infâk eden el, yed-i süflânın da alan el olduğu, yine bir başka hadîslerinde doğrudan doğruya Efendimiz’in yorumudur298. Realite olarak, veren elin üst, alan elin de alt sayılmasının yanında, infak edene râci sevap ve fazilet bakımından, verenin alanın üstünde olduğuna da işaret buyurulmaktadır. İnsanın şeref ve haysiyeti açısından bunlardan biri “ulvîlik” ise, bazı durumlarda diğerine de “süflîlik” denebilir ki, selim tabiatları vermeye teşvik ve almadan tenfir etmek bakımından, üslûp fevkalâde ve bu üslûba esas teşkil edecek malzeme de, değiştirilemeyecek şekilde yerli yerindedir.

    Ayrıca, verme ameliyesinin havada kalmaması ve mutlaka bir alıcının bulunması lazım geldiği için de, veren elin hayırlı olmasını ifade ile iktifâ edilmiş ve "alan el şerlidir” denmemiş.. aksine az hayırlı olduğu ifhâm edilerek; bazı şerâit dahilinde alma ameliyesinin mahzursuzluğuna da tenbihte bulunulmuştur.

    Bütün bu ma’nâlar mahfuz olmakla beraber; bu hadîsi; “veren el, alan elden üstündür” şeklinde tercüme etmek eksiktir. Zira, hadîste kullanılan kelimeler, bizim tercüme ettiğimiz kelimelerin karşılığıdır. Efendimiz, bu ifadelerinde mecazî bir üslubu tercih etmiştir. Onun için sadece “veren el” veya “alan el” ifadeleri, bu ma’nâlardan, olsa olsa bir tevcih olabilir; fakat kat’iyen bütünü değildir.

    Evvela, burada cüz zikredilip küll murad edilmiştir. Yani elden kasdedilen, bizzat insanın kendisidir. Bu ma’nâ ile“veren insan, alan insandan hayırlıdır” manası kastedilmiştir.

    Bazen Alan Hayırlıdır

    İkincisi: Arapçada veren ; alan ise kelimeleriyle ifade edilir. Eğer Allah Rasûlü, bu kelimeleri kelimesine sıfat yapsaydı, o zaman, “Veren el alan elden hayırlıdır” dememiz uygun olurdu. Halbuki Allah Rasûlü, “veren” veya “alan” elden değil de “üst” veya “alt” elden bahsetmektedir. Bu ifadeden de şöyle bir nükte hatıra gelmektedir: Her zaman veren el, alan elden hayırlı değildir. Bazı hallerde, alan el, çok daha hayırlı olmasa da, mecbur kaldığı için veya verene sevap kazandırmak kasdıyla alıp yerinde sarfettiği takdirde veya veren minnet ediyorsa, böyle durumlarda hayırlı ve üst el alanın elidir. Veren zahiren üstte olsa dahi, hakikatte belli bir ölçüde alttadır.

    Öyle insanlar vardır ki, fukara-yı sabirindendir. Saçı başı dağınık ve meclislerde hep irdelenmektedirler. Kapı çalsalar onlara kapılar açılmaz. İki Cihan Serveri’nin beyanı içinde onlar, herhangi bir mevzuda Allah’a yemin etseler, Allah onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz. Bera b. Mâlik bunlardandır299. Müslümanlar harpte sıkışınca Bera b. Mâlik’e müracaat eder ve galip gelineceğine dair ona yemin ettirirlerdi. O da yemin ederdi ve galip gelinirdi300. İşte alan el, böyle bir insan da olabilir...

    Ashaptan Sevbân, çok fakirdi. Bununla beraber Allah Rasûlü ona, hiç kimseden birşey istememesini tavsiye etmişti. O günden sonra o, kimseden birşey istemedi. Hatta, devesine binmiş giderken bazan kamçısı yere düşerdi de, o, kimseden istememek için hemen devesinden iner ve kamçısını bizzat alır sonra da tekrar devesine binerdi301. İşte bazan onun gibi bir insana da birşey verilmiş olabilir.. ve bu, sanki temessül etmiş Cibril’e birşey vermek gibidir. Hiçbir zaman, alan durumunda olan bu ve bunlar gibi şahıslar, verenlerden daha aşağı değillerdir. Zira, Hz. Âişe Validemiz’den rivayet edilen bir hadîsten anlıyoruz ki, böyle insanlara birşey verilirken, evvela o verilen şey keyfiyetsiz, kemmiyetsiz Cenâb-ı Hakk’ın eline konmaktadır. Ve verilen insana o şey, bizzat Cenâb-ı Hakk tarafından verilmektedir.302

    Tavsiyeler

    Allah Rasulü, bu ifadeleriyle bize şu tavsiyede de bulunuyor:“Kendinizi daima aziz tutun. Dilencilikle nefsinizi hor ve hakir kılmayın. Hem ferd plânında, hem de devlet bazında, hiçbir zaman alan el durumuna düşmeyin, her zaman veren el olma durumunu korumaya çalışın. Böylece hep üstte olur ve izzetinizi korursunuz. Şunu unutmayın ki, üst daima emniyet içinde döker-saçar, alt ise endişeyle toplar, endişeyle yaşar. Siz, hâkim el olun, mahkum el olmayın. Üstte olursanız, hâkim el olursunuz.”

    Devletlerarası Ölçü

    Bu hadîs bizim için, devletlerarası münasebette de, yanılmaz ve yanıltmaz bir ölçü durumundadır. Eğer biz, üst el olabilirsek, devletlerarası muvazenede bize de bir yer düşecektir. Böylece süper güçler tarafından sömürülen insanımız belini doğrultma fırsatını bulacak ve kurtulacak; aksine, hep sömürülen, hep hakir görülen insanlar olma durumundan kurtulamayacaklardır. Günümüzde umûmî manzara, arzettiğimiz hususların en açık belgeleriyle dolu... Süper güçler, göstermelik olarak verdikleri üç-beş kuruşu, o milletlerin kanını emerek, onları iliklerine kadar sömürerek geriye almaktadırlar ve bugün biz, “alan el” olma zilletini acı acı yaşamakta ve çaresizlik içinde yutkunmaktayız. Öyleyse hem ferd olarak hem de millet olarak bize düşen şey, çalışma, gayret gösterme ve bütün İslâm âleminin, hatta bir ölçüde bütün insanlığın bizden beklediklerini yapıp, edip ortaya koymaktır.

    Burada da yine çok kısa ve veciz ifadesiyle Allah Rasûlü, anlattığımız bu şeyler gibi, kimbilir daha hangi hususlara işaret buyurmaktadır?..


Sayfa 1/3 123 SonSon

Benzer Konular

  1. Elimizde Bir Demet Gül...
    By İslam-Gülü in forum Hz. Muhammed (S.A.V.)
    Cevaplar: 5
    Son Mesaj: 11.08.09, 12:54
  2. Küfrün bir tahlili
    By BaRLa in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 04.07.09, 20:33
  3. Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 02.06.09, 20:17
  4. Kirmizi gÜl demet demet,
    By SiLa in forum Serbest Kürsü
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 31.10.08, 10:46
  5. bir demet söz
    By Hakikatbin in forum Hikmetli Sözler
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 05.07.08, 22:59

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •