Fecr-i Âti Yazıları - 1
Siyah Beyaz Düşümceler
Yeni bir günün mukaddimesi sayılabilecek bir “leyle zeyl” halleri yaşamaya hazırlanıyordum. Saat gecenin iki buçuğuydu. Hayat ağacımın kökleri siyah bir fare tarafından kemirilmeye devam ediyordu. Dipsiz bir kuyunun içindeydim gecenin bir vakti. Zaman kuyusu derinleşiyor, gece derinleşiyor, düşümceler derinleşiyordu.
Fikirlerin en demli ânında derinleşen bendim aslında. Gecenin karanlığına inat, düşümce kıyıma vuran soru dalgaları bembeyazdı. Niye ve neyi arıyordum gecenin bu saatinde? Beni fecr-i âti yazılarına iten sebep neydi? Hele hele “siyah beyaz düşümceler” de neyin nesiydi? Ben yorgunluktan uykuyu, gece yürüyüşüne tercih ederken; fare, büyük bir iştahla kökleri kemirmeye devam ediyordu. Demek, cevabı “gece”de yakalamak nasipde yoktu.
Gece gündüzün mukaddimesi idi. Güneş, gecenin hâtimesi. Demek fecir bir köprüydü gündüzle geceyi birbirine bağlayan. Bahara çıkacak olan yol, fırtınalı bir kıştan geçiyordu. Demek kış baharın bir mukaddimesi idi. Yapraklar dökülmeden ağaç yeşermiyor, tohum çürümeden sümbül yetişmiyordu. Demek sıkıntı ağacının meyvesi lezzetti. Rahat zahmette saklıydı. Bu yüzden olsa gerek, en büyük saadetler en büyük acı ve felaketlerin neticesiydi.
Musibetler hataların neticesi, mükâfatın başlangıcıydı Said Nursi’nin nazarında. Cahiliye devri musibetinin ardından, asr-ı saadet mükâfatının verilmiş olması, ne kadar da anlamlıydı. Karıncayı emirsiz, arıyı arıbeysiz bırakmayan Kudret, elbette insanlığı da başı boş bırakacak değildi.
Zıtlar dünyasında yaşıyorduk İsm-i Hakîm’in gereği. Hayır-şer, güzel- çirkin iç içeydi. Firavun, Musa’nın(as), Nemrud, İbrahim’in (as), cahiliye, asr-ı saadetin sebebiydi. Neticede ise her kışın bir baharı, her gecenin bir nehâri (gündüz) vardı. Zaman hükmünü icra ediyor, konjoktürel bir dalgalanma ile zaman zaman küfür, zaman zaman da iman galip geliyordu.
Modern ve çagdaş bir cahiliye formatı sergileniyordu günümüzde. Güneş üflenerek söndürülmek isteniyor, göz yummakla gündüz, geceye çevrilmeye çalışılıyordu. Oysa “küfrün beli kırılmıştır” mesajını veriyor Said Nursi her fırsatta. Kırılmıştı, zira “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş” olduğu Nurlarla ispat edilmişti. Onu Anadolu’nun sînesinden hiçbir kuvvet çıkaramazdı.
Güneşi balçıkla sıvamak isteyenler Anadolu’nun sînesinde gedik açmadı da değiller. 1351 (19.1) fecr-i kâzip de olsa ondan otuz kırk sene sonra fecr-i sâdık’ın emâreleri görüldü. Zındık bir komite 1926 tarihi itibâriyle 12 -13 -14 -16 sene sonra yediği dehşetli tokatlara rağmen hâlâ ayakta olması, gediğin büyüklüğünü ortaya koyuyordu.
Peki bütün bu gelişmeler karşısında bana düşen neydi? Dava inşaatında bir çivi olmanın yolu nereden geçiyordu? Çivi olabilmek basit bir iş miydi? Büyük bir komutanın, üzerine bindiği atın ayağındaki nalın çivisi olabilmek. Çivinin çıkması nalın düşmesine, nalın düşmesi atın tökezlemesine, atın tökezlemesi komutanın düşmesine ve başsız kalan ordunun dağılmasına sebep olmaz mıydı?
Fırtınalı bir havada bir yelkenli denize açılır. Gemiyi oluşturan malzemeler kendi aralarında konuşmaya başlar. İlk sözü yelken alır; “ben olmasam gemi hareket etmez” akabinde dümen karışır söze; asıl gemi benim sayemde rotasını buluyor” tahtalar konuşmadan olur mu; “ben olmasam hiç birinizin hükmü olmaz” mütevâzi, sesiz sedâsız duran çiviler dile gelmiş en son; “bâri ben de aradan çekilivereyim.”
“Siyah beyaz düşümceler”i “çivi”lemeyle noktalıyor, fecr-i âti yazılarında “gündüzler iki gece arasındadır” da buluşmayı temennî ediyorum.
Seyfeddin Gültekin, Yeni Asya, 2000
--------------------------------------------------------------------------------